Kayıp Masallar 1 (Beyaz Gelincik ve Kara Kurt Masalı)
Bölüm Bir: Beyaz Gelincik ve Siyah Kurt
Kuzey
Dağlarına doğru yolculuğa çıkıldığında orada kar, soğuk, hastalık ve huzursuz
insanlar dışında bir şey bulunamazdı. Orada bulunan büyük krallığın büyük hanedanlığının
yıkımının ardından orada kalan tek şey buydu. Ardı ardına gelen felaketlerden
sonra bir daha güneşi doğmaz olmuştu Kuzey topraklarının. Nehri donmuş ve
topraklarını kuşatan buzlar insanlarında kalplerini dondurmuştu. Tapındıkları
tanrıları bile onları terk etmişti. Arkalarında yükselen büyük Kara Dağlarda
tapınaklar terk edilmişti. İnsanlar onları terk eden tanrılarını terk etmiş ve
bir kese buğday için hayvanlar gibi kapışır olmuşlardı.
Eskiden
zenginliği ile ünlüydü Kuzey. Büyük gümüş madenleri sayesinde zenginliği artmış
ve sürekli ticaret yapar hale gelmişti. Bu zenginlik o kadar artmıştı ki
komşuları onları kıskanır ve kinlenir olmuştu. Nefretle bakar olmuşlardı
onlara. O kadar zenginleşmişti ki büyük haneden ve insanları bu zenginlik taşkınlıklar
yapmaya başlamıştı. Önce tapınanları terk ettiler, sonra ise daha fazlası için
aç köpekler gibi birbirlerini öldürmeye başladılar. Hanedan içinde yedikçe
doymayan canavarlar oluştu. Sürekli açlık içinde gölgelerde gezinen bu
canavarlar akıllarını yıkadı hanedanın asillerinin ve onları birbirine düşürdü
bu canavarlar. Öyle şiddetleniyor ki açlıklarını ailede baba oğlunu, anne
kızını kıskanır olmuştu. Beşikteki çocuk bile onlara düşman gelmişti.
Bu aç
canavarlar onları hanenin duvarları arasında yönetirken tanrılar onlara kızıp
ellerini ayaklarını çekti Kuzey topraklarından. Onlar gidince kötü bir ruh
sardı etrafı ve bir gece madenler çöktü. İçerideki binlerce insanlar beraber
birden kaybolup gitti. Korku sarmış ve tanrıların onları terk ettiği düşüncesi
halkı paniğe boğmuştu. Hepsi çığlıklar atarak etrafta dolaşırken hanedanlık
bunu duymayacak kadar gölgeler tarafından yönetilir olmuştu. Hepsinin gözünü
kan bürümüştü. Hem halkı artık haneye düşman hem hane kendi içinde düşman
olmuştu.
Bir gün
kar yeni yağmaya başladığında kış kendini gösteriyordu artık. Kışın ne kadar
uzun süreceği bilinmiyordu ve artık sefalet onları sarmaya başladığında halk
paniklemiş ve sesleri bu sefer daha şiddetli çıkmaya başlamıştı. Öyle şiddetli
bağırıyorlardı ki sesler bir araya geldiğinde artık hanedanlık bunu duymaya
başlamıştı. Ama geç kalmışlardı... artık duymak onları kurtarmayacaktı. Öfke
dolu ve açlıkla sınana halk kızgınlığını göstermek için hanedan konağını ateşe
vermiş ve orada gölgeler tarafından dövüştürülen hanedan üyelerini öldürüp
başlarını kesip kana olan susuzluklarını dindirilmişti. O gece oradan hanedan
üyelerinden sağ çıkan bir kişi vardı ve korku içindeydi.
Hizmetçisi
ile konaktan kaçıp karın beyaz bir örtü gibi kuşattığı kızıl çamlarla kaplı
ormana doğru gitmişti. Çok fazla yürüyemiyordu. Karnında dokuz aydır taşıdığı
çocuk ve kasıklarında şiddetli bir sancı vardı. Peşlerinden çığlıklar atarak
gelenlerin seslerini duydukça korkusu artıyor ve kalbi daha fazla bu korkuya
dayanamıyordu. birden tetiklendi ve şiddetle son defa çarpıp karların üstüne
yığılmıştı. Hizmetçisi onu orada öylece bırakıp kaçmak için hızlanmıştı.
Arkadan gelen vahşileşmiş insanlar ise konağın genç hanımını öylece görünce
duraklamıştı. Orada ne yapacaklarını düşünürken yaşlı bir adam eğilip kadının
boynuna parmak uçlarını dokundurmuştu. Ardından yanına oturup bileğini
tutmuştu. Birden kısık gözleri irileşmişti. Karnındaki bebeği fark etmişti.
Diğerlerine yakındı ve bebeği kurtarmak istedi. Ona yardım eden iki kadın
olmuştu. O gece ormanın ortasında belindeki kör hançerle elleri titrek hekim
kadının karnını açıp bebeği çıkarmıştı. Bek bağını kesip kundağa sarmış ve
yaşaması için kız olduğu yalanını söyleyip son asil kan olan Rahom soyunu
kucağına alıp evine dönmüştü. Ama lanetlenmiş olan Kuzey Halkının başından
kıyametler eksik olmamıştı. Kısa süre içinde Kuzey klanları boşalan tahtı almak
için savaşa tutuşmuş ve bu savaşın sonucunda asil kana en yakın olduğu bilinen
Bakren hanesi oturmuştu tahta. Yönetiminin gaddarlığının yanı sıra baş düşmanları
olan Akela (Güney) hanedanlığına itaat edip madenleri açtırmak için tekrar
girişimde bulunmuştu. Acı ve açlık o günden sonra dahada artmış ve bunun yanı
sıra şiddet de korku yaratmaya başlayıp o elleri bıçaklı halk suskun birer
koyun gibi Bakren Hanedanlığının emrine amade olmuştu.
Masal
burada bitmiyordu. Öykümüzün en önemli noktası ise Kızıl Çam ormanlarının
derinlerinde devam ediyordu. Yaşlı hekim kaçırdığı çocuğu herkesten saklamak
için orada bir süre onunla yaşamış ve kendi kızlarını bile unutup onunla
ilgilenmek için yanına taşınmıştı. Ne var ki ömrü çok kısaydı. Yaşlıydı ve
elleri titrekti. Henüz on yaşına gelen asil soylu bir sabah onu yattığı şiltede
soluk almaz halde bulmuştu. Ne yol bilirdi ne iz ne düzen. Cesedi evde tutmaya
kalkmış ama sonra koktuğu için bir defasında ölen kuzgun için hazırladıkları
mezardan yola çıkarak baba dediği adamı küçük kulübenin arkasına gömmüştü.
Sonrasında ise uzun yalnız seneler boyunca herkesten bir haber ormanın
derinlerinde o küçük kulübede hayatta kalmaya çabalamıştı. Geçirdiği ateşli
hastalık sonucu bir kulağı pek iyi duyamaz haldeydi. Okuma yazma öğrenmişti ve
hekimden arda kalan bütün kitapları defalarca okuyup onlardan yola çıkarak
bulduğu hayvanlar üzerinde uygulama yapmaya vermişti kendini. Vahşi hayvanlardan
bile kaçınmadan onları iyileştirme için girişimde bulunuyordu. Defalarca bu
yüzden ısırılmış ve tırmalanmıştı. Konuşmayı unutacak kadar az konuşur olmuştu.
Bazen ormanda kendi kendine yemiş toplarken konuşur olmuştu.
Kızıl Çam
ormanın kızıl boynuzlu geyikleri ünlüydü ve bu yüzden orada ava gelenlerden bir
kaçı onu görmüştü. Bir hayalet efsanesine dönüşmüştü. Sessizce ormanda dolaşan
beyaz saçlı bir hayalet. Bir çok defa onunla konuşmak için avcılar ormanda boş
boş gezinmeye bile çıkmıştı ama ona rast gelmek imkansızdı. Ürkek ve bir
geyikten daha iyi sekerek kaçabiliyordu. Vahşi bir havası vardı ve insanlarla
yüz yüze gelmekten korkuyordu. Babası ona o insanlarla konuşmaması gerektiğini
söylemişti. Onlarla konuşursa zarar göreceğini anımsıyordu. Bu yüzden kimseyle
konuşmamak için kaçınıyordu. Sessizce ormanında dolaşıp hayatını sürdürmeye
devam ediyordu. Bir namı vardı ve hayalet olarak yaşamaya devam etmekten başka
bir şansı yoktu.
Yedi sene boyunca
Kuzey Topraklarının en gizemli yeri olan ormanda tek başına hayatta kalıp on
yedi yaşına bastığı bir günde tipi ederken at kişnemeleri onu ormanın
derinlerine çekmişti. Duyduğu kişnemelerden hayvanların endişe ve korkusunu
sezip üstüne cübbesini giyip dışarı fırlamıştı. Avcıların kurduğu tuzaklara çok
hayvan düşüyordu ve buna sinirleniyordu. Kendini ormanın koruyucusu ilan ederek
bir sıfat bile edinmişti. Adını bilmedikleri bu adama Tanrılardan Kara Dağları
yaratan ve koruyan Darta'nın oğlu olan Londaga diyorlardı. Bu isimden
habersizdi. Tanrılara karşı inançları vardı ve dualarını ederdi.
Anlamlandıramadığı çoğu şeyi babasından arda kalan kitaplarda bulmuştu. Aynı
kitapları o kadar çok okumuştu ki ezberlemeye başlamış ve artık ormandan
geçenlerin kaçarken düşürdüğü heybelerinden okunacak, yazılacak şeyler arar
olmuştu. Ormanda kendi ürettiği tedavileri yazmak için kağıtları biriktirir
olmuştu.
Oraya
vardığında bir kaç insan cesedi ve parçalanmış at cesetleri dışında bir şey
görememişti. Kan izleri fırtına yüzünden kaybolmaya başlamıştı. Korku ile
etrafına baktı. Kızıl Ormanda Kara Kurtlar dolaştığını görmüştü son zamanlarda.
Kışın sertleşmesi ile dağdan aşağıya inmeye başlayan kurtlar arkasında çok leş
bırakmadan silip süpürüyordu her şeyi. Şimdi ise leşler vardı ve biraz daha
yaklaşınca ölü dört kurdu gördü. Kesikler vardı hayvanların üstünde. Bir süre
onları yokladı. Ardından dizleri üstüne çöktü. Kurtlar kutsaldı. Geyikler
kutsaldı. Ve atlar insana kulluk eden hayvanlardı. Darta ve ormanın koruyucu ruhlarına
dua edip onların ruhlarını kabul etmesini istedi. bir hayvanın insan tarafından
öldürülmesine sinirlenmişti. Ardından parçalanmış insan cesetlerini gezerken
bir kıpırtı ile irkildi. Bir el kalkmıştı devrilmiş atın altından. Ve inlemeli
bir ses duyulmuştu. Yardım istiyordu orada sıkışıp kalmıştı ve atı itecek kadar
gücü yoktu. Yardım isteyen adam yaralıydı ve dönmek üzereydi. Geldiği
kızağındaki malzemeleri indirdi ve çekerek kızağı yaklaştırdı. Tipi
sertleşiyordu ve yolunu kaybetmesine sebep olmasını istemiyordu. Bütün gücünü
kullanıp atı kaldırmaya çabaladı. Dakikalarca kan ter içinde atı itekleyip
kaldırmak için uğraştı. Adam elinden geldiğince ona destek olmak için
çabalamıştı ve sonunda kendini sıkıştığı yerden çekti. Nefes nefese kalmıştı
ikisi de.
''Kızağa
mı bineyim?'' nefesini toparlarken ona kızağı gösteren kişiye sormuştu. Kendini
sürüdü ama ona yardım edene kadar kızağa binemedi. Londaga'nın oğlu onun
bindiğinden emin olunca kızağı çekmeye başladı. Ağır bir adamdı ve onu çekmek
zordu. Her adımda daha da ağırlaşıyor gibi gelmişti. Sert esen rüzgar onu
kamçılıyordu.
Kulübeye
geri döndüğünde beklenmedik bir şey vardı. Etrafında birileri dolaşıyor ve
konuşuyorlardı. Taşıdığı adamla aynı giyinmiş olan bu adamlar korku içinde ve
sığınacak yer arıyor gibiydi. Bir süre onlara uzaktan baktı. Ardından kızağı çekerek
yavaş yavaş onlara doğru yaklaştı. Üstleri kürklüydü. Ama üşüyorlardı. Kuzeyli
değillerdi. Liderleri ise kulübenin verandasında çöküp kalmıştı.
''Birisi
yaklaşıyor efendim!'' bağrışmalara aldırış etmiyordu Londaga'nın oğlu. Kızağı
çeke çeke geldi. Durup cebinden büyük bir anahtar çıkardı. Veranda
basamaklarını çıkarken diğerleri kurtulan arkadaşlarının yanına koşmuştu.
Anahtarı biraz önce herkesin zorladığı kilide sokup çevirdi ve kapıyı itekledi.
Veranda da oturan adama göz ucu ile bakıp geri aşağıya döndü. Yüzünü saran atkı
kar doluydu ve cübbesi başını saklıyordu.
''Onu
taşıyalım.'' diye aralarında kararlaştırıp hemen arkadaşlarını içeriye kulübeye
taşıdılar. Çok geniş değildi ama bu davetsiz dört misafiri ağırlayacak kadar
genişti. Veranda da oturan adamda ayaklanıp içeri girerken ev sahibi kızağını
sağlamca bağlayıp içeri elinde bir kaç kütükle girdi. Yanan ocağı körükledi ve
odunları attı. Yaralı adamı yatırdıkları sedire doğru dönüp yüzünü saran atkıyı
çözmeye başlamıştı.
''Bizi
kabul ettiğin için minnettarım. Bunun karşılığını ödeyeceğim.'' Efendileri yani
liderleri konuşurken diğerleri saygı gereği ayakta duruyordu. Ama hepsi birden
donup kalmıştı. Ne diyeceklerini bilemediler. Karlar dökülerek cübbe çıkınca
öylece beyaz saçları beline kadar inen ve saf kan Rahom soyundan olan kişiye
kitlenip kalmışlardı. Gri gözlerinin üstündeki beyaz kaşları çatıktı. Sedirde
uzanan adamın yanına doğru gitti. Kenarda duran ayaklarına dört ufak tahta tekerlek
takılmış masayı sürüdü. Kara Kurdun diş izlerini görmek için onu soydu ve
yaralarına bakıp kaldı. Düştüğünde kolunu kırmıştı ve kolu yamuktu. Bacağında
ise derin diş izleri vardı. Hemen müdahale etmek için hazırlanmaya başladı. Bir
şişe aldı arkada yükselen raflardan. İçinde açık sarı bir sıvı vardı. Temiz bir
mendile döktü ve yarı uyanık adamın burnu ve ağzına bir süre bastı. Bekledi ve
elinde son bir seğirme olunca mendili çekti. Onu sessizce izlemeye
başlamışlardı. Önce kolu düzeltti. Bir kaç hareket yaptı ve iki simetrik tahta
arasına alıp dikkatle sardı ve daha kalın bir bezle bütün tahtayı kapatacak
şekilde sarmaya devam etti. Daha sonra ise bacaktaki yarayı temizleyip
parçalanmış etleri dikti. İşini bitirdiğinde uyuyan adamın sağ kolunu tuttu.
Nabzını bir süre dinledi ve yüzünde ufacık bir tebessümle kalktı. Karşıdaki
sedirde ve ocağın başında çökmüş adamlara bir süre baktı. Ufak tefek yaraları
vardı. Onları tedavi etmek için işe koyuldu. Hava iyice karardığında Kızıl Çam
ormanın içinden topladığı şifalı otlardan bir çay demledi. Onlara yiyeceğini
sundu ve tek bir kelime dahi etmeden yaralarını sarıp, karınlarını doyurup,
kalacak yer verdi. Tütsülenmiş etten yaptığı yahnisine uzun süredir fırtınada
cebelleşen adamlar bayılmıştı. Övgüler karşılığında ufak bir tebessüm
alıyorlardı. Kulübe iki odalıydı. Birisi bu ilk girişin olduğu yerdi. Hem
mutfak, hem bir şifa haneye benziyordu. Diğer taraf ise daha genişti. Oturacak
yerlerin yanı sıra duvarda iki sıra tap vardı. Ve daha ufak bir soba vardı. Misafirlerini
akşam yemeğinden sonra oraya almış ve ağır yaralı hastayı orada dinlenmeye
bırakmıştı. Yaktığı gaz lambasının fitilinden sakin bir çam kokusu geliyordu.
Onları rahatlatan bu sessiz yer sıcak ve korunaklıydı. Günlerdir yürümekten
ayakları şişmişti kiminin. Botlarını çözüp ayaklarını ovmaya başlamıştı ikisi.
Bir süre sessizlik içinde fırtınanın uğultusunu dinleyip gaz lambası eşliğinde
kitap okuyan soylu Rahomlu genci izlediler. Erkek mi yoksa kadın mı olduğundan
şüphe diyorlardı. Yüzünde tek bir tüy yoktu. Saçları uzundu ama göğsü bir kalas
kadar düzdü. Anlam veremediler. Üstündeki kıyafetleri göğüslerini saklıyor
olmalı diye düşündüler. Aralarında sessizce fısıldaşmalar başlamıştı. En genç
olanları çoktan sobanın dibinde uykuya dalmıştı. Yumuşak kürklerin üstünde
mırıltı içinde uyuyordu. Efendileri ise dalgın halde kitabını okuyan Rahomlu
genci izliyordu.
''Bu gece
hayatta isek sizin sayenizde hayattayız. Adamlarımı ve beni evinize kabul edip
yemeğinizi paylaştınız.'' efendileri konuşmaya başladığında dikkati kitapta
olan Rahomlu ona göz ucu ile bakmıştı. Kitabı kapatıp oturduğu sandalyenin
önündeki masaya bıraktı yavaşça.
''Bana
kendinizi borçlu hissetmeyin. Kapım herkese açıktır.'' İlk defa sesini
duymuşlardı. Yumuşacık ve toktu. Sakin ve bir o kadar derindi. Dudakları yukarı
doğru bükülmüştü.
''Yorucu
bir macerada olduğunuz belli. Sizin için yataklarınızı kurmama izin verin.''
dedi. Kalkıp örtüler ve yorganlar olan yüklüğe yürüdü. Şilteleri serdi ve onlar
için üç yatak kurdu. Efendileri ve birisi sedirde yatarken diğeri yerde kürkler
üstünde uyuyan arkadaşı ile yan yana yatacaktı. Kendi yorganını efendiye
vermişti. Onların rahat etmesi için yan tarafta yatacağını söyleyip iki odayı
ayıran kapıyı çekip çıkmıştı.
''Bir gece
daha dışarıda kalsaydık ölmüştük efendim. Tanrılar bizi onunla karşımıza
çıkarmasaydı halimiz beterdi. ''Efendisi ile konuşan sedirde yatan adamdı.
Efendisi ise şaşkınlık içindeydi.
''Rahom
asili birisinden beklenecek davranış. Büyükler onların kibar ve nazik
olduklarını anlatırdı. Gölgeler akıllarını çalana kadar bilinen en yardımsever
ve nazik kişilermiş. Onlardan kalmadı sanırdım.'' Yastığa başını koyup
gözlerini tavana dikti. Fitil sönünce sessizlik keskinleşti. Sadece fırtınanın
uğultusu ve arada ormandan gelen hışırtılar dışında başka bir şey yoktu
etrafta.
Yorgunlukla
öyle uzun bir uyku çekmişlerdi ki... Uyandıklarında etraf aydınlık ama tipi
hala devam ediyordu. Uzun kışın on sekizinci senesiydi. Ve her sene biraz daha
sertleşiyordu soğuklar. Artık topraklar Güneyde bile donmaya başlamıştı. Bu
kadar sert bir kış yüz yıllar önce görülmüştü. Tekrar böyle bir kış hayra
alamet değildi. Bu kışın ne zaman biteceğini kahinler bile söyleyememişti.
Yıllardır süren kışın bitmesini herkes beklerken bir savaşın patlak vereceği
ise tahmin bile edilemiyordu. Ambarlar tükeniyor ve kıtlıkla hastalıklar baş
gösteriyordu. İnsanlar savaşın ve kışın sertliği getirdiği hastalıklar içinde
boğulurken her şeyden uzak bu kulübede bulunan beş kişi tipi dinene kadar
burada kalmaya devam edecekti. Yemek için sabah tekrar bir araya geldiklerinde
ev sahibi açmıştı konuyu.
''Tipi
bitip o ayağa kalktığında gidebilirsiniz. Öncesinde yola çıkmak size ölüm
dışında bir şey getirmeyecek.'' Teklifi açık ve netti. Onu geri çevirecek halde
değillerdi. Bu süre boyunca ona misafir olmayı kabul etmişlerdi. Bu sürede
onunla kaldıkları yerde işlere yardım etmek için uğraşmışlardı. Kimi yemek
yapmayı denemiş, kimi ise daha ileride bulunan barakadan odun ve yiyecek
malzemesi taşımıştı. Tipi bir hafta daha devam etmiş ve bu süre içinde misafir
oldukları kişinin adını öğrenmişlerdi. Konuşma yaralı arkadaşları kendine
geldiği bir akşam yemeği esnasında geçmişti.
''Size bir
hayat borcum var!'' yaraları henüz iyileşmemişti. Elinde bir kase tavşan
yahnisi vardı. Sabah barakanın önünde donmuş bir tavşan bulmuşlardı ve onu
pişirme fikri sonrası akşama güzel bir yemek yapmışlardı.
''Benim
işim bu! Yaşamları kurtarmak.'' yemeğini yavaş yavaş oturduğu yerde yiyen ev
sahibi konuşuyordu. Saçları gevşek bir örgü ile örülüp üç defa üst üste katlanmıştı.
Bir kurdele yardımı ile ensesinden bağlanmıştı.
''Adınızı
öğrenebilir miyim?'' yaralı genç konuşmaya devam ediyordu. Ona ''Efendi'' diye
sesleniyorlardı diğerleri. Liderleri bile ona ''efendi'' demişti. Karşısında
yemeğini yiyen ev sahibi bunun üzerine ilk defa adını birilerine söylemişti.
''Kuwala!
Rahom Kuwala Akanov.'' kendinin ne olduğunu bilmiyordu ama babası ona tam
adının bu olduğunu söylemişti. Rahom ne demekti bilmezdi. Sadece ön adı
sanıyordu. Akanov soy adı ise babası tarafından aldığı bir soy ad olarak
kalmıştı.
''Efendi
Kuwala. Adınızın anlamını biliyor musunuz?'' liderleri konuşmuştu bu sefer.
Edebiyatta oldukça başarılı bir liderdi. Okur ve iyi dövüşürdü. Senelerdir
yetiştiriliyordu. Özel dersler alıyordu. Edebiyat, kılıç ve dövüş üzerine çok
ders almıştı. Kuwala adının anlamı oldukça manidardı.
''Sanmıyorum!
Babam bu ismi neden koydu bilmiyorum.'' Lider gülümseyip ona dikti gözlerini.
''Şifalı
Beyaz Gelinciği biliyor musunuz? Oldukça nadir bulunan bir kış çiçeğidir. Her
yaraya derman olduğunu bir hekim olarak biliyor olmalısınız.'' Efendi Kuwala
ona bakıp kalmıştı. Şifalı Beyaz Gelincik çiçeğini biliyordu. Ormanda sıkça
karın altından fırlayan bu çiçeklerden arardı. O kar tabakasının altından hızla
çıkardı. Ve bir kaç gece sonra solup giderdi. Her yıl bir defa çiçekler
görülürdü.
''Biliyorum.''
''Adınızın
karşılığı bu çiçektir. Kuwala demek narin ve beyaz anlamına gelir. Bir çok kişi
Beyaz Gelincik çiçeğinin bu adını bilmez. Ama eski lahitlerde böyle geçiyor
adı. Tesna abisi Hammuaş tarafından yaralandığında Kuzey dağlarına büyük Darta'nın
yanına gelir. Ölmek üzereyken karların üstünde yatarken birden bu çiçekler
açmaya başlar. Ayın olduğu o günde çiçekler öyle hoş bir koku saçar ki, Tesna
bu kokuya kapılıp bir kaçını yer. Sabah ise bütün yaraları iyileşmiş halde
ayağa kalkar. Darta onu kurtarmak için dağlarında bu çiçeği açtırmıştır. Tesna
o gün yeniden dirilip Abisi kötülüklerin Tanrısı Hammuaş ile tekrar savaşır. Ve
bu sefer kazanıp barışı getirir. Ve geri dönüp bu çiçeklere beyaz ve narin
anlamına gelen Kuwala adın koyar. Bu çiçekler kadar narindir ki dokunduğunda
küsüp yapraklarını döker. Ama kokusu bile şifa verirmiş. Onu küstürmemek için
nazik olmak gerekirmiş. Küserse yaprakları zehirler. Hem zehri hem ilaç
olabilen bir çiçeğin adını koyan anneniz oldukça akıllı bir kadın olmalı.''
Övgüsünün sonunda boş gözler ona bakıp kalmıştı. Lider bir hata yaptığını
düşünüp ona sordu.
''İncitici
bir şey mi dedim?'' Efendi Kuwala gözlerini ona dikip kalmıştı. Gri gözleri cam
gibiydi. Bütün duyguları saklıyordu adeta.
''Annem
ben doğarken ölmüş. Adımı babama borçluyum efendi.'' dedi. Yaşı henüz on sekiz
bile değildi. On yedisinde genç bir Rahom soylusu... Ama ne olduğunu
bilmiyordu. Adının anlamını bile bir yabancıdan öğrenmişti. Bu içinde bir burukluk
yarattı. Salınarak masadan kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Lider onu
kırdığını düşünüp ayaklandı. aldığı eğitimden dolayı evinde kaldığı adama
saygısızlık yaptığını düşündü.
''Efendi
Kuwala nereye gideceksiniz? Dışarıda korkunç bir tipi var!'' Lider onu
durdurmak için konuşmaya başlamıştı. Kuwala ise kürkünü omuzlarına atıp yüzünü
sarmaya başlamıştı.
''Size
eşlik etmem izin verecek misiniz?'' Ev sahibi efendi Kuwala bir şey demeyince
Lider onun peşine takıldı. onunla dışarı fırlamıştı. Kızağını alıp yürürken onu
takip etmeye başladı.
Tipide onu
kaybetmekten çekinerek yanına doğru sokularak gidiyordu. bu havada çıkıp
dolaşmak fikrinin ne kadar saçma olduğunu anlatmak için konuşmaya karar
verdiğinde birden duraksadı. birikmiş kar burada son buluyordu adeta.
hissettiği sıcaklık ise ilerideki büyük kaynaktan geliyordu. mağara ağzında kar
vardı ama incecikti. Efendi Kuwala oraya girince onu takip ederek içeri
girdi.
İçerisi
aydınlıktı. Mağaranın tavanında kocaman bir delik vardı. Efendi Kuwala onun
şaşkınlığına gülümseyerek tepki verdi.
''Burada
büyük bir sıcak su kaynağı vardır. Suyunun şifası ise bambaşkadır.'' soyunmaya
başlamıştı. uzun saçlarını açmadan soyunup suya girdi. Lider ise etrafı kontrol
ediyordu. sıcak mağara bir çok vahşi hayvan için sığınak olabilirdi.
''Merak
etmeyin, buraya çok hayvan gelmez.'' Efendi Kuwala onun endişesini giderip suya
davet etti. Lider biraz çekingen kalmıştı. Uzun yolculuk ve soğuktan sonra
sıcak suyun iyi geleceğini düşünüp soyunup girdi. Efendi Kuwala onun karnındaki
yara izine bakıp kalmıştı.
''Büyük
hayvanla mı boğuştun?'' Liderin yara izini göstermişti.
''Görüp
görülecek en tehlikeli varlık yaptı bunu bana!'' Efendi Kuwala ona merakla
bakıyordu.
''Tanrıların
kanından yaratılanlar. Yani insanlar.'' Efendi Kuwala bunu duyunca bir kahkaha
atmıştı. Sesi mağarada yankılanmıştı.
''Neden
sizi yaralamak istediler?'' Kahkahasını bitirince merakı devam etti.
''Bir
savaştayız. Ve beni öldürmek için ellerinden geleni yapacaklar.'' Karşısında
ona boş gözlerle bakan Kuwala'ya dikti gözlerini.
''Savaşın
ne demek olduğunu biliyor musun?'' başını salladı karşısında suyun içinde
oturan Efendi Kuwala.
''Savaşlar
korkunçtur ve insanlar birbilerini katleder. Son üç senedir süren savaşı duydun
mu?'' Gen Efendi Kuwala başını iki yöne sallayınca Lider onu kıskanmıştı. Soyutlanmış
dünyasında orman için endişenen ne kadar masum bir adamdı o. Savaş ve katliam
ne demek bilmezdi.
''Benide
tanımıyorsun o zaman.'' Ona doğru yaklaştı. Aralarında bir metre kalınca
duraksadı. Ayakları yere değiyordu.
''Kara
Kurt Daki. Beni böyle bilirler. Üç senedir ön cephelerde savşaıyorum. Yakın
zamanda tipi başladığında bir grup düşman askeri bizi kovalamaya başladı. Siyah
Kurtlara binen adamlar. Onlardan kaçmak için girdiğimiz ormanda kaybolduk. Daha
önce savaş bu kadar Ormanın derinliklerine doğru ilerlememişt.'' Genç Efendi
Kuwala şaşkınlıkla ona bakıyordu.
''Neden
birbirinizi öldürüyorsunuz?'' sorusu oldukça basitti. Cevabıda öyle olmalıydı
diye düşündü Kara Kurt Daki.
''Yemek
için.''
''Ormanda
yeterince yiyecek var. Bunlar yetmez mi?'' Kara Kurt Daki bakışlarını onun
üzerinde gezdirdi. Ne masum bir adam
diye düşündü.
''Binlerce
insana yetecek kadar yiyeceğin var mı?'' sessizlik başlamıştı. Kara Kurt Daki
onu bir süre süzmeye devam etti. Bir mermer heykel gibiydi yüzü. Altın
Krallığında gördüğü heykellere benziyordu teni. Tek bir yara izi bile yoktu
bedeninde. Dokunulmamış ve kutsal duruyordu. Güzeldi ve göz alıcıydı. Bir
Rahomun bu kadar güzel olacağını hiç düşünmemişti. Gölgeler onların akıllarını
çelmeye başladıktan sonra herkes onlardan canavar gibi söz etmiş ve Bakren
Hanedanlığı onların yok oluşunun şerefine yıkım gecesini bayram ilan etmişti.
''O kadar
masumsun ki... Seni insanların kirli düşünceleri ile doldurmayacağım.'' Genç
Efendi Kuwala bunu duyunca utançla gülümseyip ona bakmaya devam etmişti. Kara
Kurt Daki o kadar çirkin insanlar görmüştü ki... Onların acımasız savaşında yer
alan bir general olmaktan utanmıştı. Acımasız ve soğuk insanların aksine burada
güzel ve merhametli bir beyaz gelincik ile karşılaşmış olmanın verdiği mutlulukla
gülümsemişti.
''Neye
gülüyorsun?'' Genç Efendi Kuwala çekingen değildi. Sorularını sormaya
utanmazdı.
''Sadece
düşüncelerime.'' diyerek geçirştirdi Kara Kurt Daki onu. Bir süre daha sıcak
suyun verdiği huzuru orada paylaştılar. Genç Efendi Kuwala onunla konuşmaktan
hoşlanmıştı. Sesi sert ama kırıcı değildi. Onda gördüğü şey hoşuna gitmişti.
Erişkin bir erkek olan bu adamdan etkilenmiş ama bunu anlamlandıramadığı için
sadece onu tanımaya çalışmıştı.
''Sizin
adınızın anlamı ne?'' Daki bu anı bekliyor gibi övünçle elini göğsüne koymuştu.
''Can alan
yer altının hakimi tanrının adı. Bu ismi bana sevgili annem vermiş. Hırçın ve
diğer kardeşlerime göre oldukça azimli olduğumu düşünüp bu adı bana vermiş.''
Genç Efendi Kuwala düşünmüştü. Daki adında bir tanrı duymamıştı. Onun bildiği
tanrılar Kuzey tanrılarıydı.
''Hangi
Diyardan geldiğimi merak ediyor musun?'' ona biraz daha yaklaşıp yanında durdu.
Suya elini sürüp gülümsedi.
''Güneyden
geliyorum ben. Büyük UngurPan krallığının soylu hanedanlığının üçüncü oğluyum.
Kralımızın emrinde güçlü bir general olacağım. Tıpkı babam gibi.'' Genç Efendi
Kuwala ona göz ucu ile bakıp elini sürdüğü suya çevirdi bakışlarını tekrar.
''Bende
babam gibi iyi bir hekim olmak istiyorum. Herkes benim için yaşamayı hak
ediyor.'' Daki bunu duyunca beynindne vurulmuş gibi donup kalmıştı. Geçmişindne
ve soyundan habersiz bu adama hayranlık duymamak elinde değildi. Yüce bir
hanedanlığın son üyesiydi ama bir hekim olmaktan söz ediyordu. Güldü. Donuk
bakışları yumuşadı ve gülümsedi. Elini uzatıp yanında duran adamın çıplak
omuzuna koydu.
''Olacağına
inanıyorum. Hekimlerin kalpleri temiz olurmuş. Seninde öyle.'' dedi. Daha
sonrasında biraz yüzüp çıktılar. Geri dönmeden önce mağaranın karanlık
köşelerinden Genç Efendi Kuwala bir kaç ot yolmuştu. Oraya babası gibi tohumlar
ekip şifalı otlar yetiştiriyordu. Kış mevsiminin işgal etmeyi unuttuğu bu ufak
vahada şifacılık yeteneklerini geliştirmek için uğraşıyordu.
''Arkadaşınız
Cohin'i bu suya getirmeliyiz. Tipi bitince gelirse ayağa kalkacak kadar
iyileşir. Bu su onun yaralarını hızla iyileştireceğine eminim.'' demişti. Kara
Kurt Daki onu onayladı.
O günden iki gün sonra tipi
durmıştu. Iki gün boyunca Kara Kurt Daki sürekli Genç Efendinin etrafındaydı.
Onun yaydığı enerji hoşuna gitmşti. Onunla konuşmak, oturmak, yemek yemek ve
hatta odun kırmak bile zevk veriyordu. Onun sohbetini farklı buluyordu. Sürekli
bilmediği kelimelerin olmasından dolayı Daki'ye sorular soruyordu. Daki ise ona
zevk içinde faklı kelimeler öğretiyordu.
İki gün sonra tipi durunca hepsi beraber tekrar şifalı suya gitmişti. Bu
sefer orada huzur değil eğlence hakimdi. Suda debelenen ve şakalaşan kocaman
adamların kahkahaları duyuluyordu etraftan. Bu kahkahalara eşlik eden
Londaga'nın oğlu Genç Efendi Kuwala'da vardı. Suda şakalaşan adamlar ve saçma
davranışları onun alışık olmadığı hareketlerdi.
Eğlenceleri
devam ederken Kızıl Çam ormanında dinen tipiden fırsat bulan Kara Kurt
Binicileride iz peşine düşmüştü. Onlarda bir o kadar enerjik ve avlarının
peşindeydi. Koca kara kurtlara binip onları sürererk elelirndne kaçırdıkları
UngurPan Askerleri ve generallerini aramaya koyulmuştu. Genç Efendinin
misafirleri ise savaşı unutmuş ve onun büyülü dünyasının aurasında kendilerini
kaybetmişlerdi.
''Genç
Efendi Kuwala bir şey sorabilir miyim?'' Cohin söz istemiş gibi ayağa
kalkmıştı. Su ağırlığını azaltıyordu. Bu yüzden bileğine basabiliyordu. Kolu
ise hala iki tahta arasındaydı.
''İyi bir
hekimsiniz. Bu yüzdne bizimle gelmelisiniz. Tedavi edilmeye ihtiyacı olan çok
kişi var önümüzde. Onların yaralarını sarıp yardım edebilirisiniz.'' demişti.
Daki ise birdne hırçınlaşmıştı. Onun buradaki doğallığı bozulacak diye
korkmuştu. O bir beyaz gelincikti ve kırılgandı. Naif yapısı bozulursa bir
anlamı kalmazdı.
''Böyel bir
teklifte bulunmamalısın.'' Sesinin sertliği her zmanakinden farklıydı. Genç
Efendi Kuwala bile ürpermişti. Bir kurt hırıltısı gibiydi.
''Sorun
değil zaten gelemeyeceğimi söyleyecektim.'' Ortalığı yatıştırma çabası içind
ekonuşmuştu genç efendi. Kara Kurt Daki ise ne yaptığını anlayamamıştı. Nedne
öyel yüksek sesle bağırdığını anlamlandıramadığı için sessizliğe gömülmüştü.
Eve dönüş saatine kadar doğru düzgün konuşmamıştı bile. Geri dönerken kızaktaki
arkadaşlarını taşıyan adamlar arkada kalmıştı. Genç Efendi Kuwala ve Kara Kurt
Daki ise önden gidiyordu. Yan yana yürürken konuşmuyorlardı. Genç Efendi Kuwala
sessizliğe aşinaydı. Ancak Kara Kurt Daki dayanamadı.
''Amacım
seni azarlamak değildi.'' Genç Efendi Kuwala onun insanları bilerek kırmadığını
anlamıştı.
''Endişe
ettiğinizi biliyorum. Biraz fazla cahilim sizin dünyanız için. Bu cehalet beni
ölüme sürükleyebilir. Daha adındans öz ettiğiniz krallıkları ve haneleri bile
bilmiyorum.'' Daki ona göz ucu ile baktı.
''Adın
gibisin. Kırılgan ve küskün bir çiçek. Seni topraklarından uzaklşatırırsam
öleceğini düşündüğümü anlamana sevindim.'' Genç Efendi Kuwala gülümsemişti ama
yetersizliği canını sıkmıştı. Bu dostunu sevmişti. Onun anlattığı gibi bir
dünya olup olmadığını görmek istiyordu. Korkularını geride bırakabileceğini
düşünüyordu. Fakat Kara Kurt Daki onun sorumluluğunu almaktan kaçınıyordu. Bunu
anlıyordu. Kimsey eyük olmak istemediği için tebessümleri ile cevap veriyordu.
Bir kaç gün sonra toparlanmıştı
askerler ve Kara Kurt Daki. Artık gitmeye hazırdılar. Güneş bulutlar arasından
çıkmıştı. Ve ikinci tipi gelmeden oradan ayrılmaları gerekiyordu. Genç Efendi
Kuwala çok erken kalkmıştı. Onlar için yemek ve yanlarında götürmeleri için
yiyecekler hazırlamıştı. Şifalı ilaçlar hazılrayıp hepsini tek tek etiketlemişti.
Son yemekleri olduğunu düşündükleri için masa sessizdi. Cohin bir cesaret
konuştu.
''Efendi
Kuwala, bizi ağırlayıp kabul ettiğinzi için çok teşekkürler. Yakında yolumuz
buralara düşerse tekrar bu yumuşak sedirinizde oturup sizinle sohbet etmek
isterim.'' dedi ve şükranlarını sundu. Yolculuğa çıkmalarına az kala hepsi
vedalaşmıştı. Kara Kurt Daki ise onunla vedalaşmak için yalnız kalmayı tercih
etmişti. Aralarında hızlı gelişen dostluğu bir daha kimse ile elde emeyeceğini
düşünüyordu. Bu vedayı unutulmaz kılmak istiyordu.
''Herşey
için teşekkür ederim.'' demişti. Verandada dikiliyorlardı. Diğerleri ise arkada
daha ufak olan kızağa malzemelerini yüklüyordu.
''Kendine
iyi bak Kara Kurt Daki. Savaşı kazanırsan mutlaka bu taraftan geç. Bana savaşı
nasıl kaznadığını anlatırsın.'' demişti. Onun için ufak bir paket hazırlamıştı
Genç Efendi Kuwala.
''Bu
paketin içinde kurutulmuş beyaz glenincik çicekleri var. Yaralandığında çiğne
ve yarana koy. Ağrını alacaktır.'' dedi. Uzattığı ufak mavi beze sarılı paketi
almıştı Kara Kurt Daki. Sıra ondaydı. bir veda hediyesi vardı aklında. Sadece
vermekte tereddüt ediyordu.
''Sana son
bir şey öğreteceğim.'' demişti. Genç Efendi Kuwala bilgiye düşkündü. O kadar
çok şey öğretmişti ki Kara Kurt Daki ona. Daha ne öğretebilir diye
heyecanlanmıştı.
''Sanırım
bu dünyada görebileceğim en temiz kalpli adam sensin. Bu yüzden beni yanlış
anlamayacağını biliyorum.'' demişti. Eğilmiş ve onu dudaklarındans akince öpüp
başını okşayıp ön verandaya doğru yürümüştü. Bunu yaparken hissettiği panik
yerini bir dinginliğe bırakmıştı. Bir adamı öpmek.. Onun için imkansız bir
durumdu. Altın Krallığında erkeklerle yatan erkekleri gördüğünd etiksindiğini
anımsadı. Ama şimdi bir adamı öpmüştü. Kendi kendine gülerek askerlerinin
yanına geldi.
Genç efendi Kuwala ise kalbinin
çarpıntısı ile tutunacak yer aramıştı. Daha önce hissetmediği bu duygu
bacaklarını birbirine doluyordu. Ne yapacağını bilemedi. Yanakları ve dudakları
yanıyordu. Bu yaptığının ne olduğunu anlayamamıştı ama hoşuan gitmişti. Bu
duygu o kadar canlandırıcıydı ki... Tekrar istiyordu. Bu hissi yaşamak için
tekrar istiyordu. Kendini toparlayıp ön verandaya yürüdü. Am açoktan kızağın
uzaklaştığını ve onların yürümeye başlayıp patikaya girdiğini gördü. Eli havada
kaldı. Seslenmeyi düşündü ama öylece kalmıştı.
''Baba
erkektir, anne ise kadındır. Peki Efendi Daki ne?'' deyip duruyordu oturduğu
yerde. Onun bir kadın olmadığını biliyordu. Kendiside değildi. Garip düşünceler
içinde verandada hava kararana kadar oturup kalmıştı. Sonrasında içeri girip
ocağı ve lambayı yakmadan sedire uzandı. Öylece uyuyup kalmıştı. Kapısının zorlandığını duyduğunda korku ile
uyksuundan uyanmıştı. Ay ışığı içeri süzülüyor ve kapıdan tıkırtılar geliyordu.
Dışarıda ise meşale ışıkları vardı. Ne yapacağını bilemeyerek olduğu yerd
ekaldı. Babasının paslı hançeri geldi aklına onu almak için ayağa kalktı. Hemen
kapının ardına saklandı. Kapının açıldığını duydu ve gıcırdayan tahta geçilip
ikinci kapı iteklendiğinde ise hançeri savurmuştu. Bileğini yakalayan elin
iriliği ve kalınlığı onu korkutmuştu. Bileğini o kadar şiddetli sıkıyordu ki
iri adam kıracaktı.
''Reis
buarad birisi var!'' sesinin gürlüğü ve çirkinliği yzüüne yakışıyordu. Uzun
sakalı saçlarına karışmış ve kalpağı gzölerine kadar inmişi adamın. Genç Efendi
Kuwala'yı kolundan tutup sürüyerek dışarı çıkarmıştı. Sayıları ondan az olan
kara kurtlar ve kaba adamlar bahçesinde yer işgal ediyordu. Etrafı
kurcalıyrolardı. Onu görünce hepsi duraksamıştı.
''Bir
Rahomlu!'' diye yükselmişti sesler. Tıpkı Kara Kurtlar gibi ulurcasına
konuşuyorlardı. Ve kurtları onların ulumasına eşlik ederken sesleri mola vermiş
Kara Kurt Daki ve askerlerine ulaşmıştı.
''Peşimizdeler
mi?'' Cohins ekerek ayağa kalkmıştı. Kara Kurt Daki ise geçtikleri patikaya
dikti gözlerini. O anda aklına tek başına kalmış olan Kuwala gelmiş ve gözleri
irileşmişti. Aklından geçenler kılıcının kabzasını daha sıkı kavramasına sebep
olmuştu.
Bölüm İki Zincirlerinden Kurtulmuş İki Ruh
Kara
Kurt Daki o kadar hızlı gidiyordu ki ona yetişemiyordu adamları. Koşarken
soluğu kesilmiyor ve oraya varmak için acele ediyordu. Ne var ki zaman onun her
saniye alehine işliyordu. Raya vardığında göreceklerinden korkuyordu. Orada
yalnızlığa terk ettiği Beyaz Gelinciği düşünüyor ve kalbi acı ile kıvranıyordu.
Vicdanın ağırlığı ve kalbinin acısı bacaklarını gevşetiyordu. Kısa olması için
ormana dalıp koşmaya devam etmişti. Raya vardığında şafak yavaş yavaş söküyor
ve karşısında yanan bir kulübeden başka bir şey yoktu. Bacakları daha fazla
dayanamamış ve olduğu yere çöküp kalmıştı. Kılıcından destek alarak ayakta
kalabilmişti. Onu öptüğü veranda ateşler içinde yanarak çatırtılar çıkarıyordu.
Günün ışıkları ile etraf aydınlanırken adamları ona yetişmiş ve oldukları yerde
kilitlenip kalmışlardı. Beklenmedik bu manzara yüzünden şaşkındılar. Ulumaların
yakınlığına rağmen kulübe onlara çok uzaktı. Yetişememişler idi. Cohin etrafa
bakmaya başlamış ve kan izi arıyordu. Boğuşma izleri... Ama bulduğu şey insan
ayak izleri ve kurtların pençe izleriydi. İnsanların burada olmaması
gerektiğini biliyordu. Burası bulunamayacak kadar zor değildi ama patika
sayesinde buraya uğramadan geçip gitmeleri gerekirdi.
''Bizi
arıyorlardı! Ona ne yapmış olabilirler.'' etrafta bir iz bulmak için dolanmaya
başlamışlardı. Liderleri Kara Kurt Daki ise ormanın derinliklerine gözlerini
dikmişti. Düşünüyordu. Orada bir yerde onun olduğu hissi ile ayaklandı ve hızla
ormana doğru daldı. İç güdüleri onu asla yanıltmazdı. Patikanın ilerisinde
izlerin yoğunlaştığını görmüştü. Onları takip edecekti. Adamlarının buna rızası
vardı. Onları kurtarmış birisi için kan dökmek şeref olurdu.
''Efendi
Kuwala'yı bulacağız ve sürüyü dağıtacağız.'' Komutanlarından sonra rütbesi en
yüksek olan Cohin idi. Orada arkadaşlarına emir vermiş ve şafağın ilk ışıkları
ile tekrar iri Kızıl Çam ağaçları arasına daldılar.
İki gün
bir gece geçirmişlerdi arayışlarında ama bulamıyorlardı. En sonunda kaplıcanın
bulunduğu mağaranın yolunu tutmuşlardı. Bir şeyler atıştırıp bir plan yapmayı
umuyorlardı. Hava kararmaya başladığında karların eridiği yere yaklaşmışlardı.
Birden durdular. Konuşmaların yankısı ve ışıklar onları tedirgin etmişti. Kara
Kurt Daki onlara geride kalmalarını söylemişti. Yavaş yavaş mağaradan içeri
doğru süzüldü ve geniş kaplıcanın olduğu yere gelince durdu. Oradaydı. Aradıkları
adamlar ve narin beyaz gelincik orada duruyordu. Kaplıcanın üstüne doğan aydan
uzakta köşede başı önüne düşmüş dizlerini göğsüne çekmiş halde oturuyordu.
Birden başını ona doğru çevirmişti. Hissetmiş gibi karanlıkta ona bakan gözlere
odaklandı. Kara Kurt Daki ise parmaklarını soğuktan kurumuş dudaklarına
dayamıştı. Ona sessiz olmasını işaret ediyordu. Genç Efendi Kuwala iki gündür
oradaydı ve karşısında peşinden koşamadığı Kara Kurt Daki'yi görünce gülümsemiş
ve gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Beyaz saçlarında kan lekeleri vardı ve
o kusursuz bedeninde oluşmuş yaralar. Daki geldiği gibi sessizce geri çıktı.
İçeride kurtlar yoktu. Bu onlar için bir fırsattı. Gördüklerini anlatıp içeri
direkt gireceklerini söylemişlerdi. Kurtar gece avındaydı. Onlara karşı
kazanacakları tek an bu andı. Kurtlar geri dönerse canlı canlı yem olurlardı.
Sessizce gölgelerden girip Kuwala'yı oradan almayı planladı. İçeri doğru
süzüldüler. Ellerinde kılıçları vardı ve yorgun bacakları kasılmıştı.
''Sessiz
olmalısın!'' yanına doğru sokulmuştu Kara Kurt Daki. Karanlıkta fark edilmeden
kuytularda yürüyüp onun yanına çökmüştü. Etrafı kolaçan etti. Kaplıcanın
keyfini çıkarıyorlardı. Bakren hanedanlığının güçlü birliği olan Kara Kurtlar
oldukça vahşiydi ve bir adamları Ung askerlerinden onuna bedeldi. Korkusuz ve
kurtları ile dehşet saçıyorlardı. İri cüsseleri ve kılıçlarının büyüklüğüne
ulumaları eklenince Ung askerlerinin bacakları titremiş ve savunma hattı iki
aydır geçilemiyordu. Onlardan öldürdükleri bir kişi için geri dönüp yüz kişiyi
katlediyorlardı. Karanlık sanatlarda ustalaşmış olan bu adamlar büyüleri ile
kurtları birer binek hayvan ve savaşçı olarak kullanmayı beceriyorlardı. Oysa
eskiden beyaz kurtlar vardı. Beyaz kurtlar Rahom soyuna itaat eden güçlü ve iri
hayvanlardı. İktidarlarını sağlayan şey gümüşten önce bu beyaz alfalardı. Şimdi
Bakren hanedanlığı ve kara kurtlar kol geziyordu Kuzeyde. Daki'nın unvanı olan
Kara Kurt buradan geliyordu. Onlardan binlercesini acımadan biçip geçmiş ve bir
kara kurt alfası olduğu söylentisi ortaya çıkınca Güneyli savaşçı lakabı ile
övünç duymaya başlamıştı. Kuzeyin efsunları kadar hiç bir zaman başka bölgeler
efsunlu olmamıştı. Tanrıların doğduğu bu topraklar parçalanıp yavaş yavaş
sindirilmeye başlanmıştı bu savaşta. Ung soyunda payına düşeni istiyor ve bunun
için savaşıyordu. Büyüler ve sihirler öğrenip iktidar savaşında güçlü olmak
istiyordu. Genç yaşında general olmayı başaran Kara Kurt Daki nadiren büyü
gören ve deneyimleyen Ung soyundandı.
Elindeki
ufak bıçakla bağlanmış olan düğümü kesmek istedi ama çelik gibiydi halat. Genç
Efendi Kuwala ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Kurtuluşuna bu kadar yakınken
neden iplerin kesilmediğine anlam veremiyordu. İpler yere çakılmış kazığa
bağlıydı. Bu ipi anımsıyordu Daki. Cephede çarpışırken görmüştü bunlardan.
Normal bir ipe benzeyen ama çelik kadar güçlü ipler. Kurtların yularları bu
iplerdendi. Oldukça kıymetli olan ipi Rahomlu beyaz gelincik için
kullanıyorlardı.
''Kazığı
çıkaracağım. Sessizce bekle.'' demiş ve çöktüğü yerden kazığı çıkarmaya
başlamıştı. Etrafını hançerin ucu ile oyuyor ve bir yandan etrafa bakıyordu.
Onu dikkatle izleyen genç Efendi ise duymayan kulağına konuşan adamın ne
yapmaya çalıştığını anlamaya çabalıyordu. Birden tiz bir ıslık sesi duyuldu ve
Genç efendi Kuwala bir çığlık atıp başını bacakları arasına kıvırmıştı. Tiz
ıslık devam ederken kaplıcadaki adamlar onu fark etmişlerdi. Hızla sudan çıkıp
kılıçlarına abanırken Kara Kurt Daki'nin adamları saldırma fırsatı bulamadan
Kurtlar adeta üstlerinden atlar gibi geçip gitmişti. Islık sesi ise köşede
oturan en kıdemlilerinin elindeki ufak düdükten çıkmıştı. Kurtları çağırmak
için çaldığı düdükle beraber içeri doluşmuştu sekiz kadar kurt. Daki ise olduğu
yerde kalmıştı. Kılıcını almıştı eline ve ayağa kalkmıştı. Ama mücadele
edemezdi. Ölümü saniyeler sürerdi.
''Şans
bizden yana kardeşlerim.'' düdük çalan adam kurtların kuşattığı tarafa doğru
adım adım geliyordu. ''Reisimize hem bir Rahomlu sunacağız, hemde Kara Kurt
Daki denilen Güneyliyi. En iyi av bu olsa gerek!'' kahkahasının yankısı
duyuluyor ve Daki burada duyduğu ilk kahkahayı karalayan sesten tiksinmişti.
''Yapma!''
ince bir ses kulağını doldurmuştu. Sıktığı kılıçlı elini gevşeten sese itaat
etmişti.
''Bir şeyi
değiştirmeyecek!'' dedi. Genç efendi Kuwala başını yana doğru devirmişti
konuşması bitince. Düdük sesinden rahatsız olmasının yanı sıra bu ses
kulağından ince bir kan sızıntısına sebep olmuştu. Çok az duyan kulağı iyice
duyamaz hale geliyor ve kanıyordu. Kara Kurt Daki elindeki kılıcı yere bıraktı.
Olduğu yere çöküp kaldı. Tek güvencesi ise hala yakalanmamış adamlarıydı. Orada
sessizce tutsak olacağını düşünüyordu. Yanılmış ve direndikçe daha fazla darp
edilmişti. Sonunda ağzı yüzü kan içinde köşeye atılmıştı. Elleri sıkıca
bağlanmıştı. Genç Efendi Kuwala onun için endişeliydi ama çok hareket
edemiyordu.
Birden
aklına burada yaşadıkları anlar geldi. Tatlı sohbetler ve mırıltılı konuşmalar.
Daki'nin suyun içinde kımıldanışı ve arada kahkahalar atıp onun cehaletini
sorgulayışı aklına geliyordu. Birden dudakları yanmaya başladı. Aklına veda
hediyesi gelmişti. Gözleri kocaman açıldı. Omzuna doğru devrilmiş elleri
arkadan sıkıca bağlanmış adama çevirdi başını.
''Efendi
Daki!'' diye mırıldanmıştı. Cevap alamadı. Kesik nefes sesleri vardı.
''Size
verdiğim beyaz gelincik yanınızda ise ondan çiğneyin.'' demişti. Kımıldandı.
Başını zor kaldırdı. Fena şekilde dövülmüştü.
''Göğsümdeki
cepte!'' ona doğru eğilmişti. Genç Efendi Kuwala utanmıştı onun göğsüne elini
sokarken. Nedensizce hisleri onda utanca sebep oluyordu. Çıkardığı keseden
biraz oy aldı ve ona bakan adamın dudaklarına doğru uzattı.
''Çiğnemelisiniz.
Ağrılarınıza iyi gelecek. Daha sonra yaranıza koyarız.'' dedi. Daki ona itaat
etmeye devam ediyordu. Karşı gelemediği yumuşak ses tonu onu yönetiyordu.
Efendilerini
kurtarmak için bir köşeye sinmiş dört adam ise ne yapacağını konuşuyordu.
Cohin'i olaya dahil etmek istemediler. Yaraları iyileşmemişti. Girip çıkmak
imkansızdı artık. Kocaman kurtlar orada devriye gezerken ölmek istemiyorlardı.
Cohin sığındıkları mağaranın dışındaki kaya dibinde kaşları çatık onu dahil
etmeyen astlarına sinirle bakıyordu.
''Uyumalarını
bekleyip ikisini alıp çıkarız.'' Cohin onların saçma planını dinledikten sonra
derin bir nefes aldı.
''Kurtlar
orada olduğu sürece şansımız yok. Onları dışarı çekmeliyiz.'' bu sefer konuşmasını
dikkate almışlardı. İlerideki derin karanlık ormanı gösterdi.
''Oraya
onları çekip peşime takacağım. Bu sırada sizde...'' Astları ona bakıp kalmıştı.
Topallıyor ve bir elini kullanamıyordu. Ne kadar dayanabilirdi ki?
''Olmaz.''
Çıkışmıştı ona hepsi yüksek sesle. Ama Cohin'in muazzam bir fikri vardı.
Yaktıkları ufacık ateşi gösterdi.
''O zaman
mağaranın önünü ateşe verip onları kaçıracağız.'' Bu sefer ona gülmüşlerdi.
Planlarını beğenmedikleri gibi kendi fikirleri de çatışıyordu ve ay tepeye
yükselirken hala oldukları yerde sayıyorlardı. Ancak içeride olaylar
ciddileşiyordu. Kuwala'nın onu tedavi ettiğini yakalamışlardı. Liderleri bunu
duyunca ona ders vermekten söz etmişti.
''Biraz
eğlenmeliyiz. Seni reisimize götürmeden önce adamlarımın avın keyfini çıkarması
gerekirdi. Eğer bir kadın olsaydın bu bambaşka olacaktı. Ama bu sefer daha
farklı yollarla eğleneceğiz.'' demişti. Kuwala hırçınlaşan Daki'yi sakin tutmak
için nazikçe ayağa kalkmıştı.
''Öfkeniz
beni korkutmuyor efendiler.'' demişti. Nazik ve sükut dolu bu ses onları deli
ediyordu. Aralarında bağrışarak anlaşan bu adamlar bu sesten tiksinti
duyduklarını belli eder şekilde yüzlerindeki her kası germişlerdi. Efendi
Kuwala ise oldukça sakindi. Eliyle saçını kulağının arkasına ittirdi.
''Babam
hapsedilmiş kalplerin hep öfke ve kin dolu olduğunu söylerdi. Eğer bana zarar
vermek sizin ruhunuzu rahatlatacaksa sorun değil. Ama bunun bir bedeli olur.
Tanrılar asla bedelsiz bir şekilde kimsenin zarar görmesine izin vermez.''
demişti. Adamlar gür kahkahalar ile onu boğuyordu adeta.
''Senin
tanrıların bu toprakları terk etti Rahom! Hammuaş'ın ruhunu hissetmiyor musun
topraklarında. Birde en büyük ruhun sizlere ait olduğu söylenir.'' Kuwala onun
ne hakkında konuştuğunu anlamıyordu. Sadece ayaklarının altındaki topraktan bir
şeyler duyuyordu. Toynak sesleri ve homurdanmaların git gide arttığını
duyuyordu ve bu sesin verdiği güveni biliyordu.
İki sene
önce bu kaplıcada bir yaralı geyik bulmuştu. Karnı deşilmiş duran kızıl
boynuzlu geyik hamileydi ve kaplıcanın şifasını bildiği için buraya gelmiş
olmalı diye düşünmüştü. Onun yaraları ile ilgilenmeye başlamıştı. bir Kara Kurt
tarafından yaralanmış dişi geyikle ilgilenip yavrusunu doğurmasına tanık olup
haftalarca burada onunla kalmıştı. Daha sonra ise boynuzlarının iriliği ile
kaplıcaya gelen bir erkek geyik görmüştü. Doğmuş yavruyu ve iyileşen dişiyi
alıp gitmeden önce Kuwala'nın karşısına dikilmişti. Ona uzun uzun bakan bu iri
hayvan toynağını iki defa yere vurmuştu. Ve bu vuruşun tınısını yine
hissediyordu. İki metre olan gövdesinin ağırlığı ve toynaklarının yeri
titrettiğini hissediyordu. Beklediği yardım geliyordu.
''Hammuaş'ın
ruhu gibi ruhlarınız affedilip kutsanır.'' bunu söylerken sinirlendirmişti
onları.
''Neye
güveniyorsun bilmiyorum ama o güzel sesini kesecek yolu biliyorum ben!'' deyip
liderleri sert bir şekilde onu yakasından tutup çekiştirmişti. Nefesini yüzüne
solurken o ifadesiz ve gri gözlere bakmaktan rahatsız olmuştu.
''İğrenç
Rahom!'' sesinin ardından kulağında patlayan tokat ile yere doğru devrilmişti.
Kulağındaki çınlama o kadar şiddetliydi ki başı dönüyor ve gözleri kararıyordu.
Duyduğu toynak sesleri azalıyor ve çaresizliği içinde bir çığlık
biriktiriyordu. Babası öldüğünde attığı çığlık aklına geliyor ve boğazına
düğümlenen şey her ne ise onu boğuyordu. Gözleri adımları takip ederken
hayatında ilk defa bu kadar korktuğunu anımsıyordu. Midesine inen tekme ile
boğazına düğümlene çığlık dışarı çıkmış ama o kadar kısık bir inleme idi ki...
''Zavallı ben!'' diye düşündü. Kendini savunamayacak olması ve beklediği
yardımın gelmeyeceğini biliyordu. Burada ölme arzusu içini doldurmuştu.
Hayatını tehlikeye atan Kara Kurt Daki'nin nasıl yüzüne bakacağını düşünüyordu.
Saniyeler o anda dakikalar gibi uzuyor ve etrafta her şey yavaşlıyordu.
''Seni
kurtarmamı ister misin?'' duyduğu tok sesin sahibini göremiyordu. Kaplıcanın
oradan geliyordu. Bulanık görüntülere rağmen ses netti.
''Seni
kurtarmamı ister misin?'' tekrar etti. ''Peki onu kurtarmamı ister misin?''
Kuwala onun kimden söz ettiğini biliyordu. Cevap veremiyor ve ağlıyordu. Konuşmak
istese de dudakları mühürlenmiş gibiydi.
''Seni
anlıyorum. Acı çekme!'' ses silikleşirken çığlık ve kargaşa sesi ile hırıltılar
duymaya başlamıştı. Gördüğü şeyin ne olduğu anlamlandıramıyordu. Etrafta bir
kızıllık vardı. Ateşli hastalığa düştüğünde gördüğü kızıllığa benziyordu.
Doğrulmaya çalışırken birisi onu tepeleyip gitti ve yere tekrar devrildi. Onu
çekiştiren kişinin kim olduğunu bile anlamıyordu. Bu kargaşa midesini
bulandırıyor ve kesilmeyen çınlama başını döndürüyordu. Duvarın soğukluğunu
hissedince kusmaya başlamıştı.
Daki onu
çekerken zorlanmış ve önünde durmuştu. Gelecek darbelerden daha fazla
incinmesini istemiyordu. Onun kusmasını bile göremeyecek şekilde şaşkınlıkla
olanları izliyordu. İki kızıl boynuzlu geyik içeri dalmıştı. Boynuzlarına takıp
takıp attıkları kurtlar kaçışmaya çalışırken toynakları altında kaburgalarının
çatırdama sesleri duyuluyordu. Kaplıcanın ardında ise yarı sis perdesi ardında
beyaz bir kurt gölgesi dolaşıyordu. Kurtların yanı sıra kılıçlarını çekmiş
adamları boynuzlayıp delik deşik ederken çığlık seslerini batıran ulumadan
sonra etraf sessizleşmişti. Daki dizlerine devrilmiş Kuwala'ya doğru yaklaşan
geyiklere bakıp kalmıştı. Onlardan hiç bu kadar iri olanlarını görmemişti. Daha
genç duran yaklaşıp burnu ile Daki'nin saçlarını koklamıştı. Sonra ise eğilip
baygınlık geçiren Kuwala'nın saçlarını kokladı. Selam verir gibi iyice öne
eğildi. Geldikleri gibi fırlayıp çıktılar. Arkalarında ise kara kurtların ve
onların binicilerinin leşlerini bırakmışlardı. Daki onlara bakıp kalmıştı ve
dağılan siste silikleşen kurdun sarı gözlerinin onu izlediğini görüyordu.
İncecik ve silik bir ulumadan sonra siste kaybolmuştu. Bağrışmalar dindiğinde
Daki birden dizlerinde yığılı kalmış adamı hatırladı. Ellerini kullanamadan ona
doğru eğildi.
''Tanrılar
seni korumak için yüce hayvanlarını gönderdiler. Eğer ölürsen onları
kızdırırsın.'' demişti. Yanına gelen adamları içeri doğru giren sert rüzgarı
gördüklerini ve çığlıkları duyduklarını söylemişlerdi. Yüce Orman Ruhlarının
burada olduğundan bir haber etraftaki leşlere bakıp komutanları ve Genç Efendi
Kuwala'yı çözdüler. Kaplıca kan dolmuştu. Cesetlerden akan kan bütün mağarayı
doldurmuştu. Keskin sülfür kokusu ise dayanılmaz haldeydi.
''Çıkalım efendim.''
dediler. Birisi Kuwala'yı sırtladı. Efendilerine destek olup dışarı çıktılar.
Daki mağara girişindeki toynak izlerinin nasıl birden kaybolduğunu düşündü ve
Kızıl Orman Ruhlarına olan inancı artmıştı.
Mağaranın
etrafından hemen uzaklaşıp başka bir kaya altı sığınak buldular. Gün doğarken
yola çıkacaklardı. Daki gördüklerinin etkisi ile baygın Kuwala'dan bir saniye
olsun gözünü ayırmıyordu. Onun kendinden habersiz haline rağmen tanrılar
tarafından korunduğunu bilmek içini rahatlatmıştı. Gece boyunca kayanın altında
ateşin etrafında dinlenmişlerdi ve gün doğduğunda baygın Kuwala'yı sırtlayıp
geri patikaya dönmek için hareketlendiler. Daki aldığı darbeleri atlatmaya
başlamıştı. Beyaz Gelincik çiçeği etkili bir ağrı kesiciydi.
''Kampa
varmamız uzun sürebilir. Bu sürece sığınacak bir yer bulup Genç Efendi
Kuwala'nın yaraları ile ilgilenmeliyiz.'' demişti. Yavaş gidiyorlardı. Öğlen
durup dinlenmeye karar verdiler. Kuwala'nın yakılmış ve külden geriye bir şey
kalmamış evinin orada oturmuşlardı. Eski baraka hala ayaktaydı ama içi
bomboştu. Bir kaç kurutulmuş sebze dışında bir şey bırakmamışlardı orada. Mola
veriler ve bu sebzeleri yemeye koyuldular. Daki omzuna yatırdığı Kuwala
rahatsız olmasın diye hareket etmiyordu. Nazikçe onu sırtından sarmıştı. Herkes
mağarada ne olduğunu merak ediyor ama genç arkadaşı için endişeli efendilerine
soramıyorlardı. Yaktıkları ateşte erittikleri kar suyunu paylaşırken bir
mırıltı duydular. Daki omzunda mırıldanan Kuwala'ya çevirmişti başını. Kendine
gelmeye başlıyordu.
''Kuwala?''
''Hım...''
mırıldanarak ona cevap vermişti. Dayandığı omuzdan güç alarak gözlerini açtı.
Ona bakan koyu yeşil gözleri görünce utançla gülümsedi. Dudakları yukarı
kıvrılmıştı ama gözleri yaş döküyordu. Olayın henüz yeni şokunu
atlatabiliyordu. bir süre sessizce göz yaşı döktü. Ardından dayandığı omza
yüzünü gömüp korku içinde ağlamaya başladı. Gördüğü küller içindeki kulübeyi
görmesi ile hıçkırıklarını Kara Kurt Daki'nin omzunda gömmeye çalışmıştı. Daki
onu nazikçe kucaklamıştı. Ağlamasına izin vermişti. Yorgun düştüğünde Daki daha
fazla ağlamasını istemedi.
''Hala
hayattayız.'' demişti. Ama onu daha da mutlu etmek istercesine kelimeleri ardı
ardına sıralamaya başlamıştı.
''Ve artık
benimle gelmen için bir sebebin var. Seni burada bırakmayacak kadar beni
endişelendiriyorsun.'' doğrulmuş adamın yüzünü göğsünden çıkardığı mendille
siliyordu. Akan göz yaşlarını kurularken ona gülümsüyordu.
''Seni
yanımda götüreceğim ve bu sayede güvende olduğunu bilip asla solmadığından emin
olabileceğim.'' Kuwala bunları duyduğunda titreyen dudakları gevşemişti.
Gözlerini her kırpışında göz yaşları birer inci tanesi gibi düşer olmuştu.
Daki, ona uzun uzun bakmak için fırsat bulmuştu. Narin elmacıkları vardı. Kirpikleri
saçlarından biraz daha koyu renkteydi. Gri gözleri parlıyordu. Nemli
kirpiklerini her kırpışında ışıltı saçıyordu. Beyaz ince kaşları düzgündü.
Taşkınlık yapmıyordu. Köse bir yüzü vardı. Yumuşacık yüzü soğuktu. Dudakları
ise ince ve narindi.
''Senden
daha güzel bir canlı görmedim ben!'' Daki ona iltifat etmekten çekinmiyordu.
Onu büyülemeyi başaran ilk kişiye sevgi ve hayranlık içinde bakıyordu. Küçük
bir çocuk gibi korktuğunda ağlamak bile ona yakışıyordu. Kuwala onun
iltifatlarından utandığın da solgun yüzünde hafif bir pembelik oluyordu.
Kadınların kızıl tozdan yaptığı allıklar gibi duruyordu yanaklarında. Kuwala
karşısında ona hayranlıkla bakan adama sarılmamak için kendini zor tutmuştu.
Nedensizce onda hissettiği sıcaklığı daha önce kimsede görmemişti. Hep soğuk
olan orman bu gün ona sıcacık ve bir bahar havasında gelmeye başlamıştı.
bir süre
sonra Kuwala evin külleri üstünde dolaşıp sağ bir şey var mı diye bakınmıştı.
Babasından aklan kararmış hançeri bulmuştu onca yığıntı ve kül arasında. Oradan
ayrılmadan babasının hançerini kuşağına sıkıştırmıştı. Evin gerisinde kalan
taştan örülü mezarlığın orada diz çöküp babasına son vedasını ettikten sonra
yola koyulmuşlardı. UngurPan ordusunun kampına çok uzun bir yol vardı ve bu yol
boyunca çok konaklayamayacaklardı. Malzemeleri bulduklarında son uzun
molalarını verdiler. Kuwala kendisi ve Daki için merhem yaptı. Ağrılarına iyi gelmesi
için dinlenmeleri gerekiyordu. Gün doğana kadar büyük bir ağacın altında
konakladılar. O gece Kuwala ay ışığı altında tanrılara minnet sunmak için
ağacın altından uzaklaşmıştı. Oraya gelen yüce varlıkları hissetmişti. Kızıl
Geyiklerin ruhlarını ve senelerdir onu izleyen sarı kurt gözlerini.
Dizleri
üstünde çöküp dualar ederken etrafta fısıltılı bir rüzgar vardı. Saçlarını
havalandıran bu rüzgarda ruhların ışıltısı parlayıp kayboluyordu. Kuwala
bu şükran sunma işi boyunca gözleri kapalı olurdu. Asla etrafındaki ışıklara
bakmazdı. Ama bu gece ilk defa onu sarmalayan ışıkları görüyordu. Ellerini
dizlerine koydu.
''Senelerdir
onlara dua ediyorum ama ilk defa onları görüyorum.'' Kuwala yanına yaklaşan
Daki ile konuşuyordu. Daki orman ruhlarının yanıp sönen ışıklarına bakıp
sakince Kuwala'nın etrafından dolanmıştı.
''Neden
hiç onlara bakmadın?'' Kuwala bunu duyunca buruk bir gülümseme takındı.
''Babam
tanrıların görülmekten rahatsız olduğunu ve ruhlarında çekingen olduğunu
söylerdi. Onlara bakarsam beni yalnız başıma bırakacaklarından çok korktum.''
''Peki
şimdi korkmuyor musun? Kaçıp gitmelerinden ve sana bir daha cevap vermeyecek
olmamalarından korkmuyor musun?'' Kuwala ona bakıp gülümserken ay ışığı yüzünü
aydınlatıyordu. Karşısında bağdaş kurup oturmuştu Daki.
''Korkuyorum.''
yüzündeki solgun ifade yorgunluğundan kaynaklıydı. Ne yapacağını bilemez halde
öylece duruyordu.
''Seni
terk ederlerse ben seninle kalırım.'' demişti. Kuwala buruk bir gülümseme
takındı. Bu gülüşü Daki ona çok yakıştırıyordu. Hüzünlü ve yorgun yüzüne
yakışan ifadeyi seyre dalmaktan vazgeçemiyordu. Kalbinde oluşan ağrıya iyi
gelen yüzü gece boyu izlemişti.
Ormandan
çıkmaya yaklaştıkları gün sessizleşmişti hepsi. Yorgun ve bitaptılar. Kuwala
ise şaşkın ve neler olacağına dair heyecanlıydı. Ormanın bu sınırına kadar daha
önce gelmemişti. Denizin kokusu kilometrelerce öteden geliyordu.
Tanımlayamadığı bu koku ona heyecan vermişti. Daki ise endişeliydi. Saçlarının
beyazı ile onun dikkat çekmesini istemiyordu. Duraksadı. Boynuna dolanmış
şalını çıkardı.
''Bu
şekilde fazla dikkat çekersin.'' demişti. Kuwala ise onun demek istediğini
anlıyordu. Beyaz saçları olan insanlar yoktu. Bu saçların bir hastalık olduğunu
düşündü. Sevgili babasının da saçları griydi. Ama yaşlı olduğu için böyle
olduğundan bir haberdi. Yaşlanmak ne onu bile anlamıyordu.
''Saçlarını
şala gizleyeceğiz ama önce biraz kısaltmam izin vermelisin.'' Kuwala bunu kabul
etmişti. Ormanda son molalarını Kuwala'nın saçlarını kesmek için vermişlerdi.
Daki özenle onun saçlarını açmıştı. Uçları kandan topaklaşmış saçlarını hançeri
ile dikkatle kesmeye başladı. Pek yetenekli değildi. Saçlarının yarısını keserken
Kuwala tutam tutam yere düşen saçlarına bakıyordu. Bir rütiel gibi gelmişti
ona. Ormana son armağanı olarak saçlarını bırakıyor gibi hissediyordu. Saçları
kalçasından sırtına kadar inmişti. Daki sıkıca ördüğü saçları topuz yaparak
topladı. Tek bir teli es geçmedi. Ardından seyyahların başını sarmasına benzer
şekilde siyah şalla sardı saçları. Ona bakmak için geriye doğru çekildi. Kibar
yüzü iyice belirginleşmişti. Yüzünde meraklı bir duygu vardı.
''Bu
halini beğendim!'' Daki onun merakını giderecek kadar söz söylemiş olmuştu.
Kuwala kesilmiş saçlarını etraftan toplayıp bir ağacın atındaki yumuşak kara
gömdü. Ve orman sınırlarını terke etmeye başladığında heyecandan kalbi hızla
atıyordu. Ağaçlar azalıp artık görülmez olmaya başladığında bir bataklığa doğru
gidiyorlardı. Tek sıra yürüyerek bataklığı geçmeye başladılar. Kuwala
uzaklaştığı ormanını göremez olmuş ve güneş battığında ormana göre daha hızlı
gittiklerini anlamıştı. Denizin kokusu keskinleşiyordu.
Gece
verdikleri mola sabahın ışıkları ile bitmişti. Karın dondurduğu bataklıkta
sağlam olduğuna inandıkları yerden geçiyorlardı. Kampa giden en kestirme yoldu
bu. Bataklık büyük orduyu geçirmek için tehlikeli ama bir kaç kişi için
güvenilirdi. Karın örttüğü beyaz düzlük Kuwala için yeni başlayan hayatına
benziyordu. Ardında ne olacağını bilmeden ilerliyordu. Adımlarını takip ettiği
adama arada başını kaldırıp bakıyordu. Ona karşı beslediği hisler bu yolculukla
artıyor ve kalbinin sesini kulağında duyuyordu. Gün tekrar batmaya başladığında
uzaktan gelen dalga sesleri duymaya ve büyük kampın ışıklarını görmeye
başlamışlardı. Kuwala yıldızlara benzettiği kampa bakıp kalmıştı. Karanlıkta
binlerce ışık parlıyordu. mutluluğunu içinde tutamayıp sırıtmıştı. Diğerleri de
bu maceradan sağ çıktıkları için çok mutluydular. Tekrar bu kampı görmekten çok
mutluydular. Hızla tepeden aşağı inmeye başlamışlardı. Oradan koşarak inmemek
için direniyorlardı. Kampa yaklaştıkça duydukları seslerin aşinalığı ile huzur
buluyorlardı. Kuwala yaklaştıkça heyecandan titriyordu. Daki onun heyecanını
anladığında onu sırtından öne doğru iteklemişti. Yumuşak ve tok bir sesle
gülümseyerek konuşmuştu.
''Evime
hoş geldin!'' onu davet eden sesi takip edip kampın giriş kapısına doğru
yürümüştü. Boruların sesini duyduğunda ürpermişti. İçeri doğru girerken büyük
iki kanatlı kapıdan geçerken, onları karşılayan kalabalık onu korkutmuştu. Bir
adın kadar Daki'nin ardına girmişti. Korktuğunu söylemeye çekiniyordu. Bu
yüzden sessizce onu takip etti.
''Efendimiz!''
diye yükselen seslerle ardına sığındığı Daki hızla öne doğru adımlar atınca
ortada kalmıştı. Onun ileride üstünde demir zırh olan bir adamla kucaklaşmasını
seyrederken etrafındakilerin arkadaşları ile kucaklaşmalarına bakıp kaldı.
Herkesin bir bekleyeni olduğunu görmek onu mutlu etmişti. Ama aynı zamanda
hüzün dolmuştu. Asla böyel bir şeye sahip olamayacaktı.
''İşte
o!'' Cohin'in sesi duyulmuştu. Yanında getirdiği kişi ile Kuwala'nın karşısında
dikilmişti. Demir zırh içindeki adam ise onun önünde ikiye bükülmüştü. Kuwala
anlamsızca selama bakıyordu. Adam ellerini öne doğru uzatmıştı.
''Küçük
kardeşimi kurtardığınız için minnetlerimi sunarım.'' Kuwala şaşkınlıkla
gülümsemişti. Ne diyeceğini bilemedi. Cohin onun şaşkınlığının kalabalıktan
kaynaklandığını anladığında abisi ile giderken onuda yanına almıştı. Kampın
içinde yürüyorlardı. Kurulu mavi büyük çadırlar ve yanan ocaklar başında
dikilen zırhlı onlarca adam. Hepsinin yüzünde sert bir ifade vardı.
''Ordu
mu?'' Cohin'e sormuştu. Dikilen adamları gösterip. Ordu kelimesi onun için çok
tazeydi. Ne olduğunu anlamak için bir kalıba koymaya çalışıyordu.
''Hepimiz
ordunun parçasıyız. Onlarda ordudan. Bu çadırlar bile orduya ait.'' önüne
geldikleri çadırda bir kaç adam vardı. Cohin'i görünce onu kucaklamışlardı.
Kuwala ile selamlaştılar.
''Senin
öldüğünü sandık!'' Cohin bunu duyunca gülmüştü. İçeri doğru girdi ve Kuwala'yı'da
davet etti.
''Yetenekli
bir hekim ile yollarımız kesişti. Kendisi Genç Efendi Kuwala!'' demişti. Kuwala
ona bakan gözlerden çekiniyordu. Bu yüzden etrafı inceliyor gibi bakınmaya
başlamıştı. Cohin onun utangaçlığını biraz olsun kırmak için masaya oturup
içmeyi teklif etti. İçki... Kuwala için tadılmamış bir tat.
Denemek
için hazırdı. Oturduğu yerde ona uzatılan kil bardaktan bir yudum alamk istedi
ama keskin kokusu ile burnunu yakan içkiyi geri masaya bıraktı.
''Daha
önce içtiniz mi Genç Efendi Kuwala?'' Cohin'in abisi ona sorusunu yöneltince
Kuwala duraksayıp bakıp kalmıştı.
''Su ve
çorba dışında pek bir şey içmedim.'' Cohin onun kulübesini anımsadı ve yaptığı
hatayı fark edip hızla ayağa kalktı. Önündeki bardağı alıp kafasına dikti. Su
testisinden biraz su doldurup tekrar ona uzattı.
''Özürlerimi
sunuyorum size. Heyecandan unutmuşum.'' Kuwala verilen suyu içmeye
başlamıştı.içkiden arda kalan tat suya sinmiş ve rahatsız eden bir yanı yoktu.
Orada bir süre Cohin'in kulübede kaldığı süreyi dinlerken üstüne çöken
yorgunluk ile masaya dayanıp uyuklamaya başlamıştı. Derin uykusunda ayakları
yerden kesiliyor ve etrafın sessizliği başındaki ağrıları alıyordu. Bazen
boğuluyor gibi hissediyor ve sıcaklanıyordu. Ardından bir soğukluk onu sarıp
rahatlatıyordu. O bu rüyada süzülürken yorgun ve itkin bedeni daha fazla
dayanamayıp çökmüştü. Daldığı uykudan günlerce uyanamayacağından habersiz
öylece masaya dayanıp kalmıştı.
O rüyalar
aleminde uçarken Daki onu arıyor ve sonunda Cohin'in çadırında sızmış bulmuştu.
Uyandırmanın mümkün olmadığı Kuwala'nın ateşinin yüksekliğinden ürkmüştü. Onu
kendi çadırına taşımıştı. Hekim istemişti. Hekim gelmeden önce büyük abisi onu
ziyarete gelmişti. Yatakta yatan yabancıyı görünce duraksayıp kalmıştı. Hiç
soru sormadı. Yaklaşıp siyah örtüyü çekti ve bir süre öylece Rahomlu adama
bakmaya başladı.
''O...''
''Bir
Rahom soylusu.''
''İmkansız!''
''Değilmiş.
Hala onlardan birisi var ve bir erkek.''
''Bu büyük
sorunlara sebep olacak gibi kardeşim.''
''Ne
olacağını pek düşünmüyorum. Sadece şu ana iyileşmesi gerektiğine inanıyorum.
Hayatımı borçlandığım bir adamın ne olduğu pek umurumda değil. İzin verirsen.''
Abisi bunu duyunca çıkmıştı. Yüzleri birbirine çok benziyordu. Abisinin kaşları
daha gürdü ve gözleri elaydı. Ama yüz hatları benzerdi. Büyük abisi sürekli
dingin bir adam olmuştu. Ortanca abisi gibi değildi. O daha kavgacı ve
gürültücüydü. Ortanca abisi ile anlaşamam sebepleri iletişim kurmamaktı. Büyük
abisi ise onu anlıyordu ve işine karışmamayı seçiyordu.
Hekim
gelip onu tedavi ettiğinde yorgunluk olduğunu dinlenmesi gerektiğini söyleyip
yaralarını sarmıştı. Saçlarını görmediği Rahomlunun kim olduğunu anlayamamıştı.
Yorgunluktan bu kadar solgun bir teni olduğunu düşünüp geldiği gibi sessizce
dönmüştü. Ama önüne geçememişti olacakların. Sonuç olarak kampta hızla yayılan
dedikoduları durduramamıştı ve herkes bir Rahomlu gencin kampta olduğunu
öğrenmişlerdi. Ordunun baş komutanına kadar giden haber ortalığı kaynatırken
Daki görüşmelere kapatmıştı kendini. Yorgun olduğunu söylüyor ve dinlenmek istediğini
belirtiyordu. Kaçabildiği kadar kaçtı ve üçüncü gün ana çadıra davet edilmek
üzer ekendi çadırında çıkmıştı. İçeri kimse girmesin diye emir vermişti ve
kapıya diktiği adamları onunla beraber kurtulan adamlardı. Orada kimseye geçit
vermiyorlardı. Hizmetçiler bile içeri girmek için bahane ararken kapı bekçiliği
onlar için zor olmuştu. Dedikoduyu herkes kanıtlamak üzere yarışa girmişti. Ama
çadırın kapısı büyük general ve komutanlarla beraber Daki dönene kadar
aralanmamıştı bile. Onlara kapıları açtılar. Büyük general birinci kandan Ung
Kralının akrabasıydı. Kır saçları ve diri vücudu vardı. Zırhının gümüşü her gün
cilalanıyordu. Hala heybetliydi. Kara gözleri ve kemerli burnu vardı. Kirli
sakalı çenesini ve yanaklarını kaplıyordu. Uykusuz gözlerinin altı çökmüştü.
''Bu
sorunla başa çıkmak sorun olacak evlat. Krallığa bir haber yollamamız gerek.
Hedef tahtası haline gelmemiz an meselesi.''
''Endişeniz
olmasın efendim, onu gören kurt binicilerinin hepsi öldü.'' Kuwala sesleri
duyuyordu. Daki'nin sesini duyunca tepki vermek istedi. Ama uyanamıyordu. Suyun
altındaymış gibi sesler boğuklaşıyor ve tekrar vücudu yanmaya başlıyordu. Ateşi
çok yükselmiş ve artık sesleri de duyamamıştı.
Günlerce
ateşle yatakta kıvranıp durmuştu. Hem vücudu hem ruhu bu değişimleri kaldırmada
zorlanmıştı. Ama direnmiş ve bir sabah derinden gelen fısıltı ile uyanmıştı.
Gözünü araladığında Daki ve birisinin ilerideki sandalyelerde oturmuş sohbet
ettiğini görmüştü. Rüya ile karışık gelen son günlerden duyduğu sesler ve
gölgelerden kurtulmanın verdiği etki ile yataktan doğrulmuştu. Sessizlik
oluşmuştu. Daki kıpırdanıp ayaklanan Kuwala'ya bakıp gülümsemişti. Oturduğu
yerden onun yanına doğru geldi. Günlerdir ateşler içinde olan dostunu sonunda
ayakta ve hayatta görmek onu mutlu etmişti. Kalkmasına yardım etti. Giyinmesine
çok müsaade etmedi. bir cübbe giydirip masaya kadar ona destek oldu.
''Sizinle
tanışmak bir şereftir Genç Efendi Kuwala.'' Masada oturan adam ayağa kalkıp onu
selamlamıştı. Kuwala bu selamlamaların anlamını bilmiyordu. Oturup onun
minnetini kabul etti. Çadırın içinde yanan ocaktan gelen çıtırtılar eşliğinde
bir süre sessizce oturdular.
''Adımı
size söylemem gerek. Muhon Asha! '' Kuwala onunla tanışmış olmanın mutluluğunu
belli etmek için gülümsemişti. Dudakları ve ağzı o kadar kuruydu ki...
Konuşursa dudakları çatlayıp kanayacak gibi hissediyordu. Daki'nin önünde duran
bardağı aldı. İçinde içki olduğunu bilmeden dudaklarına götürdü. O gün ki gibi
keskin kokulu değildi içki. Yumuşak bir kokusu ve kırmızı bir rengi vardı. Bir
kaç yudum aldı. Ilık tadı ağzını ve dudaklarını yumuşattı. Geri bardağı masaya
koyup geriye doğru yaslandı.
''Burada
mı kalacağız artık?'' Sorusunu Daki'ye sormuştu. Onun dışında kimseyle konuşmak
istemiyordu. Çekiniyor ve bu hızlı konuşan demir zırhlı adamlardan çekiniyordu.
''Bir süre
ana kampta kalmamız gerek. Kampta kalman için krallığa mektup yollandı. Eğer
kabul edilirse burada kalırız. Edilmezse beraber uzun yolculuklara çıkacağız
gibi.'' Kuwala ona doğru dönmüştü. İnce kaşları çatılmıştı.
''Nereye
gideceğiz?'' Daki ona ne diyeceğini bilemedi. Kuzey'in son gerçek kralı
olduğunu bilmeyen bu genç efendiye ne diyebileceğini bilemeden ona bakmaya
başladı. Yalan söylemek istemiyordu. Ona karşı dürüst olma iç güdüsü ile
konuşursa korkabilirdi. Bu yüzden susmayı tercih etti. Sohbetin yönünü Muhon
Asha değiştirmeye çalıştı.
''Genç
Efendi, tezimiz sizin için yeni kıyafetler dikecek. Kendinizi iyi
hissettiğinizde ölçülerinizi almaya gelmeli. Birde sizi koruması için çelikten
bir zırh...''
''O
demirden zırh ile nefes alamam!'' elini göğsüne koymuştu. Derin bir soluk alıp
belini büktü.
''Eğer o
zırhı bana giydirirseniz kısa sürede yorgunluktan ve nefessizlikten can veririm.''
Daki onun daha önce bir kılıç bile tutmadığını biliyordu. Gülümsedi.
''Sen bir
hekimsin ve savaşmak zorunda değilsin. İstediğini giyebilirsin. Sadece kampta
çok bu çadırdan uzaklaşma.'' demişti. Kuwala onun dediğini yaptı. Kendi
yıkanmış cübbesini giydi. Kollarının uçlarını bezlerle sıkıca sardı. Kalın
botlarını giydi. Cübbesi diz kapaklarından aşağıya kadar iniyordu. Kuşağını
taktı. Açlarını göstermekte serbestti. Daki, saçlarını yamuk kestiği için
kendisi düzeltti. Bulduğu bir kurdele ile bağladı. Ona verilen Ung sancağında
yer alan kartal baskısı olan ikinci cübbeyi giymeyi reddetmişti. Dışarı
çıkmadan önce Daki'nin hediyesini almıştı. Cohin yaver olarak ona hediyeyi
getirmişti. Kulübede yanmış olan paslı babasının hançeri temizlenip bilenmişti.
Onu kuşağına sıkıştırdı ve kampı dolaşmak istediğini söyleyip çıkmıştı.
Cohin'in kırık kolu ona eşlik etmesine engel değildi. Beraber gezmeye karar
vermişlerdi.
Tahta
surlar ardında denizin kıyısına kurulan kamp çok genişti. Sahilde eğitim alan
askerler vardı. Ortada ise general ve komutanların çadırları vardı. Kuwala bu
kadar kalabalık yerde ilk defa bulunuyordu. Yürürken Cohin ona kampı
anlatıyordu. Kuwala ise merakla dinliyordu.
''Kristal
Şehri gibi. Ama tahtalardan ve bezlerden yapılmış.'' Kuwala Kuzey'in başkentinden
söz ediyordu. Sahile kadar gelmişlerdi. Deniz donmamış, güney yakasında hala
sıcak su akıntısı vardı.
''Evet
orası gibi ama bu şehir taşınabilir.'' Kuwala şaşkınlık içinde kalmıştı.
Ayaklarını bastığı yere bakıyordu.
''Nasıl
bir kızak bütün bu toprağı ve insanları çekebilir ki?'' Cohin onun bu sözlerine
gülmeden duramamıştı. Kuwala ise onun kahkahasına gücenmişti. Başını başka
tarafa çevirdiğinde büyük alayın eğitimine şaşkınlıkla bakıp kaldı. İnce ince
kar yağıyordu. Ve kalın zırhları ile talim yapan binlerce askere bakıp
kalmıştı. Ellerindeki kılıçları birbirlerine savuruyor ve komutanların emir
sesleri yükseliyordu. Oraya şaşkınlık içinde bakıyordu. Binlerce ve sırasını
hiç şaşırmayan askere bakarken gülümsemişti.
''Kurt
Binicilerini yenecek kadar güçlüler mi?'' oraya doğru yürümeye başlamışlardı.
Cohin soruya cevap vermek için beklemişti.
''bütün
adamlarımız güçlüdür. Ama kurtları sayesinde bize geçiş vermiyorlar.'' Kuwala
kaşlarını çatıp onunla alayın yanından geçmeye başlamıştı. Bir Rahomlu olduğu
dedikodularının cevabını hepsi almıştı. Beyaz saçları ile yanlarından geçen
Rahomlu efendiye bakıp kalmışlardı. Kuwala'da onlar kadar şaşkındı. Bu kadar
çok insanı görmek onu hem mutlu etmiş hem şaşırtmıştı.
''Efendi
Kuwala daha fazla ileri gitmeyelim.'' Cohin onu durdurmuştu. Daha ilerisinde
askerlerin talim yaptığı yerler artıyordu. Kuwala ise ilerideki alaylara bakıp
meraklanmıştı.
''Daki'nin
de bu kadar çok askeri var mı?'' Cohin komutanın alayını ona göstermek isterdi.
Ama Oraya kadar gitmek doğru olmazdı.
''Gidip
onuda görelim. Sonra yemek yeriz.'' demiş ve Kuwala ile yürümeye başlamışlardı.
Sahilde çalışmalar yapan alaylardan başlarında kırmızı kurdele olan alaya
gelmişlerdi. Alaylar büyüktü. Ama bu kırmızı kurdeleli adamların sayısı iki yüz
kadardı. Kuwala onlara bakıp kalmıştı. Zırhsız ve üstsüz kılıç savuruyorlardı.
''Bunlar
mı?'' Cohin başını salladı.
''Daha
çoktuk ama öldürüldük. Giden bin kişilik alaydan dönebilenler bizler ve
onlar.'' Kuwala kaşlarını çatmıştı. İnsanların ölümünü ilk defa sayılar ile
anlamlandırıyordu. Orada var olan askerlerin dört katı adam ölmüştü. Şaşkınlık içinde
alaya bakıyordu. Onlar ise azimle ve kardeşlerini kaybetmenin verdiği öfkeyle
daha hırslı çalışıyordu. Kuwala bir şeyleri anlamaya başlamıştı. Burada bulunan
askerler ölmemek için savaşıyordu. Ve öldürmek için yaşıyordu. Bu korkunç
gerçekle yüzleştiğinde kafasına oluşan en büyük soru Daki'nin neden savaştığı.
Ona sormak istemişti. Net bir cevap alamamıştı. Burası Daki'nin ve bu adamların
toprakları değildi.
Daki'nin
çadırında dördü yemek yiyordu. Muhon Asha, Cohin, Daki ve Kuwala... yemekte boş
bir konuşma vardı. Cohin gibi bir yaver daha vardı ama o kenarda ayakta
dikilmeyi tercih ediyordu. Muhon Asha'nın yaveri olan adam sessiz ve korkunç
derecede iri bir adamdı. Kenarda durup çadırın girişine bakıyordu. Kuwala
kafasında oluşan soru işaretini gidermek için direkt soru sormak istemiyordu.
Kaşları çatıkken sertçe kaşığını masaya bıraktı. Ayağa kalktı.
''Bende
savaşmayı öğrenmek istiyorum. Bende senin kırmızı bandaj takan birliğinden
olacağım.'' bunları söylediği sırada etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı.
Daki ona ne diyeceğini bilemiyordu.
''Efendi
Kuwala birliğe katılamazsınız.''
''Neden?''
Cohin'e bakarken kaşları çatıktı. Cohin ona bakıp boğazını temizledi.
''Siz
hekimsiniz. Hekimler savaşmaz.'' dediğinde Kuwala omuzlarını düşürüp oturdu.
Aşlarını çatmıştı. Ona soylu olduğu için sıradan asker olamayacağını
söyleyemediler. Söylemeye de niyeti yoktu Daki'nin. Krallıktan mektup gelene
kadar ona hiç bir şey anlatmayacaktı. En yakın arkadaşı olan Muhon Asha ile
içmek için çadırdan çıkıp yana ocaklar başındaki askerler arasında dolanmaya
başlamışlardı.
''Rahom
soylusu olduğunu bilmiyor mu?''
''Hiç bir
şeyden haberi yok. Savaşın ne olduğunu bile anlamıyor.''
''Neden
getirdin onu buraya. Bıraksaydın orada huzur içinde yaşamaya devam etseydi. ''
Daki konuşan arkadaşına bakıp yüzünü buruşturdu. Elindeki içki dolu bardağı
kafasına dikti.
''Bıraktım
ama Kurt Binicileri onu bulmuşlardı. Yalnız başına ormanda kalmasını
istemiyorum. Savaş yavaş yavaş Mistik Kızıl Ormana doğru gidiyor. Onu Bakren
Hanedanlığı bulursa öldürürler.'' demişti. Muhon Asha uzun yıllardır tanıdığı
arkadaşına bakıyordu. O acımasız bir adamdı ve kimsenin hayatı için endişe
duymayan bir komutandı. Ona verilen görevleri yaparken asla yitirdiği adam
sayısını umursamazdı. Kaybettiği adamların onlarca katı kadar adamında canını
alırdı. Düşmanın dizlerini titreten bir komutandı. Sertliği ile diğer birlik
komutanları da ondan çekinirdi. Ung soyundan gelen bu komutan ve iki kardeşi
oldukça başarılı savaşçılardı. Aralarında hep bir yarış olduğu görülürdü. Üç
kardeşin kral soyundan gelmesi ve bu kadar gaddar olması onları erişilmez
yapıyordu.
''Ormanda
geçirdiğin sürede sana ne yaptıysa kalbindeki bir düğümü çözmüş. Bahanelerin
ile kralımızı ve generali inandırabilirsin.'' deyip gülmüştü Muhon Asha. Tanıdığı
ve bildiği adamın gaddar ve acımasız ruhunu dizginleyen şeyin ne olduğunu merak
etmişti. Hayatı boyunca kimse için endişe duymayan ve saldırı anında kaybetmemek
için herkesi feda edebilen komutan geri döndüğünde yumuşacık bir kalp ile
dönmüştü. Muhon Asha onun kalbini yumuşata bilen tek kişiye saygı duymuştu.
''Bana bir
şey yaptığı yok. Hayatlarımızı borçluyuz...''
''Boşuna
dil dökme Daki. İnandıramayacaksın beni. Çocukluktan beri beraber büyüdük ve
senin ne halt olduğunu bilirim ben. Canını borçlu hissetseydin seni doğuran
annene karşı gelmez ve onun dizinin dibinde olurdun.'' Daki onun dediklerini kabule
diyordu. Ama etkilendiği ve hoşuna giden bu adamın içindeki cevheri kimse fark
etsin istemiyordu. Sırf bu yüzden krala gidecek mektuba bir satır ekletmişti.
''Sevgili babacığım, eğer Rahomlu misafirimin
kampımızda konaklamasına izin vermez isen onun güvenliği için bende onunla
kamptan ayrılacağım.'' mektubun son bu satırında babası olan krala koşul
sunuyordu. Kralın küçük oğlu olmasına rağmen bir cariyeden doğma olduğu için
iki kardeşi kadar soylu sayılmıyordu. Ama nazını geçirdiği annesi ve annesini
seven babası olan kral sayesinde şımarık bir çocukluk geçirmişti. Şimdi ise bu
satırları yazarken yine annesine güveniyordu.
Güveni
sonuçsuz kaldığında ise kampta Rahom soylusunu tutamayacaklarını. Onu krallığa
getirmelerini yazmıştı kral. Bunun ne demek olduğunu Daki biliyordu. Eğer
krallığa Rahomlu giderse orada öldürülür ve kuzey yine taçsız kalırdı ve Ung
Krallığı Kuzeyi ele geçirmek için hala bir sebebe sahip olurdu. Mektubu
defalarca okumuş ve generalin emrini söyleyen ulağı çadırdan kovmuştu.
''Senin
ülkene mi gideceğiz?'' Mektubu okuyan Kuwala onunla yan yana oturuyordu. Daki
ona cevap vermiyordu. Aklından geçen planları düşünürken gülümsüyordu.
''Hayır.
Senin ülkeni geri alacağız.'' Kuwala ona şaşkınlıkla bakıyordu. Daki ise
senelerdir bağlı kaldığı zincirlerinin kırılma sesini duymuştu adeta. Kalbinin
attığını hissederek derin bir nefes aldı.
''Beyaz
Gelincik sen bana öyle bir şans verdin ki... Beni esir ettikleri her şeyden
kurtulmamı sağlıyor.'' Kuwala onun ne demek istediğini anlamamıştı. Sadece
gülümsediğini görünce gülümsemeye başlamıştı. Daki onun sayesinde kaçmak
istediği bu kamp ve savaştan kaçabilecekti. Kuwala'nın kucağındaki elini tuttu.
Gülümsedi.
Ertesi gün
gemilerin bulunduğu sahil kısmına gitmek üzere atlat hazırlanmıştı. Daki gece
boyunca yaptığı planı sayesinde harekete geçmişti. Ve çadırın çıkan kargaşa
Generalin kulağına gittiğinde sinirden yüzü pancar gibi kırmızıya dönmüştü.
''General!
Komutan Daki ve Rahomlu Kuwala gitmiş.'' Onlar bunu fark ettiğinde çoktan Daki
ve Kuwala kamptan kilometrelerce uzağa gitmişti bile. General ne yapacağını
bilemedi. Kralın emri gereği Kuzey'in gerçek kralını ona göndermeliydi. Muhon
Asha'yı çağırttı. Ve bir grup adamla onu bulmalarını istedi.
''Eğer
Komutan Daki kendi elleri ile onu teslim etmezse kralımızı çok sinirlendirir.
Ve bir prens olması bile onun ceza almasına engel olmaz.'' General, Daki'nin
yakın dostuna bunları söylemişti. Muhon ise öylesine bir grup alıp hava
kararana kadar dolaşmıştı. Daki'nin kampı sonsuza dek terk edeceğinden haberdar
olan iki kişiden birisiydi. Cohin ve Muhon gece ikisinin kaçıp gideceğini
öğrenmişti. Ve buna gö zyumup aksine birde onlara içi yiyecek dolu heybe
vermişti.
Kuwala ve
Daki'nin çekip gitmesini tehlikeli bulsa da birisi soylu bir ruhani gücü yüksek
Rahomlu, diğeri ise yarı soylu bir Ung prensiydi. İkisine bir şey olmayacağını
düşünerek kendini rahatlatıyor ve bir gün tekrar karşılaşacaklarını
hissediyordu.
Bölüm Üç: Kara Dağlara Yolculuk
At
sırtında iki gün boyunca yolculuk yapmak onları çok yormuştu. Kuwala at binmeyi
bilmediği için Daki ile beraber tek bir at sırtındaydı. Onlara eşlik eden
ikinci at ise yüklerini taşıyordu. Durmaya karar verdiklerinde Daki beline
dolanıp yorgun halde gözleri kapalı bekleyen Kuwala'ya omzu üzerinden bir bakış
attı. Henüz yeni ayağa kalkmıştı ve onu yormak istemiyordu. Kuzgunla gelen
mektuptan sonra hemen kampı terk etmişti. Babasının emrine karşı geldiği tek an
bu değildi. Savaşa katılma arzusu onaylanmadığında süvari birliğine katılmış ve
Kuzey Topraklarına vardığında kimliği açığa çıkmıştı. Büyük abisinin
kontrolünde olan kampta tutulduğu süre boyuncada rahat durmamıştı. Üvey olan
kardeşlerinden büyük abisi dışında diğerleri onu pek sevmezdi. Yarı soylu oluşu
nefretlerinin ilk sebebiydi. İkincisi ise anneleri arasındaki geçimsizlikten yansıyan
kavgalarıydı.
''Burada
duralım. Biraz uyusan iyi olur.'' Daki attan inmişti. Kuwala'yı belinden
kavrayıp indirdi. Yanlarında şilte ve battaniyeler vardı. Biraz yemek ve su...
Kuwala hemen ateş yakmaya koyuldu. Bu tür işlerde oldukça yetenekliydi. Yerleştikleri
yer bir tepenin Kuzey yamacında kaya altı sığınağıydı. Orada atları bağlayıp
dinlenmeye karar vermişlerdi. Yolculuk boyunca çok konuşmamışlardı.
''Nereye
gidiyoruz?'' Daki onun sorusunu duydu ama pek konuşmaya niyetli değildi.
Kafasında tasarladığı planına sadık kalacaktı. Kuwala ise ateşin üstünde
pişirdiği kurutulmuş kaz etini yiyordu. ''Kralınız sana çok kızmış olacak.''
Daki bunu duyunca derin bir nefes alıp sırtını kayaya dayadı. Kar durmuştu.
Önlerindeki bir kaç hafta boyunca yağmayacak gibiydi. Yaslandığı yere elinde
kızarmış etlerle Kuwala'da gelip oturmuştu. Gökyüzü normalden daha açıktı bu
gün. Bütün yıldızlar gözüküyordu konakladıkları tepeden.
''İlk defa
bu kadar çok yıldız görüyorum.'' Daki yemeğini yerken duraksayıp konuşan adama
baktı.
''Neden?
Daha önce ormanda görmedin mi?'' demişti. Kuwala ona doğru çevirdi başını.
''Ağaçlar
o kadar sık oluyor ki genelde gökyüzünün tamamını kapatabiliyorlar. Geceleri de
dışarı çıkmak tehlikeli olduğu için sadece camdan gördüm.'' Bunun üzerine Daki
onun baktığı gökyüzüne çevirmişti başını. Öylece gökyüzüne bakıp kalmıştı.
Birbirinden
parlak binlerce yıldız simsiyah gökyüzünü aydınlatıyordu adeta. Topraklarındaki
bereket ayında yapılan şölen geldi aklına. Binlerce kağıttan yapılma fenerlerin
içine ufacık kokulu mumlar konur ve havalandırdılar. Fenerler yükseldikçe tıpkı
yıldızlara benzerlerdi. Annesi ile bu gecelerde bir fener bırakır ve dilek
dilerdi. Burnuna o hoş mumların kokusu gelmişti. Omzuna doğru çöken ağırlık ile
başını çevirince ona yaslanmış Kuwala'yı gördü. O da gökyüzüne bakıyordu.
Binlerce yıldızın parlayışını izlerken yavaş yavaş uykuya doğru dalmıştı Genç
Efendi Kuwala. Daki gökyüzünü izlemeyi bırakıp onu izlemeye başlamıştı.
Uyandığında
omzunda uyuyan Kuwala yoktu. Üstüne doğru örtülmüş battaniyelerin savurup attı.
Telaşla etrafa baktı. Ayağa kalkıp kılıcını kaptığında ise duraksadı. Yan tarafta
güneşi izleyen Kuwala'yı görmüştü. Oturmuş güneşi izlerken bir şeyle
uğraşıyordu. Daki sessizce onun yanına doğru sokuldu. Bir kaç ottan ufak
bohçalar hazırlıyordu.
''Bunlar
ne?''
''Biraz
daha aşağıda bulduğum kayaların dibinde duran yeşim otları. Kanayan yarayı
durdurmakta oldukça iyidir.'' hazırladığı bir bohçayı kuşağına bağladığı keseye
koydu. Diğer dördünü ise heybeye yerleştirdi. Geri yola koyulmuşlardı. Bu
çıplak tepelerde ilerlemek onlar için mantıklı gelmişti. Şehri ve kasabalardan
uzakta olacaklardı. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Kuwala ata binmekten
hala çok korkuyordu. Bu yüzden Daki'nin beline çok sıkı sarılıyordu.
Yolculukları
gece molaları vererek çıplak tepelerde devam ediyordu. Ne Kızıl Orman ne de
sahil görünüyordu artık. Sadece çıplak ve bomboş tepeler vardı. Karla örtülmüş
bu tepelerde arada kurumuş ve donmuş ağaçlarla karşılaşıyorlardı. Her mola
verişlerinde biraz daha yiyecekleri tükeniyordu.
Bir öğlen
durmuşlardı. Daki bir kaç tavşan görmüştü. Onları avlamaya karar vermiş ve iz peşine
düşmüştü. Var ki bu avın sonunda eli boş dönmüştü. Tavşanlar girdikleri delikte
kaybolmuş ve bekleyişleri boşa çıkmıştı. Geri döndüğünde canı sıkılmıştı. Hiç
etleri yoktu ve etrafta kardan ve donmuş gövdesi kırılmış ağaçtan başka bir şey
göremiyordu.
''Daki!''
Kuwala heyecan içinde bağırmıştı. Kırık ağacın gövdesinin yanında duruyordu.
Daki onun yanına koşunca bacağı sıkışmış yaralı tavşanı görmüştü. Kar
tavşanları bembeyazdı. Kırmızı gözleri badem şeklindeydi. Ürkmüş hayvanın
bacağı kırık ağacın çatlağına sıkışıp kalmıştı korku içinde olduğu yerde
titriyordu.
''Akşam
taze et...'' Kuwala onun sözünü bitirmesine izin vermedi.
''Doğru
olmaz. Savunmasız ve yaralı.''
''Bende
çok açım.'' Kuwala bunu duyunca kaşlarını çatmıştı. Ellerini beline koydu.
''Buna
müsaade etmeyeceğimi biliyorsun. Hala yiyebileceğimiz şeyler var. Daki onunla
ne kadar çatışsa da başarılı olamadı. Kuwala tavşanı sıkıştığı yerden çıkarıp
kanayan yarasına yeşim otu çiğneyip koymuştu. Geri geldiğinde Daki oturmuş
yüzünü asıyordu. Kuwala ateş yakmak için ağacın kuru dallarını getirmişti. Pek
konuşmadılar ve bir ateş yakıp durdular. Atlar da iyi beslenemiyor ve yorgundu.
''Biraz
turp kökü var. Onları kaynatacağım.'' Daki et istediğini söyleyip bir çocuk
gibi ona arkasını dönmüştü. Kuwala ise pek onu umursamadan basitçe bir çorba
yapmak için atın heybesinde başka ne olduğuna bakmaya gitti. Çorbayı yaparken
karların arasındaki beyaz tavşanları fark etmişti. Orada zıplayan tavşanlar
onlara doğru geliyordu. Bacağı yaralı olan tavşan sekiyor ve geldiklerinde üç
tavşan ağızlarında buldukları ufak çam kozalaklarını bırakıp kaçmıştı. Kuwala
bu minnet hediyelerine bakıp gülümsüyordu. Daki ise tavşanlara bakıp yüzünü
astı.
''İçlerinden
birisini kurban olarak hediye etmeleri gerekirdi.'' diye mırıldandı. Kuwala
gelen kozalakların yenmeyeceğini biliyordu. Yinede aldı. Yana ateşe atmadan
önce onları parçaladı.
''Bu
kozalaklar sayesinde ateşi yarın sabaha kadar yakılı tutabiliriz.'' dedi. Daki
o kozalakların nereden geldiğini düşünüyordu. Ayağa kalktı ve ilerlemeye
başladı. Tepenin bittiği dik yamaca gelince durdu. Aşağıda ufak bir orman
vardı. Bu hoşuna gitmemişti. Geri döndüğünde yemek hazırdı. Yamaçtan aşağı inen
yol atlar için tehlikeliydi ama Kara Kurtlar için... Tırmanması zor bir yer
değildi. Oturup sessizce çorbasını içmeye başladı. Kuwala onun et yiyemediği
için huzursuz olduğunu biliyordu. Sert somon ekmekten kopardığı parçayı o kadar
sinirli çiğniyordu ki dişini kıracaktı.
''Bir daha
ki sefere et buluruz.'' demişti. Daki düşüncelerini anlık terk etmenin şoku ile
ona baktı. Et yiyemediği için kızgın olduğunu düşünen Kuwala'ya bakıyordu.
Aklında yamaç vardı. Tepelerin bitmesine az kalmıştı. Yakında insanlara
rastlama ihtimalleri vardı ve Kara Dağlara ulaşmaları için o tepeleri geçmeleri
gerekiyordu. Kafasında kurduğu planda Kuzeyde yer alan büyük ve eski Darta
Tapınağına gitmek vardı. Kuwala'nın hanedan geçmişini bulabileceği tek yazılı
kaynaklar oradaydı. Ve orada hala inançlı büyük bilginler vardı. Onlara
danışmak istiyordu.
''Sorun
değil. Bu da çok lezzetli olmuş.'' demişti. Gün yavaş yavaş batarken hava
dahada çok soğuyor ve ateşi canlı tutacak olan ağacın donmamış bütün dallarını
bitirmişlerdi. Battaniyeler altına girmişlerdi. Daki yanan ateşi izlerken
karanlıktaki tıkırtılar ile irkildi. Kuwala ise çoktan uyumuştu. Aynı şilteyi
paylaşıyorlardı. Onu uyandırmadan kalktı. Karanlığa doğru ilerleyince birikmiş
bir çok kozalak gördü.
''Tavşanlar...''
diye hayıflanırken gülümsemişti. Kozalakları parçalayıp ateşe atmaya
başlamıştı. Yirmiden fazla kozalak vardı ve ateşi canlandırabilecekti.
Gülümsemesi yüzünden kaybolmaz iken ışıldayan gözleri fark etti. Kuwala onu
izliyordu.
''Senin
tavşanların donup ölmemizi istemiyor gibi.'' Kuwala onu geri battaniyenin
altına çağırdı. Yan yana oturur halde duruyor ve ateşin sıcaklığını
hissediyorlardı.
''Onu
yemediğin için sana da minnet duyuyor olmalı.'' demişti Kuwala. Daki ise et
yerine şu an ateşin ısısını daha iyi bulmuştu. Yana doğru devrildi. Kuwala bunu
görünce onun yanına uzandı. İyice ona doğru sokulmuştu. Bir süredir böyle koyun
koyuna yatmaya alışmışlardı. Daki onun yatması ile kolunu onun beline doğru
attı. Bu şekilde gece boyunca daha sıcak kalıyorlardı.
Gün tekrar
donduğunda şaşkınlık içinde kalmışlardı. Atlardan birisi ayakta diğeri ise
yattığı yerde donup kalmıştı. Donmuş hayvanlara bakıp kalmışlardı. Dün o
kozalakları yakmasaydılar onlarda donacaktı.
''Yürümemiz
gerekecek.'' demişti Daki. Atın sırtındaki heybeyi omzuna atmış ve kılıcını
beline takmıştı. Kuwala ise sadece şilte ve battaniyeleri almıştı. Sessizlik
içinde yürürken Kuwala koyu bulutların geldiği Kuzeye dönmüştü yüzünü. Kaşları
çatılmıştı.
''Daki
fırtına geliyor!'' demişti. Daki onu duyunca durmuştu. Dönüp koyu bulutlara
bakıp kalmıştı. Fırtına hızlıydı ve açıklıkta yakalanmak istemiyorlardı.
''sığınacak
bir yer bulmalıyız. Tepelerden inmemiz gerek.'' Kuwala bunu duyunca Doğuda yer
alan dağları gösterdi. Kara Dağların başladığı sınıra yaklaşmışlardı. Kara
Dağlar Kuzey ve Doğuyu birbirinden ayırıyordu. Dağları görseler bile oraya
varmak çok zaman alırdı. Daki ise batıda kalan aşağıdaki düzlükleri gösterdi.
''Orası?''
Kuwala ile orada baya tartışma sonunda dağlara yürüme kararı almışlardı.
Fırtınanın içine doğru gidecekler ve kaçışları zor olacaktı. Daki'ye dağlara
giden kestirme yamaçları gösterdiğinde onu ikna etmişti. Tepeden inmeden
dağlara doğru çevirmişlerdi yönlerini. Fırtına bulutları yaklaştıkça rüzgarın
soğuk ve keskinliğini hissediyorlardı. Daki yürümeyi bırakıp biraz aşağıdaki
yolu işaret etti. Kuwala oraya bakınca ayak izleri ve kızak izlerinin
oluşturduğu patikayı görmüştü.
''Burası
kullanılan bir yok olmalı. Bir köy vardır belki...'' Daki bunu söylerken aşağı
inmeye başlamıştı. Kuwala onu takip etti. Karda yürümekten daha kolaydı
patikadan gitmek. Ezilmiş ve sıkılaşmış kar onlara hız kazandırmıştı. Soğuk
rüzgar ve yaklaşan fırtının getirdiği kar artıyor gibiydi. Hava loşlaşıp
kararmaya başladığında fırtınanın sesi duyuluyordu. Kar şiddetini arttırmıştı.
Dağlara giden patikada yürürken Kuwala arkada kalmaya başladığı için
yavaşlamışlardı.
Hava
karardığında yürümeye devam etmişlerdi. Daki onun yükünü almak istemişti. Kabul
ettiremeyince elinden tutup yan yana yavaş yavaş gidiyorlardı. Kuwala'nın
elleri her zamankinden daha soğuktu. Battaniyelere sarılmışlardı. Yüzlerine
atkıları sarmışlardı. Fırtına hızlıydı ve onları yakalamıştı. Yürürken keskin
soğuk rüzgarın etkisi ile üşüyor ve birbirlerini kaybetmemek için daha yakın
duruyorlardı. Fırtınanın içinde adeta çığlık sesleri vardı. Uğultuda patlayan
çığlık sesleri rüzgarın kamçı sesiydi. Kuwala ormandaki fırtınalara göre bu
fırtınanın açık alanda ne kadar korkunç olacağını fark etmişti. Daki ise uyuşan
bacaklarını sürüklüyordu. Gece boyunca patikayı takip etmişlerdi. Nereye
gittiklerini anlamaları zordu. Gün doğumunda hava hala karanlıktı. Fırtına
güneşin ışıklarını boğazlıyor ve onlara etrafı görecek kadar bile ışık
vermiyordu.
Kar
vücutlarını sarmaya başladığında ikisi de pes etmişti. Daki bacaklarını
oynatamıyordu ve Kuwala artık hareket edemeyeceğini hissediyordu. Oldukları
yere oturdular.
''Sığınacak
bir yer...'' Daki'nin dişleri birbirine çarparken sesini bastıran fırtınaya
öfkeli konuşuyordu. Kuwala ise titreyerek olduğu yerde oturmaya devam ediyor ve
onu duyamıyordu. Duyduğu tek şey uğultu ve arada gelen kamçı sesleriydi. bir
süre öylece oturdular. Ne yapacakları konusunda tek bir fikirleri bile yoktu.
Kuwala etraftaki beyaz bir perde gibi olan fırtınanın taşıdığı karlara bakarken
durmuştu. İleride yükselen dağı fark edince birden bacakları güç topladı. Ağını
kapatan atkısını indirdi.
''İleride.
Dağ ileride. Orada bir oyuk buluruz.'' demişti. Soğuk rüzgarlara Daki'den daha
iyi dayanıyordu. Onu ayağa kaldırmak için yanına gitti. Kolunun altına girdi.
Heybeyi orada bırakmıştı. Yük olacaktı ve Daki'yi taşımaya çalışırken yardımı
dokunmayacaktı. Daki konuşamadı ve onu ayağa kaldıran adam için bacaklarını
sürümeye devam etti.
Uzun
rüzgar arkalarına geçmişti ve onları itekliyordu. Kuwala dağın içindeki vadiye
girdiğinde rüzgarın burada daha sert estiğini fark etmişti. Vadi dardı ve çok
yüksekti. Burada ki rüzgar onu yere serecek kadar şiddetleniyordu. Yürümeye
devam ederken bir ışık gözüne çarptı. İleride vadinin biraz genişlediği yerdeki
ışığa doğru hızlandı. Orada birileri olması düşüncesini silmişti. Sadece
sığınacak bir yer olduğu fikri ile heyecanlanmış ve umut dolmuştu. Son gücüyle
Daki'yi çekiştirerek oraya doğru gidiyordu.
''Daki!
Gözlerini açık tut!'' demişti. Daki üstüne çöken yorgunluktan silkelenmek için
çabalasa da yavaş yavaş fırtınanın sesi kulağına bir ninni gibi geliyordu.
Kuwala onun uyumaması için konuşmaya çabaladı. Ama her ağzını açışında da
sesini boğan kar ve rüzgarla mücadele etmek zordu. Işığa daha fazla
yaklaştığını hissetti. Bir oyuktan gelen ışıktı. İçeride kimin olduğunu
umursamadan Daki'yi oraya sürükledi. Rüzgar kesilip oyuğa girdiğinde içeride
bir koridor ve ışığın geldiği genişleyen yolu gördü. Oraya gitme niyetinde
değildi. Buraya sığınabilirdi sessizce. Daki'yi duvara doğru devirdi. Yanına
çöktü. Soğuktan yüzü yanmıştı Daki'nin kirpiklerine kadar donmuştu. Onu ısıtmak
için ellerini birbirine sürdü. Ve yanaklarına dayadı. Kısık bir sesle konuşmaya
başladı.
''Daki!''
nefes alıyordu ama yavaştı solukları. Kuwala tekrarladı.
''Daki!''
Ama nafile. Daki derin bir uykuya çekilmişti. Kuzeyin bu fırtınası onun için
çok ağırdı. Kuwala nefesi ile ısıttığı ellerini Daki'nin yanaklarına koyuyordu.
Donmak üzere olan birisine nasıl müdahale edileceğini hiç bilmiyordu. Bacak
bile kesmeyi biliyor ama donmak üzere olan birisine ne yapılacağı babasının
kitaplarında yazmıyordu. Çaresizlik içinde bu sefer daha sert bir sesle
bağırdı.
''Daki!''
ona cevap veren Daki olmamıştı. Ama bir kadın sesi duyulmuştu.
''Burada
birileri var!'' Kuwala korku ile sesin geldiği ışığa bakmıştı. Elinde meşale
ile dikilen bir kadın vardı. Ona bakıyordu. Ve onun ardından gelen birileri.
Kadın elindeki meşaleyi duvara doğru koydu. Ve donmak üzere olan Daki'nin yüzüne
eğildi.
''Onu
ateşin yanına götürün.'' korku içinde bakan Kuwala'ya çevirdi başını.
''Yürüyebilir misin?'' Kuwala doğrulmuştu. İri cüsseli bir adam Daki'yi tek
hamlede omzuna atıp mağaranın içine doğru ilerlemeye başlamıştı. Onları takip
ettiğinde içeride gördüğü manzara onu şaşırtmıştı. Yaşlı, çocuk, kadın ve
erkeklerden oluşan otuz kadar kişiden oluşan bir topluluk vardı. Yakılmış üç
büyük ateş etrafında oturuyorlardı. Onları gören bir kaç kişi ayaklanmıştı ve
en büyük ateşin yanında yer açmışlardı. Kuwala sırtındaki şilteyi çıkarmıştı.
Onu sermek istemiş ama yerdeki kürke yatırmışlardı Daki'yi. Üstündekileri
çıkarıp onu üst bedeni tamamen çıplak kalacak şekilde soymuşlardı. Ve ateşin
orada bırakmışlardı. Kuwala çekingen halde öylece onlara bakıyordu. Yüzü
dışında bütün bedeni kapalıydı. Daki'nin alnına elini koyan yaşlı bir kadındı.
Onun ateşine bakmış ve ardından biraz su vermelerini istemişti. Kaptaki sudan
bir kaç yudum içirmişti Daki'ye ardından dikilen gence bakıp onu davet etmişti
yanına.
''Tanrılar
sizi korumuş ki fırtınada kayıp olmadınız.'' Kuwala üstündeki battaniyeyi
çıkarıp ateşe dönmüştü yüzünü. Isındıkça içi yanıyor ve ikram ettikleri su ile
yanan içini ferahlatıyordu. Biraz uzağında yatan Daki'ye dikmişti kısa süre
sonra gözlerini. Dayanamayıp ayağa kalkıp nabzına bakmıştı. Soluğunu
dinlemişti. Normale dönmüştü nefesi ve nabzı. Vücudu ise ısınmaya başlamıştı.
Esmer hoş teni ateşin kızıllığında Kuwala'nın gözüne daha hoş gelmişti. Utançla
onun baş ucuna oturmuştu. Kampta öğrendiği selam verme şeklini taklit etme iç
güdüsü ile ayağa kalkıp kadını ve onları bulan daha genç kadını selamlayıp
konuşmaya başlamıştı.
''Teşekkürlerimi
sunarım efendiler.'' yaşlı kadın güldüğünde dökülmüş dişlerinden arda kalan ön
dişi gözüküyordu. Yüzü buruşuktu. Elleri ise lekeliydi. Kuwala bir süre daha
sessizce Daki'nin başında bekledi. Eliyle karışmış ve ıslanmış saçları okşadı.
Isındıkça başındaki atkıyı söktü. O anda etrafta var olan fısıltılar durmuştu.
''Yüce
Darta. Bu yaşımdan sonra tekrar beyaz kurt efendisi gösterdin bana!'' yaşlı
kadının heyecanlı ama titrek sesi ile irkilmişti. Gri gözleri ateşte parlarken
onu izleyen gözlerle ürpermişti.
''Adını
bahşet bana efendimiz.'' yaşlı kadın ayağa kalkmıştı. Na doğru yürüdü. Titreyen
bacakları ile yanına oturdu. Kuwala şaşkınlık ve korku ile bakıyordu etrafa.
Yaşlı kadın çekinerek onun beyaz saçlarına sonra soğuk yüzüne dokundu.
Gözlerinden yaşlar akıyordu.
''Adını
bahşet efendimiz.'' diye tekrar ettiğinde Kuwala çekinerek konuştu.
''Rahom
Kuwala Akanov.'' konuşurken kadına bakışları değişti. Onun göz yaşlarını
görünce korkusu hüzne dönüşmüştü. Kadın doğrulup onu kucaklamış ve göğsüne
doğru basıp ağlamaya devam etmişti. Kuwala ona izin verdi ve kendine gelene
kadar dokunmadı. Etrafı saran sessizlikte insanlar başlarına toplanmıştı.
''Bunca
yıl neredeydin?'' Kadın ona hesap soruyordu adeta. Kuwala ise ellerini tutan
kadına bakıyordu.
''Bunca
yıl halkın eziyet ve zulüm içindeyken sen neredeydin?'' Kuwala hala kadının ne
dediğini anlamıyordu. Yaşlı kadın ise hıçkırıklar içinde konuştu.
''Tanrıların
bize kızgınlığı geçti ki seni geri gönderdiler. Efendimiz, bizi terk etmeyin.''
Kuwala onun sakinleşmesini beklerken suskundu. Kadın bir süre sonra ağlamayı
bıraktı. Nemli gözlerle onu izlemeye başladı.
''Ben
doksan yaşındayım. Hayatımda bir çok defa köyüme gelen Rahom gördüm. Yıllar
sonra tekrar görüyorum.'' Kuwala ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı.
''Bana mı
benziyorlardı?'' kadın onun saçlarını okşadı. Tekrar Kuwala'nın soğuk ve
pürüzsüz yüzünde buruşuk ve nasırlı ellerini gezdirdi.
''Senin
gibi saçları beyaz ve yüzleri temizdi.'' Kuwala şaşkınlık içindeydi. Gözleri
uykuda olan Daki'ye kaydı. Ardından yaşlı kadına tekrar döndü ve meraklandı.
''Onlar
benim akrabam mı?'' kadın gülümsedi soruya karşılık.
''Baban ve
babanın babası... Ve ataların onlar senin.'' Kuwala şaşkınlık içindeydi.
Babasının saçlarında kırlar vardı ama siyahlarda vardı. Düşünüyordu. Yaşlı
kadının gri saçları gibiydi. Daki uyanana kadar onların dediklerini dinleyecek
ve daha fazla soru sormayacaktı. Yaşlı kadın onu izlemeye doyamıyordu. Yıllar
sonra çektikleri zulme dur diyecek bir Rahom görmek onu mutlu etmişti.
Mağaranın sessizliğine eşlik eden fırtınanın sesi dışında tek bir fısıltı bile
yoktu.
Kuwala
yorgun olduğunu belirtince ona hemen bir yer açmışlardı. Ama o Daki'nin yanına
kıvrılıp yatacağını söylemişti. Onun yanına uzanıp gözlerini kapamıştı.
Fısıltılar devam edip fırtınanın sesini duyarken bu sesleri bastıran tek sese
odaklanmıştı. Daki'nin göğsünün her inip kalkışında aldığı nefesin sesine...
Orada uzun süre gözleri kapalı sesi dinledi ve ardından yorgun halde uykuya
teslim oldu. Rüyasında gördüğü düş onu uykudan bir çığlıkla uyandırdı.
Rüyada
Kızıl Ormanda üstüne doğru gelen karanlıktan kaçmaya çabalıyor ve her adım
atışında yerdeki siyah suya daha çok batıyordu. Nefesi kesilir gibi uykudan
uyanmaya çalıştığında boğuluyor ve yardım çığlığı atmaya çabalıyordu. Çığlıkla
uyandığında ona şaşkınlık içinde bakan gözlerle karşılaştı. Giyinmiş ve biraz
ilerisinde oturan Daki ile göz göze gelene kadar sakinleşemedi. Daki oturduğu
yerden kalkıp onun yanına gelmişti. Fırtınanın sesi hala şiddetliydi. Oturduğu
yerde Kuwala'ya birden sıkıca sarıldı. Saçlarını okşayıp çenesini başına
dayadı.
''Güvendeyiz.''
demişti. Kuwala derin bir nefes aldı. Kaşları çatıldı.
''Uzun
zamandır rüya görmüyordum. Bu iyi değil. Oradan uzaklaşmayacaktım. Bir şeyler
ters gidiyor. Orman huzursuz ve karanlıktı.'' Daki onu bıraktı. Yüzünü avuçları
arasına aldı.
''Oraya
dönemeyiz. Kamptan çoktan büyük bir birlik peşimizdedir. Ve Kurt binicileri...''
Kuwala onun göğsüne doğru bıraktı başını. Derin derin nefes aldı.
''Başını
belaya soktum.'' Daki bunu duyunca gülmüştü.
''Bela mı?
Beni kurtardın. Hem zincirlerden hem ölümden. Bu bela demekse sorun değil. Ama
sana öğrettiğim bela bu değil. Senin bana yaptığın şey özgür kılmaktı.'' Kuwala
bunu duyduğunda tebessüm etmişti. Bir süre daha etraflarındakileri yok sayıp
öylece durdular. Daha sonra ise pişen yemeğin kokusuna dayanamayıp ateşe doğru
daha çok yaklaştılar.
Daki
fazlası ile özlem çektiği etten tıka basa yemişti. Yirmi beş yaşında bir adama
göre fazlası ile neşeli ve çocuk olmayı seviyordu. Kuwala onu yemek yiyişini
izlerken kendisi yemek yemeyi unutmuştu. Aralarında ufak bir kız çocuğu
oturuyordu. Daki ile yerken yarış halindeydiler adeta. Cüssesine göre fazla
iştahlı kız eti kemiğinden sıyırıp hızla çiğnerken Daki ona pay kaptırmamak
için hızlanmış ve sonunda pes etmişti. Elinin tersi ile ağzını silip şişen
karnına elini dayamıştı.
''Nasıl bu
kadar çok yiye biliyorsun çocuk?'' diye ona çıkışmıştı. Kız çocuğu ise yemeye
devam ediyordu. Kız iştahla yemeğine devam ederken Kuwala önündeki tepsiden bir
parça aldığı et ile öylece durmuştu. Yanlarına gelip yemeğini yemeye
başladığında yakının da oturan dün onları bulan kadın konuşmuştu.
''Annemin
heyecanın mahsur görün. Yıllar sonra...'' Kuwala gülümsemişti. Kadına döndü.
''Size
hayatımızı borçluyuz. Bize yemeğinizi sundunuz ve yatağınızı açtınız.'' Bu lafları
Daki ve Ung askerlerinden öğrenmişti. Kadın gülümsedi ve hala yemek yiyen kıza
seslendi bu sefer.
''Çok
yersen şişeceksin kızım.'' Kız ise annesini duyunca lokmasını yuttu ve ince
sesi cevap verdi.
''Büyümek
için yiyorum.'' Kuwala ona bakıyordu kız ise kaşları çatık halde Kuwala'ya
dikti gözlerini.
''Bana
öyle bakma! Eğer hızlıca büyürsem güçlenirim.''
''Neden
güçlenmeye ihtiyacın var? Baban ve annen seni korumuyor mu?'' Kız birden
durgunlaştı. Kaşları çatıldı ve gözleri doldu.
''Babamı
öldürdüler.'' Kuwala bunu duyduğunda ona bakıp kalmıştı. Kızın annesi ise soğuk
bir sesle konuştu.
''Bir kaç
hafta önce siyah kurt sürüsü ve binicileri köyümüze geldiler. Bütün
yiyeceklerimizi almaya kalkıştılar. Kocam köyün reisiydi. Onlara karşı
çıktığında öldürdüler ve tekrar geleceklerini söylediler. Bizde orayı terk
ettik.'' Kuwala bunu duyunca küçük kızın saçlarına elini koydu. Nazikçe okşadı.
Daki ise Kuwala'dan önce uyandığında hikayeyi duymuştu. Kendini ve Kuwala'yı
anlatmış ve ona geçmişini öğretmek üzere büyük tapınağa gittiklerinden söz
etmişti. Yolları aynıydı ve bu bölgeyi bilen birileri oraya gitmek oldukça
akıllıca bir hareketti.
Fırtına
dindiğinde toparlanmıştı herkes. Daki ve Kuwala onlarla hareket edeceklerdi.
Kuwala bunu öğrendiğinde şaşırmıştı. Ama büyük bir grupla yolculuğun daha iyi
şartlarda geçeceğini söylediğinde Daki onu ikna edebilmişti. Kızaklara
battaniye ve şiltelerini koymuşlardı. Daki grubu koruyan bir kaç erkekle
beraber güvenlik konusunda sorumluluk almıştı bile. Kuwala ise bir kaç yaralı
ile ilgilenip kendini kabul ettirmişti. Yolculuk vadide devam ediyordu. Kal
dolmuş yolda ilerlemek zordu ama kızakları çeken adamlar sayesinde kadın, yaşlı
ve çocuklar rahat gidebiliyordu. Kuwala ve Daki bir kızağı çekme görevini
almışlardı. İplerinden tutup çekmeye başlamışlardı. Daki yükün çoğunu almıştı.
Ona kızağın ince ipini vermiş ve kendini dahil hissetmesi için bunu yapmıştı.
Yorulmasını, hasta olmasını istemiyordu. Ellerinin nasır tutmasını dahi
istemiyordu. Bu saplantılı gelse de onun için bu sevmekti. Endişe etmek ve onun
iyi olduğunu bilme arzusu sevmekti.
Akşama
doğru çoktan vadiden çıkmışlardı ve mola vermişlerdi. Buldukları geniş bir
oyuğa yerleşip ateş yakmışlardı.
''Fırtına
tekrar başlamadan dağa tırmanmalıyız. Orada büyük tapınağa giden eski yol var.
Bir hafta kadar sonra orada oluruz. '' Daki konuşan adamın deri haritada gösterdiği
yola bakıyordu. Kimsenin bilmediği bu patikayı ilk defa görüyordu. Ona göre
dağa varmak için bir ay gerekiyordu. Ama köylüler bu yolun eskiden beri
kullanıldığını söylemişti.
''Güvenli
mi?'' Daki kaşları çatık soruyordu.
''Elbette.
Burayı bizim dışımızda kimse bilmez. Oraya gitmenin en kısa yolu. Patika bir
dağın içinde kendiliğinden açılmış bir yol. Kızakları bırakmak zorunda
kalacağımız kadar dar. Ama orada yürüdüğümüz sürece ne fırtına bizi
durdurabilir ne de başkaları. Geçit Büyük Darta Tapınağına açılan bir yol!''
Daki bunu duyunca sevinmişti. Bir hafta yürüyüş yeterliydi. Karanlıkta yükselen
dağı gösterdi adam.
''Dağa
tırmanmak riskli. Bu yüzden fırtına başlamadan geçide girmeliyiz.''
Daki
dizinde uyuyan Kuwala'nın saçlarını okşadı. Oyuk sıcak ve güvenliydi. İyi bir
uyku çekmesi için onu dizine yatırmıştı.
''Dik
yamaçtan çıkarsak yaşlılar gelemez.'' Daki bunu söylerken yükselen dağın
heybetine bakıyordu.
''Merdivenler
var. Ama çok dikler. Kızakları burada bırakmak zorundayız ve oradan
tırmanacağız. Sabahın ilk ışıkları ile tırmanmaya başlamamız gerek.'' Daki
düşünüyordu.
''Fırtına
izlerimizi silse bile kızakları gören geçidi bulabilir. Onları uzağa bırakmalıyız.''
Bunu söylediğinde onunla konuşan grubun lideri olan adam başını sallayıp
düşünmeye başladı.
''Yarın
kızları ileriye taşıyıp bırakırız. Bizimle olmanıza sevindik Efendi Daki.''
Daki gülümsedi.
''Bizi
kabul ettiğiniz için teşekkürler.'' Gurubun lideri uyuyan Rahoma baktı.
''Onu
koruma görevini üstlenerek tanrılar tarafından kutsanmış oldunuz. Genç Rahomun
çok uzun yolu var ve bu yolda ona yardım ediyor olmanızın sebebi nedir?''
demişti. Daki ise çekinmeden konuşmaya başladı.
''Sanırım
onu çok sevdim. Bu dünyaya ait değilmiş gibi. Onu korumazsam solup gidecekmiş
gibi hissediyorum. Daha da önemlisi onunla olmak beni mutlu ediyor.'' deyip
gülümsemişti. Kimseden çekinmiyor. Çekinmesine gerek yoktu. Artık ne bir prens
sorumluluğu ne bir komutan yükü vardı üstünde sadece Daki olarak Kuwala ile
çıktığı macerada onunla hayata doymak istiyordu.
''Ona iyi
bir yoldaş oluyorsunuz. Şimdi yatıp dinlenelim.'' Oradan ayrılıp karısının
yanına dönmüştü. Daki oturduğu yerde uyuklamaya başlamıştı.
Sabahın
ilk ışıklarında yola koyulmak üzere hareketlenmişlerdi. Daki ve bir kaç
yetişkin erkek kızakları daha uzağa götürmek için yola çıkacaktı. Kuwala o
gideceği sırada Daki'nin kuşağına asılmıştı.
''Seninle
geleceğim.''
''Burada
kalman daha iyi olur. Yorulmamalısın. Zor bir tırmanış olacak.'' Kuwala'yı ikna
edememişti. Onuda yanlarına alıp bir süre yürüdüler. Dağın keskin yamaçlarının
eteğine kadar gelmişlerdi. Orada kızakları bırakacaklardı. Boş kızakları gelişi
güzel bıraktılar. Geri dönmek için yürümeye başladılar.
''Merdivenleri
kar örttüğü için tırmanırken kadın ve çocukları öne alalım.'' Gurubun lideri
ile konuşuyordu yetişkin erkekler. Daki ve Kuwala onları dinliyordu.
''Yaşlılar
arkada kalmalı.'' grup lideri bunu duyunca reddetmişti.
''Yaşlılar
ve kadınlar ile çocuklar bizim önümüzden çıkacaklar. Ben önden çıkacağım.
Basamaklarda izlerimi takip edecekler.'' Aralarından birisi grup liderine
çıkıştı.
''Yaşlılar
bizi yavaşlatırlar. Birisi düşerse sırayı bozarlar ve birileri hayatını
kaybedebilir.'' demişti. grup lideri bu riski biliyordu. Kaşlarını çatıp
sakalını kaşıdı. Kuwala onları dinlerken Daki'nin yanına doğru sokuldu.
''Yaşlılarla
beraber tırmanalım!'' Daki bunu duyunca şaşırıp ona bakmıştı. Kuwala ise
kendinden emin bir şekilde tekrarladı.
''Onlardan
sonra yaşlılarla beraber tırmanalım.'' Daki ve diğerleri onu net bir şekilde
duymuştu. grup lideri ise karşı çıkmaya hazırdı.
''Siz
misafirimizsiniz. Risk almanızı istemiyoruz.'' Kuwala yanlarında yürüyen
adamlara bakıyordu.
''Onlarla
beraber geliriz. Ben önden Daki arkadan çıkar. Bu sayede diğerleri de güvende
olur. bir kaç adım gerinizde olacağız.'' Daki derin bir nefes aldı ve
Kuwala'nın teklifini reddetti. Onun hayatını riske atmak istemiyordu.
''Grup
lideri ile tırmanacağız. Onunla beraber önden çıkmalıyız.'' Kuwala onu reddetmek
için konuşacağı sırada Daki sert bir şekilde kaşlarını çattı.
''İtirazın
boşa olacak. Önden tırmanacağız.'' Kuwala sessizlik içinde onu takip etmişti.
Geri döndüklerinde tırmanışa geçeceklerdi. Anneler çocuklarının bellerine
bağladıkları kuşakların diğer ucunu ise kendi bellerine bağlamıştı. Dört kadar
emzikli çocuk vardı. Kuwala ve Daki Grubun Lideri ile önden çıkmaya başlamış ve
ikili sıra halinde konuştukları gibi yaşlılar ve çocuklar ile kadınlar onları
takip ederken yetişkin erkek ve genç erkekler arkadan onları izliyordu. Kar
sertleşmişti. Yavaş yavaş merdivenleri çıkarken Daki sessizlik içinde başı önde
giden Kuwala'nın elini birden tutmuştu. Kuwala ona bakınca elini daha sıkı
tuttu.
''Düşmemen
için!'' demişti Daki. Sessizlik içinde tırmanış sürdükçe çizen merdivenleri tırmanıyorlardı.
Merdiven
basamakları iki adımda tamamlanıyordu. Kar yüzünden basamaklar düzleşmişti.
Herkes dikkatliydi. Yaşlılar yanlarındaki genç kadınlardan destek alıyordu.
Lider onların bir kaç adım önündeydi. Daki yanında yürüyen Kuwala'nın elini
tutarken yüzündeki mutluluğu belli etmemek için ciddiyetli bir bakış
takınmıştı. Kuwala arada ona bakıyor ve gülümseyip geri başını çeviriyordu.
Daki'nin sakalları kendini göstermişti. Tıraş olamadığı için siyah sakalları
çenesini kuşatıyordu. Daha erkeksi bir hava takınmış ve yaşı ortaya çıkar
olmuştu. Kuwala onun sakallarını görünce kendi yüzüne dokundu. Onun gibi erkek
olmasına rağmen sakalları yoktu.
''Üşüdün
mü?'' Eli yüzünde iken öylece kalmıştı. Daki onun elini yüzüne götürdüğünü
görünce üşüdüğünü düşünmüştü.
''Eğer
üşüdüysen atkımı alabilirsin.'' demişti. Kuwala bir bencillikle başını salladı.
Daki'nin kokusu olduğunu düşündüğü atkıyı takmak için üşüdüğü bahanesini
kullanmıştı. Yolculuğun geri kalanında burnuna kadar saracağı atkıdan gelen
Daki'nin tenin kokusunu solumak istemişti. Daki durup boynundaki atkıyı söktü.
Onu Kuwala'nın boynuna ve burnuna kadar dolaşmıştı. Tekrar elini tutup yürümeye
başladıklarında Lider durup kırılmış merdivenlere bakıp kalmıştı. Kar düşüp merdivenleri
görünmez yapmıştı. Öğlen olmuş ve uzun tırmanış durmuştu.
''Yolu
açmamız uzun sürer mi?'' Daki bunu sorarken havanın kararacağını
hesaplamaktaydı.
''Temizleyemeyiz.
Burayı yavaş geçeceğiz.'' demişti. Elindeki uzun sopası ile karı yokluyordu.
Arkaya doğru dönüp bağırdı.
''Yavaş
yavaş geçeceğiz burayı benim adımım dışında adım atmayın.'' demişti. Yürümeye
devam etti. Daki yürürken elini sıkıca kavradığı Kuwala'yı kendine yakın
tutuyordu. Herkes yavaş yavaş geçerken birden çığlıklar ile durmuştu ön sıra.
Dönüp bakınca insanların yanlara kaçıştığını gördüler. Bir kaç kişi yere düşmüş
ve birisi kayarak giderken insanlar onu yakalamaya çabalamıştı. Yaşlı bir adam
düşüyordu ve merdivenlerden çığlıklar yükseliyordu. bir tarafı dağın heybeti
ile kaplıyken diğer taraf açık bir uçurumdu. Yaşlı adam uçuruma giderken
kucağında çocukla bir kadın çığlıklar atıyordu. Lider oraya doğru hızla
hareketlenmişti. Ama yaşlı adamın düşüşüne engel olamadılar. Kadın kucağında
bebek ile ağlayarak yere çökmüştü. Kaybettiği babası için göz yaşları
döküyordu. Liderleri ise onu teselli etme çabası içindeydi.
''Onları
biz çıkarabilirdik.'' Kuwala bunu söylerken sinirlenip elini çekmişti.
''Senin
yaşamın dışında endişe ettiğim bir hayat yok! Orada olsaydık sende
düşebilirdin.'' Kuwala onun bencilliğine sinirlenmişti. Kaşlarını çatmıştı.
''Yavaş
tırmansaydık o düşmezdi.'' diye çıkıştı. Daki ise kararının arkasındaydı. Grubu
bir sessizlik sarmış halde yola devam ederken sadece babasını kaybeden kızın
ağıdı vardı. Kuwala adam düştükten sonra Daki'nin elini tutmamıştı. Gün
kararmaya başlarken daha yolları vardı. Şanslarına ay ışığı onlara yol
gösterecekti. Daha da yavaşlamış ve basamakları dikkatle çıkıyorlardı. Daki
Kuwala'nın önünden gidiyor ama arada ona omzu üzerinden bakıyordu. İyi olup
olmadığını kontrol ederken arkadan su ve ekmek gönderilmişti.
''Durup
yemeğimizi yiyelim!'' emri ile grup olduğu yere oturmuştu. Yavaş yavaş
yemeklerini yerken omuzlarında ki yükleri indirmişlerdi. Kızaklarda ki yükleri
omuzlarına almışlardı. Kürkler ve daha ağır yükler yetişkin erkeklerde idi.
Daki'nın omzunda ise sıkıca sarılmış battaniyeler vardı. Yükünü indirip verilen
ekmekleri ileri doğru uzattı. Son üç ufak yuvarlak ekmek onlara kalmıştı. Lider
onlarla beraber yerken gözü arkasındaki karısı ve oğlundaydı. Onların
karınlarını doyurduklarını görene kadar ekmeğini yemedi. Bir kısmını elden ele
oğluna gönderdi. Daki ise kendi payını kaldırmıştı. Sadece su içmişti. Sudan
bol şeyleri yoktu. Deri mataralarına doldurdukları kar eriyip içilebilir hale
geliyordu. Suyunu içerken göz ucu ile oturan Kuwala'ya bakıyordu. Acıktığı
ekmeği hızlı yiyişinden anlaşılıyordu.
Kısa süre
sonra tekrar harekete geçmişlerdi. Kuwala yürümeye başlamış ve Daki'nin
atkısını burnuna kadar tekrar çekiştirmişti. Ona kızgındı ama bunu uzun
sürdürmek istemiyordu. Ama nasıl tekrar ona sokulacağını henüz bilmiyordu.
Yemeğini yerken Daki'nin çatık kaşlarından ürkmüştü. Bu yüzden sessizce yoluna
devam edecekti. Düşüncelerin dalgınlığı ile birden bastığı yer ayağının
altından kayar gibi hissetmişti. Ayağı kaydığı için tutunacak yer ararken
kaymıştı. Buz vardı ve bunu fark edememişti. Liderin adımı dışında bir yere
başlamıştı. Korku ile kaydığını fark ettiğinde tutunmak istemiş ama sadece bir
çığlık atabilmişti. Düşeceğini sandığında Daki onu yakalamıştı. İkisi beraber
yere çökmüştü. Kuwala onu tutan adama bakıp kalmıştı. Daki'nin korku içinde
açılmış yeşil gözleri ona bakıyordu. Üzerine doğru eğilmişti.
''İyi
misiniz?'' lider dönüp onlara bakıyordu. Grup durmuş ve Daki'nin hemen
ardındaki Liderin karısı ve oğlu şaşkındı.
''Buz
var!'' Kuwala bunu kekeleyerek söylemişti. Düşeceğini sandığı için korkuyordu.
Bacakları titriyordu hala. Bir adım ötesi uçurum olan bu yerde gece tırmanmanın
verdiği korkuyu yeni hissediyordu. Daki'nin boynuna doğru kollarını dolayıp
ayağa kalkabilmişti. Dizleri titriyordu ve hareket edemiyordu. Uçurumdan esen
rüzgar sanki artmış gibiydi. Öylece Daki'ye dolanıp kalmıştı.
''Yürüyebilir
mi?'' Lider beş adım kadar öndeydi. Onlara seslenmişti. Kuwala ise korku içinde
hızlı hızlı nefes alıyordu. Daki onu yakalamasa düşeceği düşüncesi ile gözleri
kararıyordu.
''Duramayız.''
Lider konuşmaya devam ediyordu. Daki boynuna dolanmış adamın korkudan hızlı
atan kalbinin sesini duyuyordu.
''Devam
edebilir.'' dedi. Kuwala ise kımıldamak istemiyordu. Daki onu yavaşça kendinden
ayırdı. Elini onun beline doğru doladı. Uçurumun olduğu tarafa doğru geçmişti.
''Sorun
yok! Bu tarafta ben duracağım.'' demişti. bir kişi için güvenli olmayan
merdivenleri ikili çıkar olmuşlardı. Kuwala titreyen dizlerine güç toplamak
için adımlar atıyordu. Korku ve yürüyüş onu yormuştu. Yalnız onu değil bütün
grup gün doğarken yorgunluktan yürüyemez olmuştu. Durmaları gerekiyordu. İkinci
defa yemek ve su için merdivenlere oturmuşlardı.
''Yarım
saat kadar bekleyeceğiz.'' dedi lider. Kuwala ve Daki'yi geçip oğlu ve
karısının yanına indi. Kuwala oturduğu yerde gönderilen ekmeğini yemeye
başlamıştı. Daki gece sakladığı ekmeğinin yanına bu seferde yarım ekmek koydu.
Kalanını yemişti.
''Biraz
uyumak ister misin?'' bunu söylerken eşlerine sokulan kadınları, annelerine
sokulan çocukları izleyen Kuwala'nın elini tutmuştu. İnsanlar kısacıkta olsa
uyumak istiyorlardı.
''Merak
etme seni sıkıca tutarım.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ona doğru sokuldu.
Kolunun altına girip beline doladı kollarını. Başını göğsüne yasladı. Hemen
gözleri kapanmıştı. Mola bir saate kadar uzatıldı. İnsanların uyuması
gerekiyordu. Lider tekrar toplanacakları zaman gür sesi ile seslenmişti. Uyku
sersemi kalkanlar düşmemek için el ele tutuşur olmuştu. Yaşlılar sopalardan
destek alarak devam ediyordu. Daki ise ona sıkıca tutunan Kuwala'yı tutuyordu.
Gün tekrar
kararmaya başladığında merdivenlerin sonu görülmüştü. Lider gülümsedi. bir
kayıpla başardıkları tırmanışın mükafatı olan dar geçit görülüyordu.
''Geldik!''
diye bağırmıştı. İnsanlar heyecan içindeydi. Geçide doğru hızlanmışlardı. Gün
tamamen karardığında ise herkes iki kişinin yan yana zor sığdığı geçidin
içindeydiler. Yorgunluk ile çökmüşlerdi. Bir yarıktı burası. Dar ve yüksek
yarığa kar çok az düşmüştü. Yukarı doğru yarık daralıyordu. Lider herkese
dinlenmesini söyledi. Tekerli şekilde yan yana dizilip kürk ve şilteleri serip
uyumaya başlayacaklardı. Artık güvendeydiler. Uyumak ve dinlenmek için
zamanları vardı. Ama yemekleri çok azdı. Herkese yarımşar küçük somon
vermişlerdi. Kuwala yemeğini yedikten sonra uyumak için gözlerini kapamıştı.
Daki ise yemeğin tükeneceğini düşünerek yine yarısını yeyip kalanını sakladı.
Deriden yapılma ufak heybesinde saklamaya başlamıştı ekmekleri. Olacağını
bilemezlerdi.
Dediği
gibi geçide girdikleri üçüncü günde yemek tükenmişti. Su ise azalmıştı geçitte
kar yoktu ve eritecek kar olmayınca çabuk tükenmeye başlamıştı. Annelere
verilmişti son yiyecekler. Emzirmeleri için yemeleri gerekirdi. Sessizlik
içindeki yürüyüş öğlen durmuştu. Arkadaki erkelerden birisi hırçınlaşmıştı.
''Bizimle
yemeğini paylaş!'' diye bağırdığı kişi kucağındaki bebeği sıkıca kavramış genç
bir kadındı.
''Onlar
benim hakkım. Saklamıştım.''
''Duydunuz
mu? Saklamış!'' Kadının üstüne yürüdüğünde olaya müdahale eden kişi o gece
oyukta Kuwala ve Daki'yi bulan Marinoe ismindeki kadındı. Sertçe bir yumruğu
annenin üstüne yürüyen adama geçirmişti.
''Ona
verdiklerimizin hepsini yemeyip sakladı. Seni dirençsiz herif!'' demişti. Adam
burnu kanlar içinde yerdeydi. Dar geçitte çıkan kavga tehlikeliydi. Daki gözünü
yukarıya doğru çevirdi.
''Sessiz
olmamız gerekiyor.'' demişti. Yerdeki adam bunu duyunca Daki'ye doğru başını
çevirdi.
'' Sen
karışma. Yanındaki korkak herifi kucaklamaya devam et!'' demişti. Lider oraya
doğru geçmişti. Yerdeki adamın burnuna bakması için birilerini çağırdı. Adam
ise öfke ile onunla ilgilenen lideri iteklemişti.
''Hepimiz
açlıktan bu geçitte öleceğiz. Oraya varamayacağız. Yaşlı herif gibi erken
ölmediğimiz de...'' Kuwala aşağıya doğru düşmeye başlayan kara bakıyordu.
Daki'nin kolunu tutup yukarıyı işaret etti. Ses arttıkça eko yapıp yukarıda
biriken karı harekete geçiriyordu. Bir o değil bir çok kişi yavaş yavaş aşağıya
doğru düşen karlara bakıyordu. Tepelerinde yükselen karın aşağıya düşmesi bir
felaket olurdu. Marinoe yerdeki adamın üstüne doğru atılıp daha fazla
bağırmaması için elini ağzına bastı.
''Hepimizi
öldüreceksin.'' diye fısıldamıştı. Dam ise mırıldanmaya devam ediyor ve ondan
kurtulmak için bir tekme savurmuştu. Üstündeki kadını atınca daha yüksek sesle
bağırdı.
''Geberin gidin!''
o anda bir uğultu duyulmuştu.
''Koşun!''
diye bağıran Daki olmuştu. İlerden düşmeye başlayan karı görmüş ve herkes
yükünü bırakıp hızla koşmaya başladığında izdiham çıkmıştı dar geçitte. Hızla
koşuyorlardı. Üstlerine yığılmaya başlayan kar onlara yetişmek üzereydi. Bu dar
geçide ölmek istemiyordu kimse. Çocukları, yaşlıları umursamadan koşuyordu.
Bildikleri kadar hızlı kaçmışlardı. Ama grubun yarısı düşen çığın altında
kalmıştı. Kardan kaçabilenler birazcık daha genişleyen bölüme doluşmuştu. Kar
geçidi tamamen kapatmıştı. İnsanlar korku içinde kapanan geçidin önünde
duruyordu. Daki elinden tutup sürüklediği Kuwala'nın hayatta olduğunu görünce
öne doğru ilerledi.
''Onları
kurtarmalıyız!'' Marinoe bunu söylerken korku içinde son anda kendini içeri atmanın
şokundaydı. Kavganın çıktığı yerin önündeki herkes kurtulmuştu. Ama arkada
kalanların çoğu çığın altında kalmıştı. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve
erkekler... Etrafta derin bir sessizlik varken burnu kan içindeki adam bir
kahkaha attı. O da kurtulmuştu.
''Size
öleceğimizi söylemiştim.'' diye bağırıyordu. Daki bu sefer dayanamadı. Ona
doğru yürüyüp bir tekme savurdu. Onu yere devirmişti. Kılıcını çektiğinde kimse
ona dur dememişti.
''Öldür
beni! Zaten hepimiz öleceğiz.'' diyordu. Daki elindeki kılıcı bir süre ona
dönük tuttu. Grubun lideri ona doğru gelmişti. Daki'nin önünde durmuştu.
''Yeteri
kadar kayıp verdik. Yapma.'' demişti. Daki onu dinleyip kılıcını kınına soktu.
Oradan sağ çıkamaya bilirlerdi. Kurtulanlar ölüler için dua ediyordu. Ve
suçladıkları adamı grubun içinde dışlamışlardı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Mataralarına kar doldurdular. Bütün kürkleri, ve eşyaları karın altında
insanlarla gömülüp kalmıştı.
''Onları
çıkaramaz mıyız?'' Marinoe hala direniyordu. Ama tonlarca ağırlıktaki kar çoktan
onları boğmuştu. Lider yükselen kar yığıntısını gösterdi.
''Kazamayız.
Bunu yapamayız.'' Marinoe hıçkırıklar içinde konuşmaya başladı.
''Çocuklar
var orada. Ve büyüklerimiz...'' bebeği ile kurtulamayan kadını anlatırken
hıçkırıklar içinde yere çökmüştü. Kuwala onun yanına doğru yürüdü. Liderin
ayaklarına kapanmış kadının yanına çöktü. Elini sırtına koydu. Zavallı kadın
orada annesini kaybetmişti. O gece ilk tanıştıkları gece ona hayranlıkla bakan
yaşlı kadında karın altında kalanlardandı.
''Herkesi
kurtaramazsın.'' demişti. Bu sözü henüz dokuz yaşındayken babasından
öğrenmişti. Ölmüş bir kaç yavru tavşan için ağlarken babası onu böyle teselli
etmişti. Aynı sözlerin Marinoe için işe yarayacağını düşünmüştü.
''Kızın hayatta
ve sende...'' diye devam etti. Marinoe doğrulup ona sarılmış ve bir süre daha
ağlamıştı. Herkes yasını tutmaya devam ederken orada dinlemeye karar
vermişlerdi. Kuwala bu korkunç anı unutamıyordu. Karın herkesi yutuşunu
görmüştü. Daki onu çekerken arkasına bakmış ve insanların çığlıklar içinde
tonlarca kar altında ezilişini görmüştü. Doğanın acımasız bir katil olduğu
geldi aklına. Zayıflara acımayan bir katildi. Güçlenmesi gerekiyordu.
Ayaklandı. Herkes bitkin halde otururken bir cesaret ayağa kalktı.
''Devam
etmeliyiz. Ve sen!'' derken hala yüzünde korkunç bir gülümseme oturan adama
dönmüştü.
''Sen
ölülerimize bakacaksın!'' derken üstüne doğru yürümüştü.
''Onu
bağlayıp burada bırakacağız. Açlıktan ölsün. Korktuğu şey yüzünden bir sürü
arkadaşınız öldü. Cezası bu!'' demişti. Sessizlik kabul edişti aslında. Lider
ayağa kalktı. Onunla beraber sona kalan erkeklerde ayaklanmıştı. Buldukları
hasır iplerle adamı bağlayıp köşeye atmışlardı.
Yollarına
devam ederken adamın ağzını kollarını ve bacaklarını bağlamışlardı. Açlık ve
susuzluktan orada can vermesini istiyorlardı. Orada ölenlerin ruhunu
onurlandırmak için bu şarttı. Daki yanında yürüyen Kuwala'ya döndü. Acımasızca
bu kararı beğenmişti.
''Bir
lider gibiydin.'' dediğinde Kuwala ona çevirdi başını.
''Marinoe
gibi güçlü bir kadın bize yolcuğumuz da lazım. Onun kendini toplaması için o
adam cezalandırılmalı gibi hissettim.'' Daki başıyla onu onayladı. Deri
heybesinden çıkardığı yarım ekmeği ona uzattı. Herkesin arkasındaydılar.
Onlarla aralarında mesafe çoktu.
''Bunu
saklamıştım. Yemelisin.'' dedi. Kuwala ekmeği ikiye böldü ve diğer yarısını ona
uzattı.
''Demek
istediğini anladım Daki. Bu dünyada bizi kimse önemsemiyor. Kendimi korumam
gerek. Seni korumam gerek.'' Daki bunu duyunca başını yavaş yavaş salladı.
''İnsanlar
korkak ve sığınacak yer arıyorlar. Yüklerini atacakları kişiler arıyorlar.
Güçlü olana kadar onlara umut verme.'' Kuwala başını salladı. İnsanları korumak
istiyorsa güçlü olmalıydı.
Ama nasıl?
Bunları
düşünerek yürümeye devam etmişti. Son molalarını vermişlerdi. Gün tekrar
doğduğunda geçidin sonuna gelmişlerdi. Herkes yavaş yavaş çıkmaya başladığında
karşılarında yükselen tapınağa bakıp kalmışlardı. Geniş ve rahat bir patika
onları kucaklıyordu. Tapınak yükselirken etrafını çevirmiş örülü surlar
tapınağın sadece kubbesini gösterecek kadar yüksekti. Kuwala Darta Tapınağını
babasından duymuştu. Ama ilk defa görüyordu. Gözleri ışıldayarak Daki ile yan
yana yürümeye başlamıştı.
''Sen daha
önce geldin mi?'' demişti Kuwala. Daki başını sallayıp yürümeye devam etti.
''İlk defa
geliyorum. Ama burayı bilmeyen yoktur. Kör Kahin burada yaşıyormuş.'' Kuwala
duyduğu isme gülünce Daki ona ciddi bir bakış attı.
''Gülmemelisin.
O geleceği ve geçmişi görebilen bir adam. Saygın ve bir o kadar güçlü. Onunla
konuşmaya geldik.'' Kuwala gülmeyi bırakıp patikada grubun arkasından yürümeye
devam etmişti.
''Neden
onu görmemiz gerek?''
''Sana
anlatamayacağım ama onun gösterebileceği şeyler için. '' Kuwala denileni
anlamamıştı. Sadece sıcak bir yerde uyumak istiyordu ve mümkünse yıkanmak.
Tapınağa doğru yaklaşıp büyük surların önünde durmuşlardı. Kapılar ardına kadar
açıldığında herkes şaşkındı. Etraf kalabalıktı. Bir çok köyden kaçıp gelenler
ve tapınağın genç kahinleri vardı bahçede. Onları karşılayanlardan birisi ileri
doğru çıktı.
''Başınızdan
geçen felaketleri Yüzce kahin gördü. İçeri gelin.'' demişti. Kuwala içeri
girerken onu saran enerji ile bedeni karıncalanmıştı. Uzun zamandır
hissetmediği ulumayı duymuştu. Etrafını saran ürperti ile içeri doğru
adımlarını geciktirmişti. Bir süredir peşini bıraktığını düşündüğü beyaz kurdun
gözlerini hissediyordu. Ürperti ile ilerlerken tapınağın beyaz basamaklarında
dikilen adamı gördü. İstemsizce ona doğru gidiyordu. Arkasından seslenen
Daki'yi duymadı bile. İnsanları hızla geçip asasından destek alarak ayakta
duran yaşlı adamın önünde durdu.
''Beyaz
Gelincik ve onun beyaz asil kurdu...'' Yaşlı adam bunları söylerken elini
uzatıp onun yüzünü okşamıştı.
''Uzun
zamandır seni bekliyordum. Evine geri döndün.'' demişti. Kuwala sessizlik
içinde adama bakıyordu. Nedensizce gözleri doluydu. İçini sıkan bir şey vardı
ve gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaşlı adamın elinin üstüne elini koydu.
Hissettiği acıyı anlamıyordu ama istemsizce ağlıyordu. Birisini kaybetmiş,
birilerini kaybetmiş gibi hissediyordu. İsimlerini bilmediği ama ona ait olan
bu kişileri hissediyordu.
Bölüm
Dört: Bütünleşen Bedenler
Bir kaç gün olmuştu. Tapınakta kalan
insanlar ile karışmıştı köylüler. Orada binlerce sığınmacı vardı. Köyleri
yağmalanmış ve açlıkla, ölümle savaşan onlarca insan bu tapınağa ve rahiplerine
sığınmışlardı. Kör kahin hepsine kucak açmıştı. Ama beklediği misafiri sonunda
gelmişti.
''İki yüz
yıl boyunca buraya gelen iki Rahomsun!'' Sözlerini söylerken içerideki cam
kubbenin altında yetiştirdiği çiçekleri ile uğraşıyordu. İçerisi dışarıdan
farklıydı. Bir bahar havası var gibi güneşli ve sıcaktı. Onunla konuşmaya
cesaret etmişti Kuwala. Bu yüzden dördüncü gün dolup beşinci günün şafağında
yanına gitmişti.
''Hissettiklerim,
atalarımın ruhları mı?'' Kör kahin dikenleri olan kırmızı çiçeği koklamıştı.
Ezbere bildiği bu cam kubbenin altındaki serada saatlerini harcardı.
''Onlardı.
Seni bekleyen ruhları sonunda gelişini kutluyorlar. '' Çiçeği yavaş yavaş
elindeki makasla budamaya başlamıştı. Hasta olan yapraklarını nazikçe
kesiyordu.
''Bir
kutlama yapıyorlarsa neden mutsuzlar ve beni de ağlatıyorlar.'' Günlerdir
rüyalarında hıçkırık sesleri duyuyordu. Çığlıklar atarak ağlayan sesleri
duyuyordu karanlıkta. Son günlerde uyuyamaz olmuştu. Uykusuzluk yüzünden gözleri
kızarmıştı. Lokmalar boğazından geçmiyordu. Odayı paylaştığı Daki onun için
endişeliydi.
''Ruhları
ıstırap içinde çünkü. Sevinçleri bile bir ağıt gibi. Sıkışıp kalmışlar
gölgelere. Çekip gidemiyorlar.'' Kahin makası nazikçe yanında bekleyen genç
rahibe verdi.
''Son
günlerde uykundan uyandırlıma sebebi onların sesleri olmalı. Kara Kurt senin
için endişeli.'' bunu söylerken arkada seranın girişinde bekleyen Daki'ye
dönmüştü yüzünü.
''Orada
dikilme çocuğum. Bu tarafa doğru gel ki seni rahat göreyim.'' Daki bunu duyunca
kör adam ve Kuwala'ya doğru yürüdü.
''Kaderiniz
birbirine dolanmış. Ne çözülebilir ne koparılabilir. İçinizde beslediğiniz
sevgiyi bu kadar güçlü kılan şey ilk duygularınızı paylaşıyor olmaktan öte.''
bunları söylerken ufak kamelyaya doğru yürüyüp onları da peşine takmıştı. Asası
gül ağacından yapılmaydı. Ondan destek alarak yürürken topallıyordu. Sağlık
durumu iyiye gitmiyor ve ölüm onun çoktan peşine düşmüştü.
''Onların
çığlıklarını ve ağlamalarını durdurmak için ne yapmam gerek?'' Kahin bunu
duyunca gülümsemişti.
''Yolun
çok uzun değil. Senin geleceğini göremeyeceğim. Sen olgunlaştığında ben göçmüş
olacağım. Ölümü uzak tuttum hep ama şimdi senin gelişin ile son görevimi yerine
getirme zamanı geldi. Sana atalarının unuttuğu gücü vereceğim.'' Kuwala onu
heyecan içinde gözünü kırpmadan dinlerken Daki kuşkulu bakıyordu.
''Onların
yüz yıllardır terk ettiği güç seni seçmiş durumda.'' bunu söyledi ve kuşkulu
bakan Daki'ye döndü.
''Endişeni
gidereyim çocuğum.'' Öne doğru eğilip ağrıyan dizlerini ovmaya başladı.
''Zor bir
yol! Kısa olduğu için tehlikeli de. Bir dönüşü olmayan ve incecik bir ipin
üstünde gidilecek bir yol. Ama zamanımız çok az. Bir kaç hafta sonra benim
yaşamım son bulacak ve Kış mevsiminde doğan sen bir güneş gibi parlayacaksın.
Bunu başarmak için güçlendirmelisin bedenini ve zihnini.'' Kuwala onu dikkatle
dinlemişti. Ama sorular vardı hala aklında.
''Bana
uyku uyutmayan bu sesleri susturmadan nasıl güçlenebilir bedenim?'' Kahin
gülümsemişti. Yüzü Daki'ye dönüktü. Ayağa kalktı ve başını ağır ağır salladı.
''Sen
cevabı biliyorsun Kara Kurt Daki! Gördüklerim her zaman gerçekleşir. Senin
içinde zamanı geldi.'' Daki onun ne demek istediğini orada anlayamamıştı. Ne
yapabilirdi ki... Sihri yoktu ve ruhlarla konuşamazdı. Kuwala'ya nasıl yardım
edeceğini düşündü. İlk gün cevabı bulamadı. İkinci gün ise cevap yine yoktu.
Uykularından sıçrayıp gece boyu oturan Kuwala'ya eşlik etmek dışında elinden
hiç bir şey gelmiyordu. Sabahları onu yemek yemeye zorluyordu.
Dördüncü
günün akşamı biraz içki içme fırsatı bulmuştu. İçkiyi buraya beraber geldikleri
grup lideri bulmuştu. Eski arşivde saklanmış şarap oldukça güzeldi. Daki'nin
aklına bu şaraptan Kuwala'ya içirmek geldi. Zihni ve bedeni güçlü olmazsa gücü
kazanamaz ve bunun sonucu ölüm olurud. Bir gün önce kahine gitmişti.
''Ne
yapacağımı bilmiyorum. Bana bir ipucu vermeniz gerek.'' Kahin bunu duyunca onun
yanına gelmişti. Elini Daki'nin yüzünde gezdirmişti.
''Cevabı
bulamazsan ben öldüğümde burayı karanlıktan koruyan büyüler kaybolacak ve
geriye sadece bir harabe ve ölü bedenler kalacak. Zamanın azalıyor.'' Ona
bunları söyleyip ağır ağır uzaklaşmıştı. Daki cevabı bulamadığı için çok içerse
Kuwala'nın derin bir uyku çekeceğini düşündü. Liderin odasına onu getirmiş ve
içkiyi önüne koymuştu.
''Bundan içersen
uykuya teslim olursun.'' demişti. O kadar kararlıydı ki lide rbile içkisini
içmeyi bırakmıştı.
''Kırmızı
şarap insanı uykuya çeker. Tadı yumuşak ve acı değil.'' Kuwala bunları
duyduğunda sandalyeye oturup bir kadeh içti. Sessizlik vardı ve Daki onun
kadehini yeniledi. Lider böyle hayal etmemişti. Hoş bir sohbet ve neşe dolu
anlar bekliyordu. Misafirlerinden biriside Kuwala sessizlik içinde ikinci
kadehi içerken Marinoe olmuştu. Kızı ile gelmişti odaya. İçkiyi görünce masaya
bir sandalye çekip kurulmuştu. Ortamdaki ciddiyete bir anlam koyamadan kadehini
doldurmuştu.
''Neden
burası bu kadar sessiz?'' diye sorduğunda Daki atılganlıkla konuşmuştu.
''Kuwala'nın
derin bir uyku çekmesi için içmesi gerekiyor. '' demişti. Kuwala ise ikinci kadehin
dibine geldiğinde yüzünü buruşturmuştu.
''Daha
fazla içmek istemiyorum.'' diyerek kadehi ters çevirmişti. Daki tekrar
çevirmesin diye elini üstüne koymuştu. Daki ise ısrarla devam etti.
''Kör
kahin zamanımız kalmadığını söyledi. Dolunayın ilk gününde başlamanız gerekiyormuş.
Bu gece ve ertesi gecemiz kalmış. Sonra altı günlük büyük dolunay başlayacak.
En az iki gece iyi uyuman gerek.'' Hızlı ve telaşlı konuştuğunda kaşlarının
çatıldığını Kuwala öğrenmişti. Dudakları geriyor ve bazı kelimeleri yutuyordu
Daki böyle konuşmalarda. Onu susturmak için elini birden onun ağzına kapattı.
''Tamam.''
demişti ve kadehi düzeltmişti. İyice sarhoş olup ayakta duramaz hale geldiğinde
ise yanakları kızarmış ve sandalyede dik duramıyordu. Testinin yarısına
yakınını Daki ona içirmişti. Sonunda uyuklamaya başladığında Daki keyifle bir
kadeh içki içmişti. Onu omzuna atıp yatağına götürmüştü. Derin bir uykuda
olduğunu belliydi. Kendinden geçmiş gibi uyuyordu. Daki mumu söndürüp kendi
yatağına uzandı. Güldü.
''Cevabın
şarap olması çok komik. Kör Kahin ne diye bana söylemediyse. İçki yasak mı
acaba onlara? Bu yüzden mi açıkça diyemedi?'' Gülerek uykuya dalmıştı. Cevap bu
değildi. Bunu acı bir şekilde öğrenmişti. Derin uykusundan onu uyandıran
Kuwala'nın bağırtısı ve çırpınışları olmuştu. Yataktan kalktığında Kuwala'nın
yerde çökmüş kustuğunu görmüştü. Gece boyunca ateşi çıkmış ve inlemeler içinde
yatmıştı. Sabah iyice zayıf düşmüştü. Rengi atmış ve uykusuzluktan gözleri
kıpkırmızı olmuştu. Daki kendine olan öfkesini dışarıda çıkarmıştı. Saatlerce
kendi kendine odun kesmiş ve kan ter içinde öğlen geri dönmüştü. Kuwala ile
konuşacaktı.
''Bunu
yapmanı istemiyorum. Yarın dün doğarken ayrılacağız buradan. Seni sonsuza kadar
koruyabilirim. Doğuya doğru gideriz ve oraya yerleşiriz.'' Kuwala onu solgun
gözlerle dinliyordu. Marinoe ve kızı onların yan odasında kalıyordu ve ziyarete
gelmişti.
''Ölmeni
istemiyorum. Bu yüzden yarın gideceğiz. Kör Kahin bana cevabı vermeyecek kadar
bencil bir ihtiyar!'' öfkesini bastırmaya çabalıyordu. Kuwala onu sessizlik
içinde dinledi. Söz hakkı ona geçtiğinde ise konuştu.
''Yapmak
istiyorum. Bu benim kaderim.'' Daki bunu duyunca sinirlenmişti. Bedeni bu kadar
zayıf olan birisinin bu çalışmayı kaldıramayacağını düşünüyordu. Eskisine göre
daha kırılgandı. Uykusuzluk onu çok zayıflatmıştı.
''Kaderin
değil. Kaçabiliriz kaderimizden. Ben yaptım, sende yapabilirsin.'' Kuwala
mırıltılı bir sesle konuştu. ''Yapmak istemiyorum.'' Daki bunu duyduğunda donup
kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Öylece bakıyordu. Ölümüne tanık olmak istemiyordu
ama...
Aşk
bu. Ne halde olursa olsun, o kabul ediyordu. Onu son bir kere görmek ve ona
dokunmak istemişti. Marinoe ve kızından izin istedi. Onları gönderdi. Kuwala
ile konuşmak ve onuna açıkça aşkı anlatmak istemişti. Yatağın
yanına oturdu. Gün ışığına benzer efsun etraftaydı ve bir sıcaklık vardı odada.
Her şey sahte ama gerçekte olması gerektiği kadar gerçekti.
''Bir
sabah uyandığımda tanrıların beni duymasını istemiştim. Hayat beni hayal edemeyeceğim kadar şaşırtsın! Demiştim.
Ve ardından bir kaç ay geçmişti. Kızağı çekerek gelip bize evini açmıştın. O
akşam fitilden yayılan ışıkta kitap okuyuşun ve duruşun ile beni şaşırtmıştın.
Tanrıların beni duyduğunu anlamıştım. '' Kuwala onu dinliyordu.
''O gün
seni incitmek istedim. O kadar güzel ve dokunulmamış duruyordun ki... Seni
incitmeyi çok istedim. Ama yattığın yere geldiğimde Cohin'e bakmak yerine durup
sana baktım. Her şeyden habersiz saf ve o kadar huzurlu uyuyordun ki...
İçimdeki öfke söndü. Kalbimin içinde başka bir şey vardı. Hayatımda ilk defa bu
kadar garipti içimdeki duygular. Anlaşılmaz ve beni tahrik ediyor.'' Bunları
söylerken bir saniye bile gözlerini Kuwala'dan ayırmıyordu. Yorgun ve narin
yüzü izlerken onunla konuşmak zordu. Ama arsızlaşmak istedi. Onu kararından
vazgeçiremezdi. Kaybetmekte istemiyordu.
''Dinle
Kuwala sana sevmenin ne demek olduğunu anlatmaya çabalamayacağım. Ya da
birisine karşı duyulan bu şiddetli arzuyu. Konuşmak beni sadece bir aptal gibi
göstermeye devam edecek. Seni ikna etmeye çalıştığımı düşünüyorsun. Kısa ama
dolu dolu geçen bir süredir seni tanıyorum. Bu yüzden sadece bir kez daha veda
etmeme izin ver. Burada kalıp ölümüne şahit olmak istemiyorum. Bu zayıf vücudun
ve zihninle öleceğini söylemeleri yeterince canımı sıkıyordu.'' Kuwala'nın
soğuk elini sıkıca tutuyordu.
''Veda
mı?'' Kuwala bunu söylerken doğrulmuştu. Beyaz ve püzüsüzsüz teni açıktaydı.
''Veda...
Senin öldüğünü görmezsem bir arayış içinde olmaya devam ederim.'' Kuwala
Daki'nin eli altındaki elini çekmişti. Gözlerinde yaşlar birikiyordu. Çenesi titredi.
''Bencillik
bu!'' Şiddetle çıkmıştı kelimeler dudaklarından. Öfkeliydi ve ona umut veren
adamın gidecek olmasını sindiremiyordu. Titreyen çenesinden yaşlar süzülürken
öfkeyle yumruğunu sıkmıştı Kuwala.
''Senin
kaderinin önünde durmak istemiyorum. Geri çekileceğim. Eğer yaşarsan beni
bulursun...'' Kuwala bunları duydukça öfkeyle yanaklarına kan toplanıp
kızarıyordu. Bu nasıl bir vedaydı? İlk veda hediyesi gibi yumuşak ve sıcak
değildi. Öfkelenmişti. Yattığı yerden fırlayıp Daki'nin üstüne doğru atılmıştı.
Onu göğsünden yatağa doğru devirip sertçe bir kaç defa Daki'nin göğsüne
vurmuştu. Kolları güçsüzdü. Daki yüzü kızarmış ve ağlarken onu yumruklayan
adama bakıp kalmıştı. Kırılmış ve öfkeli Kuwala'yı ilk defa görüyordu.
Gözlerindeki grilik kan kırmızısına dönmüştü.
''Bencilsin
Daki...'' Defalarca bunu söylemiş ve vurmuştu. Sonunda yorulup Daki'nin
bacakları üstüne oturmuştu. Bir çocuk gibi ağladığını saklamak için ellerini
yüzüne kapamıştı. Sarsılan omuzlarından cübbesi kaymış ve içeri doğru süzülen
ışıkta mermer gibi parlıyordu teni. Daki tekrar düşündü. Terk etmek mi? Bunu
yapabileceğini nasıl düşünmüştü. Onu koparıp buralara kadar getirmişti ve şimdi
öylece bırakacaktı.
''Özür
dilerim...'' sesi hiç olmadığı kadar titrek çıkmıştı. Kuwala'nın duymaya alışık
olduğu o enerjik ve pürüzsüz sesten bambaşkaydı. Kulaklarını dolduran bu
kırılmış sesi duyunca gözlerini açtı.
''Beni
öpmeni istiyorum...'' aynı kırılmış ses devam ediyordu.
''Beni
öpebilir misin?'' elini uzatıp Kuwala'nın bileğini tutmuştu. Onu kendine doğru
çekip üstüne devirmişti. Göğsüne gömülmüş Kuwala hala ağlıyordu. Daki daha
cüretkar olmak istemişti. On günleri olduğunu düşünüyordu. Onu kaybetmekten
deli gibi korksa da daha cüretkar olmalıydı.
''Bunu
yapmak istemiyorum.'' Kuwala boğuk bir sesle yüzünü gömmüş konuşuyordu. İç
çekti. Bir süre öylece durdular. Sadece Daki değildi bu günü son günmüş gibi
hisseden. Kuwala'da korkuyordu. Bir daha Daki'yi göremeyeceği korkusu ile bir
cesaret doldu göğsüne. Ne utancı kalmıştı o anda ne de çekingenliği Doğrulup
ellerini Daki'nin göğsüne yaslamıştı. Neden korkuyordu ki... Daha önceleri
bedeninde hissettiği o garip sancıyı tekrar hissediyordu.
''Gözlerini
kapatman gerek.'' deyip elini Daki'nin gözlerinin üzerine koyup bedenini
kaydırmıştı yavaşça. Eğilip onu öperken Daki tarafından izlenmek dışında bir
utancı kalmamıştı. Kısacık bir bakış attı. Daki yeni tıraş olmuştu ve esmer
teni yumuşacık duruyordu. Koyu dudakları ise dümdüzdü. Eğildi ve nazikçe
dokundurdu dudaklarını dudaklarına. Hissettiği sıcaklık ile ikinci defa bunu
tekrarladı. Beline doğru dolanan el cübbesinden içeri doğru sokulmuştu. Sıcaktı
ve kılıç kullanmaktan nasırlaşıp sertleşmişti. Beline doğru sarılan eller onu
Daki'ye doğru çekip yapıştırmıştı. Dudakları ise üçüncü öpücüğü verdikten sonra
Daki tarafından şiddetle öpülüyordu. Birden Daki doğrulup onu yatağa doğru
devirmişti. Yeşil gözleri ışıltı saçıyordu. Onu bir kaç defa daha öptü. O kadar
doyumsuzdu ki Kuwala'nın dudağını ısırıp üzerine doğru çökmüştü. Kuwala
rahatsız olmuyordu bundan. Sadece vücudu hiç olmadığı kadar ısınıyordu. Boynuna
ve köprücük kemiklerine dokunan dudaklar bedenini uyarıyor ve ısı dayanılmaz
derecede artıyordu. Daki'nin bedenin ağırlığı ile nefes alışı hızlanıyordu.
Başını geriye doğru atmıştı. Kuşağını çözmüş adamın nazik dokunuşları onu
çileden çıkarıyor ve dayanılmaz bir sıcaklığa maruz bırakıyordu. Kendine ait
olduğuna inanamayacağı iniltiler süzülüyordu dudaklarından. Nedensizce Daki'nin
adını sayıklıyor ve ona yalvarıyor gibiydi. Bir hışımla onu kendine doğru
çekmiş ve parçalarcasına onu soymaya başlamıştı. Bedenine doğru dolanıp daha
şiddetli öpüyordu. Bu sancı ve ısı onu bambaşka bir hale getirmişti. Bir erkeği
bu kadar arzulamak ve onun adını sayıklamak normal mi diye düşünüyor ama aldığı
keyif onu düşüncelerden dağıtıyordu. Kalçalarında dolaşan ellerin sertliği ve
yakıcı derecedeki esmer tenin verdiği mutlulukla gülümsemişti. Daki onun
gülümsemesini görünce dudaklarına doğru yaklaşmıştı. Yanakları kızarmış
Kuwala'nın dağılmış saçları ve parlamış gözlerine bakıyordu. Sırtına batan
tırnakları ile vahşi bu güzelliği sonsuza dek böyle görmek istedi.
''Beyaz
gelinciğim...'' diye mırıldanıp onu öpmüştü. Orada solan gözlerle gülümseyen
Kuwala'yı kimsenin görmeyeceği şekilde görmek onu iyice baştan çıkarmıştı. Sahip
olduğu bedenin sahibinin sadece ona ait olduğunu bilmek ise bitmez tükenmez bir
enerji vermişti ona. Kulağını dolduran iniltiler ona bir ozanın çalgısından
çıkan narin bir müzik gibi geliyordu. Bedenine sarılıp titreyen adama sahip
olmak onu özel kılıyordu. Sonuna kadar gidecekti. Duramazdı ve onu ilk gördüğü
anda öldürme isteği ile vahşileşti. Arasına sokulduğu bacakların onu
kenetlemesine izin verdi.
Hızlandıkça
müzik coşuyor gibiydi ve altında titreyen adamın dokunuşları ise onun ki gibi
sertti. Bir çok kadınla yatmıştı. Bir çoğuyla sevişmişti ama ilk defa bir
bedene sahip oluyor gibi hissediyordu. Isırıkları ile onu mühürlemek ve ona ait
olduğu bilinsin arzusu içindeydi.
Erkekliği
ile onu mühürleyip damgaladığını hissettiğinde yığılıp kalmışlardı. Öylece
birbirlerine dolanıp kalmışlar ve hareketsizce sıkıca sarılmışlardı. Kuwala'nın
inip kalkan göğsüne dayadığı başında gezinen parmakların verdiği hisle
gözlerini kapadı.
''Beni
bırakmanı istemiyorum.'' demişti. Bu bir yakarıştı. Sahip olduğu adamı kaybetmemek
için yalvarıyor ve göz yaşları döküyordu. Dağınık saçlarında gezen eller
durmuştu. Yavaş yavaş inip kalkan göğsün içindeki kalp ise hızlanmıştı.
Duyuyordu. Gerilmiş davulun derisini döven tokmaktan çıkan ses gibiydi kalbin
sesi. Hiç daha önce bu kadar yakından bir kalbi duymamıştı.
''Senin
için yaşayacağım.'' bunu söylerken fısıltı gibiydi Kuwala'nın sesi. Daki'nin
bencilliğini anlıyordu. Onun neden bu kadar bencil davrandığını şimdi fark
etmişti.
''Aşk bu
di mi?'' Elleri daki'nin tıraş edilmiş çenesinde gezinmeye başlamıştı. Daki
doğrulup onun yanına doğru devrildi. Kuwala ona doğru sokulmuştu. Üstlerine
çektikleri örtünün altında Daki'ye sarılmıştı.
''Bu...''
Daki onun nefesini göğsünde hissediyordu. Kuwala yavaş yavaş uzun zamandır
hissetmediği bir huzurun içine doğru çekiliyordu. Uyku onu Daki'nin kolları
arasında kuşatıyordu. Daha fazla direnemedi uykuya ve göz kapakları kapandı.
Nefesi yavaşlayıp omuzları gevşedi. Onu saran sıcak ve iri bedene daha çok
sokulup uyumaya başlamıştı.
Tekrar
gece ay doğana kadar orada öylece uyumuşlardı. Daki cevabın bu olduğunu
öğrenince utanmıştı. Kör kahinin her şeyi görüyor olması onu utandırmıştı ama
pişman değildi. Sonunda incitmeye çekindiği ve dokunamadığı adama sahip
olmuştu. Bütünleşmek buydu... Anlatıldığı gibi birisi ile sevişmek ve ona sahip
olmak, onun sahip olması buydu. Gülümseyerek kollarında uyuyan adamı izliyordu.
Kapı çalınca irkildi. Toparlanmak için doğrulmuştu.
''Büyük
kahin sizi çağırıyor.'' bir rahip kapının dışından seslenmişti. Daki kapıya doğru
ilerledi. Pantolonuna kuşağını sarmıştı.
''Efendi
Kuwala uyuyor.'' demişti. Rahip bunu duyunca devam etti.
''Sadece
sizi çağırıyor Efendi Daki. Konuşmak istiyor.'' demişti. Daki temizlenip hemen
giyinip Seraya inmişti. Kör Kahin şarap getirtmişti. Kamelyada oturmuş onu
bekliyordu. Daki biraz utanarak onun yanına gitti. Uzatılan kadehten bir kaç
yudumu sessizlik içinde içmişti.
''Hazır!
Bunu hissediyorum. Cevabı bulmanız geç oldu ama sonunda başardınız.'' Daki
başını yana doğru çevirmişti. Kuwala'yı onun dışında başkasının gördüğü
düşüncesi ile kızmıştı.
''Sadece
hissederim. İkinizin bir beden olduğunu hissettim.'' demişti Kör Kahin.
Yanlarında dikilen Rahipler başları önde bekliyordu. Daki derin bir nefes aldı.
''Biraz
daha uyuması gerek. Bedeni buna hazır değil.'' Kör kahin gülümsedi. Şarabından
bir yudum aldı. Buruşuk dudakları yukarı kıvrılmış oturmaya devam etti.
Cildinde ihtiyarlığın verdiği lekeler oluşmuş ve saçları ağarmıştı.
''Onun
zihnini güçlendirmesi gerekiyordu. Gideceği yerde bedeni işe yaramaz. Onu
tekrar bedenine döndürmek için bir sebep gerekiyordu. Bu sizin sıcaklığınız
oldu. Onu uyandırın ve güzelce hazırlayın. Ay en tepede olduğunda büyük
mihrapta buluşalım.'' sözlerini söyleyip kalkmıştı. Daki şaşkınlık içinde
kalmıştı. Kadehinde kalan şarabı kafasına dikti ve hızla geri odasına çıktı.
Uykudan yeni uyanmış Kuwala gözlerini ovuşturuyordu.
''Seni
hazırlamalıyız.'' Daki bunu söyleyip onun kıyafetlerini toparlamıştı. Kuwala
ise hatırladıkları ile utançla kızarmış yüzünü saklamak için başını öne
eğmişti. Yataktan çırılçıplak çıkmaya çekinip örtüye sarılmıştı. Daki onu hamam
indirmeye çabalarken onunda Örtüye sarılı halde onu sırtlamıştı. Güzelce
yıkanacaklardı. Hamamda su ısıtılmış ve üç rahip onları bekliyordu. Bembeyaz
kıyafetler getirmişlerdi. Güzel kokuları olan sabunlar ve yumuşak bezler. Daki
Kuwala'yı örtüden ayırmayı başarıp tahta küvete sokabilmişti. Sabunla bezi
köpürtüp onu yavaş yavaş yıkarken Kuwala sessizce ona izin vermişti. Küvetten
çıkmadan önce rahiplerden çıkmalarını istemişti. Daki onu kurulamış ve
giydirmişti. Cübbesinin kuşağını bağlayıp ona bakmaya başlamıştı. Islak
saçlarını ipek bezlerle kurulayıp hazır olduğunda ay tepeye yükselmeye
başlamıştı. Çok zamanları kalmamıştı. Kuwala onu elinden tutup durdurmuştu. Ona
doğru sokulmuştu. Beline kollarını dolamıştı. Daki'den bir karış kadar kısaydı.
Parmakları ucunda yükselip onu öpmüştü.
''Sen
uyanana kadar yanında olacağım.'' demişti. Kuwala bunu duyunca gülümseyip onu
bıraktı. Tek kelime bile etmediler. Mihrap seranın bulunduğu kubbenin
altındaydı. Seranın üstündeki büyük asma kattaydı. Raya kadar sessizlik içinde
çıkmışlardı. Kuwala gibi bembeyaz giyinmiş olan dokuz rahip vardı. Ve Kör
kahin...
''Bu
başladıktan sonra duramayacağız Rahom.'' Kör kahin onun elini tutup Dokuz rahibin
ortasına doğru çekmişti. Yüzleri örtüler ile kapalı rahiplerin örtüler üstünden
gözleri bağlanmıştı.
''Biliyorum.''
Kuwala soğuk bir sesle konuşmuştu.
''Yeterince
kendimi toparladım. Hazırım.'' demişti. Kör kahin onu ortada bulunan kırmızı
mindere oturtmuştu. Bacaklarını bağdaş yapmasını söylemişti. Elindeki tahta
kutudan çıkardığı kasenin içinde kırmızı bir sıvı vardı. Daki insan kanını
kokusundan tanırdı. O sıvı kandı.
''Verilen
sunakları kabul et Tanrıların babası.'' bunu söylerken işaret parmağını bandığı
kırmızı kanı Kuwala'nın alnın ortasına sürmüştü Kör kahin. Orada Daki dışında
başka sivil yoktu.
''Rahoma
geçmişini ve atalarının yüce güçlerini bahşet. Kilitli kapılarını aç ve özgür
kıl.'' demiş ve geriye doğru çekilip çemberde yer alan boş kırmızı mindere
oturmuştu. Ellerini tıpkı rahipler gibi yere koyduğunda Daki ürpermişti. Buz
gibi bir esinti vardı ama mumların alevi titremiyordu bile. Her rahibin önünde
yanan mumlar aksine daha da artıyor gibiydi. Mum ateşlerinin ışığı arttıkça
soğuk rüzgar daha da sertleşiyor gibiydi. Bir gök gürültüsü duydu Daki.
Kubbenin üstünden inen ışık Kuwala'nın yukarı doğru kaldırdığı alnına doğru
inmişti. Daki ürperti ile olduğu yerde kalmıştı. Işık çok inceydi ama aşağıya
doğru yıldırım gibi akıyordu. Kuwala'nın kapalı gözlerinden yaşlar akmaya
başlamıştı. Daki ilk defa Kuwala'nın söz ettiği mırıltıları duydu. Bir kadın
sesi duyuyordu. Suyun içindeymiş gibi boğuktu.
''Güzel
çocuğum.'' diyen kanın sesi birden çığlıkla şiddetlendiğinde Daki'nin dizleri
titremişti. Durduğu yere çökmüştü. Çığlık o kadar güçlüydü ki... Ellerini
kulaklarına kapatmıştı. Omzuna dokunan elle irkildiğinde Kör Kahinin yanında
sürekli dolaşan genç rahibi görmüştü.
''Efendi
Daki buradan çıkmanız gerek.''
''Yapamam.
Kuwala'yı yalnız bırakmayacağıma söz verdim.'' Genç rahip ona ciddi bir ifade
ile bakıyordu.
''Bu ayin
çok tehlikeli ve zordur. Günler sürebilir. Burada duyduklarınız ruhlar
dünyasının dokuz kapısının sesi. Ve tanrıların katının sesleri. Bu sesler bir
ölümlü için yasak sesler.'' dedi. Daki kaşlarını sertçe çattı.
''Ben Ung
prensiyim. Yarı bedenim ölümlülere ait. Kuwala'ya bekleyeceğime dair söz
verdim.'' genç Rahip bunu duyunca onun yanına oturdu. Bacaklarını altına alıp
ellerini dizlerine koydu.
''Sizinle
bekleyeceğim. Efendim bu insanları korumamı öğütledi. Sizde dahil.'' demişti.
Orada otururken kadının çığlıkları durmuştu. Işık şiddetle akarken Kuwala'nın
göz yaşları artmış ve dudakları aralanmıştı.
''Neden?''
diye fısıldamıştı. Daki merak ediyordu. Tanrıların kapısından süzülen bu ışık
ona ne gösteriyordu bilmek istiyordu. Dokuz rahip ve Kör kahin onunla bu ışığı
paylaşıyor ve onun gördüklerini görebilen kişilerdi. Kuwala dudakları aralanmış
halde kalmıştı öylece. Daki onun yüzündeki parıltıyı izlerken dalmıştı. Tek bir
fısıltı bile yoktu. Sadece soğuk bir rüzgar vardı. Mum ışığını sarsmayan bu
hayalet rüzgarı hisseden tek kişi olmanın verdiği korkuyu yaşıyordu.
''Kubbe
açılıyor.'' Bir kadın sesi basamakları hızla çıkıyordu. Nefesi kesikti. Daki
oraya döndüğünde Marinoe'yi gördü. Marinoe ise şaşkınlık içinde ayine
bakıyordu. Elleri titriyordu.
''Işık var
ve kubbe açılıyor. Bizi görebilecekler...'' demişti. Düşüncelerinde
yanılmıyordu. Her yerden inen bu ışık görülebilecek kadar güçlüydü. Tapınağı
sarmalayan ve dışarıdan koparan büyü kalkmaya başlamıştı. Kör Kahin son ruh
enerjisini bu ayine vermişti. Kubbenin açılması ve ışığın şiddetlenmesini
görenlerden birisi ise tıpkı kör kahin gibi kendini büyü ve sihre adamış bir
Kara Kurt binicisiydi. Bakren hanedanlığına itaat eden adamın saçlarının yarısı
ak yarısı karaydı. Oturduğu yerde gözleri şiddetle açılmış ve tiksindirici bir
gülümseme ile ona bakan adamlara gülümsemişti. Günlerdir transtaydı ve sonunda
Rahom soyundan olanı bulmuştu.
''Büyük
Darta'nın huzurundaki Kör Kahinle. Orada tanrıların gösterisini izliyor.''
konuşurken ağzından kudurmuş bir köpek gibi salyalar saçıyordu. Boncuklu ve
taşlı küpeleri başını bir deli gibi salladığında şıkırdıyordu. Dağınık
cübbesinin eteklerini toplamıştı.
''Güçsüz
düştüler. Uyanamayacağı bir rüyada hepsi. Onları parçalamalıyız.'' Konuştuğu
kişi onun odasını ziyaret eden Bakren Hanedanlığının lideriydi. Kuzeyin kralı
olduğunu söyleyen kişiydi. Siyah gözleri gecede parlamıştı.
''Gidin ve
getirin. En hızlı kızaklarla en hızlı kurtları gönderin.'' Emri veren kral gülümsemişti.
''Bir
kadın olsaydı onu cariyem yapmak isterdim.'' büyücü gülerek ona doğru sokuldu.
''Efendim,
o pek güzel bir adam, onu bana verirseniz sizin için çığlıklarını kulağınızda
şarkıya çevirecek işkenceler yaparım.'' Büyücü boynunu bir akbaba gibi
tutuyordu. çarpık parmaklarını ovuşturuyordu.
''Seni
melez piç! '' demişti kral gülerek. Büyücünün annesi bir Rahom kadınıydı.
Babası ise bilinmiyordu. Onu herkes Melez Piç olarak çağırırdı. çirkin ve
sapıktı. sarayda köleler bile onu itip kalkardı. efendisine sadık bir köpek
olarak bilinirdi. Üstü başı dağınık ve saçları kirli karışık dolaşırdı sarayın
koridorlarında. Güçleri ona kilometrelerce uzaktakileri görme yeteneği
vermişti. Bakren kralı onu besleyip güçlerinden faydalanmak için sarayda yaptığı
tacizlere ve sapkınlıklara göz yumuyordu.
Bölüm Beş: Melez Piç'in Masalı
Bir gece
vakti sarayın içinden çıkan at arabası çok hızlı gidiyordu. O kadar hızlıydı ki
şehrin sokaklarında dolaşanlar çığlıklar atarak önünden çekiliyordu. Atları
kırbaçlayan arabacı korku içinde arkasına bakıyordu. Beş kadar atlı onu
kovalıyordu. Araba her sarsılışında içeride yaralı kadının bağırtısı geliyordu.
Yanındaki hizmetçileri onu sakin tutmaya çalışırken arabacı atları daha hızlı
kırbaçlıyordu. Atlıların onu yakalamasını istemiyordu. Şehrin surlarından
çıktıktı ve hızla arabayı Kızıl Ormanlara doğru sürmüştü. Gecenin karanlığında
o kadar hızlı gidiyordu ki... Kış henüz başlamamış ama hava soğuktu. Rüzgar
ağzının içini kurutuyordu. Atlar ise çatlayıp ölecek gibi hızlı hızlı
soluyordu. Atlılar onun peşini kolayca bırakmayacaktı. Araba Kızıl Ormanlara
doğru surat ile giderken kadının çığlıkları yükseliyordu. Bacaklarını
parçalayarak çıkmaya çalışan bebeği daha fazla tutamazdı.
Yaklaşık
bir sene önce Rahom kralının kız kardeşi ortalardan kaybolmuştu. Onunla
evlenmesi gereken kız kardeşi Bakrenli bir muhafız ile kaçtığı söylentileri
şehri sarmıştı. Kral kız kardeşi ile evlenip saf Rahom kanında çocuklar
doğurmak istiyordu. Bir çok cariyesi ve kölesi vardı. Genç kuzeni ile sürekli
aynı yatağı paylaşıyordu ama kız kardeşi ile evlenip onunu kraliçe yapmak
istemişti. Kız kardeşi çok güzel ve nazikti. Onu koruyan Bakren muhafızı ile
kaçması ise abisi ile evlenmemek içindi. Muhafız ona bir hayat sunmuştu. Ama üç
ay kadar önce kralın adamları onları Bakren bölgesinin liman köyünde bulmuştu.
Kız kardeşini almak için bizzat oraya gitmişti. Ufak balıkçı kasabasında etraf
kuşatılmıştı. Limana yakın yerdeki üç evden birisinde olduğunu biliyorlardı.
Sessizce evleri talan ederken onları bulmuşlardı. Aynı yatakta uyuyorlardı.
Onları yerlerde sürüyerek dışarı çıkarmışlardı. Kral öfkeli değildi. Aksine
suratında sakin bir gülüş vardı. Onları dizleri üstüne çökerttiğinde gözleri
yerinden fırlamıştı. Evlenmek istediği kız kardeşinin karnı şiş ve büyüktü. Ona
öylece bakıyordu. Onu hamile bırakan Bakrenli muhafız ise hırçın ve tehditkar
konuşuyordu. Kral derin bir nefes aldı.
''Ondan
bir piç peydahlaman beni üzdü!'' kral sakinliğini koruyarak konuşmaya devam
ediyordu. Henüz on sekiz yaşında tahta geçmişti. Şimdi ise yirmilerinin
başındaydı. Eski kral kendini bir küvette boğmuş ve bu şüpheli ölüm sonrası
büyük oğlu tahta oturması gerekirken ateşli hastalıktan ölen büyük oğul sonrası
bu hasta ruhlu kralı tahta çıkarmışlardı. Rahom soyunun çöküşüne sebep olacak
hastalıklı kral orada yüzünde ifadesiz ve korkunç bir gülüşle kardeşine
bakıyordu. On altı yaşındaki kız kardeşi korku içindeydi.
''Yalvarırım.
Ona ve bebeğime zarar verme! Seninle geleceğim!'' yakarışları boşunaydı. Abisinin
yüzünde gördüğü bu gülüşün sonunda birilerinin öldüğünü biliyordu. Kral o gün
kılıcını çekmemişti. Aksine Bakrenli muhafızı elleri ve kollarından dört ata
bağlatmıştı. Atları kırbaçlatmaya başladığında köylülerin gözleri önünde
uzuvları koparak ve çığlıklar atarak ölmesini seyrettirmişti hamile kız
kardeşine. Onun yalvarışlarını ve çırpınışlarını izlerken çığlıklar atarak ölen
muhafızı keyif içinde izlemişti. Bakren hanesi o zamanlar Rahom hanesinin
muhafız birliğini yetiştirirdi. Öldürülen muhafız oldukça başarılı bir gençti.
Bakren hanesinin liderinde onay almış rütbeli bir adamdı. Buna güvenerek kızı
kaçırmış ve saklanmayı başarabilmişti. Ama kendi soydaşları tarafından ata
bağlanarak parçalanmıştı.
O gün
kralın içindeki şeytani karanlık yatışmamış ve bebeği düşürmek için kendi
hamile kız kardeşine tecavüz etmişti. Ama bebek düşmemiş ve kız ona
yalvarmıştı.
''O
suçsuz! Onu doğurmama izin ver. Senin kölen olurum.'' Bu sözleri kral
duyduğunda intikamını almak için kafasında bir plan tasarlıyordu. Kız kardeşini
affetmiş gibi davrandı. Saraya döndüler ve aklında daha güzel fikirler vardı
onu gerçekleştirmek için beklemeye başladı. Doğmuş bebeği öldürecek ve bunu kız
kardeşine izletecekti. Bu planın heyecanı içinde kendini baskılamıştı. Ama
doğum sancıları gelmeye başladığında işler değişmişti.
Dişleri
arasında bir bez sıkıştırmış kan ter içinde debeleniyordu. Onun doğumu için
odaya gelen ebe ve yardımcıları doğacak şeyin neye benzeyeceğini bilmiyorlardı.
Bazen kralın öfke krizleri geçirip kızı bayılana kadar dövdüğü sarayda herkes
bilirdi. Yine yüzü gözü parçalanmış ve suyu gelmişti. Dokuzuncu aya yeni
girmişlerdi. Ebe şaşkınlık içinde rahimden gelen kana bakıyordu.
''Doğuramadan
öleceksin!'' derken ne yapacağını düşünüyordu. Kral çocuğu sağ istediğini söylemişti.
Anne ve çocuk sağ olacaktı. Doğumdan sonra onunla evlenecekti. Ebe üstünde
oluşan baskı ile sancılar içinde kıvranan ve dişleri kilitlenmiş kadına
bakarken içeri bir adam girdi.
''Seni
götüreceğim. Lordum sana sahip çıkacak. Kardeşimiz için seni ve çocuğu koruyacağız.''
demişti. Gelen kişi öldürülen genç muhafızın sevgili arkadaşıydı. Bebeğin
öldürüleceğini duymuş ve kadını kaçırmak için plan yapmıştı ama zamansız doğum
onun planlarını alt üst etmişti. Yatan kadını kucakladığında Ebe onun peşine takılmıştı.
''Kanaması
var dayanamaz!'' adam koşarak geçiyordu koridorları. Dışarıda hazırladığı
arabaya yetişirse Bakren bölgesine hızla varabilirdi. Oraya gitmesi
gerekiyordu. Lordu bu çocuğu ve kadını istemişti. Melez çocuk onun için koz
olabilirdi.
''Ebe
sende bizimle geleceksin.'' deyip peşinden sürüdüğü ebe ve yardımcıları ile
kadını at arabasına bindirmişti. Atları kırbaçladığında onu fark edip atlılar
peşine takılmıştı.
Kızıl
ormana varmalarına az kalmıştı ve kadının çığlıkları arabadan yükselirken peşlerinden
gelen muhafızlar Bakren muhafızı değildi. Rahom soyunun son günlerde kral
tarafından şehirden seçilmiş güçlü erkeklerden oluşan muhafız birliğinden beş
adamdı. Arkaya doğru bakarken birden arabanın tekeri yüksek bir kayaya çarpmış
ve atlar şahlanır iken araba taklalar atarak orman sınırında darmaduman
olmuştu. Doğum sancıları içinde çığlıklar atan kadın ve ebe arabadan çıkmayı
başaran tek kişiydi. Arabacı ise üstüne doğru düşen atın çarpması ile yere
yığılmıştı. Görüntüler bulanıkken ayağa kalkıp kılıcını çekmişti. Çocukluğundan
bu yana ailesinden alı konuşup savaşmayı, dövüşmeyi öğrenmişti. Bakren hanesini
onurlandırmak için Rahomlara hizmet etmişti. Onların mavi kurdelelerini
takmıştı. Alnındaki kalın Rahom damgalı kurdeleyi söküp atarken görüşü netleşiyordu.
Kadın ve ebenin önüne durmuştu. Yüzünü kaplayan alnından akan kanı elinin tersi
ile silmişti.
''Beni
aşarsanız onları alırsınız.'' demişti. Hanesini onurlandırmalıydı. Babası onu
Bakren hanesine gönderirken bir öğütte bulunmuştu. Lordu ne derse onu yapacaktı.
Sorgulamayacak ve düşünmeyecekti. Sadece yapacaktı. Şimdi lordunun istediği bu
bebeği götürmeliydi. Doğduktan sonra bebeği kaçırma planları yıkılmış ve çocuğu
annesinin karnında götürmesi gerekiyordu.
Kadının
ıkınırken çıkardığı çığlıklar ormana doğru kayıyordu. Ormanın sessiz ruhları
olanları izlemek için gelmişti. Meraklıydılar. Bir kadının sancılarını ilk defa
duyuyor ve görüyorlardı. Ve beş adama karşı tek başına dikilen yaralı adama
bakıyorlardı. Fısıltılarla içinde konuşuyorlardı. Kimisi bu dövüşe müdahale
etmek istiyor kimi ise karışmamak istiyordu. Onlar fısıldaşır iken kılıçlar
birbiri ile çarpışıyordu. Direnen adam görüşünü kapatan kanı sürekli silmeye
çabalıyordu. Eğitimleri yeterli olmayan adamları durdurmaktan öteye gitmeliydi.
Öldürmeliydi. Kılıcını sol eline aldı. Bir Bakren savaşçısı kılıcı sol eline
aldığında tüm gücünü kullanmaya hazırlanıyordur. Bir ayağını geriye doğru
çekti. Oldukça başarılı savaşçılardı hepsi. Hızlı, çevik ve keskin kılıçlarla
dans eden savaşçılar. Yüz yıllardır savaş geleneklerini bozmamış ve
eğitimlerini değiştirememişler idi.
Kılıcını
onlara doğrulttu. Arka kabzasına sağ avuç içini dayamıştı. Dans etmeye
başlayacaktı. Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Sadece düşmanın kalbinin
sesini duymaya konsantre oluyordu. Ona doğru yaklaşan genç kalp seslerini
işitirken ayakları saatler önce yağan yağmurda ıslanmış toprak üstünde dans
etmeye başlayacaktı. Parmak uçlarına yükselmişti. Siyah saçlarının bir tutamı
yüzüne dökülmüştü. Beş yaşından bu yana yirmi üç sene savaşmak üzerine eğitim
almıştı. Ustaları ona kılıçla dans etmeyi ve ağırlığını hiçe sayıp bir gezgin
akrobat grubu gibi esnek, bir kara kurt kadar sert darbeler vurmayı öğrenmişti.
Parmak uçları üstünde yükseldi ve zıpladı. Ona doğru koşan adamlar yavaşlamıştı
adeta. Esnekliği ve hızına yetişemezdi bu toy savaşçılar. Üstlerinde atlayıp
arkalarına geçti. Bir savaşçının kalbine girdi. Girişi gibi çıkışı da nazikti.
Savaşmak onlar için sanattı. Dans etmek gibiydi. Gözleri kapalı senelerce çalışmalar
yapmıştı. Kaslarına yüklediği enerji esneyip katılaşıyor ve her kılıç
darbesi nazikçe düşmanın canını alıyordu. Parmak uçlarında yükseldiğinde,
dönerek aralarından geçtiğinde ve cübbesi her savrulup dinginleştiğinde bir can
alıp atan kalp seslerini susturmuştu. Son darbeyi vurduğunda kılıcının ucundaki
kalp delinip sahibi yere yığılmıştı. Ve o anda minicik bir kalbin sesini
duymuştu. Sessiz gecede kalp atışının sesini bir bebek sesi almıştı.
Annesinin
bacakları arasından sıyrılıp ebenin sardığı kundakta ağlıyordu. Gözlerini açtı.
Kılıcını kınına soktu. Ebenin kucağından bebeği aldı. Saçının yarısı ak yarısı
karaydı. Bir gözü tıpkı babası gibi siyah, diğeri ise annesinin gözü gibi
masmaviydi. Bakren savaşçısını ona bakıp gülümsemişti. Yeni atmaya başlayan bir
kalbin sesini duymak huzur vericiydi. Bebeğin annesi olan Rahomlu güzel kıza
baktı. On altı yaşlarındaki güzel kadını bir süre izledi.
''Onu
kucağıma almak istiyorum.'' demişti. Doğrulup bebeğini kucağına almıştı. Bakren
muhafızı oturup onlara bakmaya başladı. Ebe kadın ise yorgun halde olduğu yerde
oturuyordu. Ağlayan bebeği susturmak için Rahomlu kadın memesini çıkarıp onu
emzirmeye başladı. Yüzünde huzurlu bir tebessüm ile sütünü verdiği bebeğe
bakıyordu.
''Babasına
benziyor.'' demişti. Sesinde bir özlem vardı. Bir süre daha onu emzirmişti.
Daha sonra Bakren savaşçısı onlara doğru yaklaştı. Kadının yanına oturdu. Ona
bakıyordu.
''Bakren
senin gibi bir kadın için uygun değil. Orada sana yapacakları şeyleri düşünmek
bile istemiyorum. Sevgili dostuma onu özlediğimi söyle.'' demişti. Ebe kadın
şaşkınlık içinde kalmış onlara bakıyordu. Rahomlu genç annenin dudakları
arasından bir kan süzülüyordu. Bakren Savaşçısı hançerini onun arkadan kalbine
saplamıştı. Elini çekip kucağındaki bebeği aldı. Ayağa kalktı. Ebe kadına doğru
yürüdüğünde ebe kadın korku ile bağırmıştı.
''Sizi
görmedim efendim. Canımı bağışlayın lütfen.'' demişti. Bakrenli muhafız
kılıcını çekip onun başını yerinden koparmıştı. Konuşmasına ve çocuğun doğup
Bakren sınırlarına götürüldüğünü söylemesini istemiyordu. Bir at aldı ve dört
nala koşturmaya başladı kundağı ile sırtına sardığı bebekle. Ormanı geçerken
ruhlar onu izliyordu. Ve fısıldaşıyordu.
''Ne
korkunç bir kader yazdı ona...'' fısıltıları o kadar şiddetliydi ki Bakren
savaşçısı bunları duyuyordu. Ruhlar fısıldamaya devam ederken mırıltılı bir
kadın sesi duyuldu.
''Bize ver
o çocuğu. Kaderi bu ormanda çıkarsa korku ve karanlık dolu olacak.'' Bakren
savaşçısı kılıcını çekmişti. Atını hızlandırmış ve yanından geçen ışıklara
kılıcı ile vuruyordu. Onları geçmek için koşturdu atını ve ormandan çıktı.
Orman Ruhları asla yanılmazdı. Kahinler gibiydiler. Doğan çocukların kaderini
görürlerdi. Bakren'e götürülen melez çocuğun babası bilinmez olarak geçecek ve
annesini bir fahişe olarak anlatacaklardı ona. Bu kaderi bilmeyen savaşçı ise
lordunun ve hanesinin şerefini kurtarırmışcasına dimdik giriyordu içeriye.
Aradan
geçen otuz sene sonunda ise kaderli bir şekilde üstünde Bakren generali zırhı
ile sarayın bahçesinde duruyordu. Kurtlar ve kızaklar hazırlanırken atlarda hazırlanıyordu.
Onların emrine girmiş kara kurtların etrafında sekerek bağırarak dolaşan adama
bakıyordu. Otuz sene önce kurtardığı o umut dolu çocuk kocaman bir adam olmuş
ve şimdi ağzından salyalar saçarak aklını kaçırmış halde dolaşıyordu. İçini
kaplayan pişmanlık ile kalbine bir sancı çöktü. Onu bu hale nasıl
getirdiklerini düşünüyordu.
Gece
gündüz dövülen ve sürekli aşağılanan bu çocuğu neden koruyamadığını
düşünüyordu. Kalbindeki ağırlık ile dışarı doğru yürümüştü. Melez Piç onu
görünce korku ile ayakları dolanıp yere düşmüştü. Zavallı çocuk diyordu. En çok
korktuğu kişi bu Bakren savaşçısıydı. Onu hatırlıyordu. Onun yüzünü hiç
unutamıyordu. Onu ilk gördüğünde henüz yeni doğmuş bir bebekti. Ama o yüzü hiç
unutamıyordu.
''Hazırlan
ve kılıcını al!'' Bakrenli savaşçı ona emir verirken üstüne doğru yürümüştü.
Onu ürkütmekten nefret etse bile bunu yapmak zorundaydı. Eğer ona yumuşak
davranırsa hakkında çıkacak dedikodular çocukların ve karısının canından
olmasına sebep olurdu.
''Gerek
yok ki... ben uzakta olacağım.'' Bakren savaşçısı bunu duyduğuna sevinmişti.
Ama sevincini sert yüzü gizledi. Yerdeki birikmiş kara bir tekme atıp onun
yüzüne doğru savurdu.
''Seni
aptal. Kalk yerden ve bir Bakren gibi onurlu dur!'' deyip yanından geçip
gitmişti. İçindeki acıyı tarif edemiyordu. Elli yedi yaşına gelmişti saçlarına
aklar düşmüştü. Hala en iyi savaşan Bakren savaşçısıydı. Lorduna hizmet emekten
onur duymuş ve şimdi onun oğluna hizmet edecekti. Düşünceler ve hatıralar onu
seneler öncesine çekti. Melez Piç 'e bir isim verilmemişti. Herkes onu ''Piç''
olarak çağırıyordu. Sürekli dayak yeniyor ve bir canavar olduğu söyleniyordu.
Kimse ile oyun oynayamazdı. Genelde hayatını boğazına bir tasma takılmış halde
mahzende geçiriyordu. Konuşması iyi değildi. Aklı yarım çalıştığı söyleniyordu.
Ama kahinler ondaki gücü görmüş ve lorda iyi bir köpek olması için eğitilmesi
gerektiğini söylemişti.
Bir gün
mahzenden gizlice kaçıp Bakren şehri dışındaki nehirde oynamaya gitmişti.
Herkes onu ararken gün batana kadar suda eğlenmişti. Henüz altı ya da yedi
yaşlarındaydı. Nehirde balıkları kovalamış ve suda oynamaktan yorulunca nehir
kıyısında uzanıp uyumuştu. Gün batmaya yakın onu bulduklarında onu eğitmekten
sorumlu olan efendi sinirden deliye dönmüştü. Yedi yaşında küçük çocuğu
saatlerce kırbaçlayıp onu iki gün aç susuz yatırmıştı. Boğazında ki tasmasının
zinciri mahzenden dışarı uzanacak şekilde arttırılmış ve artık dışarı ancak bir
kaç adım çıkabilir olmuştu. Sürekli dayak yiyor ve yavaş yavaş bu arsızlığa dönüşüyordu.
Kaçmaya
çabalıyor ve dayak yedikçe gülüyordu. Bakren Savaşçısı onu görmeye geldiğinde
on iki yaşına gelmişti Melez Piç iyice aklını kaçırmıştı. Sürekli gördüğü
sanrıları bağırarak anlatıyor ve bu yüzden daha fazla dayak yiyordu. Ama artık
kırbaçtan ve dayaktan korktuğu için histerik kahkahalar atarak af dileniyordu.
Bakren savaşçısı onu bu halde gördüğünde ne yapacağını bilememişti. Lorduna
yalvarıp onu eğitmek istediğini söylemişti. Ne var ki aklını kaybetmeye
başlamış Melez Piç artık iflah olmazdı. Sürekli korkak ve saldırgan bir
şekildeydi. Deli gibi gülüyordu. Bakren Savaşçısı onu evine almış ve genç
karısı bu çocuğa acımıştı. Sıska ve dayaktan her yeri morluklar dolu çocuğa
bakmak istemişler ama onun saldırganlıkları kontrol edilemez hale geldiğinde
Bakren Savaşçısı çileden çıkmıştı. Bir gün karısının üstüne atlamıştı Melez
piç. On üç yaşlarında genç erkek olmaya başladığı yıllarda hala onu eğitmeye
çabalıyordu. Ama o gün karısının çığlıkları ile geldiğinde onu yaka paça dışarı
çıkarıp öldüresiye dövmüştü. Lordundan af dileyip onu geri eğitmenlere vermişti.
Dayak ve korku ile onu acımasız ve sadık bir köpeğe çevirmişlerdi. Kristal
Saray alındığında ve Kuzey'in kontrolü alınırken de onun kilometreler
ötesindeki görüşü kullanılmıştı. Sadakatine karşılık ona ödül olarak genç kadınlar
verilmişti. Artık onu kendi istedikleri hale getirmişlerdi.
Bunları
düşünürken kalbindeki sancı ile duvara dayanmıştı Bakren Savaşçısı.
Mırıldanmıştı.
''Orman
ruhları yanılmaz...'' Orada öylece dururken bir fısıltı hissetmişti. Kristal
sarayın geniş avlusundaki karanlık koridorda dolaşan bir beyazlık görmüştü. Bir
kurt gölgesine benzeyen bu beyazlığa korku ile yaklaştığında bir kurt ve bir
insan gölgesi gördü. Bir şeyi seyrediyor gibi dolaşan bu ruh geçmişe bakıyordu.
Yanındaki kurdun ensesine koymuştu elini. Ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Ve
ruh içeri doğru ilerlerken arkadan Melez Piç'in çığlıkları duyulmuştu.
''Geldi.
Onu gidip parçalayalım.'' demiş ve bir kurdun ensesine doğru sıçrayıp
yapışmıştı. O da görmüştü dolanan ruhu. Ruhun sahibi olan Kuwala göründüğü gibi
sessizce kaybolmuştu. Sarayın derinlerine doğru ilerlerken Bakren savaşçısı
onun peşine takılmıştı. Hızla merdivenlerden inerken gördüğü ruhu izliyordu.
Onun dışında kimsenin olmadığı mahzene doğru indiğinde duraksamıştı. Sevgili
arkadaşı ve Rahomlu kadın. Mahzende konuşuyordu.
''Onun
olamam. Seninim ben...'' fısıltılar duyuyordu. Öldürdüğü kadının ruhunu görmek
korku vermişti. Ne yapacağını bilmiyordu.
''Küçük
kuzenim ile evlensin. Ben istemiyorum.'' Konuşmalar devam ederken Kuwala'nın
ruhu mahzenin arkasına doğru ilerlemişti. Bir çok ses ve silik ışıklar vardı.
''Ne
arıyorsun burada?'' gürültülü ses Bakren Savaşçısını ürkütmüştü köşeyi dönüp
bakınca gördüğü kişi onu şaşkınlığa uğratmıştı. Kralın en küçük kuzeni kocaman
bir genç kadındı. Karşısında Kralın sadık küçük erkek kardeşi vardı.
''Karnımda
taşıdığım çocuk bana sanrılar gösteriyor. Buradan kaçıp gitmeliyiz. Bu gölgeler
beni delirtmek üzere. Kralımız aklını kaçırdı.''
''Düzgün
konuş, bir duyan olursa canımızdan oluruz.'' Kadın ona doğru sokulmuştu.
Karnındaki şişlik büyüktü. Beyaz ruhta tıpkı Bakren savaşçısı gibi olduğu yerde
onları izliyordu.
''Umurumda
değil. Gördüğüm sanrılar da kan ve karanlık var. Oğlumuzun kaderini
göremiyorum. Efendimiz gölgelerde kayboldu ve herkes aklını kaçırıyor. Kaçıp
gidelim.'' Adam ona sertçe çıkışmıştı.
''Kralı
öldürüp tahtı alacağım. Abimin deliliğine son vereceğim.'' Kadın ona yakarır
gibi sarılmıştı.
''Oğlumuz
yetim ve öksüz kalacak. Bu taht lanetten başka bir şey getirmiyor.
Bırakalım...'' Adam kararlı şekilde gri gözlerini kadına dikmişti. Onun
saçlarını okşamıştı.
''İnsanları
kurtarmak için yemin ettik biz. Abimin deliliğine son vermek zorundayım.''
Beyaz ruh onlara doğru ilerledi ve kadının nazikçe yüzünü okşadı.
''Anne...''
dediğinde birden sanrı buharlaştı ve yerini bir karanlık almaya başladığında
eline bulaşan karanlık ile ürpermişti. Döndüğünde gözlerinden ışık saçılıyordu.
Koşarak kurdu takip etmeye başladı. Bakren Savaşçısı ona yetişmek için
koşmuştu. Birden olduğu yerde kilitlendi. Ona bakan kişiye şaşkınlık içinde
bakıyordu. Kalbinden kan sızan öldürdüğü Rahomlu kadın onun önünde dikiliyordu.
Göz yaşları içindeydi. Dudakları arasından süzülen kan simsiyahtı.
''Oğlumu
bana geri ver...'' ağlamaktan yorgun sesi mahzende yankılanırken beyaz ışığı
karanlığa dönüşüyordu. Sesi keskin ve çığlık atarcasına çıktı.
''Onu
benden çaldın. Oğlumu bana ver!'' Bakren Savaşçısı onun karanlık enerjisi ile
kalbine saplanmış bir şey olduğunu hissetti. Görünürde bir şey yoktu ama acı
çekiyordu. İçeri doğru gelen ayak sesleri ile birden gölgeler kayboldu. Kristal
sarayın gölgelerini ilk defa görmüştü gerçeklerdi ve acı doluydular. Yanına
gelen adamları onu kan ter içinde eli göğsünde bulmuşlardı.
''Efendim
çığlıklar duyduk...'' Bakren savaşçısı yürümeye başladı.
''Sorun
yok. Burayı mühürleyin. Kimse girip çıkmasın. Nöbetçileri arttırın. Şüpheli bir
şey gören olursa bana gelsin.'' demişti. Merdivenleri çıkarken kadının
çığlığını kulağından silemiyordu. Bu gece garip şeyler oluyordu. Tekrar avluya
çıktığında gökte yükselen ince ışığı görüyordu. Bir Rahom varlığından söz
edilirdi. Kızıl ormanda Londaga'nın ruhu olarak gezen beyaz saçlı bir Rahomdan
söz edilirdi... Ama onu bu kadar yakından görmek ürkütücüydü. Yandan bakılınca
tıpkı Melez Piç'e benziyordu. Sadece daha genç ve daha temizdi. Işığa dalgınca
bakarken arkasından yaklaşan kişi ile ürpermişti. Omzuna doğru çenesini dayamış
olan Melez Piç sırıtıyordu.
''Onu
gördün mü? Param parça etmek istedin mi? Ben istiyorum.'' dudaklarının
kenarından akan salya Bakren Savaşçısının zırhını ıslatıyordu.
''Senin
Kara Kurtlarla gitmiş olman gerekiyordu.'' Diye çıkışmıştı ona. Melez Piç ise
geriye doğru çekildi.
''Byega!
Ben istediğim yere istediğim zaman giderim.'' deyip sekerek ana avlunun kapısına
doğru yürümeye başlamıştı. Gerçek bir deliydi. Aklı yarım çalışır ve ne
yaptığını pek kimse anlamazdı. Sakallarını bazen tıraş ederken yüzünü keser ve
öylece çığlıklar atarak gezerdi. Bedenine acı vermek onun en büyük zevkiydi.
Aklını kaybetmeye başlarken yaşadığı acıları yaşamaya çabalaması ise kendini
hala insan gibi hissetme iç güdüsüydü. Byega yani Bakren Savaşçısı ve generali
onun için üzülüyor ve bir noktada kendini suçlu hissediyordu. Karısı defalarca
ona görevini yaptığını söylese de kuşatma ve işgal sonrası sürekli gördüğü Melez
Piç onda kalp ağrısı yapıyordu. Bu sancıya çözüm olarak onu görmekten kaçınmayı
tercih ediyordu. Başka ne yapabilirdi ki?
Melez Piç
kurtlara yetişmek için aldığı atla onların ardından yola koyulmuştu. Bir kaç
gün sürecek yolculukta onlara atının yetişemeyeceğini bildiği için kendi bildiği
geçitlerden gidip tapınağı uzaktan izleyecekti. Nefret ettiği Kuwala'nın canını
yakma arzusu ile deli gibi kahkahalar atmaya başlamıştı. Deliliğinin altında
yatan karanlığın çevrelediği hüzün ve korku ile bu kahkahalar histerikleşiyor
ve şehirden çıkarken çığlıklar atarak bağırıyordu.
''Onu
bacaklarından atlara bağlayıp ikiye böleceğim...'' Babasının öldürülüşünü
bilmemesine rağmen en zevk aldığı ölüm buydu. Kolları ve bacaklarından bağlanıp
atlar tarafından parçalanan insanları izlemeyi severdi. Kalbi deşilip başı
koparılan insanları izlemeyi sevdiğinden daha çok severdi. Kuwala'yı ve
Rahipler bulmasının ödülü olarak ona verilen fahişeyi bacaklarından yatağa
bağlayıp iplere asılarak tüm gücüyle çekiştirip ikiye ayırmış ve kadın korkudan
öldüğünde onunla ilişkiye girmişti. Öldürmek ve ölümleri izlemek ona huzur ve
zevk veriyordu. Bu zevki almadan en ereksiyon yaşayabiliyor ne de bir kurban
kesip kanı ile yüzünü boyamadan uzakları görebiliyordu. Kan ve acı onu besleyen
tek şey olmuştu. Her yediği kırbacın verdiği acıyı başkasında gördükçe
kahkahaları kulakları tırmalar durumdaydı. İsyancı olarak şehirde ayaklanan
kişilerden yakalananların işkencelerini izler ve bundan haz alırdı.
Elindeki kırbaçla
atını kamçılarken düşünüyor ve hayvanı daha sert kamçılıyordu. Zavallının
derisini parçalayana kadar vuruyor ve kahkahalar atarak yükselen dağlara doğru
gidiyordu. Ama en çok hayal ettiği şey Byega'yı öldürmekti. Onu acılar içinde
boğarak etrafında dans etmek ve onunla eğlenmek istiyordu. Bu öfkesinin
sebebini hatırlamıyordu ama o yaşlı generalin can verirken çekeceği acıyı
düşlüyordu. Kralı ona bir söz vermişti. Eğer Kuwala'yı ve Ung Prensini canlı
getirirse istediği iki kişiyi öldürebilirdi. Birisi Byega diğeri ise Kuwala
olacaktı. Onun yarı soydaşı ve neden nefret ettiğini hatırlamadığı generale
yapacağı işkencenin zevki ile erkeklik organı dikleşmiş ve kırbacı her
vuruşunda kendini tatmin edercesine kahkahaları yüksek inlemelere dönüşmüştü.
Deliliğinin en korkunç yanı buydu. Kralı bile ürkütürdü. Aklına koyduğunu
yapana kadar durmayan bu adam çirkinleşir ve çirkinleştikçe de vahşileşir idi.
Kanın kızıllığını görene kadar ne aklı ne de bedeni boşalabilirdi.
''Tanrıların
oğlunu öldürmek istiyorum.'' diye bağırmaya başladığında Kara Dağlardaki
Tapınağa giden geçitlerden birine yaralı atını sokmuştu. Gün doğmaya başlamış
ve Kurtlardan daha hızlı oraya gidiyordu. Tehlikeli görmüyordu yolculuğunu.
Ölmek onun için sorun değildi. Ölürken acı çekmek ise arzuladığı şeydi. Halk
onu gördüğünde kaçışır ve yaklaştığı yeri boşaltırdı.
''Yarım
akıllı sapık.'' adını hakkıyla kazandığı için bundan onur duyardı. Kötü olan
şeyler onun için yüceltilmiş güzelliklerdi. İnsanlara baktığında gördüğü nefret
onu besleyen ve büyüten idi. Korkusu ise ona sevgi ile bakılması idi. Bir
hatıra geldi aklına. Kırbacı şakırdamayı bıraktı. Geçide girerken yükselen
doğal taşların içinde o anı ile boğuşmaya başladı.
Bakren
lordunun kalesinde tasmasından yeni kurtulmuştu. Bir hizmetçi kız vardı orada.
Narin elleri ve zarif dudakları olan kızı parçalamak ve onu kirletme hissi
vermişti. Ona saldırmak ve çığlıkları ile mutlu olma arzusuna kapılmıştı.
Vahşiliğini ona bulaştırmak istedi. Ama yapamadı. Yapamıyordu çünkü kızın ona
sevgi ile gülümsemesi kan arzusunu baskılıyordu. Onu parçalamak istediği
ellerindeki yaraları nazikçe saran kızın ufak ellerini ısırmak istese bile bir
korku sarıyordu onu. İnsanlığını anımsatan duygular ile çevrelenmiş ve düştüğü
boşlukta karanlık onu korkuya boğmuştu. Bu korku bir cinnete dönüştüğünde ise
kıza olan bu garip sevgisini fark eden eğitmenler kızı cezalandırmak
kırbaçlayacaklardı. Kırbacın ne kadar acı verdiğini bilirdi. Eti parçalayışını
ve yaraların dikilmezse iltihap kapacağını. Bu korku ile cinnet onu kuşatmış ve
kızı elleri ile boğmuştu. İlk defa o gün öldürmek ona iğrenç gelmişti. O gün
kızı suçladı ve onu parçalayıp Bakren'in kara kurtlarına attı. Sevgi dolu bakan
gözlerini ise çıkarıp içi bal dolu kavanoza atmıştı. Hala dururdu o gözler. O
gözlere baktıkça böyle bakan insanları öldürmek için içini saran nefretle
besleniyordu.
''Onun
suçuydu. Bakmasaydı öyle!'' diyerek ruhunu saran pişmanlığı bastırdı. Hatırayı
kafasından sildi ve atını tekrar kırbaçladı.
''Seni
hantal hayvan daha hızlı git!'' Sözcükleri ve atın acılı kişnemesi dar geçitte
yankılanmıştı.
Bölüm
Altı: Tanrıların Kuwala'ya
Gösterdikleri
Kuwala
anlında ki kanın soğukluğu ile irkilmişti. Gözleri açıktı ama gördüğü şey
sadece karanlıktı. Başını birisi sertçe yukarı doğru çektiğinde alnı yanmıştı
adeta. Alnına dokunan eli hissediyordu. Sıcak ve yakıcı bu elin sahibini
göremiyordu. Duyduğu gök gürültüsü sesinin yerini şimdi bir sessizlik almıştı.
Karşıya doğru bakınca hep onu izlediğini düşündüğü kurdun gözlerini görüyordu.
Kurt hırıltılar içinde ona yaklaşırken bir kadının sesi duyuluyordu uzaktan.
Kurt dibine kadar gelip onun önünde durmuş ve başını eğip göz göze bakmaya
başlamışlardı. İki metre büyüklüğündeki beyaz kurdun dişleri arasından kan
sızıyordu.
''Seni
uzun zamandır bekliyorum.'' sızan kan yere döküldükçe siyah akışkan sıvıya
dönüşüp kımıldanarak kurttan uzaklaşıyordu. Kuwala ona bakarken gözlerinden
yaşlar akıyordu.
''Neden?''
demişti. Kurt derin siyahlıkta açılan beyazlığa doğru döndü. Ona doğru başını
yavaşça çevirdi.
''Sana
göstermek istediklerim var! Beni takip et ve yanımdan ayrılma.'' demişti.
Boşluğu geçtiklerinde Kuwala kendini Kızıl Ormanın kıyısında bulmuştu. Beyaz
kurt normal bir kurt boyutundaydı. Kalabalık şehir ve köy halkı birisinin
peşinden koşuyordu ve durmuşlardı. Kuwala heyecan içinde seneler sonra
babasının verdiği coşkuyla gülümsemişti. Ama yerdeki kadının karnını bir
hançerle açtığını görünce ürperti ile kalmıştı. Kadının karnından çıkardığı
bebeğin göbek bağını kesip islenmiş cübbesine sarmıştı bebeği.
''Bir kız!
Bir kız doğurdu Rahomlu hanım.'' demişti. Kurt, Kuwala'nın elinin altına doğru
soktu başını. Hırıltılı sesle konuştu.
''Dünyaya
geldiğin ilk an. Anneni gör ve ona iyi bak. Kalbi senin ruhuna ve korkuya
dayanamayıp çatladı.'' Kuwala yerde yatan ruhu çekilmiş kadına bakıyordu. Ona
bakarken bebeği kucağına alıp şehre doğru giden adama bakıyordu.
''Babam
neden annemi gömmüyor? Neden onu bırakıp kaçtı?'' Kurt sakince ileride açılan
boşluğa doğru yürümeye başladı.
''Baban o değil!
Babanı görmek istersen beni izle.'' demişti. Kuwala onun ardından boşluğa
girdiğinde geldiği yer Kristal sarayın büyük avlusuydu. Hava karanlıktı. Sadece
ay ışığı avluyu aydınlatırken kurt onun elinin altına girdi.
''Bana
sıkıca tutun. Ruhunun bu karanlıkta kaybolmasını istemiyorsan elbette.'' demişti.
Kuwala onun ensesindeki kürkü tutmuştu. Kurt mahzene doğru yürürken etrafta
dolaşan gölgelerin sesleri Kuwala'yı rahatsız ediyordu.
''Bunlar
ne?'' Kurt hırıltı ile güldü. Merdivenlerden inerken.
''Onlar
senin soyunu karanlığa çeken gölgeler. Bizleri terk eden ataların bu ruhlarla
lanetlendi. Amcan ve onun izinden gidenler bu ruhlar tarafından aklıları ile
oynanacak ve senin dışında hepsi insanlar tarafından öldürülecek.'' Kuwala onu
korku içinde dinlemişti. Mahzenin köşesine geldiğinde az önce cansız gördüğü
kadın bir adamla konuşuyordu. Sesleri perdeleyen gölgeler onları rahat
bırakmıyordu. Kadının konuştuğu adamın gözleri tıpkı Kuwala'nın gözleri gibi
griydi.
''Babam
mı?'' Kurt usulca başını salladı.
''Sevgili
baban ve kralın erkek kardeşi. Bir prens olarak delirmeden önceki son hali.
Daha sonrasında gölgeler onunda aklını bulandıracak ve cinnet geçirecek.'' Kurt
o kadar sakin konuşuyordu ki... Kuwala korku ile yutkunmuştu.
''Anneme
dokunabilir miyim?'' demişti. Bunu söylerken elini uzatmış ve birden kadının
yanağına dokunduğunda kurt öfke ile hırlamıştı.
''Gölgelerin
doldurduğu bu yerde sakın ona bir şeye dokunma. Çıkalım buradan!'' diye ona
çıkışırken Kuwala eline bulaşan siyahlığı silkelemişti. Kurdu koşar adım takip
ederken mahzenin merdivenleri sonundaki boşluktan fırlamıştı. Hala saraydaydı
ve bu sefer görkemli kabul ve taht odası olan yerdeydi. Yüksekliği yirmi metre
olan dev onlarca sütun üstünde duran tavan ve yerdeki cilalı mermeri ile göz
alıyordu.
''İnsanlar
iyi ve kötü olarak adlandırılamayacak kadar karmaşıktır.'' Kurt hırıltı ile
konuşuyordu. Onu takip etmesini işaret edip salonun sonundaki merdivenlere
yöneldi. ''Onlar tanrıların bile aklını karıştırmıştır. Siz Rahom soyu Darta
sorundan geliyordunuz. Ve bu soyu korumak için beş klan kendi içinde evlenerek
kendi saflığını bozmadan yüz yıllarca bu Kuzey'de hüküm sürdü. Kuzeyi korumak
için benim atalarım olan kurtların ruhları ile beraber hareket etti. Ama sonra
bizi unuttular ve topraktan, Hammuaş'ın karanlık kanı karışmış topraktan çıkan gümüşe
ve altına tapar oldunuz.'' Geçtikleri yerde bir çok ruh vardı. Kimisi
delicesine kahkahalar atarak yerdeki altınları sayıyor, kimi ise hıçkırıklar
içinde ağlayarak ellerindeki kana bakıyordu. Kuwala onlara şaşkınlık içinde
bakıyordu. Tıpkı onun gibi beyaz saçları olan bu kadın ve erkek ruhlarının
sırtlarında karanlık gölgeler vardı.
''Eskiden
bu sarayda dolaşan ruhlar beyaz sakin kurt ruhlarıydı. Atalarını karanlıktan
koruyup onlara doğru yolu gösterirdik. Ama şimdi görüyor musun onları?'' Kuwala
tırabzanlara yaklaşınca kabul salonunda onlarca ruhu gördü. Hepsi siyah
gölgeler içinde çırpınıyordu. Hep duyduğu çığlıkların sahipleri şimdi orada
boğuluyordu.
''Onları
öldüren şey ne köylüler ne de gölgelerdi. Kendi açlıkları ve doyumsuzlukları
atalarını ve tanrıları utandırdı. Lanetlendikleri anda gümüş ve altın olan her
şeyi düşlediklerin de bu gölgeler sırtlarına bindi. Öldüklerinde bile hala
ruhları onlar tarafından ıstırap çektiriliyor.'' Kurt konuşurken Kuwala
ruhların içinde annesi ve babası olduğunu öğrendiği yüzleri arıyordu. Kadının
yüzünü göremedi. Ama babası tahtın yakınında yerde kıvranıp sessizce ağlıyordu.
''Annem
nerede?'' Kurt bunu duyunca ona doğru döndü. Ardından başını yukarıya doğru
kaldırdı. Yukarı çıkmaya devam ettiler. Bir kapının ardına geldiklerinde Kurt
ona dönmüştü.
''Kürkümü
tut ve sakın bırakma.'' Kapı açılıp içeri girince Kuwala elini burnuna
götürmüştü. Çürümüş et kokusu odayı sarmıştı. Midesini bulandıran koku ile
geride duruyordu. Gözleri ise karanlık masada mum ışığında oturan kadındaydı.
Kadın orada oturmuş ve ölü bir hayvanın karnını deşiyordu. Deşerken dudakları
oynuyor ve boğuk bir sesle bir şarkı söylüyor gibiydi.
''Sana
hayat biçenler, tarlara sülünler ekenler, karanlığa hükmedenler...'' Birden
sesi kesilmişti. Derin kahkahası duyulmuştu. Başında dikilen gölge onlara doğru
dönmüştü. Tıpkı kadına benzeyen bir bedene sahipti. Örgülü saçları ve elbisesi
onu anımsatıyordu. Onlara doğru dönmüş gölge adım adım onlara yaklaştı ve bir
duvara çarpmış gibi durmuştu. Gölgenin karnı da şişkindi. Diğerleri gibi
şekilsiz değildi.
''O neden
diğerlerine benzemiyor?'' Kuwala soğuk kanlılığını korumaya çalışarak
soruyordu. Kurt ise dişlerini sıkmış gölgeye hırlamıştı.
''Annen
sezgileri güçlü bir kadındı. Ruhları görür ve onları duyardı. Onu esir etmek
isteyen gölgeyi görüp onu kendine bağlamıştı.'' Kuwala şaşkınlık içinde
kalmıştı. Kurdun kürkünü bırakıp içeri doğru ilerledi. Gölgenin yanına doğru
yürümüştü. O gölgenin içinde hissettiği şey o kadar tanıdıktı ki... Nedense ona
doğru gitmeye çekinmiyordu. Kurt ise geride duruyor ve hırlıyordu.
''Beni
korumak için kendi ruhunu kirletmeyi kabul etmiş.'' Kurt bunu duyunca
Kuwala'nın yanına doğru adım adım ilerledi. O ilerledikçe gölge geriye doğru
sürükleniyordu.
''Seni
korumak için yapmadı bunu. Kendini korumak için yaptı. Senin ruhunun gücü onun
kalbini ve seni yeterince besliyordu. Kocasının aklını kaybetmesi ile yalnız
kaldı. Kendisi de ona katılmak için senin ruhunu bastırmaya çabaladı. Elindekine
bak!'' Kuwala kadına doğru yürüyüp elindeki öldürdüğü hayvana baktı. Bir
tavşandı. Beyaz kar tavşanın karnını oymuş ve iç organlarını yere doğru
dökmüştü.
''Bir büyü
yaptı burada. Sandalyesine oturup bir tekerleme söyleyerek adak adadı ve senin ruhunu
bastırıp kendisine bağladığı gölge onun zihnindeki karanlığı büyüttü ve
büyüttü. Dön ve bak!'' Kuwala birden istemsizce arkasını dönünce gölge ile
burun buruna kalmıştı iğrenç koku ile kalbi hızla atıyordu. Parçalanacakmış
gibi atan kalbi ağrıyordu.
''Senin
ruhunu daha dünyayı görmeden kirletmeye kalkıştı annen!'' Kuwala elini acıyla
kalbine koymuştu. Gözyaşları akıyordu. Dizleri üzerine çöktü. Gölgenin
ayaklarına kapanmıştı adeta. Kurt ise tekrar kapıya doğru çekilmiş ve onu
oradan izliyordu.
''Karanlıkla
seni boğmaya çalışmıştı. Bunu hatırlıyor musun?'' Kuwala bu acıyı daha önce
hissetmişti. Ama o kadar bulanıktı ki etraf ne zaman yaşadığını
anımsayamıyordu. Doğmamışken böyle bir acı yaşayabilir miydi?'' başını
döşemelere dayadı ve bir çığlık attı. Yanan kalbinin sızısı ile attığı çığlıkla
birden etraf kaymış ve kendini nemli toprakta bulmuştu. Bir çocuğun kahkahalarını
duyuyordu. Kızıl Ormanda koşan çocuğun kahkahaları ona doğru yaklaşıyordu.
Çocuk birden şaşkınlık içinde onun dibinde durmuştu.
''İyi
misiniz efendim?'' Kuwala bunu duyduğunda başını kaldırmıştı. Üstü başı yamalı
çocuk elindeki tahta kılıçla tepesinde dikiliyordu. Saçları kazınmıştı.
Alnındaki yarada ise pansuman lekesi vardı.
''Efendim
sizi büyük anneme götürebilirim. O çok iyi bir şifacıdır.'' demişti. Kuwala
günlük güneşlik yere şaşkınlıkla bakarken kurdu aradı. Yoktu...
''Kan var
üstünüzde.'' çocuk ona elini uzatmıştı. Kuwala göğsündeki kana bakıp kalmıştı.
Beyaz kıyafeti üstündeki kan kalbinin üstündeydi. Taze ve hala sıcak kana elini
koydu. Güneş o kadar parlaktı ki... Nereye gittiğini bilmiyordu. Göğüsünde ki
acı ile çocuğun elini tutmuş yürüyordu. Ormanın derinliklerinde bir açıklığa
geldiğinde ise duraksamıştı. Çocukluğu geçtiği kulübe oradaydı. Dışında ise bir
kadın vardı.kaynayan kazanı karıştırıyordu. Kuwala çocuğun elini bırakıp korku
ile geriye doğru çekildi.
''Adın ne
senin?'' dediğinde çocuk ona bakıp gülümsemişti.
''Ottour
Akanov efendim. Siz Rahom musunuz?'' Kuwala bunları duyunca nefesi kesik kesik
çıkmaya başlamıştı. Çocuk ise tahta kılıcını sallayıp gülümseyip devam etti. ''Sizi
korumak için savaşçı olacağım.'' Kuwala göz yaşları içinde onu kurtaran ve
babalık yapan adamın çocukluğuna bakıyordu. Ağlayarak dizleri üstüne çöktü.
''Niye
bunu gösteriyorsun bana?'' Kurt onu duyuyor ama kendini göstermiyordu. Çocuk
ise endişe ile onun yanına doğru yaklaştı. ''Efendim, büyük annemi çağıracağım...''
Kuwala korku ile başını sallayıp onun elin tuttu.
''Yapma.
Kalkma yardım eder misin?'' demişti. Çocuk onu ayağa kaldırmıştı. Kuwala şifalı
kaplıcanın yolunu tutmuştu. Çocuk onun nereye gittiğini tahmin etmişti.
''Efendim kaplıcada yaranız iyileşir mi?'' Kuwala gülümseyip gözyaşları içinde
yürümeye devam etti. Ottaur Akanov'u görmek onu parçalamıştı.
''Büyük
annem eskiden o kaplıcada tanrı Darta'nın yıkandığını söyledi. Orasının şifası
oradan gelirmiş.'' Kuwala çocuğu dinlerken sesin uzaklaştığını hissetti. Arkada
kalan çocuk ona korku içinde bakıyordu. Kuwala ise ne olduğunu soracakken
kaplıcanın oradan duyduğu sesler ile başını tekrar çevirdi. Başında kristale
benzeyen tacı ile dikilen adam az önce kazanı karıştıran yaşlı kadının karına
bir kılıç sokmuştu. Kadın ise olduğu yerde titriyordu. Deli Rahom kralı bir
kahkaha attı.
''Tanrıların
yıkandığını söylediğin su bana şifa getirmedi yalancı koca karı.'' demişti.
Kuwala şaşkınlık içinde kaldığında çocuk hızla kaçmıştı. Dikilen adam ise
Kuwala'ya doğru yürüdü. Onun yanında durunca sırıtmıştı. Gözleri deli deli
bakıyordu. Bir kahkaha attı ve ardından çığlığı ile Kuwala ellerini kulaklarına
götürdü.
''Bunları
niye bana gösteriyorsun?'' Çığlık dindi ve tekrar karanlık yerde buldu kendini
.Kurt karşısında oturmuştu. Pençelerini üst üste atmıştı.
''Fedakarlık
ne görmeni istedim. Ruhunu karanlığa vermek için çırpınan ve seni boğmaya
çalışan kadın mı fedakar yoksa senin soyun tarafından tek ailesi öldürülmesine
rağmen seni alıp büyüten adam mı?'' Kuwala öylece kalmıştı. Ne diyeceğini
bilemiyordu. Yutkunamadı. Boğazı yanıyordu adeta. Gözlerinden akan yaşları
eliyle sildi.
''Buraya
bak!'' Kurt hırıltılı yüksek sesle konuşmuştu. Kuwala eğdiği başını kaldırınca
Kurt ona bulanık boşlukta beliren bir görüntü gösterdi. İnsanlar saraya doğru
giriyor ve kan etrafı sarıyordu. Çığlıklara tan Rahomlu soylular teker teker
öldürülüyordu. İnsanların çığlıkları hem korku hem zafer doluydu.
''Senin
soyunu öldürenleri görüyor musun?'' Kuwala oradan bir saniye gözünü
ayırmıyordu. Ateşin içinde çırpınanlara ve kılıçtan geçirilenlere bakıyordu. Ve
birden babası olan Rahom gözükmüştü. Bir şehir muhafızı tarafından kafası gümüş
bir vazo ile parçalanırken çığlıklar atıyordu. Kuwala oraya tepkisizce
bakıyordu.
''Babanın
öldürülüşü canını yakmıyor mu?'' Kuwala başını iki yana salladı.
''O babam
gibi gelmiyor.'' Kurt esneyip ayaklandı. Ona doğru yaklaştı. Yanında durup görüntülere
bakmaya başladı.
''Gölgelerin
geldiği Hammuaş'ın kanı o kadar güçlüdür ki... onların geçtiği yerde durmak
bile insanı bir bataklığa çeker. Orada sana benzeyen adam buradan bakınca neye
benziyor?'' Kuwala başı ezilen adama bakıyordu.
''Bilmiyorum.
Sadece yabancı geliyor. Bana babamı gösterir misin?'' Kurt onun yanına oturdu.
''Benimle
otur.'' demişti. Kuwala karanlığa çöktü. Bulanık boşluk büyüdü. Ardından
görüntü belirdi. Eski kulübesinde ki halini gördü. Henüz ufak bir çocuktu.
Ormanda düşüp dizlerini parçalamıştı. İhtiyar Akanov ise onun dizlerine pansuman
yaparken hayıflanıyordu.
''Daha
yavaş yürümelisin. Bensiz bir daha uzaklaşma.'' Kuwala bu günü hatırlıyordu.
Meraklanıp kendi başına ormanın içine dalmış ve kaybolduğunu düşüp
paniklemişti. Düşüp dizlerini yaralayınca oturduğu yerde ağlamaya başlamıştı.
İhtiyar Akanov onu bulunca sevinçten daha çok ağlamıştı. Yüzünde bir tebessüm
oluştu. ''Şimdi Tanrıların yanında mı?'' Kurt onu izliyordu.
''Tanrılarla
içip sarhoş halde eğleniyor. '' Kuwala gülümseyip bu sefer hüzünle değil
mutlulukla akan gözyaşlarını saklamadı.
''İnsanlar
böyle mi?'' Kuwala bunu sorarken binlerce görüntü ortaya çıkıyordu. İnsanların
cinnetleri, mutlulukları ve kabusları... Karanlık yüzleri ve aydınlık
yüzleri... Her görüntüye bakarken derin bir nefes aldı. Yorgun halde Kurdun
kürkünü okşadı.
''Onlar
bencil ve kendi arzuları için çirkinleşen varlıklar. Tanrıları ve sizleri
unutacak kadar çirkinler.'' Kurt onun elinin altına doğru başını soktu.
''Onları
anlamak zordur. İstediğin kadar burada kalabilirsin. Onlar bizleri anlamayacak
kadar korkunç varlıklar.'' Kuwala babası ile olan anılarını izlerken gülümseyerek
kurdun başını okşuyordu. Kurt ise başı okşandıkça ağzından siyahlaşmış kan
döküyordu. Kuwala görüntüye her bakışında gevşiyor ve rahatlıyordu. Özlediği
anıları aklına geliyordu.
''Sizinle
dağlarda gezinelim mi?'' Kurt bunu söylerken Kuwala ayaklandı.
''Kulübeme
gidelim. Orayı benim için tekrar yarabilir misin? Bom boş ve babamın
çocukluğundaki gibi gün ışığı dolu olsun. Toprak kokusu da olsun.'' Kurt başını
eğip bir boşluk açtı. Kuwala oraya doğru girdi. Her şey istediği gibiydi.
Etrafta derin bir sessizlik vardı. Kurt ile yürüyüp içeri doğru girdi. Son
hatırladığı gibiydi. Kitapları yerinde ve sedirde yatağı kuruluydu. Yürüyüp
kitaplarına yöneldi. Oturup sessizce kitaplarını okumaya başladı. Gün karardı
ve doğru. Kurt ile kaplıcaya gitti. Ormanda gezindi. Onunla konuşup
hatıralarını anlattı ona.
''Burada
istediğim kadar kalabilir miyim?'' Kurt başını sallamıştı.
''Arzu
ettiğin kadar kalabilirsin. Gidip besleneceğim. Sende gidip uyu.'' demişti.
Kuwala bunu duymuş ve bir uykudan uyanır gibi sedirden kalkmıştı. Güneş içeriyi
aydınlatıyor ve toprak kokusu duyuluyordu. Ön verandanın kapısını açınca kurdu
orada uzanmış buldu. Karşıdaki tavşanların koşturmasını izliyordu sessizce.
''Dinlendin
mi?'' demişti kurt. Kuwala onun yanına oturup bağdaş kurdu. Elini atıp kurdun
yumuşak beyaz kürkünü okşadı. Bir süre sonra kaplıcaya yıkanmak için yola
koyulmuştu Kuwala. Kurt onun peşine takılmıştı. Kuwala soyunup suya girmişti
Kurt ise kaplıcanın biraz uzağına devrilip uyuklamaya başlamıştı.
''Buraya
gelip suyun sıcaklığında kürkünü temizlemelisin.'' Kurt bunu duyunca irkilip
ona bakmıştı. Ardından karnındaki siyah lekelere bakıp doğrulmuştu.
''Kendimi
bu şekilde temizlemiyorum. Bir tanrı olsam da bir hayvan gibi yalanmak benim
huyumdur.'' Kara lekeyi yalayıp temizlemeye başlamıştı. Kuwala gülmüş ve suyun
sıcaklığı ile gözlerini kapamıştı. Bir şeyin eksikliği ile elini kalbine
götürdüğünde kurt hırıltı ile konuştu.
''Gün
batımını görmek ister misin?'' Kuwala bunu duyunca sudan çıktı. Başını sallamıştı.
Giyindikten sonra tepelerde bulmuştu kendini. Güneş kızıl ormanın ardında
kayboluyordu. Kuwala gülümseyerek bu sıcak görüntüyü izliyordu.
''Güneşi
hiç böyle görmedim.'' Kurt ona çevirdi başını. ''İstersem güneş sonsuza dek
burada durur.'' demişti. Kuwala gülüp ayaklandı.
''Gerek
yok. Gidip uyumak istiyorum. Çok yoruldum.'' dedi. Kendini yatağında ulumuştu
bu sözleri söylediğinde. Tekrar uyanmış, yıkanmış ve güneşin batışını izleyip
tekrar uyumuş, tekrar uyanmış yıkanmış ve güneşin batışını izlemişti.
O kadar
çok bunları yapmaya başlamıştı ki kendini rahat hissediyordu. Mutluydu ve
endişesi yoktu ama bir şey yanlış gidiyordu. Bir şey eksikti. Neyi unutmuştu?
Sıcak ve güzel yuvası, hiç göremediği bahar ve huzur... Bunlar hep sahip olduğu
şeylerdi. Bunları düşünürken gün batmış ve kendini yatakta bulmuştu. Gözlerini
kapatınca ince bir ses duydu. ''uyan...'' ses o kadar derinden geliyordu ki...
Gözlerini aralamak istedi. Zorla gözlerini açınca olduğu yerde kalmıştı.
Simsiyah ve akışkan bir suyun içinde yatıyordu. Üzerine doğru çökmüş gölgeler
onu kuşatıyor ve bir kurdun yüzüne benzer bir gölge ona kırmızı gözleri ile
bakıyordu. Hırıltılı kurdun sesi değildi onu uyandıran.
''Uyu!''
Kurt hırıltı ile mırıldanmıştı. Kuwala uykuya doğru çekilmiş ve kendini kaplıcada
bulmuştu. Kurt ona bakıyordu. Karnından ve ağzından siyah parçalar yere
dökülüyordu. Kuwala korku ile kaplıcadan çıkmıştı. Kurt ise ona bakıyordu.
''Gün
batımını izleyelim.'' Birden kendini tepede bulmuştu. Kurt parçalanıyordu
adeta. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Yanlış olan neydi bilmiyordu. Ama kurdun
yaralı olduğunu düşünüyordu. O derinden gelen ses birden kulaklarında daha
şiddetli çınladı.
''UYAN!''
tekrar gözlerini açtığında karanlık sıvının içinden fırlamaya çabaladı. Kurt
onun bedenin üstüne çökmüştü. Beyaz tüyleri simsiyah akışkan sıvı ile kaplıydı.
''Direnme.
Seni öldürmek için uğraşan insanların eline bırakamama seni.'' Kuwala birden dinginleşmişti.
''Çok
yorgunum.'' Kurt onun üstüne doğru akışkan bedenini sürükledi.
''Merak
etme. Burada istediğin kadar dinlenebilirsin.'' demişti. Kuwala derin bir
sessizlik ve karanlığın içinde hissediyordu kendisini. Uykunun verdiği ağırlık
ile gözleri kapanıyordu.
Dışarıda
ise rahipler çemberi bozmuyordu. Daki oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Tapınağı savunmak üzere erkeklerin ve savaşmak isteyen kadınları
silahlandıracaktı. Kimisinin kılıcı vardı. Kimi ise elindeki ucu sivriltilmiş
rahiplerin kullandığı sopaları almıştı. Yeterli sayıları vardı. Kapılar
açılmadığı sürece içeri kimse giremezdi. Gün doğup tekrar batmıştı ve hala ayin
devam ediyordu. Marinoe kararlı bir şekilde Daki ile burayı savunmak istediğini
belirtmişti. Çocukları, kadınları ve yaşlıları tapınağın en arkasında kalan
büyük arşivin oraya götürmüşlerdi. Gün tekrar kararırken Daki süren ayini
izlemek için geri dönmüştü. Ellerini dizlerine koyup orada oturan genç rahiple
beklemeye başlamıştı. Hala soğuk hayalet rüzgar süzülüyor ve ışık yavaş yavaş
akıyordu. Daki derin bir nefes aldı.
''Ne zaman
gözlerini açacak?'' Genç rahip bunu duyunca oturmuş ve etraftaki seslere
alışmış adama çevirdi başını.
''Dokuz
kapı açıldığında savaşmaya başladı. Eğer kazanırsa oradan çıkacak. Tanrılar onu
izliyor ve gücünü hak edip etmediğini yoklamak için onu sınıyor. Ona hep istediği
şeyleri ve özlem çektiklerini sunuyorlar. Aldanıp orada kalırsa yavaş yavaş bu
ışık kaybolacak ve geri dönemeyecek. Ama burada ki amacını hatırlarsa...'' Daki
birden yumruk yaptığı elini dizine vurmuştu.
''Hatırlayacak.
Onun unutmasına imkan yok...'' Genç Rahip başını geri ışığa doğru çevirdi. Işık
daha da incelmişti.
''Sanmıyorum
Efendi Daki! Işık yarın ay doğduğunda tamamen kaybolmaya başlayacak. Eğer o
dönemez ise her şey son bulacak. Efendim ve dokuz kardeşim onun tanrıları
görmesi için kendilerini adak olarak sundular.'' Daki bunu duyunca şaşırmıştı.
Dün geceden beri hareket etmeyen yere kapaklanmış bedenlere dikti gözünü.
''Öldüler
mi?'' Genç rahip buruk bir gülümseme ile başını eğdi.
''Kapılar
açıldığı anda öldüler. Onlar Efendi Kuwala'nın başaracağına inanarak burada
canlarını adak olarak tanrılara sundular. O başaramazsa burası yerle bir
olacak. Ve yüz yıllarca bu kanlı savaş devam edecek. Efendim bana hep
başaracağını anlatırdı. Ama ışık hızla inceliyor. Yakında kapılar kapanacak.''
Daki onun dediklerine öfkelenmişti. Dişlerini sıktı. Çığlık seslerini
bastıracak kadar şiddetli bir sesle bağırdı.
''Kuwala
benim için dönecek!'' Sesi öyle yankılanmıştı ki birden çığlık sesleri kesilmiş
ve fısıltılar dolmuştu. Çılgın kahkahalar ve bağrışmalar durulmuştu. Genç rahip
bağıran adamın ruhani bir kandan geldiğini anımsadı. Elini dudaklarına götürdü.
''Efendi
Daki sessiz olmazsanız onları rahatsız edeceksiniz.'' demişti. Daki sessizleşmişti.
Sessizlik öyle derindi ki... Ne ruhlar bağırıp çığlıklar ve kahkahalar atıyor
ne de Daki ve Rahip konuşuyordu.
Güneş
tekrar doğup batmaya başladığında Kara Kurt sürüsü tapınağa yaklaşıyordu.
Kurtlar o kadar hızlı koşuyordu ki rüzgarları karları savuruyordu. Dağa
korkusuzca tırmanıyorlardı. Ay en tepeye vardığında Tapınağın kapısında
olacaklardı. Onlardan önce gelen Melez Piç ise tapınağı görebileceği bir
yükseklikte kendine yer yapmıştı. Gözlerini kapayıp tapınağı dolaşmaya
başlamıştı. Kılıçlarını ve ucu sivri sopalarını hazırlayan insanları gördükçe
sırıtıryordu.
''Kan dökülecek
çok kan!'' diye mırıldanmıştı. Başını kestiği atın kanı ile bütün yüzünü
boyamıştı. Onun mırıltısı öyle derinlere doğru gitmişti ki Kuwala birden bu
mırıltıyla irkilip gözlerini açmıştı. Boğuluyor gibi çırpınmıştı. Ne zamandır
uyuduğunu bilmiyordu. Çırpındıkça aşağıya doğru batıyordu ve birden düşmeye
başladı. Düştüğü yerde Kurt karşısında oturmuş boşluklarda beliren görüntülere
bakıyordu. Kuwala onun yanına doğru koştu.
''Beni
kandırdın. Sen tanrı değilsin!'' Kurt sakince kalktı. İki ayağı üzerine
dikildi. Kolları uzadı. Ayakları belirginleşti. Kalın ensesi gevşedi. Kürkü
döküldü ve birden ona doğru döndü. Kuwala adeta kendi yansımasını görüyordu.
''Tanrı
değilim. Senin içindeki kurdum.'' Kuwala korku ile geriye doğru çekilmişti.
Çırılçıplak ona bakan kendisinden korkmuştu. Gözleri sarıydı ve dişleri
keskindi.
''Sana
istediğini verip duruyorum ama uykumu bölüyorsun. Söyle nereye gitmek
istiyorsun. Bu oyundan sıkıldım. Seni kandırmayacağım.'' Kuwala ona dikkatle
bakıyordu. Kurdun bu yeni formunda eksik bir şey vardı. Tıpa tıp ona benziyor
ama bir şey eksikti. Kuwala ona doğru bir kaç adım attı ve birden üstüne doğru
koşup onu yere devirip üzerine çullandı.
''Nesin
sen? Neden beni o suda boğmaya çabalıyorsun. Ses duydum. Çok kan akacak
dedin.'' Kurt birden ona şaşkınlıkla ve panikle bakmıştı.
''Ne
duydun?'' Kuwala onu yere çivilemek için göğsüne sertçe bastırıyordu.
''Kan
dökülecek gibi bir şey dedin. Duydum! Ne olacağını göster bana!'' göğsüne
bastırdığı adam birden eriyip kayboldu. Öylece zeminde oturup kalmışken
arkasında beliren kişi endişeli şekilde yürüyordu.
''İmkansız
bu. Sen kimi duydun!'' Elini boşluğa daldırdığında kalı dağlarda oturan Melez
Piç'in görüntüsü belirmişti. Birden onu görüyormuşcasına göz göze geldiklerinde
korku ile görüntüyü dağıttı.
''Geri dön
ve babanla bekle!'' Kuwala bunu duyunca ayaklandı. Tam görüntüye doğru
gidecekken birden başka bir ses duydu.
''Benim
için geri dönecek!'' Bu sesin sahibini tanıyordu adeta. Kalbinde oluşan yanma
ile irkildi. Kurt formuna geri dönen varlık ise öfke ile dişlerini bilemeye
başlamıştı. Boyu yine iki metreye ulaşmıştı.
''Geri
dön. Sana kimse zarar vermeyecek!'' Kuwala boşluğa elini sallayıp onu dağıttı.
Arkasında derin bir karanlık başlamıştı. Kurda doğru döndü.
''İstemiyorum.
Bir şey eksik ve bana onu veren kadar dönmeyeceğim.'' Kurt ona nefretle
bakıyordu. Birden tekrar kürkü döküldü. Bu sefer karşısında başka bir beden
oluşmuştu. Kuwala bu tanıdık yüze doğru hızlı adımlar attı. Daki'nin yüzünü
takınmış varlığı bir süre süzdü. Nereden tanıyordu onu? Kalbine çöken sancı ile
elini göğsüne götürdü.
''Geri
dönelim!'' Sesi tanıdıktı ama yabancıydı. Kuwala birden irkildi. Bedenini saran
sıcaklık ve yanma ile irkilmişti. Kulaklarında duyduğu gürültü ona bir şey
hatırlatıyordu. Dudakları titredi. Ardından geriye doğru bir kaç adım attı.
''Nereye
gideceğimizi biliyorum. Nereye istersem oraya beni götürecek misin?'' Kurt
tekrar eski formuna dönüştü.
''Tek bir
hakkın olacak. Ve oradan geri dönmeyeceksin.'' bir sürü görüntü belirmişti.
Kimisi kristal saray, kimi gün batımına, kimisi kızıl orman ama hepsi
hatıralara açılan geçitler idi. Kuwala onlara bakıp dolaşmaya başlamıştı.
Unuttuğu ne vardı. Gitmesi gereken bir yer vardı ama unutuyordu. Yavaş yavaş
hatırlar olan görüntüler arasında dolaşmaya başladı.
O hatıralarda
dolaşırken birden tapınağın kapısı gürültü ile parçalanmıştı. Ateşler içinde
yıkılmıştı kapı ve duvar. Daki bu siyah ve ateş saçan tozun eseri olan
patlamayı duyunca ayaklanıp kılıcını kapmıştı. Kuwala uyanan kadar burayı
korumalıydı. Dışarı doğru fırladı. Bekleyenlere öğrettiği düzene geçmelerini
emretti. Gelenleri durdurmak için önce mızrak kullanacaklardı. Ama dumanın ve
ateşin ardından fırlayan simsiyah kürklü kurt bir pençesi ile on adamı duvara
doğru fırlatıp ulumuştu. Ona katılan on beş kurt daha vardı. Daki ne yapacağını
bilmiyordu. Savaşacaktı. Daha önce böyle bir sürü ile savaştığında bin adamının
yarısını katletmişlerdi. Hepsi eğitimli askerler olmasına rağmen ölmüşlerdi. Ve
şimdi bu köylüler ne yapabilirdi ki? Sadece ölümlerini geciktirmek için
kaçabilirlerdi. Daki kılıcını eline aldı ve diğer elini yanındaki titreyen adam
uzattı.
''Kılıcını
ver!'' demişti. Onu diğerlerinden ayıran en büyük özelliği iki kılıcı aldığında
bir kıyım makinesine dönüşüyordu. O gün tipide kurtları doğramıştı ve ancak o
şekilde hayatta kalmışlardı. Kılıcı eline aldı ve başını kaldırıp tepedeki aya
ve kubbeye inen incecik kalmış ışığa baktı.
''Bu gece
ikimizde öleceğiz ya da yaşayacağız... Yer altının karanlık tanrısı bana güç
versin.'' deyip başını indirmişti. Kaşları çatılmış ve yeşil gözleri ay
ışığında ışıldarken korku ile geri çekilen adamların açtığı yere doğru yürümeye
başlamıştı. Kılıçların kabzasını o kadar sıkı tutuyordu ki kasılan kasları
boynunu germişti.
''Benimle
beraber bir çoğunuzu yer altına götürmek için heyecanlıyım.'' demişti. Bir
prens olarak doğmak sadece unvan demek değildi. Ona tanrıların yarattığı asil
kanın yetenekleri de bahşedilmişti. Ung soyu, Bakren soyu gibi kılıçla dans
etmezdi. Onlar kadar esnek savaşmazdı. Güneyin sert ve vahşi yapısında
savaşırdı. Ungların prensleri kılıçlarını öyle sert kullanırdı ki... Vurdukları
taş duvarlar bile ikiye ayrılırdı. Daki'de muazzam bir kuvvetle doğmuştu. İki
kılıca hükmediş biçimi her zaman babasının gurur duyduğu bir yeteneği olmuştu.
Kılıçları
arkaya doğru çevirip koşmuştu. Hızlıydı. Karşısında dikilen iki adamın
başlarını koparacak kadar hızlı ve güçlüydü. Adamların kafalarını kesip yere
düşmesi ile ona ve etraftakilere saldırmaya başlamışlardı. Daki üstüne atılan
kurtlarla mücadele ediyordu. Onların kalın derilerini insan derisi kadar kolay
kesemiyordu. Boğuşarak bir kaçını kışkırtmış ve bir tanesini yere devirmişti.
Onu parçalamak için etrafını kuşatan üç kurda baktı ve gözleri etrafı taradı.
Beceriksiz savaşçılar olan köylüler adeta katlediliyordu. Daki derin bir nefes
aldı ve hızla kurtlara doğru koştu. İkinci kurdun boğazına sapladığı kılıcı
çekerken kılıç kırılıp kabzası elinde kalmıştı. Hızlı düşündü ve kabzayı
hayvanı gözüne sapladı. Panikleyen kurt kendi kanında boğuluyor ve diğer
kurtlara çarpıyordu. Daki bunu fırsat bilip insanları zevk içinde katletmeye
başlamış kurtlara ve binicilerine doğru koştu. Tek bir kılıcı vardı yerden
ikinci bir kılıç almak için fırsat bulduğunu sandığı anda üzerine doğru atılan
iki adamla yerde yuvarlanmıştı. Birisini tekmeleyerek köylülerin içine doğru
fırlatmıştı. Diğeri ise boğazına çökmüş ve onu boğuyordu. Marinoe gibi bir kaç
güçlü köylü direniyordu. Daha zayıf olanlar ise içeri doğru kaçmıştı. Onlar
direnmeye devam ediyordu. Ölseler de hala biraz olsun o kurt binicilerini
yaralamış ve onlara doğru pençe savurup her atlayışlarında içerinden birini
alan kurtları durdurmaya çabalıyordu. Marinoe cesur bir kadındı ve korkusuzca
öne doğru atılıp kılıcını başkasına savuran binicinin sırtına saplayıp
çekmişti. Marinoe birisni öldürmenin verdiği şaşkınlık ile doğrulduğunda ayı
kapatan karanlığın üstüne doğru zıpladığını gördü. Vahşi kurt ona doğru
zıplamış ama dokunmamıştı. Daki tüm hızı ile köşeye doğru sığınmış köylülerin
önüne atılmıştı. Kurdun pençesini keskin Ung Çeliğinden yapılma kılıcı ile tek
hamlede koparmıştı. Üstü başı kandı. Az önce çıplak elleri ile bir adamın
gözlerini oyup boynunu kırmıştı. İnsan kanı ve kurt kanı kokusu bütün bedenine
sinmişti. Yerde onlarca köylü cesedi vardı. Daki elinin tersi ile kanayan
burnunu sildi. Boynunu sağa sola doğru çevirdi. Sırtını kamburlaştırıp
kaslarını sıkıştırmış binicilere doğru pozisyon almıştı
''Bir
kaçınızın daha canını almadan can vermeyeceğim.'' demişti. Dediğini yapmak
niyetindeydi.
Bölüm
Yedi: Yüce Londaga'nın Mirasının
Sahibi
Marinoe gibi arda kalan güçlü köylü
savaşçılar ile bir savaş çığlığı atıp kafa kafaya tapınağın büyük avlusu olarak
bilinen bahçesinde çarpışmaya başladıklarında Kuwala sonunda ne istediğini
bulmuştu. Yüzünde sinsi bir gülümseme vardı.
''Bende
bir insanım. Senin gibi değilim. Bencilce şeyler istiyorum.'' Kurt yattığı
yerden ona bakıyordu. Kuwala ise ona doğru yürüdü. Gözlerinde bambaşka bir
bakış vardı. Hatıralar arasında gezinirken eksik olan şeyi anımsamıştı. Bir
sıcaklık... bir koku ve bir nefes...
''Buraya
insanları kurtarmak için geldim. Kendimi kurtarmak için gelmedim. Geri dönemem
gerek. Atalarım gibi senin gölgelerine telsim olma niyetinde değilim. Bedenime
dönmek istiyorum.'' Kurt gülmüştü. Ayaklandı. Daha da irileşmişti adeta. Bir
görüntü gösterdi. Tapınaktaki çarpışmayı ona gösteriyordu.
''Geç
kaldın. Çoktan kaybettiler. Ve bak...'' derken sönen ışığı gösterdi. Işığın kayboluşunu
gören sadece Kuwala değildi. Daki'de birden duraksayıp ışığın silikleşip birden
yok olduğunu gördü. O anda kılıcı elinden düşmüştü. Kuwala teslim olmuş gibi
kılıcını bırakan Daki'ye bakınca kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Eksik olan
şey onun nefesiydi, onun kalbinin sesi ve onun sıcaklığıydı. Onun eksikliğini
nasıl unutabilmişti. Birden kurda doğru hışımla döndü. Üstüne doğru yürürken
kurt küçülüyordu. Kuwala ise öfkeden titreyerek konuşuyordu.
''Seni
yalancı gölge! Beni kandırabileceğini sandın. Eğer ki beni üzmek için o
görüntüyü göstermese idin inanırdım. Ama şimdi hatırlıyorum. Beni orada bekleyen
Daki'yi ve insanları hatırlıyorum. Bana ait olanı geri ver! Kalbimi çaldın
benim. O benim...'' demişti. Uzun zamandır yorgunluğunu ve hissizliğini
anımsıyordu. Orada onu kuşatan gölge kadının kalbini çaldığını hatırladı. Bu
yüzden göğsünde kan lekesi vardı. Ona kurt olarak gözüken şey bir gölgeydi ve
tanrılar onu atalarını sınadığı gibi gölgelerle sınamıştı. Kurdun kalbine doğru
elini hızla soktuğunda birden bedeni titremişti. Diğer elini daldırdığında ise
gözleri yanmaya başlamış ve bir ışık görüyordu.
Az önce
solup giden ışık şiddetle birden artmaya başlamış ve her zamankinden daha
belirgin halde kalınlaşırken Kurtlar, biniciler, köylüler ve Daki ışığa doğru
bakıp kalmıştı. Büyüdükçe etrafı aydınlatıyor ve bu aydınlık onları kör
ediyordu.
Daki
ışığın tekrar canlanması ise enerji dolmuştu. Dizleri üstündeydi ve kılıcından
güç alıp ayağa kalktı. Az önce onu dizleri arasında çiğnemek ve bir parça koparmak
isteyen kurda doğru kılıcını savurmadan önce elinin üstüne koydu kılıcını.
Parmaklarını kapayıp hızla çekti. Kanıyla beraber kılıç parlamıştı. Daki
korkunç bir kahkaha attı.
''Yaşayacağız!''
dedi ve kılıcını savurmaya başlamıştı. İleri doğru koşuyordu. Onu parçalamak
isteyen kurda doğru salladığında kılıç daha da ışıldıyordu. Adeta Rahomun
saçılan ışığı onu besliyordu. Kurdu beş parçaya bölüp vahşice uludu. Kuwala'nın
yaşadığını ve döndüğünü gösteren ışığa bakıp bir kurt gibi uludu ve dişlerini
sıktı. Kanaması vardı, gücünü serbest bırakmak onun için doğru değildi. Ama
şimdi Kuwala'yı korumak için bütün vücudundaki damarlara daha hızlı akmaya
başlamıştı kan.
''İçeri!''
Marinoe olacakları sezmiş gibi herkesi tapınağın içine doğru gönderiyordu.
Kurtlar ışık sönmeye başladığında kendilerine geliyordu ve hırlaşıyorlar idi.
''Parçalayın!''
Sağ kalan biniciler emri verdiğinde Daki'nin üstüne doğru kurtlar atılmıştı.
Efendilerinin emri ve öldürülen kurtların intikamı için Daki'yi parçalamak
istiyorlardı. Daki'nin yeşil gözleri kıvılcımlar saçıyordu. Dudakları yukarı
kıvrılmıştı. Kılıcını saran ışık yeşil bir aleve dönüşüyordu. Marinoe onun
böyle bir efsuna sahip olduğunu bilmiyordu. Daki bu gücü kullanmayı Kara Kurtları
izleyerek öğrenmişti. Onlara binen ve büyü gücü olan bazı Bakrenli Savaşçılar
kılıçlarını kendi kanları ile ıslatıp enerjilerini verdiklerinde kılıç turuncu
bir ateş çıkarıyordu. Onların yaptığını yapmak için uğraştığı sürede bir gün
başarmış ama alev yeşildi ve o kadar sıcaktı ki... Ona bakarken gözlerinin
yandığını hissediyordu. Bu gücünü Ung hanesinden ve krallığına mensup herkesten
saklamıştı. Çünkü Unglar savaşın büyü ile değil akılla kazanacağını kafaya
takmışlardı. Daki ise büyü kullanan Bakrenli ve diğer düşmanlarını ancak böyle
yeneceğini anlamıştı. Yakın dostu Muhon Asha bile onlar gibi düşünüyordu. Bu
yüzden bu gücünü kullandığı ikinci seferdi. Her yaratılmış soylu kanda büyü
olduğu ama bunu ortaya çıkarmanın önemli olduğunu bilirdi bütün krallık ve
haneler. Unglar güçlerini reddetmiş soydu. Onlar gibi gücünü reddeden Rahom'lar
lanetlenerek ölmüştü. Unlar karanlığı ve aydınlığı reddetmiş ve tanrılar gibi
olmaktan kaçınmışlardı. Daki kılıcını onlara doğru yöneltti. Histerik bir
kahkaha attı. Yanan ateşin ısısı kurtların geriye çekilmesine sebep oluyordu.
Marinoeve
bir kaç kişi içeri girmeden merdivenlerde onları izliyordu.
''Efendi
Daki'de bir büyücü mü?'' Marinoe yanan yeşil ateşten gözlerini alamıyordu.
Kılıcını sıkıca kavramıştı.
''Bilmiyorum.
Ama dayanamaz. Kanaması var.'' demişti. Yanında dikilen köy lideri olan Denle
derin bir nefes aldı. Aklına karısı ve çocuğu geldi. Kara Kurtlar oraya girmemeliydi.
Onları korumak için savaşma arzusu ile kaşlarını çattı.
''Efendi
Daki'ye yardım edeceğiz. Kurtlarla o savaşırken diğerleri ile biz...'' dedi.
Marinoe liderine baktı. Başını kararlılıkla salladı ve koşmaya başladı. Beş
kadar adam kalmış ve Marinoe ile harekete geçenlerinin sayısı ondan fazlaydı.
Tecrübesiz savaşçıların sayı üstünlüğü fark etmezdi. Yılların savaşçıları
onları orada boğazlayacaklardı. Marinoe ile oraya koşan kişilerden üç kişi
kalan kadar öldürmüştü hepsi. Başları ve uzuvları kopmuştu. Kimisi can
çekişmeye devam ederken Marinoe savaşıyordu. Denle ile sırt sırta vermiş
savaşıyordu. Güçlü bir kadındı. Savaştan kaçmazdı. Kocasını öldüren Kara Kurt
binicisini yakalayıp boğazını kesmişti. Bu sayede diğerleri kaçabilmişti Lider
Denle onun gibi güçlü bir kadının lider olarak köyü götürmesini istemiş ama
yıllarca liderlik yaptığı insanlar onu istemişti. Denle'nin liderliği için
ısrar edip bu güçlü kadının onlara lider olamayacağını söylemişlerdi. Şimdi
köylülerle aralarında duran tek kişi Marinoe idi. Eğer düşerse içeri girecek ve
herkesi öldüreceklerdi.
''Dikkat
et!'' Marinoe omzuna doğru savrulan kılıcı fark ettiğinde geç kalmıştı. Omzuna
saplanan kılıçla elindeki kılıcını düşürüp dizleri üzerine çökmüştü. Denle onu
korumak için önüne fırlayıp kılıç savuruyordu.
''Efendi
Daki!'' diye bağırıyordu. Daki kendinden geçmiş halde kurtlarla mücadele
ediyordu. Bazen onu pençeleyen bazende yaralanıp çekilen on kadar kurt ile tek
başına boğuşuyordu. Buna rağmen Denle bencilce ondan yardım talep etmişti. Daki
kılıcını bir çığlık atıp savurduğunda iki kurdun bedeni ortadan ikiye
yarılmıştı. Dizleri titriyor ama ayakta kalmak için uğraşıyordu. Marinoe ve
Denle'ye döndü. Onları sıkıştırmışlardı.
''Kadını
en son öldüreceğim.'' Marinoe'nin üstüne doğru gelen adam az önce Marinoe'nin
kılıcı tarafından yaralanmış olandı. Daki oraya doğru kılıcını savurdu. Konuşan
adam ikiye yarılıp bedenini yeşil bir alev sarmıştı. Ama bu hamle onun bir kurt
tarafından omzundan ısırılıp yere çökertilmesine sebep olmuştu. Kılıcı ileri
doğru fırlayıp alevi sönüyordu. Zaman donmuş gibiydi adeta. Kılıcın yavaş yavaş
uzaklaşıp yeşil alevinin sönüşü ile sırtlarını kabartmış kızıl gözlü kurtların
ona doğru gelişi durmuştu. Canın acısı durmuş ve bedeninden sızan ılık kan ile
öylece yerde duruyordu. Şişmiş damarlarına pompalanmış kan yavaşlıyor ve
kalbinin sesi yankılanıyordu kulaklarında.
Gözlerini
gökyüzüne dikmişti. İçini ürperten bir esinti vardı ama gökyüzünde asılı olan
bulutlar kıpırdamıyordu bile... nefes almak için göğsü inip kalktığında üstüne
çöken kurtlar geriye doğru çekilmişti. Bu hayalet rüzgarın sahibinin Kuwala
olduğunu biliyordu. Doğrulup ona bakmak istedi ama bedeni kıpırdamıyordu.
Öylece kalmıştı. Kuwala ise yavaş yavaş tapınağın merdivenlerinden iniyordu.
Gözlerinin rengi kaybolmuş ve bomboş bir beyaz ışık vardı. Saçları esen hayalet
rüzgarda savruluyordu. İnsanlar onun geldiğini gördüğünde meraklanıp
çıkmışlardı. Adımını attığı yerde ince bir buz tabakası oluşuyordu. Elleri
yanlara doğru hafifçe açılmıştı. Onu takip eden rüzgarda uğultu vardı.
Yaklaştığı yerde kurtlar nereye kaçacaklarını bilmiyorlardı. Kulaklarını indirmiş
kuyruklarını bacakları arasına kıstırmıştı. Geriye doğru çekilirken
birbirlerine sokuluyorlardı. Ulumaları yerine mırıltılı köpek sesine benzer seslere
bırakmıştı. Hayalet rüzgar iki metre boylarında beyaz bir kurda dönüşüyordu.
Kuwala bir süre kurtların üstüne doğru yürüdü. Kan kokusu kutsal tapınağı
kirletmişti. Korkudan ağzı köpükler saçan kurtlar öylece duruyordu. Kuwala
kurtların binicilerine doğru adımlarını evirdi. Beyaz kurt gölgesi hala Kara
Kurtların önünde dikiliyordu. Kuwala adım adım onlara yaklaşırken ardında
bıraktığı ince buz yavaş yavaş eriyor ve yeni adımlarında ortaya çıkıyordu.
''Darta'nın
sunağını kirlettiniz!'' bunu söylerken sesi de etrafındaki rüzgar gibi soğuktu.
Biniciler kılıçlarını çekip ona dönmüştü. Kuwala ise kollarını yanlara doğru
açmıştı. Elleri açık şekilde toprağa bakıyordu. Yavaşça çevirdi. Serçe
parmaklarından başlayarak yumruğu kapanmıştı. Tekrar yavaşça açtığında adamlar
korku ile çırpınmaya başlamıştı. Onları saran soğukluk bedenlerini uyuşturup
oldukları yere sabitliyordu. Bacaklarından başlayan soğuk bedenlerini tamamen
kuşattığında Kuwala yumruklarını tamamen açıp ellerini yere çevirdiğinde ise
hepsi donmuştu. Çığlıklar atarken öylece kalmış ve mermerden yapılmış heykeller
gibi cansız ama gerçeklerdi. Ellerini hızla birbirine vurduğunda ise donmuş
bedenler tuzla buz olmuştu. Ellerinin şakırtısından çıkan sesle beraber Beyaz
kurt oturduğu yerden zıplayıp siyah kurtları iki pençe darbesi ile yere
sermişti. Kana bulanmış pençesini yere koymadan belirdiği gibi kaybolmuştu.
Etrafı ölüm sessizliği sarmıştı. Kuwala gözlerini kapadı ve açtığında gri
gözleri belirmişti. Alnındaki kurumuş kan lekesi kendi kendine silinip kayboldu.
Kuwala ona korku ile bakan Marinoeve Denle'ye bir süre sessizce baktı ardından
yerde hareketsiz yatan Daki'nin yanına doğru yürümeye başladı. İnsanlar yavaş
yavaş avluya doğru çıkıyordu.
Melez Piç
birden gözlerini korku ile açtı. Öldürdüğü atı tepeleyerek geçide doğru koştu.
Gördükleri onu ürkütmüştü. Hızlı hızlı yürüyor ve kendi kendine sayıklıyordu.
''Korkunç!
Korkunç! Londaga ona gücünü vermiş! Ne korkun!'' Yürüyüşü koşturmaya dönüştü ve
bağırmaya başladı.
''Londaga
dirildi. Kuzeyin soğuk fırtınası, Darta'nın oğlu dirildi!'' Bağırtısını bir
kahkaha takip etti. Gecenin sessizliğinde kahkahaları etrafı dolduruyordu.
Londaga dirilmiş ve yüzlerce yıl sonra ilk defa bir Rahom mirasına sahip
çıkıyordu. Darta'nın oğlu Londaga Rahomların en büyük atası sayılabilirdi.
Kuzey'in soğuk rüzgarlarını eğitmiş ve burada babası Darta'nın yarattığı
insanlar yaşasın diye bu rüzgarları kontrol eder olmuştu. Ormanın ruhları ile,
beyaz kurtlarla ve Rahomların ruhları ile rüzgarları ve soğuk buzu zapt
etmişti. Babası Darta tarafından Kara Dağlardan aşağıya gönderilmiş ve orada
Kuzey'i ehlileştirmişti. Kuwala'ya köylüler ormanda gördüklerinde Londaga'nın
ruhu derlerdi. Şimdi ise Bu ruh bir bedene bürünmüştü. Sihri görünür ve kontrol
edilebilir durumdaydı. Mirasını yüce atası sayılan Londaga'dan devralıp onun
kutsal Kurdunu arındırmıştı.
Kuwala o
günden sonra oldukça sessizdi. O gün gücünü kazandığında uyanmış ve yetişebildiği
kadar hızlı yetişmişti. Ama hem Daki hemde bir çok kişi ağır yaralar almıştı.
Onlarca ölü vardı. Ve artık Kör Kahin yoktu. Ölüleri yakmak için ayinler
yapılmıştı. Üç gün aralıksız süren yakmalar bitmeye yakınken Daki hala yaraları
sarılı halde bilinci kapalı uyuyordu. Kurtlar tarafından ağır yaralanmıştı.
Bunun yanı sıra kullandığı büyü yaralı bedeninin enerjisini tüketmişti. Kuwala
onu tedavi etmek için gerekli her şeyi bulmuştu. Ruhu ve bedeni tam dinlendikten
sonra uyanmasını doğru buluyordu. Bu sürede tapınağın kırık kapısı onarılmaya
başlanmıştı. Ve Kör Kahin yerine onun yetiştirmesi olan ve hep yanında dolaşan
genç rahip getirilmişti. Kuwala'dan onur almak istemişti. Kuwala bunu kabul
etmemişti. Onu onurlandırma yetkisi olmadığını düşünüyordu.
Kendine
hizmetkar yaptığı beyaz kurt ruhunu gölgelerden arındırmıştı. Tanrılar
tarafından atalarına verilen ve Kuzey'in ruhunu temsil eden buzun efendisi
olmak için ilk adımları atmıştı. Ve artık kim olduğunu biliyordu. Ne olmak
istediği konusunda ise hala çekingendi. Daki'nin baş ucunda oturmakla geçirdiği
zamanlarının kalan kısmını arşivden getirttiği Kuzeyin önemli olaylarını
okuyarak geçiriyordu. Bir kaç gün daha böyle geçirdi. Daki'nin yaralarını
pansuman ediyor ve bazı yaralarını seradan getirttiği bitkilerden yaptığı
ilaçlarla tekrar sarıyordu. Kör Kahin şifalı bitkiler yetiştirmişti senelerce.
Marinoe'ye ilaç tariflerini yazmış ve köylülere uygulasın diye vermişti.
Erkeklerin sayısı oldukça azalmıştı. Çoğu ölmüştü. Bu yüzden kapının inşaatı da
yavaş gidiyordu. Kuwala onlar için endişe ediyordu. Onları koruyan kahin
kendini adak olarak sunmuştu ve geneli kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan bu
köylüleri koruması gerektiğini düşünüyordu. İç çekti ve elini yanağına dayadığı
sırada Daki mırıltılı bir sesle konuştu.
''Canın
neye sıkıldı...'' Kuwala onun bu zayıf sesini duyduğunda oturduğu yerden
irkilip yatağın yanına koşmuştu. Elindeki parşömenleri yere atmıştı aceleden.
Daki'nin birden üstüne doğru atılıp sarılmıştı. Sarıldığı gibi hızla doğrulmak
zorunda kalmıştı. Daki yaralarının verdiği sızı ile inlemişti. Kuwala doğrulup
ellerini yukarı doğru kaldırdı.
''Unuttum.
Heyecandan ben...'' Daki onun konuşmasına izin vermeyip onu kendine doğru çekip
sarıldı. Göğsüne doğru yatırdığı adamı sıkıca sarmıştı. Bir süre öyle durdular.
Kuwala bedenini yatağa doğru çekip Daki'nin yanına doğru yerleşti. Ona doğru
sokuldu.
''Yaptıklarını
anlattı Marinoe! Nasıl savaştığını ve o kılıcı...''Daki'nin tuttuğu sargılı
eline bakıyordu. Daki sessizce uzanmaya devam etti. Kuwala ise onun elini
kendine doğru çekip ufacık bir öpücük kondurdu.
''O yeşil
ateşi bir daha ki sefere bende görmek istiyorum. Marinoe ve Lider Denle senin
nasıl öfkeli bir kurda benzediğini anlattı. Efsanelerde yer alan savaşçılar
gibi dövüştüğünü anlattı. '' Bunları söylerken Daki birden gülmüştü.
''Dışarıdan
o kadar etkileyici gözüktüğümü bilmiyordum. Sadece kan kokusu alıyordum ve
üstüme gelen her şeyi ikiye ayırmayı düşünüyordum.'' dedi. Kendisi ile alay
ediyordu. Asla böbürlenme yanlısı bir adam olmamıştı. Ruhani gücünü açığa
çıkarmasını sağlayan şey kibirden yoksun oluşuydu. Asla abileri gibi kibirli
Ung Prensi olmamıştı. Her zaman alttan alan ve kendini ispatlamak için
çabalamayan bir adamdı. Şımarık ama mütevazi... Kuwala onun bu huyunu öğrenmişti.
Yaptıkları ile övünmeden sessizce kendi işine bakardı Daki. Ama bu gün Kuwala
onu övmek, şımartmak ve mutlu etmek istiyordu.
''Orada
yaptıkların sayesinde çocuklar ve kadınlar hayatta. Eğer sen olmasaydın onlar
ölmüş olurdu. Onların gözünde bir kahramansın.'' dedi. Kuwala onu görmek için
dirseklerinden yardım alarak doğrulmuştu. Daki ona dikti yorgun ama parlayan
yeşil gözlerini.
''Onların
gözünde ne olduğum umurumda değil. Senin için ne olduğumu umursuyorum.'' Kuwala
bunları duyunca gözlerini yukarı doğru çevirdi.
''Bir
sevgili...' Daki onun beline doğru elini atmıştı. Arsızca yaralarını ve
dikişlerini umursamadan hızlı hareket etmişti.
''Bu
kelimeyi sana öğretmemiş idim.'' dedi. Kuwala gülümsedi.
''Parşömen
okuyordum. Orada öğrendim. Çok sevmek ve çok değer vermek. Sevgilisi için
yatağa düşen bir şairden söz ediyordu parşömen. Tıpkı senin gibi!'' Kuwala onu
tahrik etmeyi başarmış ve Daki doğrulmaya kalktığında Kuwala yataktan
fırlamıştı.
''Dişlerini
alana kadar heyecanlı şeyler yapmamalısın. Yaraların daha kötü olur dikişler
yırtılırsa.'' derken Daki'ye dikmişti gözlerini. Ona karşı gelemezdi Daki.
Başını yana doğru çevirdi. Kuwala onun boşluğundan fırsat bulup eğilip kirli
sakalları çıkmış yanağa bir öpücük bıraktı. Geri sandalyesine doğru çekilmişti.
Daki ise böyle ilk defa annesi dışında birisi onu öptüğü için şaşkınlık
içindeydi.
''Bunu da
parşömenden mi öğrendin?'' dedi. Kuwala omuz silkti. Yerdeki parşömeni eline
aldı.
''Hayır!
Sadece öpmek istedim. Ve dudakların yastığa yakındı. Bu yüzden yanağından
öptüm.'' Kuwala'nın sesindeki hoş tını ile gülümsemişti Daki.
Onlar için
hayat sanki daha güzel gelmeye başlamıştı. Bu tapınakta uzun bir süre kalma
fikri Kuwala ve Daki'nin ortak düşüncesi olmaya başlamıştı. Burayı koruma
altına alıp kendilerine ev olarak seçebilirlerdi. Bunu konuşmak için bir kaç
gün beklemişti Kuwala.
''Burayı
korumak ve evimiz yapmak mı?'' Dedi Daki. Sargılarını değiştirme işini kendisi
yapmak istemişti. Onu ziyarete artık arkadaş oldukları Denle ve Marinoe ile
çocuklar gelmişti. Marinoe'nin kızı ve Denle'nin kızı oldukça yakın arkadaş
olmuş ve Daki'yi onlarda görmeye gelmek istemişti. Kuwala oturduğu sandalyede
elindeki parşömeni ona doğru çevirerek gülümsedi.
''Burayı
Kör Kahin gibi bir kubbe ile koruyabilirim. Bir çok şeye baktım. Antik büyüler
ve tarih kayıtları var. Bu büyü bir yeri kötü ruhlara karşı geçilmez kılıyor.''
dedi heyecanla. Daki gülümsemişti.
''Neden
olmasın. Burada kalacaksan bende kalırım. Kendini daha da geliştirir ve
güçlenirsin. Savaşmayı öğretirim buradaki insanlara. Kendi evimizi yaratırız.''
Kuwala ondan destek alınca sevinçle oturduğu yerden sıçrayıp sargılarını
değiştirmek için çabalayan Daki'nin yanına attı kendini. Marinoe ise kaşlarını
çatmıştı.
''Kadınlar
ve çocukların sayısı fazla. Ve artık sizin burada olduğunuzu biliyorlar. Eğer
bir ordu buraya gelirse ne yapacağız?'' Bu gerçeği duymak Daki'yi tedirgin
etmişti. O ışık Kuzeyin en uzaklarından bile görülmüştü. Kuwala'nın Rahom
mirasını aldığını bütün kahinler görmüş olmalıydı.
''Marinoe
doğru söylüyor. Burasını sadece büyü ile koruyamayız. Aynı zamanda erkeklerin
sayısı çok az!'' Kuwala sargıyı nazikçe ve yavaşça sarmaya devam ediyordu. Yeni
odaları oldukça genişti ve kendi kütüphanesi bile vardı.
''Kristal
Sarayın uzağında başka bir yere gidebiliriz.'' Marinoe bunu söyleyen Denle'ye
çevirmişti başını.
''Doğru!
Son günlerde Yılan armalı Akela orduları Kristal saraya kin güdüyor. Onlara
katılıp Akela Surları ardına geçebiliriz.'' Demişti. Daki bunu duyduğunda
sinirlenmişti. Düşmanları olan Akela yılanlarına sığınma talep edemezdi.
''O yılan
kadınlardan asla yardım alamayız. Onlar sarı yılanlar gibidir. Zararsız ve
soğuk dururlar ama zehirliler.'' Denle onun bu çıkışına şaşırdı.
''Efendi
Daki, Ung ve Akela soyu bir defe müttefik olmuştu.'' dedi. Daki derin bir nefes
aldı. Karnındaki diş izlerine sürülen siyah sıvı yarasını sızlatmıştı.
''Bir süre
burada kalmaya devam edelim. Sonrasında hareket etmemiz gerek.'' Kuwala bunu
söylerken hepsi suskundu. Bir kaç gündür okumalar yapıyor ve aklında bir şeyler
canlanıyordu. Daki'nin bandajlarını bu suskunluk içinde değiştirdi. Ayağa
kalktı ve gülümseyip Daki'nin dalgalı dağınık saçlarını eliyle karıştırıp daha
fazla dağıttı.
''Arşivde
olacağım. Yıkanmak istediğinde beni çağır!'' demişti. O çıktığında Denle
boğazını hafif bir öksürükle temizledi.
''Efendi
Kuwala'nın planları var gibi. Sürekli okuyor ve büyük haritanın üzerinde
gezinip düşündü. '' Marinoe Kaşları çatık ve kararlı duruşunu bozmadı.
''Savaşmaktan
kaçmayacak birisi o!'' dedi. Daki ona bakıp kenarda duran içi şarap dolu çanağı
eline aldı. Kafasına dikip derin bir nefes aldı.
''Kaçsın
istemiyorum. Ama yaralanmasını da istemiyorum.'' dedi. Marinoe kararlılıkla
ayağa kalktı.
''Sizinde
yeteneğinizi geliştirmeniz gerek. Buradaki rahipler büyüye dair her şeyi biliyorlar.
Onlardan yardım alabilirsiniz.'' dedi. Köşede kendi kendilerine Daki'nin
kılıcını inceleyen çocuklara seslendi.
''Gidip
sizi yıkayalım.'' dedi.
Londaga'nın
Ruhu Dönmeden önce Ung Ordu Kampı...
Muhon Asha
içmiş ve fazlası ile sarhoş olmuştu. Kendi yaveri ve Cohin ile çadırında
sızmaya yakınken kamptaki artan gürültü ile çadırdan çıktı. Günler önce beliren
ışığın kaybolduğunu söylüyordu insanlar. Şimdi ise korku ile herkes yönünü en
kuzeye Kara Dağlara doğru dönmüştü. Oradaki ışık göz alacak kadar parlak ve
büyüktü şimdi. Muhon Asha gözlerini ovuşturup elini yüzüne sürdü. Bir çok
komutan ile generalde dışarı çıkmıştı.
''Cohin
orası neresi?'' Muhon Asha bunu sorarken Cohin yönü hesaplamıştı.
''Büyük
Darta Tapınağı efendim.'' Muhon Asha bunu duyunca bir kahkaha atmıştı.
Kahkahasını duyan herkes ona dönmüştü. Güldükten sonra kusmasını izlediler.
Cohin onu sırtlayıp içeri doğru çekiştirmeye çabalamıştı. Muhon ise alkolün
etkisi ile bağırmıştı.
''Daki
sonunda dediğini yaptı! Görüyorsun değil mi? Londaga'yı uyandıracağım deyip
duruyordu. Kuzey'e gönlünü vermiş bir Güneyli delinin teki!'' Çok yüksek sesle
bağırıyordu. General onu sert bakışlarla süzüyordu. Muhon ise ayakta durmaya
çabalayarak bağırmaya devam ediyordu.
''Savaşı
kaybettik dostlarım. Kuzey'in gerçek sahibi geri döndü. Toparlanıp krallığımıza
dönmeliyiz.'' Cohin telaş içinde onun ağzını kapatmaya çabalıyordu. General
çoktan onlara doğru yürümeye başlamıştı. İçtiğinde ağzının ayarı kalmayan Muhon
Asha yine kendini kaybetmişti. Konuşuyor ve dile getirdikleri krallığını
suçlayan laflara dönüşüyordu.
''Öldürdüğümüz
her masum için Londaga bizden birisini alacak. Şimdi kendi kendimizi korku
içinde yeme zamanı. Büyük UngurPan Krallığı korkudan titreyip, dizleri üzerine
çökene kadar Londaga tarafından parça parça bölünüp lokma lokma yenecek.''
Yaveri sonunda onun kafasına kılıcının kabzası ile hızla vurduğunda Muhon kendi
kusmuğu üstüne yığılmıştı. İki yaver onu çadıra doğru çekerken General
kalabalıkta onlara ulaşamadan öylece kalmıştı. İnsanlar ise duydukları ile
korkuya kapılmış ve git gide parlaklığı artan ışığa bakarken bir grup asker
bağırmaya başlamıştı.
''Hepimiz
öleceğiz!'' Londaga'nın ruhunun yüceliği ve gücü bütün krallıklar tarafından
bilinirdi. Darta'nın kıymetli oğlu Tesna gibi Güney'in en yüce tanrısından bile
daha büyüktü. Hammuaş ve Tesna'nın savaşından sonra Kuzey'i egemenliği altına
alamayan Tesna'nın yapamadığını yapıp bu toprakları ehlileştirmişti. Tanrıların
en eskileri olan Darta ona sınırsız bir savaş yeteneği vermişti. Korkulan ama
saygı duyulan yüce Londaga tekrar dirilecek şekilde derin bir uyuya
yatırıldığında artık insanlar kendi krallıklarını kurmaya başlamıştı. Darta
gibi dağlara zincirli bir tanrı değildi. Hammuaş gibi kötülüğün tarafında yer
alan bir tanrıda değildi. Kurtlar gibi özgürce dolaşan ama gücü kötülüğü emrine
sokacak kadar güçlüydü. Böyle bir gücün kandan, etten ve kemikten oluşan birisinde
olması korku veriyordu. Londaga'nın yeniden bir bedende dirildiğini duymak...
Ung Askerleri gibi büyüden uzak tutulmuş insanlar için korku ve kaosun
başlangıcıydı.
''Askerlere
yerlerine geçmelerini söyle!'' General sert bir şekilde emir vermiş ve Muhon'un
çadırına gitmişti. Işık tekrar sönmeye başladığında General çoktan Muhon'un
yanındaydı. Kendi kusmuğu ile kaplı yatakta baygın yatan adama tiksinti ile
baktı.
''Efendim
içince böyle saçmalar. Affınıza sığınıyorum general!'' o iri cüsseli yaver
dizleri üstüen çökmüştü. General ise artık efendisiz kalan Cohin'e dikmişti
gözlerini. Daki'nin en yakınında yer alan kişi oydu.
''Kara
Kurt Daki, üçüncü Prensimizin aklından neler geçiyor? Bunu sen bilmezsen
başkası bilemez.'' sesini yumuşak tutarak kolu hala sargılı Cohin'i masaya
davet etmişti. Cohin çekinerek oraya gidip izin verilince oturdu.
''Rahom'u
kaçırdığı yetmiyor gibi onun ruhuna Londaga'nın ruhunu katmak için ne tür
karanlık büyülerle uğraşarak neslini ve atalarını lanetliyor?'' Cohin başı önde
generali dinliyordu. General ise Krala vereceği hesaptan korkuyordu. Cohin
derin bir nefes aldı.
''Komutanım
kara büyü ile uğraşmadı. O sadece dostu olan Rahom'un öldürülmesinden
çekiniyordu. Eminim bununla bir alakası yoktur.'' General sabrı zorlanmasından
hoşlanmayan bir adamdı.
''Komutan
Muhon Asha'nın dediklerini kendi kulaklarımla işitmeseydim sana inanmayı bende
isterdim. Eğer kendi krallığını riske sokan bir hareket yaptıysa bir hain
olarak başına ödül konulur ve onu avlayacak ilk kişide kendi abileri olur.
Amacım Prens Daki'yi korumak. Onun kadar yetenekli bir savaşçı görmedim ve
cesareti sayesinde bir çok mücadelede galip geldik. Saygı değer iki prensimiz
onu canından etmeden önce onu girdiği bu yoldan döndürmek istiyorum. Prens Daki
senin yakın dostun olduğunu biliyorum. Muhon Asha gibi inatçı bir herif bana
yardımcı olmaz. Boş yere çıkıp onu arıyormuş gibi dolanıp etrafta gezindiğini
bilmediğimi sanma.'' Cohin ona bakıyordu. General bir baba gibi konuşuyordu.
''Gençsiniz
ve hatalar yaparsınız. Hanginizi bu güne kadar yaptığı hatalar yüzünden yargılayıp
size asla ceza vermedim. Bir çok defa ufak tefek hatalarınızı es geçtim ama bu
ışık ve Daki'nin adının aynı yerde geçmesi büyük sorunlar yaratabilir.'' Cohin
onunla sakince konuşan Generale karşı dürüst olmak istiyordu. Sakince nefes
aldı. Sarılı ve boynundan sarkan askıya takılı koluna baktı.
''Efendi
Kuwala ve efendim arasında sıkı bir dostluk oldu. Efendi Kuwala bizi ağırlayıp
onun düşmanı olmamızı umursamadan bize yardım etti. Efendim onu hiç getirmeyecekti.
Ama Kara Kurtlar tarafından saldırıya uğradığını gördüğümüzde onun için endişe
ettik. Kendini savunamayacak kadar iyi birisi. Ona sadece kendini savunmayı
öğretmek istiyor bunun için geçmişini öğrenmesi gerektiğini düşünüyordu.
Ve...'' Birden hızla açılan çadırın perdesi ile irkildi. İçeri doğru saçları
yukarıya toplanmış çelik zırhındaki zincirlerin şıkırtısı etrafı çınlatan kişi
onun sözünü kesti.
''Bunun
için Onu Darta'nın sunağına götürdü.'' Cohin korku ile ayağa kalkıp selam
vermişti. Iki numaralı prens onlara doğru geliyordu. İki kardeşinden daha
vahşiydi. Çelik zırhının parlaklığı, keskin koyu kahverengi gözleri ile babası
gibi gözleri yeşil olmayan tek prensti. Sert bir çehresi vardı ve saçları abisi
ve kardeşine göre düzdü. Postalları yere o kadar sert basardı ki alay onun
geldiğini sert adımlar ve zincir şıngırtısından anlardı. Abisinin yumuşak
tavırlarından nefret ederdi. Daki'den ise hiç haz etmezdi.
''Birliği
toparlayın ve Darta'ya yürütün. Daki ve Rahom'un cezalandırılması için
yakalanmasını emrediyorum. Rahom orada öldürülsün. Cesedi ise muhafaza edilip
krallığa gönderilecek.'' Generalde yağa kalkmıştı.
''Prens
Aleon!'' General onu adıyla selamlamış ve onun ardından hızla giren birinci
prensi görmüştü. İlk defa onuda kızgın görüyordu.
''Prens
Helyan Kea!'' Prens Helyan Kea onu görmezden gelip kardeşinin önüne
dikilmişti.
''Yerini
bil ve benim emirlerime uy!'' demişti. Kardeşlerin hepsi aynı kampta olduğu
için aralarında bir iktidar savaşı vardı hep. Daki kendini bu savaştan uzak
tutmak için hep kamp dışı görevlere gitmeyi tercih etmişti. birinci ve ikinci
prens arasında çok bir yaş farkı yoktu. İki yıl kadar küçük bir fark vardı. Ama
karakterleri tamı tamına zıttı. Prens Helyan Kea oldukça sakin, uysal ve
nazikti. Prens Aleon ise kaba, sert ve yüzü asıktı. Bunun temel sebebi olarak
küçük kardeşlerinin sorumsuz, vurdum duymaz tavırlarını ortaya koyuyordu.
''Verdiğin
emirler o sorumsuz Daki'yi korumaktan bir işe yaramıyor. Adamlarımı alıp onu
geri getireceğim. Cezasını çekip gerçek bir prens olmayı öğrensin.'' Abisine
çıkışan Aleon kaşlarını çatıp yüzünü ekşitmişti.
''Babamın
vereceği emirde bundan farksız olacak. Rahom'u kaçırdığında onun peşine
düşmemiz gerekirdi. O aptal başına aldığı derdin farkında bile değil. Büyü ve
ona benzer zırvalıklar Rahomlar gibi bizi de lanetleyecek.'' Prens Aleon
aslında bütün Ungların korkusunu dile getirmişti. Büyünün onları lanete
çekeceğinden çekiniyor ve tanrılara eş olduklarını düşünen herkesin böyle
lanetlenip yer yüzünden silineceğini düşünüyordu.
''Babamın
emri gelmedi. Eğer birliğin ile bu kamptan çıkarsan sende hain olarak
anılacaksın.'' Büyük prens Helyan Kea bunu kardeşine söyleyip Generale döndü.
''General
Foo benim emirlerim dışında başka birisinden emir almayacaksınız.'' dedi. Prens
Aleon bunu duyduğunda sinirle çadırı terk etmişti. Prens Helyan Kea ise bir
sandalyeye oturdu.
''Daki'nin
durumunu öğrenmesi için iki gözcü gönderin Darta sunağına ya da her neresi ise
oraya gidip neler döndüğünü öğrensinler. Elçi olarak gitsinler ve Rahom'la
konuşmak istediklerini söylesinler. Babama gözcüler dönene kadar haber
verilmeyecek.'' Demişti. General onun karşısına oturmuştu. Cohin'den içki
istedi.
''Prensim,
adamlarımızdan oraya giden yolu bilen sadece Prens Daki'nin adamları. Onlar
kadar Kuzeyi bilenler yok. Gidende geri gelmez.'' demişti. Prens tek eli ile
içki dolduran Cohin'e baktı. Ve yatakta sızmış olan Muhon Asha'ya.
''Senin
bir abin vardı değil mi?'' bunu Cohin'e söylerken dolmuş kadehini aldı. Cohin
başını salladı. Prens Helyan Kea ona bakıp gözlerini kıstı. Aklından geçenler
tehlikeliydi. Sakin yapılı prens kardeşlerine göre fazlası ile stratejik
düşünebilen ve tahminler yapıp düşmanını tanımayı seven bir adamdı. Kılıç
sallamaktan öte stratejileri ile savaşmayı tercih ederdi. İki kardeşinin de
savaşın sadece kılıçla ve güçle olacağını düşünmezdi. Tıpkı annesi gibi savaşın
bir zeka işi olduğunu düşünürdü. Babası gibi kaba bir adam değildi. Bu yüzden
onunla pek geçinemezdi. Annesinin öğretileri ona daha doğru gelirdi hep. Bunun
üzerinden ilerleyerek çok iyi bir diplomasi yöntemi geliştirmişti. Karşı tarafı
daima tek başına bırakıp yönetimi altına alırdı. UngurPan topraklarından kopmak
isteyen bir çok bölgeyi bu şekilde kontrolü altına alıp babasının gözünde ona
eşlik eden parlamento üyelerinden birisi haline gelmişti. Kuzey'e geliş sebebi
kardeşlerinin burada büyük sorunlar çıkarıp savaşın kontrolden çıkmasını
engellemekti. Daki çoktan bunu başarma yoluna girmişti. Aleon'un aksine Daki
abisine saygı duyar ve onun lafını dinlerdi. Ama son aylarda iyice kendini
boşlamış bir komutana dönüşüp abisinin kuralları dışına çıkmış ve Kuwala
sayesinden zincirlerinden kurtulup özerkliğini ilan etme yoluna girmişti.
Helyan Kea bunun fazlası ile farkındaydı. Kardeşinin kampta Rahomlu ile nasıl
bir bağı olduğunu çözmeye çabalamış ama gördüğü şey sadece ondan kaçan ve
uzaklaşma çabasına giren bir çocuktu.
''Darta
sunağına gidecek olan kişilerden birisi Yaver Cohin olacak. Yolu o gösterecek.
Oldukça iyi bir haritacı olduğunu duymuştum.'' Bunları söyleyip kalkmıştı Prens
Helyan Kea. Zekice bir hareket yapmıştı. Cohin abisine bir şey olmasın diye
geri dönecek Daki'nin tek adamıydı. Onun yolu bilmesi ve gidip geri dönecek tek
kişi olması sayesinde Prens Helyan Kea planını koruma altına almıştı. Onun
çıkışı ile General Foo ayaklanmıştı.
''Geri dönmez isen Prens Helyan Kea
abini hain ilan edecektir. Bir kaç güne yola çıkarsın hazırlan.'' demişti.
Cohin korkuya kapılmıştı. Oraya giderse efendisinin yanında kalmak isterdi. Ama
burada bırakacağı abisinin ölmesini istemiyordu. Sabah Muhon Asha'nın
ayılmasını bekleyip onunla konuşmak istedi. Muhon Asha dün yaptığı konuşmadan
dolayı onu bu hale düşürdüğünü fark etmişti. General ve Prens Helyan Kea ile
konuşup kendisi gitmek istedi ama ret almıştı. Aksine bu ufak gruba katılacak
kişilerden biriside Prens Aleon olmuştu. Abisini ikna etmeyi başarıp oraya
Daki'yi ikna etmek için gitmek istemişti. Prens Helyan Kea için bu büyük
sorundu. Ama kardeşine dur dese bile gideceğini biliyordu ve bir kardeşinin de
hain olarak anılmasını istemiyordu. Öfkeli ve ateşi sönmeyen bir deli olarak
gördüğü kardeşine dur diyemedi. Onu kafileye tek başına katmıştı. Ung Prensi,
Yaver Cohin ve Prens Helyan Kea'nın en sadık iki savaşçısı ile iki gün sonra
kafile harekete geçmişti. Fırtına ve tipinin olmayacağını söylemişti Kahinler
onlara. bir hafta kadar süreleri vardı. Oraya ulaşmaları kısa sürsün diye Cohin
oldukça iyi bir yol belirlemişti. Kara dağların arkasına sahilden geçip oradan
atları yürütebilecekleri patikalar olduğunu biliyordu. Köylülerin bu patikaları
sıkça kullandığı bilgisini bir kaç sene içinde öğrenmişti. Daki'nin en sağlam
adamı olma sebebi ise oldukça iyi bilgi toplayan ve bunları savaş stratejisine
yoran kişiydi. Cohin abisine bir şey söylememiş ve keşif gezisi olduğunu
herkese söylendiği gibi söylenmişti. Muhon Asha ile kısa bir görüşme
yapmışlardı.
''Abin
bana emanet. bir şeyler ters giderse onu buradan sağ çıkaracağım.'' Muhon Asha
ona bunu garanti edince sarılıp vedalaşmışlardı. Senelerdir aynı kampta aynı
masada içmişlerdi ve şimdi iki iyi dost olarak vedalaşmışlardı.
Londaga'nın
ruhu döndükten sonra Bakren Hanesi Kristal Saray...
General Byega'da
herkes gibi ışığa bakıyordu. Bu ışığın parlaklığı bir çok gölgenin avluyu
boşaltmasına sebep olmuştu. Byega öylece ışığa bakarken gönderilen adamların
yenildiğini anlamıştı. Oradan kimse sağ dönmeyecekti. Yapılacak tek şey
Londaga'nın ruhunu taşıyan Rahomlu'nun buraya gidip hanedanlığa zarar vermemesi
için güvenliği arttırmaktı.
''Şehrin
kapılarını kapatın!'' emri vermişti ve içeri doğru girip lordunun yanına
yürüdü. Onu bulduğunda Lordu kristal sarayın kabul odasının işlemeli camından
Kara Dağlardaki ışığa bakıyordu.
''Oraya
senin gibi güçlü bir adam göndermem gerekirdi.'' General Byega selam verip
ayağa kalkmıştı. Lordu ise geri ona doğru döndü. Başında taşıdığı kristal tacı
ve altın zırhı ile ışıldayan genç lorduna baktı.
''Sadık
köpeğim de ölmüş müdür?'' yorgunca konuşmuştu. Bu savaş herkesi yoruyor ve
kimse neden savaştığını hatırlayamaz konuma geliyordu. Bakren hanesi elde
ettiği, Gümüşler ve altınlar sayesinde yenilmez olmuştu. Ama bu yenilmezlik
onları sürekli tedirgin ve paranoyaklık içine sürüklüyordu.
''Ona bir
şey olacağını sanmıyorum. Tanrılar o deliye birden fazla can vermiş.'' General
Byega bunu söyleyince gülmüştü lordu. General konuşmaya devam etti.
''Şehrin
kapılarını kapattırdım efendim. UngurPan ordusu ile savaşan cephelere de haber
göndereceğim. Eğer UngurPan onun gibi bir güce sahipse artık daha ciddi
savaşmamız gerekecek. Komutanları olan Kara Kurt Daki ile gezen bu Rahomlu
başımıza büyük bela açabilir.'' demişti. Lort derin bir nefes alıp tahtına
oturdu.
''Büyüyü
reddetmiş olan Ungların böyle bir gücü görüp yeminlerinden dönmesine
şaşırmadım. Akela yılanları ile işbirliklerini bozduğumuz gibi bunu da bozarız.
Beni endişelendiren şey Rahom'un varlığının artık herkes tarafından bilinip bir
iç kargaşaya öncülük etmesi.'' dedi. Kristal sarayın bulunduğu Patvira şehrinde
son günlerde isyancıların çıkardığı ufak tefek kargaşalar halk için korku
verici olmaya başlamıştı. Bakren Hanedanlığını dışarıdan sarsmak mümkün
olmayınca Akela Yılanları içeri sızıp şehirde ayaklanmalar çıkarmaya çabalıyordu.
Şehir isyancılarını maddi olarak destekleyen Akela kraliçesinin önünü kesmek
için son günlerde fazlası ile evlere baskın yapılmış ve bir çok kişi tutuklanmıştı.
Ama yetersizdi. Akela kraliçesi kindar bir kadındı ve Unglar ile olan anlaşması
bozulduğu için öfke kusuyordu. Kocasını kaybettikten sonra savaşa dahil olmuş
ve müttefik olmaktansa kuzeyden bir parça da o istemişti. Bataklık ve Kara
Dağlar arasında ki krallığını büyütmek istiyordu. Bakren'in hala dostları vardı
ama birisi Kuzey Denizi denilen dalgaları hırçın denizin ardında kalan Altın
krallığı olarak bilinen Seronrakaul krallığı, diğeri ise Akela'nın ardında
kalan Ave'nin Diyarı olarak bilinen Mavi Ormanlar diye geçen ve Akela zulmünden
kaçmak için Bakren'le anlaşan ufak bir hanedanlıktı. Tarafsızlığını koruyanlar
genelde Kuzey Deniz'i ardında kalanlardı. Bakren Lordu son günlerde Kurt
binicilerini kontrol edemediği için onların yerine kendi savaşçılarını
geçirmeye çabalıyor ama bunda başarılı olamıyordu. İşler karışıyor ve kontrolün
elinden kaydığının farkındaydı. Yanında olan Generallerden sadece babasına
hizmet etmiş Byega'ya güvenmeye başlamıştı.
''Bu
hanedanlığı Kuzey'in efendisi yapmak için babamla çok uğraştık ve şimdi elimden
kaymasını istemiyorum. Senin gibi çok adam fedakarlıklar yaparak bu işe girdi.
Senin gibi sadık bir adamı generalden daha öte bana danışmanlık yaparken görmek
istiyorum. Senden çekinen köpeğim ile beni bu kargaşadan çıkarmanı istiyorum.
Seronlara mektup gönder ve Ordularına karşılık onlara neler verebileceğimi yazmama
için bir araştırma yap. Daha fazla Kurtlara güvenemeyiz. Onların Rahom
karşısında şansı yok. Kurtların Londaga'ya hizmet edeceği gerçeğini herkes
bilir.'' Lort dediklerinde haksız değildi. Kurtlar ve Kuzey'e ait olan her şey
Londaga'ya hizmet ederdi. Onun gücü karşısında direnemezdi.
''Emredersiniz.''
General bunu söylediğinde Lordu ona çevirdi başını.
''Seronların
burnu havada kralını ikna etmek için sen gideceksin. En hızlı gemiler ile
Kuzey Denizine açılacaksınız. Onlara en iyi adamımı göndererek dostluğumuzun
nişanını taşıdığımızı göstermeliyiz.'' dedi. Babasına göre genç lordu oldukça
politik bir adamdı. Sadece kılıcın gücüne inanmazdı. İnsan sayısının gücünü
bilirdi ve bir çok savunma hattında sayı ile zafer elde etmişti.
''Elbette
Lordum. '' demişti. General Byega son günlerde lordun pek iyi uyuyamadığını ve
sarayın gölgeleri ile kuşatıldığını görüyordu. Karanlık ile anlaşma yapan bir
adamdı. Babası öldükten sonra hanedanlığı eline alıp Kuzey'i ele geçirmişti. Bu
süreçte büyük bir mücadele vermişti. Ona itaat etmeyen Bakren kanı taşıyan ufak
hanedanlık ve tarikatları dize getirirken savaşın ortasında kalmıştı. Yorgun
bir hükümdardı. General Byega onu korumak istemesinin en büyük sebebi zamanında
beraber eğitim almış olduğu bir arkadaşı olmasıydı. O henüz on altı
yaşlarındayken Byega ondan on yıl daha büyüktü. Genç Bakren soylusunun
yeteneklerine hayran kalmıştı. Ve ileride onun yüce bir kral olacağını kahinler
söylemişti. Ona hizmet etmekten onur duymuştu Byega. Eski Bakren lordundan daha
soğuk ve acımasızdı. Bu sayede Bakren geleneklerini korumuştu. Yüzyıllar sonra
herkes Bakren soyunun ne kadar güçlü olduğunu görmüş ve Rahom gölgesinden
sıyrılmış bu soyun nasıl güçleri ile Kuzey'i yönettiğini izlemişti. Savaşa
rağmen madenleri çalıştırabilen ve ticaret yapabildiklerini gören Seronlar
onlarla ticaret için ittifak kurmuştu.
''Rahomun
tekrar bizi yönetimi altına almasına izin vermeyeceğim.'' demişti Byega.
Soyunun onursuzca Rahomlar tarafından bir kılıç olarak kullanılmasından hep rahatsız
olmuştu. Çıldırmış kralın ardında durup onu kollarken işlediği günahları bu
şekilde sileceğine inanıyordu. Patvira şehrinin eskiden önünde Rahom kelimesi
yer alırdı. Patvira antik dilde yeniden doğumu temsil eden bir kelime idi.
Rahom'un yeniden doğuşu anlamına gelen şehrin adını sadece Patvira olarak
kullanma kararı almışlar ve Bakren'in yeniden doğuşu anlamı taşıması için
Patvira'yı Bakren adı ile anılır hale getirmeye çabalıyorlardı. On yedi sene
kısa bir zamandı ama artık Patvira'nın önünde Rahom adı yoktu. Bakren'in izini
Kuzey'e kazımak istiyordu. Her Bakren soyundan gelen gibi bunu istemek onun
doğasıydı.
Bölüm
Sekiz: Onların Girmesine İzin Verme
Uyanan ruhla beraber bir çok
hanedanlık tedirgin olmuştu. Madenleri ve topraklarını istedikleri Kuzeyin
gerçek sahibi dönmüştü. Haber kontrol edemeyecek kadar hızlı yayılmış ve
köylerde bile artık Londaga'nın geri döndüğü fısıldanır olmuştu. Bunlardan
habersiz olan Kuwala ise kendini Arşive adamıştı adeta. Daki ise yaralarının
iyileşmesini bekliyordu. Bu sayede özlemini çektiği Kuwala'yı esir alabilecek
kadar güçlenecekti. Onlara doğru yürüyen Ung habercileri ve tehlikeden
habersizdi tapınaktaki köylüler. Ancak tek sorunları ona doğru gelen tehlike ve
Ung elçileri değildi. Kör Kahin'in en yakınında yer alan ve yeni baş kahin olan
Sohow sabah acele ile arşive gelmişti. Daki ve Kuwala orada kalmışlardı gece.
Yorgun, yarı çıplak birbirlerine sokulmuş yatıyorlardı serdikleri şilte
üstünde.
''Efendi
Kuwala, Efendi Daki büyük bir sorun var!'' diye içeri dalmıştı. Yattıkları
yerden ilk fırlayan Daki olmuştu. Eli yerdeki kılıcına gitmişti. Kahin Sohow
onları öyle görünce utançla arkasını dönmüştü.
''Ambarda
görmeniz gerek şeyler var.'' demişti. Kuwala saçlarını geriye doğru toplayarak
yattığı yerden doğrulmuştu.
''Birazdan
geliyoruz.'' demiş ve hızla giyinip onları kapının ardında bekleyen Kahin Sohow
ile ambara doğru yürümüştü. Ambara yakın mutfak ve el değirmenlerinin odluğu
yer vardı. Kahinler ve Rahipler bu değirmende arpadan un yapıyordu. Bu un
sayesinde sert somon ekmeği ve çorba yapılabiliyordu. Kadınlarda mutfaktan
çıkmış ambarın önünde duruyordu. Ellerinde yemeklik malzemeleri taşıdıkları hasır
sepetler vardı. Kahin onlara çekilmelerini söyleyip arkasında Daki ve Kuwala
ile ambara girdi. Yakılmış gaz lambaları içeriyi aydınlatıyordu. Soğuk ambar
Tapınağın en arkasındaki bölümde yer alıyordu. Kendi içinde ufak bir köy gibi
düzene sahip tapınak için burası önemli bir noktaydı. Rahipler burada tahıl ve
yiyecek depolamışlardı. Kör Kahin olacakları tahmin edip her zamankinden fazla
yiyecek depo ettirmişti. Ama onunda göremediği aksilikler gün yüzüne çıkıyordu.
Daki
esneyerek kahini takip ediyordu.
''Seni bu
kadar korkuya düşüren şey nedir?'' Kahin Sohow arpa depolanmış yerin önünde
durdu. Bir kaç çuval kesilip yere dökülmüş ve iç karartıcı gerçekle
karşılaşmıştı. Küflenmiş arpalar yerlere saçılmıştı. Öndeki çuvallara kadar
sıçramıştı küf. Daki şaşkınlık ile oraya doğru adımlarını hızlandırdı.
''Kaç
çuval? Kaç çuval küflenmiş?'' derken dikilen bir kahinin elindeki lambayı
kapmıştı. Eğilip çuvalları saran yeşilimsi küfe bakıyordu. Arpalar kararmıştı.
''Önlere
kadar sıçramış. Arkada çatının bir kısmı çatlamış. İçeri su sızmış. Eriyen kar
suyu olabilir. Küflenme yapmış çuvallar. Tahminen bin çuvalda küf kaptı.''
Kuwala bunu duyunca kalmıştı öylece. Bin çuval arpa buradakileri uzun süre
idare edebilirdi. Şimdi ise... Ellerindeki bütün arpa bozulmuştu.
''Bu durumda
onları çıkarıp yakacağız. Diğerlerine sıçrasın istemiyoruz. Yüz çuval buğday
unu var. Onlarında yarısı ıslanıp hamur olmuş ve küflenmiş.'' dedi kahin Sohow.
Ambardaki raflarda kuru sebze ve kurutulmuş et vardı ama bir kaç gün içinde
hemen tükenebilecek şeylerdi.
''Onları
çıkarmalarını söyleyin. Temiz ve küf bulaşmamış bir tane arpayı bile atmayın.
Her çuvalı dökün ve temiz bulunanı ayıklayın.'' Daki bunu söylerken yığılı
çuvallara bakıyordu. Yeşil küf bir çoğunun üstünü sarmıştı. Hiç bir şey çıkmazdı
bunlardan. Bunu biliyordu ama umudunu yitirmedi.
''Küfe
dikkat edin ellerinizi ve ağzınızı sarın. Ambardan çıkarın. Çatlağı
kapatalım.'' dedi. Çuvallar dışarı taşınmaya başlarken sabah kahvaltısı için
bir çok kişiye dünden kalan ekmek ve çorba verilecekti. Her zamankinden daha az
olacağı kesinde. Çuvallar çıkarılınca Seranın orada herkesi toplamış ve konuşma
yapılacaktı. Daki ve Kahin Sohow bu görevi üstlenmişti. İnsanlar neler olduğunu
merak ediyordu. Dışarı çıkarılan çuvalları görmüş ve az az verilen yemeğin
sebebini merak ediyorlardı. Kıtlık konusunda oldukça tecrübeler edinmiş
insanlar yemeklerinin tükendiğinin farkındaydı. Ama umut dolu halde
toplanmışlardı. Daki onlarla konuşacak ilk kişiydi kötü haber verme konusunda
oldukça yetenekli olduğunu düşünüyordu. Ölülerin haberini de hep o verirdi.
''Öncelikle
bir şeylerin farkında olduğunuzu biliyorum. Ambardaki çatlak yüzünden ambardaki
arpanın tamamını kaybettik. İki çuvaldan fazla arpamız yok. Buğday unumuz da
oldukça sınırlı durumda. Ve etimiz bizi sadece bir hafta kadar idare
edebilir.'' dedi. Derin bir sessizlik vardı. Yemek yoksa yaşamda yoktu. Tapınak
eski koruma kalkanına sahip olmadığı için soğuk ve ısınmada problem olmaya
başlayacaktı. Sonrasında ise hastalıklar başlayacaktı ve ölümler onu takip edecekti.
''Bir
çözümünüz var mı Efendi Daki?'' soruyu soran kişi bir kolu kurtlar tarafından
koparılmış erişkin bir erkekti. Daki kafasında bir şeyler düşünmüştü.
''Tapınağın
açıldığı geçitlerin sonunda köyler...'' Adam bağırdı.
''Köyler
yakıldı, orada yaşayan kimse kalmadığı gibi yiyecek bir şeyde yok.'' Daki
lafını kesen adamın haklılığını bildiği için yumuşak bir sesle devam edecek
iken Marinoe atıldı.
''Köylerden
alamıyorsak Bakrenlerden alırız!'' birden derin bir sessizlik oluşmuştu. Bakren
savaşçılarına saldırmak intihar etmek gibiydi. Onlarla mücadele edilemezdi. Marinoe
kaşlarını çatmıştı yine. Soğuktan yanmış yanakları kırmızıydı. Dudakları
kuruydu. Kara gözleri keskin bakıyordu.
''Beyaz
Kurt Köyünün yakınında bir Bakren Kışlası vardı. Her köyün yakınında olması
gerekiyor. Biz Beyaz Kurt Köyüne dönemeyiz. Yolu kar kapattı. Ama en yakın
köyün orada kışlayı basıp yiyecek alabiliriz. bir gece baskını yaparız. Hızla
yüklenir çıkarız. Açlıkla sınanmak yerine kılıçla ölmeyi tercih ederim ben!''
Daki gülümsemişti. Kadının savaşçı ruhu ve cesaretine hayrandı. Onun bu çıkışlarının
UngurPan topraklarında bir soylu kadın yapsaydı en yüksek mevkide general
olabilirdi.
''Savaşacak
kim var da konuşuyorsun sen Marinoe!''Kolu kopuk adamda öne doğru yürüyüp ona
çıkışmıştı. Aynı köyden geliyorlardı. Beyaz Kurt köyü diğer köylerden daha
prestijli bir köydü. Orası Rahomların yüz yıllar önce sürekli ziyaret ettiği be
Krallığın kurulmaya başladığı ilk yerdi.
''Ben
varım ve bir çok kadın var. Senin iki kolunla yapamadığını onlar tek eliyle
yapabilecek kadar güçlüler!'' Marinoe'nin baskın sesi yankılanıyordu etrafta.
''Günlerdir
değirmen taşı çevirmiş o kadar güçlü kadınlar var ki... Yaralarına rağmen,
senin çamaşırını yıkayıp, yemeğini veren ve senin nazını çeken karının gücünü
hiç mi görmüyorsun. Sana sapasağlam iki evlat doğurmuş!'' Sesi yükseldikçe
kadınlar ona destek veriyordu. Daki gülümseyerek bakıyordu onlara. Savaşçılık
ruhunu onlara Marinoe öyle stratejik aşılıyordu ki, hepsinin göğsü kabarıp,
kanı hızlı akıyordu.
''Onlar
anne ve çocukları açlıkla hastalıkla ölmesin diye vahşi birer savaşçı olabilir.
Biz Kuzeyin güçlü kadınlarıyız. Saçından tel düştü diye ağlayan yumuşak güney
fahişeleri ile karıştırma bizi. Sen pek alışıksın onların nazına.'' Adam
morarıyordu adeta. Son zamanlarda güneyden gelen fahişeleri Daki'de biliyordu.
Kamplar dışında para kazanmak için seyyar genel evler kuran pezevenkler vardı.
''Prens
Daki biz savaşmaya hazırız. Küflenmiş arpalar için yas tutacak değiliz. Elime
kılıcımı ver kızım için çocuklar için sırtıma taşıyabileceğim kadar arpayı
yükleyip döneyim.'' dedi. Daki ona gülümseyerek bakıyordu.
''Yapabileceklerini
biliyorum Marinoe. Endişeniz olmasın. Bir plan hazırlayacağız. Gücünü yeterli
bulduklarını seç Marinoe. Riskli seçimler yapma. Sana güveniyorum. Gönüllü
olacaklar öne doğru çıksın.'' demişti. Kadınların hepsi öne doğru çıkmış ve
onların çıkışı ile utanan erkeklerde bir kaç adımı çekinerek öne doğru atmıştı.
''Bu
zorluğun üstesinden geleceğiz, tanrılar ve Londaga'nın ruhunun sahibi Rahom
bizimle.'' Kahin onları dahada rahatlatacak bu sözleri söylemişti. Daki geri
dönerken tedirgindi. Kurtlar ve güçlü savaşçıların olduğu kampa saldırmak mı?
Bu delice fikirden o da çekinmişti. Ama imkansız değildi. Yapabilirlerdi. Denle
onu koridorda yakalamıştı. Beraber yürümeye başladılar.
''Efendi
Daki, Marinoe'nin bu çılgın fikrini desteklemiş olmanız beni
endişelendiriyor.'' dedi. Daki derin bir nefes aldı.
''İnsanların
aç kalmayı düşünmesini engellemek için yaptım. O kadınların hepsini paramparça
yaparlar. Marinoe güçlü ve cesur bir kadın ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemem.
Kuzey Kadınlarının cesareti olsa da güçsüz oldukları sürece boşa harcanmış
canlar olacaklar. Marinoe'ye haber vermeden güçlü ve yaralı olmayan
savaşabilecek erkekleri topla. Çocukların annelerine ihtiyaçları var.'' dedi.
Arşive dönmüştü. Kuwala orada değildi. Avluya çıktı orada da yoktu. Tapınakta
gezinerek onu ararken kapıda nöbet tutanların yanından geçerken durduruldu.
''Efendi
Daki, Rahom dışarı çıktı.'' demişti nöbetçi olarak dikilen köylü. Daki
kaşlarını çattı.
''Nereye
gitti?'' dedi. Nöbetçi omuz silkti.
''Bilmiyoruz
Efendi Daki. Bir şeye bakması gerektiğini söyleyip çıktı. Durdurmak...'' Daki
onun lafını kesip kapı açmalarını istedi. Onun izi kaybolmadan peşine
düşmeliydi. Alıp başını nereye gitmiş olabilir diye düşünürken izini bulmuştu.
Ayak izleri geldikleri patikadaydı. Onu gördü. Çok uzaktaydı ama koşarak
yetişebileceğine inanıyordu. Koşmaya başladı ama Kuwala patikadan çıkıp yamaca
tırmanmaya başlamıştı. Daki ona yetişmek için hızlanmak istedi. Ama Kuwala
ondan çok ilerideydi. Yamaca ise bir keçi gibi rahatça tırmanıyordu.
''Kuwala!'
diye bağırdığında onu durdurmuştu. Daki hızlanıp onun yanına doğru tırmandı.
Kuwala ise onu beklerken oturmuştu. Yukarı doğru tırmanan adamı izliyordu.
''Nereye
gidiyordun?'' Daki onun durduğu yere varmak üzereydi ve konuşuyordu.
''Misafirlerimiz
var. Onlara bakacağım.'' Dedi Kuwala. Son bir adımı kalan adama elini uzattı.
Daki'yi yukarı doğru çekti. Sessizce tırmanıp yukarı vardıklarında başka bir
patika gözüküyordu. Kuwala gülümsedi. Yüklendikleri arabaları çeken öküzleri
ile gelenleri gösterdi.
''Onları
hissettim. Kara basarken çıkardıkları sesleri duyuyordum.'' Daki irkilmiş halde
ona baktı.
''Böyle
şeyleri bana söyleme. Korkutucu geliyorsun.'' dedi. Yüz kadar köylü ve elli
kadar öküz arabası onlara doğru geliyordu. Yüklü arabalara Daki bakıp
meraklandı.
''Tapınağa
mı geliyorlar?'' Kuwala usulca başını salladı.
''Yiyecekleri
var. Onları alırız ve bir süre daha idare edebiliriz. Sonrasında dediğiniz gibi
güçlenip Bakren kamplarını yağmalarız.'' Daki onun omzuna elini koyup başını
eğdi.
''Yağmalamak
kelimesi korkunçtur.'' Kuwala gülümsedi.
''Sen
kullanıyorsun ve bence doğru kelime bu. Hem öldüreceğiz, hem yiyecek ve
eşyalarını alacağız.'' Daki öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu.
''Bir gün
sonra tapınakta olurlar. Patika uzun. Bu sarp kayalıkları aşamayacakları için
bir günümüz var. İnsanlara soralım ve beraber karar verilim.'' demişti Kuwala.
Daki onun zamanla kendini nasıl geliştirdiğini görüyordu. Okuyor, dinliyor ve
izliyordu. Öğrendikçe kendi düşüncelerini yaratıyordu. Kendi düşünceleri
oluştukça özgürleşiyordu.
''Elbette.
Geri dönelim ve bunu hemen konuşalım. İnsanlar kabul edecektir. '' dedi. Geri
aşağı doğru inmeye başladılar. Kuwala aşağı vardığında nefesini toplamak için
karların üstüne doğru kendini attı. Üşümüyordu, karın soğukluğunu hissetmiyordu
o günden sonra. Soğuk onun için normal geliyordu. Arşivde ocak bile yakmıyordu.
Pencereleri havalansın diye açtığında fark etmişti bunu. Soğuk ona bir anlam
ifade etmiyordu. Isınma gereksinimi hissetmiyordu. Dün gece Daki'nin vücudunun
sıcaklığı onu rahatsız edip daraltmıştı adeta.
''Hastalanacaksın.''
Daki bunu söylerken ona doğru elini uzatmıştı. Kuwala ona üşümediğini ve
sıcağın iyi gelmediğini söylememişti. Daki'nin bedenin sıcaklığını kaybetmekten
çekindiği için sessizdi.
''Sorun
değil. Karın yumuşaklığı hoşuma gitti. Hasta olursam bana bakarsın!'' demişti.
Daki onun yanına oturdu. Bir süre öyle sessizce uzakta yükselen tapınağa baktı.
''Aklından
ne geçiyor bazen çok merak ediyorum. Öyle bir yere gözünü dikip bakıyorsun ve
derin derin nefes alıyorsun.'' Kuwala doğrulurken konuşmuştu. Daki ise tapınağı
izlemeye devam ediyordu.
''İnsanlar
umut bağladıkça sorumluluğumuz artıyor. Tek istediğim hayatta kalacak kadar güçlü
olman ve hissetmen idi. Ama şimdi bizden bir şeyler bekliyorlar. Yeni zincirler
takıyorlar gibi hissediyorum.'' dedi Daki. Kuwala onun baktığı tapınağa
bakıyordu sessiz bir şekilde.
''Orada
onlara lider olacak Denle ve oldukça cesur bir savaşçı olan Marinoe var. Zamanı
geldiğinde onları kendi halinde bırakıp gidebiliriz.'' Daki hafifçe tebessüm
etti. Ne kadar sıradan ve masum düşünceydi. Kuwala'dan böyle sözler duymayalı
günler olmuştu.
''Neye
gülüyorsun?'' Kuwala ona doğru çevirmişti yüzünü. Daki avucunda topladığı karı
havaya doğru fırlattı.
''Nereye
gidersek gidelim insanlar bizden bir şey bekleyecekmiş gibi hissediyorum. Komik
geldi bir an için.'' Kuwala düşen kar tanelerini izlemeye başlamıştı. Daki
ikinci defa elindeki karı havaya doğru savurdu. O da izliyordu bu yarattığı kar
gösterisini.
''Niye
böyle düşünüyorsun ki? Kimseye kim olduğumuzu söylemeyiz.'' Daki üçüncü defa
elindeki karı yukarı doğru savurdu.
''O kadar
kolay olacağını sanmıyorum. Peşimizden gelecekler. Bakren Hanedanlığı, UngurPan
askerleri ve daha bir çoğu... Seni, beni arayıp duracaklar. Kaçtığımız
hayatlara bizi çekecekler.'' Kar taneleri düşmeyi bıraktığında bu sefer Kuwala
elini yukarı doğru çevirmişti. Birden kar taneleri belirip düşmeye başlamıştı.
Yavaş yavaş üstlerine yağıyordu. Kar tanelerini izlemekten hoşlandığını fark
etmişti Daki'nin. Sihrini kullanıp kar yağdırıyordu üstlerine. Daki hayranlık
ile düşen kar tanelerine bakmaya başladı.
''Onları
yok edersem bizi rahat bırakırlar mı?'' Daki başını yavaşça salladı. Kuwala başka
bir şey düşündü. Hayatta değer verdiği babasını kaybetmişti. Şimdi ikinci defa
güvenip, sevdiği birisini kaybetmek istemiyordu.
''Onları
nasıl durdurabilirim?'' Daki omuzlarını yukarı doğru kaldırdı. Deriden yapılma
parmakları kesik eldivene kar taneleri birikmeye başlamıştı.
''Bir yolu
vardır. Onlara bizi rahat bırakmalarını söylesek ve ne istiyorlarsa almalarını
söylesek ikna olurlar mı?'' Daki birden kahkaha atmıştı. Kuwala'nın bu masum
düşüncesini söylerken kralların yüzünü düşününce kahkahası artmıştı.
''Ne diye
gülüyorsun?'' Kuwala kaşlarını çatıp ona doğru eline aldığı karı fırlatmıştı.
Daki ise gülmeye devam ediyordu. Kuwala onun üzerine atılıp yüzüne elindeki
karı sürüp onunla bir süre karda debelendi. Yorulunca yan yana uzandılar.
Kuwala'nın yağdırdığı kar durmuştu. Bomboş ve gri gökyüzünde uzun uzun
baktılar. Daki yanına uzanmış olan Kuwala'nın elini sıkıca tuttu.
''Çözümü
bulacağım.'' Kuwala onun parmaklarını kendi parmakları ile kenetledi.
''Beraber
bulacağız. Tek başına yapmanı istemiyorum. Bu işte beraberiz. Ve hep beraber
olacağımızı söyledin. Tek başına çabalamanı istemiyorum.'' Daki gülümsemişti.
Kuwala ise birden irkilmişti. Duyduğu ayak sesleri ile birden doğrulmuştu.
Büyük patikaya kadar yuvarlanıp karda oynamışlardı. Şimdi patikanın yanındaki
kar birikintisi üstündeydiler. Kuwala patikaya giren ayak sesleri ile aniden
kalkıp gelenlere dikmişti gözlerini. Dört kişi yaklaşıyordu. Daki onun baktığı
yöne doğru bakmak için doğruldu. Gelenlerin yüzleri sarılı ve kapalıydı.
Atlarının eğerinden tutmuş yürüyorlardı.
''Kim
bunlar?'' Daki kılıcını çekip doğrulmuştu. Kuwala ise elinin birisini arkasına
alıp yumruk yapmıştı. Soğuk esen hayalet rüzgar dağılmış saçlarını savuruyordu.
Patikaya doğru indiler. Gelenler ile karşı karşıyaydılar. Aralarında on metre
vardı. Daki kılıcını onlara doğrultmuştu. Kürkleri ve cübbeleri altında kim
olduklarını anlamak zordu.
''Daha
fazla yaklaşmadan yüzünüzü açın!'' demişti. Daki'nin sesi yankılanıyordu boş
patika ve dağlarda. Karşılarında elinde bir harita ile duran adam deri haritayı
kıvırıp yanındaki atın heybesine doğru sokuşturdu. Cübbesini indirdi.
''Efendim!''
dediğinde Daki kılıcını geri kınına sokmuştu. Kuwala ise yumruğunu gevşetmişti.
Onlara dikmişti gözlerini. Hayalet rüzgar hala arkasında esiyordu. Onlara doğru
koşar adım gelen kişi Cohin'di. Daki şaşkınlık içinde kalmıştı. Onu burada
görmeyi beklemiyordu. Günlerdir yolda olduğu kirli sakalından belliydi.
''Efendim.''
demiş ve Cohin onu selamlamıştı. Ardından birbirlerini kucaklamışlardı. Arkadan
gelenlerde cübbelerinin başlıklarını indirmişti. Daki birden gelen kardeşi
Aleon'u görünce gerilmişti. Kuwala onun gerginliğini fark etmiş ve yumruğunu
dahada sıkınca hayalet rüzgarın esintisi atları ürkütmüştü. Hayvanlar
kontrolsüzce kişneyip şahlanıyordu.
Kuwala Cohin'i
görmezden gelir gibi geçmişti. Kahverengi gözleri olan Prens Aleon'a doğru bir
kaç adım attı. Onu takip eden rüzgar içlerini ürpertiyordu. İki asker
kılıçlarını çekmişti. Prens ise kılıcına yeltenmeden duruyordu.
''Savaş
için gelmedim!'' sözleri sakin çıkıyordu. Yolculuk boyunca sakindi ve şimdide
sakin bir şekilde konuşuyordu.
''Daki'yi
huzursuz ediyorsun.'' Kuwala bunu söylerken rüzgarın ürpertisi devam ediyordu.
''Onun
beni huzursuz ettiği kadar etmiyorum. Kardeşler arasında böyle ilişkiler olur Rahom!''
demişti. Kuwala birden yumruğunu açtı. Rüzgar aniden kesilmişti. Daki'ye doğru
başını çevirip ona baktı. Ardından geri Prens Aleon'a döndü yüzü.
''Yüzün
ona hiç benzemiyor.'' Aleon gülmüştü. İlerlemeye devam etti.
''Daki ile
hiç bir konuda benzemeyiz. Onunla sürekli aramızda bir çekişmeye sebep olur
bu.'' Kuwala'nın önünde durup ona baktı. Bir süre Rahom Kuwala'yı süzdü ve
ardından başını eğip kardeşine baktı.
''Misafirlerinizi
böyle mi ağırlıyorsunuz?'' demişti. Daki iç çekip önüne düşen saçını nefesi ile
geriye doğru savurdu.
''Tapınağa
girmeniz doğru olmaz.'' demişti. Prens birden kılıcına yeltenince içini
titreten rüzgarı hissetti. Prens Aleon sakince elini kılıcından çekti.
''Sakin ol
Rahom. Kılıçlarımızı teslim edeceğiz.'' dedi. Kuwala onu baştan aşağı süzmüştü.
''Gerek
yok! Sizi ağırlayacağım, benim topraklarımda misafirlerim olarak
bulunuyorsunuz!'' demişti Kuwala. Arkasını ona doğru döndü. Daki bile ona
şaşkınlıkla bakıyordu.
''Topraklarımda
ki kalan sürenizde huzuruma çıkmanız beni şereflendirdi.'' deyip yürümeye devam
etmişti. Prens Aleon ne diyeceğini bilmeden öylece kalmıştı. Cohin ise
gülümseyip yanından geçen Rahom'u selamlamıştı. Daki'nin yanında durdu Kuwala.
''Kardeşin
sana benziyor.'' diye fısıldamıştı. Daki şaşkınlıkla ona bakıp yürümeye
başladı.
''Neresi
benziyor?'' diye sorarken Kuwala'ya sokulmuştu. Kuwala güldü.
''İkinizde
korkunca deli gibi bakıyorsunuz.'' Daki ona bakıp kalmıştı. Alay ettiğini
düşünüp kaşlarını çattı.
''Sana
güldüğüm için bana böyle alaycı şeyler söylüyorsan...'' Kuwala onun kolunu
tutup onu kendine doğru çekti. Kulağına doğru fısıltı ile konuştu.
''Evet!''
demişti ve Daki'nin önüne doğru geçip yürümeye başlamıştı. Ama içini huzursuz
eden bir şey vardı ve onu inanılmaz derecede rahatsız ediyordu. Kapıya vardıklarında
muhafız olan iki köylü bağırdı.
''Efendi
Daki ve Efendi Kuwala döndü.'' Onları kapıda karşılayan Marinoe ve Denle
olmuştu. Kahin Sohow ise onların ardında duruyordu.
''Misafirlerimize
oda ve sıcak su verin.'' demişti Daki. Giren dört adam ise etrafa bakınıyordu.
Cohin Daki'ye doğru sokuldu.
''Efendim
sizinle konuşabilir miyim?'' diye fısıldamıştı. Daki hiç istifini bozmadı.
''Beni
takip et!'' demişti. Onları izlemişti Cohin. Prens Aleon ve adamlardan ayrı
olarak yürüyorlardı. Marinoe ise Daki'nin yanındaydı.
''Efendi
Daki, Gönüllüler arasından en güçlü olanları seçtim. Ama silahımız...'' Kuwala
bunu duyunca Marinoe'ye doğru dönmüş ve geri geri yürümeye başlamıştı.
''Endişe
etme. Kimsenin Bakren kampına inmesine gerek kalmadı. Yarın kapımızda elli
kadar öküz arabası olacak.'' Denle şaşkınlıkla kalmıştı. Marinoe ise Kuwala'ya
doğru hızla bir kaç adım attı.
''Nasıl?''
''Buraya
gelen köylüler var. Arabaları tahıl ve yiyecek dolu. Onlar sayesinde bir süre
burada rahat edebileceksiniz.'' Marinoe istemsizce gülümsemişti.
''Tanrılar
bizi koruyorlar Efendim. Bu haber herkesi çok sevindirecek.'' Kuwala ona
gülümsedi.
''Gidip
onara söylemelisiniz. Herkes kabule derse kapılarımızı onlara açacağız.''
birden yüzündeki gülümseme silindi. Kalbine saplanan acıyla eli göğsüne gitti.
Adımları duraksadı ve öne doğru eğildi. Acıyla bir çığlık atmıştı. İki büklüm
yere doğru çöktüğünde Daki ona doğru koşmuştu. Sesi tapınakta yayılmıştı.
Acıyla attığı çığlığın ardından bir mırıltı ile devam etmişti.
''Yapma!''
gözlerini saran beyaz ışıkla Daki'nin kolları arasında kalmıştı. Bedeni
titremiş ve buz kesilmişti.
''Kuwala!
Mari hemen Kahin Sohow'u çağır!'' Son duyduğu kelimeler bunlardı.
Gözlerini
açtığında kendini yine o karanlıkta bulmuştu. Az önce ruhunu çekip almıştı Beyaz
Kurt. Şimdi koca pençesi ile onu yere sabitlemişti. Yüzüne doğru hırlıyordu.
''Efendimin
bu kadar aptal olması canımı sıkıyor. Sana tehlikenin ayak seslerini
dinletiyorum ama sen...'' Kuwala nefes alamıyordu. Kurt ise daha sert göğsüne
bastırıp hırıltı ile devam etti.
''Senin
kadar aptal birisinin beni kandırmış olması canımı sıkıyor.'' Sertçe bastırdı.
O bastırdıkça Kuwala'nın Dünyada kalan bedeninde dudakları arasından kan
sızıyor ve nefesi kesiliyordu. Kahin Sohow yatakta yatan Kuwala'ya ne olduğunu
anlamaya çalışırken Kuwala birden sarsıldı ve kan kusuyordu. Onu yan
çevirmeseydiler kendi kanında boğulacaktı.
''Ruhunu
çekip seni buraya getirmek zorunda bıraktın beni. Boşuna enerji kullandırma
bana bir daha.'' Sert pençeni çekmişti. Kuwala nefesini toparlamak için
doğruldu. Öksürüp derin soluklar almaya başlamıştı.
Kurt
beliren görüntüyü gösterdi ona. Tapınan gece vakti alevler içindeydi cesetler
ve zırhlı bir sürü kişi vardı. Görüntü kaydı. Ve yerde yatan ölü Daki'nin yüzü
belirdi. Kuwala korku ile oraya bakıyordu. Başında yas tuttuğu Daki'nin üstü
başı kan içindeydi. Kara Kurtlar vardı etrafında ve ağlıyordu.
''Neden
oldu bu?'' Titreyerek soruyordu Kurda bunu. Kurt ona öfke ile döndü.
''Onların
büyüsünü görmeyecek kadar körsün sen. Tekrar bak.'' Görüntüdeki kurtlar
öküzlere dönüşüyordu. Sonra tekrar Kara Kurtlara.
''Ölecekler.
Hepsi ölecek ve sende...'' Kurt bunu söylerken öfkeliydi.
''Senin
aptallığın yüzünden tekrar hapis olacağım bu karanlığa. Seni aptal! ''
hırıltısı gürlemeye dönüşüyordu. Derin derin soludu kurt.
''Sana bu
güçleri düşüp kalktığın o Ung soyundan gelen ölümlü için harca diye vermedim.''
Kuwala ona bakıp kalmıştı. Kurt öfkeden ağzından köpükler saçıyordu adeta.
Doğrulmaya çabaladı. Bedeni halsizdi ve hareket edemiyordu.
''Bu
güçleri ben kendim kazandım.'' diye konuştu. Kurt ise sinirle dolaşmaya
başladı.
''Sen
kazanmış olabilirsin ama bu güçlerin sahibi olan tanrının kaderi de artık
senin.'' Kuwala bunu duyunca ona bakıp kalmıştı. Kurt burnundan soludu.
''Eğer Londaga
gibi insanları korumaz ve onların ölümüne sebep olursan ataların gibi delilik
ile lanetlenecek ve öleceksin.'' Kuwala ona bakıp kalmıştı ve gözünü bile
kırpamıyordu korkudan. Delirmek mi? Henüz bunun olmasını istemiyordu. Daki'nin
ölmesini istemiyordu. Aklını kaybeder ve Daki'yi kaybederse nasıl onunla
mutlu bir hayat kurabilirdi ki... Doha net bir sesle konuştu. Ve ''Beni
geri gönder onları uyarmalıyım.'' dedi. Kurt ona doğru yürüdü. Pençesini
kaldırdı ve indirmeden önce gürledi.
''Onların
girmesine izin verme!'' karanlığa doğru sürüklenmişti yankılanan gürleme ile...
Kuwala
birden nefes nefese yattığı yerden fırladı. Gün kararmış ve yanan fitilin
ışığında Daki'nin yüzünü gördü. Kontrol edemediği öksürük ile sarsılarak iki
büklümdü. Daki onu kendine getirmeye çabalarken Kuwala kesik kesik kurdun son
söylediklerini tekrar ediyordu.
''Onların
girmesine izin verme...''
Bölüm
Dokuz: Bir Akraba... Rahom
Tieden...
''Aklını
mı kaybettin?'' İçeri doğru girmiş olan Prens Aleon bu kelimeleri söylüyordu. Kardeşinin
yanına doğru yürüdü. Az önce olanlar kan dondurmuştu. Kardeşi için endişelenip
onu görmek için sonunda odaya girebilmişti. Oda her zamankinden daha
kalabalıktı. Daki'nin elleri titriyor ve ağlıyordu. Elinden akan kanı durdurmak
için Marinoe ona yardımcı olmaya çabalıyordu.
''Aklını
mı kaybettin Daki?'' Aleon bu sefer daha sert bir sesle ona bağırmış ve iki eli
ile şoka girmiş Daki'yi sallamıştı. Kendisi de korkmuştu ve hala bacakları
titriyordu. Gördükleri karşısındaki şaşkınlığını atlatıp kardeşinin yanına ilk
defa bir abi olarak gitmişti.
''Daki
bana bak!'' Şok içindeki kardeşinin kendine gelmesi için onu sallıyordu. Daki
ise sessizce göz yaşları dökmeye devam ediyordu. Aleon onu ilk defa bu kadar
çaresiz ve korkmuş görüyordu. Çocukluğundan bu yana sürekli aptal gibi sırıtıp
dik başlı kardeşi omuzları düşmüş sessiz sessiz ağlıyordu. Onu bu halde görmek
kalbindeki ateşi biraz olsun dindirmişti. Birden eli havaya kalkıp Daki'nin
yüzüne sert bir tokat indirdi. Tokadın sesi ile etraftaki herkes ona bakmaya
başlamıştı. Daki ise birden ona vuran adamın omzuna doğru devrilmiş ve
hıçkırıklar içinde ağlamaya başlamıştı. Dakikalar önce Kuwala'nın karnına
kılıcını sokmuştu. Bunun şokundan çıkıp hıçkırıklar ile abisi Prens Aleon'un
omzuna yaslanıp ağlamaya başlamıştı. Kuwala ile ilgilenen beyaz saçlı adam
yanındaki başka bir adamdan yardım alıyordu. Dakikalar önce gerçekleşen kabusun
şoku bütün tapınağı sarmıştı.
''Durumu
ağır ama ölmeyecek!'' Beyaz saçlı adam bunları söylerken yarayı kapatıyordu.
''Duydun
mu?'' Aleon kardeşini kolları arasında sarmıştı. Daki kısık bir sesle konuşmaya
başladı.
''Ben ne
yaptım böyle?'' Titreyen çenesi ve akan göz yaşları sesini boğuklaştırıyordu.
''Yapman
gerekeni yaptın. Az daha bir sürü insanı öldürecekti. Onu pişman olacağı şeylerden
kurtardın.'' Aleon için konuşmak zordu. Kelimeleri seçerken dikkat etmeye
çalışmak ise huyu değildi. Ama şu an oldukça dikkatli konuşuyordu.
''Elini
sarmalarına izin vermelisin. Enfekde olmadan izin ver yaranı kapatsınlar.''
Daki bunu duyunca doğrulmuştu. Titriyor ve üşüyordu. Kuwala'yı kılıcı ile
yaralamanın verdiği şoktan kurtulmak onun için çok zordu. Bunu yapabilecek son
kişiydi ve yapmıştı. O anda düşünmeden kılıcını çekip Kuwala'ya saplamıştı.
Orada
olanlar Daki'nin aklından saniye saniye geçiyordu tekrar. Kuwala uyandıktan
sonra dışarda ki sesleri işitmişti. Ağzında ise aynı kelimeler dönüyordu.
''Onların girmesine izin verme...'' ayağa fırlamıştı ve iki güne yakın baygın
kalmasına rağmen oldukça çevikti. Gözlerini saran ışık etrafı görmesini
engelliyordu. Köylüler ve öküz arabaları tapınağa doğru yeni giriş yapıyordu.
Kurdun ona gösterdikleri ile birden büyük avluya fırlamıştı. Ayaklarında
ayakkabıları yoktu. Göğsü açıktı. Onu takip eden hayalet rüzgar o kadar hızlı
geçmişti ki tapınağın avlusundaki insanlar ürperti ile titremişti. Beliren
beyaz kurt vahşice gözleri kızıla dönmüş halde belirip birden bir kaç öküzü
pençelerine takıp savururken Kuwala ellerini yana doğru kaldırmıştı. Göğsünden
gelen hırıltı ile konuşuyordu. Dudaklarının arasından sızan kan ve kamburlaşan
sırtı ile bir canavara benziyordu.
''Onların
girmesine izin verme...'' hızlı adımlarla yürürken Marinoe onun önüne çıkmış
ama Denle onu çekip almıştı. Bastığı yerde buz oluşuyor ve diken diken
yükseliyordu. Saçları havalanmıştı. Ardından endişe ile seslenen Daki'yi
duymuyordu. Karşısında korku ile kaçışanlara bakıp bağırmıştı.
''Hepinizi
öldüreceğim.'' Öyle yüksek sesle bağırıyordu ki sesi etrafı inletiyordu.
Gözlerinden çıkan beyaz ışık koyulaşıp rengi siyaha dönerken etrafı korkunç bir
soğuk sarmıştı. Buz öndeki bir kaç kişiyi dondurmaya başlamış ve öküzleri
parçalayan kurt uluyordu artık. Kürkü siyaha dönmüş ve vahşice insanların
üzerine atıldığında ondan daha küçük olan bir kurt onun önüne atılmıştı. Onu
durdurmak için yüzüne bir pençe indirmişti. Etrafa saçılan siyah akışkan
sıvılar hızla geri sersemleyip gerilemiş kurdun üstüne doğru çekiliyordu.
Marinoe'nin bağırtısı etrafı sarmıştı.
''İçeri
doğru geçin!'' Kapının orada bir izdiham başlamıştı. Aleon neler olduğunu görmek
için dışarı fırlayınca iri siyahla beyaz arası karışmış dev kurdu durdurmaya
çalışan bir beyaz kurt görmüştü. Birbirlerinin üstüne atılıp hırlaşıyorlardı.
Beyaz kurdun ardında gördükleri ise onu ürkütmüştü. Tıpkı Rahom gibi saçları
beyaz ama otuz beş yaşlarında bir adam vardı. Gözleri parlıyordu. Ve etrafını
saran soğuk rüzgarla hırçınlaşmış Kuwala ise öfke ile bağırıyordu. Öldürmekten
söz ediyor ve etrafını saran dikenleşen buzlar artıyordu. Buzların kökünde
beliren kızıllık ise kandı. Ölmüş öküzlerin ve bir kaç insanın kanı... Daki
oraya gitme konusunda tereddüt ediyor ve korku ile ne yapacağını düşünüyordu.
Kuwala aklını kaçırmış gibi köylülere saldırmış ve birden ortaya çıkan bu
Rahomlu adam ise onu şaşkına çevirmişti.
''Bu ne?''
Aleon kardeşinin yanına gelip sormuştu. Daki kılıcının kabzasını sıkıyordu.
Tereddüt edince ya da endişelenince yaptığı bu hareketi biliyordu Aleon.
''Kuwala!''
Daki bağırarak basamakları inmiş ve içeri kaçışan insanların arasından
sıyrılmaya çalışmıştı. Daha yüksek sesle bağırdığında sonunda Kuwala onu
duymuştu. Kurdu ise bir an efendisinin boşluğu ile beyaz kurdun dişlerini
boynunda hissedip yere doğru çökmüştü.
''Ne
yaptığına bak!'' Daki ona doğru yaklaşırken soğuk rüzgar içini titretmişti. Ne
olmuştu da Kuwala birden böyle delirmişti? Aklını kaçırıp gözleri gerçeği
çarpıtır olmuştu? Cevabı kilometreler ötedeki Melez Piç'in beynindeydi. Daha
önce sesini duyurduğu ruhlar kapısını görmeye devam etmiş ve orada uyuyan Beyaz
Kurdu yakalamıştı gölgeleri ile. Onu sarıp efendisinin aklı ile oynaması için
yönlendirmeye başlamıştı. Zahmetli bu işin sonunda meyvesini almış ve Kuwala'ya
Daki'nin ölümünü gösterip onun zihnini ele geçirmişti. Ruhlar kapısının
aralığından sızan gölgeleri Kuwala'nın bütün aklını simsiyah etmiş ve gerçekten
uzaklaştırmıştı. İçeri gelen öküzleri, Kara Kurt olarak, girenleri ise
biniciler ve Bakren savaşçıları ile görüyordu. Hala onun zihninde idi. Onun
gördüğü Daki'yi nasıl değiştireceğini ise çok iyi biliyordu.
''Öldü
o!'' diye fısıldamıştı önünde yanan mumlara ve fısıltısı Kuwala'nın
kulaklarında yankılanmıştı.
''Sen Daki
değilsin. O öldü. Sen gölgelerin oyunusun.'' derken gözleri öfke ile koyulaşıp
simsiyah olmuştu. Daki kılıcını kınına sokup ona doğru uzatmıştı ellerini.
''Hayır!
Kimse ölmedi. Benim...'' cümlesi bitmeden Kuwala gördükleri ile sarsılmaya
başlamıştı. Karşısında kanlar içinde bir gölge görüyordu. Ve kurdunu yere
mıhlamış olan kurdun dişlerinin verdiği acıyı hissediyordu. Ellerinin rengi
değişip morarmaya başlarken öfke ile bağırmaya başlamıştı.
''Hepinizi
geberteceğim.'' Bu bağırtının ardından bir çığlık atmıştı. Başını gökyüzüne
doğru çevirmiş ve damarları şişmişti. Çığlığı öyle yüksekti ki herkes
kulaklarını kapatıp olduğu yere çökmüştü. Gökyüzündeki ayın önünü simsiyah
bulutlar kapatıyor ve yıldırımlar bulutlar arasında parıldıyordu. Çığlığın
ardından öyle yüksek bir gök gürültüsü duyulmuştu ki yer sallanmıştı adeta.
Daki bedenini saran soğukla titriyor ve Kuwala'nın etrafını saran rüzgarın gri
rengine bakıp kalmıştı. Buz etrafa doğru yayılıyordu. Korkutucu bir güç vardı
etrafta. O kadar gergindi ki etraflarını saran enerji kalplerini zorluyordu.
Yer sallanırken Kuwala ikinci bir çığlık atmış ve birden içeri kaçamayan
insanlar oldukları yerde kalmıştı. Bedenleri hızla donuyordu. Daki bacaklarını
saran soğuğu durdurmak için kılıcını hızla çekip elinde sıktı ve çekti. Yeşil
ateş gri rüzgarı aydınlatıp etraftaki buzları eritmeye başlamıştı. Daki gök
gürültüsünü bastırmak için bağırdı.
''Kuwala
dur!'' ama sesi Kuwala'ya ulaşmıyordu. Onun duyduğu tek şey Melez Piç'in
fısıltısıydı. Ona fısıldıyordu. Sürekli öldürmesini fısıldadıkça Kuwala korku
ile gücünü arttırıyordu. Buz merdivenleri tırmanmaya başlamış ve Marinoe
kapıları kapatmaya çabalıyordu. Denle ve Prens Aleon'da ona yardım etmek için
uğraştı. Beyaz saçlı adam ise ellerinde beliren ışıkla Kuwala'ya doğru yürüyor
ve Daki'ye bağırıyordu.
''Kılıcını
kullan!'' Daki emir almış bir asker gibi birden kılıcını savurup gri rüzgara
girmişti. Kuwala'nın histerikleşmiş kahkahalarını duyuyordu. Gök o kadar hırçın
gürlüyordu ki... Birazdan yarılacaktı adeta. Daki yaklaşırken yalvarır bir
sesle konuştu.
''Kuwala
durmalısın.'' Ama onu duymuyordu. Gözleri simsiyahtı ve ellerini bir birine
vurmak için hazırlamıştı. O alkış sesi duyulduğu anda buzun sardığı her şey tuzla
buz olacaktı. Daki çaresizce bakarken birden beyaz saçlı adam bağırdı.
''Karın
boşluğuna sapla kılıcını.'' Daki duyduğu şeyi emir almış bir asker gibi birden
yapmıştı. O anda zaman donmuştu adeta. Yanan yeşil ateş usulca donmuş ve kılıç
tuzla buz olurken Kuwala'nın kahkahaları susmuştu. Rüzgar dinmiş ve etrafı öyle
derin bir sessizlik kaplamıştı ki... Bu sessizlik kulakları sağır ediyordu.
Daki önünde düşüp buzun üstüne serilen bedene ve boş kabzaya baktı kaldı. bir
kaç adım geri çekildi. Yerdeki yaralı kurt bedeni kaybolmamıştı. Onun başında
dikilen mavi gözlü kurt ise başını kaldırıp tekrar siyah bulutlar ardından
çıkmaya başlayan dolunayı selamlarcasına ulumuştu.
Düşüncelerden
Daki'yi çıkaran şey beyaz saçlı adam olmuştu. Onun yanına oturup elini Daki'nin
omzuna koymuştu.
''İnsanların
hayatını kurtardın.'' Daki ona bakmamıştı. Marinoe'nin sardığı eline dikmişti
gözlerini. Artık ağlamıyordu. Buz gibi bir ifade ile oturuyordu.
''Karın
boşluğundan yaraladın onu. Kılıcının ateşi gölgeleri savuşturdu. Bunu
yapmasaydın ölecekti.'' Beyaz saçlı adam onu rahatlamak için konuşmuyordu.
Gerçekleri anlatıyordu.
''Duydun
mu?'' Aleon dalgın kardeşini kendine getirmek için konuşmuştu. Daki ise başını
kaldırıp şiltede cansız gibi yatan Kuwala'ya dikti gözlerini. Bir süre onu
izledi ve dudakları oynadı.
''Abi!''
demişti. Aleon'a ilk defa abi diye sesleniyordu. Aleon ise ona bakıp kalmıştı.
Daki'nin canı yanıyordu. Bu kadar düşkün olduğunu bilmiyordu Rahomlu'ya
kardeşinin.
''Nişanlın
öldüğünde kalbine bir acı çökmüş müydü?'' Aleon ona bakıp kaldı. İki sene önce
nişanlı olduğu bir kız vardı. Mevki sahibi olan bir ailenin kızı değildi.
Sıradan basit bir köylü olan kız ile nişanlanmış ve onunla evleneceği konusunda
ısrar etmişti. Ne var ki kız bir gün kendini zehirleyip intihar etmişti ve
Aleon o gün kimi suçlayacağını bilmesine rağmen susmuştu. Helyan Kea kızın
kendini öldürmesini sağlamış ve aile şereflerini korumuştu aklınca. Aleon bunu
hatırlayınca yüzü ekşidi. Kaşları çatıldı.
''Rahomun
öldüğünü sanmıyorum. Daha çok uyuyor gibi...'' Aleon bunu söylerken kelimeler
boğazına takılıyordu. Cohin oturduğu yerden daha önce birbirleri ile bu kadar
konuşmamış iki kardeşi izliyordu.
''Nişanlını
abim öldürdü.'' dedi Daki. Senelerdir sakladığını sandığı bu sırrı söylemişti.
Aleon alaycı bir şekilde güldü.
''Helyan
Kea'nın yaptığını biliyorum.'' Daki bunu duyunca ona dönmüştü. Şaşkındı.
''Kızmadın
mı? Abimi öldürmek istemedin mi?'' Daki ilk defa sevginin ne kadar derin
olabileceğini öğreniyordu. Aleon bir tebessümle ona bakmıştı. Kendisin bu kadar
benzeyen Daki'den nefret ediyordu ve bu nefretin karşılığı kadar da büyük bir
kardeş sevgisi vardı içinde. Abisinin sahte yüzünden daha sıcak bulduğu
Daki'nin yüzüne bakınca gülümseyip kalmıştı.
''İstedim
ama biz kardeşiz. Zamanla bazı şeylerin üstünü örtmen gerekir.'' dedi. Daki ona
boş gözlerle bakıp başını yavaşça salladı.
''Kuwala'yı
bu hale getirenleri bulup derilerini yüzeceğim. Çığlıklarını duymadan üstünü
örtmek istemiyorum. Bunu yapmazsam bir şeylerin üstünü kapatamam.'' Aleon
oldukça sakindi.
''Yapabilirsin.
Ona bunu yapabilecek olan senin kanından değil sonuçta. Bu şansını kullan!''
demişti. Ayağa kalkıp Daki'nin dağılmış saçlarının üstüne elini koydu.
''Helyan
Kea gibi bir adinin kardeşi olarak ben yeterince şansızım.'' dedi ve odadan
çıktı. Nişanlısı gelmişti aklına ve içini bir hüzün kaplamıştı. Abisinin
yaptığını unutmaya çabalasa da üstünü kapatamıyordu. Daki'nin iyi bir prens
olmasını ve tahta oturmasını istiyordu. Helyan Kea bu şekilde yeterli acıyı
çekerdi. Ona sert davranarak onu eğitebileceğine inanmıştı Aleon. Ama bu gün
gördüğü şey bambaşkaydı. Her zaman gördüğü alaycı ve vurdum duymaz Daki'den
eser yoktu. Büyümüştü. İlk defa yaşının adamı olmuştu. Nemlenmiş gözlerini
elinin tersi ile silip gülümsedi ve tekrar kaşlarını çattı. Ona verilmiş
maskeyi koruması gerekiyordu. Sert ve acımasız prens olduğu sürece Helyan Kea
onun yumuşak yanını göremeyecekti. Yürümeye devam ederken arkasından seslenen
kişi ile durdu.
''Prens
Aleon!'' ona seslenen kişi az önce Kuwala'yı tedavi eden ve dışarıda ki yaralı
kurdun başında nöbet tutan kurdun sahibi olan Rahom gibi beyaz saçları olan
adamdı. Aleon duraksayıp ona baktı. Adam ona yetişmişti.
''Ruhunuzun
incinmişliğini görmemek elde değil ama sizinle konuşmam gerek!'' Aleon ona
bakıyordu. Kaşları çatıktı. Adam ise sanki bu tapınağı avucunun içi gibi
biliyormuşcasına aşağı inen merdivenlere yürüdü. bir gaz lambası kapmıştı.
''Aşağıda
sağlam bir şarap mahzeni var!'' dedi. İçeri doğru Aleon onu takip etmişti.
''Rohom
soyundan mısınız?'' Adam bunu duymuş ve gülmüştü. Geçtikleri şarap rafından bir
testi kapıp arkada duran masaya yürümüştü.
''Öyleyim!
Rahom olmaktan gurur duyan bir adam değilim ama.'' Prens Aleon onun yürüdüğü
masaya yürüyüp dört sandalyeden birisine oturdu.
''En son
buraya geldiğimde genç bir delikanlıydı. On iki sene önce kızım burada doğmuştu
ve bu masada Kör Kahinle kutlama yapıyordum. Şimdi de sevgili Kuzenim olan
Kuwala için geliyorum. Fakat beni karşılama şekli canımı sıktı.'' Şarabı
tozlanmış bardaklara doldurmadan birazı ile bardakları çalkaladı. Kaba bir
vücudu vardı. Saçları yukarı doğru kabaca toplanmıştı ve daha kısaydı.
''Başka
kişiler olduğunu bilmiyordum Rahom soyundan.'' Adam bunu duyunca güldü.
''Kuwala'nın
da varlığından daha yeni haberdarsınız. Dert etmeyin. Soyumuzdan dört kişi
kaldık. Kuwala, kızım, ben ve o gölgelerde kaybolmuş zavallı ruh.'' Şarap
kadehini Prens uzattı.
''Benimle
ne konuşmak istiyorsunuz?'' Adam kadehini ona doğrulttu.
''Önce
tanışalım. Ben Rahom soyundan Aobain'in soyundan gelen Sammen'in oğlu Tieden.''
Prens Aleon uzun süre sonra ilk defa kraliyet tanışma usulü ile birisi ile
tanışmıştı. Kaldırılan kadehe kendi kadehini dokundurdu.
''Ung
ikinci soydan kraliçe Yagnafil'in birinci soydan Kral Yohano'dan olma üçüncü
çocuğu ve ikinci erkek oğlu Aleon.'' demişti. Tieden gülmüştü.
''Ungların
kadın adını önce söylediğini bilmezdim. Annenin soyunu mu benimsiyorsun?''
Prens Aleon güldü.
''Evet!
Babamın birinci soyu Helyan Kea ve Daki. Ben annemin ailesinden ikinci soydan
olmayı tercih ettim.'' Tieden şaşırmıştı. Hırslı ve iktidar peşinde olduğunu
duyduğu prensin bu lafı onu şaşırtmıştı.
''Tacı
reddettiniz!''
''Mecbur
kaldım. Nişanlımın öldürüldüğünü duydunuz. Bu saatten sonra o tahtta oturursam
önce kendi abimin kanını akıtmaktan korkuyorum.'' Tieden gülümsemişti.
''Büyük
babam Aobain gibi sende taht savaşından kaçıyorsun! O da tahtı iki erkek
kardeşine bırakıp çekip gitti.'' Aloen şarabından bir kaç yudumu soluksuz içti.
''Kaçınıyorum.
Kardeş katili olmak istemiyorum. Şanımı duymuşsunuz ama bu kendimi korumak için
gerekli olan...'' Tieden onun daha fazla kendini açıklamasını durdurmak için
gülümsedi. Konuşmaya başladı.
''Kardeşinden
nefret ediyor olsaydın orada onunla konuşmaya çabalamazdın. Büyük hanedanlıklar
da kardeş bağları hep kopar ve parça parça olur. Kan olur ve kırgınlıklar ile
bu kanın akışı durmaz. En doğrusunu yapıyorsun. Buraya geliş amacın kardeşini
yoklamak mıydı?'' Aleon başını salladı. Tieden kadehini tazeledi.
''Doğrusu
bizden olan birisi kan bağının gücünü kullanarak az daha kardeşini, seni ve
beni öldürecekti. Bu sorunu seninle konuşacaktım. Ama şu an düşününce
merhametli bir adamsın ve kardeşinin canını tehlikeye atan şeyleri çok çabuk
yok etme arzusu içine girmenden çekiniyorum. Bu kişi onun sevgilisi Kuwala olsa
bile!'' Aleon alışamadığı bu kelime ile irkilmişti. Kardeşi Daki'ye soğuk
davransa da Helyan Kea'nın tahta oturmasını istemiyordu ve onun bir erkekle
düşüp kalktığı gerçeğini sindirememişti.
''Sevgilisi
demek doğru olmaz.'' dedi Aleon. Tieden tebessüm etti. Ona doğru eğildi.
''Bildiğimiz
gerçekleri çarpıtmayalım Prens Aleon. Kardeşinin sevgilisi Kuzenim Kuwala onun
için büyük bir tehdit. Bu sorunu gidermek için burada olduğunun farkındayım. Bu
yüzden seninle açık ve net konuşacağım.'' Prens Aleon etraftaki gergin havayı
hissediyordu. Loş ışıkta Tieden'in gri gözleri ışıldıyordu.
''Ona
zarar veremeden kurdum seni iki parçaya bölecektir. Bu yüzden kafandan
geçenleri dizginle ve Helyan Kea gibi sinsi bir yılanın hanedanlığını
zehirlemesini istemiyorsan bizimle iş birliği yapmaya başla. Kimin beyaz kimin
siyah olduğu belirsiz bu yerde senin kendi rengini ortaya koyman gerek. Yoksa
buradan geri dönmek için çıktığın yolculukta bedeninden ruhunu acıyla ayırırım.
Kuzeyde yeterince kan akıttınız. Yıllardır bu günü bekledim ve sonunda sizin
gibi parazitli hastalıklı hayvanları buradan sürmek için bir şansımız oldu.
Eğer Kuwala ya da Daki'ye bir zarar vermeye kalkarsan birazdan göreceklerinin
daha acısını yaşayacaksın!'' demişti. Kuzeyin ufak bir sırrı vardı. Londaga'nın
ruhu bir bütün değildi. Ve her Rahom onunla doğardı. Onu bastırmak, yönetmek ve
hangi renge bürüneceğini seçmek ise güçlerine bağlıydı. Doğan her Rahom
Londaga'nın ruhundan bir parça taşır ve yeteneklerini kendisi geliştirirdi.
Kimisi Kuwala gibi buza hükmederdi, kimi ise Melez Piç gibi karanlığa boğulup
rüzgarı dinleyip uzakları görürdü ya da Tieden gibi kurtlara hükmetme
yeteneğine sahip olarak doğardı. Prens Aleon ve nice Kuzeye gelen yabancı
buranın gizemli güçlerinden habersizdi.
''Özünde
iyi bir adamsın. Her doğan çocuk iyidir, hayat onları şekillendirir ve kim
olacağını seçmeye zorlar. Sende kendi sert masken ardında kırılmış ve
yıpranmışsın. Ama korkularının sonucu birilerini öldürmene izin vermem. Kuzeyin
sahipsiz olduğunu sanan Unglar, Bakren Hanedanlığı ve Akela gibi çıkarcı
yalancılar, Altınla kendini şımartmış Seronlar artık gerçekle yüzleşecek. Bu
toprakları biz ehlileştirdik. Üstümüze yağan lanete rağmen ayakta kaldık.
Bizden alabileceğiniz artık sadece bu!'' Prens Aleon birden korku ile kalmıştı.
Baktığı şarap kadehinde çığlıklara tan adamlar vardı. Kristal sarayda insanlar
birden param parça oluyordu. Be birden korku ile kaçan Melez Piçin yüzü
belirdi. Çığlıklar atarak kaçıyordu. Birden kolu kopmuş ve çığlığı ile karanlık
ışıltı saçan gözü belirince kadeh paramparça olmuştu Prensin elinde. Mum alevi
titrediğinde Tieden ayağa kalkmıştı.
''Kuzey
hiç bir zaman sahipsiz kalmadı. Kalmayacak da. Bakren gibi haddini bilmeyen bir
grup süvariden cesaret bulanlar bu gece sarayda gördüklerinden ders almaz ise
daha acımasız olmaya başlayacağım.''dedi Tieden. Prens Aleon ona koku ile bakıp
kalmıştı kahverengi gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yutkundu. bir şey
diyemiyordu. Üstüne dökülen şaraba çevirdi gözlerini. Az önce olanlar gerçekti.
Transa geçip Kuwala'nın zihni ile oynayan Melez Piç'e bir uyarı vermişti
Tieden. Ona ulaşana kadar kurdunun ruhu bir çok muhafızı parçalamıştı. Ve en
son onun bir kolunu koparıp atmıştı. Bakren sarayında kıyamet kopmuş gibi bir
kargaşa oluşmuş ve Melez Piç gördüğü kurdun mavi gözlerine bakıp kalmıştı.
Kolunun acısıyla değil onun gözlerinde gördüğü öfke ile panikleyip çığlıklar
atmıştı.
''Ruhların
gücünü doğru kullanmazsan laneti bir veba gibi bütün haneyi kuşatır. Ama doğru
kullanırsan güç sağlar. Sizin gibi güneyin korkak insanları bunu anlayamadığı için
kaçtı gitti. Delirmiş amcam Feshan gibi Rahomlar vardı evet ama hala gücünü
doğru kullananlarda vardı. Onları da öldüren bu insanları cezalandırmak için
yanıp tutuştum. Fakat bunun asıl suçlusu burayı karıştıran siz yabancılardınız.
Masum olanların çekip gitmesi için bir süre daha bekleyeceğiz.'' dedi ve
merdivenlere yürüdü. Aleon orada kitlenip kalmıştı. Rahom soyunun bu korkunç
gücü gece dinlediği masallardan daha ürkütücüydü. Kilometrelerce öteden onlarca
insanı parçalamıştı. Ve bunu bir kaç saniye içinde yapmıştı. Aleon elini
kalbine koydu ve derin derin soludu. Kuwala'yı öldürmek mi? Bunu bir daha
düşünmesi gerekiyordu. Kardeşini korumak için yapması gereken Kuwala'yı
korumaktı. Rahomların inançlarını pek bilmezdi ama güçlerinin efsanesi
masallarda anlatılırdı. Londaga'nın gücünün parçasını taşıdığını fark etti
Tieden'in. Tıpkı onun gibi parmağını bile oynatmadan birilerini
öldürebiliyordu. Destanda yazan satırlar aklına geldi.
''Kuzeyin
sert toprağı yumuşasın diye kızıl geyikleri parçaladı Londaga'nın dişi kurdu.
Londaga tek parmağını oynatmadan kan toprağı yumuşattı.'' Bu destanı her çocuk
bilirdi. Bir mani gibi okunur ve çocuklar bu masalsı destanla keyif bulurdu.
Ama gerçekti. Bir kış masalı değildi. Gerçekten parmağını oynatmadan insanları
öldürenler vardı. Testiyi alıp kafasına dikip başını geriye doğru attı.
''Gölgeler
onun kokusunu alınca korkudan titriyordu. Londaga adımını attığı yerde beyaz
bir ışık bırakıyordu. Buz o kadar sertleşiyordu ki kırılmaz bir kristale benziyordu.''
Destanın devamı olan satırları sesli söyledi ve tekrar şaraptan içip boş
testiyi yere doğru fırlattı.
''Kaltak
Londaga!'' deyip başka bir şarap aldı raftan. Çaresiz bırakılmıştı yine. Ama bu
sefer bir şansı vardı. Rahomun adımlarını izlemek gibi bir şans sunulmuştu ona.
Ölümden ve kardeşlerinin soyunun ölümünden kaçınması için Rahomlar ona bir şans
sunmuştu.
''Kahrolası
Kuzey!'' dedi ve bitirdiği ikinci testiyi parçaladı. Üçüncü testiyi alıp
oturdu. Kuzeye itaat etmek mi? Unglar için utançtı. Başka şansları yoktu.
Onların topraklarını kuşatmışlardı ve şimdi geri adım atmak zorundaydılar. Daha
da ötesi Bakren soyu ile mücadele etmeleri için Rahom soyu ile bir olmak
zorundaydılar. Üçüncü testiyi bitirip yere fırlattı ve bağırdı.
''Rahom
sürtükleri!'' dedi. Dördüncü testiye geçmişti ve iki litreden fazla şarap
içmişti. Soğuk şarap içini yakan düşünceleri bastırıyor ve mantığını
köreltiyordu. derin derin soludu ve dördüncü testiyi bitirip merdivenlere doğru
fırlattı testiyi.
''Bizi kendinize
fahişe etmenize izin vermeyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz!'' diye bağırdı
ve testinin kırıldığı yerde dikilen kadına bakıp kaldı. Marinoe ona bakıyordu.
Kırılmış testi parçalarını ayağı ile itekleyip ona doğru yürüdü.
''Kuzey
topraklarında Kuzey'e küfür edersen bunun sonucu idamdır!'' Aleon bunu duyunca
alaycı şekilde güldü.
''Öyle mi?
Sus da bana şarap ver!'' dedi. Marinoe emir verilecek son kadındı. Duymuş
olmasına rağmen Aleon'e bakıyordu. Kollarını bağdaştırdı ve lambanın loş
ışığında yeterince sarhoş olduğunu düşündüğü Prense baktı. Başını iki yana
salladı.
''Siz
Unglar vurdum duymaz piçlersiniz. Kırdığın testileri yapmak için çok emek
gerekir. Daha fazla şarap istiyorsan bunun için de ödeme yapman gerekiyor.''
Prens Aleon bunu duyunca altın kesesini çıkarıp ona doğru fırlattı.
''Al!
Şarap ver! O kesede görmediğin kadar para var!'' dedi. Marinoe derin bir nefes
aldı. Ayaklarının dibine düşen altın kesesine bir tekme vurdu. Kaşlarını
çatmıştı. Aleon ona bakıyordu. Marinoe ise raftan kaptığı şarap testisini
birden ona fırlatmıştı. Aleon oturduğu yerden hızla fırladı.
''Manyak
kadın! Ne yapıyorsun?'' dediğinde Marinoe yerdeki keseyi işaret etti.
''Nasıl
davranırsan karşılığı budur.'' dedi. Merdivenlere döndü.
''Yemek
istiyorsan yukarı çık ve burada bizimle eşit olduğunu unutma seni Ung Sürtüğü.''
dedi. Aleon bunu duyunca onun üstüne doğru yürüdü. Bir Kuzeyli kadının ona
küfür etmesini sindiremedi. Ona doğru gitti ama yere kapaklanmıştı. Kusuyor ve
kendi kusmuğunda söverek debeleniyordu. Marinoe bir süre onun zavallı halini
izledi. Ardından yanına doğru yürüdü.
''Zavallı
herif! Kalk seni yıkayıp yatıralım. Efendi Daki'nin abisi olduğun için seni
burada kusmuğunda boğulmaya terke demem.'' dedi. Prens Aleon'un kolunun altına
girdi. Aleon Otuz yaşına yaklaşmıştı. Ve şu an bir kadın tarafından hamama
taşınıyordu. Ung Prensi olması ve otuz yaşına yakın bir erkek olması dışında
her şey normaldi. Onu durdurmak istedi ama hali yoktu. Şarap onu mahvetmişti.
Ung maltası ile yapılan içkiye göre yumuşak bu şarabı ayağa kalkana kadar
hissetmezdi içen. Ayağa kalkınca sarhoş olurdu. O kadar tatlı ve davetkar bir
içkidir ki içeni masadan kalkamazdı. En son baygınlık geçirirdi. Sarhoş halde
dolanırdı. Prens Aleon korkusu ve öfkesi ile bu tatlı şarabın ağına düşmüş ve şimdi
hamamda bir kadın tarafından soyulup yıkanıyordu. Sıcak su onu gevşettikçe şarabın
etkisini kanında hissediyordu.
''Soğuk su
ile yüzünü yıkayacağım!'' Marinoeonu böyle uyarmasına rağmen soğukla birden
sıçrayıp ayaklanmıştı. Çıplaklığı ile elini cinsel organını kapatmak için
kullanmış ama Marinoe umursamaz halde onu geri oturtmuştu. Onu temizleyip
tapınaktaki insanlardan ricayla aldığı kıyafetleri giydirip odasına kadar eşlik
etmişti. Aleon ona nazik davranan bu kaba kadına bakarken içinde garip bir duygu
oluşmuştu. Bunun korkusu ile birden Marinoe'yi itekleyip odanın kapısına
tutundu.
''Tamam
yeter! Çekile bilirsin!'' dedi ve içeri girecekken Marinoe onu içeri doğru
itekleyip tepesi atmış halde bir kaç küfür salladı. Prens Aleon ise yere
kapaklanıp öylece kalmıştı. Marinoe ona bir süre baktı ve iç çekip onu güçlükle
yerden kaldırdı. Yerde serili şilteye kadar taşıp yatırdı. Prens Aleon bayılmış
kalmıştı. Marinoe onun saçlarını kurutmak için omzundaki ipek bezi kullandı.
Uyuyan adamın düz siyah saçlarını nazikçe kurulayıp üstünü sıkıca örttü. Ocağa
biraz odun attı ve kendi kendine gülümseyip söylendi.
''Siz
Güney erkekleri kadınlarından daha yumuşak insanlarsınız!'' demişti ama içini
saran sıcaklık ile gülümsemeye devam ediyordu. Mahzene sırf Prens Aleon'u merak
ettiği için indiği gerçeğini sindirmiş ve şimdi gülüyordu. Doğru değildi bu düşündükleri.
Anneydi ve kocası ölmüştü. Güneyli bir erkekten hoşlandığı bilinsin istemedi.
Kocasının ölümüne sebep olanlar Bakrenler kadar Güneyli askerleride. Kendini
toplayıp yüzündeki gülümsemeyi silip dışarı çıktı. Kaşlarını çatmıştı.
Bölüm On: Dört Köşeli Masa'da Konuşulanlar...
Kuwala'nın
yatırıldığı odada bir masa vardı. Eskiden Kör Kahinin üstünde yazı yazdığı bu
masanın bacakları çok kısaydı. Sandalyelerle oturmak mümkün değildi. Ancak bu
dört köşesi olan masayı kullanmak için etrafına koyulan ufak kırmızı
minderlerin üstüne oturabilirlerdi. Masa yıllar sonra ilk defa bu kadar
kalabalık bir grup ağırlıyordu. Üç gün olmuştu. Tieden'in Aleon'u mahzene çekip
tehdit edişinden, Kuwala'nın aklını kaçırıp insanları yaralamasından ve
Daki'nin kılıcını onun karnından geçirmesinden bu yana üç gün olmuştu. Tieden
artık et ve kemiğe bürünmüş halde olan Kuwala'nın kurdunu arındırmak için büyük
avluyu kapatmış ve bu sabaha kadar onunla ilgilenmişti. Ardından yaralı kurdun
yaralarını sarıp onu içeri almıştı. İnsanlar Rahom Kuwala'dan ve kurdundan
çekinmeye başlamıştı. Kurt büyük serada yanında ondan daha ufak kurtla kalmaya
başlamıştı. Gelen gıda sayesinde bir süre daha insanlar refah içindeydi. Ama o
gece donarak ölen kişiler için hala yas tutanlar vardı ve bu gergin, hüzünlü
havadan dolayı tapınak derin bir sessizliğe gömülmüştü. Tapınaktaki sessizlik
etrafta koşturan genç kahinlerin ayak sesi ile bozulduğunda Tieden masaya bir
kaç kişiyi davet etmek için genç kahinleri hareketlendirmişti. Kuwala'nın başında
uykusuz nöbet tutan Daki, akşam yemeğini yiyen Aleon, yorgun uyuyan Cohin,
tanrılara dua eden Sohow, kızının saçlarını ören Marinoe, karısı ve kızıyla
yemek yiyen Lider Denle ve son olarak kendisi ile masanın etrafında
oturuyorlardı. Yanan ufak ocak üstünde kaynayan su ve bitkilerden çay
hazırlayan on iki yaşındaki kızı ile Kuwala'nın odasının bu ince duvarla
ayrılmış bölümünde meşe ağcından yapılma kısa bacaklı masanın etrafındaydılar.
Odada gömme bir dolap, iki kitaplık, yerde üstünde kuş motifleri olan bir kilim
vardı. Geniş pencerelerinin panjurları kapalıydı. Odayı ikiye bölen ince
duvarın ardında ise Kuwala'nın yattığı geniş yatak ve Daki'ye uyuması için
kurulmuş bir şilte üstünde yatak vardı. Ayakları yüksek ama ufak bir masa,
yatağın yanındaki pencerenin önündeydi ve bir tabure yatağın yanındaydı. Daki
üç gündür o tabure üstündeydi.
''Yemeklerinizi
yediğinizi umarak sizi bir çay sohbetine çağırmak istedim. Kuzenim Kuwala'nın
yakın dostları ve dostlarının akrabaları olarak hepinizle bir arada konuşmak
istememden dolayı bana kızabilirsiniz. Ama pek zamanımız olmadığını hepiniz çok
iyi biliyorsunuz.'' Aleon karşısında oturan adama ufak bir kaçamak bakış
atmıştı. Mahzenden bu yana Aleon odasından doğru düzgün çıkmamıştı. Bu işin
kargaşası ve aklını kaçırdığını düşündüğü Rahomla çatışmak istemiyordu.
''Efendi
Kuwala'nın durumu nasıl? Ne oldu öyle? İnsanlar açıklama bekliyorlar ve onlara
ne diyeceğimi bilmiyorum. Beni aydınlatın Efendi Tieden!'' Kahin Sohow nezaket
ile o masada konuşan ilk misafir olmuştu. Tieden kızının getirdiği fincanlardan
birisini aldı. Kuru yeşim otları ile demlenmiş bu çay oldukça hoş kokuyordu.
Güzel kokusunu ise yeşil çay yapraklarına borçluydu. Fincanları dağıttı kız ve
köşede ocağın yanına oturdu.
''Durumu
iyiye gidiyor. Bir süredir ruh kapıları açıkmış ve ona saldıran gölgeler
yüzünden sanrılar gördü. Ama kapattım. Artık Kurdu kapılar arasında sıkışmadan
özgürce onun yanında olacak. Vücudu ve ruhu tam bir benlik sağlayamadığı için
bedeni yavaş yavaş ölüyormuş. O kadar soğumuş ki... Kalbi bile düzgün atmamış.
Artık arınmış durumda. Ruhunun parçası olan kurdunu arındırdım ve iyileşmeleri
için dinlenmeleri gerekiyor. Ama ayağa kalkacaktır. Bu yaralar onu öldürmez.
Erkekleri erkek yapan yara izleridir. Daha da güçlenerek ayağa kalkacak!''
dedi. Daki yorgunca onlara bakıyordu. Masada konuşulanlar umurunda bile
değildi. Sadece çayını içip Kuwala'nın yanına dönmek ve uyandığında orada olmak
istiyordu. Burada neden oturduğunu sorguladı. Ayaklanacağı sırada bacaklarının
uyuşukluğu ile kıpırdayamadı. Dört gündür uykusuzdu. Yorgunluktan gözleri yarı
açık halde karşıda boğuk boğuk konuşanlara bakıyordu.
''İyileştiğinde
ne olacak? Kuzey'i almak için harekete geçecek miyiz? Artık onu eğitecek sizin
gibi güçlü bir Rahom var.'' Lider Denle konuşuyordu. Daki ona çevirdi başını.
Konuşmak için dudaklarını araladığı sırada kelimeler ağzının içinde yuvarlandı
adeta.
''Savaşmayacak!''
Doğru çıkan tek kelime buydu. Daki yorgunca tekrarladı. ''Savaşmayacak. Ona zarar
gelmesini istemiyorum. Yeterince yaralandı. O böyle bir hayat düşünmemişti.
Bende!'' Kelimeler ağzından güçlükle çıkıyordu. Karşısına düşen abisine ve
Tieden'e baktı. Boş gözleri onları süzdü ve alaycı bir nefes verdi.
''Onunla
Kızıl Ormandan çıkmadan önce yanmış kulübesi önünde ona zarar gelmeyeceğini
söyledim. O anki yüzü aklıma geliyor ve şu an arkada yarı ölü adamı
düşünüyorum. Yeterince acı çekti. Artık savaşmayacak, savaşmayacağım. Ayağa
kalktığında onu alıp gideceğim.'' dedi. Son sözcükleri daha ardı ardına
gelmişti.
''Daki!
Üzgünsün ve acın taze... Mantıklı düşün. Nereye gideceksiniz? Her yerde sizi
arayacaklar ve bulduklarında öldürecekler. Babam senin onunla...'' Lafı devam
ettiremedi. Aleon elini alnına götürdü.
''Babam
seni onunla görürse... Ve yaptıklarınızı bilirse. Başta onu sonra seni öldürür.
Bu günahın bedelini biliyor musun?'' Daki ona boş gözlerle bakıyordu. Aleon
kelimeleri seçmek yerine birden sert bir şekilde eski tavrıyla konuşmaya başlamıştı.
''Gidebileceğiniz
bir yer mi var sanıyorsun?''
''Vardır!
Buradan uzak denizlerin ötesinde vardır...''
''Güney
Denizi ve Kuzey Denizi savaş gemleri dolu. Nasıl geçeceksin?''
''Karadan
gideriz.''
''Sizi
öldürmeleri an meselesi olur. Pekte güçlü değilsiniz. Olanları kendi gözümle
gördüm. Aklı ve ruhu dengesiz genç bir Rahomla ne kadar gidebilirsin.'' Daki'yi
sıkıştırdıkça onun gözlerindeki öfkeyi görüyordu.
''Dengelenebilir.
Bana ihtiyacı var! Ona yardım edebilirim.'' Aleon birden kahkaha atmıştı. Elini
sertçe masaya vurdu.
''Sana mı?
Onu eğitecek bir efendiye ihtiyacı var onun. Bu herif gibi!'' elini kaldırıp
Tieden'i göstermişti. Daki onun gösterdiği ele denk düşen Tieden'e gözlerini
çevirdi.
''O
eğitilecek bir köpek değil! O sadece Kuwala!'' Aleon birden hiddetle ikinci
kahkahasını atmıştı.
''O Kuwala
dediğin adam burada onun gücünü uyandırmadan öncede kaldı. Karşında herkesin
peşine düşeceği ve bir av hayvanı gibi davranılacak Kuwala var. Aklını kaçırmış
soyunun topraklarını istila eden onlarca kişi tarafından onu avlarken keyif
duyacak kişiler tanıyorum. Sen onu Kuwala olmaktan çıkaralı çok zaman oldu.''
Daki'ye doğru sesi yükselmişti Kardeşini alıp gitmek istiyordu. Gerekirse
orduyu bu topraklardan çekecekti. Bir Ung kanını korumakla yükümlüydü. Bu
durumda Kuwala ve Daki'nin bağını koparmalıydı. Daki bir süre ona gözlerini
dikmiş halde cevap vermeden bekledi. Ardından masaya doğru iki elini koydu. Öne
doğru eğildi.
''Burada
oturmuş neyi konuşuyoruz ki? Birden gelip burada abilik görevini yapma gereksinimi
mi hissettin? En başından beri gelmen hataydı.'' Aleon ona küstahça bakıyordu.
Tieden ise çayından yudumlayıp gülümsedi.
''Siz Ung
soyu kaba ve hoş görüsüz adamlarsınız. İki kardeşin birbirine böyle garip
davranışları beni rahatsız ediyor. Kara Kurt Daki!'' başını çevirip Daki'ye
doğru gözlerini dikti. Devam etti. ''Abinin sözünü kesmemelisin. Ayrıca inan o
kadar korkunç bir adam değil. Seni korumak için uğraşırken çirkinleşebilir.
Burada Kuwala'ya ne olacağını konuşmuyoruz. Savaşmak isterse savaşır, gitmek
isterse gider. O benim kanımdan ve onu eğitmek beni sorumluluğum. Senin değil!
Hiç biriniz onun sahibi değilsiniz.'' Daki ilk defa Tieden'e sinirlenmişti.
Gözlerini kısmıştı. Cübbesinin ucunu avucunun içinde o kadar sıkı tutuyordu ki
elli kilitlenmişti adeta. Kaşı yukarı doğru kalkmıştı.
''Efendi
Kuwala için doğru olanı bildiğini sanman kadar saçma bir şey yok.'' Cohin
Daki'den önce davranmıştı. Kaşları çatık ve sinirli duruyordu. Normalde asla
yapmayacağı şeyi yapmıştı. Konuşanlar soylular olunca susup efendisinin yanında
dururdu. Ama bu gün ona da masada yer verilmiş ve onlarla eş seviyede olduğunu
biliyordu. Rütbe, yaş, kan, ırk yoktu. Sadece masa başında bir kaç kişi
toplanmış konuşuyordu.
''Düşüncelerini
duymak isterim.'' Tieden genç Cohin'e söz hakkı vermişti. Cohin sargıda ki
kolunu tuttu.
''Efendi
Kuwala'yı tanımıyorsunuz. Onunla çok uzun zaman geçirmedim ama insanlığın
sınırlarının zorlandığı savaşta ölümden kurtardı beni. Şu an konuşabiliyorsam
ona borçluyum. Efendi Kuwala'nın insan olduğunu unutuyorsunuz. Ne Prens
Aleon'un dediği gibi bir av hayvanı, ne Marinoe Hanımın dediği gibi bir
savaşçı, ne de sizin dediğiniz gibi eğitilirse istediğini yapacak kadar
tecrübeli... O sadece yalnız ve bu yalnızlıkta ona eşlik etme cesareti gösteren
Efendim Daki ile baş başa kalmak istiyor. Onları konuşurken duyuyordum
yolculukta. Efendi Kuwala Kızıl Ormanda kalmaktan ve ona sığınan insanlara ve
hayvanlara yardım etmek istediğinden söz ediyordu. Bunun içinde savaşın
bitirilmesi gerektiğine inanıyordu. O saf bir kalbe sahip. Bizim gibi kir
içinde değil. Tertemiz ve o ormanda Efendim Daki ile huzurlu bir hayat
istemişti. Sabah kalkıp kaplıcaya gitmek istediğini, ormanda dolaşmak
istediğini ve baharın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğinden söz ediyordu. Bu
masada oturan herkes ona zarar veriyor. Alınmayın efendim ama sizde!'' Gözleri
Daki'ye dönüktü.
''Onun
güçlenmek istemesinin en temel sebebi Efendim Daki ile huzurlu yaşamak için
savaşı bitirmekti. Biz oraya gittiğimizde bir savaşın varlığından bile haberdar
değildi. Ona sığınan yaralanmış hayvanlarla ve bizimle ilgilenen bir hekimdi.
Kendini Hekim Akanov'un oğlu sanan ve kadın ne erkek ne bilmeyen bir insandı.
Tecrübesiz ve gerçekten bir çocuk gibiydi. Yalan söylemeyeceğim. Bende
şaşırmıştım. Bir insan nasıl olur da bu kadar saf kalabilir diye. Ama kalmış ve
bu yaşına kadar kendi başına gelmişken sizin savaşınızda çürüyüp gidecek.
Kaçacak olsa da nereye kadar dayanabilir ki? Kızakları çekerken bile hemen
yorulup oturup soluklanmak isteyen ve saatlerce dinlenen birisiydi o. Onun
hayatını hep beraber kirlettiniz.'' Tieden gözlerini kısmış kollarını
bağdaştırmıştı.
''Kendi
suçunuzu bölüştürüp yükünüzü hafifletmeye çabalamayın.'' Cohin ise aynı
sakinlikle devam etti.
''Suçumuz
orada saldırıya uğramak ve kendime gelip yardım istemekti. Suçumuz tipide
Efendi Kuwala'nın kulübesine sığınıp peşimizden gelen Kara Kurt binicilerinin
onun evini yakıp kül etmesine sebep olmaktı. Ama sizde suçlusunuz. Ruh
gücünüzün yüksekliğini benim gibi sıradan bir insan bile sezebiliyor. Belli ki
Kuzey toprakları ile bağınız vardı. Onun varlığından haberdardınız ama gelip de
onu korumadınız. Onun Londaga'nın mirasını aldığını öğrendiğinizde köyünüzü
toplayıp buraya geldiniz. Sizin suçunuz kanınızdan olana sahip çıkmamaktı.
Bizim suçumuz onunla karşılaşıp evini canını tehlikeye atmaktı. Beyaz Kurt
köyünün suçu ondan umutlanıp üstünde bir yük oluşturup onu koruyucu görmekti.
Ve Prens Aleon'un suçu ise Efendi Daki ile konuşmak yerine sürekli kafa kafaya
vuruşup bizi, Efendim Daki'nin kamptan uzaklaşmak için bin adamla Kızıl Ormana
götürmesi oldu. Hepimiz onun yaralanmasına, kırılmasına, incinip yorulmasına
neden olduk. O yüzden burada oturup Efendi Kuwala'nın üzerinden konuşma
hakkımız yok. O henüz on yedi yaşında. Bunun hanginiz farkında? Bir hafta sonra
anne ve babasının ölümlerinin ve Rahomların yok oluşunun yıl dönümü ve onun
doğum günü. Ama siz bunu umursamıyorsunuz. Kendi güçlerinizi yarıştırmak,
ispatlamak için çabalıyorsunuz. Tanrılar boşuna soy kanlarını lanetlemiyor.
Kiderin niz yüzünden elinizde silah yapmayı düşündüğünüz adamların ne hale
geldiğinden habersiz yaşıyorsunuz. Kuzenin olan Efendi Kuwala belki doğum
gününde anne ve babasının ölümünü hatırlayacak, doğduğu için huzursuz olacak.
Siz hiç doğduğu için pişman olan bir çocuğun nasıl hissettiğini gördünüz mü?''
Gözleri dolmuştu. Elini göğsüne koymuştu. Gençti Cohin. Henüz yirmi iki yirmi
üç yaşlarındaydı. O doğarken annesi ölmüş ve babası ile abisi onu büyütmüştü.
''Bu
masada oturup konuşacağınız şey Kuzey'in nasıl dingin eski haline döneceği
olmalı. Bakren onu karanlıktan aydınlığa çıkaracağını söylerse ben onları
desteklerim. Senelerdir bu savaşın içinde dönüyorum. Öldürüyorum, ölen
arkadaşlarımı gömüyorum ve yıpranmış halde devam ediyorum. Eğer sizde savaşı
durdurmak istiyorsanız harekete geçecekseniz bu masada onu konuşun. Efendi
Kuwala'nın gücünü, geleceğini ve Efendim Daki ile olan aşkını değil.''
Konuşmasını bitirip hepsinin üstünde koyu gözlerini gezdirmişti. Daki'nin
cübbesini sıkan eli gevşemişti. Genç bir oğlanken tanıştığı Cohin'in bu kadar
büyümüş olması ona garip gelmişti. Kardeşi gibi gördüğü Cohin bu gün herkesi
susturup konuşmuştu. Tieden ise ne diyeceğini bilmiyordu. Hırs mı yapıyordu?
Korumaya çalıştığı şeyi gerçekten silaha mı dönüştürme çabasına girmişti? Neden
Kuwala'nın varlığını bir insan varlığı gibi göremediğini düşünürken yumuşak bir
ses onları dağıttı.
''Kuwala
Abi için üzülüyorum. Onun için gerçekten üzülüyorum.'' Tieden'in kızı
konuşmuştu. Ellerini dizlerine koymuş ve bacaklarını altına kıvırmıştı.
''Büyük
babamın sana yaptığını ona yapmandan çekiniyorum baba!'' dedi. Sammen oğlu
Tieden'i eğitmek için ona baba olmamıştı. Sadece bir usta gibi davranmış ve en
sonunda öleceğini anladığında oğlunun eline bakmamak için dışarıda oturarak
hayata gözlerini yummuştu. Onu oğlu gibi görmediği için Tieden hep içinde bir
eksiklik yaşamıştı. Çocukluğundan bu yana aldığı sert eğitim onu katı ve gaddar
bir adam yapmıştı.
''Gereksiz
bir kibirniz var hep! Kanınızın getirdiği onur için yaşadığınızı söylüyorsunuz
ve bu yüzden insan olduğunuzu unutuyorsunuz. İnsanlığınızı yitirdikçe
aklınızdaki mantık, kalbinizdeki sevgi kayboluyor. General Foo bize hep bunu
derdi. Eğer insan olduğunuzu unutursanız bir hayvandan farksız olursunuz. Ve
karanlık daima bizi kendine köle yapmak için bekliyor. Söyleyin bana
efendilerim bu masada ne konuşacağız?'' Cohin onlara sormuştu. Tieden bir süre
sessizce düşündü. Ardından derin bir nefes aldı.
''Savaşmayacağız.
Savaşı durduracağız madem bu işe ortak olacak bu masada olan herkes.'' Prens Aleon'a
dikmişti gözlerini. Prens Aleon ise kaşları çatık bakıyordu ona.
''Kuzey'den
çekilmekten başka bir şey yapamayız. Bunun içinde zaman lazım ve babamı ikna
etmek için...'' Kahin Sohow onun sözünü kesmişti. Dudaklarına yakın çayı geri
masaya bırakmıştı.
''Seronrakaul'a
doğru yola çıkan Bakren askerleri vardı. Kahinler onları görmüşler. Ellerinde
mektupla at sırtında limana gidiyorlarmış. Geri çekilirseniz bu savaşı kaybeden
taraf olacaksınız. Tanrılar Hammuaş gibi karanlığın dizginlerini elinde tutan
kötü tanrıyı yenmek için bir araya gelmiş. Bizimde gelmemiz gerek.'' Prens
Aleon onları anlıyordu ama ikna etmeleri gereken kişi Ung Kralıydı.
''Abimin
yapabileceği bir şey yok. Ancak babamı ikna edebilirsek bu gerçek olur.''
Tieden ona doğru döndü.
''Kralınızı
ne ikna eder?'' Aleon daha atılganca davranıp konuşmaya başladı.
''Babam
büyüden ve sihirden haz etmez. Bu yüzden ona gerçek kanıtlar sunmak lazım.
Seronlara giden mektubun cevabını alıp babama göndermeli ve Seronların buraya
girerse kaybedeceğimizi bildiğinden emin olmak gerek. Sonrası Kuzey ile iş
birliği halinde gelişecektir. Ama ona elle tutulabilir kanıtlar lazım. Mantıklı
bir kral ve akıllı bir baş generaldir. Bir şeylerin o da farkında!'' Sustu.
Daki derin bir nefes aldı.
''Sorun
babam değil. Helyan Kea, büyük abimiz. Onu ikna etmek bir domuzu çamurdan çıkarmak
kadar zordur.'' Aleon'un yüzü düşmüştü birden rengi attı. Helyan Kea adını
duyunca vücudundaki her kıl ve tüy diken diken oluyordu.
''Onu ikna
etmeye gerek yok. Babama direkt gideceğim.'' Daki ona bakıp kalmıştı. Babaları
ile konuşmaktan kaçınan Aleon oraya gitmekten söz ediyordu. O kötü ve kabus
saçan Aleon tapınağa girince arınmış ve bir aziz gibi olmuştu. Bunu düşünürken
gülüp başını sallamıştı.
''Ung
tarafında değilim. Bu yüzden oranın kararlarına çok karışmayacağım.'' Tieden
ona dönüp bakmıştı. Daki'nin ne tarafta olduğunu biliyormuşcasına konuştu.
''Rahomların
hep muhafızları olmuştur. Kuwala'nın muhafızı olmakta senin kaderin.'' Daki
bunu duyunca gülmüştü. Öyle iştahlı kahkaha atmıştı ki gözlerinden yaş
gelmişti.
''Ne
muhafızı olmaktan söz ediyorsun sen? Kuwala'nın muhafızı falan değilim ben.
Onun ilk olarak dostu ikinci olarak ta sevgilisiyim.'' Tieden bile
kabullendiğini düşünse de bunu birden duyunca sindiremiyordu. Sadece bir gönül
eğlencesi olduğunu umuyordu. Bir süre sonra Kuwala sorumluluklarını anlayan
yetişkin bir Rahom haline gelince bu gönül eğlencesi ikisi arasında sade bir
dostluğa dönüşmesini bekliyordu. Bedensel hazlardan arınmış bir Rahom olmazsa
Kuzey toprakları hep sallanacaktı. Ve onu idare eden kişinin yetersizliği ile
yine parçalanacağını düşünüyordu Tieden. Cohin'in anlattıkları bu düşünceler
ile kafasından silinmişti.
''Gelip
geçici gençlik heveslerinden başka bir şey değil bunlar. Ama karışmayacağım. ''
Dedi Tieden. Daki sanki o hiç konuşmamış gibi daha önce ki düşüncesini
anlatmaya devam etti.
''Ung
topraklarında hak istemiyorum. Bu yüzden orası için savaşacak ta değilim. Benim
savaşım bir tarafla değil. Bir çok tarafla. Bu gün Cohin'in dediklerini düşünüyorum
ve kendimle bile savaşmam gerekiyor. Burada Beyaz Kurt lideri Denle var! Prens
Aleon var. Rahom soyunun en rütbelisi sen varsın ve kahin Sohow. Sizlerin bu
konuyu konuşması gerek. '' dedi. Planlara karışmak istemiyordu. Ve bu noktada
kendi rütbelerini söküp atmıştı.
''Haklısın
Daki! Bu konuyu ordularını yönetebilecek adamların konuşması gerek.'' kaçan
kardeşini kısacık sözlerle aşağılayıp devam etti Aleon; ''Rahom Tieden
dediklerimde samimiyim. Babamı ikna etmek için bir kanıt. Bunu sağlayabilir
misin?'' dedi. Rohom Tieden sessizce oturan Lider Denle'ye dikmişti gözlerini.
''Elde
edebilir miyiz Denle? Yollarını kesip mektubu açmalarına izin vermeden alıp
gelebilir mi senin Beyaz Kurt köyünün insanları? Bu savaşta senin ve köyünün
gücünü kullanması gerekmez mi?'' Denle itaat etmesi gerektiğini biliyordu.
Beyaz Kurt köyü asla bir Rahoma hayır diyemezdi. Ancak o kurt köyünün eski
liderinin karısı Marinoe oldukça deli bir kadındı. Orada Denle'nin elinde kalan
son bir kaç yetişkin erkeği zorla ölüme göndermesini istemiyordu Mairnoe.
Rahom'un bakışlarını sevmemişti. Sevmemekte haklıydı Marinoe çünkü onlara
bakarken birer hizmetçiden başka bir şey görmüyordu Tieden. Bir Rahom'un kibri
Kızıl Çam ağacını bile orta yerinden çatlatırmış derlerdi. Tieden babası tarafından
tam bir Rahom olarak yetiştirilmişti. İstemsizce emir veriyor ve Kuzeyin ona
hizmet etmesini bekliyordu. Köyünde bu emirleri bir defa ağzından çıkar ve her
şeyi hazır olurdu. Ama Büyük Darta Tapınağında emir verebilen tek kişi Marinoe
olduğunu bilmiyordu. Burada herkes rica minnet ile iş yaparken Marinoe bazen
çok sert davranır ve emirlerini o kadar yüksek sesle söyler ki yapılmazsa ardından
bir ceza geleceğini belirtirdi sesi.
''Rahom
Tieden!'' Marinoe boğazını temizleyip dirseğini masaya yaslamıştı. Lider
Denle'nin yardımcısı olduğunu biliyordu herkes Marinoe'nin. Rahom Tieden'de.
''Açıkcası köyümüzden arda kalan insanlarda erkek sayısı çok az. Ve onlarda
ölürse bir çok işimiz aksayacak. Ve çoğu zaten yaralı. Savaşacak erkek yok!''
Tieden'e bunu söyleyip elini belindeki kılıca götürdü.
''Savaşacak
kadınlar var. eğitimlerini bizzat verdiğim güçlü kadınlar var ve bir plan
yapacaksanız Liderimiz Denle'den size verebileceği askerler sadece kadın
olacaktır!'' dedi. Tieden ona bir süre baktı. Gördüğü şey dik başlı ve zeki bir
kadındı. Bir hizmetçiden öte.
''Sorun
değil. Kuzeyin kadını da erkeği kadar güçlüdür. Sen savaşmayı nereden
öğrendin?'' Marinoebunu duyunca yavaşça kaşlarını çattı.
''Henüz
küçükken babam öğretti. Kendisi eski Rahom muhafızıydı. Daha sonrasında kocamla
kılıç kullanmayı geliştirdim. '' Lider Denle onun sözünü kesti.
''Kocası
köyün gerçek lideriydi. Bakren Beyaz Kurt köyünü düşürdükten sonra altı ay esir
tutulduk. Marinoe Bakrenlerden birini öldürüp anahtarları aldığı için şu an
buradayız. Köyün lideri ben değilim Rahom Tieden!'' Tieden başını ağır ağır salladı.
''Bir
kadını lider olarak ortaya çıkması doğru olmaz. İnsanlar onu dinlemez ve
dikkate almaz. Savaşçılığın ve cesaretin ile yüce bir komutan olursun. Ama bir
lider için doğru insan değil.'' dedi. Marinoe omzu silkti. İncinmişti ama
umursamaz davranması gerekiyordu.
''Lider
olmayı düşlemedim zaten. Sadece kızımın büyürken bir savaşın içinde kendini
bulmasını istemiyorum. Bunun içinde elimden geldiğince savaşırım.'' dedi.
Üstünde hissettiği gözlerle başını çevirince Prens Aleon'un onu izlediğini
gördü. Bu arzu dolu bakışlar yanlıştı ve Prens Aleon'da bunun farkına varınca
dikkatini dağıtmak için başını başka tarafa çevirdi. Marinoe ise konuşmasını
sürdürdü.
''Eğittiğim
kadınların içine son günlerde erkeklerde katılıyor. Burada çocukları ve
yaralıları koruyacak güçte bir ordu kuruyorum. Ama isterseniz mektubu almak
için yola düşeriz.'' Tieden onu eli çenesinde bir süre izledi. Uzun zamandır bu
kadar güçlü bir kadın görmemişti.
''Bu orduyu
görmek isterim. Ona göre kararımı bildiririm.'' dedi. Marinoe başını eğip
oturmaya devam etti. Birden çıkıp gelen bu Rahom'un emredici ve tapınağın
sahibi gibi davranmasından rahatsızdı. Ama susmaktan başka bir şey yapamazdı.
Konular bitmişcesine bir sessizlik başlamıştı. Cohin köşede oturan küçük kıza
çevirdi başını.
''Kağıt,
mürekkep ve divit var mı?'' demişti. Hepsi ona bakınca Cohin kızın getirdiği
kağıtları önüne koydu.
''Bazı
şeyleri yazıya dökmek gerekiyor. Bu gün konuşulanları yazmam sorun olur mu?''
dedi. Tieden başını iki yana salladı. Cohin kırık kolu yüzünden yazı konusunda
beceriksizdi. Kahin Sohow onun hemen yanında oturuyordu. Uzanıp elindeki
titreyen diviti aldı. Kağıtları kendi önüne çekti. Kağıda yavaş yavaş yazmaya
başladı.
''Yüce
Darta Tapınağı. Efendiler, Rahom Tieden, Ung Prensi Aleon, Beyaz Kurt köyü Lideri
Denle arasında yapılan konuşmalar sonucunda birleşme kararı alındı. Prens
Aleon'un kardeşi Efendi Daki tarafsızlığını ilan ederek ara bulucu olması uygun
görüldü. ..'' O yazıyor yanında oturan Cohin eğilmiş onun yazdıklarını sesli
okuyordu. Arşivde bunun gibi binlerce kağıt vardı. Her şeyin yazılıp
kaydedildiği bu tapınakta anlaşmaları kağıda dökülecekti. Masada çok şey
konuşmamışlardı ama bir karar varmışlardı. Cohin okumaya devam etti.
''Rahom
Soyu ve Ung soyu arasında yapılacak barış karşılığında iki tarafta koşulsuz
yardımı almayı ve vermeyi kabul etmiş oldu.'' Cohin bunu okudu ve göz ucu ile
masayı taradı. Anlaşmayı Kahin Sohow anladığı kadar yazdı, Cohin okudu. O gece
oraya adlarını yazıp kanları ile anlaşmayı mühürlediler. Bu süreç için önemli masa
konuşması sonunda bitmişti. Tapınakta birbirine öfke ile bakan gözler ve
korkular bir süre dinecekti bu anlaşma sayesinde. Ama Marinoe'nin sinirini
bozan tepeden inme Rahom ile arasının gerileceği, Daki'nin Kuwala ile ilişkisi
hakkında abisi ile yapacağı tartışmalar kaçınılmazdı. Ama asıl büyük olayın
kararını o masada Denle vermişti. Kendisinden daha yetenekli Marinoe'ye saygı
duyuyor ve onun Rahom tarafından aşağılanmasından rahatsız olmuştu. Bir kadın
olduğu için onu lider görmeyen rahoma kendince cevap vermek için çoğunluğun
kadın kaldığı köy ahalisini toplayıp yeni bir lider seçmeleri konusunda
konuşacaktı. Cesur ve atılgan, korkusuz lider olacak kişi şüphesiz Marinoe
olacaktı. Gece bitmişti düşünceler içinde hepsi için.
Bölüm On
Bir: Tanrılarla Sessiz Bir
Düğün
''Kendin olarak kalabilmek, Dünyanın
en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, Artık hiç bitmez!''
Uzanıp saçlarıyla oynayan Kuwala'nın elinin üstüne elini koydu. Kuwala elindeki
ufacık el yazmasından bir şeyler okuyordu Daki'ye. Daki ise onun uzandığı
yatağının aşağısına oturmuş halde deriden yapılma botlarının kayışlarını
düzeltiyordu. Kuwala oturduğu yerden Daki'nin dağılmış saçı ile oynamaya başlamıştı.
Daki ise onun elinin üstüne elini koydu. O gece masa sohbetinden hemen sonra
Daki odanın iç kısmına geçince uyanmış ve onları dinleyen Kuwala'yı görmüştü.
Kuwala her şeyi net hatırlamıyordu. Çoğu şeyin karanlık ve boğucu görüntüler
olduğundan söz etmişti. Uyanalı henüz iki gün olmuştu. Sıkılmasın diye Daki ona
arşivden okuyabileceği el yazmaları getirmişti. Ve yanında ona eşlik edip Kuwala'nın
ona kitap okumasını dinliyordu. Olanlar hakkında çok konuşmamışlardı. Kuwala
henüz kurdun et ve kemiğe büründüğünden habersizdi.
''Bir kral
kendi ile olan savaşını kazanamazsa asla gerçek bir kral olamaz.'' Kuwala bir
gün önce tanıştığı kuzenin dediklerini anımsadı. Elinin üstündeki elin ağırlığı
geçti. Daki botlarının kayışlarını sıkılamıştı. Ayağa kalktı. Yatağın yanına
oturdu. Kuwala onun kürkünü giydiğini gördü.
''Bir yere
mi gidiyorsun?'' Daki başını sallayıp Kuwala'nın üstüne doğru eğildi. Onu öpmek
için bir hamle yapmıştı ama Kuwala cevap almadan ona asla ödül verecek birisi
değildi. Elini Daki'nin alnına bastırıp onu durdurdu.
''Nereye?''
''Halledilmesi
gereken işler var.'' Kuwala kaşlarını çatıp ona baktı. Ne tür bir işten söz
ettiğini anlamaya çalışıyordu.
''Marinoe
kadınları ve erkekleri eğitiyor. Onlara bakmam gerek. Marinoe'ye bu konuda yardımcı
olmam gerek. Nasıl asker eğitileceğini bilmiyor.'' Kuwala hala elini Daki'nin
alnında tutuyordu. Ondan kaçan Daki'nin neyi olduğunu düşünüyordu. Buna cevap
bulamamak kendini kötü hissetmesine sebep olmuştu.
''Bende
gelmek istiyorum. Tüm gün bu yatakta geçirmek bana göre...'' Daki tekrar yatağa
oturdu. Kuwala'nın boşta kalan elini tutup aşağı doğru indirdi.
''Yaranın
iyileşmesi gerekiyor!'' Kuwala başını iki yana salladı. El yazmasını karnına
doğru koyup başını iki yana sallamıştı.
''Sorun
yok bence. Yürüyebilecek kadar kendimi iyi hissediyorum. Sürekli yatmak
kaslarımın ağrımasına sebep oluyor. Biraz dolaşırım ve...'' Daki onun burada
tek başına canın sıkılacağını anlayacak kadar zekiydi. Bu yüzden çıkmak
istiyordu odadan. Ama çıktığında yürümek onu daha kötü hale getirecekti birde
tanışması gereken kurdu vardı. Buna hazır değildi. Neler olduğu konusunda hiç
fikri yoktu.
''Madem
öyle o zaman seni avluya çıkaracağım. Orada oturmana izin vereceğim. Ama
yürüyüp kendini yormanı istemiyorum.'' dedi. Kuwala gülümseyerek bunu kabul
etmişti. Eskisi gibi soğuk işlemez değildi bedeni. Aksine tıpkı bir insan gibi
soğuk onu etkiliyor ve titretiyordu. Daki onu kalın giydirmişti. Cübebisnin
üstüne kürk vermişti. Ayakkabılarının kayışlarını sıkıca bağlayıp onu ayağa
kaldırmıştı. Tapınağın arka avlusunda çalıştırıyordu Marinoe insanları. Oraya
gitmek için dümdüz bir koridor ve bir kaç basamak merdiven vardı. Kurdun
yattığı seraya oldukça uzak bu koridorda yürümeye başlamışlardı. Bu koridorun
paralelinde Kuwala kendini kaybetmiş ve bu korkunç olaylar olmuştu. Daki bunu
hatırlayıp sütunlar ardında gözüken koridora bakıyordu. Kuwala ise yavaş yavaş
onun bir kaç adım ötesinde yürüyordu.
''Kılıcın
değerli Ung Çeliğinden dövülmüştü. Onun gibi güçlü bir kılıç olmadan Yeşil Ateşe
dayanmazlar.'' Daki bunu duyunca çimdiklenmiş gibi sıçrayıp ona doğru
çevirmişti başını. Kuwala ise gülümseyip ona baktı. Ardından koridoru parmağı
ile gösterdi.
''Oraya ve
geçmişe takılmak pek doğru olmaz. İleri bakmalıyız. Yoksa tökezleyip duracağız!''
Daki elini saçlarına götürüp başını kaşıdı. Kuwala olduğu yerde durmuş Daki'nin
yanına doğru yavaş adımlarla yaklaştı. Nazikçe kolunu tutup başını öne doğru
eğip gülümsedi.
''Olan
oldu. Önemli olan hala aynı yaşamın içinde yan yana olmamız. Bir savaşta olduğumuzu
hep bana anlattın. Ve savaşta yaralar alınır. Dövüşülür ve ölenler olur. Bunları
bana sen anlattın. Ama devam etmek gerektiğini söyledin. Çünkü bir savaşın asla
kazananı olmaz dedin. Herkes kaybeder! Kimisi abisini, kimisi babasını, kimi
oğlunu, kimi kız kardeşini ya da sevgilisini. Ama herkes kaybeder. En az
kaybeden çabuk toparlanır. Biz henüz bir şey kaybetmedik. Ve kaybetmemek için
çabalayacağız. Ama eninde sonunda birileri ve bir şeyleri kaybedeceğiz. Bu
olduğunda üzülmek yerine ilerlemek gerekiyor.'' Daki onun gülümseyen yüzüne
bakıyordu. Yandan daha güzel duruyordu yüzü. Burnun yukarı doğru kıvrılışı ve
çenesinin kıvrımının belirginliği... Daki uzanıp onun saç bandından kurtulmuş
bir tutam saçı kulağının arkasına iliştirdi. Kuwala'nın dudakları yukarı doğru
daha çok kıvrılmıştı.
''Bana
asla zarar vermeyeceğini biliyorum. O yüzden kaybettiğin şeyler için yas
tutmaya devam ederek kendine acı çektirme.'' sesinin mırıltısında bir sıcaklık
vardı. Daki istemsizce gülümsemişti. Kuwala elini belindeki sert kuşağa koydu.
Başını Daki'ye doğru çevirdi.
''Sen acı
çekmeye devam edersen bende acı çekerim. Bunu ikimize yapmaya devam edersen bir
süre sonra birbirimizi kaybetmeye başlarız. Bunu istemiyorum.'' Kuwala'nın
dudakları kapandığında yüzünde tebessüm yoktu. Gözlerinde sadece korku vardı.
Daki için endişelenmiş bir ruh vardı. Daki ona ne diyeceğini bilmiyordu.
Sessizlik ve durgun bakışmaları bir süre daha devam etti. Aralarındaki mesafe
oldukça azdı. Bedenleri fazlası ile yakındı. Bakışarak anlaşacak kadar
kuvvetlenmişti aralarındaki ilişki.
''Daki!''
koridoru inleten ses Aleon'a aitti. Zırhı vardı üstünde. Elinde ise kılıcı.
Onlara doğru yürürken iki askeri yanındaydı. Ve Marinoe onunlaydı. Kuwala elini
çekip bir kaç adım öne doğru yürüdü. Aleon ile konuşma yanlısı değildi. Daki
ise yanlarına gelmelerini beklemişti.
''Efendi
Kuwala sizi ayakta görmek beni çok mutlu etti. '' Marinoe bir kaç adım ileride
olan Kuwala'yı selamlar iken konuşmuştu. Kuwala ona ufak bir baş selamı vermek
için dönünce Aleon'un bakışları ile karşılaştı. Aleon bakışlarını çevirince
Kuwala oldukça neşeli bir sesle konuştu.
''Seni
görmekte beni mutlu ediyor Marinoe!'' demişti. Çıkışa kadar ki sonraki
yürüyüşte ufak tefek konuşmalar olmuştu. Aleon bir karar almış ve mektup eline
geçene kadar burada asker eğiteceğini söylemişti. Onu ikna eden kişi yoktu.
Zorlayan hiç yoktu. Ama Marinoe ile köylüleri birer asker yapma düşüncesini
kafasına koymuştu. Marinoe bu teklifi reddetmemişti. Müttefik olarak ilk
birlikte çalışmaları bir nevi anlaşmalarını yerine getirdiğinin belirtisi
olacaktı.
''Marinoe'nin
nasıl dövüştüğünü marke ediyorum. Kocan Bakren muhafızı mıydı?'' Marinoe
kıyafetinin sarkık kollarını bandajla sarıyordu. Dövüşürken onu engelleyeceğine
inanıyordu.
''Değildi.
Kurt Köyünün reisinin oğluydu. Kuzeyli kendisi benim gibi. Beyaz Kurt köyü
eskiden bu yana yeteneklidir dövüşmek konusunda. Bakren soyundan önce Rahomları
biz korurduk. Ve Bakren hanesinin kız kaçırma meselesinden sonrasında bu vazife
için oraya eğitime giden babası ona dövüşmeyi ve kılıç kullanmayı öğretti.
Babamda orada muhafız eğitenlerden idi.'' Kız kaçırma meselesi halktan gizlenen
Melez Piç'in annesi ve babasının yasak aşkının iki hanenin birbirlerine
saldırmak için kullandığı bahaneydi.
''Denemek
isterim.'' Marinoe ona ufak bir düello davetinde bulunan Aleon'un kılıcına
baktı ve başını iki yana salladı.
''Ung
Çeliği ile dövüşemezsiniz. Kör kılıçla!'' demişti. Aleon bir kadınla
dövüşeceğini hiç düşünmemişti. Daki orada Marinoe'nin dövüşü alacağını
düşünüyordu. Bakren muhafızlarına ve binicilerine karşı direnebilen bu kadının
Aleon karşısında da şansı vardı. Kuwala'nın oturduğu ufak taburenin yanında
dikilmeye başladı. Eğitimi bekleyenler bu düelloyu izlemek için avlunun
gerisine çekilmişti. Marinoe kılıcını eline aldı ve ağırlığı tarttı. Kılıcın
ağırlığını eşitlemek için ayaklarına belli bir açı vermişti. Bir elini geriye
doğru almıştı. Aleon ise kılıcını sıkıca tutup dimdik durmuştu. Savunma halinde
başlayacağını gösteren bu duruş Marinoe'nin yeterince canını sıkmış iken bir
elini arkasına alması ile Marinoe daha çok sinirlenmişti.
''Bir
kadınla dövüşecek isem gücümü dengelemem lazım.'' demesi ile kılıcına çarpan
kılıç ile sallanmıştı. Marinoe ona öyle hızlı saldırıp arkasına geçmişti ki
Aleon ne olduğunu anlayamadan ense kökünde bir soğukluk hissedip ileri doğru
sıçramıştı. Bu sefer Marinoe savunmada kaldığını göstermek için ayaklarını
kapatmıştı.
''Ukala ve
beceriksiz bir adama göre prens unvanını sadece soy kanına borçlusun!''
demişti. Çekinmiyor ve onun unvanını umursamıyordu. Onu basit bir güneyli
olarak görüyordu. Aleon ona bir kaç kılıç hamlesi ile saldırdı ama
saldırılarını engellemişti Marinoe! Aleon ona atakta bulunduğunda her defasında
kılıcı ona dokunmadan Marinoe geriye doğru onu engelliyordu. Kılıcını elinde tarttı
ve kaşlarını çattı.
''Sürekli
kaçacak mısın Marinoe Hanım?'' Marinoe gülümseyerek ona bakarken Aleon onun
zayıf noktasını görmeyi amaçlamıştı.
''Size
saldırırsam gururunuzu inciteceğimden korkuyorum Prens Aleon!'' dedi Marinoe ve
gülümsemeye devam etti. Kuwala onları oldukça dikkatli izliyordu. Orada bir
dövüş, müsabaka ya da düello görmüyordu. Birbiri ile atışan ve flörtleşen iki
insan görüyordu. İstemsizce gülümsedi. İkisi de güçlüydü ama kılıçlarını oyun
oynar gibi savuruyordu. Bir süre daha bu oynaşma devam etti. Aleon onları
dikkatle izleyen Kuwala'yı görünce paniklemişti. Oradaki zevkli dövüş aniden
ona korkutucu bir zayıflık gibi geldi. Birden sert bir hamle ile Marinoe'nın
kılıcına vurup elinden düşürmesine sebep olmuş ve kılıcı boynuna dayamıştı.
Marinoe şaşkınlıkla ona bakarken Aleon maskesini yüzüne taktı.
''Kuzey
kadını asla Güney erkeğine eş olamaz.'' Marinoe bunu söylerken boş bakan
gözlere bakıp kılıcı eliyle boynundan itti. O az önceki hoş ve eğlenen adamın
kayboluşuna anlam verememişti. Aleon duygularından rahatsız olmuştu. Onları
gösterirse yara alacağını düşündü. Orada düello bittikten sonra Aleon kimin
nasıl kılıç kullandığını görmek istedi. Ve çalışmalar başladı. Kuwala bir süre
orada köylüleri eğiten üç kişiyi izledi. Ardından oturduğu yerden yavaşça
kalkıp içeri doğru yöneldi. Aleon'un gördüğü iki yüzünden hangisinin gerçek
olduğunu anlamıştı.
''Daki'ye
benziyor!'' kendi kendine söylenip gülmüştü. Koridorda yürüyüp arşive doğru
yöneldiği sırada boş seraya doğru gitmişti adımları. Orada onu çeken her ne ise
adımları oraya daha hızlı gidiyordu. İçeri girince onu çeken şeyi görüp
kalmıştı. Çocuklar vardı. İki beyaz kurt... Bir süre kapıda oraya baktı.
Çocuklar korkusuzca kurtların etrafında oyun oynuyordu. Büyük olan kurt
Kuwala'ya oldukça tanıdık geliyordu. Kurt ona doğru başını çevirdi ve kürkünü
okşayan çocukları unutup ayaklanınca çocuklar ufak çığlıklar atarak geriye
doğru çekilmişti. Kapıda dikilen efendisine dönmüş ve sarı gözlerini ona
dikmişti. Gölgeler arasına sıkışmış kurdu burada et ve kandan oluşmuş halde ona
bakıyordu. Kafasında bir ses yankılandı.
''Gölgelere
karşı yetersiz kaldım.'' Kuwala kurda doğru bir kaç adım attı. Kurt ise
kulaklarını indirmişti. Kuyruğunu bacakları arasına almıştı.
''Sana
hizmet etmek için yeteri kadar güçlü değilim.'' Kurdun sesini duyuyordu. Kuwala
ona baktı ve adımlarını hızlandırdı. Kurdun yanına geldi. Oturuş ve başını
bükmüş yere bakan kurdunu af etiğini göstermek için elini uzattı. Kurdun
yumuşak alnına elini koydu. Gülümsemişti.
''İkimizde
kaybettik. Ama ölmedik!'' Kurt bunu duyduğunda başını yerden kaldırmıştı.
Kuwala bunu fırsat bilip kendini suçlayan kurdunun ruhunu sakinleştirmek için
boynuna sarıldı. Kürkünü nazikçe okşadı.
''Benim
dünyama hoş geldin Ayezi!'' demişti. Kurduna bir isim vermişti orada. En
azından aklından geçen bu ismi ona söylemişti. Kurt koca başını Kuwala'nın
omzuna doğru bırakıp adını kabulleniyordu. Kuwala onu bıraktığında Marinoe'nin
kızı, Denle'nin ufak kızı yanına doğru gelmişti.
''Efendi
Kuwala onun adı Ayezi mi?'' demişti. Kuwala gülümseyip çocuklara baktı. Kurt
kendini yere bırakınca çocuklar onun ipekten yumuşak kürkünü okşamaya devam
etmek için etrafına toplanmıştı. Bir o değil diğer kurdu da seviyorlardı.
Kuwala ileride ayinin düzenlendiği yere gözlerini çevirdi. Orada birisi oturmuş
aşağıyı izliyordu. İlk bakışta kim olduğunu çözemedi ardından Tieden'in kızı
Kantou olduğunu gördü. Oraya doğru gitmek için ayaklandı. Merdivenleri çıkmak
onun için zordu. Buraya son çıkışından bu yana uzun zaman geçmiş gibi hissediyordu.
Son basamakta oturan Kantou'nun yanına oturup elini karnına koydu.
''Burada
ne yapıyorsun?'' Kız ona bakmıştı. Beyaz saçları iki örgü şeklinde
omuzlarındaydı. Mavi gözleri ise aşağıdaki çocuklara bakıyordu. Cevap vermedi.
Sadece bakmaya devam edip yanağını eline dayadı.
''Onlarla
arkadaş olmayı düşündün mü? Çok iyilerdir.'' Kuwala onunla konuşmaya
çalışmıştı. On iki yaşında bir kıza göre fazla sessiz ve büyümüş bir ruhu
vardı. Kız ona çevirdi gözlerini annesi gibiydi gözleri, saçları ise babası gibi.
Yarı Rahom ama Kuzeyin eski soyundan gelen annesi sayesinde bir Rahoma
benziyordu.
''Onlar
benden korkuyor!'' Kuwala'ya bunu söylerken sesi çekingendi. Kız başını geri
aşağıya çevirdi.
''Köyde
onlarla oynamam yasaktı. Şimdide benimle oynamazlar. Dert etmeyin efendi Kuwala
ben burayı daha çok sevdim. Her yeri izleyebiliyorum.'' Kuwala ona bakıp
kalmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Onlarla oynamak istemediğini anlıyordu. Başka
bir şey düşündü.
''Okuma
bilir misin pek?'' Kız usulca başını sallayarak bu soruya cevap verdi. Kuwala
bunun üzerine sanki ağrısı varmış gibi elini karnına götürdü.
''O zaman
abin olarak bana yürüyüşümde eşlik etmeni isteyebilir miyim?'' kız gülümseyip
ayağa kalmıştı elini uzattı. Kuwala yaşına göre uzun olan kızın elini tuttu.
Ayaklandı ve merdivenlerden indiler. Kuwaa geldiği kapıya yönelmişti. Ayezi ise
orada uzanmış çocuklar ile oynamaya devam ediyordu. Efendisinin çıktığını
görünce peşine takılmış ve Tieden'in kurdu da Ayezi'nin peşine takılmıştı.
Çocuklar ise kurtlarla oynamak için onların peşinden geliyordu. Bu ufak konvoy
arşivde bitmişti. Çocuklar buraya ilk defa geliyordu ve Kurtları takip ederek
içeri girmişti. Kuwala içerideki iki kahinden ocakları yakmasını istedi.
Çocuklar onunla gelmiş ve artık çıkışları yoktu. Kuwala bir süre sonra
istediğini başarmıştı. Kantou ve çocukları kaynaştırmanın yolunu tesadüfen keşfetmişti.
Çocuklar kurtla oynarken bir süre sonra kahinler onlara sessiz olmalarını
söyledi. Ve onlarda uğraş olarak el yazmalarına bakmaya başlamışlardı. Ve
sonunda Kantou onlara bir hikaye okurken bulmuştu kendini. Çocuklar merakla
etrafına toplanmıştı. Kuwala Ayezi ve Tieden'in kurdunun yanına oturmuştu.
Çocuklara Kuzey hikayeleri okuyan Kantou'yu dinlemeye başlamıştı. Kantou
kuruyan boğazını ıslatmak için kahinin getirdiği çaydan bir yudum almak için
durunca çocuklar heyecan içinde bağırmıştı.
'' Sonra ne
oldu?'' Kantou hemen heyecanla onu dinleyen çocuklara kitabı okumak için
dönmüştü. Bir adamın karısını öldürüp tekrar bir Mavi tilki olarak dünyaya
gelişini anlatan bu masla o kadar heyecanlandımıştı ki çocukları hepsi merakla
dinliyordu. O bitince bir başkasına geçmişti.
''Fohara
onun hep yalnız kaldığını söylemişti. Oysa oyun oynamayı çok severmiş.'' Kuwala
aklında yankılanan sesin Ayezi'nin sesi olduğunu anlamış ve bu sese alışmaya
başlamıştı.
''Fohara
kim?'' Kuwala bunu sesli söyleyince gözleri kapalı ocak başında uyuyan daha
küçük olan kurt gözlerini aralayıp ona bakınca Kuwala kurdun adının Fohara
olduğunu öğrenmişti. Kuwala mutlulukla hikayeyi okuyan kıza bakarken kapıda
beliren Daki'yi gördü. Daki içeri doğru girdi. Çocuklar gelen Daki'ye bakıp tekrar
masalı dinlemeye döndüler. Daki Kuwala'nın Ayezi'ye yaslanmış oturduğunu gördü.
Önce şaşırdı ardından yanına gidip oturdu. Kurdun ona zarar vermeyeceğini
biliyordu.
''Kurdun
ile tanışmışsın!'' Daki bunu söylerken kurdun kürkünü okşamıştı. Onunla Kuwala'dan
önce tanışmıştı. Kuwala gülümseyip Ayezi'nin yumuşak kürküne iyice yaslandı.
''Bir adı
var artık. Ona Ayezi diyorum. Kuzey ışığı demekmiş. Kendini gölgelerde sanan
bir ışık olduğunu anlamsı için bu ismi verdim. ''Ayezi bunu duyunca homurdanıp
başını başka öne doğru çevirmişti. Daki masal okuyan çocuklara döndü.
''Onlara
bakıcılık mı yapıyorsun? Sessizce avludan çıkmışsın.'' dedi. Kuwala saç dipleri
terli ve alnında tane tane ter oluşmuş Daki'nin yüzüne elini koydu.
''Kantou'nun
okumasını dinliyorum. Çok iyi bir okuyucu. Gidip terini silmelisin. Hasta
olacak gibisin.'' Daki yüzündeki elin üstüne kendi elini koydu. Gözlerini
kapayıp derin bir nefes aldı.
''Bir süre
dizine uzanmak istiyorum.'' demişti. Kuwala onun reddetmedi. Üzün verdi. Daki
başını Kuwala'nın dizine koydu. Kantou'nun sakin sesini dinlerken saçlarını ile
oynayan Kuwala'nın verdiği huzurla yorgunluk bir araya geldi ve onu derin bir
uykuya doğru çekti. Önce Kantou'nun sesi kayboldu. Ardından etrafın ışığı ve
daha sonra saçlarında dolaşan parmakların verdiği his. Orada saatlerce
Kuwala'nın dizinde uyumuştu. Kahinlerden birisi onun için bir örtü getirmişti.
Kuwala o uyanmasın diye kıpırdamadan saatlerce orada oturmuştu. Çocuklar
masalları dinlerken yemek için gitmişler ve etraf yavaş yavaş loşlaşmaya
başladığında kahin Kuwala'nın okumasına devam edebilmesi için gaz lambalarını
yakmıştı.
''Efendi
Daki için bir yastık getirebilirim. Sizde yemeğinizi yersiniz.'' demişti kahin.
Kuwala başını iki yana sallayıp çocuk gibi dizinde uyuklayan Daki'nin saçlarını
okşadı.
''Sorun
değil. Koca bir kafası var gibi görülse de hafif.'' demişti fısıltı ile kahine.
Kahin ile gülüştüler ve o da yemek için çıktı. Artık ikisi dışında başka kimse
yoktu arşivde. Kitaplıklar yükselirken camı yalayıp geçen rüzgarın sesi geliyordu.
Kuwala elindeki el yazmasına odaklanmıştı. Ameliyatlar hakkında yazılmış bu el
yazmasını kahinlerden birisi ona getirmişti. Kuwala'nın iyi bir hekim olduğunu
Cohin herkese anlatmıştı. Kahin de onun dikkatini çekeceğini düşünüp bu el
yazmasını vermişti. Kuwala sayfaları uzun uzun inceliyordu. O kadar dalmıştı ki
dizinde gözlerini açmış onu izleyen Daki'yi bile fark etmemişti. Bir ara aşağı
satırlara bakarken onu izleyen yeşil gözlerin ışıltısını görmüştü. El yazmasını
yana doğru çekince Daki gözlerini kapamıştı ama Kuwala çoktan onu yakalamıştı.
''Uyuyor
gibi mi yapacaksın?'' Daki sessizliğin korursa inanacağını düşündü. Ama Kuwala
onu yakalamıştı. Kuwala elini yavaşça Daki'nin yeni yeni çıkmaya başlayan
sakallarına sürdü.
''Uyumadığını
biliyorum.'' demişti. Daki bunu üzerine gözlerini açtı.
''Seni
izlediğimden habersizken o ciddi yüzün hoşuma gitmişti. Bu yüzden gözlerimi
kapadım.'' dedi. Kuwala ona bir süre baktı. Ardından elini karnına doğru
götürdü.
''Karnın
acıktı mı? Gidip yemek yiyelim.'' Daki bunu duyunca doğrulmuştu. Dağılmış
saçlarını kurdelesini çözüp toparladı ve tekrar bağladı. Çenesini kaşıyıp
ayaklandı. Oturan Kuwala'da ayağa kalkmak istedi. Uzun süredir oturduğu için
bacakları uyuşmuştu. Birkaç adım atıp esnedi. Kurtlar bile yemek için arşivden
çıkmıştı. İkisi mutfakların olduğu yere doğru yavaş yavaş yürüyordu. Mutfak
akşam yemeğinden sonra haftada bir çamaşırları yıkadıkları yere dönüşüyordu.
Büyük çamaşır kazanları kuruluyor ve kadınlar burada sohbet ederek
çamaşırlarını yıkıyordu. Bu gün çamaşır günü yapmışlardı. İçeri doğru Daki
süzülünce kadınların seslerini duymuştu. Kimisi şarkı mırıldanıyor kimisi
konuşuyor kimileri ise kahkahalar atıyordu. Kapı aralığından Kuwala'da Daki'nin
ardından girmişti. Eteklerini ve paçalarını yukarı sıyırmış kadınlar onları
fark ettiğinde toplanmak istemişti. Daki ise gülümseyerek etrafa bakıyordu.
Denle'nin karısı oturduğu yerden onların yanına geldi.
''Bir şeye
mi ihtiyacını var efendiler?'' dedi. Daki elini midesinin üstüne tutup çamaşır
kazanlarına baktı.
''Bir
şeyler yemek için gelmiştik. Bu gün kazan kaynattığınızı bilmiyorduk.''
demişti. Kuwala çamaşır yıkayan kadınlara bakıp gülümsedi. Kadınlar onlara
bakıyordu. Denle'nin karısı ise gülümseyip derin bir nefes aldı. Tezgahların
olduğu ve kap kaçağın bulunduğu köşeyi gösterdi.
''Yerde
gömülü dolap var. Onun içinde bu günden artan ekmek ve biraz lapa olacaktı.
Başka bir şey yok! Hazırlayacak zamanımızda yok!'' demişti. Kuwala oraya doğru
geçerken çalışan kadınlara gülümseyip selam veriyordu. Yerdeki taşa gömülü
dolabın kapaklarını Daki açtı. Oldukça ağır kapakları açınca yarın sabah için
hazırlanmış ekmek, koca bir güveç içinde yahni ve biraz lapa görmüşlerdi.
Kuwala eğilip dolabın yanına oturdu. Aşağıya elini atıp bir somon ekmek aldı.
Daki ise eline aldığı tahta kaba güveçten dolduruyordu.
''Lapa
koyma! Onu yemeyiz.'' Kuwala onun yemek doldurduğu kabı izliyordu. Eline vurup
kepçeyi aldı.
''Etlerinden
koyma hep. Kurumuş biberlerde lezzetli oluyor!'' kadınlar ikisinin fare gibi
dolaplardan yemek aşırmasını izlemişti. Denle'nin karısı gülerek onlara doğru
döndü. Ellerini beline dayamıştı.
''Güveci
bakır kaba koyun. İki dakika ateşte ısıtın. Soğuk soğuk midenizi ağrıtır.''
demişti. Kuwala bunun üstüne Daki'nin elindeki tahta kaba baktı.
''Böyle
yeriz değil mi?'' dedi. Daki onaylayınca Kuwala son kepçeyi koydu. Daki
elindeki kapı yana koyup eğilip güvecin kapağını güzelce örttü ve üstüne taşı
koydu. Kuwala elindeki ekmekten parça parça yiyordu. Daki geri dolabın
kapaklarını örtüp sürgüsünü çekti. Çamaşırları köpürttükleri el yapımı kokulu
sabunlar ve kadınların sesleri eşliğinde oturdukları yerde yemeklerini yemeye
başlamışlardı. Bir ara kızlar onlara masa getirmeyi teklif etti. Ama yerde
bağdaş kurup göçebeler gibi yemeyi tercih ettiklerini söylemişlerdi. Yemeklerini
yerken Kuwala elindeki ekmeği güvecin donmuş suyuna banıp duraksadı.
''Sen
uyurken aklıma ne geldi biliyor musun?'' demişti. Daki dişindeki et parçasını
çıkarmaya odaklanmıştı. Ona göz ucuyla bakınca Kuwala güldü.
''Yakında
Bakrenler şenlik yapacakmış. Bunu neden yaptıklarını bilmiyorum ama onların
neyi kutladığını öğrenmek isterim.'' Daki bir an duraksadı. Kuwala'nın doğum
günü ve Rahom soyunun ölüm günü aklına geldi. Eli öylece ağzında kalmıştı.
''Nereden
duydun bunu?'' Kuwala elindeki ekmeği ağzına atıp hızla çiğneyip yuttu.
''Kahinler
konuşuyordu. bir kaçı gösteriyi kaydetmek için dağdan inecekmiş. Onlara katılıp
neyi kutladıklarını görmek iy olmaz mı? Beş gün sonra!'' Daki öylece kalmıştı.
Yüzündeki bütün mutluluk silinmişti. Donuk bir ifade ile Kuwala'ya bakıyordu.
''Beş gün
sonra bir yere gidemezsin.'' Bunu söylerken sesi oldukça sertti. Kuwala dışında
etrafta herkes şaşkınlıkla ona bakıyordu. Daki doğrulup kaşlarını çattı.
''Beş gün
sonranın ne önemi var? Sen biliyor musun?'' Daki bu soruya cevap vermemişti.
Gözlerini kısıp düşünmeye başladı.
''Beş gün
sonra Bakren hanedanlığı yükselişini kutlayacak.'' bir kız cevap vermişti.
Kuwala konuşan kıza baktı. Ardından Daki'ye çevirdi başını Daki ise derin
düşünceler içine girmişti. Kafasında düşündüğü şeylerin verdiği heyecanla
gülümsedi.
''Beş gün
sonra ikimizin gitmesi gereken bir yer var.'' dedi. Kuwala ona ne sorduğunu
unutup tabağın dibindekileri kaşıklamakla meşguldü. Başını kaldırıp ona baktı.
Daki sırıtmıştı.
''Bırak
kahinler tarafsızlığıyla gidip gösteriyi kaydetsinler. Seninle çok ciddi bir
işimiz var. o güne kadar büyün gücünü ve kuvvetini toplaman gerekiyor.''
kaşları çatılmıştı. Ciddiyetle ayağa kalktı.
''Eğer
zayıf olursan geri dönüşü olmaz anladın mı?'' Kuwala onu dinlerken irkilmiş halde
elinde tabak ile kalmıştı. Daki derin bir nefes aldı.
''Bu görev
hayatımız değiştirebilir.'' Bunu söyleyip gitmişti. Çünkü beş gün boyunca uğraşması
gereken hazırlıklar vardı. Kuwala'nın ilk defa doğum günü kutlanacaktı. Ve bu
kutlama sürecini Daki oldukça önemsemişti. Kimseye ne yaptığını söylememişti.
Sabah erkenden ortadan kaybolur ve akşam yorgun gelir olmuştu. Kuwala ona neler
olduğunu sormasına rağmen cevap alamamıştı. Daki oldukça ciddi duruyordu. Ona
hazırladığı hediyeyi o kadar dikkatli yapıyordu ki... Neler olduğundan habersiz
olmasını istiyordu. Kuwala tedirgindi. Beş günün dolmasına iki gün kala iki
kahin kayıt için dağdan inmeye hazırlanmıştı. Kuwala bu süreçte arşivde
okumalar yapmış ve arada çocuklara da kitap okur olmuştu. Beşinci günün sabahı
yine arşivde iken Daki'nin ona dün gece dediği aklına gelmişti.
''Bu gece
güzelce dinlenmeni istiyorum. Yarın akşam seni alacağım. Bu işi halletmemiz
gerek.'' demişti. Kuwala bunları düşünürken yanına gelen kişiyi fark etmemişti.
Oturduğu yerde bir el yazmasının eskimişliğinden rahatsız olup onun bir kaç
sayfasını yeniden yazıp değiştirmeye karar vermişti. Yırtılmış sayfaları
tekrardan bir araya getirip yazmaya başlamıştı. Kantou çocuklara kitap okurken
bir anda susmuştu. Kuwala onun suskunluğu ile başını kaldırdı. Baktığında
Aleon'u görmüştü. Aleon onun oturduğu masanın karşısındaki sandalyeyi çekip
oturdu. Ne yazdığını baktı.
''Daki'yi
gördün mü? Son günlerde ortalarda yok!'' demişti. Kuwala bir süre düşündü ve
Aleon ile nasıl iletişim kuracağı konusunda kararsızdı.
''Dün
odada gördüm en son. Sabah benden erken uyanıp çıkmış. Akşam buraya
uğrayacağını söylemişti.'' derken elindeki diviti bırakmıştı. Gümüş uçlu diviti
düzgünce tutucuya oturttu.
''Geldiğinde
onu aradığını söylerim.'' diye ekledi. Aleon kaşları çatık ona baktı. Derin bir
nefes aldı.
''Gerek
yok! Onu bulurum ve ben söylerim.'' Kuwala kalkacak olan adama bakıp birden
sert bir sesle konuştu.
''Seninle
ilk geldiğinde sert konuştuğum için mi bana bu kadar kötü bakıyorsun? Sadece
nasıl iletişim kurmam gerektiğini bilemiyorum. Artık müttefik olduğumuz için bu
konuyu çözmek istiyorum.'' Aleon bunu duyunca geri oturmuştu.
'' Sorun
senin konuşma tarzın falan değil. Sadece bu ilişkiniz benim bildiğim bir şey
değil. Bana ters bir surum. Bu noktada size gülüp onay vermemi bekleme bende.
Daki'nin böyle şeylere karşı yönelimi yoktu. Karşısına çıkmamış olmasaydın da
olmazdı. O yüzden seni hala kabul etmiş değilim. Konuşulup çözülecek bir şey
değil. '' dedi. Kuwala onu bir süre baktı. Ardından ellerini birleştirdi
kucağında. Parmaklarını parmaklarının üstünde dolandırıyordu.
''Bizim
yaptığımız şey yanlış mı?'' Aleon onun bu masumca sorduğu soruya bir kahkaha
ile cevap vermişti.
''Yanlış
ve suç. Nerede görülmüş iki erkeğin birbirini sevdiği. Sizin yaptığınız şey
çok...'' Kuwala'ya bakınca devam edemedi. Öylece ona şaşkınlık içinde bakıp kalmış
olan adamla göz göze kaldı. Kuwala başını önüne eğmiş ve kalmıştı. Daki'nin
abisinin bu düşüncede olduğunu öğrenmek onu yıkmıştı. Yaptıkları şeyin yanlış
olduğunu hiç bir zaman düşünmemişti. Sadece Daki'yi seviyor ve onunla olmaktan
mutlu oluyordu. Bunun insanlar tarafından yanlış olarak görüldüğünü asla aklına
getirmemişti.
''Dediğim
gibi sizin yaptığınız Yanlış. Bunu yapmaya devam ederseniz ikinizde suçlu
olarak görüleceksiniz.'' diye devam etmiş Aleon. Kuwala ise başı hala önünde
konuştu.
''Neden
yanlış?'' Aleon ona verebileceği cevapları düşündü ve çocuksu gördüğü bu adam
nasıl bir şey söylerse onu vaz geçirebileceğini fark edince kaşlarını çattı.
''Bir
erkek ve bir kadın birlikte olduklarında çocukları olur ve aileleri genişler.
Soyunu sürdürür. Ama siz bunu yapamazsınız. Sen Daki'ye çocuk verebilir
misin?'' Kuwala bunu duyunca şaşkınlıkla başını kaldırdı. Kadının
doğurganlığını asla anlamamıştı.
''Belki
verebilirim.'' Aleon bu cevabı duyunca sinirden gülmeye başlamıştı. Ayağa
kalktı.
''Bir
erkek çocuk doğuramaz. Buna uygun değildir. Tanrıların kurallarına karşı
gelebileceğini mi sanıyorsun. Birde verebilirim diyor!'' demiş ve çıkmıştı.
Kuwala o saatten sonra derin bir düşünceye hapsolmuştu. Daki'ye çocuk vermek bu
kadar önemli miydi? O çocuklarla anlaşamazdı bile! Ayrıca bir kadın gibi doğum
yapamayacağını biliyordu. Daki asla ondan çocuk istediğini söylememişti. Bir
kadının çocuğu emzirmek için göğüsleri vardı ve çocuğu doğurmak için vajinası.
Bunların kendisinde olmadığını düşündü ve gerçekten bu yüzden Daki ile birlikte
olmayacağını düşünmek onu karamsarlığa çekmişti. İki erkek bu yüzden mi bir
arada olamaz diye düşündü. Ve iki kadının birlikte olmasını sorun yapmazlardı.
Çünkü ikisi çocuk doğurabilirdi. Anlam vermediği bu ilişki düzenine kafa
yorarken yazmayı unutmuştu. insanlar doğurgan bir kadının bir erkekle olmasını
normal görürken onların aşık olduğunu ve birbirlerini sevdiğinin ispatı olarak
bir çocuk görmek istiyordu. Anladığı buydu ve bunun için ikisinin birbirini
sevdiğini ispatlaması için bir çocukları olması gerektiğini kanaatine vardı.
Aleon'a gidip bunu söyleyecekti. bir çocukları olursa ikisinin birlikte olması
sorun olmaz mı diye soracaktı. Ancak kafasını düşüncelerden kaldırdığında hava
kararmıştı bile.
Koridorda
hızlı hızlı yürüyüp Aleon'u ararken yolunu Cohin kesti. Onu Daki'nin
çağırdığını söyleyip ana avluya çıktılar. Ve ardından tapınaktan ayrılıp
karanlık patikada yürümeye başladılar. Patikanın sonuna geldiklerinde yollar
ayrılıyordu. Cohin sessizce onu götürüyordu ve elindeki gaz lambası ile yolu
aydınlatıyordu. Kuwala hala Aleon'a vereceği cevabı düşünüyor ve bir çocukla
onay alınabileceğine inanmıştı. Ve bu onayın Aleon'dan alınacağını sanarak ona
bunu anlatması gerektiğine inanmıştı. Daki ile döndüklerinde bunu konuşacaktı.
Çocuk sahibi olmak için yetimlerden birisini nüfusuna alabileceğini ve onu
Daki'nin çocuğu yapabileceğini düşündü. Düşünceler içinde gittiği yerde onu
bekleyen bir kamp ateşi görmüştü. Orada Daki'nin yalnız olması gerekiyordu. Ama
Aleon bile oradaydı. Kantou, Denle, Denle'nin karısı ve kızı, Marinoe,
Tieden'de ve Marinoe'nin kızı... Hepsi oradaydı ve yemekler vardı. Kuwala
onları uğurlama için orada olduklarını düşündü. Daki ise onun geldiğini görünce
heyecanla elindeki çırayı kenarı da duran Aleon'un eline tutuşturup yanına
doğru yürüdü. Cohin hızlı adımlarla diğerlerinin yanına geçmişti.
''Onlarda
mı bizimle gelecek?'' Kuwala bunu söylemişti. Daki ise gülümseyip ona
bakıyordu.
''Uğurlamak
için mi buradalar?'' Daki daha fazla onun konuşmasına izin vermedi onu sıkıca
kucaklayıp kendine doğru çekti. Kuwala ise şaşkınlık içinde ona tepki veremeden
kalmıştı.
''Bu gün
senin için çok özel bir gün. Bu günü kutlamak için toplandık.'' Kuwala
gülümsemeye çabalayarak Daki'ye sarıldı.
''Neden
özel?''
''Sen bu
gün bu dünyaya gözlerini açtın. Tanrılar seni yaşamını sürmen için bu topraklara
gönderdi ve ruhunu kutsadılar bu gün. Bunu kutlamak için toplandık.'' dedi.
Kuwala arkada ateşin başında ve soğukta bekleyenlere bakıp kaldı. Ne diyeceğini
bilmiyordu. Birisinin dünyaya gelişini kutlamak mı? Bunun için o kişiyi çok
sevmek gerekirdi. İçine hücum eden duygularla boğuşmaya başlarken gülümsemeye
devam etmişti.
''Tieden
bana Kuzey geleneği olarak açık havada bir ateş etrafında toplanarak kutlama
yapıldığını söyledi. İçilir, konuşulur ve hediyeler verilirmiş.'' Kuwala'yı
peşine takmış diğerlerinin yanına getirmişti. Kuwala öylece gülümsüyordu.
Hayatında ilk defa doğumu için onu birileri kutlamıştı. Cohin koşup onu
kucaklamış ve ardından Ung selamı verip gülümsemişti.
''Dünyada
olduğunuz her gün bu ateş etrafındaki ruhunuz gibi huzurla geçsin.'' demiş ve
ona ufak bir el yontması bilye vermişti.
''Abim
bunları kendisi yapardı. Bana şans getirdiklerine inandım. Size de şans
getirecek.'' demişti. Kuwala avuç içindeki el oyması desenlerle süslü bilyeyi
mutlulukla kabul edep gözleri dolu dolu Cohin'e sarılmıştı. Ardından gelen kişi
Marinoe olmuştu. Kuwala'yı kendinden ilerde gördüğü için sarılmadı başta. Elindeki
ufak ipek mendile sardığı paketi verdi.
''Sizin
sevdiğiniz tatlı ekmekten ellerimle yaptım.'' demişti. Hediyelerin önemi el
yapımı olmasıydı. Kuwala ipek mendile sarılı ekmeği kabul etti. Ardından birden
Marinoe'ye sıkıca sarıldı.
''Bunu
afiyetle yiyeceğim. Çok teşekkür ederim.'' demişti. Marinoe'nin kızı ise
annesinin vekaletindeydi. Sadece doğumu kutlayıp selamını vermiş ve ardından kucaklamışlardı.
Denle ve ailesi birlikte iki hediye sunmuştu. Kuwala'nın okumaya düşkünlüğünü
bilen Denle onun için elleriyle ucu püsküllü ve bir kaç kağıdın tutkalla
birleştirilmesinden oluşan kitap ayracı yapmıştı.
''Bitimek
için çok çabalamadan yarıda bırakabilir ve geri bıraktığın gibi bulabilirsin.
Kahinler verdi bu fikri bana!'' demişti. Kuwala ucunda mor püskül olan ayraca
bakıp gülümsemiş ve Denle'ye tekrar sarılmıştı. Denle'nin karısı ise ilerde
ufak seyyar masanın üstünde duran yemeği gösterdi.
''Sizin
için kurutulmuş biberden yahni yaptım.'' demiş ve yemeği sevdiğini düşündüğünü
belirtmişti. Kızının da yardımcı olduğunu söylemişti. Kuwala en çok Tieden'in
hediyesine bakıp kalmıştı. Tieden ona bir kılıç vermişti. Kendi kullanmadığı bu
kılıcın Rahom soyunun elinden çıkan son kılıç olduğunu belirtip onun önünde diz
çöküp sunmuştu kılıcı. Dedesinin prensliğini sembol eden Rahom mührü olduğunu
göstermiş ve bu kılıcın artık onda durması gerektiğini söylemişti. Kuwala
onunla kucaklaşmamıştı. Sadece saygı ile gülümsemişti. Kantou ile kucaklaşmış
ve Kantou ona hediye olarak bir şey getirmediğini söylemişti. Sadece isterse
ona kitap okuyabileceğini belirtmişti. Aleon bu olayın son anda dahili olan
kişiydi. Buna rağmen bir hediye bulmuştu. Kuwala'nın yanına geldi. Kaşları
çatıktı.
''UngurPan'da
doğum zamanı ve günü kutlanırken o kişiye hayatı anlatması verilebilecek en güzel
şey budur!'' dedi. Elindeki siyah kaplı defteri uzatmıştı. Daki şaşkınlıkla
oraya bakıyordu. Bu doğruydu. Unglar hayatın boş sayfalar gibi olduğunu ve her
deneyimin yaşamı yaşam yapan unsurlar olduğunu söylerdi.
''Deftere
yazacağın isimler ve tarihler senin yaşamını anlamlı kılan kişi ve günler
olmalı.'' dedi. Kuwala nasıl tepki vereceğini bilemedi. Bir süre uzatılan
deftere baktı ve bir Ung gibi başını eğerek selam verdi ve defteri kabul etti.
Aleon kaşları çatık onu onaylamıştı. Sıra Kuwala için en önemli kişiye
gelmişti. Daki için bu gün çok önemliydi. Günlerdir ahşap atölyesinde bir
şeylerle uğraşmıştı. Gülümseyerek Aleon'un ona geri verdiği çırayı eline aldı.
Kuwala'ya döndü.
''UngurPan
her yıl dönümünde gökyüzünü binlerce ışıkla aydınlatır. O gün yakılan her ışık
hayatta kavuşulmuş bir dileği simgeler.'' demişti. Çırayı yanan ateşe doğru
uzattı. Kuwala onun ateşte aydınlanan gölgeli yüzünden kendini alamıyordu. Loş
duran yeşil gözlerine bakıyor ve göz bebeğini etrafını ince bir halka gibi
saran bu yeşillik ateşte ışıldıyordu adeta. Birkaç adım gerileyip daha
karanlıkta duran bir yere elini attı Daki. Bir fener çıkarmıştı. İncecik ipek mendille
etrafı kapatılmış ve ortasında bir mum olan feneri ona doğru getirmiş ve yanan
çırayı Kuwala'ya uzatmıştı.
''Sen
benim gerçekleşen dileğimsin. Senin de bir dileğin gerçekleşsin istiyorum bu
gece!'' demişti. Kuwala ne diyeceğini bilmeden uzatılan çıraya ve tebessümle
ona bakan Daki'ye dalıp gitmişti. Bir dilek dileyecekti ve mumu yakacaktı. Daha
sonra fener gök yüzüne yükselecekti. Çıranın ateşi ve Daki dışında kimseyi
görmüyordu yaşlarla dolan gözleri. Derin bir nefes aldı. Aklından bir dilek
geçirdi ve muma yaklaştırdı çırayı. Mum yandı ve eline aldığı fener yükü
azalarak yukarı doğru süzülmeye başladı. Açık gökyüzünde tanrılara ve
yıldızlara dileği taşıyan bir elçi olarak yukarı doğru süzülmeye başlamıştı.
Işıldıyor ve ipekten beyaz kumaşı onu bir yıldız gibi gösteriyordu. Birden
dayanmayıp yanında gökyüzüne bakan Daki'nin elini tutup gözyaşları içinde bir
elini de yüzüne kapattı. Daki onu hemen sarmalamış ve göğsüne doğru basmıştı.
''Teşekkür
ederim...'' demişti Kuwala. Daki ise ona hazırladığı asıl sürprizi göstermek
için onu yavaşça kendinden ayırıp çevirmişti. Tapınaktan binlerce fener
havalanıyordu. Günlerdir Daki fenerler yapıyor ve UngurPan'da o gece yükselen
fenerlerin oluşturduğu manzarayı ona göstermek istemişti. Binlerce fenere
onların yanından havalanan ilk fener öncülük ediyor ve oraya doğru sekiz fener
de gidiyordu. Daha sonra Aleon'un feneri de yükselmişti. Kuwala onu sıkıca
sarmış ve kendine yaslamış Daki'den destek alarak siyah gökyüzüne doğru
yeryüzünden yükselen ve yıldızlara haber taşıyan fenerleri izlemeye başlamıştı.
Daki o gece ona bir sürpriz daha yapacaktı. Fenerler yükselirken Daki onu diğerlerinin
şaşkınlığından fırsat bulup biraz daha ileri doğru götürmüştü. Daha yüksekten
iyi göreceğini söylemişti. Ama aklından başka bir şey geçiyordu. Durdukları
yerden Kuwala yükselmeye devam eden fenerlere bakarken Daki onun elini sıkıca
tutmuştu. Mor ince ipi serçe parmağına bağlayınca Kuwala ona doğru çevirmişti
oturduğu yerden başını. Daki ise kendi serçe parmağına bağlı diğer ucu gösterdi.
''Bu bağ
ikimizin sonsuza dek birlikte olacağını sembolleyecek. Bundan sonra seni benden
beni senden başkasının almasına izin vermeyeceğiz. Biz artık bir bütünüz, bir
bedeniz. Seni çok seviyorum...'' Kuwala şaşkınlık içindeki serçe parmağındaki
ipi görmek için elini kaldırmış bakıyordu. Bir süre öylece durdu ardından
Daki'nin boynuna doladı kollarını. Onu hiç öpmediği kadar arzu ile öpmüştü. İki
ruhun ve iki bedenin tek olması tanrılar tarafından onaylanmak... Dileği bu
gece gerçek olmuştu. Yıldızlar ve tanrılar onu çabuk duymuştu.
''Seni
asla benden almalarına izin vermem.'' Kuwala bunu söylerken artık Aleon'un onayına
gerek kalmadığını anlamıştı. Daki ile zaten bir bütündü. Birisinin onları
onaylamalarına ihtiyaçları yoktu. Onlar iki ayrı ruh değil, birbirlerini
tamamlamış tek bir ruhtu. Kuwala daha sıkı sarılıp bütün bedenini Daki'ye
yasladı.
''Bu gün
anne ve babamın yok olup bütün kaderimin değiştiği bir gündü. Benin doğumum
ailemin yok oluşu... Bunların bu gün için önemi yok. Bu gün önemli olan tek şey
senin burada bana bu kadar yakın olman. Başka bir şeyin bu gün anlamı yok.
Sadece senin benim olmanın anlamı var.'' Kelimeleri fısıltılı ve dudakları
Daki'nin dudaklarından çıkan nefesi hissedecek kadar onun dudaklarına yakındı.
''Her gün
bir başka günden daha yakın olmanı istiyorum bana. Hiçbir gece birbirimize
sarılmadan uyumayacağız. Söz veriyorum.'' Demişti Daki onu öpmeden önce. O gece
tanrıların iznini aldıklarına inanmışlardı. Ve kendilerince bir evlilik
yapmışlardı. Sözler verip aşklarını bir mor iple bağlamışlardı. O gece
evliliklerine şahitlik eden yıldızlar ve Tanrılar olmuştu. Çıktıkları
yükseltide ruhlarını bir bütün saymaya yemin ederken ikisine sadece onları
onaylayan tanrıları eşlik ediyordu. Tanrılar tarafından bu dünyaya sevmek ve
sevilmek için gelen ruhları bir arada görülüyordu.
''Sen
benimsin ben seninim.'' sözcülerini aynı anda söylerken onları yıldızlar
alkışlıyordu kırpışarak. Tanrılar arada nefeslerini verip onları tebrik
ediyordu. Kuwala düşünüyordu. Onay alması gereken kişiler tanrılardı ve onlarda
bu gece onlara onay vermişlerdi. Gökyüzündeki ayı öyle parlak hale
getirmişlerdi ki ikisini aydınlatıyor ve birbirlerini kucaklamalarını,
birbirlerin öperek kutsamalarını izliyorlardı adeta. Tanrılar ile yapılan bir
düğün hiç bir fani tarafından lanetlenemezdi artık. Daki bunları biliyor ve
artık korkusuzca tanrılar tarafından kabul edildiğini göstermek istiyordu.
Ailesi ve ya hanedanlığı, başka insanlar için çirkince gözüken bu aşk onları
baştan çıkaran bir tutkuydu. Arzuları ise onları birbirine bağlayan Mor ipin
anlamı gibi güçlüydü. Tanrılar ruhları çiftler halinde yaratmış diyen ama hala
sevmekten kaçınan kişilerin aksine onlar tek olarak var olduklarını kabul
ederek orada sevmeyi, aşık olmayı kutluyorlardı.
Bölüm On
İki: Kırmızı Kadife Zarf
Kuzey
son aylarda savaşa ara vermiş gibiydi. Rahom'un ortaya çıkışı ile taraflar
geriye doğru adım atar olmuştu. Herkes elinde olanı koruma çabası içindeydi.
Sadece kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Bakren hanesi kutlaması neşe dolu
geçirememişti. Kutlama esnasında şehirdeki üç ambar alevler içinde kalmıştı.
Kolunu kaybeden Melez Piç ise konuşmuyordu. Oturduğu yerden günlerce kalkmadan
sallanıp kendi kendine mırıldanıyordu. Akşam saati Kristal saraydan başlayan
eğlence konvoyu şehrin sokaklarını gezerken birden büyük gürültüler kopmuştu
kayıtçı olan kahinler neler olduğunu görmeye gittiğinde iki kadın kılıçtan
geçirilmişti. Birisi ise üstüne saldıran Bakren muhafızlarına kafa tutar gibi
gülüyordu. Yerde yatan kadınların önünde duruyordu.
''Kız
kardeşlerimin cesedine dokunamazsınız. Hepimiz ait olduğumuz ateşe döneceğiz.''
demiş ve iki kadını bacaklarından sürükleyip yaktıkları ambara doğru girmişti.
Çığlıkları sessizlik içinde alevlerden geliyordu. Kahinlerden birisinin dili
tutulmuş kendini canlı canlı yakan kadına bakıp kalmıştı. Şehre girmek çok
zordu. Kahinler bile her şeyleri aranarak alınmış ve peşlerine muhafızlar
takılmıştı. Gelenekleri yazmak için burada olduklarını belirten iki mühür verilmişti
onlara. Daha sonra diğer ambar alev almış ve bir kargaşa çıkmıştı. Orada da
tıpkı bu üç kadın gibi siyahlara bürünmüş yüzleri peçeli kadınlar vardı. Bakren
muhafızlarından birisi yanındakine fısıldamıştı.
''Onu
canlı ele geçireceğiz.'' demişti. Bu gün gelen kahinlerden biri Baş Kahin
olarak atanan Sohow'du. Muhafızları duyacak kadar hassas kulakları vardı.
Yanında tutuk kalmış olan kahini geride bırakıp ileride kılıçlarını çekmiş
yanan ambarı söndürmelerine müsaade etmeyeceklerini söyleyen kadınlara yaklaştı.
Elindeki yazı tahtasını onu durdurmaya çalışan muhafıza verdi ve birden üç
kadını çekip alevlere doğru atlamıştı. Tahminleri seven bir kahindi. Kör kahin
onun bu tahminler üzerine kurduğu yaşamını silmesini söylerdi. Ama bu gün
tahminleri ile hareket ediyordu. Birden alevlerin sıcaklığı dindi ve boğazında
soğuk kılıcı hissetmişti. Ambarın içine girdikten saniyeler sonra kendini Kristal
şehrin oldukça uzağında bulmuştu. Büyü... Orada siyahlara bürünmüş kadınlar
Akela kadınlarıydı. Ve ambarların içine açılan geçitler koymuşlardı. Kahin
Sohow birden güldü.
''Doğruymuş
demek ki... Kartal Pençesinde taşınan yılanların sırrı buymuş!'' dedi. Akela
kadınları oldukça enteresan ve efsunları unutmamış kadınlardı. Erkekleri hadım
olan bu krallığın kadınları acımasız ve zehirli olarak bilinirdi. Efsunları o
kadar sır doluydu ki bir çok krallık ve hanedan onlardan çekinirdi. Hepsi tek
bir kraliçeye itaat eder ve onun emri ölümse bunu yerine severek getirirlerdi.
''Darta
Tapınağının Baş Kahini Sohow. Efendim Yüce Görüşlü Kahinin ölümünün ardından
dünyamızda olanları kaydetmek benim görevim artık.'' Bunları söylerken
ayaklanmıştı. Sırtına bağlı heybeyi çıkardı. Kadınlar kıpırdamadan onun boynuna
kılıcını dayamış duruyordu.
''Yıllar
önce efendim bana bir mektup verdi ve adının Güneş'in Kızı olduğunu söylediği
bir kadına vermemi istediler.'' Kılıçlar birden inmişti. Kahin kırmızı mektubu
dikilen kadınlara gösterdi. Kadınlardan birisi elini havaya kaldırdı ve
bağırdı.
''Geçitleri
kapatın!'' bu emirle beraber geçitler birden yavaş yavaş kapanmaya başladı.
Geçitlerin iki yanında oturan kızlar ise oturdukları lotus pozisyonunu bozup
ayaklanmıştı.
''Sizi
Hanım Efendiye götüreceğiz. Heybe ve eşyalarınızı almamız gerek.'' demişti.
Kahin çekinmeden önce heybesini, sonra kürkünü, cübbesini ve botlarını,
gömleğini söküp verdi. Altında bir pantolonu ve onu tutan kuşağı kalmıştı.
Birden mavi halka halka ışıklar belirdi. Ve geçidin ardında aydınlık bir oda
görüldü. Odada büyük bir sekizgen mas ave üstünde kuzeyin ve geri kalan bütün toprakların
oyularak yapılmış bir haritası vardı. Kahin Sohow şaşkınlığını gizleyemedi.
Etrafta binlerce mum vardı. Tavandan sarkan büyük bir avize ve onu çevreleyen
bir sürü mum daha.
''Hanımım!''
konuşan kişi Kahin Sohow'la içeri giren kızdı. Yüzünü Sohow gördüğünde şaşırmıştı.
Kızın gözleri mavi ve dudakları zarifti. Akela kadınları güzellikleri ile
savaşçılıkları ve sinsilikleri kadar övünürdü. Diğer giren kadınlarda bir o
kadar güzeldi. Kimisi kızıl saçları ile beyaz tenleri ile dikkat çekerken kimi
ise sarı güzel saçları ve kavruk tenleri, bal sarısı gözleri ile dikkat
çekerdi. Akela kadınları tek bir soydan oluşmazdı. Seron'un en güneyi ve Rahom
Patvira'nin en kuzeyine kadar bir çok kadından oluşan bir topluluktu. Gücüne ve
ruhuna inanan her kadına kapıları sonuna kadar açıktı. Kadınların hamile
kalması yasak değildi. Aksine soylarını sürdürmek için dışarı çıkarlardı
surlardan ve güçlü adamlardan hamile kalıp dönerlerdi. Doğan çocuk erkek olursa
onu ya belli yaşa gelinde surlardan kovarlardı ya da hadım edilmeyi kabul eden
çocuk burada kadınlar ile yaşamaya onlara hizmet etmeye devam ederdi. Kahin
Sohow buluşacağı kadın olduğunu anladığı Güneş'in Kızı adlı kadını hemen
tanımıştı. Altın sarısı uzun saçları bukle bukle omzuna dökülüyordu. Yüzünde
hafif bir gülümseme vardı. Mavi gözleri ise mum ışıklarında parlıyordu.
''Hanım
efendi!'' dedi ve yerlere kapanarak onu selamladı. Kırmızı kaftan içindeki
kadın gülümsemişti. Onun yanına doğru gelip elini ona doğru uzatıp selamını
kabul etti. Kahin Sohow bu kadının hikayesini biliyordu. Seron krallığından
kaçan prensesin Akela kraliçesine sığınıp onu annesi olarak benimseyip en büyük
savaşçı kızlarından olduğu hikayesini Kör Kahin ona anlatmıştı. Ve yazdığı
mektubu verirken kırmızı kadife zarfa koymuştu.
''Onun
üstündeki kaftan ile mektubun rengi tutacak ve onu böyle tanıyacaksın.'' Kahin
Sohow bunu anımsamış ve ayağa kalmıştı.
''Kör
Kahinin ölümünü hissettim. O bizim için büyük bir adamdı. Annemiz Kraliçemiz
onun için yasını tuttu. Eminim canını vermek için nedenleri vardı.'' Kadın
yumuşacık sesi ile konuşuyordu. Kahin Sohow onu takip edip büyük kabartma
haritaya doğru yürüdü. Her ayrıntısı ile bütün dünya ufaltılmış ve bir masaya
sığmıştı. Büyük Darta tapınağına baktı Kahin Sohow.
''Efendim
canını yüce Rahom için verdi. '' Bunu söylerken aşağıda ışıldayan ve üstünde
bir çok bayrak dikilmiş Kristal Saray ve şehrini gördü.
''Yüce
Rahomunuzun uyanışı bizimde içimizde bir heyecan yarattı. Kendisinin henüz on
sekizlerin de genç bir oğlan olduğu doğru mu?'' Kadın bunu söyleyip
gülümsemişti.
''Öyle!
Uzun süre masumiyetini muhafaza ederek Londaga'nın ruhu ile bütünleşecek kişi
olarak seçildi. Onun yüce kurtlarını hizmetine aldı, kuzeyin soğuk rüzgarlarını
avuçlarının içinde dans ettirecek kadar güçlü!'' Güneş'in Kızı gülmüştü.
''Son
yaşanan olayı duydum ve bana pek güçlü gelmedi. Bir Ung'un yeşil ateşi göğüsünü
delip geçti diye fısıldadı ruhlar bana. Gölgeler onu ve kurdunu esir etmiş.
Kendi soyundan olanı bile tanımamış!'' Kahin Sohow alaycı konuşan kadına baktı.
Ardından gülümsedi.
''Onu
dağlayan kişi Ung Prensi Kara Kurt Daki olduğunu da fısıldadı mı size
ruhlarınız? Ya da tekrar dirilip kurdunu ete ve kemiğe bürüdüğünü?'' Güneş'in
Kızı şaşkınlıkla ona bakmıştı.
''Ung
Prensi mi? Kara Kurt Daki sizinle tapınakta mı?'' Kahin Sohow başı ile
onaylayıp tapınağın minicik gözüken kubbesine uzanıp elini sürdü.
''Yalnız o
değil, Prens Aleon'da bize eşlik ediyor. Bunları size konuştuğunuz ruhlar
söyleyemez çünkü onları tapınağa almadık!'' Güneş'in Kızı gülmüştü.
''Kızlarım
senin tapınağına saygı için girmiyor. İstediğimiz yere istediğimiz anda
girebileceğimizi üstadın çok iyi bilirdi. Buraya neden geldiğini söyleyecek misin?''
dedi. Kahin Sohow ona elindeki mektubu gösterdi.
''Yüce
Kahinin benden bir isteği vardı ve bunu Güneş'in Kızına ulaştır demişti. Nasıl
bir geçmişiniz var bilmem ama bu mektup sana ait. Bende onu teslim etmek için
bulduğum ilk fırsatı değerlendirdim. Açık geçitler ve yanan ambarları gördüğüm
gün seninle karşılaşacağım söylenmişti. Bu mektubu okuduğunda vereceğin kararda
ya benim dönüşüm ya benim ölümüm olacakmış!'' Güneş'in Kızı mektubu alırken
yere oturan kahine baktı.
''Ölüm
olasılığına rağmen buraya bunu vermeye mi geldin?'' Kahin başını sallayıp
gözlerini yanan onlarca mum ile tavandan sallanan avizeye çevirdi.
''Bu dünya
değişmeye başladı ve burada bende kendi üstüme düşen görevi yapacağım. Yüce
Londaga'nın mirasının alınması ile bütün dünyanın sallanacağı kehanetlerde yüz
yıllar önce yazılmıştı. Güneş'in Kızı mektubu açıp köşeye doğru çekildi. Bir
süre gözleri mektupta dolaştı. Ardından mavi gözleri irileşti ve boyalı
tırnakları yüzünde gezinmeye başladı. Okumaya devam ederken odanın içinde dolaşmaya
başlamıştı. Mektubu katlayıp geri çıkardığı kadife zarfa koydu. Kaşları
çatılmıştı.
''Kahin'e
kıyafetlerini ve eşyalarını verin. Ben dönene kadar karnını doyurup isterse
hizmet sunun.'' dedi ve apar topar odadan çıktı. Yazan mektubu düşünürken Akela
Kraliçesinin huzuruna çıkmıştı. Yükselen tahtta oturan yaşlı kadın onu
karşısında görünce meraklanmıştı. Yılan amblemleri taşıyan ahşap tahtta oturmuş
ihtiyarlıktan beyazlamış saçlarını bir kız tararken bir başka kız hanımının
artık titreyen ve ağrıyan bacaklarını ovuyordu.
''Güneş'in
bana verdiği armağanım nedir bu korkun? Bu telaşın?'' Kraliçe ağır ağır
konuşurken kız koşmuştu. Şaşkınlık içinde elindeki kadife mektubu uzattı.
Kızlardan birisi alıp okumaya başlamıştı.
''Uzun
zaman önce bir Seron prensesin özgürlüğü için kaçtığı ve bir kraliçenin onu
alıp cesur bir kadına dönüştürdüğünü görmüştüm. Bu cesur kadının uzun süredir
Kristal Şehrinde ne aradığını biliyorum. Şehri yavaş yavaş tarayıp içeriye kaos
saçtığını gördüm. Orada sana anlatılan kristal ve dünyayı izleyebilen bir göz
olduğunu duydun ve onu aramaya başladın. Ama o göz artık yok! Londaga tekrar
dirilirken gözünü aldı götürdü oradan. Aradığın göz artık kan ve ete bürünmüş
durumda. Sevgili Güneş'in Kızı seneler önce adını terk edip Surların ardına özgür
bir kadın olarak geldiğinde kraliçe bana geldi ve senin kaderini okumamı
istedi. Bu mektup sana ulaştığına göre kaderin okunmaya başladı. Kuzey artık
bir bütün olmaktan çok uzak. Hastalıkla kaplı bir vücut gibi parça parça
dökülüyor. Bu vücudu toplamak için bir lider seçildi. Ama onun ruhu herkesin
ruhundan daha karışık. Kalbi bir başka atıyor ve bu onun yolculuğunda bir çok
engele sebep olacak. Halklara ve hanelere düşmanlık beslemeyen senin gibi
ruhların toplandığı Surların ardında saklanmış Akela'nın kadınlarının lideri
olmanın zamanı geldi. Sevgili annen olan kraliçe bu mektubun geleceğini
biliyordu. Bu mektubu okurken düşüncelerine boğulma. Sadece bu mektubu
kraliçeye de okut. Zamanında okuduğum kaderi o biliyor ve artık zamanı geldi.
Size pek sevgili oğlumu gönderdim. Onun bu vazifesini gerçekleştirdikten sonra
ki kaderini göremedim. Canı size bağlanmış... Zamanı geldiğini bilmeli ve
kaderini kabullenip Tanrıların ve Tanrıçanız Akela'nın seçtiği Rahom'a doğru
yolda ilerlerken yardım etmek senin kaderin. Bu yolculukta sana Kuzeyli ve
güçlü bir kadın eşlik edecek. Onu bulmak ve onunla beraber Surları yükseltmek
ve parçalanan Kuzeyin hastalığını durdurmak için kanın verdiği yetkiyi kullanma
zamanı geldi. Mektubumda söylemem gereken bir başka şey ise karnında bir çocuk
taşıyamayacaksın. Ama sana bir evlat bahşedildi. Onu korumaktan ve kendi öz
evladın saymaktan geri kaçınma. Her çocuk doğduğunda günahsız ve masumdur.
Onların kaderlerini karşılaştıkları ruhlar yazar. Sende bir kralın kaderini
yazacaksın. Yeni Dünyada benim gibi yaşı geçmiş adamlar tutunamayacak. Sevgili
annen kraliçe bu gece bana eşlik edecek. Ona son vedanı...'' Okuyan kız
duraksamıştı. Kraliçe ise gülümseyerek konuştu.
''Kadim
dostumun son sözlerini yarıda bırakma kızım oku!'' dedi. Kız yutkunup tutuk
halde okumaya devam etti.
''Ona son
vedanı etmeli ve güçlü bir kraliçe olarak kız kardeşlerine öncülük etmelisin.
Yeni dünyada iz bırakacak diğer kardeşlerin ile kısa sürede buluşacaksın.
Elveda ve sevgiler... Tanrılar ruhlarınızı kutsasın bu sessiz gecede.'' Mektup
bitmiş ve kraliçe dışında hepsi donuktu kızların. Kraliçe ise ölümün
hafifliğini bir kaç haftadır üstünde hissediyordu.
''Zamanı
geldi demek! Tanrılar beni bu gece davet ediyorsa onlara katılacağım.
Kızlarımın hepsini buraya toplayın. Artık devir değişiyor ve herkes olması
gerektiği yere gitmeli.'' dedi. Emri üzerine bütün kızları geniş ve büyük taht
odasına toplanmaya başlamıştı. Taht odasındaki kızlar kraliçenin kendi
yetiştirdiği kızlardı. Hepsine veda edecekti. Güneş'in Kızı onu sahiplenen
annesi olan kraliçenin yanında dizlerinin dibinde oturuyordu.
''Sevgili
kızlarım tanrılar bu gece beni bir düğüne ve bir şenliğe çağırdılar. Seslerini
duyuyor ve artık süremin dolduğunu huzurla söylemek istiyorum sizlere. Bir
kraliçe zamanı dolunca onu var eden tanrıçası Akela'nın yanına giderken
gülümser. Sizinde yas tutmamanız değil benim Tanrıça Akela ile buluşacağım günü
kutlamanız gerek. Bu gece yerime geçecek ve yeni kraliçeniz olmasını uygun
gördüğüm Güneş'in bana armağanı olan kızım, adını ve kanını bırakıp gelmiş ve
sizlere kız kardeş olmak için elinden gelen en iyisini yapmış kızımın
yeterliliğini size soracağım. Onu kraliçeniz olarak isteyip istemediğinizi
söylemenizi isteyeceğim.'' dedi. Ön sıralardan başladı ayağa kalkmalar. Herkes
belli bir düzende ayağa kalkmıştı. Öndeki zırhı ışıldayan kız elini yuvaya
kaldırıp hızla göğsüne doğru indirmişti. Öne doğru eğilmişti.
''Kraliçemiz
Güneş'in de bize armağanıdır.'' demişti. Ve ardından herkesin ortak sesi
yükselmişti.
''Annemizi
Tanrıça Akela kutsasın! Kraliçemiz bizi kutsasın!'' kelimeleri sert ve
ahenkliydi. O gece Akela tahtı el değiştirmiş ve kraliçe olan Güneş'in Kızı
annesi tarafından kutsanıp kız kardeşleri tarafından kabul edilmişti.
Gün doğana kadar Güneş'in Kızı kraliçesinin başında durmuştu. Gece bitip gün
yavaş yavaş surlara doğru doğmaya başladığında Güneş'in Kızı tuttuğu elin
soğukluğu ile dökülen gözyaşlarını sildi. Dikilen kızlara doğru döndü.
''Kraliçemizi
annemizi pek sevgili kadim dostunun yanına götürmeden önce onu Akela'ya teslim
edeceğiz. Davulları çalın ve tören için hazırlanın.'' demişti. Davullar
saatlerce dövülmüştü. Akela'nın efsanevi metrelerce yüksek surlarında çalınan
davullar Kuzey'i inletir olmuştu. Kuzey ile aralarına giren bu devasa surlardan
duyulan sesin ardından surlarda büyük ateşler yakılmıştı. Ama en büyüğü
Kraliçenin süslenmiş ve güzelce giydirilmiş bedenin bulunduğu ateşti. Bütün
kızlar yüzlerinde gülümseme gözlerinde yaş ile anneleri ve kraliçeleri olan bu
kadını son yolculuğuna uğurlamıştı. Bir kraliçe ölür ve yerine yeni bir kraliçe
sessizce gelirdi. Bu ölen büyük kraliçenin çocuğu olmamış ve onun yerine kendisi
bir kız evlat olarak ona sığınan Güneş'in Kızını evladı saymıştı. Onu bir
prenses gibi yetiştirmiş ve onun kraliçe olması için eğitimini verirken bir
usta olmuştu. Gözü arkada kalmadı. Kızı onu geleneklere göre uğurladı. Davullar
gün batana ve ateşler sönene kadar Akela ve ölen kraliçeleri için çaldı. Etrafı
inletti. Kuzeyin dağlarında yankılanıp her yerde bu uğultulu davul sesi
duyulana kadar devam etti. Gün bitip ateş sönünce davullar durdu. Kraliçenin
külleri altından bir kaseye konulup mühürlenmişti. Kızının yapacağı son bir işi
vardı. Onu yapıp gelecek ve tacını giyecekti. Üç gün yas tutulacaktı ve kraliçe
ile Tanrı Akela'nın buluşması kutlanacaktı.
Üç gün
sonra güneş tekrar doğarken onu hala aynı odada bekleyen kahinin yanına gitti.
Elinde altın kasesi ve arkasında siyah kaftanlar giymiş kızları ile odaya
girdi.
''Annenizin
Tanrı Akela ile buluşmasının şerefi kutlu olsun!'' Kahin Sohow onların
geleneklerine göre taziyelerini sundu. Güneş'in Kızı bunu kabul edip elindeki
Altın kasesini sıkıca sardı.
''Kör
Kahin'in mezarı ile kendi mezarı birleşsin isterdi. Ona olan saygısı ve aşkı
bir evlat doğurmaktan bile onu alı koydu. Beni Tapınağına kabul et ki annemin
son arzusu gerçekleşsin.'' dedi. Kahin Sohow başını eğdi. Artık Akela kraliçesi
olan kızın isteğini yerine getirecekti. Kör Kahin'in tutkulu aşkı olan Akela
kraliçesini bilirdi. Ama ettikleri yemin bir kadının ve erkeğin bedeninden onları
uzak tutardı. Efendisinin kraliçeye nasıl bir aşk beslediğini hisseder ve onun
yeminine sadakatine şaşıp kalırdı. Ama şimdi anlıyordu. Onların aşkı
bambaşkaydı. Gülümsedi. Geçidi açmak için hazırlık yapmaya başlayan kızlara
baktı.
''Güneş'in
Kızı ve tebaaları tapınağıma hoş geldiniz.'' demişti. Işıldayan geçidin diğer
tarafında Tapınağın karla kaplı avlusu gözükmeye başlamış ve nöbetçiler
mızraklarını çekmiş halde görüldü.
''Gelenler
var!'' Bağırtılar duyuluyordu. Kahin Sohow geçidin diğer ucunda görülünce
duraksamıştı hepsi. Tieden dışarı fırlamış ve Akela'nın yaydığı enerji ile duraksamıştı.
Kurtlar ise geçide dikkatle bakıyordu. Sohow dışarı doğru adım attı. Onu
kırmızı kaftanı ve altın sarısı bukleli saçları ile Güneş'in Kızı ve tebaaları
takip etti. Oraya acele ele gelenler şaşkınlıkla bakıyordu.
''Efendi
Kuwala'yı uyandırın.'' Marinoe bunu söylerken kadınlara gözünü dikmişti. Daki
ise elindeki kılıcını kınına soktu. Az önce idman yapıyorlardı ve kargaşayı
duyunca koşup gelmişlerdi.
''Kuwala'yı
uyandırmaya gerek yok. Kahin Sohow bize misafirlerinin kim olduğunu söyler
misin?'' Daki konuşurken öne doğru çıkmıştı. Güneş'in Kızı onu hemen tanımıştı.
Uzun zamandır takibinde olan bu adamı bir çok defa uzaktan görmüştü. Elindeki
altın kaseyi yanındaki kıza uzattı onlara doğru gelen Daki'nin önünü kesti.
Karşı karşıya durdular. Daki karşısındaki yüzün Seron soyuna ait olduğunu
çıkarabiliyordu. Bir Seron gibi mavi gözlü ve altın sarısı saçları vardı.
Boyalı dudakları ve açık teni...
''Seronrakaul
Krallığındansın sen!'' Daki bunu söylerken kılıcını çeken Marinoe olmuştu.
''Marinoe
Hanım kılıcınızı çekmenize gerek yok! Misafirlerimiz bir ölünün ruhunu
taşıyorlar.'' Kahin Sohow ortalığı sakinleştirmek için konuşmaya başlamıştı.
''Güneş'in
Kızı! Senin burada olman beni çok şaşırttı. Onu bin bir parçaya böle bilirsin
Marinoe!'' Aleon bunu söylerken kollarını katlayarak merdivenlerden iniyordu.
Daki bu isme aşinaydı. Akela ile ittifak olduklarında bu isim çok anılmıştı.
Akela onları yarı yolda bırakırken Güneş'in Kızı isimli komutanın başka bir
planı olduğu için ve arayışında onlara ihtiyaçları olmadığını söyleyen bir mektup
almışlardı. Daki şaşkınlıkla kadına baktı. Kadın ise gülümseyerek üstüne doğru
gelen Aleon'a bakıyordu.
''Senin
burada olduğunu söylediklerinde inanmamıştım. Sevgili abiniz Helyan Kea'da buralarda
mı?'' Aleon gözlerini kısıp bir süre bakıştılar.
''Annem
yani kraliçemin küllerini Kör Kahinin küllerine teslim etmek için buradayım.
Sizi rahatsız etmeden bu işi halledip gideceğim.'' dedi. Marinoe birden duraksadı.
Kadının gücünü gösteren bu Akela kadınlarını neden ağırlamayacaklardı ki...
Onlardan bir şeyler öğrenebilirdi.
''Akela,
Beyaz Kurt Köyünün düşmanı değil. Unglar bundan rahatsız ise kendileri dışarı
çıkabilir. Ve siz Efendi Daki kendi rütbenizi kendiniz reddettiniz. Akelalı
Hanımlar kabul edilmiştir Kahin Sohow!'' dedi. Kılıcını geri yerine sokup idman
için arka avluya doğru yürümeye başlamıştı. Denle onunla dün konuşmuş ve onun
lider olması için neredeyse yalvarmıştı. Marinoe bunu reddetmiş ama Denle'den
daha çok kişi onu dinliyordu artık.
''Efendi
Daki izniniz...'' Kahin Sohow konuşacakken Daki omzu silkti.
''Tarafsızlığımı
ilan etmiştim. Marinoe'nın dediği gibi misafirlerimizle bizim sorunumuz yok.
Sorunu olan Unglar gidebilir.'' dedi. Arkasını dönüp avludan ayrıldı. Güneş'in
Kızının aklı karışmıştı. Ung Prensi kendi rütbesini reddetmişti ve bir köylü
kadını kendinden üst tanıyordu. Karşısında dikilen Aleon'a dikti gözlerini
yine.
''Kardeşlerinden
birisi prensliği reddetmiş. Hemde en çok güvendiğin kardeşin! Adına üzülüyorum
Aleon!'' dedi. Aleon ona karşı kişisel bir kin güdüyordu. Ung ordusunu ilerletirken
Helyan Kea'nın söz hakkını elinden alabilen Akela birlikleri vardı. Bu sayede
Helyan Kea söz hakkını kaybedip pasifleşmeye başlamıştı. Ama birden Akela geri
çekileceğini ve bir arayışta olduklarını söylemişti. Bu durumda Aleon bir çok
mektup yazmıştı Güneş'in Kızına. Onun sözünü hatırlatıp sürekli yardım etmeleri
gerektiğini söylemişti. Ama Güneş'in Kızı ona bir mektup bile yazma gereksinimi
hissetmemişti. UngurPan'ı kendi kaderine terk etmişti. Helyan Kea'nın başa
çıkamadığı tek kişi Güneş'in Kızıydı. Onunla yarışacak kadar kurnaz değildi.
Aleon bunu değerlendirmek istemiş ama yarı yolda bırakılmıştı.
''Kardeşimin
girdiği yolu anlayamayacak kadar bencil bir kadınsın sen! İşini hallet ve sığınıp
kendine bahaneler ürettiğin surlarına geri dön.'' demişti Aleon. Onun ayağının
bastığı yere tükürüp hışmıyla içeri girmişti. Kahin Sohow şaşkındı. Aleon ile
kişisel bir sorunları olduğunu bilmiyordu. Sadece Unglar ile bir sorunları var
sanıyordu.
''Aleon'un
hafızası kuvvetli. Her şeyi hatırlayan adamları pek sevmem.'' demişti Güneş'in
Kızı. Daha sonra Kahin Sohow'u insanların meraklı bakışları arasında takip edip
arkadaki sunakların orada kalan mezarlığa gelmişlerdi. Son zamanlar da buraya
ufak tefek çok anıt yapılmıştı. Ölülerini anmak isteyen köylüler buraya
kendilerince ölülerini hatırlatacak anıtlar yapmıştı taşları üst üste koymuş ya
da isimlerini kütüğe işleyip koymuşlardı. Üstlerine yağan karlar temizlenmişti.
Birileri sürekli buraya bakım yapıyordu. Güneş'in Kızı Kör Kahin'e ait olduğunu
gördüğü işlenmiş mezar taşına doğru yürüdü. Donmuş toprağı açmaları için iki
kahin gelmişti. Akela kraliçesinin küllerinin olduğu altın kaseyi almıştı
eline. Yarım saat içinde açabilmişlerdi mezarı tekrar. Küllerin döküldüğü taşın
üstünü kapatan taşı çekip açmışlardı. Bir kaç avuç kül orada duruyordu. Yeniden
kar yağmaya başlamıştı. Güneş'in Kızı elindeki altın kaseyi açtı. Mezarın
başına eğildi. Gözleri yaşlıydı ama ona annelik yapan kadının son arzusunu
gerçekleştirmenin verdiği mutlulukla gülümsüyordu.
''Akela
seni huzurunda görsün anne! Sevgilin ile aynı gökyüzünü aynı yıldızı
paylaş...'' demiş ve üç turda külleri diğer küllerin içine dökmüştü. Ellerini
birleştirip son duasını etmiş ve taşı kendisi tekrar kapatmıştı. Altın bukleli
saçlarına kar taneleri tutunuyordu. Gülümseyerek toprağın kapatılmasını izledi.
Bir kişi ise mezar taşını devirmiş taşa kraliçenin adını kazımaya başlamıştı.
''Güneş'in
Kızı bu akşam yemeğinde bize eşlik edecek mi?'' Kahin Sohow bunu sorduğu sırada
kadın gülümsemişti.
''Pek
istenmiyorum buralarda. Ancak teklifinizi kabul etmekte içimden geliyor.''
dedi. Kahin Sohow onun teklifi kabul ettiğini var saydı.
''Siz ve
tebaalarınızın bu akşam misafirim olması beni ve kardeşlerimi onurlandıracaktır.
Birde Rahom Kuwala ile tanışmanızı isterdim. '' dedi. Güneş'in Kızı'da onunla
tanışmak istiyordu. Ve bu tanışmayı bir resmi tanışma olarak görmek
istemiyordu.
''Rahomlar
ile tanışmak biz Akela kadınlarına göre bir iş değil. Darta kendi kızı Akela'yı
pek sevmezdi. Rahomlarda Akela kadınlarını pek sevmez. Bir gün rastlaşırız
elbette. Ama öncelikle anlatılan ve Kuzey'de olan her şeyin kaydedildiği arşivi
görmek isterim. İleri görüşleriniz sayesinde gitmeden olanları gören sizlerin
Kuzey'in tarihini işlediği yeri ziyaret etme şansım var mı?'' Kahin Sohow onu
reddetmedi. Aksine beraber tapınağa girdiler. Siyahlar içindeki kızlar
arkalarında yürümeye başladılar. Tapınakta yaşamaya başlayan köylüler
yanlarından süzülüp geçen kadına bakıyor ve hayranlık duyuyordu. Kahin Sohow
ise onun Kör Kahin tarafından neden seçildiğini düşünüyordu. Şu güne kadar
Kahinin yazdıklarının hepsi doğru çıkmıştı. Ateşkesler, müttefikler ve Kuzey'in
geleceğine dair işledikleri doğruydu. Kaba taslak yazılmış bu gelecekten gelen
haberleri okumuştu Kahin Sohow. Onları okurken sadece hanedanlıkların
isimlerini yazmıştı Kör Kahin.
''Misafirlerinizi
ağırlamak zor olmuyor mu?'' Güneş'in Kızı bunu sormuştu derin düşüncelere
dalmış Kahin Sohow'a. Koridorda yürüyorlardı. Yükselen sütunlar arasında naif
sesi yankılanmıştı.
''Misafir
değil onlar. Darta'nın çocukları. Herkese burada yetecek kadar yatak ve yemek
var. Düzen sağlandı ve hepsi burayı ufak bir şehri olarak görmeye başladı.
Çocuklara ders veriliyor, erkek ve kadınlara kılıç kullanmayı öğretiyorlar. Bir
kaç öküzümüz var. Kılıçları dövebilecek demircimiz, kapıları tamir edecek
marangoz... Aş yapan kadın, iş yapan erkekler var! Onlar bize bakıyor gibi.''
dedi. Güneş'in Kızı şaşırmıştı.
''Sabah bizi
kabul ettiren kadın kimdi? Kurt Köyü Lideri mi?'' Kahin Sohow başını iki yana
salladı.
''Lider
olmayı hak eden ama savaşçı ve özgür olmayı isteyen Marinoe Hanım! O buranın
gayri resmi lideri aslında. Sözünü Rahom Kuwala'da dinler çocuklarda dinler.
Kendisi hem dövüşür, hem okur, hem yazar... annedir ayrıca. Burayı basmaya
gelen kurtlarla ve Bakrenlilerle dövüşürken Efendi Daki ile omuz omuza savaştı.
Yaraları vardı. Ama yaralarını dağlayıp herkes için devam etti. Güçlü ve cesur
kadındır.'' Akela'lı Güneş'in Kızı gülümsedi.
''Bizler
gibi yani. Eğer Akela'ya gelmiş olsaydı güçlü bir general olurdu.'' Kahin Sohow
bunu reddetti.
''Kendisi
iyi bir eş ve iyi bir kız evlatmış. Ama ailesi öldürülünce savaşmayı seçmiş.
Akela'da öyle bir kadın olur muydu? Sanmıyorum. Sonuçta bizi biz yapan
yollarımızın kesiştiği ruhlar ve olaylar!'' demişti. Güneş'in Kızı düşündü. Haklıydı
Kahin Sohow! Marinoe gibi Kuzey'in sert kadınları savaşmayı isteyerek seçmezdi.
Onlar mecbur kalmadıkça annelik yapar ve iyi bir eş olmaya çabalardı. Ama
ailelerine zarar gelirse... savaşmaktan kaçınmazlardı. Akela kadınları gibi
savaşmak için var olduklarına inanmıyordu Marinoe. O var olanları korumak için
savaşıyordu.
Arşivin
kapısına gelince Ayezi ve Fohora ile karşılaştılar. Kapının açılan iki
kanadının yanına yatmışlardı. Ayezi başını kaldırıp Güneş'in Kızına baktı.
''Rahom
Kuwala'nın kurdu Ayezi! Bu da Rahom Tieden'in kurdu Fohora.'' diye onları
tanıtmıştı Kahin Sohow.
''Rahom
Kuwala içeride olmalı. Yoksa Ayezi gelip kapının önüne yatmazdı.'' demişti.
Kapıyı ileri doğru itekleyince çocukların masal dinlemek için Kantou etrafına
toplandıklarını gördü. İki kattan oluşan ve sarmal merdivenlerle ikinci kata
çıkan arşiv kitaplıklarla bölüm bölüm ayrılıyordu. İçeri doğru girerken ilk
karşılaşılan geniş alana kürkler serilmiş ve Kantou ile çocuklar burada okuma
yapıp eğlenebiliyorlardı. İçeri giren kadın ile Kantou susmuştu. Kırmızı
kaftanı ve altın sarısı saçları ile gülümseyen mavi gözlere baktı.
''Burada
son zamanlarda çocuklar okumalar yapmaya başladı. Bu sayede Kuzey'in tarihini
öğrenmiş oluyor. Rahom Tieden'in kızı Kantou.'' ardından Kantou'nun yanına
oturmuş onlara bakan yaşı on olan Marinoe'nin kızını gösterdi. Ve devam etti.
''Marinoe Hanım'ın Kızı Iries .'' dedi. Iries tıpkı annesi gibi kahverengi
saçlara ve koyu gözlere sahipti. İsimleri söylenen kızlar onlara bakıyordu.
Kantou ilerideki kitaplıkların oluşturduğu koridoru gösterdi.
''Efendi
Kuwala'yı arıyorsanız orada. Ama rahatsız edilmek istemedi.'' dedi ve kitabına
devam etti. Kahin Sohow bunun bir fırsat olduğunu düşünüp Güneş'in Kızı'na
döndü.
''Belki
tanışmak istersiniz.'' demiş ve onu peşine takmıştı. Tebaaları ise kızların
olduğu yerin biraz ilerisinde beklemeye başlamıştı. İlerleyip köşeyi döndüler
ve ardı ardına kitaplıkların oluşturduğu koridorlar gözüktü.
''Dışarıdan
oldukça ufak duruyor tapınak. Ama içi gerçekten beni şaşırtacak kadar
büyükmüş.'' Güneş'in Kızı şaşkınlığını böyle dile getirmişti. İlerlemeleri
durdu. Kuwala bir çok kitabı yere yığmış ve hala bir çok kitabı yere indirmeye
devam ediyordu. Yeni uyanmışa benzemiyordu. Aksine saçları dağılmış ve dünden
kalma gibi üstü dağınıktı. Yanındaki kahin ellerini birleştirmiş halde başını
eğmişti.
''Efendi
Kuwala öyle bir el yazması olduğundan emin misiniz? Sizin için bütün arşivi aratıyorum.
Ama yok.'' Kuwala parmakları ucuna kalkıp büyük bir el yazmasını çekip aldı.
Ağırlığı ile yere hızla bırakınca büyük bir gürültü çıkmıştı.
''Ayezi
bana daha önce yazıldığını söyledi. Daha Kuzeyin ilk zamanlarında yazılmış.
Eğer onu bulursam bir çok cevaba da ulaşabilirim. Deriden yapılma ve üstünde Üç
yapraklı bir çiçek damgası olacak. Onu kendim de gördüm.'' demiş ve raftan
tutunup ilerde ki el yazmalarına uzanmıştı.
''Efendi
Kuwala dünden beri arıyorsunuz. Bırakıp gidin ve uyuyun artık.'' dedi. Kuwala
elindeki ufak kitabın üstüne baktı. Onu yere doğru bıraktı.
''Kahin
Sohow'un elbet bilgisi vardır. Sahi daha gelmedi mi o?'' demişti. Kahin yerdeki
bir kaç kitabı alıp raflara koymaya başladı.
''Efendi
Daki'yi çağıracağız artık. Kendinize zarar vermek üzeresiniz. Kitaplıklara öyle
asılmamalısınız. Kırılırsa...''Kahinin yakarışlı sesini susturan Kahin Sohow'un
sesi oldu.
''Kitaplıklarda
değil aradığınız el yazması. Efendimin sandığında!'' Kahin Sohow bunu
söyleyince Kuwala elindeki tabı geri rafa koydu. Aşağı doğru atlayıp konuşan
Sohow'a doğru döndü.
''Kahin
Sohow ona ihtiyacım var. İçinde ruhani enerjiyi eğitmeye dair bir çok bilgi
varmış. Ben düşündüm ki...'' Birden durup Kahin Sohow'un yanında dikilen kadına
baktı. Bir süre onu izledi ve ardından yüzüne düşen saç tutamını kulağının
arkasına aldı. Gri gözleri ışıldıyordu.
''Seronrakaul
krallığından çıkıp Bataklık surları ardına sığınmış olan bu kadın kim Kahin
Sohow?'' demişti. Güneş'in Kızı onun insanların içini ve taşıdıkları geçmişi
okuyabilmesine şaşırmadı. Londaga'nın gözü vardı artık onda, kulağı, ruhu,
kalbi ve enerjisi vardı onda.
''Akela'nın
yeni kraliçesi Güneş'in Kızı ben. Sizinle tanışmak bir onur Rahom Kuwala!''
dedi. Kuwala kaşlarını çatmıştı. Ona bir süre baktı ve ardından Daki ile Aleon
geldi aklına.
''Unglar
burada Akelalı kimseyi istemiyor. Neden onu içeri aldınız?'' Sorusunu sorarken
sertti. Kaşları çatıktı. Ellerini arkasında birleştirdi.
''Ölü bir
ruh taşımışsınız buraya kadar. Göreviniz bitmiş. Neden hala buradasınız?''
Hisleri ile konuşuyordu Kuwala. Güneş'in Kızı ona bakıp kalmıştı. Bir Rahom
olduğunu belli eden sözleri vardı Kuwala'nın. Bir kaç adım atıp çatık kaşları
ile Güneş'in Kızını süzdü. Ardından derin bir nefes aldı.
''Aklınızdan
geçenleri dilinize getirmelisiniz. Neden hala buradasınız?'' diye tekrarlamıştı
Kuwala. Güneş'in Kızı onun gözlerindeki parlaklığa baktı. Aradığı ileri görüş
ondaydı ve artık birisine ait olan bu gözü aramayı bırakmalıydı. O göz
sayesinde hata yapmadan Akela'yı bataklığından ileriye taşıyabileceğini
düşünüyordu. Şimdi ise bütün hayalleri eriyip gidiyordu.
''Bu akşam
yemeğimizde misafirimiz olacaklar. '' dedi Kahin Sohow. Kuwala kadının
gözlerinin içine gözlerini dikmişti. Bir süre öylece baktı ardından ellerini
arkasında birleştirdi.
''Kör
Kahinin sandığını gösterin bana. Burası senin evin istediğini
ağırlayabilirsin.'' demişti. Kahin dağınık kitaplara bakıp Kahin Sohow'u
selamladı.
''Geliyorum
Efendi Kuwala lütfen daha fazla etrafı dağıtmayın. Uyumadığınızı Efendi Daki'ye
söylemek zorunda bırakmayın beni!'' demişti. Kuwala son günlerde o kitapla
kafayı bozmuştu. Bir çok efsunun nasıl yapılacağını anlatan bu kitaba ihtiyacı
vardı. Güneş'in Kızı acele ile oradan çıkan Rahoma baktı. Onun daha olgun
olmasını bekliyordu. Karşısında genç bir erkek beklerken daha çocuksu bir ruhla
dolaşan bir Rahom bulmuştu.
''Her
zaman böyle midir?''
''Aslında
değil. Genelde derin derin düşünür ve Efendi Daki dışında kimse ile pek
konuşmaz. Genelde odasına kapanır ya da burada saatler geçirir.
Sorumluluklarını anlamak konusunda ona yardımcı olması için meditasyonlar
öneriyoruz ama sadece oturup okuyor. Son olaydan bu yana onunla doğru düzgün
konuşma fırsatını kimse bulmadı. '' Güneş'in Kızı yerdeki el yazmalarına
bakıyordu.
''Efendi
Daki ile pek bir yakınlar. Açıkçası Rahom ile konuşacağım bir kaç şey var. Bunu
annemin vasiyeti olarak göreceğim. Akşam yemeğinde onunla karşılaşabilir
miyim?'' Kahin Sohow düşündü. Daki ve Kuwala yemeklerini herkesle yemezlerdi.
Genelde herkes yemeğini yedikten sonra mutfakta kendi kendilerine yemek
yerlerdi. Ya da odaya isterlerdi yemeği.
''Akşam
yemeğini herkesten sonra yerler. Odalarında yeme olasılıkları daha yüksek.
Efendi Kuwala herkesle yemek yemiyor. İnsanlarla iletişimi zayıftır.'' demişti.
Güneş'in Kızı gözlerini kapadı. bir kaç saniye öyle durdu ve ardından
gülümsedi.
''Bu akşam
bizde yemeğimizi yedikten sonra onları ziyaret edeceğim.'' dedi ve arşivde
dolaşmaya devam etti. Güneş'in Kızı bir şey planlıyordu. Ona yazılmış mektubun
anlamını çözmek istiyordu. Surların ilerisine bataklığın ilerisine halkını
götürmeyi planlıyordu. Bunun için ihtiyacı olan ileri görüşün artık bir sahibi
olması onu yıldırmamıştı. Aksine onu mutlu etmişti. Kullanmasını bilen birisi
olursa ve onunla müttefik hatta daha ilerisi dost olursa onlara yardım ederdi.
Sadece derdini dinlemesi gerekiyordu. Yemekten sonra bir süre bekledi ve zamanı
geldiğine inandığında odasında oturan kızlardan tapınağın mutfağına bir geçit
açmalarını istedi. Geçit açılmaya başladığında mutfağın loş ışığında bir mavi
daire belirdi. Hızla dönüyordu. Daireyi genişleten kızların elleri daire
çiziyordu boşlukta. Daire genişledikçe geçit genişledi. Geçidi fark edenler
kadınlar olmuştu. Şaşkınlıkla geçidin açıldığı yerden uzaklaştı. Yere gömülü
dolabı talan eden Daki ve Kuwala'da durmuştu. Orada yemek için ağız tadına
uygun bir şeyler bakınıyorlardı. Kuwala elindeki ekmeği bırakıp şaşkınlık
içinde ileri doğru bir kaç adım atmıştı. Kitapta yazan zaman ve mekanı kıran bu
geçidi kim yapıyor merak ediyordu. Kör Kahinin sandığından aldığı üç yapraklı
çiçek damgalı el yazmasında yazan bir efsundu bu. Böyle bir geçidi açmak için
senelerce eğitim görmek gerekirdi. Dışarı doğru süzülen kadına bakıp kaldı.
Kırmızı kaftanı ve altın sarısı bukleleri...
''Kapatabilirsiniz.''
demişti ve geçit var olduğunun aksi yönüne dönüp kaybolmuştu. Daki oturduğu
yerden bakıyordu. Kadın ise onlara doğru yürüdü. Kuwala'yı cezbettiğinin
farkındaydı. Ama ona hala düşman gibi bakan Daki'nin gözlerine bakamıyordu.
''Sizinle
konuşmak için bu davetsiz ziyaretimin kusuruma bakmayın. Ama daha fazla
geciktiremem bu konuşmayı!'' dedi. Kuwala kaybolmuş geçidin ardında bıraktığı
boşluğa bakıyordu.
''Bunu
nası yaptın?'' diye atılmıştı. Daki'ye döndü heyecanla.
''Gördün
mü? Sana anlattığım gibi. Bunu yapabilmek için doğru enerjiyi yakalamak
gerekiyormuş. Ve hatta...'' cübbesinin geniş cepinden küçük el yazmasını çıkardı.
Sayfaları hızla çevirdi. ''Zaman ve mekanı bükmek ve istenilen yere ulaşmak
için etraftaki ve bedendeki enerjiyi doğru odaklamak gerek. Bunun için uzun
meditasyonlar gerekir!'' heyecanla başını Daki'ye çevirdi. Daki daha önce geçit
açan Akela kadını görmüştü.
''Bunu
nasıl yaptınız?'' Kuwala kadının yanına yürümüştü. ''Bana da öğretir misiniz?''
diye ekledi. Kadın ona bir süre bakıp kaldı. Daki oraya doğru bir kaç adım
attı.
''Buraya
bir şey konuşmaya geldiğinizi söylemiştiniz. Sizi dinliyoruz!'' dediğinde Kuwala
hızlı adımlarla Daki'nin yanına doğru çekilmişti. Ona doğru fısıldayarak
konuştu.
''Eğer
bunu öğrenirsem mektubu...'' Daki kaşlarını çatıp ona bakmıştı.
''Kuwala!''
diye çıkıştı. Kuwala başını yana doğru çevirip susmuştu. Daki ona sert çıkışmak
istemiyordu ama güvenmediği yeni Akela kraliçesinin yanında planları konuşma
yanlısı değildi.
''Londaga'nın
gözlerine ihtiyacım var. Surlara gelip oranın geleceğini görmesi gerek.'' dedi.
Etrafı derin bir sessizlik kapladı. Daki bir süre kadına baktı ve anlamsızca
gözlerini kıstı.
''Ne demek
bu?''
''Rahom
Kuwala'nın görüşü artık Londaga'nın görüşü. Akela'nın geleceğini görmesi gerek.
Bu konuda sizden yardım istiyorum. Surlara gelip bana miras kalan şehrimin
akıbetini söylemesine ihtiyacım var. '' Kuwala ona bakmıyordu. Güneş'in Kızı
ise bir kaç adım attı ileriye doğru.
''Eğer
surların akıbetini söylersen sana istediğin bu efsunu öğretebilirim.''
dediğinde onun dikkatini çekmişti. Başını çevirip oraya doğru baktı.
''Geçitler
açmamı sağlayabilir misin?'' dedi. Atılganlığını Daki durdurmak için onun önüne
doğru geçti.
''Yo!
Hemen evet demeyeceğiz. Sana ve tebalarına güvenmiyorum. Sinsiliğiniz adınızın
hep önünde.'' dedi. Güneş'in Kızı ona kızgın olan Ung Prensine bir süre baktı.
Onları yarı yolda bırakmışlar ve bu yüzden Bakren Hanedanlığı Ung Askerlerinin
kampını sahile kadar çekilmeye zorlamıştı. Büyük kayıplar vererek çekilmek
zorunda kalmışlardı.
''Daki...''
Kuwala sızlanarak konuşuyordu. Onun lafını kesip önüne atılan Daki'yi kolundan
tutup yanına çekti.
''Akela
kadını ile bende konuşmak istiyorum.'' dedi. Daki bir süre ona gözlerini dikti.
Ardından konuşması için geriye çekildi.
''Size
güvenmiyorlar ve sebepleri var. Yüz yıllarca paralı suikastçılar olarak iş
yapmışsınız. Haksız değil Daki! Ama ben size şans vermek isterim.'' dedi.
Sonrasında ise bir teklif yapmıştı ve Güneş'in Kızı bu teklifi dikkatle
dinlemişti. Seronrakaul krallığına gidip orada Bakrenli bir generale teslim edilecek
mektubu alıp getirmesini istemişti Kuwala. Bu sayede işler hızlanacaktı. Seronrakaul
krallığı kilometrelerce ötedeydi ve oraya gitmek zordu. Bunun için çok büyük
güç sarf etmek gerekirdi. Güneş'in Kızı teklifi düşüneceğini söyledi.
''Size
zamanı ve mekanı bükmeyi öğretmekten vaz mı geçiyorsunuz bu teklifinizle?''
demişti. Kuwala ise başını iki yana salladı.
''Bu işi
yaparsanız size olan güvenimi kazanmış olacaksınız. Bu bir güven ilişkisi.
Bende size yardım edeceğim.''
''Bu
durumda ben sizin sözünüze nasıl güveneceğim?''
''Bana
güvenmemeniz için bir neden yok. Ama siz Akela Kadınlarının adında güvensizlik
yatıyor. Kendinizi kanıtlamanız gerek! Bunu yaparsanız sizinle anlaşabiliriz.''
Kuwala bunları söyleyip ona dikmişti gözlerini. O sabah gördüğü çocuktan eser
yoktu. Onu açıkça şartları altında baskılayan bir adam görüyordu karşısında. Ne
istediğini ve ne alması gerektiği konusunda kararlı ve avantajlarını bilen bir
adam... Güneş'in Kızı bir kaç dakika düşündü.
''Kabul
edeceğim. Ama bana mektubun neye benzediğini tarif etmeniz ve nerede bulacağımı
söylemeniz gerek.'' demişti. Kuwala elindeki kitaba baktı ve gülümsedi. Yarın
öğlen saatlerinde serada buluşalım. Size nerede, nasıl ve kimde olduğunu açıkça
söyleyeceğim.'' demişti. Güneş'in Kızı geri dönerken kapıları kullanmış ve
etkileyici girişini unutturmuştu. Avantajlı başladığı işte bütün fırsatını
kaçırdığını düşünmek onu sinirlendirmişti.
Daki ise
gururlanmıştı. Gülümseyerek kendi şartlarını öne süren ve Seron mührü taşıyan
bu mektubun önemini hatırlayan Kuwala'nın yüzünü elleri arasına aldı. Kuwala
ise Daki'yi etkilemiş olmanın verdiği mutluluğu çabuk unuttu.
''Kahin
Sohow'dan yardım almamız gerek. Gelecekten bazı şeyler görmek için bu el
yazması yeterli değil. Gidip onunla konuşmalıyım.'' dedi. Yemeğini bile
bitirmeden acele ile Daki'yi peşinden sürüyerek Sohow'un odasına girdi. Sohow
aklını toplamak ve yaşananları yazmakla meşguldü. İçeri giren Rahoma bakıp
selamlarını sundu. Kuwala ise el yazmasını göstermişti.
''Bana
yardım etmen lazım!'' dedi. Sohow için ona yardım etmek öncelikli göreviydi.
''Kör
Kahin gibi gelecekten parçalar görmem gerek. Bunun için bana yardım eder
misin?'' dedi. Sohow bir süre ona baktı ve şaşırmıştı. Ona doğuştan verilen bu
yetenekten habersiz Kuwala'ya şaşkınlıkla bakmıştı.
''Biliyorsunuz
ki sizde Londaga'nın gözleri var. Geleceği zaten görüyorsunuz.'' demişti.
Kuwala bir an durgunlaştı. Anlamamıştı. Ama sormaya çekindi. Daki onun yanına
geldi.
''Kahin
Show Londaga'nın görüşünü nasıl kullanacağımızı biliyor musun? Bu konuda bize
yardım etmen gerek.'' dedi. Kahin Sohow ayağa kalktı. Cübbesinin eteklerini elleri
ile düzeltti. Onu takip etmelerini istedi. Londaga'nın görüşü nasıl kullanılır
bilmiyordu. Ama bir şeyden eminde. Efendisi Kör Kahin daima dışarı çıkardı.
Avlunun ortasına oturup dışarıda konsantre olup meditasyon yaparak geleceği
görebilirdi. Bunu denemek için aynı şeyi uygulamaya karar verdi. Dışarıya
çıktılar yere bacakları on santim olan tahtayı getirtirdi. Kuwala'ya
yapacaklarını anlatmaya başlamış ve onun sessizce gece vakti ruhlarla
bütünleşip geleceği göremeye neyi görmek istediğine odaklanmasını söylemişti.
Bir saat
boyunca uğraştı ama üşümekten ve boşa zaman geçirmekten başka bir şey elde
edemedi. Dişleri birbirine vuruyordu ve titriyordu. Daki daha fazla kenarda kalmayı
kabul etmedi. Kuwala'nın oturduğu tahtaya çıkıp yanına oturdu. Elindeki kürkü
onun omuzlarına atıp sıkıca onu sardı.
''Bu iş
böyle olmayacak. Kahinlerinden Seron kralının mektubu ne zaman teslim edeceğini
görebilecek kadar iyi olan var mı?'' demişti. Sohow onlara bakıp başını iki
yana salladı.
''Zamanı
belli olmayan ve bilinmez olanı ve uzaktaki geleceği göremeyiz. O yetenek
sadece efendim Kör Kahinin ruhuna verilmişti.'' dedi. Kuwala ısınmak için
Daki'ye daha çok sokuldu. Onlar konuşurken tahtaya binen ağırlıkla
şaşırmışlardı. Ayezi sessizce gelip dar tahtaya pençesini bastı.
''Ne
görmek istiyorsun?'' sesi Kuwala'nın aklında yankılanmıştı.
''Seronların
mektubunun nerede olduğunu! Ama bunu yapamıyorum.'' dedi. Ayezi pençesini çekip
dikildi.
''Senin gücün
benim gücüm. Eğer öğrenmek istediğin bir şey varsa benden iste!'' Kuwala kafasındaki
sesi duymuştu. Doğruldu. Ayezi'ye doğru ayağa kalktı.
''Londaga'nın
gözleri ile görmek istiyorum.'' demişti. Kurt başını eğdi. Onun isteğini kabul
etmişti. Ayezi'yi onun dışında kimse duyamazdı.
''Kara
Kurt Daki'nin yanına dön. Kendini güvende hissettiğinde sana rehberlik
yapacağım.'' demişti. Kuwala geri Daki'nin yanına oturdu. Ayezi tahtaya çıktı.
Tahtanın ayakları gıcırdadı. Ayezi Kuwala'nın gözlerini görmek için eğilmişti.
Gözlerini onun gözlerine dikti. Bir süre bakıştılar. Kuwala, Ayezi'nin gözlerinde
bir boşluk gördü. Ve boşluk yavaş yavaş derinleşip büyüyüp onu içine doğru
çekti adeta. Çekildiği boşluk ruhların onu davet ettiği derinlikti. O yaşayıp
ölmüş olanların ruhu tarafından davet edilirken bedeni yanında oturan Daki'ye
doğru devrilmişti. Bundan sonrası gün doğana kadar sürecek bir bekleyişti. Daki
soğukta kalmanın doğru olmadığını düşündü. Kuwala'yı kucakladı ve ayaklandı.
Zayıf olduğu için onu taşımak zor değildi. Onu yatağına yatırmışlardı. Ve gün
tekrar doğana kadar beklemişlerdi. Kuwala günün ilk ışıkları ile esneyerek
uyanmıştı. Yüzünde bir gülümseme ile uykudan kalkar gibi kalkmıştı. Gezintisi
oldukça rahat geçmişti. Görmek istediği ne varsa görmüştü. Bir gerçekle
yüzleşmişti. Ayağa kalktı. Daki bir saat kadar önce oturduğu yerde uyuklamaya
başlamıştı. Geleceği gördüğünde ona Ayezi önemli bir şey göstermişti. Kuwala
gördüklerinin etkisi ile gülümsedi.
''Eğer bir
kere yollarınız ayrılırsa bir daha birleşmeyecek! Asla kısa sürede zamanı ve
mekanı bükmeyi öğrenemeyeceksin. Ama Güneş'in Akela'ya bahşettiği kızı senin
müttefiğin olacak. Akela kadını sana mektubu getirecek ve sende ona surlarının
geleceğini anlatacaksın şimdi izle.'' demişti Ayezi. Ona görüntüler göstermiş
ve unutmaması için yavaş yavaş izletmişti. Seronrakaul krallığının başkenti
Sant Şehrindeki büyük sarayda ona adım adım mektubun yerini göstermişti. Daha
sonra ise Akela'nın geleceğini izletmişti. İki gelecek göstermişti. Bir Rahom
ile olan birlik sonrası bir de Rahomsuz olan birliği. Ve Rahom'a bağlılık
yemini etmeyen Akela'nın geleceği parlaktı.
Kuwala
eğilip Daki'nin saçlarını öptü. Üstünü örtüp odadan sessizce çıktı. Güneş'in
Kızı ile erken bir görüşme yapması gerekiyordu.
Bölüm On
Üç: Vedalar
Akela kadınları
o sabah tapınağı apar topar terk etmiş ve iki gün sonra bir elçi
göndermişlerdi. Elçinin elinde Seron mührü olan bir mektup vardı. Mektup
açılmamış ve okunmamıştı. Mektubu teslim etmek istedikleri kişi Kuwala olmuş ve
elçi bir haber taşıyordu. Kuwala onunla görüşmeyeceğini söylemişti. Akela
Kraliçesi ne derse desin kararında kesindi ve onların kaderini etkilemek
istemiyordu. Akela'nın geleceğini söylemiş ve mektubu almıştı. Artık daha
fazlasının olmasını kabul edemezdi. Tek seferlik bu anlaşma bitmişti mektubu
teslim aldıkları anda. Ama onun görüşmeme isteği Daki'nin bile tuhafına gitmiş
ve neler olduğunu sormak için dayanamadı. Onu ikna etmek isteyen kişiler çoktu.
Aleon bile elçinin ne haberi taşıdığını merak ediyordu.
''Konuşmayacak
mısın?''
''Hayır!
Anlaştığımız gibi ona geleceğini söyledim ve mektubu aldık. Şimdi Prens
Aleon'un gitmesi gerek. Daha fazla beklemesi doğru olmaz. Yakında büyük bir
fırtına gelecek ve gecikmeleri Cohin'in sevgili ağabeyinin canını tehlikeye
atabilir.'' Kuwala bunları Daki'ye hızlıca söylemişti. Neyi duymaktan
kaçınıyordu Daki merak etmişti. Elçi olarak gelen kıza konuşmanın olmayacağını
söylemeye gitmeden önce Kuwala'nın durduğu yere doğru hızlı bir kaç adım atıp
onunla burun buruna geldi. Ona dikmişti gözlerini. İki gündür Kuwala ona
dokunamamıştı. Gün boyu idman yapıyor ve yorulup hemen uyuyordu Daki. Bu anlık
yaklaşma ikisi içinde herşeyin olabileceği andı.
''Neden
Akela Elçisini geri çeviriyorsun?'' Daki'nin yeşil gözleri koyulaşmış ve
sorgularken başını eğmişti. Kuwala ona bir süre baktı. Bir süre bakışlara
direndi ama daha sonra teslim olmuş halde Daki'nin yüzüne avucunun içini
dayadı.
''Akela'nın
kaderi benimle aynı çizgide giderse sonu yıkım ve felaket olacak. Onların yok
oluşuna sebep olamam. Kraliçe Güneş'in Kızı benim yanımda olmak isteyecek. Bunu
gördüm ve duymak dahi istemiyorum.'' Daki onun endişesini anlıyordu. Ölüme
sebep olmak istemiyordu. Yüzündeki elin sıcaklığı ile gözlerini kapattı.
''Bazen
yıkım ve ölüm aslında yeniden var olmak ve doğmaktır. Surlar ardında hapsolmuş
o kadınlar surların ötesinde daha iyisini sunacağını düşünüyorlar. Senin
yanında olup Kuzey'in topraklarında yer almak istiyorlar.'' Daki konuşması
bitince gözlerini açtı.
''Belki de
bazen gördüklerimizi değil hissettiklerimizi yapmalıyız.'' demişti. Kuwala ona
bakıp kaldı. Daki'nin mantıklı konuşması ve derin bakışları onu ikna etmeye
yeterdi. Elçiyi kabul edeceğini söylemişti. Odasının kapısını Daki açtı ve
elçiyi içeri aldı. Kız teslim edeceği mektubu yere dizleri üstüne çöküp uzattı.
Diğerleri de gelmişti. Daki mektubu aldı. Kuwala ince duvarın önünde
dikiliyordu. Kız başını kaldırdı ve ayağa kalktı.
''Kraliçem
sizin saflarınızda yer alacağını söylemek istedi. Surlara doğru yürüyen Bakren
askerleri olduğunu biliyorsunuz. Ve Mavi Ave ormanında diğer tarafımızdan
geliyor. Bu savaşta tek başımıza suru koruyabileceğimizi biliyoruz. Ama daha
fazlasını yapıp sizinle Kuzeyi tekrar almak istiyor. Tek arzusu ise verimli bir
toprak ve surların ötesinde bir şehir!'' dedi. Kelimeleri net ve eksiksiz
söylemişti. Kuwala ne diyeceğini bilmeden öylece bakıyordu. Yüzünde gergin bir
ifade vardı. Ellerini arkada birleştirdi. Öne doğru hafifçe salındı. Daki onun
gerginliğini anlıyordu. Ona nasıl yardım edeceğini düşünürken Kuwala
dudaklarını araladı.
''Kraliçen
ile Ungların kararını duymadan görüşmek istemem. Ancak ona bir haberimi
iletmeni istiyorum. Kabul ederse burada savaşmak için çaba sarf eden kadınları
eğitmesi için göndereceğim. Başlarında ve benim yetkime sahip Marinoe hanım
olacak!'' demişti. Fırsatları gören ve bunu kendi çıkarına çevirebilen Kuwala
yine aynı şeyi yapmıştı. Arkada birleştirdiği elleri gerginlikle titriyordu.
Kız ayağa kalktı.
''En kısa
sürede cevabı ileteceğiz efendim.'' dedi ve çıktı. Ona eşlik eden kahinler de
çıkmıştı. Marinoe ise şaşkındı. Ne diyeceğini bilemeden bakıyordu.
''Sana
fikrini sormadan bunu dediğim için üzgünüm. Gitmek istemez isen...'' Kuwala'nın
lafını Marinoe hızla kesti. ''İsterim efendim. Doğru kılıçlar ve doğru bir savaş
sanatı! Bütün herkes için en doğrusu olacak. Prens Aleon'un ayrılışı eğitimi
zorlaştıracaktı.'' demişti. Kuwala gülümsedi. Aleon konuşan kadına baktı ve
kaldı. Ne diyebilirdi ki... Savaşmaktan keyif aldığı bir kadın tarafında
övülmüştü. Marinoe'nin tarzını çözmüş ve onun katı laflarının ve sert küfürlerinin
altında aslında teşekkür yattığını zamanla öğrenmişti. Denle odanın
köşesindeydi. İleri doğru bir kaç adım attı.
''Efendi
Kuwala!'' demişti. Kuwala ona baktı. Denle ise gözlerini yere dikmişti. ''Savaşacak
mısınız? Bu savaşta Kuzey'i almak için savaşacak mısınız?'' diye ekledi. Kuwala
ona bakmıştı. Durgun bir sesle cevap verdi. ''Londaga'nın mirası bana bunun
için verildi. Savaşacağım.'' Denle bunu duyunca Marinoe'ye doğru döndü. ''Beyaz
Kurt Köyü daima Rahom'un yanında olmalıdır. Ama bizler savaşmak istemeyenler
bir karar aldık. Senin ve seni takip edenler gibi cesur değiliz. Bu savaş bizi
yeterince yordu Marinoe!'' demişti. Odayı derin bir sessizlik sarmıştı. Denle
elini uzatıp Marinoe'nin omzuna koydu.
''Seninle
Beyaz Kurt Köyünün onurunu taşıyacak olanlara lider olarak sen öncülük
edeceksin. Bu hakkın artık! Gitmeden önce bunu herkese duyuracağım. Bu akşam
yemeğinde kendini hazırla. Ve...'' Kuwala'ya doğru çevirdi başını. ''Rahomun
onayını alıp uzun yıllar sonra gerçek bir lider atayacağız. Bu savaşta en çok
kaybeden sen oldun. Şimdi başkaları kaybetmesin diye savaşmaya gönüllü
oluyorsun. Sen gerçek bir lidersin Marinoe. Kız kardeşim gibi seviyorum seni.
Kocan benim kardeşimdi. Ve büyük annen benimde annem gibiydi. Ben daha fazla
kaybettiğimi görmek istemiyorum. Korkakça gelecek ama çok düşündüm. Ve seni
izledim. Ben senin yaptığını yapamam.'' demişti. Bir süre sessizlik oldu.
Marinoe birden Denle'ye sıkıca sarıldı. Onu kucaklayıp başını omzuna gömdü.
''Kaybetmemek için savaşacağım Denle! Sende burada kaybetmemek için
yaşayacaksın. '' demişti. O akşam Beyaz Kurt Köyü'ne yeni lider oldu Marinoe.
Bu sefer onu alkışlar ve ıslıklar ile karşıladı halkı. Rahom olarak Kuwala onu
kabul etmişti. Ve ikinci olarak Akela surlarına eğitim için konuşma yapılmış ve
gönüllü sayısı kadınlarda beklendiğinden fazlaydı. Tieden'in köyünden bir çok
kadında savaşmayı öğrenmek istiyordu. Tapınakta yaşamaya başlamış yüze yakın
kadın savaşmayı öğrenmek ve ailelerini korumak için kılıç sallamak istiyordu.
Kuwala sayıya şaşırmıştı. Otuz kişinin ancak çıkacağını düşünüyordu. Oturduğu
yerde öylece gönüllü olan kadınlara bakıp gülümsedi. Kuzeyde onlar gibi
yüzlercesi vardı. Korkmak yerine artık savaşmak isteyenler vardı. Kuwala öylece
orada konuşan insanlara dalıp gitmişti. Oturduğu masada Cohin, Marinoe, Aleon,
Tieden, Daki, Sohow, Denle ve ailesi ile çocuklar vardı. Kalabalıktı sofraları.
Onun dalgın hali kimsenin dikkatinden kaçmamıştı. Daki ona doğru eğilip
kulağına fısıldadı. Beyaz Kurt Köyü şarkılar söyleyerek yeni liderlerini
kutluyordu. Daki o gürültüden kaçınarak biraz yüksek sesle konuşmaya başladı.
''Canını
sıkan nedir?'' Kuwala yanağını yumruk yaptığı eline dayayıp Daki'ye baktı.
Gülümsemişti.
''Yorgunluk
var üstümde. Sabah gergindim. Şimdi ise fazla mutluyum. Bunun yorgunluğu.''
demişti. Daki bu gün kendini formunda hissediyordu. Kuwala'nın bardakla oynayan
elinin üstüne elini koydu. Kuwala onun bedenin yaydığı sıcaklığı hissedince
utançla yanakları kızarmıştı. Daki onun masadaki mum ışığında parlayan
gözlerine dikmişti gözlerini. Ne istediğini söylemesine gerek yoktu. İkisi de
aynı arzuyu paylaşıyordu. Kuwala gülümsedi ve ardından bu gülümseme ufak bir
kahkahaya dönüştü. Masadaki Kuzeyin kadife yumuşaklığındaki şarabından biraz
fazla içmişti. Kutlama yapıyorlardı ve şaraptan dalgınlıkla ne kadar içtiğini
bile bilmiyordu. Bittikçe birisi yenilemişti. Daki onun elini aşağıya çekip
parmaklarını parmaklarına kenetlemişti. Kuwala mor kurdele bağladıkları günü
hatırlayıp eline baktı.
''Efendi
Kuwala neye gülüyorsunuz?'' demişti Cohin. Kuwala, Daki'nin sıkıca tuttuğu
eline bakıp gülüyordu. Kuwala'nın hemen yanında oturan Marinoe ikisine bakınca
el ele tutuşmuş ve Kuwala'nın buna kıkırdadığını görmüştü. İstemsizce
gülümseyip Kuwala ve Daki ile göz göze gelmişti. Kuwala elini çekmek istedi ama
Daki onun elini bırakmayıp Marinoe'ye gülümsemişti. Saklamaya gerek duymuyordu
Daki. Onların ilişkisini bir çoğu hemen hemen nasıl bir boyutta olduğunu
biliyordu. Cohin ise Daki'nin yanında oturmuştu. Yuvarlak bu yer sofrasında
masanın yüksekliği kırk santim var yada yoktu. Cohin eğilip onların ellerine
baktı ve onların gülüşmesine katıldı. Sadece onların sofrasında kahkahalar
yoktu. Bütün masalardan gülüşmeler yükseliyor ve birileri güzel sesi ile
şarkılar söylüyor başkaları bildiği kadar eşlik ediyordu. Kuwala bir kaç kadeh
daha içtikten sonra her şeye gülmeye başlamıştı. İlk defa bu kadar keyif
almıştı içkiden. Daki'nin elini tutmasının verdiği güven ile içmiş ve içmişti.
Sonunda bir çok sofra boşalırken Daki onu yatmaya götürmek istedi. Kendisi de
içmişti ve ilk defa Kuwala ona ağır gelmişti. Onu kaldırmaya çabalarken birden
kendini yerde bulmuştu. Kuwala ile yerde bir süre oturdu ve kalkmak için
toplanmaya çabaladılar. Cohin çoktan sızmış ve Kahin Sohow gitmişti. Marinoe
dayanıklı bir içiciydi. Aleon ise içmiş ve yarı uyur konumdaydı. Çocuklar ise
Denle'nin karısı ile gitmiş ve bir saat kadar önce uyumuşlardı. Etrafın
boşluğunda Daki'nin düşerken çıkardığı ses yankılanmış ve ardından Kuwala'nın kahkahası
yankılanmıştı. Gülmekten kendini alamayan Kuwala yerde yuvarlanmış ve sonunda
ayağa kalkan Daki tarafından toparlanmıştı. Daki kendi dengesini sağladığından
emin olduğunda Kuwala'yı bu sefer belinden yakalayıp omzuna tuz çuvalı atan bir
köylü gibi atmıştı. Kuwala taşınmanın verdiği rahatlığı kullanmaktan
çekinmiyordu. Bastığı yeri göremez haldeydi ve gülmekten gözleri yaşarmıştı.
Daki sofrada kalanlara döndü.
''Geceniz
huzurla geçsin. Biz yatıyoruz.'' demişti. Ona cevap veren kişi Marinoe ve Tieden
olmuştu. Aleon ise ağzında bir şeyler gevelemişti. Denle ise uyuklayan Cohin'i
dürtmekle meşguldü. Onlar içip anlamsız sohbetler etmeye devam ederken Daki
yorgunca Kuwala'yı yatağa atmıştı. Kuwala gözleri kapalı onu attığı şekilde
kalmıştı. Daki ise masada üstüne kimin döktüğünü hatırlamadığı şarap lekesine
bakıp gömleğini çıkarmaya başlamıştı. Kuwala gözünü aralayıp onu yarı çıplak
görünce hemen yataktan fırlayıp Daki'nin beline dolanmıştı. Ağzından kelimeler
yarım çıkarken konuşmaya başlamıştı. Bir şeyler geveledi. Daki ise sadece onun
mırıl mırıl konuşmasını duyuyor ve kuşağını açmaya çalışan ellere bakıyordu.
''Kuwala
çok sarhoşsun. Yatmalısın.'' dedi ama kendisi de durmak istemiyordu. Dönüp
Kuwala'nın dudaklarında buldu kendini. Şaraptan daha tatlı olduğunu düşündüğü
dudakları öperken kontrol edemez haldeydi kendini. Yatağa doğru devirmişti
Kuwala'yı. Onu kendinden daha şehvetli görmek zor rastlanılan anlardandı.
Genelde ilk hareketi Daki yapmaya alışık iken bu sefer baştan çıkarıcı olan
Kuwala olmaya başlamış ve Daki'nin bedenini kendi bedenine kilitlemişti.
Kollarını boynuna bacaklarını bacaklarına kilitlemiş ve onu nefessiz bırakacak
kadar uzun uzun öpüyordu. Daki kasıklarında hissettiği elle irkilmişti. Kuwala
ise gülüp onu yatağa devirmişti.
''Bu gece
benim dediğim olacak... '' dediğinde onu durduran eli diğer eli ile yakalayıp
yukarı doğru çekmişti. Daki birden güldü.
''Peki!''
demişti. Kuwala onun bu sefer uyumasına izin vermeyecek kadar ateşliydi.
Sırıtıp Daki'ye eziyet edip onu umursamadan uyuduğu günlerin acısını çıkarmak
istiyordu. İyi bir hekimdi ve vücudun sinir noktalarını uyarmayı çok iyi
biliyordu. Ameliyatlarında elinin yumuşaklığını şimdi Daki'yi baştan çıkarmak
için kullanmayı seçmişti. Daki şaşkınlık ve kasılmalar içinde avurtlarını parçalarcasına
ısırmıştı.
''Bunu
nereden öğrendin sen ha?'' dediğinde Kuwala gülümsemişti. Masum ve çocuksu
bakışlar yerini cazibeli ve baştan çıkarıcı bakışlara bırakmıştı. ''Bunu senden
öğrendim...'' demişti. Daki ereksiyon oluyor ama içinde sıkışıp kalıyordu.
Göğsüne Kuwala'nın bıraktığı yumuşak öpücükler ile bedeni daha fazla
titriyordu. Kara Kurtları dize getiren Bakren'e korku saçan ve Ungların gururlu
prensi şimdi Kuwala'nın içinde olmak için adeta yalvarıyordu. Gücü dillere
destanken şimdi çaresizce Beyaz Gelinciğe dokunamadan ateşi yükseliyor ve onu
kendine çekmesine rağmen bedenindeki kontrolsüzlük yüzünden kolları düşüyordu.
Kuwala daha fazla ona işkence etmek istemedi. Yeterince iki günün acısını
çıkardığına inanmıştı. Elleri bir süre daha Daki'nin kasıklarında dolanmış ve
sonra onun rahatlamasına izin vermişti. Daki bir kaç saniye soluklandı. Göğsü
hızla inip kalkıyordu. Kuwala'nın gaz lambasının sarı ışığında parlayan
vücuduna baktı ve hızla onu yakalayıp yatağa yüzü koyun çevirmişti. İri
ellerinden Kuwala'nın kurtulmasına imkan yoktu. Biraz korku, biraz neşe içinde
bağırmaya başlamıştı.
''Uykum
var! Bırak da uyuyayım Daki!'' diye bağırıyor ama Daki şimdi onu duymazdan
geliyordu. Kuwala kahkahalar içinde ona yalvarıyormuş gibi davranmayı bıraktı.
Daki'nin sıcak öpücükleri sırtındaydı. Ensesine doğru onun nefesini hissederken
kırkırdamıştı. Daki'nin diken diken çıkan sakalını hissediyordu. Kalçalarında
dolaşan elle irkilen ve uyarılan vücudunu bırakmıştı. Sonrasında
konuşmamışlardı. Nefes sesleri ve mırıltılar odayı sarmıştı. Kuwala onu yakan bu
bedene daha yakın olmak için aceleci davransa da Daki onu yavaşlatmış ve onu
yatağa sırt üstü çevirmişti. Bacakları arasına girip göğsünü göğsüne
yaslamıştı. Bir beden olmuşcasına nefesleri eşti. Kuwala bu yavaş ve narin
hareketler ile az önce kıvranan Kara Kurt gibi inilti içindeydi. Durmasını
söylememek için dudaklarını ısırıyordu. Daki onun bu halini görünce hızlanıp
kontrolünü tamamen kaybetmiş ve sırtı yukarı doğru çekilip vahşi bir kurt gibi
göz bebekleri büyümüştü. Kuwala onu durduramamış ve Daki adeta bir canavara
dönüşmüştü. O gecenin verdiği sarhoşluk ve zevk ile ikiside sınırlarını
zorlamış ve kaldırmışlardı.
Ertesi
güne Kuwala yataktan kalkamamıştı bile. Uykudan uyanamamış ve hamama bile
gidememişti. Öylece yatağa gömülmüştü. Bir ara Daki onu zorla kaldırıp yemek
yedirmişti. Sonrasında Kuwala'nın rahatsızlandığını söyleyip odaya küvet ve
sıcak su getirmişti. Cohin ona sıcak su dolu kapları taşırken yardım etmişti.
Odanın arka kısmına uğrayıp Kuwala'ya nasıl olduğunu sormak istemişti. Kuwala
örtülerin arasından kolunu çıkarmıştı. Omzu ve kolu dışarıda yüzü koyu
yatıyordu. Yastığa koyduğu başı yan dönmüştü. bir kaç tutam saç yüzüne
düşmüştü. Gözlerini aralayıp ona bakan Cohin'e baktı. Zorlukla elini kaldırıp
selam verdi. Yanağına baskı yapan yastığa rağmen konuşmak için yan döndü.
''Kolunu
açmalıyız. Kemik kaynaşmıştır.'' dedi. Cohin elini askıdaki koluna koydu.
Ardından yorgunluktan kolunu kaldıramayan Kuwala'ya bakıp gülümsedi.
''Sorun
değil. Bu gün Marinoe Hanım açar kolumu.'' dedi. Daki onların sesini duyup
içeri doğru girmişti. Kuwala yataktan güç bela doğruldu. Örtüler düşünce dün
gecenin izlerini taşıyan beyaz teni gözükmüştü. Cohin onun vücuduna bakmaktan
çekindi. Elini koluna koyup geriye doğru bir kaç adım attı. ''Kampa döneceğiz
yakında. Orada açsalar daha iyi olur aslında. Sizde banyonuzu yapıp dinlenin.''
demişti. Kuwala elini saçlarına daldırdı. Ona yatağı göstermişti.
''Haklı
olabilirsin.'' dedi. Cohin'in ardında kirişe yaslanmış Daki'yi görmek için yana
doğru eğdi bedenini. Gülümsedi. Cohin dönünce Daki ile karşılaşmıştı. Selam
verdi. ''Ben gideyim efendim. Yasemin kokulu sabunlar varmış. Onları tahta
küvetin yanına koydum. Suyu boşaltmak için geliriz.'' dedi ve çıktı. Daki
endişe ile kaçan Cohin'e bakıp yanından geçerken elini omzuna koydu.
''Sen
olmasan ben ne yaparım Cohin!'' demişti. Cohin gülümseyip baş selamı verdi.
Dönüp Kuwala'ya selam verip çıktı. Koridorda yürürken gülümsüyordu. Burada
sürekli kalmak isterdi. Onu bekleyen abisi ve general Foo olmasaydı geri
dönmezdi. Daki'nin dostluğu ve buranın savaştan uzak huzurunu biraz daha
hissetmek istiyordu. Ama bu akşam yola çıkmaları gerekiyordu. Unglar ile Kuzey
iş birliği yaptığında tekrar Daki ile omuz omuza savaşacağını düşündü. Bunun için
mücadele edecekti. Aleon'un odasına girdi. Aleon hala dün gecenin etkisi ile
sızmış haldeydi. Askerler her zaman olduğu gibi dışarıda kapıda nöbet
tutuyordu.
''Prens
Aleon!'' demişti Cohin. Aleon onu duyunca gözlerini aralamıştı. Cohin
gülümseyip ona asabi halde bakan prense baktı. ''Yola çıkmadan
hazırlanmalısınız. '' dedi. Aleon yataktan hızla doğruldu. Uyuşmuş vücudunu
hareketlendirmek için kollarını ve bacaklarını gerdi. ''Sana toparlanman için
yardım eden var mı?'' dedi. Cohin başını sallayınca Aleon kapıya doğru
seslendi. Gelen askere emir verdi. ''Yaver Cohin'in toparlanmasına yardımcı
olacaksın.'' demişti. Cohin bu durumda onu geri çeviremezdi. Çok eşyası yoktu
ama Aleon'un ısrar etmesinden çekiniyordu. Aleon ona bakıp kaşlarını çattı.
Ciddiyetle duruyordu. ''Akşam üstü görüşürüz.'' demişti. Aleon'un veda etmek
istediği birisi vardı ama nasıl veda edeceğine dair bir fikri yoktu. Aklına
nasıl veda edeceği gelmedi. Bu yüzden kendini bir süre odaya kapattı. Gitmeden
önce son kez sıcak suyla banyo yapmaya karar verdiğinde gidişine iki saat
vardı. Bir süre hamamda sıcak suyun etkisiyle gevşemişti. Bazı şeyleri düşünmek
için kendine zaman ayırmıştı. Sadece bir veda edecekti. Bundan kaçmak ona saçma
gelmişti. Giyinip çıkmıştı hemen. Düz saçlarından sular damlayarak Marinoe'yi
bulacağından emin olduğu küçük avluya çıkmıştı. Oradaydı ve tek başına idman
yapıyordu. Ona öğrettiği gibi kılıçla dengede kalmak için sert hamleler
yapıyordu. Başarılı ve hızlı öğrenen bir kadındı. Ung stilini öğrenmeyi
reddetmemişti. Aleon onun dikkatini çekmek için hafifçe öksürmüştü. Marinoe onu
duyunca dönüp baktı. Aleon bir kaç adım atıp avluya çıktı. Üşümüştü. Sıcaktan
saçları ve bedeni nemli çıkmak zatürre olmaya davetti. Marinoe onun haline
bakıp kaşlarını çattı. Konuşacakken Prens Aleon bir Ung'u selamlar gibi belini
kırıp öne doğru eğildi. ''Marinoe! Burada geçirdiğim sürede bana öğrettiklerin
ve yardımların için çok teşekkür ederim.'' sesi titremişti. Utanç değildi.
Sadece korkuyordu. Marinoe gülümseyerek ona bakmıştı. ''Bana öğrettikleriniz
için ben teşekkür ederim Prens Aleon. Sizin sayenizde ordu disiplinini anladım
ve anladık!'' demişti. Aleon resmiyetten kaçınmak için ona adı ile hitap
etmişti unvansızca. Ama Marinoe bunu kabul etmek istememiş ve ona prens
unvanını vermişti. Aleon ona bir süre baktı. Ne kaybedeceğini düşünüyordu.
Kaybedecek pek bir şeyi kalmamıştı. Sonuçta bir daha nerede karşılaşabilirlerdi
ki... Marinoe Akela cephesine gidecekti ve o sahil cephesinde olacaktı. Bir kaç
adımı hızla atıp Marinoe'ye sarıldı. Kardeşlerine bile sarılmaktan çekinmiş
iken şimdi Marinoe'yi sıkıca sarmıştı. Onu göğsüne doğru bastı.
''Sen çok
güçlü bir kadınsın. Böyle kalmaya devam et!'' dedi. Marinoe nasıl tepki
vereceğini bilmiyordu. Aleon onu saçlarından öpüp bıraktı. Tekrar eğildi ve
selamlayıp hızla arkasını dönüp çekilip gitti. Utançla karışık duygularını
bastırmak için odaya gidip yol için hazırladığı içkiyi açtı. Arkada bıraktığı
Marinoe ise orada kitlenip kalmıştı. Ne olduğunu anlıyor ama bundan ürküyordu.
Aleon ile geçirdiği zamanlarda gördüğü Aleon'u son defa görmüş gibi hissedip
içinde bir burukluk oluştu. Ona bir veda hediyesi vermek istedi. Zaman
geldiğinde Büyük avluda atları hazırdı. Yükleri yüklenmiş ve son vedalaşmalar
için toplanmışlardı. Cohin uzun uzun herkesle vedalaştı. Askerler ise atların
başında bekliyordu. Aleon kardeşi ile bir Ung gibi vedalaştı. Dostça
selamlaştılar. Aleon ile Kuwala bir süre karşı karşıya kaldı. Aleon kaşlarını
çatmıştı. ''Mektubu ulaştırıp ben kardeşimi tekrar görene kadar onun hayatta kalmasından
sen sorumlusun. '' dedi. Kuwala başını eğip onu selamladı. Marinoe ile en son
vedalaşacaktı ama çekiniyordu. Atına doğru yürürken Marinoe fırlayıp öne
çıkmıştı. Kolundan söktüğü bandajı ona uzattı. Hep taktığı bu kırmızı ve
eskimiş bandajlardan birisini ona uzatmıştı. Kıyafet kolunu savaşırken bununla
toplardı.
''Tekrar
karşılaştığımızda bunu senden alacağım.'' dedi. Aleon uzatılan eski bandajı
kabul etmiş ve sessizce ona gözleri ile söz vermişti. Bir Güneyli olan Prens ve
onun yüzünden ailesini kaybetmiş kadın orada sözleştiler. Yolculuk vakti
geldiğinde atlarına binip çıktılar. Dört nala uzaklaşırken arkada sessizliğe
gömülmüş gibi duran bir tapınak bıraktılar. Hava göz gözü görmeyecek şekilde
karardığında dağdan inmişlerdi. Durup kamp kurmaya karar vermişlerdi. Cohin tek
eliyle bile ateş yakacak kadar becerikliydi. Onlara verdikleri yemeklerden
yediler. Bir süre sessizce oturdular. Askerlerden birisi uyuklarken diğeri
tuvaletini yapmak için uzaklaşmıştı. Cohin yanan ateşi izlemeye dalmıştı. Tapınağı
özlemeye başlamıştı bile. Elindeki rengi soluk kırmızı bandaja bakan Aleon'a
dikti gözlerini. '' Marinoe hanım size değer veriyor!'' demişti. Aleon
tepkisizce bandaja bakmaya devam etti. Bir süre daha sessizlik oldu. Cohin
hafif bir öksürükle boğazını temizledi. ''Prens Aleon! Size bir şey sormak
istiyorum.'' dedi. Aleon'un dikkatini çekmişti. Aleon ona çevirdi ateşte daha
koyu duran kahverengi gözlerini. Saçlarını geriye doğru yatırmıştı.
''Neden
Efendi Daki'nin mutlu olmasını istemiyorsunuz?''
''Bunu nereden
çıkardın?''
''Onun
değer verdiği kişiden nefret ederek onun canını yakıyorsunuz!''
''Nefret
mi? Bu az kalır! O Daki'nin aklını yıkamış sanki. Erkek olduğunu unutturmuş
ona.''
''Niye
böyle düşünüyorsunuz ki? Efendi Kuwala ile beraber iken çok mutlu. Onu uzun
süredir bu kadar huzurlu görmemiştim. Siz Efendi Daki'yi seversiniz. Sarayda
ikiniz ne kadar anlaşamasanız da aranızda kardeşlik bağı vardı. Şimdi niye ona
bile bile işkence ettiniz?''
''Daki'nin
krallığının başına geçmesi gerek! Bir erkekle düşüp kalkarsa nasıl bir kral
olacak? Arkasından ona oğlancı diyecekler. İktidarı sarsılacak!''
''Efendi
Daki kral olmak istemiyor!''
''Onun
isteklerine bakarsak o ipsiz bir adam olacak!''
''Sizde
öylesiniz...''
''...''
''Bana
öyle bakmayın sinirli sinirli... Sizde tacı, annenizin hanesinin soy adını
alarak reddettiniz. Efendi Kuwala'nın soy adını alarak o da reddediyor. Neden
bu sizi kızdırıyor ki... Sizi örnek alıyor.''
''Saçmalık!''
''Hayır
saçmalık değil! Efendi Daki daima sizin gibi oldu. Kendi özgürlüğü için
savaştı. Prens Helyan Kea'nın baskısını en baştan reddettiği için sadece daha
cesur davranıyor. Sizin gibi sevdiğine uzaktan bakıp bir kurdele ile
yetinmiyor!''
''Yaver
Cohin!''
''Prens
Aleon...''
''Lafların
haddini aşıyor. Karşında kimin olduğunu unutuyorsun.''
''Haddimi aşmıyorum.
Efendi Daki'ye işkence ettiğiniz gibi kendinize işkence etmeyin diye
konuşuyorum. Marinoe Hanıma bakışlarınızı herkes gördü. ''
''Nasıl
bakmışım ben ha?'' Aleon öfkeden kızarmıştı.
''Ona
sahip olmak için hassas ve nazik bir adam gibi davrandınız. Adeta gözleriniz
ona bakarken parlıyordu. İdmanlarda onunla nasıl dövüştüğünüzü gördük. Demiz
çizmeli o prens yerini dans papuçları giymiş gibiydi.''
''Senin
çenen düşmüş. Varlığın ve sözlerin beni etkilemeyecek!''
Cohin
gülmüştü. Aleon ise sinirle kaşlarını çatmıştı.
''Sözlerim
umurunuzda değilse ne bu öfke Prens Aleon. Sizinle aynı kampta çok uzun süre
kaldım ve Efendi Daki'ye benziyorsunuz. O yüzden ne derseniz deyin. Sözlerimin
haklılığı sizi sinirlendiriyor. Efendi Daki ve Efendi Kuwala gibi bir gün mutlu
olmak istiyorsanız bazen cesur davranmanız gerek.''
''Yat uyu
artık. Bu aptal konuşmaya katlanamıyorum. Sağlam olan kolunu kırmama az
kaldı.''
''Susacağım
ama bir şey daha söylemem gerek!''
''Ne!''
''Tapınak
hepimizi değiştirdi. Normalde beni çoktan tekmeleyemeye başlamıştınız. Ama
sözlerime sabahtan beri kulak verip tepki veriyorsunuz. Marinoe Hanım sizin
kalbinizin buzlarını eritmiş. Kader sizi bir araya getirdiğinde bu sefer ona
aşkınızı itiraf edin.'' dedi. Aleon ona sinirle ve kızarmış halde bakarken
bandajı elinde sıkıyordu. Cohin ayaklanıp yana serilmiş şiltesine uzandı.
''Tanrılar
rüyanızda Marinoe Hanımı göstersin size!'' dedi ve arkasını dönüp uyudu. O
uyudu ama Aleon bütün gece Marinoe'yi düşünüp durmuştu. Cohin'in haklılığı
canını sıkınca bütün uykusu kaçmış ve tatsız bir gece yaşamıştı. Sabah gün
doğduğunda sinirle tekmeler atıp uyandırmıştı üçünü. Yolculukları uzundu ve ona
düşünecek çok zaman verilecekti.
Bölüm On
Dört : Kuzey Yasaları
Bu sırada mektubun çalındığı Seronrakaul sarayın da harekete geçmişti. Akela
kadınını gören olmuş ve mektubun onlar tarafından alındığı haberi duyulunca
Seron hanesi sinirden deliye dönmüştü. Saraylarına izinsizce giren Akela'ya
karşı tepki olarak Bakren hanesini desteklemede daha ısrarcı olmuş ve Bakrene
gidecek gemilerin sayısı ile asker sayısı artmıştı. Seron kralı oldukça kibirli
ve küstahtı. Kendini Güneş'in ve tanrıların babasının oğlu saymış ve ilahi
kudretini kullanacağına dair söylentilerle savaşın akıbetini değiştireceği
söylentileri etrafı doldursun diye şehrinde dedikodular yaymaya başlamıştı. Bu
dedikodular önce krallığına sonra diğer krallıklara yayılacaktı. Onların bu
hazırlıklarına karşı aynı akşam Akela'ya giden Marinoe ve ufak ordusu ile UngurPan
topraklarına doğru uzun yolculuğa çıkan Prens Aleon'un ve başka Kuzey
topraklarının savaşmaya hazır insanları vardı onların göndereceği orduya karşı.
Kuzeyin soğuk iklimi yavaş yavaş ısınmaya başlayacaktı. Savaşın geldiğini
toprak bile hissetmiş ve kan yutmak için yumuşamıştı. Kuzeyin yasaları vardı ve
yıllar sonra bu yasalar hatırlanır olmuştu. Kan ve toprak onları bir araya
getirendi. Kuzeyin soğuk iklimi ve donuk insanları savaşmak istiyordu. Aç
karınlarını doyurmak için köle gibi Bakrene çalışmak istemiyordu. Bu sesler
köylerde yayılmaya başlamış ve madenlere yakın köylerde ilk tepkiler
başlamıştı. Bir sabah bir adam isyan etmiş ve onları gün ağarmaya başladığında
uyandırıp madenlere götürecek askerin suratına bir yumruk atmıştı. Her şey bir
yumrukla başlamıştı madenlerde.
''Siz
Kuzeyin yüz karası pisliklere itaat etmeyeceğim.'' demişti. Onlarında Rahomdan
haberi vardı ve artık güvendikleri bir güç vardı. Bakren askeri onu tutuklayıp
meydanda günlerce kırbaçlatmış ve bir öğlen arkadaşlarının kırbaçlandığını
görenler isyan etmeye başlamıştı. Yemek kaplarını fırlatmışlardı. Bağırıp
ellerine geçenlerle askerlere saldırmış ve savunmasız yakalanan Bakren
askerlerinden bir çoğunun kafasını taşla ezmişlerdi. Kimi kendi kılıcıyla
öldürülmüştü. Madenlerde genel bir isyan başlatmışlardı. Bu direniş
başladığında Prens Aleon çoktan Kampa varmış ve bir gemi ile geldiği gibi hızla
ayrılmaya karar vermiş ve Helyan Kea ile görüşmeyi reddedip geldiği sabah ufak
bir haberci gemisi ile denize açılmıştı. Yanında sadece gemiyi kontrol edecek
on kişilik tayfa ile hızla ayrılmış ve maden isyanından habersizdi. İsyan
haberleri çabuk yayılmış ve insanlar bundan güç bulup kılıcını okunu ve yayını
kapan oraya yürümüştü. Bir direniş hattı oluşmuş ve isyan haberleri Tapınağa kadar
ulaşmıştı. Gözcü olarak çıkıp gelen kahinlerden birisi olayı anlatmış ve
duyduklarının şaşkınlığını dillendirir iken şu sözleri söylemişti.
''Rahomun
onları koruyacağını ve Kuzeye tekrar bahar getireceklerini söylerlermiş.
Madenleri kapatmış ve dar geçidinden Bakren askerlerini geçirmez olmuşlar.
Hanedanlık oraya takviye yapamıyor çünkü başka yerlerde de ayaklanmalar
başlamış.'' Sözlerini herkes duymuştu. Bu sözler odada bulunan Kuwala'yı
ürkütmüştü. Bir şey söylemeden bir kaç hafta kendi normal gördüğü hayatına
devam etmişti. Okumuş ve yazmıştı. Yemiş ve uyumuştu. Ama bir sabah burnuna
gelen bir koku ile uyanmıştı. Midesini bulandıran bu koku ile yataktan Daki'yi
tepeleyip ahşap zemine kusmaya başlamıştı. Dayanılmaz bu koku onu delirtiyordu.
Çürümüş et ve kan kokusunun nereden geldiğini bilmiyordu ve midesindeki bütün
her şeyi boşaltana kadar öğürerek kusmuştu. Daki onu kendine getirmişti. Yüzünü
ıslak bezle silip onu oturtmuştu. Zemini temizlemek için kova ile su getirmiş
ve bir köşede kokudan sızlanan Kuwala'yı oturtup zemini temizlemeye başlamıştı.
''Sen
almıyor musun kokuyu? Korkunç bir çürük et ve kan kokusu...''
''Sanırım
almıyorum. ''
''Nereden
geliyor bu koku ha?'' demişti. Ayağa fırlamıştı. Kokuyu içeri taşıyan pencereyi
itekleyip açtığında Daki birden burnunu tutmuştu. Midesi bulanmış ve kusmamak
için kendini kasmıştı. Koku o kadar ağır ve yoğundu ki ne olduğunu anlayamadı
ve ayaklandı. Panjurları kapatmak için oraya koştu.
''Dışarıdan
gelen bu koku ne?'' demişti. Keşif için dışarı çıkmaya karar vermişti. Bir kaç
kişi aldı yanına. Kuwala'da bu keşfe katılacaktı. Haftalardır tapınak kapısı
açılmamıştı. En son keşif için bir kaç kahin ile köylü ayrılmıştı. Onların
dönmesine henüz vardı. Gerek duymadıkça kimse dışarı çıkmayacaktı. Tapınak her
zamankinden daha savunmasızdı. Kadınların çoğu Akela'ya gitmişti. Çocuklar,
yaşlılar ve erkekler vardı ama erkek nüfusu oldukça azdı. Kapıyı açtıklarında
korku ile geriye doğru çekilmişlerdi. Karşılarında onlarca çürümüş ceset vardı.
Nereden geldikleri belli olmayan cesetlerden gelen ağır koku ile irkilmişlerdi.
Ayezi bile hırlamış ve kokunun tiksintisi ile geriye çekilmişti. Hepsi burnunu
tutup geriye doğru çekilmişti. Kimisi ise dayanamayıp kusmuştu. Kuwala elini
ağzına basıp cesetlere doğru yürüdü. Üstlerindeki kıyafetler köylü kıyafeti
olan bu insanların parçalanmış ve çürümeye başlamış bedenlerine baktı. Tekerlek
izleri ile onları yeni taşıdıkları belliydi. İçlerinde çocuklarında olduğu
cesetlere bakmaya devam etti. Aralarından geçerken sayısı yüzden fazla cesedi buraya
kimin taşıdığını anlamıştı. Bakren Hanesi onu kışkırtmak için uğraşmıştı. Yakın
köylerden birisinde yaşanan bu katliamı buraya taşımaya erinmemişlerdi.
Tekerlek izlerinin tazeliği ile izleri izlemeye başladı. Tapınak kapısına
cesetleri taşıyan arabaların izlerine bakarken elini havaya kaldırdı. Ayezi
birden korku ile şoka girmişlerin yanından hızla geçmiş ve efendisinin yanına
gitmişti. Onu sırtına alıp hızla izleri takip etmek için koşmaya başlamıştı.
''Aklından
geçen nedir?'' Koşarken izlerin dün geceden kalma olduğunu anlamış Kuwala ile
konuşmaya çalışıyordu.
''Onların
sağ dönmesine izin verecek değilim.'' dedi. Aşağı doğru koşmaya devam ediyordu
Ayezi. Kuwala onun kürküne sıkıca tutunmuştu. Dağdan o kadar hızlı iniyordu ki.
Bir insanın bir günde kat edeceği yolu bir saatte gitmiş ve Bakren kampı ile
karşılaşmışlardı. Kampı görüyorlardı onlarca at arabası kamp çadırlarının
oradaydı. Kuwala Ayezi'nin kürkünü bırakıp indi. Yürümeye başladı.
''Ayezi
kampın arkasına dolan. Önce onlarla konuşacağım.'' dedi. Ayezi onun emrine
uymuş ama ruhani görüşünü açmıştı. Efendisinin canı tehlikeye girdiği anda
saldırmak için onun adımlarını izlemeye başlamıştı.
Kuwala
sakince kampa doğru yaklaştı. Onu fark eden muhafızlar kılıçlarını çekmişti.
Kuwala ise buz gibi bir ifade ile onlara bakıyordu. Ellerinde çektikleri
kılıçlar yanmaya başlamıştı üç askerin. Kuwala oraya adım adım yürürken
gökyüzünde kara bulutlar toplanıyordu.
''Neden
onları öldürdünüz? '' Sesi yumuşaktı onu takip eden rüzgara göre. Askerler
bağırış çağrış içinde toplanmış ve atları huzursuzluk içinde kişnerken
Kuwala'nın göz bebeği yavaş yavaş beyazladı. Esen rüzgar kılıçların ateşini bir
muma üfler gibi söndürmüştü. Kuwala için orada bulunan elli kadar askeri yok
etmek kolaydı. Ama hepsini öldürmeyecekti. Bir ikisini sağ bırakmak ve ona
mesaj veren Bakren Hanesine bir mesaj yollamak istiyordu. Kaçındığı savaşa
artık girmesi gerekiyordu. Ellerini iki yana açtığında rüzgar o kadar
şiddetlenmişti ki nefes almalarına engel oluyordu. Etrafı saran rüzgarın bulanıklığı
ile nereye kılıçlarını salladıklarını göremiyorlardı. Bir kampçı gibi onları
döven rüzgardan kaçamıyorlardı. Kolları ve bacakları kilitleniyordu. Rüzgarın
her savurduğu kampçı da bedenlerinden bir parça kopuyor gibiydi. Çığlıkları ve
bağrışları azaldıkça ölenlerin sayısı artmıştı. Bedenlerini donduran ve parça
parça eden rüzgarın etrafa savurduğu kan ve uzuvları Ayezi sakinlik içinde
izliyordu. Efendisinin rüzgarı iplere bağlı bir kukla gibi parmakları ile
kontrol edişinden gurur duymuştu. Rüzgar dindiğinde geriye on kadar adam kalmış
ve bir kaçı yaralıydı. Korku ve dehşet içinde Kuwala'ya bakıyorlardı. Çadırları
arabaları uçup parçalanmıştı. Atlardan bir çoğu bu rüzgarda telef olmuştu.
Ayezi bir atı boğazlamış ve uzun süre sonra karnını doyurmak için bu iri atı
bir kenarı çekmişti. Kuwala hayatta kalanlara bir süre baktı.
''Bakren
Hanesine içinizden üç kişi haber taşıyacak. Burada olanları tek tek anlatacak
ve Rahomun halkını korumak için harekete geçtiğini söyleyeceksiniz. Sizin yanan
ateşiniz benim soğuk rüzgarlarıma dayanmadığını, sizi param parça ettiğimi, ve
bu göreceğinizi anlatacaksınız.'' dedi ve bir adım ileri doğru gitti. Birden
keskin buz saçakları kanlı karın altından yükselip yedi kişiyi havaya
yükseltti. Bedenlerine girip onları askıda bıraktı. Şanslı olan hemen ölmüştü
ama diğerleri bedenlerindeki son damla kan akana kadar çığlıklar içinde
kıvranmıştı. Kuwala korku ile titreyen üç askere baktı. Onlara doğru adım adım
yaklaşırken göz bebekleri normale dönmeye başlamıştı. Kandan kızıla boyanmış
toprakta titreyen askerlerle arasına bir kaç adımlık mesafe koymuştu.
''Dediklerimi
anladınız mı?'' dedi. Ancak aniden Ayezi'nin kafalarını bir pençe ile koparıp
önüne iki bedeni düşürmesi ile Kuwala'da şaşırmıştı. Ayezi o kadar hızlıydı
ki... Kuwala bile onun geldiğini anlamamıştı. Üstüne doğru sıçrayan kana bakıp
kaldı. İki beden başsız halde yere düşerken Ayezi sağ kalanı kokladı.
''Birisi
yeter. Onları yaşatırsan merhamet ettiğini düşünecekler.'' dedi. Kuwala konuşan
Ayezi'ye bakıp kaldı. Başını sallayıp yüzüne sıçrayan kanı elinin tersi ile
sildi.
''Gidip
hanene anlat olanları. Peşinize düşeceğimi ve artık saklanmayacağımızı söyle!''
dedi. Adam korku ile koşmaya başladı. O kadar hızlı koşuyordu ki... Aldığı
yaraları umursamıyordu. Ayakları dolanıyor ama düşmemek için daha da hızlanmaya
çalışıyordu. Ayezi adım adım uzaklaşıp az önce boğazladığı iri atı yemeye
koyuldu. Kuwala ise onun karnını doyurmasını beklerken cesetlerin arasında
dolandı. Yükselen diken diken buzlar üstünde hala can çekişenler vardı. Kuwala
onları görmek için buzları aşağıya doğru çekti tekrardan. Bir parmak hareketi
yetmişti bir saat boyunca uğraşılıp kırılarak yok edilecek buzları yok etmesi.
Bir adam hayattaydı. Kuwala ona yalvaran adamın başında dikiliyordu. Krem rengi
cübbesine ve beyaz kaftanına sıçramış kanın yanı sıra yüzünde ve saçında da
lekeler vardı. Eğilip yalvaran adama baktı.
''Ayezi
ona merhamet göstermeli miyim?'' dedi. Ayezi başını kaldırıp ona bakmıştı.
''Merhamet
mi? Onun gözlerine bak ve kaç kişinin ona yalvardığını gör!'' Kuwala bunu
duyunca eğilip adamın gözlerine baktı. Kulağına çocuk ve kadınların sesleri
geliyordu. Ona yalvaranların sesleri ve çığlıklarını duyuyordu.
''Sen
kimseye merhamet etmemişsin!'' dedi. Ayağa kalktı. Adamda onun ardından
havalanmıştı. Kolları ve bacaklarına adeta birileri asılır gibi onu geriyordu.
Ruhların ince kahkahaları vardı etrafta. Ayezi bile buna şaşkınlıkla bakıp
kalmıştı. Öldürdüğü kişilerin ruhları adamın bedenini kollarından bacaklarından
çekiştirmeye başlamıştı. Etini parçalıyordu.
''Nasıl
yaptın bunu?'' Ayezi şaşkınlıkla avını bırakıp oraya doğru yürümüştü. Kuwala
ise gülümsedi.
''Buradaydılar
zaten hep. Rüzgarın içinde, buzun içindeydiler. Şimdide onu parçalamak
istediler. Sen duymadın mı?'' demişti. Ayezi korku ile kahkahalara bakıyor ve
çığlıklar atıp durmaları için yalvaran askere bakıyordu.
''Kuzey'in
yasaları bu değil mi? Öldürürsen ölürsün, çalarsan ölürsün, kaçarsan ölürsün,
savaşırsa ölürsün, savaşmazsan da ölürsün, yaşamak istersen de ölürsün...''
Kuwala sakince konuşuyordu. Ayezi'nin yüzüne elini koyup gülümsedi.
''Onlar
bana Londaga diye seslendi. Sabaha karşı ruhları bedenlerini takip edip beni
buldu. Onlara yaşarken yardım edemedim. İzin verelim öfkeleri dinsin. Sonra
onları ruhların diyarına göndereceğim. Eğer öfkeli giderlerse bunun yükünü
taşıyamayız sevgili dostum.'' dedi. Ayezi başını eğmişti. Geri kendi yemeğine
döndü. Ruhlar saatlerce orada bedenleri parçalamış ve hava kararmaya yakın
tepeden ışıklar gözükmeye başlamıştı. Kuwala oturduğu yerde etrafı kana bulayan
ruhları izliyordu. Gelen ışıkları görünce ayaklandı.
''Zamanı
geldi!'' dedi. Rüzgarın uğultusu ona cevap vermişti. Kuwala bir ayağını öne
doğru attı. El yazmasında yazanları hatırladı ve ruhları göndermek için yapması
gerektiğini hatırladı. Beyaz bir ışık ayaklarının ucundan yükseldi. Kan kaplı
alanı çevrelerken beliren ruhlar ölü bedenlerin simalarını taşıyordu. Hepsinin
yüzünde sakin bir gülümseme vardı. Dizleri üzerine çöküp minnetlerini yere
kapanarak sunmuşlar ve ışık onları kuşattıkça parça parça ateş böceklerinin
ışıkları gibi birbirlerinden ayrılıp gökyüzüne doğru çıkmaya başlamışlardı.
Yanan bir kağıdın rüzgara kapılması gibi yükseldikçe sönmeye başlamışlardı.
Ayezi oturduğu yerde yalanıyordu. Ruhları kusursuzca yolcu eden Kuwala'nın huzurunu
görmüştü.
''Londaga
gibi onlara yol gösteriyorsun.''
''Elimden
gelen keşke onları gökyüzüne göndermek olmasaydı. Daha erken farkına varsaydım
onları ölümden alı koyardım.''
''Yeni bir
gün de yeni cesetler olacak.....''
''Doğru
söylüyorsun Ayezi. Artık savaştan kaçamayız. Bir kapının ardına sığınıp
herkesin ölmesini bekleyemeyiz.'' dedi. Sohbetlerini ona doğru telaş içinde
gelen Daki kesmişti. Fenerler etrafı aydınlatırken lime lime olmuş cesetler ve
kızıl bir göle benzeyen kamp alanına baktı kaldı. Kuwala'nın yaralı olup
olmadığını anlamak için onu baştan aşağıya süzdü. Ardında sıkıca sarıldı.
''Birden
çekip gitmemeliydin. Neler oldu?''
''Sadece
ruhların huzursuzluğunu dindirdim.''
''Işıklar
onlar mıydı?''
''Evet!''
dedi Kuwala. Daki'nin beline kollarını dolayıp başını omzuna gömdü.
''Savaşmaktan daha fazla kaçamayacağız. Bu gün bunu gördüm.'' dedi. Gelenler
cesetlere bakıp kalmıştı. Tanınmayacak kadar ufak parçalara ayrılmıştı hepsi.
Karı eriten kanın oluşturduğu yumuşaklığa basmıyorlardı.
''Bunu konuşacağız.
Tapınağa dönmeliyiz.'' dedi. Kuwala başını iki yana salladı.
''Dönemeyiz!''
dedi. Daki ona bakıp kalmıştı.
''Neden?''
''Geri
dönsek bile orada kalamayız. Artık savaşmamız gerek!'' dedi. Daki bunu
duymaktan hep korkmuştu. Cevap vermedi ve onu bıraktı.
''Geri
dönünce konuşalım.'' dedi. Kuwala onu kolundan yakaladı. Yüzünde bir gülümseme
vardı.
''Daki...
Bırak bu sefer sana güzel bir dünya sunayım. Sen bana hiç görmediğim şeyler
gösterdin. Sıra bende!'' dedi. Elini havaya kaldırdığında Ayezi belirmişti.
Dibinde. Daki öylece bakıp kalmıştı.
''Zincirlerimizi
kırdık ama burada tekrar kendimizi zincirliyoruz. Bu topraklar bizim ve
istediğimiz yerde olabiliriz.'' dedi. Yere oturan Ayezi'nin sırtına atlamıştı.
Daki'ye elini uzattı.
Daki ona
bakıp kalmıştı. Doğru söylüyordu. Burada kendilerini zincirlere vurmalarına
gerek var mıydı? Kuwala'nın elini sıkıca tutup Ayezi'nin yumuşak kürkünde
bulmuştu kendini. Tieden dahil hepsi onlara bakıp kalmıştı. Kaçıyorlardı...
Tapınağa uğrayacaklardı. Orada onlara ait olan ne varsa alacaklardı. Son defa
tapınağa gidecek ve bir daha buraya yollarının düşeceğini sanmıyorlardı.
''Seninle
beraber kendi savaşımızı vereceğiz.'' dedi Kuwala. Daki ona sarılmıştı.
Kuwala'nın kalbinin sesini duyuyordu. Ayezi o kadar hızlıydı ki... Tapınağa
varmışlardı kısa sürede.
''Kuzey'in
bir kuralı vardır. Ölümden kaçılmaz ama ölene kadar iyi yaşamak gerekir.
Doymak, korumak, mutlu olmak ve huzuru bulmak iyi yaşamaktır. Bizde iyi
yaşayalım ve hantal kahinler gibi buraya kendimizi zincirlemeyelim.''
Daki
eşyaları heybeye doldururken duraksamıştı. Kuwala elindeki Tieden tarafından
verilmiş kılıcı ona doğru uzatmıştı. Gülümsüyordu. ''Bizim tek zincirimiz o
güzel mor ip olsun!'' demişti. Daki onun uzattığı kılıca bir süre baktı. Bir hediye
olarak verdiği kılıcı başını eğerek kabul etti. Ardından kılıcı cübbesini saran
kemere taktı. Ellerini beline koyup çocuksu bir gülümseme ile karşısında onu
izleyen Kuwala'ya gösterdi kendini. ''Taşıyabiliyor muyum?'' demişti. Kuwala
onu yanağından öperek onaylamış ve kendine ait olduğuna inandığı bir iki
eşyasını toplamıştı. Verilen hediyeler, Kör Kahin'in sandığından zorla
aldığı El yazması ve iki parça kıyafet. Tieden ve diğerleri varmadan tapınaktan
sessizce çıkacaklardı. Ayezi'yi aldılar yanlarına. Ayezi, Fohora ile vedalaşır
gibi koklaşmış ve alnını daha genç olan kurdun alnına dayayıp uzaklaşmıştı
efendisinin peşinden. Tek bir at ve bir kurt ile yola çıkmışlardı. Onların
ayrıldığını kapıya bırakılan cesetlerin başında nöbet tutan bir kaç köylü
görmüştü. İkisi sessizce ayrılıyordu. Atın üstünde yükü vardı. Daki atın
yularını tutmuştu. Kuwala ise onun hemen yanında yürüyordu. Ayezi daha önde
bağımsızca gidiyordu. Tapınağın arkasına doğru giden bir başka patikadan Tieden
ve diğerleri gelmeden uzaklaşmayı seçmişlerdi. Yolculuklarının nereye olacağını
onlarda bilmiyordu. Sadece artık bir yere saplanıp kalmak doğru gelmiyordu.
Kuzey'in yanında artık Akela vardı ve yakında Unglarda onlara destek verecekti.
Tieden gibi Rahom soyundan olan bir adamın üstüne bütün sorumluluğu yıkıp
kaçmayı tercih etmişti Kuwala. Oturup orada krallar gibi kararlar vermek ona
göre değildi.
''Ne
yapacağız?'' İki hafta olmuştu onlar tapınağı terk edeli. Tieden peşlerine
düşmek istemiş ama Sohow onların yazıldığı gibi yaptıklarını söyleyince olayın
peşini bırakmıştı. Kuzey'e doğru gidiyorlardı ve yavaş yavaş Kristal Saray
karşılarında gözükecekti. Daki kurdukları kamp alanında avladığı tavşanın
derisini yüzmüş ve etini pişirmeye başlamıştı. Oturmuş el yazmasını okuyan
Kuwala'ya gözlerini dikip konuşmuştu. Tekrar sordu. ''Ne yapmayı
planlıyorsun?'' dedi. Kuwala kitaptan gözlerini bir kaç saniye ayırdı.
''Burada
yazan mühürlere bakıyorum. Ve efsunlara... Haritaya göre önümüzde bir köy
olacak. Orada mola veririz.'' Daki ateşi dürtükledi.
''Köyler
ve kasabalardan uzak dursak daha iyi olmaz mı?'' Kuwala ona bakıp kitabı
kapatıp cübbesinin derin cebine attı.
''Korkmamıza
gerek yok artık Daki! Sen güçlüsün ve bende güçleniyorum. Oralara gidip
insanlara yardım edebiliriz. Bakren zulmünden onları kurtarıp...''
''Onları
kurtardığımızda sonuna kadar güvenliklerini sağlayabilir miyiz? Geçenlerde
nehrin orada konuşulanları sen duydun.'' demişti. Bir kaç gün önce bir nehrin
kenarında mola vermişlerdi. Ayezi avlanmaya gideceğini söyleyip kaybolmuştu.
Kuwala ise yürümekten ayakları ağrıyan Daki dinlenirken nehir kenarında bir kaç
soğuk su somonu bulmayı umup oraya paçalarını sıyırıp inmişti. insanlar suyun
ısındığını ve havaların ısınmaya başladığını düşünüyordu. Bu yüzden bir kaç
köylüde avlanmaya gelmişti. Eskisine göre fırtınalar daha seyrek olmaya
başlamıştı. Kar ise yağmaz olmuştu adeta. Nehir suyu hala çok soğuktu ama
Kuwala aldırış etmeden eteklerini ve paçalarını sıyırmış elindeki ufak hançerle
suyun içinde iki balık yakalamayı umuyordu. Başını Daki'nin daha kampa girmeden
ona verdiği atkı ile sarmıştı. Gelen köylüleri fark edince tedirgin olmuştu.
Köylüler onu tanıyamamış ve selam verip ağlarını kurmaya başlamışken sohbet
ediyorlardı.
''Madenlerde
başlayan isyan yüzünden bizimde tepemize bindiler iyice.''
''Öyle ama
yakında isyanın ateşi buraya da sıçrar. Yiyecek ekmeğimiz kalmadı. Bakren
askerleri geçen ambarları boşaltıp gitti. Havalar iyiye doğru gitmezse açlıktan
birbirimizi yiyeceğiz.''
''Madenlerden
gümüş çıkmazsa Seronlar bize arpa göndermez. Bu insanlar aptal olmalı. Yüzünü
bile bilmedikleri bir Rahom için ayaklandılar. Saçmalık bu!'' dört beş adam
aralarında taraflara ayrılmıştı. Kimi isyanı haklı buluyor kimi ise bunu haksız
ve boşa uğraş olarak görüyordu.
''Rahomun
Kuzey'i kurtaracağını düşünüyorlar. Duyduğuma göre bir köyü yakıp yıkmış ve
ölülerini Rahoma göndermişler. Korkudan tapınağından çıkamıyor diyorlar. Kimi
ise korkudan kalbi durdu öldü diyor.'' demişti bir adam. Kuwala hançerini
sapladığı balık elinde öylece kalmıştı. İnsanlarla hiç bu kadar yakın temasta
bulunmamıştı. Köylüler ne çok şeyi yanlış biliyordu diye düşündü. Adamlar
onlara bakan Kuwala'ya döndü.
''Haksız
mıyım efendi?'' demişti az önce konuşan adam. Kuwala ne diyeceğini bilemedi.
Sohbeti nehir kenarında dinleyen Daki doğrulmuştu.
''Haksızsın
tabi efendi. Madenlerde isyan çıkmasa, insanlar savaşmasa Bakren sizin
yemeğinizi almaya devam edecek ve sizde bizim gibi iki göçebe ile nehirde balık
avlamaya çalışmaya devam edeceksiniz. Rahom'un öldüğü yalan.'' demişti.
Adamlara onu süzdü. Kuzeyli olmadığı hemen belli oluyordu. Bir süre bakındılar.
Kılıcına kıyafetine baktılar ama nereli olduğunu belli eden ip ucu bulamadılar.
''Sen
nerelisin efendi de bu kadar Rahomu savunuyorsun?'' demişti. Daki bir süre ona
baktı ardından güldü.
''Mallarımı
çalan olmasaydı oldukça zengin bir güneyli tüccardım.''
''Tüccar
ha! Ne satıyordun ki burada? İnsanlar burada bir kese arpa için birbirini
boğazlarken...'' Daki kaşlarını gevşetip gülümsetti.
''Sizin
gibi adamlara umut!'' dediğinde adamlarda gülümsemiş ve kahkahalar ile
gülmüşlerdi. Kuwala onların neye güldüğünü anlayamadı ama cübbesinin eteğine
bir sürü balık toplamıştı. Adamları ateşlerinin başına davet ettiler. Onların
içkisi ile kendi balıklarını değiştirmek istediler ama adamlar ateş başında
biraz ısınmak isterken muhabbete daldılar. Daki onlardan bilgi almıştı fazlası
ile. Madenler de isyan korkunç bir boyuta gelmiş ve Bakren müdahale edemez
konuma gelmişti. Kendilerine Kuzey Muhafızları diyen savaşçıların Madenleri
koruduğunu ve efsun yaptığını duymuştu. Kuwala onların sadece sohbetini
dinlemişti. Daki kendini kadın satıcısı olarak tanıtınca adamlar gevşemiş ve
onunla sohbete durup karınlarını doyurmuşlardı.
''Anlayacağınız
efendi, biz isyan etsek ne olacak. Bizi koruyacak muhafızlar yok! Rahom gelse bile
sonra gidecek ve Bakren yine başımıza üşüşecek. Tek başına ne kadar iyi
savaşabilir ki... Sonuçta insan o da! Eti kemiği var. Efsuncuların nefesi ne
kadar kuvvetli olursa olsun büyüsü çok sürmüyor.'' demişti. Kuwala onları kaşları
çatık dinliyordu.
O günden
sonra bir daha kimse ile karşılaşmamışlardı. Kuwala o gün konuşulanları
hatırladı ve Daki'nin uzattığı pişmiş etin but kısmını aldı.
''Eğer
Bakren soyunu Madenlere doğru sürmeye başlarsak orada sıkışırlar. Biz Güneyden
onlar Kuzeyden gelir ve sıkışırlar. Tek başıma yapamayacağımı söylediler ama
eskisi gibi kontrolsüz değilim.'' dedi. Daki onun alınganlık yaptığını
düşünüyordu. Yemeğine odaklandı.
''Eğer
oraya gittiğimizde insanlara savaşa bileceğimi gösterirsem...''
''İnsanlar
savaşmak istemez Kuwala. Herkes Beyaz Kurt Köyündeki gibi değil. Bir çoğu
kaçmak ve korunmak istiyor. Senin onlara sonsuza dek bekçilik yapmanı
istiyorlar. O bencillere bekçilik yapmak zorunda değilsin. O gün bizimle
konuşan adamlar gibi sana inanmayan ve seni tanımadan hakkında konuşanları
korumak için enerjini tüketmeni istemiyorum.'' dedi. Kuwala onun demek
istediklerini anlıyordu. Daki savaşın ne demek olduğunu görmüştü ve neleri
kaybettiğini hiç anlatmamıştı. Kuwala onun yanına doğru kaydı. Sırtını
kamburlaştırmış kırılmış ağaç gövdesinde oturan Daki'nin yüzüne baktı.
''Sinirlendin
mi?''
''Evet!
Seni düşünmeyen insanları düşünmen ve bunun için canını sıkma beni sinirli bir
adam haline getiriyor.''
''hım...''
''Hım...
Ne? Bir şey söyleyeceksin ama niye sadece böyle bir ses çıkarıyorsun ki? Garip
huylar ediniyorsun!'' Daki bunu söyleyince Kuwala gülümsemişti.
''Daki sen
cidden beni çok seviyorsun! Benim seni sevdiğimden çok hem de! Bu yüzden benim
yerime bile sinirleniyorsun! Bazen seni sevdiğimi söylemek istiyorum ama yeri
şu an değilmiş gibi geliyor!'' Daki bunu duyunca birden gülümsemişti.
''Ne
düşünüyorsan bana söylemelisin. Seni seviyorum ve önemsiyorum. Bunu her
düşündüğümde sana nasıl söylüyorsam sende söylemelisin. Nerede olduğumuz önemli
değil!'' demişti. Kuwala onun yersiz sinirini dindirmeyi böyle anlık konuları
değiştirerek bastırmayı öğrenmişti. Yemeklerinin geri kalanı boyunca neşeli
sohbetler etmişler ve ilk nöbeti Kuwala almıştı. Gecenin karanlığını aydınlatan
ateşin yanında kıvrılmış nehri kenarından bu yana ilk defa uyuyabilen Daki'yi
izlemeye dalmıştı. Onun endişeleri ve korkularını hissediyor ve bu yüzden
tartışmaları hep kısa tutuyordu. Daki'nin ona duyduğu sevgiyi hissetmek
yaşadığını hissetmek gibiydi.
''Seni
seviyorum!'' demişti. Düşündüğü anda fısıldamıştı. Daki birden gözlerini aralayıp
gülümsedi. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Uyuduğunu düşünüyordu.
''Ayezi
döndü. Gel yanıma yat!'' dedi. Daki şiltede kenarı doğru kaymıştı. Ayezi ise
ağzında bir yaban domuzu ile geliyordu. Ateşe yaklaştı ve domuzu kenarı doğru bıraktı.
Onu kendisi için avlamıştı. Kuwala yanına gelen Ayezi'nin başını okşayıp
Daki'nin şiltede açtığı yere doğru yürüdü. Sığındıkları orman içindeki oyukta
güzelce bir uyku çektiler. Ayezi gece boyunca onları korumuş ve yemeğinin
tadını çıkarmıştı. Domuzun bir kısmını yemek isterse diye efendisi ve onun
sevgilisi Efendi Daki için ayırmayı düşünmüş ama guruldayan midesi daha fazlası
için onu kandırdığında sabah bir kar tavşanını boğazlayıp onlara getirmek
zorunda hissetmişti kendini. Oyuktan ayrılmadan önce Daki'nin uykusunun derinliğini
ölçtü. Bir yere kilitlenmiş gibi baktığında Daki yattığı yerden doğrulmuştu.
Ayezi onun uyandığını görünce kalkıp gitti.
Tekrar
yola koyuldular ve Daki istemese de köyden geçmeleri gerektiğini fark etmişti.
Girdikleri ormanın patikasının sonunda köy vardı. Kuwala oraya gitme konusunda
çekimser olan Daki'yi elindeki el yazmasını okuyarak takip ediyordu. Gün
kararırken köye varmışlar ve bu köyde kalacakları tek handa bir oda
tutmuşlardı. Paraları olmadığı için kürklerden birisini vermek zorunda kalmışlardı.
Handan sorumlu olan orta yaşlı adam ve ailesi çok misafirleri olmasına alışık
değildi. Bu yüzden kürkü kabul etmede çekimser kalmış ve iki kürk karşılığında
anlaşmaya varabilmişlerdi.. Kılıcı olan bu adamın ve yanında başını bir atkı
ile sarmış yoldaşının tehlikeli olabileceğinden çekiniyordu. Kuzeylilere
benzemeyen adam ve fazlası ile yüzü ile dikkat çeken ikiliye bir oda vermişti.
Orada bir kaç gün kadar kalmayı planlamış ve tahmin ettikleri gibi onları
sorgulayanlar yoktu. Bir kaç gün sakin geçmişti. Odalarında oluyorlardı. Bir
ara ormana gitmişlerdi. Kuwala orada Ayezi ile görüşüp neler gördüğünü sormuştu
etrafı kolaçan eden Ayezi ona gördüğü Bakren kışlasını ve köyün bağlı olduğu
kasabayı anlatmıştı. Daki ise beş tane kar tavşanı avlamıştı. Geri döndüklerinde
hancının karısına üçünü vermiş ve karşılığında onlara yemek hazırlamasını
istemişti. Kadın için bulunmayacak fırsattı. Ailesininde boğazından et
geçecekti. O akşam yemeğinden sonra hancı ve ailesi onlarla kaynaşma fırsatı
bulmuş ve Daki daha önce söylediği yalanı sürdürmüştü. Kadın satıcısı olduğunu
ve malları olan kadınların kaçırıldığını anlatmış ve arkadaşı olan Kuzey'li ile
başkente gittiklerini anlatmıştı. Hancı endişeliydi.
''Başkentte
sürekli bir kaos var diyorlar. Bakeren muhafızları konuşurken duydum. Akela
sürekli oraya saldırıp duruyormuş. Orada güvende olur musunuz?'' demişti. Daki
gitmeyecekleri bir yerin endişesi içinde değildi. Oraya giden yol üstünde
oldukları için bu yalanı söylemişti.
''Bakrenli
tanıdığım tüccarlar ile görüşüp geri dönüş için bir şeyler ayarlamaya
çalışacağım.'' dedi. Hancı onu baştan aşağıya süzdü.
''Deniz
yolunu Ung askerleri ve donanması tutmuş diyorlar. Akela'da batıya giden yolu
kapatmış. Nasıl çıkacaksınız buradan? Kuzeyde kalan Madenlerde zaten kaos var. Binlerce
insanı madenlerde öldürüyorlarmış her gün!'' dedi. Kuwala gülümseyerek adama
baktı.
''Madenlerde
çıkan isyanda yer alan Kuzey Muhafızlarının hikayesi nedir?'' dedi. Adam durdu.
Elini masaya koydu. ''Efendiler anlatacağım ama bunu başka bir yerde konuşmayın.''
Yakında buraya vergi için kasabanın valisi ve Bakren muhafızları gelecekti.
İnsanlar bu yüzden tedirgin ve tetikteydi. Savaşta ciddi yaralar alan Bakren
muhafızları kendilerine saray yardım etmeyince vilayetlerden ve köylerden vergi
almaya başlamıştı.
''Kuzey
Muhafızları bir anda ortaya çıkmış. Nereden geldikleri ne zaman birlik
oldukları pek bilinmiyor ara ara bazı köylere gelip Bakrenleri katlettiğini
duyardık. Ama son olarak bu Maden İsyanında onların ne kadar güçlü olduğunu
duyuyoruz. Her gün onlarca Bakren muhafızının kafasını mızrağa geçiriyorlarmış.
Onlarla tek başlarına savaşabilecek kadar güçlü efsunları varmış. Kimisi
Rahomunda orada savaştığını söylüyor. Ama ben inanmıyorum. O savaşıyor ama
orada değil... Rahom başka yerde ve bence...'' Birden susmuş ve saçlarını açmış
olan Kuwala'ya bakıp kalmıştı. Bembeyaz toplanmış saçları ile karşılarında
oturan Rahom'a bakıp kalmıştı. Bir o değil handa bulunan diğer herkeste öylece
kalmıştı.
''Kuzeyi
anlamayanların yönettiği bu toprakları özgür bırakmak için Ung Prensi Kara Kurt
Daki ile çıktığım bu yolculukta sizin gibi bana inanan adamlardan kimliğimi
saklamayacağım.'' demişti. Etrafı saran derin sessizlikte nefes sesleri
kesikleşiyordu.
''Efendim!''
demişti hancı. Onların inandığı Rahom değildi. Bir kurtarıcıydı ve o karşısında
oturuyordu.
''Savaşıp
kazanmak önemli değil. Savaşırken ölülerin sayısı az olmalı. Yoksa kaybetmeye
devam edeceğiz. Merak etme! Savaşıyorum. Savaşmaya devam edeceğim. Benden,
sizden alınanları geri alacağız.'' demişti. Daki suskundu. Kuwala'nın özgür
iradesini kullanmasına izin veriyordu. Onu korumak için elinden geleni
yapacaktı. Eninde sonunda bu savaşa dahil olacaktı ve buna engel olamazdı
artık.
''Sizin varlığınız
bizi kurtaracak. Rahom olarak bizi kurtaracaksınız.'' demişti. Kuwala
gülümsedi. Hancının genç oğlu ve küçük iki kızına baktı.
''Onlar
geldiğinde son gelişleri olacak. Bir daha buradan size ait olanları alıp sizi
aç bırakmayacak.'' dediğinde başka masalardan kalkıp onun etrafına doluşmuşlardı.
''Kurtaracak
mısınız biz?''
''Açlığımıza
son verecek misiniz?''
''Oğullarımızı
alıp götürmelerine izin vermeyecek misiniz?'' diyorlardı. Kuwala onları dinledi
ve başını salladı.
''Kurtaracağım
ama bunu beraber yapacağız. Lütfen şimdi gidin ve yarın savaşmak isteyenleri
meydana çağırın. Sabah ışıklarında onlarla konuşmak istiyorum. Bu savaş bizim
savaşımız. Atalarımın yaptığı hataları ve onların ardından gelen bu karanlığı
aydınlatmak için ben kendimi yakacağım. Ama sizlerde, sizlerde benimle yanmazsanız
ve arzu etmezseniz bu aydınlık yeterli olmayacak.'' demiş ve onları
göndermişti. Daki suskunca içkisini içiyordu. Kuwala hancının getirdiği ona
sunduğu en özel içki dediği kesik tadı ile boğazını yakan şarap elinde yanında
oturan Daki'ye doğru döndü.
''Eğer
sayıları çok olur ve savaşmak isterlerse haksız olacaksın! O zaman bana kızmaya
devam edecek misin? Yoksa...'' Daki ona göz ucuyla bakmıştı. Hancının karısı
çocukları yatırıp masaya geri dönmüştü. Sohbetlerini bölmemek için sessizce
kocasının yanına oturmuştu.
''Kızgın
değilim. Seni bu savaşa sürüklediğim için kendime lanet okuyorum!'' dedi Daki
sakince. Elini alnına dayadı. ''Aleon bana seni tapınağa getirerek her şeyi
mahvettiğimi söylemişti. Seni sen olmaktan çıkardığımı söylemişti.''
''Onu haklı
mı buluyorsun? Eğer öyleyse...''
''Aleon'u
haklı bulacak kadar sarhoş değilim bu gün! Senin hep olduğun kişi olduğunu hala
görüyorum. Kim olduğunu umursamadan hala onlara yardım etmeye çabalıyorsun. Orada
bizi tanımadan kapını açıp Cohin'in başında saatlerce onu iyileştirmek için
beklediğinde neysen şimdi hala o kişisin.'' Daki gülümsemişti. İçkinin yüzünde
yarattığı buruşuk ifadeyi silip gülümsedi.
''Meydana
kimse gelemese bile senin arkanda sen düşme diye durmaya devam edeceğim. Eğer
bir gün düşersen beraber düşeceğiz.'' elini uzatıp Kuwala'nın kurdele ile
toplanmış saçlarını sertçe karıştırır gibi okşadı.
''Ah benim
zavallı Beyaz Gelinciğim. Hiç dönüp bana baktın mı? Seni nasıl terk edip
gideyim ben... Sana, senin bana ihtiyacın olduğundan daha fazla ihtiyacım
varken hemde!'' demişti. Kuwala ona bakıp gülümsedi. Ne diyeceğini bilmiyordu.
Parmaklarıyla oynama alışkanlığı yüzünden elleri ile yine oynamaya başlamıştı.
''Yarın o
meydanda kimse olmazsa ben olacağım. Sen endişelenme.'' dedi Daki. Kuwala onu böylesine
destekleyen ve aldığı kararları onaylayan Daki'ye nasıl teşekkür edeceğini
bilmiyordu.
Ertesi gün
güneş doğdu ve meydanda beliren insanlar güneşin doğduğunda meydan bomboştu.
Bir kişi bile yoktu ve kapılar kilitliydi. Kuwala boş meydana bakıp kaldı. Ne
diyeceğini bilemeden öylece bakıyordu hancı ve ailesi de yoktu. Öylece boş
meydana bakıp kaldı. Umutsuzluk denilen hissi ilk defa bu kadar derinden
hissediyordu. Arkasında dikilen Daki'ye döndü. Gözleri hafifçe nemlenmişti.
Gülümsedi. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. Daki ona hiç bir şey demedi. Sadece
Kuwala'nın gerçekle yüzleşmesinin verdiği acıya ortak olabilmek için ona doğru
yaklaşıp elini omzuna koymuştu. Onun yanında olduğunu göstereceği gün ise vergi
için Bakrenlilerin geldiği gün olacaktı. Bekledi. Sabır içinde ne yapacağını
düşünen Kuwala'nın yanında suskunluk içinde bekledi. bir öğlen vakti ormandan
döndüklerinde halkın malları ile meydana doğru gittiğini gördü. Eli belindeki
kılıcın kabzasına gitti. Son kalan yiyeceklerini veren gönülsüzleri yavaş yavaş
aştı. Kuwala onu takip ederken sessizdi. Daki ona beklemesini işaret edip önde
açılan boşluğa girdi.
''Kimsin
sen?'' diye başını kaldıran asker birden korkudan oturduğu yerden fırlamış ve
kayıt için kullandığı divit elinden düşmüştü. Daki gülümserken gözlerinde
şeytani bir ifade belirmişti.
''İyi
dinle Kuwala! Bazen umudu yeşertmek için ışık gerekir. Bu ışık içinde kendini
yakman gerekir.'' dedi. Asker kılıcını çekmişti. Ve bağırmıştı. ''Kara Kurt
Daki burada!'' diye bağırdığında Daki çoktan belindeki Rahom soyunun kılıcını
çekip avucunda tutup hızla çektiğinde insanlar geriye doğru kaçmıştı. Kılıcı
saran yeşil ateş normalden daha şiddetliydi. Kuwala öylece bakıyordu. Elinde
avladıkları tavşanların bacaklarından birbirine bağladığı ve halatın ucu vardı.
İfadesizce izlerken yeşil ateşin üstünde titrediği kılıç bir kaç saniye içinde
birden Bakren muhafızı üniforması giyen adamın başını omuzlarından ayırmıştı.
Oraya doğru gelen muhafızlardan sadece ikisi kılıcında ateşi var edebilecek
yetenekli olanlardandı. Diğerleri ise sadece sıradan birer askerdi. Daki onlara
doğru döndü.
''Rahom
halkını korumak istediğinde ona hizmet eden herkes Kuzey'in tanrıları
tarafından kutsanır. Kuzey yasaları yazılı olmasa da kulaktan kulağa böyle
fısıldanır. '' demiş ve kanlı bir kapışma sonrasında ardında on beş kadar
cesetle kalabalığın geriye çekildiği yere dönmüştü. Kuwala öylece dikiliyordu.
''Göster
onlara kim olduğunu! Göster ki bende kime hizmet ettiğim konusunda yalancı
çıkmayayım. Sonuna kadar bu savaşta yanında yer alacağım. Kimse senin verdiğin
mücadelede yanında olmasa bile ben olacağım. Bir mor ipin bağlılığı binlerce
zincirden daha güçlü. Bu adamlar özgürlükten korkuyor ama biz onlara özgürlüğü
vermekten korkmuyoruz.'' dedi. Alevler saçan kılıcını yarım daire şeklinde
meydanın bir köşesine toplanmış olanlara çevirdi.
''Onlar
çocuklarının açlıktan ölmesini bekleyip onları yemeyi düşünebilir ama ben her
çocuğun bu topraklarda seninle baharı göreceğine inandım. Onlar korkup
kapılarına zincir vurabilir ama ben ve benim gibiler seninle beraber zincirleri
kıracak!'' İnsanlar öylece kalmıştı. Daki ise kılıcının ateşini bir savuruşta
söndürmüştü.
''Onların
zincirlerini kırdım. Şimdi onlar özgür olmak istiyorsa senin önünde diz çöküp
bağlılıklarını gösterecekler. '' demişti. Kuwala öylece kalmıştı. Eli başını
saran atkıya gitti. Çekip aldığında beyaz saçları aydınlık gün ışığında kendini
göstermişti. Esen rüzgar kurdeleden kurtulan saç demetlerini savurmuştu. İnsanlar
sessizce ona bakıyordu. Bir adam çıktı ileri doğru. Taşıdığı kafesteki iki
tavuğunu geride bırakıp topallayarak öne doğru çıktı.
''Darta
seni kutsasın Londaga! Bizi sen kutsa!'' demiş ve diz çökmüştü aksayan ayağına
rağmen. Bir sürünün ilerlemesi için birilerinin ileri doğru adım atması
gerekirdi. Daki yirmi beş senelik hayatında bunu öğrenmişti. Bir kral daima
halkını ileri doğru götürmek istiyorsa tek başına ilk adımı atıp onlara
ilerleyeceği izler bırakmalıydı. Bu gün bunu Kuwala'ya öğretiyordu. Köy halkını
dizleri üstüne çöktürerek. Orada Kuwala'ya daima onun için yol açacağını
göstermişti. Ve bu yol açılmaya başladığında binlerce insan onların arkasından
gelecekti.
O gün o
meydanda ona bağlılık yemininde bulunanlar kasabayı örgütlemiş ve bir kaç hafta
sonra Bakren Hanedanlığının haberci kuşlarının girdiği Kristal Saray
penceresinden bir kuzgun girmişti. Kuşun ayağına bağlı mesajı okuyan adam
panikle koşmuştu. Kralının huzuruna çıktığında bir kolu kesik ve dilini yutmuş
gibi haftalardır sessiz Melez Piç ile lordunu bulmuştu orada. Lordu sinirle
tepiniyordu adeta. Adam elindeki kağıdı titreyerek uzattı. Kralın yanındaki
muhafızı kağıdı açtı ve okumaya başladı.
''Güneyde
kurulu merkezi ikinci kışladan gelecek son haberdir bu okuduğunuz. Haber size
ulaştığında artık Kasaba ve kışla tamamen Kuzey halkının eline geçmiş durumda
demektir. Yaşayan hiç bir askeriniz ve kara kurdunuz kalmadı ikinci kışladı.
Burası artık Gerçek kuzeylilerin toprağıdır. Göndereceğiniz her asker acı dolu
bir ölümle yüzleşecektir. Daha fazla ölüm istenmiyor burada. İkinci bölgede
daha fazla istenmiyorsunuz. Kralınız ve kurtları istenmiyor. Bu uyarılarıma
uyulmaz ise Kristal Saray doğru bir yürüyüş gerçekleştireceğim. Üstünde Bakren
Hanesine ait bir arma olan her şeyi yıkıp yakıp yok edeceğim. Tehdit olarak
algılamanızı umuyorum. Rahom Kuwala Akanov.'' Muhafız bunu okuduğunda lort
birden donuk bir ifade ile bakmıştı. Melez Piç ise haftalar sonra birden bir
kahkaha atmıştı. Öyle histerik ve şiddetli kahkaha atmıştı ki Lordu birden
elindeki sert metal eldiven ile onun suratına sert bir tokat indirmişti.
''Neye
gülüyorsun seni aşağalık piç!''
''Sana...
Korkularımı anladığında yüzünün aldığı hale!'' dedi. O kadar düzgün konuşuyordu
ki... Lort şaşkınlıkla ona bakmıştı. Melez Piç ise ayağa kalkıp parçalanmış
suratına elini koydu. Kurumuş dudaklarını yaladı.
''Benden
kolumu alan kurdu gördüğümde aklımı kaçırdığımı sandım ama aklım yeni başıma
geliyor. Byega dönmeyecek ve buraya asla gelip seni kurtaramayacak. Hepimiz bu
sarayın içinde yanarak öleceğiz.'' dedi ve tekrar kahkaha atıp bir tokat daha
yedi. Yere düşünce ellerini yere yapıştırdı.
''Ama önce
ben Kuwala'nın kalbini öldürmezsem.'' dedi. Gözlerinde beliren şeytani
gülümseme ile ayağa kalktı.
''Kolumu
benden aldı ama hala zehirli bir dilim ve uzakları gören iki çift gözüm var.
Bana yetki ver seni ateşlerden kurtarayım. Bana yetki ver!'' dedi ve hırçınca
lordun yakasını tuttu. Lort onu itekledi. Muhafızı aralarına girdi. ''Seni
sapık pislik! İstediğini yap! Ne yapacaksan yap ve bu sefer başarısız olursan
seni parça parça ayaklarından başlayarak keseceğim. '' demişti. Melez Piç neşe
ile güldü.
''Başarı
olursam bende bunu senin cariyene yapacağım.'' demiş ve tahttan oldukça uzakta
dikilen kadına gözlerini dikmişti. Kız korku ile başını yere eğdiğinde kral
yanağından oluk oluk kana akan adama baktı ve tiksinti ile yüzünü buruşturdu.
''Hatta
izin ver onu bu gece doğramaya başlayayım. Somurtan kraliçe bu sayede sana
bacaklarını aralar.'' demiş ve kahkahalar atarken bu sefer muhafız onu yere
doğru bir tekme ile devirip tekmelemişti. ''Kraliçen hakkında doğru konuş!''
diye çıkışmıştı. Lort ise onu durdur.
''Bırak!
Kızı al ne yapıyorsan yap. İster kurban yap ister parça parça ye! Yeterince
işimi gördü.'' demişti. Melez Piç gülümsedi. Ona verilen ödülüm keyfini sürmek
istiyordu. Kız ise korku ile ağlamaya başlayıp baygınlık geçirmişti. Gözünü
açtığında ise Melez Piç'in yatağında bulmuştu kendini. Korku içinde titreyerek
kenarı kaçınmaya kalktığında Melez Piç ona bakıp fısıldamıştı.
''Yapma
yapma... Korkma!'' demişti. Kız ona bakıp kalmıştı. Melez piç ise elindeki
kavanozu göstermiş ve iki gözü işaret etmişti.
''Onun
gibi baktığın için sana bir şey yapmayacağım. Ama bir şey isteyeceğim.'' dedi.
Kız ona bakıyordu. Melez Piç ise hiç bu kadar aklı başında konuşmamıştı.
''Buradan
seni çıkaracağım ve sende gidip o şehre sığınacaksın. Orada ben gelince kapıları
açacaksın. Bunu yaparsan yaşayacaksın. Yaşamak zorundasın. Bu yüzden bunu
yapacaksın.''
''Yapacağım!''
demişti kız korku içinde. Melez Piç kahkahalar atmıştı. Öyle heyecanlanmıştı
ki... Elinden kavanozu düşürdü. Kırılan kavanozu görünce bir çığlık attı ve
telaşla iki gözü yerden yaptı. Ellerini kesen cam parçalarını çekip attı ve
güldü.
''Seni
koruyacağım.'' deyip içi su dolu gümüş kupaya attı gözleri. Kız ona korku
içinde bakarken Melez Piç ona doğru döndü. Yine salyaları dudaklarının
kenarından sızıyordu.
''Durma
öyle. Seni kesmek istiyorum. Kaç ve dediğimi yap. Bak mahzen anahtarları. Alıp
kaç!'' demişti. Kız yer altı geçitlerine açılan kapıları açan anahtarları alıp
odadan kaçtı ve hızla şehirden uzaklaşmak istedi. Başına geleceklerden
habersizce kapıyı açtığında birden başına inen darbe ile yığılıp kalmıştı. Ona
vuranın kim olduğunu bilmiyordu ama uyandığında bir atın üstündeydi. Birisi onu
tutuyordu. Ağzında dayanılmaz bir acı vardı ve ellerini hissetmiyordu. Konuşmak
istedi ama bir şey eksikti. Bir şey... Dilini hissetmiyor ve ağzını saran
bandajlardan kan tadı geliyordu. Ellerini kaldırınca bileklerinden kesilmiş
ellerine bakıp kaldı. Attığı çığlıklar onu taşıyan atı ve onu tutan kişinin
umurunda bile değildi. Güneye doğru koşan atın nal sesleri çığlıklarını boğmaya
yetecek kadar güçlüydü.
Bölüm On
Beş: Ung Bencilliği
Seronrakaul
gemileri çoktan hazırlanmış ve yola çıkmıştı. General Byega onlara eşlik
ediyordu askerleri ile. Yaşanan olaydan sonra hızla ordular toplanmış ve kralın
emri ile prenste bu ordu ile savaş meydanına gidecekti. Akela kadınlarının
Kuzey'in yanında yer aldığı düşüncesi ve Altın Zırhlı ordunun yola çıktığı
haberleri hanedanlıkların arasında yayılıyordu. Aleon ise Ung topraklarına
varmıştı. İlk iki gün saraya pek yaklaşmadı. Daha sonra babasının huzuruna
çıkmıştı. Bir babasının değil Saray meclisinin hepsi toplanmıştı. Yorucu
yolculuğunu anlatmaktan yana değildi. Yaşananları kısaca anlatması yeteceğini
düşünüyordu. Temiz kıyafetler giydi, yıkandı, saçlarını kestirdi, tıraşını
oldu. Bir prens olarak annesini ziyaret etti ve ardından meclis ve babasının
huzuruna çıkmaya hazırdı. Kış kendini Ung sınırında gösterse de Kuzey gibi
karla kaplı değildi. Yağan kar kalabalık şehirlerde ayaklar altında ezilip
eritiliyordu. UngurPan diğer şehirlere ve krallıklara göre daha düzgün bir
yapıda kurulmuştu. Dağınık ve surlar ardında değildi şehirleri. Tek merkezli ve
oldukça büyük bir krallığa sahipti. Şehirde yaşayan insan sayısı üç milyondan fazlaydı
ama evler ve mekanlar düzgün bir şekilde yapılmıştı. Şehrin merkezinde bulunan
büyük sarayı çevreleyen surlar dışında şehirde başka sur yoktu. Denize kadar
iniyor ve dağlara kadar tırmanıyordu şehir. Kuzeye giden askerlerden daha fazla
asker şehri korumaktan sorumluydu. Aleon'u hemen limanda tanımış ama onun
yoluna çıkmamışlardı. Bir süre sessizce takipte kalmışlardı.
Şimdi ise
bir kaç asker ona eşlik ediyordu büyük kralın huzuruna çıkarken. İçeri iki
kanatlı işlemeli kapıdan girdiğinde tahtın sağ ve soluna sıralanmış meclis
üyelerini gördü. Hepsi ikinci prensi selamlamıştı. Aleon ise nefret ettiği
meclis üyelerine tiksinti ile baktı. Kılıcını süsleyen zincir her adım atışında
zırhında şıkırdıyordu.
''Yüce
kralım!'' dedi ve başını eğip selam verdi babasına. Babası ise onu görmekten
memnundu. Üç oğlu da uzaktaydı ve onlardan doğru düzgün bir haber alamıyordu.
Savaşın gidişatı hakkında duydukları ise iç açıcı değildi.
''Sevgili
oğlum! Buraya geleceğine dair bir mektup almamıştım. Birden bire meclisi toplamama
sebep olan şeyi söylemeden önce kardeşlerinden söz et bize!'' dedi. Aleon bir
kaç saniye duraksadı. Ardından ellerini arkasında birleştirdi. Elinde altın
rengi zarf vardı.
''Gerçekleri
duymak hoşunuza gitmeyecek ama söylemeliyim kralım.'' dedi. Kampa döndüğünde
gördüklerini ve Daki'nin durumunu anlatacaktı. Bir öksürük ile boğazını
temizledi. Kaşları çatıldı. Yüzünde hafif bir gülümseme ile konuşmaya başladı.
''Prens
Helyan Kea ordunun başına geçti. General Foo'nun emir yetkisini elinden aldı ve
kampı taşıma kararı aldı. Sahilden uzaklaşıp içeri doğru girme kararının temel
sebebi Bakren'in artık güçsüz düşmeye başlamış olması. Prens Kara Kurt Daki ise
Darta Tapınağında Rahom olarak ortaya çıkan Kuwala'nın korumasını üstlendi.
Akela kadınları ile anlaştı Rahom ve savaş için yeni askerler yetiştirilmesinde
onlara yardımcı olacak. Prens Helyan Kea ise sevgili kardeşinin artık Kuzey
tarafını tuttuğunu düşünüp onun adını hain olarak işletmek sureti ile size bir
mektup gönderecekti. Mektubu bizzat ben taşıyordum. Fakat o aptal fikirler ile
dolu mektubu lime lime edip Kuzey Denizine serpiştirdim.'' Şaşkınlık içinde
kalan meclise doğru başını çevirdi. ''Evet mühürlü bir mektubu açıp okudum ve
onu denize attım. Sebebini merak ediyor musunuz?'' dedi ve elindeki altın
rengindeki zarfı havaya kaldırdı. ''Bizzat Seronrakaul Kralı tarafından Bakren
Lorduna yazılmış bir mektup. Akela'lı Güneş'in Kızı tarafından Rahom Kuwala'ya
ondan da bana teslim edilmiş bu mektubu size getirmek en doğrusu olacaktı.
Yakında Unglar oraya takviye yapıp Helyan Kea'nın elinden yönetimi alıp bana vermez
ise Seronlar tarafından nasıl lime lime dilip kurtlara yedirileceğini anlatan
bu mektubun içinde gönderilecek asker sayısı, müttefiklik teklifine onay ve
gıda yardımı yer alıyor!'' demişti ve susmuştu. Meclisin içinde ufak bir
mırıltı başlamıştı. Kral ise mektubu istetti. Mektubu kendi gözleri ile görmek
istemişti. Verilen rakama ve takviyeye korku dolu gözler ile baktı.
''Helyan'ın
bundan haberi var mı?'' dedi. Prens Aleon başını iki yana salladı.
''Henüz
yok. Rahom tarafından size gönderilmiş bir mektup bu! Bir generali kafasına
göre görevinden alan ve aklını kaybetmiş gibi Kızıl Çam Ormanlarına ilerleyen
Helyan Kea'nın rütbesi bu mektubu taşımaya yetmezdi!'' derken sesi oldukça
sertti. ''Aylar önce o ormana giden askerler Kara Kurtlar tarafından param
parça edildi ve biriside Prens Daki olmak üzereydi. Buna rağmen plansızca ve
biçimsizce oraya doğru kampı taşıyor. Eğer durumun ciddiyetini görmek
isterseniz oraya gidip kendiniz bakın isterim. Kuzey'in sahibi olarak dönen
Londaga'nın mirasçısı bizlerin bu savaşta onun tarafında olmamızı istiyor.''
dedi. Kuzeyin dili ile konuşmuştu. Onları savunurcasına Güneyli meclise karşı
konuşuyordu.
''Size
aklımı kaçırmışım gibi gelecek ama Kuzeyde efsun hala var ve orada rüzgarları
ve buzları avucunun içinde yöneten bir Rahom var. Bizim yardımımızı istemiyor.
Kuzey büyük bir kıyametle karşı karşıya kalmak üzere. Helyan Kea'ya bir mektup
yazıp ordunun geri dönme emrini de verebilirsiniz. Bu pekte önemli değil
Kralım. Ama orada kalan askerler eğer tecrübesiz ve hırslı ağabeyimin elinde
kalmaya devam eder ise ölecekler. Hiç kimse onlara acımayacak. Ne gözünü kan
bulamış Bakren, ne zırhlarını parlatmış ve şeref madalyası için dövüşen
Seronlar, ne Akela, ne aç kalmış Kuzeyliler ne de Rahom! Kimse onlara
acımayacak. Orada tek bir taraf olarak kalamayız. Kalırsak... Ölürüz!'' dedi ve
sustu. Meclisteki uğultu baş döndürücü derecede artmıştı. İki taraftan da
kralın huzuruna doğru sesler yükseliyordu. Kral ise kaşlarını çatmış ve her
zamankinden daha sinirli ve agresif konuşan iki seneye yakındır huzuruna
çıkmayan oğlu Aleon'a bakıyordu.
''Prens
Daki neden Rahomun yanında? Mektubunda yazdığı çocukça onu koruma isteğinin
arkasından mı gitti?'' Kral uğultuyu bastıran bir sesle çıkışmıştı. Ayağa
kalkmıştı. Tahtın olduğu platformun iki basamaklı merdiveninden inmişti.
''Rahom,
Daki ve askerlerin hayatını kurtardı. Onun yanında savaşmak istiyorlar. Daki ve
alayı Rahomu destekliyor!'' dediğinde etrafı ölüm sessizliği kaplamıştı. Aleon
karşısında duran babasına bakıyordu.
''Helyan
Kea'nın kampı taşımasındaki gerçek sebep ne?'' demişti. Aleon etrafına baktı.
Ardından tekrar babasına çevirdi başını.
''Sadece
kontrolsüzce Kristal Saraya yürümek istiyor. Seronların geldiğinden habersiz ve
ona bunu anlatmak istediğimde elime bir mektup verip Daki'ye hain damgası vurduğunu
bile söylemedi. Ayrılacağım gün ise beni huzuruna çağırdı. General Foo ve bir
çok komutan görevden alınmış durumda. Kendi başına alayları eline almış
yönetiyor. Bu durumda onun kafasından ne geçtiğini anlayamadığım için
affedin.'' demişti. Helyan Kea'ı karalamak ve ona dair bütün öfkesini kusmak
için bulduğu bu fırsatı kullanmak istiyordu. Onun kampı taşıdığını anlatırken
abartmış ve olayı dramatize etmişti. Ama bunu yapmazsa Helyan Kea'ı destekleyen
çok olurdu. Bir çok meclis üyesinin oğlu komutandı ve onlar bu durumdan
rahatsız olmadıkça Kral da Kuzeydeki savaşı pek umursamaz ve ölümleri yok sayıp
savaşı kaybettiklerinde Kuzeye bir daha dokunmazdı. Aleon burada aldığı
risklerin farkındaydı. Kuzeyde gördüklerinden sonra mümkün olduğunca orada olan
savaştan kaçınma planındaydı. Seronların gelişi büyük problemlere neden olurdu.
''Düşünmem
gerek! Yarın tekrar toparlanırsınız ve meclis üyeleri de bir karar verir!''
demişti. Prens Aleon ilk çıkan oldu. Babası ile özel görüşmeyecekti ve Sarayda
çok kalmadı. Dayısının yanına gitmiş ve onu görmüştü. Dayısı şehirde sözü geçen
bilge bir adamdı. Zamanında krala danışmanlık yapıyordu ancak meclisteki
kişilerin baskısına dayanamayıp görevini bırakmış ve şimdi şehrin en büyük
kütüphanesinde baş alim olarak yaşıyordu. Çocuğu yoktu. Evli değildi. Kendini
kız kardeşinin aksine tamamen okumaya ve araştırmaya vermişti. Bu süre içinde
evlilik hep onun için yok sayılabilecek bir unsur olmuştu. Şimdi ise
yetmişlerine merdiven dayamış ve pek sevgili yeğenin onun soy adını kabul
etmesinden bu yana onu oğlu olarak görür olmuştu. Aleon son günlerde dayısının
rahatsız olduğunu ve pek odasından çıkmadığını annesinden öğrenmişti. Zaman
kaybetmeden şehrin doğusundaki kütüphaneye doğru yol almıştı. Dayısı onun
şehirde olduğunu öğrendiğinde pek sevinmiş ve sırf onun için güzel bir sofra
kurdurtmuştu. Yemeklerini yeyip hasret gidermişlerdi.
''Bir şeyi
merak ediyorum oğlum!'' diyerek sohbete girmişti Dayısı. Aleon onun karşısında
gülümseyerek otururdu daima. Bu gün ise kaşları çatık ve yüzü asıktı. Meclisin
onda yarattığı baskıdan nefret ediyordu. Bazen Helyan Kea'nın o mecliste oturup
nasıl gülümseye bildiğine şaşıyor ve sırf bunun için bile ona saygı duymayı
düşünüyordu.
''Rahomla
tanıştın mı?'' Aleon başını sallayarak cevap vermişti. Dayısı buruk bir
gülümseme ile ona baktı. Bundan otuz sene önce Kuzeye gitmiştim ve o zamanlar
Bakrenler ile aralarında bir kız meselesi vardı. Ama ben genç ve beceriksiz Feshon
ile tanışmayı başarmıştım. Kibirli am abir o kadar korkaktı. Saçlarına Seron altınları
takardı. Bu Rahomda ona benziyor mu?'' dedi. Aleon düşündü ve aklına Kuwala'yı
getirdi. Bir tane bile takısı yoktu. Saçları eksi bir kurdele ile bağlıydı.
Üstünde ise bazı yerlerinde yamalar olan beyaz cübbesi vardı. Usulca başını
salladı.
''Hayır.
Rahom Kuwala sefil ve sade duruyordu. Saçlarını bile banyo yaptıktan sonra
tarıyor olmalı.'' Dayısı bunu duyunca gülmüştü. Öyle neşe bulmuştu ki... ''Neye
gülüyorsun?'' diye sorduğunda Aleon adam neşe ile ona baktı.
''Rahomlar
eskiden lükse düşkün olmazdı. Onlar sadece beyaz bir cübbe giyer ve başlarına
bir kurdele takarlardı. Kristal saray bile böyle görkemli değilmiş eskiden. Ne
surları ne duvarları varmış. Damı bile düzmüş. Kubbesi yokmuş.'' dedi. Aleon
onun ne anlattığını anlamamış halde dinliyor ve ihtiyarlığına veriyordu.
''Daki ile
Rahom'un iş birliğinin temeli nedir?'' demişti dayısı. Dayısı Daki'yi severdi.
Yaramaz ve hayta bir çocuk olduğunu söyler ama Aleon'a benzetirdi.
''Doğrusu
bunu söylemeye dilim varmaz. Ama bilmiyorum dayı. Sanki o doğru bir şeyler
yapıyormuş gibi geliyor bana. Ona kızıyorum öfkeleniyorum ama doğru yaptığını
hissediyorum.'' demişti. Hizmetçiler bile şaşkındı. Aleon ilk defa Daki'den söz
ederken dişini sıkmıyor, kaşını çatmıyor ve küfür etmeden sakince onu
onaylıyordu.
''O mutlu
ve oraya ait gibi. Ve ilk defa birisinin dediklerini yapıyor.'' diye devam
etti. Derin bir nefes aldı. ''Orduyu buraya geri getirmek istiyorum. Kuzey
artık bizim için güvenilir değil. Seronlar bu savaşa dahil oldu ve onlar
sınırımıza gelmek için fırsat bekliyor. Orada ordular birbirine girerse burayı
almak için sefer düzenlemeye çekinmezler. Ordunun başında Daki olursa asla
yenilgi olmaz. Fakat o ülkesi ve krallığı yerine Rahomun dizi dibinde olmayı
seçiyor.'' bunları söylerken derinlere dalmıştı. Krallığın akıbetini en çok
düşünen kişi oydu ve diğer herkese eğer anlaşmalar yapılmaz ise Kuzey gibi
param parça olduklarını anlatmak istiyordu. Ama bunu yapacak yetenekte değildi.
Ne Helyan Kea gibi dil cambazlığı bilirdi, ne de Daki gibi kılıcını çekip delice
üstlerine gitmeyi. Prens olmaktan uzak durma sevdası bu yüzdendi.
''Daki'nin
neden gelmeyeceğini biliyorsun, onu geri getiremeyeceğini de... Peki onunla
niye omuz omuza savaşmayı seçmiyorsun? Seronları alt etmek için bir savaş
meydanı ve Kuzeyin gücü...'' Dayısı ona bunları söylemişti. Aleon o kadar kolay
bulmuyordu olayı. Orduyu Kuzey ordusu ile birleştirmek zordu. Kimse daha fazla
orada kalmak istemeyecekti. Baştan beri bu yüzden mektubu istemişti. Eğer Seron
tehdidini görürlerse meclis orduyu geri çekecekti. Bu sayede UngurPan sınırları
içinde daha büyük birlikle gelecek tehditlere hazır olacaklardı.
''Kuzey
bizim hiç bir işimize yaramaz! Orada daha fazla can feda edemeyiz. Bırakalım
Kuzey Seronluları yorsun. Biz sonra baş almaya gideriz.'' demişti. Dayısı onun
korkularını ve endişelerini çok iyi biliyordu. ''Kış bitiyor ve on sekiz sene
sonra bahar tekrar kendini göstermeye başlayacak. O zaman Kuzey bambaşka
olacak. '' demişti. Aleon altı dolu ama anlamsız cümleyi kurcalamak yerine izin
isteyip ona ayrılan odada dinlenmeye çekildi.
Günler
geçiyor ve meclis konuşmuyordu. Toplanmıyor ve kraldan bir çağrı yoktu. Aleon
ise tembellik yaparak geçen günlerinde özlediği şehrini dolaşıyordu. Bir akşam
geri kütüphaneye döndüğünde kraliyet muhafızlarını görmüştü. Içeri endişe ile
girdi. Kral yıllar sonra eski danışmanına soru sormak için onu ziyarete gelmişti.
Yalnız değildi. Aleon'un küçük kız kardeşi Aisoo da buradaydı. Hoş sohbetli bir
akşam yemeğinde onları bulmuştu. Masada Daki'nin annesi cariye Pema'yı görünce
Aleon bir an duraksamıştı. Kendi annesinin neden burada olmadığını merak etti.
Dayısı, Cariye Pema ile oldukça mesafeli ve huzurlu bir tanışıklığa sahipti.
Doğum yapan ve oğul verdiği için rütbesi yükselen kadının elinde olmayan bu
durumu hoş karşılamıştı kız kardeşinin aksine. Aleon ise annesinin nefretle söz
ettiği kadının adını henüz dört yaşındayken duymaya başlamış ve bu yüzden
onunla hep konuşmadan iletişim kurmaktan kaçınmıştı. Sadece bir kadındı.
Saçları örgülü topuzdu ve hep düz pastel renklerde elbiseler ve kaftanlar
giyerdi.
''Gel
soframıza eşlik et oğlum.'' demişti babası Yohanno. Aleon oturduğu yerden
masaya bakıp ona getirilen kadehe şarap koydu.
''Dayına
soruyordum bende ne yapacağımızı. Durumun ciddiyetini senden dinlemiş. Helyan
Kea'ya bir haberci yollayıp orduyu geri getirteceğim. Bu durumda sende gelen
ordunun başına geçip Seronların gelebileceği Batı sınırında orduyu komuta
edeceksin.'' demişti. Babasının onunla pazarlık yapmasından nefret ediyordu.
Bir şey demeden kadehine bakınca birden aklına Melez Piç geldi. O gece mahzende
yaşananlar adeta yine kadehinde yansıyordu. Elleri titredi ve kadehi fırlattı
yere doğru. Korku ile bakıp kalmıştı. Masadakiler ona şaşkınlıkla bakakalmıştı.
''Yorgunum ve dinlenmem gerek. Daha sonra konuşuruz majesteleri.'' dedi ve
çıkmak için yürüdüğü sırada bir kadının sesi onu duraklamasına sebep olmuştu.
''Prens
Aleon size eşlik edebilir miyim?'' Pema bunları söylerken ayağa kalkmıştı. İki
senedir bir hastalıktaydı ve bu yüzden rengi pek yoktu. Sürekli öksürür
haldeydi. Dizleri hep titriyordu.
''Teşekkür
ederim.'' demişti Pema onu bekleyen prensin yanında durup Aleon onunla dışarı
çıktı. Koridorda yavaş yavaş yürüyorlardı.
''Daki'yi
mi soracaksınız bana?'' dediğinde Pema mahcup halde gülümsedi.
''Mektup
yazdım ama cevap vermedi. Onu gördüğünü söylemişsin efendiye.'' dediğinde Aleon
başını salladı. Kattaki terasa doğru çıkıp oturdular.
''Onu
gördüğümde her zamankinden daha mutluydu Pema!'' dedi. Aleon ona cariye
sıfatını kullanmaz ve Pema derdi. Daki'yi doğurduğunda henüz on beş yaşındaydı
Pema. Şimdi ise kırklarında idi. Daha sonra iki defa daha hamile kalmış ama
birinde ölü doğum diğerinde ise düşükle sonuçlanmıştı doğum. Çok konuşmayan
kendi halinde bir kadındı.
''Sağlığı
nasıl?'' dediğinde Aleon ona bakıp kaldı. Pema'ya dürüst olması gerektiğini
düşünüyordu.
''Kuzeyin
en iyi hekimi tarafından tedavi edilmiş. Olduğundan daha iyi durumda.''
''Oğlumun
aklı hep havada olmuştur. Ona orada sahip çıkmışsın. Çok teşekkürler.''
''Pema!''
dedi Aleon. Kadın ona doğru döndü. Aleon kısık bir sesle konuştu.
''Bunu
kimseye söyleme ama Daki bir daha buraya dönmeyi düşünmüyor. Orada kalacak ve
orada burada olduğundan daha sağlıklı ve mutlu. Oraya gitmeden önce mektup
yazarsan onu iletirim. Neticede benimde annem var ve sende annesin. Ama bunun
dışında sana oturup oğlunu anlatamam Pema.'' dedi. Ayağa kalkmıştı. Pema ona bakıp
usulca gülümsedi.
''Kuzey
seni çok değiştirmiş. Kalbin atıyor artık. Bunun için bile minnettarım.''
demişti. Aleon Cohin'den duyduğu laflara benzer bu kelimeleri işitince
şaşırmıştı.
''Kuzey
bir beni değil herkesi değiştirdi. Daki bile bambaşka bir adam orada. '' dedi
ve hızlı adımlarla kadını merak içinde bırakıp uzaklaştı.
Sonu gelmez
bir davranıştı insanlar için bu! Hepsi kendi bencil korku ve arzuları ile
planlar kuruyor ve bu planlar eşiğinde hareket ediyordu. UngurPan'da karar
vermiş ve Ordusunu tamamen çekecekti. Haber verilmesi için bir kaç gün sonra
meclis toplandı. Ve oy çoğunluğu ile ordu geri çekilecek ve savaşta yer
almayacaktı. Ama tanrılar böyle planlamamıştı geleceği. Onlar bambaşka bir
gelecek görmüştü ve yazmıştı. Kuzeyin kanını akıtan ve orada kan akıtan Güneyin
ödemesi geren bir borcu vardı ve bu borçtan Prens Aleon'un kurnazlığı ile
kaçamazdı. Güney kararını vermişken Batının boruları çalıyordu. Seron
krallığında ikinci ordu kara üzerinden sefere çıkmak için adım adım ilerlemeye
başlamış ve halk onları gururla yolluyordu. Zalimce katliam yapmaları için
analar evlatlarını süslemişti bu gün. İnsanlar hiç değişmezdi.
Kuwala'nın
elindeki el yazmasında kör kahin bir sayfaya şunları yazmıştı.
''Geleceklerini
söylesem de insanlar iyi olanı kabul edip kötü olanı atmaya çabalıyor,
yalanlıyor. Oysa iyi olanı ortaya çıkaran yaşanmış kötü olaylar. Bunu insanlara
asla öğretmedim. Nice yaşıma geldim ama bir kişi bile kötüyü kabul edip onun
varlığı sayesinde iyinin ortaya çıkabildiğini görmedi. Kitabı sandığımdan zorla
alan sen Rahom bu kötülüğü gördün. Senin kadar akıllı ve kurnaz olanı gördün
ki... Kendi aklını ve kurnazlığını öğrendin. İnsanlar yüz yıllar akıp gitse de
değişmez. Onlara doğru şarkıyı söylersen dinlerler ve ezberlerler. Ama yanlış
olanı söylersen... Öfkelenip giderler.''
Aleon bu
satırlarda yazan yanlış notayı söylememişti. Doğru olanı söylemişti Ung meclisine.
Onları korkutmuş ve çekimserliklerini yıkmıştı. Ama doğru olan bu değildi.
Ödenmesi gereken borcundan kaçan UngurPan sözünde durmayan prensi yüzünden
cezalandırılacaktı... Habersizce üç kuzgun saldılar. Ama kuzgunları takip eden
üç kartal onların Kuzey'e varmasına engel olmaya hazırdı. Bakren'in sızlanan
lordu ve yardım bekleyenleri sayesinde Seronrakaul kendini haklı şekilde
savaşın ortasına koyabilmişti. Tek güç olmak için ona uzatılan altın tepsideki
tacı almıştı bile.
''İhanet
çok mu korkunçtur Daki?'' demişti Kuwala. Durduk yere kasabadaki en yetkili
liderle konuşan Daki'ye . Daki ona doğru döndü.
''Ne
oldu?'' dediğinde Kuwala onu köşeye doğru çekti. Ellerini başına dayadı.
''UngurPan
gelmeyecek! Ruhlar onların saklanmayı seçtiğini fısıldadı dün gece. Burada tek
başımıza olacağız.'' demişti. Daki bunu duyunca öylece kalmıştı. Aleon onları
kandırmıştı.
''Aleon
mektubu meclisi ürkütüp orduyu geri çekmek için kullandı.'' demişti kendi
kendine. Kuwala ise gülümsedi.
''Aleon
halkı için endişelendi. Tıpkı Tieden gibi, Marinoe gibi... Endişelendiği için
ihanet etti. Bu suç sayılır mı?'' Kuwala bunları söylerken sesi sakindi.
''Sayılmaz
değil mi? Çünkü korku insana hata yaptırır.'' dedi ve Daki'yi kardeşine karşı
öfkelenmekten alı koymaya çabaladı. Onu yatıştırdıktan sonra kendi endişesini
yatıştırması gerekiyordu. Ung askerleri gider ise Kuzey Seronlar tarafından
kısa sürede alınırdı. Akela kadınları onlarla savaşacak kadar güçlü değildi.
Bunun yanı sıra içini saran huzursuzlukla mücadele edemiyordu. Kasabanın
surlarına doğru yürürken bir kaç kişinin bağırtısı ile döndü. Ayezi geçen gün
yaptığı gibi av sonucu getirilen bir kaç tavşanı dişleri arasına almış
hırlamıştı. Burada en çok mutlu olan oydu. Kuwala oraya doğru yürürken sesi
yüksek çıkmıştı.
''Sen!
Utanmıyor musun halkımı yemeğini çalmaya!'' demiş ve gülmüştü. Ayezi ağzındaki
tavşanları yere bırakıp ona doğru döndü.
''Rahomun
bana halkının önünde azar çekmesi daha utanç verici.'' Kuwala onu yanına doğru
çağırdı.
''Biraz
yürüyüşe çıkalım, sende karnını doyur.'' demişti ve sur kapılarını açtırıp
dışarı çıkmışlardı. Köy halkı da kasabaya çekilmişti. Kışla haline getirilmiş
kasaba onlar için daha güvenliydi. Surların dışına çıkıp yürümeye başladılar.
Ormanda fazlası ile tavşan vardı ve belki şanslarına geyik bulabilirlerdi.
Ayezi önden gidiyor ve ardından yavaş yavaş gelen Kuwala'nın düşüncelerini
görmek için uğraşıyordu. sonunda pes edip sordu.
''Seni
üzen nedir?'' demişti. Kuwala dalgınlığını dağıtan sesin sahibi olan Ayezi'ye
döndü.
''Aleon!''
dedi. Ayezi başını öne eğip salladı.
''Ne iflah
olmaz bir adam değil mi?''
''Öyle!
Ona tanrılar şans sundu. Belki hayatında ona acı veren anıları bile sunacak bir
aşk sundu ama o takıntılı kalbi ve aklı yüzünden hata yapıyor. Binlerce insan
ölecek! ''
''Ah evet
bu olacak. Ama Tanrıça Seron ve Tanrı Tesna kavgaya tutuşursa kıyamet kopar.
Seron eğer onların canını alan Unglara acımaz ise Tesna uykusundan uyanıp
kıyameti getirir. Hammuaş'ı da Ungları katleden bir deli olduğu için
cezalandırdı.'' demişti Ayezi. Yaşlı ruhu bunların hepsine tanıklık etmişti.
Kuwala on sekiz senelik ömründe duymadığı isimleri sıralayan Ayezi'ye baktı.
Hammuaş ve Tesna'nın kavgasını ona Daki biraz anlatmıştı.
''Tanrı
Tesna ve Tanrı Hammuaş neden kavgalıydı?''
''Tesna
Güney'i, Hammuaş ise Kuzeyi yönetecek iki büyük tanrıydı. Kuzey o zamanlarda
yine kışın esaretinde ve kışı bitirecek tanrı Darta dağlara zincirliydi.
Hammuaş ve Tesna'yi Güneş Baba kendini dağlara zincirleyen Darta'ya kızdığı
için göndermişti yeryüzüne. İkisi çok iyi anlaşan iki kardeşti. Zamanla yer
yüzünü yeniden uyandırdılar. Tohumlar ekti Tesna her yere ve bu ormanları o
yaratmış oldu Kuzey'de. Sonra Hammuaş tohumları yeşertir olmuştu. İkisi Kuzey'i
kış uykusundan uyandırıp yeşertti. Daha sonra Güney'in kurak topraklarına
gittiler. Orada uyuyan canavarları yendiler. Bin başlı Boğa ile güreş tutup
onun boynuzlarını kırdılar. Kırarken o kadar çok gürültü çıktı ki... Orada yer
oynadı, dağlar yükseldi. Ben bile uykumdan sıçradım. İkisi toprağı ekip biçti.
Ama yalnızlıktan Tesna sıkılmıştı. Güneş Babasından onun var edebilme yeteneğini
istedi. Işığı aldı toprağa ekti. Toprakta tutmadı ışık. Sonra alıp ışığı suya
koydu bu seferde ışık sudaki canavarlar tarafından yenildi. Sonunda ışığı
elinde şekillendirdi. İki kolu, iki bacağı ve bir başı olan Ungları var etti.
Güneşin diğer çocukları da bunu görünce kıskanmıştı. Onun gibi yaratmak için
izin istedi ve topraklara indi. Hepsi ışıktan yaratıldı. Ama siz başkasınız.''
''Öyle
miyiz? Neyiz biz peki?''
''Onu
sonra anlatırım. Dinle bak. Tesna o kadar güzel bir kadın yaratmıştı ki ona
aşık oldu. Öyle sevmişti ki onu kadının gönlünü kazanmak için onun peşinde
gezer olmuştu. Ona güzel sözler söyler, ona şarkılar mırıldanır olmuştu. Tüm
gününü kadının peşinde gezerek harcıyordu. Hammuaş ise ona kızıp Güney'i
kuzeyden ayırmak için bir yumruğu ile Kuzey Denizini oluşturdu. Kendini Kuzey'e
kapattı. Ama Kuzeyde Darta ve benim dışımda konuşacağı kimse yoktu. Darta
uykucu ihtiyarın tekiydi. Eskisi gibi ateşi yanmazdı. O hep uyurdu. Bende
Hammuaş'ın laflarına yetişemez olup tekrar Darta'nın yanına kıvrılıp uyudum.
Hammuaş canı sıkıldıkça kardeşini arar oldu. Güneş onun sıkıldığını görünce ona
ışık verdi. Kendi insanlarını yaratsın. Onlarla zaman öldürsün kardeşinin
mutluluğuna göz dikmesin diye. Hammuaş ışığı elinde bükmedi. Onu sakladı ve
gelip Darta'yı tekmelemeye başladı. Kardeşini kıskandıracak kadar güzel
kadınlar ve adamlar yaratmak için Darta'nın soğuk ve beyaz göz yaşlarını almak
istemişti. Darta uykusunda acıyla ağlayınca on altı tane göz yaşını topladı.
Işığı büküp göz yaşı ile birleştirdiğinde bembeyaz adamlar ve kadınlar
yaratmıştı. Sekiz erkek ve sekiz kadın! Hepsi birinden güzeldi. ''
''Darta
sinirlenmedi mi Tanrı Hammuaş'a?''
''Ama
susmazsan nasıl anlatayım. Gidip şu nehirde ağzımın kuruluğunu dindirelim bende
sana anlatayım.'' dedi. Nehrin yanına indiler. Ayezi kana kana suyunu içti.
Kuwala bir avuç su içip oturdu kayanın başına. Ayezi onun karşısında yere
uzandı.
''Neyse...
Zaman geçti, Hammuaş bu güzel insanlarını Tesnaya göstermek istedi. Tesna
onları görmezden gelip ölümsüzlük istediği kadının peşinden gidince Hammuaş
kardeşini öyle ok kıskandı ki... Öfkeden kendi yarattıklarını yok etmek istedi.
Ama Darta'nın da çocukları sayılan bu insanlar onun dağlarına saklandı. Hammuaş
daha da sinirlendi. Diğer tanrı ve tanrıçalar gelmeden burada var olan her
insanı yok edip yer yüzünü terk etmeyi düşündü. Bir gece üreyip çoğalan ve
UngurPan diyarını kurmaya başlayan insanların diyarına gitti. Orada yeni doğan çocukları
boğazladı. Yetmedi öfkesi geçmedi. Kardeşi Tesna'nın hamile karısını kaçırıp
boğdu ve cesedini sürükleyip onun ayaklarına kadar götürdü. Tesna adeta aklını
kaçırmış gibi bağırmıştı. Darta ve ben uyanmıştık. Sesi yeri ve göğü
inletiyordu. Öyle büyük bir kavgaya tutuştular ki.. Yer günlerce sallandı. Gök
kap kara kesildi. Darta kendi çocuğu saydığı Rahom soyunu kanatları altına alsa
da bir kaçı ölüp gitmişti bu sarsıntı ve karanlıkta. Yer altının iblisleri bile
korkup yer yüzüne çıkmıştı. Kıyamet kopmuştu. Tanrı ve Tanrıçalar yer yüzüne
inmekten vaz geçti. İkisi günlerce kavga etti. Taş üstünde taş koymadılar. Bir
gün Tesna yaralı halde gelmişti. Hammuaş onun iki kolunu koparmıştı.
Bacaklarını kırmıştı. Hammuaş'tan güçlü tek tanrı vardı o da babası Güneşti.
Hammuaş öyle öfkelenmişti ki kardeşine ve Tesna'da ona ikisi de kör ve sağır
olmuş babaları Güneş'in kızdığını bile duymuyordu. Darta bundan çok rahatsızdı.
Güneş'in bağırtısı ve rüzgarların attığı çığlıklar onun tatlı uykusunu
bölüyordu. Eteklerine gelip ölümü kucaklamaya hazır Tesna'nın göz yaşlarına da
üzülmüştü. Kuwala çiçeğini o gece açtırtıp ona yedirdi. Sonra onu götürüp
dışarı bıraktı. Tesna uyandığında bacakları düzelmiş ve kolları yerindeydi.
Öyle kuvvetli hissediyordu ki kendini. Rüzgarı ve soğuk karı çıldırtan
Hammuaş'ın yakasına yapışmıştı. Onu param parça edene kadar duramadı. Sonra
rüzgar dindi ve Hammuaş'ın parçalanmış yüzünü ve bedenini gördü. Ağabeyine
yaptıkları yüzünden kalbine çöken ağrı ile geri gök yüzüne döndü. Orada kendini
derin bir uykuya yatırdı. Güneş Baba ise yer yüzündeki kaosa düzen versin diye
tanrı ve tanrıça olan çocuklarını gönderdi. Ave, Akela, Seron ve nicesi yer
yüzüne ışıkla geldi ve yer yüzünü düzeltsin diye insanlar yarattı. Darta ise
daha fazla topraklarına tanrı istemedi. Kendisi bir oğul yarattı. Kardeşi
Güneş'in tanrı çocuklarından daha akıllı ve Kuzey'i düzeltecek olanı. ''
''Londaga!''
Kuwala bilmenin verdiği heyecanla konuşmuştu. Ayezi başını salladı.
''Londaga!
Ona hizmet etmek benim için en güzel zamanlardı. Hammuaş'in kızdırdığı rüzgarı
dindirdi, yer yüzene kaçan iblisleri ve gölgeleri söndürdü... İki bencil
tanrının yarattığı kaosu silip attı. Ama şimdi gel gör ki... İki bencil
tanrının insanları kargaşayı yine getiriyor. Güneş'in oğulları ve kızları gibi
onların çocukları da bencil ve kavgacı. Sizleri yarattığında Darta başta
kızmıştı. Ama ataların sürekli Darta'nın raat uyuması için ezgilerle dolu
şarkılar söylediği için hayatta kaldılar. Ama çirkin Bakren'in yarattığı kara
kafalı insanlar o ezgileri bastıracak kadar konuşuyordu. Bakren tıpkı abisi
Hammuaş gibi kendi soyunu üstün kılma çabasına girdi ve onları ateş ve ışıkla
beraber büktü. Londaga ise onları bile eğitip kendi emrine alabildi. Bakren'i
var olmamış gibi sildi. Duymazsın kimseden tanrı Bakren'in hikayesini. Gök
yüzünde bile konuşulmaz.'' dedi. Kuwala hayretle bakıyordu.
''Peki
Ayezi sen ne yapıyordun bu yer yüzünde? Niye kaçmadın Gök Yüzüne?'' dediğinde
Ayezi güldü.
''Ben
eskiden yüce gönüllü ve dağlardan fışkıran lavların efendisi Darta'nın sadık
hizmetkârıydım. O geri Gök yüzüne yükselmek istemediğinde bende onunla burada
kaldım. Darta ile Güneş hep kava ederdi. Bende ikisi arasında kalmaktansa ihtiyarlamış
efendim ile yer yüzüne tıkılıp kaldım. Zaten gök yüzü pek sıkıcı. Tanrılar uzun
uzun uyuyor orada. Arada kavgaya tutuşup dururlardı. Burada en azından
yiyebileceğim güzel şeyler var.'' demiş ve birden sıçrayıp Kuwala'nın arkasına
geçip bir tavşanı dişleri arasında sallamıştı. Kuwala ona doğru döndü.
''İnsanlar
ve tanrılar aynı o zaman.''
''Bunu
duymasın tanrılar. Kendi yarattıkları ile gurur duysalar bile onları hala aşağı
ve çirkin buluyorlar.''
''İkisi de
var ettiklerini yok etmede başarılı ama asla var olanı koruyamıyorlar.''
''Buna
katılacağım. Gök yüzünün sükseli efendileri kendi yarattıklarını bahane edip
birbirlerinin kafasına sürekli şarap çanağı fırlatmayı huy edindi. Tıpkı
yarattıklarının başına geçirdikleri insanlar gibi. Onlar kadar akılsız ve onlar
kadar pervasızlar. Güneş Baba çocuklarından utanıyor olmalı. Darta gibi tek bir
evladı olsaydı daha mutlu olurdu.'' dedi ve çöküp tavşanın kürkünü tek hamlede
sıyırıp aldı. Kuwala onu izliyordu. Yaşlı arkadaşının bu mizacını seviyordu.
Herkese sayıştıran ve her şeyi bilen bu kurdu kandıra bilmiş olmanın gururu ile
gülümsedi.
''Neden
mutlusun? Gözünün önünde yemek yemem seni mutlu mu ediyor?'' Ayezi bunu
söylerken başını kaldırıp sarı gözlerini ona dikti.
''Seni
kandırdığım aklıma geldi. Seni tanrılar bile kandıramazken ben kandırdım. Bu
durumda senin gibiyim demek oluyor.'' dedi. Ayezi yemeğine geri dönüp
mırıldandı.
''Kandırılmak
istediğim için kandırıldım.'' demişti. Kuwala elini çenesine dayadı. Gülümsedi.
''İyi ki
kandırılmak istemişsin Ayezi. Eğer sen olmasaydın ben bunlarla başa
çıkmazdım.''
''Çıkardım
eminim ki... Efendi Daki oldukça akıllı ve yer altı iblislerinin babası Daki
gibi adının hakkını verecek kadar kurnaz.'' demişti. Kuwala derin bir nefes
aldı.
''Onunla
olmam tanrılar için sorun değil mi gerçekten?'' dediğinde Ayezi başını kaldırıp
gök yüzüne baktı. Tavşanı yeyip bitirmişti. Tekrar su içip Kuwala'nın dizinin
dibine gelip oturdu.
''O gece
siz ikiniz tanrıların şahitliğinde birbirinize yemin ettiğinizde onlarda içip
mutlu oldular. Onlarda böyle saf bir sevgi görmeyi özlemişler. Eğer sizi yan
ayna görmek istemeseydiler ikinizden birinin canını birisi alırdı. Darta bile o
gece gözünü aralayıp size baktı. Efendi Daki ve senin ışığın birbirine
karışmışken onlar buna hayran kalmaktan başka bir şey yapamazlar. Nadiren iki
insan sever birbirini böyle. Bir Tesna karısını bu kadar sevmişti. Birde...
Bilmiyorum arada böyle güzel şeyler oluyor ve bu kaos ortamında neşe
buluyorum.'' demişti. Kuwala onun sırını okşadı. Ayezi, saflığını sevdiği bu
adamın yanında rahatça konuşmayı huy ediniyordu. İkinci efendisi Londaga ve ilk
efendisi Darta gibi saf bir ruhu vardı. Ayezi onlarda gördüğü hoşnutluğu
Kuwala'da görmüş ve ona zamanla bağlanmaya başlamıştı. Artık daha rahat
telepati kurar ve birbirlerini hisseder olmuşlardı. Kuwala'nın Daki'yi
gördüğünde hızlanan kalbini duyunca ona ilk Rahomların ezgisini anımsatan
şarkıyı hatırlatıyordu bu ses. Ve bu geçmişteki huzurlu Kuzey özlemini arttırmıştı.
Yine
duymaya başlamıştı o ezgiyi. Başını kaldırınca karşıdan gelen Daki'yi görmüştü.
Kuwala gülümseyerek ona bakıyordu. Ayezi ikisinde gördüğü enerji ve mutlulukla
o anın tadını çıkarmak istedi. Gelecekte gördükleri yeterince onu huzursuz
etmişken şu an duyduğu ezgiyi kaybetmemek için gözlerini kapayıp uyuklamaya
devam etti.
Bölüm On
Altı: Haberci Kurt
UngurPan'ın resmi
kararı beklenirken, Akela'da eğitimler hızlanmıştı. Marinoe oldukça yetenekli
ve çabuk öğrenen bir kadındı. Daha şimdiden Güneş'in Kızı'nın özel birliği
içine alınmayı hak edecek kadar yetenekli bir hale gelmişti. Onlar gibi
geçitler açamasa da hızlı bir dövüşçüydü. İnce ve zarif bir kılıç yerine tercih
ettiği ağır ve büyük kılıcı ile Aleon'un ona öğrettiği denge kuralını birleştirmiş
ve kılıcı sahiplenmişti. Onun artık bir Akela savaşçısı olması gerektiği kararı
verilmiş ve onun gibi bir kaç kadın daha bu unvanı almaya hak kazanmıştı.
Güneş'in Kızı kendisi Kuwala'yı bulup onun bu törene davet etmek için transa
geçmişti. Onun nerede olduğunu tahmin ediyordu. Son günlerde İkinci Kışla
sayılan büyük kasabayı bir Rahom'un işgali dillerde dolanır olmuş ve Bakren
geri adım atmış gözüküyordu. Oraya doğru transa geçtiğinde içeri giremedi.
Ayezi dışında kimseyi göremiyordu. Ayezi Kurt formuda değildi. Yaşlı bir
ihtiyar gibi surun kapısı eşiğinde bağdaş kurmuş oturuyordu.
''Kimi arıyorsun Güneş'in Kızı?'' dedi. Kız durup tanıyamadığı
ihtiyara baktı.
''Rahom Kuwala'yı. Kuzeyin yeni efendisini!'' dediğinde Ayezi
ona baktı ve derin bir nefes alıp kapıyı itekleyip açtı. Güneş'in Kızı içeri girince
korku ile kaldı. Gördüğü şeye bakıp kalmıştı. İçerisi zifiri karanlıktı. Ayezi
bu sefer olacakları Kuwala'ya değil Güneş'in Kızı'na göstermeyi tercih etmişti.
İçerisi o kadar karanlıktı ki ayağına dokunan ılık sıvının ne olduğunu bile
göremiyordu. İlerleyince bir tünel ucu gördü. Dışarı doğru çıkınca Akela'nın
surları karşısındaydı. Surlardan tören davullarının sesi geliyordu. Güneş'in
Kızı etrafına bakınca kurt formuna dönmüş Ayezi'yi gördü. Ayezi davul seslerini
dinlerken salınarak oturdu.
''Bu ne şimdi? Ne ara buralara geldik?'' demişti. Ayezi
karşıdaki yükselen surlara bakıyordu. Güneş'in kızı korku ile birden irkildi.
Bedenini saran soğukluk ile içi ürpermişti. Davul sesleri birden kesilmiş ve
yağmur yağmaya başlamıştı. Yağan yağmur kızıldı. Her yeri kırmızıya boyuyordu.
''Kan mı bu?'' dediğinde Ayezi ona doğru döndü. Gözlerinin içi
gülüyordu.
''Eğer UngurPan'a yardıma gitmezseniz olacaklar bu!'' dedi.
Akela surları gürültü ile yıkılmaya başlamıştı. Kan surları eritiyordu.
Güneş'in Kızı surların üstünde parlayan ışıltılara bakıp kaldı. Ona hiç yabancı
olmayan Seron zırhlarını ve bayraklarını görüyordu.
''Neden bizi yarı yolda bırakan Unglara yardıma gidelim ha?''
demişti. Ayezi ona doğru döndü. Daha uzakta oturan birisini burnu ile işaret
edince Güneş'in Kızı dönüp o taraf baktı. Ölmüş binlerce kadının cesedi
yığılıydı arkada. Bir kızı bacaklarından bir adam sürüklüyordu.
''Sende zamanında kendi çıkarların için Ungları yarı yolda
bıraktın. Şimdi onlarda seni bıraktılar. Ve bu sefer bir kaç kişi değil herkes
ölecek. Senin gerçek soyun seni ailesine alanları katledecek. Eğer Kuwala'yı ve
kızlarını Unglardan yardım çağrısı geldiğinde UngurPan'a götürmezsen olacaklar
bunlar. Götürürsen ölecek tek bir kişi var!'' dedi. Güneş'in Kızı bu sayının
boşa verilmediğini biliyordu.
''Kim ölecek olan?'' dedi. Ayezi adeta sırıtmıştı. Gözleri
kocaman açılmıştı. İri ve sivri dişleri arasından keyif dolu bir hırıltı
yükseldi.
''Baban! Seron Kralı Segama! Onu öldürmez isen kardeşinde ölecek
ve doğrunun yanında olan herkes ölecek!'' demişti. Güneş'in Kızı öylece bakıp
kalmıştı Prens Gamli henüz on beş yaşına bile gelmemişti. Kralın genç
karısından olma bu çocuk hakkında pek bir şey bilmiyordu. Birde ikizi olduğunu
biliyordu. Senelerdir Seronların hakkında pek bir şey duymamıştı. Otuz yaşını
geçmeye başlamıştı Güneş'in Kızı. Seron krallığını terk edeli yirmi sene
olmuştu. Ve şimdi yarı yaşındaki çocuktan söz edilince donuk ifadelerle
bakmıştı.
''Babamın ölümünü bu kadar önemsiyorsan sen yap gitsin!'' dedi.
Ayezi başını öne doğru eğip yere biriken kanın tadına baktı.
''Doğru olmaz. Tanrıça Seron'un öfkesini üstüme çekemem. Onu
öldürdüğünde sinirlenmeyeceği tek kişi sensin. O gece kanlı bir gece olacak.
Kendini hazırla ve haberi bekle. Sana haberi kanadının birisi kopmuş bir kuzgun
getirecek.'' dedi ve birden Güneş'in Kızı kafasına bir darbe almış gibi ağrı
ile transtan uyandı. Şaşkınlık ile etrafındaki kızlara bakıyordu. Gördükleri
konusunda ne diyeceğini bilemedi. Elini alnına doğru götürdü.
''Efendi Kuwala'yı buldunuz mu?'' demişti. Güneş'in Kızı onu
duymadı bile. Bir geçit açmaya başladı. Saçları açarken çıkardığı rüzgarda dağılmaya
başlamıştı. Açmakta zorlanıyordu. Soğuk rüzgar hissedildi. Ve birden denizin
dalgasından sıçrayan su içeri doğru girdi.
''Burası olmalı. Bu geçiti içeri bir kuzgun düşene kadar açık
tutacaksınız!'' dedi. Dört kız o geçti açık tutmak için ilk nöbeti alanlardı.
Marinoe neler olduğunu bilmiyordu.
...
Prens Aleon bir şeylerin ters gittiğini sezinlemiş gibi
uykusundan uyanmıştı. Ne daraltıcı bir gece diye düşünü kütüphanede dolanmaya
başladı. Normalden daha sessiz bir geceydi. Kuzgunlar yollanalı bir hafta
olmuştu. Şimdiye Helyan Kea'nın cevabının gelmesi gerekirdi. Ama aksilikleri
düşünmeden duramıyor Aleon. Neydi ters giden anlamamıştı. Bir süre kütüphanede
dolandı. İçini sıkan şeyin en olduğunu anlamıyordu. Bileğine doladığı kurdele
ayın ışığında parlamıştı. Öylece kurdeleye bakıp kaldı. Hala Kuzey
topraklarında kalmış olan Marinoe ve Daki aklına geldi. Helyan Kea ve
askerler... Onlara söylediklerinin tam tersini yapmıştı. Tieden'in onu burada
öldürmesi bile umurunda değildi. UngurPan tehlikede gibi hissediyordu. Derin
bir nefes alıp tekrar yatmak için odaya dönmeye karar verdi. Birden yanından
geçen ürperti ile irkildi. Korku ile beliren beyazlığa bakıp kalmıştı. Gördüğü
beyaz kürk ve sivri dişler. Korku ile kalmıştı. Tieden'in kurdu diye düşünürken
sarı gözleri ve daha iri gövdesi ile Ayezi'nin geldiğini gördü.
''Sen buraya nasıl geldin?'' demişti. Ayezi ona baktı.
''Bu önemli mi? Nerede olduğun daha önemli. Benim fikrime
göre!'' dedi. Aleon etrafına bakınca az önce bulunduğu koridor yoktu. Pema ile
oturup sohbet ettiği terastaydı. Yükselen Pan dağlarını görüyordu şehrin
ötesinde. Orada yanan ışıkları ilk defa fark ediyordu. Ayezi onun yanına doğru
gelip baktığı yere çevirdi bakışlarına.
''Onların ne olduğunu biliyor musun?'' demişti. Aleon başını
salladı.
''Bilmiyorum. ''
''Seronların meşaleleri ve ocaklarının ateşi. Bak bakalım ne
kadar yakınlarmış size!'' dedi ve birden Aleon kendini kampın ortasında buldu.
Binlerce asker ve altın zırhlılar... Ne yapacağını bilemedi. Ayakları bile
çıplaktı. Eli beline gitti ama kılıcı orada değildi. Ayezi keyif içinde adeta
donmuş gibi duran askerler arasında gezindi.
''Binlercesi, Pan dağlarını aşıp geliyor ve sizi paramparça edip
buradan Kuzeye geçecek. Senin Kuzgunların gelene kadar siz yok olmuş
olacaksınız.'' dediğinde Aleon sinirle kızardı. Kaşları çatıldı.
''Bu yaptın büyü ve gerçek değil. Senin bu sahte görüntülerine
kanmam ben! Yalancı ruh seni'!'' diye çıkıştı. Ayezi ise oldukça keyifliydi.
''Siz Unglar gerçekten taş kafalı adamlarsınız. Buraya sana
hatanı düzeltme şansı vermek için geldim.'' dedi. Aleon ona bakıyordu. Ayezi
ise ona doğru adım adım yaklaştı.
''İyi dinle seni kibirli Ung Prensi!'' demiş ve birden etraf
ıssızlaşmıştı. Aleon tanıdık gelen kokuyla başını çevirdi. Kızıl ormanın
ortasındaydı. Ung Kampının izleri duruyor ama ateş ve küllerden başka bir şey
yoktu. Çatırtılar duyuluyordu.
''Onlara, kuzgunların gitmeden kartallar yedi mektupları. ''
''Kimin kartallarından söz ediyorsun sen?''
''Aptal herif! Kuzgunlarının taşıdığı mektuplar buraya ulaşmadı.
Helyan Kea ve bütün askerler ölecek. Şehriniz düşecek! Sana anlatmaya
çabaladığım zamanda tarihi değiştirebilirdim. Buraya bak!'' deyip pençesi ile
ona vurunca Akela surlarının içinde buldular kendilerini. Marinoe ve dört kız
bir odada hala geçidi bekliyordu. Dört kız geçiti tutarken Marinoe geçitten
içeri kuzgunun düşmesini bekliyordu.
''Bir kuzgun yollaycaksın Limandan. Kanadının birini kırman
gerek. Rüzgar onu savurunca buraya girecek. Yanan ateşleri görünce kuzgun yolla
ki... Tanrınız Tesna'nın mabedine gitmeden canınızı kurtarsın efendim.'' dedi.
Aleon tam ona dönüp bir şey diyecekken Ayezi onu surlardan aşağı doğru
itekledi.
Gözlerini açınca nefesi kesilmiş gibi hissedip yattığı yerden
fırladı. Terden saçları yapışmıştı. Alnına konulmuş nemli bezi alıp kenarı
attı.
''Majesteleri hızlı kalkmayın. '' diyen hizmetçiye baktı. Başı
önüne eğik olan adam sıska ve yüzünü net göstermezdi. Kolunun birisi çolaktı.
İçeri doğru kıvrılmıştı. Boynu ise hem öne hem yana yatıktı. Aleon uyuşmuş
kaslarının sızısı ile kaldı. Alnında bir ağrı vardı. İçeri giren hekimi görüce
şaşırdı.
''Majesteleri durumunuza bakmaya gelmiştim. Ateşinize bakmama
izin verin.'' dedi. Prensin ateşini ölçüp nabzına baktı.
''İki gece önce sizi koridorda baygın buldular. Düşüp
kalmışınız. Alnınıza dikiş attım. Kaşlarınızı çatmayın ki dikiş patlamasın.''
dedi. Aleon ayaklandı. Bacakları hala uyuşuktu. Ileride cilalanmış gümüş
tepsiyi eline alıp yüzüne baktı. Alnında bir dikiş vardı. Gözlerinin altı
solgundu. Rengi ise bembeyazdı. Saçlarını çekiştirdi. Derin derin nefes aldı.
Bileğindeki kurdeleye bakıp elini gözlerine indirdi.
''Bu girdiğimiz bataklıkta ilk boğulan ben olmayacağım! Ruhların
en hileci ve çirkini o kurdu bir daha gördüğümde öldüreceğim.'' demişti.
Kaslarının ve yarasının sızısına daha fazla dayanamayıp sandalyeye çöktü.
''Majestelerini rahatsız eden bir şey mi var?'' demişti hekim.
Aleon başını iki yana salladı. Ayağa kalktı.
''Yıkanıp saraya döneceğim!'' demişti. Hala gece vaktiydi. Hekim
şaşkınlıkla ona bakıp kaldı. Aleon ise kaşlarını o kadar çok çatmıştı ki
gözleri gölgesinde kayboluyordu. Itiraz edemediler. Gecenin bir yarısı küvet
dolduruldu. Ardından prensi giydirdiler. Araba hazırlatıp onu saraya
götürdüler. Saraya geldiklerinde Aleon oldukça gürültülü bir giriş yapmıştı.
Büyük toplantı salonuna gidip eski altından zilleri çalmak için hızlı hızlı
iplerini sallamaya başlamış ve bununla yetinmeyip büyük çanın ipine asılmıştı.
Kolları o kadar kuvvetliydi ki... Tek bir hamlede çanı üç defa sallıyordu. Çan
yankılanırken onunla gelen hizmetçiler korku ile etrafa bakıyordu. Önce
muhafızlar sonra yavaş yavaş meclis üyeleri gelmeye başladı. Hepsi yarı uykuluydu.
Kral ise şaşkınlık içinde gelmiş ve kükremişti adeta.
''Nedir bu rezalet!'' diye kükrerken Aleon onun karşısına
dikilmişti.
''Senin hasta yatağında olman gerekmez mi?'' demişti. Aleon ona
bakıp bir süre konuşmadı. Kral ise kemerini bile daha tam takamanın verdiği
sinirle homurdandı.
''Seronlar geliyor!''
''Bunu nereden çıkardın? İki gecedir baygın yatarken birden bu
rezaleti gördüğün rüyalara bağlarsan seni cezalandırırım.'' diye çıkışmıştı
kral meclis üyeleri önünde prense. Aleon ise kaşları çatık ona döndü.
''Pan dağlarından batıdan gelecekler. Binlercesi olacak. Gece
girecekler ve binlerce kişi ölecek! Seronlar geliyor. İster inan ister inanma
ama oraya bir birlik göndermemiz...'' Birden etrafı sessizlik kapladı. Hala
titreyen çan bile susmuştu. Aleon'un yüzüne inen tokatın şakırtısı
yankılanıyordu. Kral oğluna vurduğu elinde hissettiği karıncalanma ile
kalmıştı.
''Zırvalamaların yeter. Yakında Helyan Kea orduyu alıp gelecek.
Gidip dayının kütüphanesinde deliliğine çare bul! Senin ruhlarla alakalı
söylediğin bu zırvalıklar yüzünden gerçek meseleleri konuşacağımız zamanlar
geçiyor. Aşılmaz Pan Dağlarından Seronlar gelecekmiş. Aklını kaçırmışsın sen!''
Kral söylenerek tahtına doğru yürüyordu. Aleon ise yanağından sızan incecik kan
ile öylece kalmıştı. Yere doğru düşen kan damlalarına bakıp birden güldü.
''Eğer o gece seni Seronlar öldürmez ise seni öldüreceğim!''
demişti. Öyle öfkeli konuşuyordu ki nefesi ateş saçıyordu adeta. Gözlerine inen
siyahlık etraftakileri korkutmuştu.
''Öyle korkutucu bakmaktan öteye gidemezsin değil mi? Aklını
kaçırmış bir adam gibi konuşacağına geçilmez dağları geçecek Seronları nerede
gördüğünü söyle!'' dedi. Aleon ona baktı ve gözlerini kıstı.
''Londaga'nın hizmetkarı Kurt söyledi!''
Etrafı kahkahalar ve fısıltılar sarmıştı. Ruhların varlığını
yalanlayan Unglar için bu söylenen şey delilikti adeta. Aleon onlara bir süre
baktı ve bir Ung meclisine yapılabilecek en büyük hareketi yaptı. Yere tükürüp
ayağını üstüne bastı. Unglar için bu hakaretin en ağırıydı. Öylece herkes kalmıştı.
Aleon başını iki yana sallayıp arkasını döndü.
''Kanadı kırık kuzgun bile sizi kurtaramaz artık. Rahoma ihanet
ettiğim için tanrılar bana ceza olarak sizi vermişte haberim yokmuş.'' dedi ve
çıktı. Hizmetçileri arkasından koşturuyordu. Meclisin en büyüğü olan ve Ung Soyunun
ikincil ailelerinden olan adam kızgınlıkla konuşmaya başladı.
''Prensimizin bu yaptığı hakareti telafi etmek için af dilemesi
gerekir. Öyle elini kolunu sallayarak gitmesine müsaade mi edeceksiniz
majesteleri?'' demişti. Kral oğlunun ilk defa meclise açıkça hakaret ettiğini
görmüştü. Bir şeylerin onu rahatsız ettiğinin farkındaydı. Aleon sürekli
babasını öldürmekle tehdit eder ama bunu asla bir hakaretle mühürlemezdi. Kral
Yohano öylece bakıp kalmıştı. Ama meclisten dil birliği yapmış gibi aynı ses yükselmeye
başlamıştı.
''Prens meclisten özür dilemez ise sizin iktidarınızdan şüphe
ederiz!'' şeklinde sesler yükseliyor ve kral uykusuzluk ile sinirlenmeye
başlamıştı.
''Prens Aleon'u geri getirin ve af dilesin meclisinden!'' emrini
verdi ama Aleon gelem yanlısı değildi. Çoktan arabası yola koyulmuştu.
Muhafızlar onu yarı yolda yakaladı ama Aleon onları geri çevirdi. Muhafız
birliği onu götürmeleri konusunda ısrarlı olunca Aleon agresif bir duruş
sergilemişti.
''Kılıcı boynuma mı dayayacaksınız? Bu sizin başınızın kesilmesi
için ilk sebep olur.'' demiş ve onları ikna eden tehditleri sonucu geri
Dayısının kütüphanesine dönmüştü. Ne var ki sabah onu boynuna kılıç dayamış
sekilde mecliste tükürdüğü yere diz çökertmek için getirmişlerdi. Boynuna dayanmış
kılıçlara bakıp karşısında kibirle ona bakan meclis üyesi olan adamlara baktı.
Kraliçe Yagnafil bunu duyduğunda çıldırmış ve kralın üstüne gitmiş ama
nafile...
''Meclis benim kadar krallıkta saygındır. Onlara yaptığın
saygısızlık bana yapılmıştır. Şimdi onlardan hakaretin için af dile! Bende
senin cezanı düşüreyim.'' dedi. Aleon ona baktı ve gözlerini kıstı.
''Cezamı ne olarak düşündünüz?'' demişti. Özür dilemeyi
reddettiğini belirtince etrafı derin bir sessizlik sardı. Dün gece yarısı ilk
özür talebini ortaya atan adam öne doğru çıktı.
''Meydanda elleri başının üstünde yarı çıplak dizleri üzerinde
beş gün bekleyeceksiniz prens hazretleri.'' demişti. Sadece su verecekler
size!'' dedi. Prens Aleon'un yüzünde bir gülümseme oluştu. Tek çekişte zırhının
kemerini açmıştı. Üstündekileri çıkarıp attı. Ayakları çıplak kaldı. Bir tek
pantolonu ve pantolonunu tutan kuşağı vardı belinde.
''Cezamı çekeceğim. Ama bu aşağılık heriflerden özür
dilemeyeceğim. Sizdende majesteleri!'' demişti. Onlardan af dilemek kendine
yapacağı en büyük hakaret olarak görüyordu. Tükürdüğünü yalamazdı asla! İnadı
tıpkı babasının inadı gibiydi.
Meydanda kurulan sahneye çıkmıştı. Halka duyuru yapacak olan
ulak ve meclis ile kralda oradaydı. İnsanlar merak içindeydi. Dün gece çanın
sesini duymuştu bir çok kişi. Neler olduğunu merak ediyorlardı. Çıplak bedeni
ile dizleri üstünde duran Prens Aleon'u görenler şaşkındı.
''Dün gece meclise ve krala yaptığı hakaretten sonra prensimiz
Aleon cezasını çekmek için halkın önüne çıktı. Onuru ile cezasını çekecektir.
Bu süre boyunca meclise yaptığı gibi onu aşağılama hakkınız vardır. Beş gün
boyunca ona su dışında başka bir şey veren onun cezasına ortak olacaktır.
Kralımız Yohano'nun emridir!''
Ardından insanlar kral ve meclis uzaklaşınca sahnenin etrafını
doldurdu. Aleon dizleri üstündeydi. Elleri başının üstündeydi. İki nöbetçi onun
yanındaydı. Kütüphaneden gelen dayısı ve çolak hizmetçiyi gördü. Halkın içinden
sıyrıldı. Dayısı sahnenin önünde durdu.
''Kaç gün?''
''Beş!''
''Helyan Kea özür diler, Daki kaçar sen ise cidden iflah olmaz
şu adalet düşüncen yüzünden bu haldesin! Bir şeye ihtiyacın olursa burada senin
başını bekleyecek!'' dedi dayısı. Hayıflanarak elleri arkasında yürüyüp gitti.
İlk gece soğuktan Aleon titremişti. Muhafızlar devriye değiştirmişti. Sabah ona
su veren bir kaç kişi olmuştu. Gece ise insanlar evlerine doğru gitmeye
başlamıştı. Aleon boşalan meydana bakarken bir kaç kişi belirdi. Ellerinde
odunlarla meydanda büyük bir yığın oluşturmaya başladırlar. Ateşi yaktıklarında
muhafızlar sessiz kalamadı. Cezaya uygun değildi bu!
''Ateşi söndürmeniz gerek!'' dedi. İçlerinden bir adam ona doğru
döndü.
''Bu gece prensin cezasını izlerken donmak istemiyoruz! O yüzden
ateşi söndüremezsiniz.'' demişti. Muhafız itiraz etti.
''Daha uzağa yakın.'' dedi. Ama adamlar onu duymuyordu. Aleon
ısıyı hissettikçe titremesi geçiyordu. Ara ara kişiler değişti ama ateş gece
boyu sönmedi. Sabah ise ona su içiren bir kadındı. Sürekli birileri su içirmeye
geliyordu. Bazen suyun içinde erimiş ekmek parçalarını hissediyordu Aleon.
Şekerin tadını alıyordu. Bir defasında ise bir yaşlı adam suya şarap
karıştırtıp vermişti. Çolak da tıpkı prens gibi ceza çekiyormuş gibi bütün gün
ve gece oradaydı. Üçüncü gece olmaya başlamıştı. Muhafızlarda üşüdükleri için
artık ateşe ses çıkarmıyorlardı. Bir muhafız kenarı çekilip diğeri ayakta
uyurken birisi elinde ufak bir bardakla çıktı. Adam gülümseyerek prensinin yanına
diz çöktü. Suyu uzatmadan içine parça ekmekleri attı. Aleon ona şaşkınlıkla
bakıyordu. Adam ise gülümsedi.
''Siz bizim umudumuzsunuz. Duyuyoruz olanları ve sizin ayakta
kalmanız gerek. Lütfen hayatta kalmak için!'' dedi. Aleon öylece bakmıştı.
Halkı onu seviyordu. Hep kaçındığı ve yönetilmeye değer görmediği halkı ile
geçirdiği bu eziyet dolu yorucu ama ilgin gün ve gecelerin üçüncüsünde ona
şarapta ıslanmış ekmekleri içiren adama bakıp kaldı.
''Neden?'' diye fısıldadı. Adam ise onun tekrar ağzını meşgul
etmek için bardağı dudaklarına iteleyip kulağına yaklaştı.
''Çünkü siz meclisi yok saymaya hazırsınız. Siz bizi korumaya
hazırsınız! Bizde sizi korumaya hazırız!'' demişti. Aleon öylece bakıp
kalmıştı. Lokmaları çiğnemeden yuttu. Gün doğana kadar düşündü. Seronların
paramparça edip yok etmesini beklediği şehirde iyi insanlar görmek. Onun
düşüncelerini değiştiriyordu. Ayakta usanmadan duran çolaka baktı. Gün doğmaya
yakındı.
''Sen!'' dedi. Çolak korku ile ona doğru döndü. Prens ona bakıp
gülümsedi.
''Aklında iyi tut diyeceklerimi.'' dedi. Çolak ona bakarken
halkıda dönmüştü o tarafa. Ateş sönmeye başlamış alacakaranlık başlamıştı.
''Seronrakaul Krallığı Pan dağlarından üstümüze yürümeye
başladı. UngurPan Krallığının kurtuluşu için Kuzey'in yardımını istiyorum.
Yardımın karşılığı yanınızda savaşmak olacaktır.'' dedi. Çolak başını
sallayınca Aleon ona bakıp öne doğru eğildi.
''Bir kuzgun al. Kanadının birini kır. Ama uçabilecek şekilde
uçlarını kır. Limandan havalandır. Kuzgunu kartal kaparsa Akela yılanları bizi
kurtaramaz. Kartal kapmazsa kurtuluşumuzdan sonra bambaşka bir devir
başlayacak!'' dedi. Çolak hızlı hızlı koşarken iki muhafız birbirine bakmıştı.
Prensin aklını kaçırdığını düşünüyorlardı. Aleon ise ilk defa aklı başında gibi
hissediyordu. Kuzgun havalandı. Uçtu ve birden kanadının daha fazla dayanmaması
ile denizin üstünde yalpalamaya başladı. Ve birden gözden kayboldu.
...
Prens Aleon cezasını çektiği günlerde Ayezi ve Kuwala arasında
bir konuşma geçmişti. Daki, Ayezi'yi duyamasa da Kuwala'nın konuşmasından neler
olduğunu anlamaya çabalamıştı.
''Söylesene Ayezi bir kaç gecedir ortalarda değilsin. Nerelerde
neyin peşine düştün yine? Burnun neyin kokusunu aldıda bu kadar etrafta dolanır
oldun?'' demişti Kuwala. Elindeki su kabını taşıyordu. Ayezi ise onun yanında
yürürken Kuwala birden durgunlaşıp ona dönmüştü.
''Eğer durum ciddiyse bir şekilde oraya gitmek gerekmez mi?
Sonuç olarak onların yardıma ihtiyacı var!'' demişti Kuwala. Ayezi ise
hırıldayıp alıp başını gitmişti. Kuwala ise elinde su kabı ile meydandan
geçince Daki onu küvete giderken yakalamıştı.
''Ayezi ile ne konuşuyordun?'' dediğinde Kuwala hiç çekinmeden
ona doğruları anlatmaya başlamıştı.
''Seronlar güneye Pan dağlarının ardından saldıracakmış. Ayezi
bunu öğrenince önce Akela kraliçesi olan hanımla daha sonra ağabeyin Prens
Aleon ile konuşmuş. Onları iş birliğine davet etmiş ve bu iş birliği olmaz ise
herkesin ağır kayıplar vereceğini göstermiş. O böyle dolambaçlı yolları sever.
Ama sorunun çözüldüğünü söyledi. Prens Aleon meclise küfretmiş ve ceza almış.''
dediğinde Daki öylece kalmıştı. Kuwala'nın kucağındaki büyük su kabını alıp
yürümeye başladı.
''Aleon'dan böyle bir davranışı hep beklemişimdir.''
''Cezasını çekerken halkı onun yanında olmuş. Sen ve büyük
ağabeyini pek prens olarak benimsemedikleri için Aleon'u destekleyecekler gibi
görünüyormuş. Ayezi işleri yola sokmak için tanrılarında kollarını sıvadığını
söyledi. Bir Kuzey değil bozulmuş tüm toprakların düzeltilmesi gerekiyormuş.
Onun işine karışmamam konusunda beni uyardı. Sinirli bir ihtiyar.'' deyip
gülümsemişti. Daki ise onun kadar olayı hafif göremiyordu. Oldukça endişeliydi.
Tanrılar işe el atıyorsa bu sorundu. Tesna onlarla olmazdı. Kendini
cezalandırdığı için yeryüzünü korumayacağına yemin edip uyumuştu. Ungların başı
büyük belada olurdu.
''Daki!'' demişti Kuwala yürümeye devam ettikleri sürece
dalgınca giden adama defalarca seslenmiş ve Daki sonunda onu duymuştu. Başını
çevirip ona bakınca Kuwala içerdeki küveti göstermişti. Üstünden buhardan bir
bulut oluşmuş küvete bakıp elindeki suyu oraya dökmeye yöneldiğinde Kuwala onu
kolundan yakalayıp durdurdu.
''Yıkanacak mısın? Ona göre bu suyu ısıtacağım.'' dedi. Daki onu
bir kaç saniye anlamadan boş gözlerle baktı.
''Yıkanmayacağım.'' dedi. Kuwala ona bakıp yukarı doğru katladığı
kollarını birbirine doladı.
'' Beni geri çevirdiğine göre kafanı kurcalayan şey oldukça
önemli olmalı. Konuşmak ister misin?'' demişti. Daki elindeki kabı kapı eşiğine
bırakıp veranda da ki merdivenin ilk basamağına oturdu.
''Aleon için endişe ediyorsan Ayezi onun her zamankinden daha
güçlü olduğunu söyledi!'' dedi. Daki yanına oturan Kuwala'ya baktı. Saçlarını
geriye doğru kabaca toplamış, kolları yukarı doğru katlanmıştı. Belini saran
kuşak onun eskisine oranla daha zayıflamış olduğunu gösterecek şekilde iki diş
geriye çekilmişti. Kıyafetini düzensiz giymişti. Cübbesinin bir kısmı kemerden
aşağı doğru daha fazla sallanıyordu. İçine giydiği ikinci daha ince cübbes ise
biraz açılmış ve beyaz teni gözüküyordu. Botlarının kayışları sıkıca
gerilmişti. İnce bileklerini saran kayışlar iki tur atıyordu. Köprücük
kemikleri gözüküyordu. Boynu her zamankinden daha ince duruyordu. Kuwala onu
uzun uzun inceleyen Daki'ye bakıp utançla gülümsedi.
''Hala beraber yıkanabiliriz. Uzun süredir baş başa kalamadık.''
dediğinde Daki onunla göz teması kurmuştu. Gri gözlerde gördüğü ışık bütün endişelerini
dağıttı. Eli yeni yeni çıkmış sakallarına gitti.
''Traş olmamda gerekiyor.'' dedi. Kuwala ayaklanıp ona elini
uzattı.
''Gidip ustura getireceğim.''
Geri döndüğünde Daki hala verandada oturuyordu. Kuwala köseydi
ve hiç sakallarını kesme gereksinimi gibi bir durum yaşamamıştı. Ancak bir kaç
defa Daki'yi izlerken nasıl yapıldığını görmüştü. Kemarını söktü ve ilk
cübbesini çıkardı. Daha kısa gömleğe benzeyen ve belindeki pantolonunu tutan
kuşakla sabitlenmiş beyaz cübbesi ile kaldı.
''Seni bu sefer ben traş edeceğim. Otur bakalım.'' dedi. Daki
bir ayağı oynayan sandalyeye oturmadan önce eğilip sandalyenin ayağını
sabitledi. Kuwala ufak bir bakır kaba temiz su doldurdu. Dar sehpanın üstüne
koydu kabı. Usturanın ucunu tıpkı Daki'nin yaptığı gibi parmağına paralel tutup
sürdü. Keskin olup olmadığını bilmiyordu. Sadece ondan gördüğü şekilde kontrol
etti. Daki gülmüştü.
''Ucu yeterince keskinse deride pütürtülü bir his vermez!''
demişti. Kuwala oldukça kusursuz ucu olduğunu anlamıştı usturanın. Nemli bezle
Daki'nin yüzünü silip eğilip yavaşça usturayı sürdü. Ortam o kadar gergindi
ki... Kuwala korkuyordu ve elleri titriyordu.
''Korkmana gerek yok. Arada bende kanatırım yüzümü!'' demişti Daki
ama Kuwala'nın elleri bunu duyunca daha çok titredi. Daha fazla dayanamayıp
geriye doğru çekilmişti. Usturayı Daki'ye doğru uzattı.
''Olmayacak! Kesin yüzünde derin bir kesik oluşturacağım!''
demişti. Daki ona bakıp elini tutup onu kendine doğru çekti. Kucağına oturtup
bir elini beline doladı. Ustura olan elini tuttu.
''Yaralanmam! Senin bana zarar vermeyeceğini biliyorum. Devam
etmelisin.'' demişti. Kuwala bir süre ona baktı. Daha sonra ona doğru bedenini
yavaşça çevirdi. Usturayı nazikçe kaydırdıkça kesilen kıllar dökülmeye
başlamıştı. Daki'nin yüzünde kesik yaratmadan işi bitince gurula gülümsedi.
Daki ise elini çenesinde gezdirdi ve memnuniyet ile başını salladı.
''Beğendim!'' demişti. Kuwala onun yanağına sakince bir kaç
öpücük kondurdu. Ardından bu öpücükler ciddileşmeye başlayınca Daki onu kendine
doğru çekmişti. İkisinin bu ateşli öpücüklerini bölen ise birden çatırtı ile
ayrılan sandalye ayağı olmuştu. Kendilerini yerde bulmuşlardı. Kuwala
istemsizce kahkahalar atıyordu. Yan tarafta kalanlar ise gürültü ve kahkahalara
meraklanmışlardı. Kuwala geriye doğru düşünce üstüne düştüğü Daki'nin üstünden
kalkmadan kahkahalar atınca Daki'de ona katılmıştı. Bir süre gülüştüler. Kuwala
sakinleştiğinde Daki'nin yüzüne doğru eğilip burun buruna geldiler. Onu öpmek
için hazırlanmışken aralık kapı gıcırtı ile daha fazla açıldı.
''Rahom Kuwala!'' diyen ses burayı alırken kasabada örgütlenmeyi
sağlayan adamın sesiydi. Içeri doğru gelince yerde uzanmış iki adamı gördü.
Kuwala sesi duyunca yana doğru devrilmişti. Adam yan yana yatmış iki adama
baktı ve kırılmış sandalyeye baktı. Kafasında neler olduğunu düşünürken Daki
onun dikkatini dağıttı.
''Dinliyoruz.'' demişti. Doğrulup ayağa kalkıp Kuwala'yı elinden
tutup kaldırmıştı.
''efendim kasabanın sur kapısında iki kişi var. Onları içeri
almadık. Ama gelmeniz gerek.'' dedi. Kuwala yatakları topladığı yere koyduğu
cübbesini aldı. Daha düzgün giyip beline kemerini taktı.
Sur kapısına gidince öylece kalmışlardı. İki kişi vardı.
Birisinin gözlerinden biri mimlenmişti. Genç bir erkek ve üstünde Ung zırhı
vardı. Yarası taze duruyordu. Diğeri ise elleri kesik ve korku içinde ağlayan
bir genç kızdı. Ağzında ise kanlı bir sargı vardı. Adam Rahomu görünce korku
ile yere çöktü. Yere kapanıp acı dolu bir sesle konuşmaya başladı.
''Kuzeyin efendisi bizi kanatların altına al. Karım ve ben
lordun zülmünden kaçtık. Karımı kendi kadını yapmaya çabalıyordu. Ona karşı
çıktığım için gözümden oldum ve kadınım ise...'' Hıçkırıklar içinde donmuş
toprağa başını dayamıştı. Kuwala öylece bakıp kalmıştı.
''Muhafzı mısın?'' Adam başını iki yana salladı.
''Lordun gözünde bir hainim ve ondan bana yaptıklarının hesabını
sormak istiyorum.'' dedi. Kuwala başını Daki'ye çevirmişti. Daki ise başını
yavaşça sallayınca Kuwala adamlara döndü.
''Onları alın, kalacak yer, sıcak su ve yemek verin.'' demişti.
Adam yerden kalkıp gözünden yaşlar akarak ona bakmaya başlamıştı. Kuwala bu
çiftin hikayesini merak ediyordu. Onların yerleştiğini öğrendiğinde akşam
ziyarete gitmek istedi. Daki'ye uzandığı yerde ağrıyan midesine iyi geleceğini
düşündüğü için bez ısıtıyordu. Daki ise yattığı yerde sızlanıyordu. Kuwala'nın
onunla ilgilenmesi en sevdiği şeydi. Sadece onunla ilgilenmesi için kendini
hasta bile etmekle tehdit ettiği oluyordu. Hekimlik becerisini yaralı kasaba
halkı için kullanmaya başladığından beri Daki sürekli mide ağrısından
sızlanmaya başlamıştı. Kuwala yatağın yanına oturup Daki'nin karnını açtı.
Sıcak bezi onun midesinin üstüne koydu. Elini ise bezin üstüne koydu.
''Bir süre terlersen ağrı geçer diye umuyorum. Üşüttüğün için
miden ağrıyor olmalı. Senin için ısıtılmış şarap getireceğim. Mide ağrısına iyi
geldiğini söylediler.'' dedi. Daki onun bir yere gitmeye hazırlandığını
hissetmişti. Gözlerini kapayıp mırıltı ile sızlandı. Kuwala ise onun alnına bir
öpücük kondurup üstünü örttü.
''Bu sefer gitmem gerek. Gelen kızın yaralarına bakmak
istiyorum. Bandajlar eski gibiydi. Yarası taze duruyordu. Ben gelene kadar
sende sessizce uyumalısın. Bu mide ağrıların beni endişlendiriyor.'' dedi. Daki
numara yaptığını ona söyleyemezdi. Kuwala ise onun ilgi istediğini başından
beri biliyordu. Sevgi konusunda bencil bir adamdı Daki! Sırf onun bu çocukça
oyunu bozmamak için dün gece ona masaj bile yapmayı kabul etmişti. Ama bu sefer
onu kendi haline bırakması gerekiyordu.
''Endişe etme bir saate geri döneceğim!'' dedi. Çıkıp ilerde
onlara oda verilen büyük hana gitti. Geceleri kasaba halkı burada içmeyi
kendilerine hobi olarak görüyordu. Rahomun girdiğini görünce saygılarını
sunmuşlardı. Kuwala ise etrafa bakınıp hancının bulunduğu tezgaha doğru yürüdü.
Elinde ufak bir bohça vardı. Kasaba halkının ona verdiği ilaçları ve sargı
bezlerini taşıdığı bohçasını koluna takmıştı. Hancı onu görünce gülümsedi.
''Efendi Kuwala size bir içki ikram etmeme izin verin!'' dedi.
Kuwala ise gülümseyerek başını eğmişti.
''Teşekkür ederim. Ancak bu gece yeni misafirlerimizi görmeye
geldim. Bana yardımcı olur musun?'' dedi. Hancı tezgahın diğer ucundaki oğluna
seslendi. Tezgahı ona emanet edip Rahomun yanına geldi. Beraber merdivenleri
tırmanmaya başladılar. Dört katlı bu handa bolca oda vardı ve köylülerin burada
kalmasına izin vermişti hancı. Kuzeyin eski bereketini özlediğini söylemiş ve
Kuwala ile Daki'ye de kendine ait hanın ilerisindeki ufak evi vermişti.
Merdivenleri çıkarken hancı sohbet açtı.
''Efendi Daki'nin midesi nasıl oldu? Sıcak şarabı denediniz
mi?'' dedi. Kuwala gülmüştü.
''Bir şeyi yok! Çocuk gibi onunla ilgilenmem için hasta gibi
davranıyor. Yinede ona acı bir ilaç vereceğim ki aklı başına gelsin!'' demişti.
Hancı onunla beraber güldü. Bir odanın kapısına gelmişlerdi. Hancı kapıyı
vurdu. Kapıyı bir süre sonra tek gözü kör adam açmıştı. Şaşkınlıkla alıp mahçup
halde başını eğdi.
''Kuzeyin efendisi!'' demişti. Kuwala gülümseyerek kolunda
takılı bohçayı çıkardı.
''Akşam vakti rahatsız ediyorum ama eşinin yaralarına ve senin
yaralarına bakmak istiyorum.'' dedi. Adam onları içeri doğru çağırdı. Kadın
yatağın yanındaki sedirde oturmuş dışarıya bakıyordu. Onlara doğru başını
çevirdi. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Kuwala kadının yüzündeki ifade de korku
görüyordu. Bir süre sohbete ttiler adamla. Adam onların karısına tecavüz etmeye
kalktıklarını anlattı ve komutanını öldürdüğünü karısını bulduğunda bu halde
olduğu yalanlarını ardı ardına dizdi. Gözüne Kuwala baktı ama kurtarılamaz
derece hasar almıştı. Kızgın demir gözü tamamen kaynatmıştı. Kızın dili ise
kesildikten sonra sıcak demirle mimlenmişti. Apse yapmıştı. Kuwala onun
sargılarını çözdü. Pek bir şey yiyip içemediği belliydi. Kaşıkla ona biraz su
içirdi. Dilindeki apse için yanındaki otlardan merhem hazırladı. Bilekleri ise
kangren olmuştu. Kabaca eti dikilmişti. Kuwala dehşet içinde bakıp kalmıştı
kıza. Bilekleri için ameliyat şartı koydu. Kasabanın hakiminin evine gitmekten
söz etmişti. Ne kadar erken müdahale ederse o kadar iyi olacağını düşündü. Gün
doğmaya yakın hekim ile kızın kolunu dirseklerine kadar kesmek zorunda
kalmışlardı. Temizleyip ateşle mimlemişlerdi. Başka şekilde bütün kolu kesmek
zorunda kalırlardı. Kız baygındı ve bir kaç gün uyanamayacaktı. Gün doğduğunda
Kuwala yorgunlukla kana bulanmış cübbesi ile hancının getirdiği sıcak çaydan
içmek için verandaya çıkmıştı. Hekimde onun kadar yorgundu. Yaşlı bir adamdı
ama işinin ehliydi. Kuwala yorgunca oturdu. Hekimin hamile kızı onun yüzünü
silmesi için ıslak bez getirmişti bir tas su ile. Kuwala yüzünü ve ellerini
sildi. Ardından oturduğu yerde çayından bir kaç yudum aldı. Endişeli duran
kocaya döndü.
''Merak etme. Bir süre baygın kalacak ama uyandığında ağrısı
olmayacak. Dilindeki apse geçtiğinde bir kaç kelime olsun konuşabilir. Kökünden
kesmedikleri için şanslı demek doğru olmaz ama hala kelimeleri telafuz
edebilecek!'' dediğinde adamın suratı renk değiştirmişti. Elleri titremişti.
Kuwala ona dikkatle bakıyordu.
''Yorgun olmalısın. Gidip dinlen istersen!'' dedi. Adam gitmeyi
reddedip içeri girmişti karısına göz kulak olacağını söyleyip. Kuwala sessizlik
içinde kasabaya baktı. Bir süre sonra elindeki çay fincanı yere doğru
yuvarlandı. Yorgunluktan güçsüz düşmüş kolları tutmayınca çay üstüne
dökülmüştü. Hekimin kızı onun üstüne dökülen çayın sıcaklığını alsın diye kanlı
ıslak bezi basmıştı kıyafetine. Kuwala ise hissizce bakıyordu.
''Seninde dinlenmen gerek Rahom Kuwala!'' dedi yaşlı hekim.
Kuwala yorgunca bakıyordu. Yürümek ona zor gelmişti. Ayağa kalkıp salınarak bir
kaç adım attı. Kanın kokusu yoğun gelmiş ve yorgunlukla, açlıkla beraber
midesine giren krampla iki büklüm olmuştu. Günlerdir insanların yaralarına,
işlerine koşturuyor ve halsizdi. Hekim onun gitmesine izin vermedi ve misafir
etmek istedi. Kuwala kabul etmekten başka şans bulamadı. Adım attıkça gözü
kararıp midesi bulanıyordu. Yattığı misafir sedirinde hemen uykuya dalmıştı.
Kıyafetlerini bile soymamıştı. Öğle saatlerinde gözünü açtığında onu gözünü
kırpmadan izleyen Daki ile karşılaştı. Daki ona doğru yaklaşmak için emekledi.
Daha yakınına gelip oturdu.
''Kendine yine fazla yüklendin.''
''Bunu bana hasta numarası yapan sevgili Kara Kurt mu
söylüyor?'' dedi. Daki utançla başını yana doğru çevirdi. ''O insanlarla
ilgilenmen...''
''Sana haksız olduğunu söylemedim. Bende sen benimle ilgilen
diye halsiz numarası yapıyorum.'' dediğinde Daki gülümsemişti. Kuwala bir süre
onun gülümsemesini izledi. Ardından doğrulup üstündeki kan izlerine baktı.
''Daki senden bir şey isteyebilir miyim?'' dediğinde Daki ona
pür dikkat bakmaya başlamıştı. Kuwala ondan bir şey istediğinde hep böyle
yapardı. Emri bekleyen bir asker gibi gözünü bile kırpmazdı.
''Şu gözü mimlenmiş adam! Onda bir şey var.'' Daki ona doğru
yaklaştı. Aralarında bir kaç karış kalmıştı.
''Onu takip etmelerini söyledim. Bakışı hoşuma gitmedi. Fazlası
ile yapmacık minneti ise sinirimi bozuyor. Endişen olmasın. Onu izliyorlar ve
dinliyorlar.'' dedi. Kuwala her şeyi düşünen ve fark eden Daki'ye hayran hayran
bakıp kendini geri yatağa bıraktı.
''Sen varken güven içinde biraz daha tembellik yapmak istiyorum
o zaman. Buraya gel ve benim güvende olduğumdan emin ol!'' demişti. Daki ise onun
açtığı yere bakıp oturmaya devam etti.
''İhtiyar hekim ikimizi burada sarmaş dolaş gürürse kalbi çatlar
şaşkınlıktan. Burada seni izlemekle yetineceğim. Bir dahaki sefer de evin
kapısını kitleyeceğim ki kimse bizi bölmesin.'' demişti. Kuwala gülüp ona doğru
döndü. Kısa süre sonra Daki'yi izlerken tekrar uyumaya başlamıştı. Günlerin
yorgunluğu ile akşam yemeğine kadar derin bir uyku çekmiş ve içeri gireni çıkanı
bile duymamıştı.
Bölüm On
Yedi: Ölüm Bir Tanrıdır
Kuwala
yattığı yerde sancı ile kalbini tutarak fırlamıştı. Nefesini toparlayamadan
yattığı yerde kesik kesik soluklar alıyordu. Daki onun nefes seslerine
uyanmıştı. Elini göğsüne koymuş nefes alamıyor gibi çırpınan Kuwala'ya bakıp
kaldı. Son iki gündür uykularından boğuluyor gibi uyanıyordu Kuwala. Daki onu
kendine doğru çekti. Başını omzuna doğru yatırdı. Kuwala'nın alnına ter
damlacıkları ile yapışmış saçları kenarı doğru çekti.
''Kabus
görüyordun!'' demişti. Kuwala bir süre nefesini düzeltmek için çabaladı. Kalbi
o kadar hızlı atıyordu ki... göğüs kafesinde ağrıya sebep oluyordu. Daki'nin
kollarından kurtulup yataktan kalktı. Hala ayağını tamir etmedikleri
sandalyeninde yer aldığı masaya doğru yürüdü. Oraya oturup bir süre yavaş yavaş
su içti. Rüya bile görmüyordu. Sadece kalbinin sıkışması nefesinin daralması
ile uyanıyordu. Birisi göğsüne oturmuş gibi ağırlıkla kalkıyordu.
Hastalandığını düşünüyordu ama başka bir belirti yoktu. Alnındaki ter
damlacıklarını kıyafetinin kolu ile sildi. Bir süre sessizlik içinde ayaklarına
bakarak oturdu. Daki yatakta oturuyordu. Bacaklarını aşağı sarkıtmıştı.
''Soğuk
Ateşi hastalığına yakalanmış olmandan korkuyorum. Şu sıralar bir çok kişide bu
göğüs ağrısı var. İhtiyar Hekimden sana bakması için ricada bulunacağım. İki
gecedir doğru düzgün uyuyamıyorsun.'' demişti. Kuwala çenesini eline, dirseğini
ise masaya dayadı. Tekrar uyumaya çekiniyordu. Göğsündeki ağrı yeni yeni
geçmeye başlamıştı ve tekrar uyursa aynı acıyla uyanacağından çekiniyordu.
Tekrar uyumamak için direndi... direndi... Ama dayanamadı ve başını taşıyamaz
hale geldi. O gece uykusuna geri döndü ama sabah ciğerlerinden adeta kan
geliyordu. Salgın kasabaya nasıl ulaşmıştı kimse bilmiyordu ama Soğuk Ateşinden
bir çok kişi yataklardaydı. Sabah onları kontrol etmek için ev sahipler olan
hancı gelmişti. Daki, hancıdan hekimi sessizce getirmesini istemişti. Hekim
geldiğinde yatakta nefes alırken zorluk çeken ve göğüsten gelen hırıltı ile
hemen orada anlamıştı bir soğuk ateş vakası daha olduğunu. Rahomun diğerleri
kadar ağır hastalanmadığı belliydi. Diğer hastalar öksürürken kan kusuyor ve
nefes alamıyordu. Kükürt ve buhar sayedinde kimisinin nefesi açılıyordu.
Kuwala'nın hastalığı henüz başlardaydı. İyileştirmek zor değildi. Uyuması ve
ilaç alaması bolca terleyip bu hastalığı atlatması sadece bir hafta sürer diye
tahmin etmşti hekim. Hekim onun göğsüne bakmak istedi yinede. Kuwala cübbesini
omuzlarından sıyırdı çıkardı. Yatakta oturuyordu. Karnındaki yara izi hekimin
dikkatini çekmişti. Dağlanmış gibi duran iz bembeyaz kusursuz bedende çirkince
sırıtıyordu. Kuwala'nın yavaş yavaş inip kalkan göğsünü dinledi. Ardından
eliyle pelpe edip giyinebileceğini söyledi.
''Soğuk
ateşi gibi ama daha hafif! Size kükürt
vermeyeceğim. Sadece biraz ağrı kesici vereceğim. Bolca yiyip uyumanız gerek.
Kendini yormamalısın.'' demişti. Kuwala cübbesinin bir ucunu omzuna atmıştı.
Saçları boynunu yakıyormuş gibi onu huylandırmıştı. Terle yapıştıkça rahatsız
oluyordu.
''Aslında
sabahları yavaş yavaş biraz yürümekte iyi gelebilir. Burada havasız çok kalmamalısınız.''
derken hekim çantasından çıkardığı öğütücüde bir şeyler eziyordu. Kuwala
oturduğu yerden bir süre onlara baktı. Birden parçalanarak açılan kapı ile
herkes sıçramıştı. Ayezi içeri doğru hızla girip Kuwala'nın yattığı karyolanın
üstüne attı kendini. Karyola bir kaç ızgarası ağırlığı ile kırılmıştı. Hekim,
korkup ezdiği otların hepsini yere dökmüştü. Hancı ise duvara doğru yaslanıp
nefesi kesiklemiş halde kalmıştı. Daki ve Kuwala ise ürpermişti. Ayezi
cüssesine bakmadan Kuwala'nın üstüne yatmaya çalışıyordu. Kuwala onunla
boğuşuyordu adeta. Ayezi'nin bir pençesi onu ikiye bölebilirdi. Buna rağmen onu
itekliyor ve durdurmaya çabalıyordu.
''Ayezi!''
diye bağırmıştı Kuwala. Son nefesini bu bağrışa harcamıştı. Ayezi onu duyunca
durdu. Ama onu asıl durduran içeri girenler olmuştu. Dışarıda bir takım sesler
vardı. İnsanlar gürültü ile konuşurken içeri doğru kırmızı kaftanı ile Güneş'in
Kızı ve Marinoe girdi. Daki onları görünce şaşırmıştı. Kuwala ise öksürük
nöbeti geçiriyordu. Bir elini ağzına basmış diğer ile Ayezi'nin koca kafasını
itekliyordu.
''Sakın
onlarla gitme! Bu bizim davamız değil!'' demişti Ayezi. Kuwala nefesini
toplayıp başını kaldırınca donup kaldı. Güneş'in Kızı onu selamladı. Marinoe
ise yere eğilerek selamlamıştı onu. Uzun geçen aylardan sonra tekrar Marinoe'yi
görmek garip gelmişti. Saçları uzamış ve örülerek arkaya toplanmış, deriden ve
metalden yapılma bir zırh giyiyordu. Simsiyah zırhının yanı sıra kılıcının
büyüklüğü göz korkutuyordu.
''Ayezi
aşağı in!'' Kuwala bunu söylerken sesi titriyrodu hala. Ayezi karyolada olma
konusunda kararlıydı. Kuwala'ya dikmişti gözlerini.
''Senin
savaşın değil. Onların Unglar ile iş birliği yapması gerek. Onlara gösterdim.
Kuzey dışında başka yerde hayatta kalamayız!'' diye tekrar etmişti Ayezi. Kuwala
ona bakıyordu. Ayezi ilk defa tedirgin ve rahatsızdı. Kuwala ona gözlerini
dikmiş ve onu dinliyordu.
''Burayı
bırakırsan olacakları söylememi ister misin? Bir gece başlayacak. Uzun ve kanlı
bir gece. Güneş o gece sanki doğmayacak gibi gelecek herkese. Ve sende... Sende
o gece yaralar alacaksın! Gitme!'' demiş ve hırıldayarak ona doğru uzatmıştı
başını. Etraftaki herkes ikisinin gerginliğini
hissediyordu.
''Madem
böyle bir şey vardı neden bana göstermedin?'' Kuwala bunu söylerken Ayezi'nin
burnun ucuna dokunmuştu. Ayezi hırlamaktan vaz geçti. Yatağa uzandı.
''Görmedim!''
demiş ve kendi ileri görüşünün bir noktada eksik kaldığını kabullenmişti.
Kuwala onu susturmayı başarınca yataktan sıyrılıp ayaklanmıştı. Bacaklarında
kilolarca ağırlıktan kurtulunca silkelenip kendine geldi.
''Kraliçe
Güneş'in Kızı sizi burada görmek beni şaşırttı! Ve Marinoe... Seni de gördüğüm
için çok mutluyum.'' dedi. Az önceki hasta halinden eser yoktu sanki. Oldukça
rahat ve düzgün konuşuyordu. Ayezi'nin pençesi altında kalan ikinci cübbesini
çekip aldı. Giyindi ve kemerini bağlamaya başladı.
''Eğer
konuşacaklarınız uzunsa biz henüz yemeğimizi yemedik. Bize eşlik etmek ister
misiniz?'' dedi. Kapıya yönelince Daki'de onu takip attı. Güneş'in Kızı ise
oldukça sakin bir şekilde gülümsemişti.
''Londaga'nın
kurdunun sana olan düşkünlüğüne şaşıyorum. Bir köpek yavrusu gibi lafını
dinletiyorsun!'' dediğinde Ayezi'nin hırçın hırıltısı duyulmuştu. Kuwala ise
kapının eşiğindeydi.
''Ayezi
köpek değil! Onun dili ve kelimeleri var. Onunla olan dostluğumuzu yanlış
değerlendirip konuşmamızın baştan gerilmesine sebep olmayın kraliçe!'' demişti.
Çıkınca yolun diğer ucunda açık tünel görülüyordu. Bu sabah kanadı kırık kuzgun
düşmüştü yılanların ağzına. Yıllanlar ise şimdi kurdun pençelerine doğru
sürünmüştü. Kraliçe ve Rahom yana yana hana doğru yürüyordu. Marinoe ise
Daki'nin yanındaydı.
''Efendi
Daki pek renginiz yok gibi. İyi misiniz?'' demişti. Daki başını salladı. Ayezi'yi
huzursuz eden ne ise onuda huzursuz etmişti. Daki yanında yürüyen kadına baktı.
''Marinoe
hanım, sizi bu halde görmek beni şaşırttı açıkcası. O perişan Beyaz Kurt Köyü
lideri gerçek bir askere dönüşmüş. Eminim Aleon görseydi gurur duyardu.'' deyip
Marinoe'nin düşüncelerini hızla dağıttı. Hana girdiler ve han her zamanki gibi
kalabalıktı. Hancı ise onlara arkaya geçmelerini söylemişti. Özel
konuşacaklarını düşündü. Ancak Kuwala her sabah oturduğu masaya doğru
yürümüştü.
''Burada
oturalım!'' demişti. Sadalyeye oturdu. Daki onun yanına oturmuştu. Hekim
onlardan hana giremeden ayrılmıştı. Marinoe ve Kraliçe yan yana oturmuştu.
Güneş'in Kızı böyle yerlere alışık değildi. Rahatsızlık duyup elini çenesine
dayadı. O hep bir prensesti ve şimdi bir kraliçeydi. Burada özel yaşamı gasp
ediliyor gibi hissediyordu. İnsanlara göre çarpık bir ilişki içinde bulunan Ung
prensi Daki ve Kuzeyin tek gerçek efendisi Kuwala ise oldukça rahattı ve onlara
bakıp selam verenleri selamlıyorlardı. Daki karşılarında oturan ve rahatsız
olduğu ekşimiş yüzünden belli kraliçeye döndü.
''Alışık
değilsiniz ama burası küçük bir yer ve bu han dışında yemek yiyip
oturabileceğimiz başka bir yer yok. Yönetici konağı askeri kışlanın merkezi
olarak kullanılıyor ve orada kasabanın kendi seçtiği lideri kalıyor. Bizde
burada hancının verdiği yemeğe minnet etmek zorundayız.'' dedi. Kraliçe
şaşırmıştı. Öylece bir süre bakıp kaldı.
''Siz bir
prens olarak böyle bir ortamdan rahatsızlık duymadınız mı?'' demişti. Daki
gülümsedi. Sinirleri gergindi ve Akela kadınlarına karşı olan nefretini
baskılamasının tek sebebi Kuwala'nın oluşturmaya çabaladığı ittifaka zarar
vermemekti.
''Kuzeyin
tek efendisi sevgili Kuwala dahi bu ortamı benimsemiş iken benim rahatsız olmam
saygısızlık olur. Onun topraklarında onun istediği gibi davranmak gerekir.
Özellikle bizim gibi işgalciler için!'' dedi. Akela kraliçesi ona laf
sokuşturmaktan geri durmayan Daki'ye sinirlenmişti. Kuwala orada konuşulanlarla
pek ilgilenmiyordu. Hancının getireceği ve dün avlanılan tavşandan yapılmış yahniyi
dört gözle bekliyordu. Sebepsiz bu iştahı onu korkutuyordu. Durduk yere yeme
arzusu içine giriyordu. Marinoe ise iki asil arasında kalmaya çekindiği için
suskunca ikram edilen içkisini yudumluyordu. Bir süre yemek ve gerginlik
yüzünden sessizlik oldu. Ancak Akela Kraliçesi daha fazla dayanamayıp elini
göğsüne attı. Ufak bir kağıt çıkardı. Prens Aleon'un çolak hizmetkarına
yazdırdığı bu kağıdı onlara doğru uzattı.
''Prens
Aleon'dan bir yardım çağrısı aldım. Bu çağrının geleceği Londaga'nın Kurdu
tarafından bana bir rüyada haber verildi. Fakat surlara yürümeye başlayan
Bakren alayları yüzünden harekete geçemiyorum. Mesaj geldiğinde alayların
bayrakları gözükmeye başlamıştı. Bu durumda...'' Kuwala elindeki kağıdı okuyup
masaya nazikçe bırakıp bir öksürükle boğazını temizledi.
''Bu
durumda kısa sürede gidip UngurPan'a yardım etmeniz gerek!'' o kadar sert ve
net konuşmuştu ki... Bakışları buz gibiydi. Katılaşınca korkunç bir hava
esiyordu etrafında. Az önce yemeğini neşe içinde yiyen gencin ruhu kaybolmuş gözlerinde
bir ihtiyarın sert bakışları fırlamıştı. Akela Kraliçesi ona bakıp kaldı. Ne
diyeceğini bilemeden öylece bakıyordu.
''Surları
boşaltırsak bir gün içinde Bakren hanesi Akela'yı ele geçirir.''
''Bu durum
size garip gelmiyor mu kraliçe Güneş'in Kızı?'' Kuwala soğuk bir sesle
konuşmuştu.
''Nasıl
bir gariplikten söz ediyorsunuz Rahom Kuwala?''
''Birden
Seronların, Bakrenlerin saldırıya aynı anda geçmesi bizi köşeye sıkıştırması...
Sizcede çok garip değil mi? Sözleşilmiş gibi!'' Kuwala'nın keskin bakışları
Akela Kraliçesinin boğazını sıkıyordu adeta. Etraf çok sessizdi. Handaki
insanlar onları dinliyordu.
''Eğer
UngurPan'a gidersem burayı kim koruyacak? Sizin Akela Surlarınız kadar kuvvetli
değil bu surlar. Orada çarpışmanın ne kadar süreceğini bile bilmiyoruz.'' diye
devam etti Kuwala. Güneş'in Kızı ise ona bakıp gülümsedi.
''Bakren
neden bu ufak kasabayı almak için böyle bir oyuna girmiş olsun ki? Buraya göz
dikme sebebi seni ele geçirmek olabilir!'' dediğinde Kuwala bir kahkaha
atmıştı. Başını iki yana salladı. Herşeyden habersiz kadını kahkahaları altında
ezmişti adeta.
''Siz
Akela kadınlarının sığındığı surlarda hiç çocuk var mı?''
''Hayır.
En gencimiz on beş yaşında çiçek açmış kızlar!''
''Peki
sizin surlarınız ardında yaşlılıktan dizlerini bükemeyen var mı?''
''Bizim
her savaşçımız ayakları üstünde durabilecek kadar güçlüdür!''
''Benim
topraklarımda çocuklar, yaşlılar, kendini koruyamayacak kadar yardıma muhtaçlar
var! Kadınlar burada kılıç nasıl sallanır bilmez. Erkekler düşman nasıl
öldürülür bilmez! Eğer ben ve benim gibiler sen topraklarını koru diye burayı
terk ederse Bakren hanesi onlardan aldığımız ve bir çok kişiye cesaret veren bu
ikinci kışlanın içine girer ve nefes alan herşeyi, herkesi yok eder! Sizin
mücadele edecek çok askeriniz var ama biz burada bir elin beş parmağı kadarız.
Bu insanlar öldürmek ne bilmezler. Senin kadınların ise ölümü göze alıp
öldürürler. Eğer UngurPan'a yardım etmek istiyorsan tek başınasınız. Prens
Aleon ona sağladığımız fırsatı kendi ırkını korumak için kullandı ve bizi
burada ölüme mahkum etti. Ona ordunun büyüklüğünü anlattım ama anlamadı. Kalkıp
ona yardım etmem için buralara kadar boşuna yoruldunuz.'' dedi. Akela kraliçesi
ona bakıp kalmıştı. Marinoe ise kaşlarını çattı. Kuwala'ya bakıyordu.
''Bencilce
düşünüyorsunuz!'' demişti. Kuwala onu duyunca şaşkınlıkla ona doğru döndü.
''Sizde
onlar gibi düşünür olmuşsunuz Rahom Kuwala! Bencilliğiniz gerçeği görmenizi
engelliyor.''
''Bunu
sana düşündürtecek ne yaptım Marinoe hanım?'' dedi Kuwala. Marinoe ellerini
masaya koydu. Kaşları çatıktı. Alnında oluşan kırışıklık keskinleşti. Kaşları
birbirine yaklaşmıştı çatıldıkça.
''Prens
Aleon eğer orduyu alıp buraya gelseydi, Seronlar UngurPan krallığını yakıp
yıkmıştı. O direnmek ve kendi halkını, tıpkı sizin yaptığınız gibi korumak
istedi. Ona öfkeli olduğunuz için konuşmalarınız bu kadar mantıksız. Ona
öfkelenmekte haksız değilsiniz. Efendi Daki'nin ağabeyi ile aranızdaki garip
husimetin bedelini günahsız insanlar ödeyecek harekete geçmezseniz!''
''Günahsız
mı?''
''Evet
UngurPan'ın insanlarının buradakilerden farkı...'' Kuwala, Marinoe'nin sözünü
masaya inen yumrukla bölmüştü. Hiç olmadığı kadar öfkeliydi. Sinirden eli
titriyordu.
''Buraya
gelen askerleri sevgi ve şenlik içinde uğurlayan, onların buradakileri
katletmesi için alkışlayan halk mı suçsuz? Senin düşüncelerini değiştiren her
akşam rahatça karnın doyması ve korkusuzca tedirgin olmadan uyumak mı? Yoksa
Prens Aleon'a karşı içini yumşatan düşüncelerin mi?'' dedi. Kendisi gibi
konuşmuyordu Kuwala. Daki ona bakıp kalmıştı. Oldukça sinirli ve öfkeliydi.
Bunun sebebi hem Aleon'un elindeki şansı kendi çıkarı için kullanmış olması
hemde oradaki insanlara yardım edemeyeceği için çaresizce kendini ikna etme
çabasıydı.
''Benim
düşüncelerimi değiştiren bir şey yok! Hala Kuzey için savaşıyorum. Ama şunuda
görüyorum Rahom Kuwala, Unglar ölürse Seronların sıradaki hedefi burası olacak.
Acımadan burayı paramparça edecekler. Efendi Kuwala sizi kızdırmak ve
yargılamak benim haddime değil ama ... Durum çok ciddi olmasa inanın kapınızı
aşındırmazdık. Ne zaman sizden yardım istemek için dizlerimin üstüne çöktüm
ben? O gün tapınakta bile son gücüme kadar halkımı savunmak için sizi ve onları
korumak için savaştım.'' dedi. Ayağa kalkıp yere oturmuştu. Masanın
gerisindeydi. Dizleri üstündeydi.
''Merhametinizin
varlığını görüyorum ve lütfen onlara acıyın. Onlar olmadan burasıda var olamaz.
Onları bir defa kurtarın ki... Burada yıktıkları her şeyi düzeltmek için
şansları olsun. Ben anlayışı ve merhameti sizde gördüm. Burada Bakren hanesinin
halkı olmasına rağmen bütün kuzeyi korumaktan söz ettiniz. Şimdi halkımızı
korumak için onlara yardım edin.'' demişti. Kuwala'nın yüzündeki gergin kaslar
gevşedi. Yumruğu yavaşça açıldı ve gözleri yerde dizleri üstünde oturan kadına
doğru döndü. Gözlerine bir durgunluk çökmüştü.
''Onlar
UngurPan'ın yanlış yöneticilerinin hükümdarlığında kalan masumlar. Tıpkı burada
Bakren hanesi altında yaşamını sürmek zorunda kalanlar gibi. Lütfen onlara
merhamet edin ve kutsal gücünüzü onları kurtarmak için kullanın.'' demiş ve
yere eğmişti başını. Kimsenin önünde eğilmeyecek kadar güçlüydü Marinoe. Ama bu
gün Unglar için Rahomdan merhamet istiyordu. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Derin
sessizlik kulaklarında çalan davul sesine benzer sesin artmasına sebep olmuştu.
İçini saran vicdan azabı ile boğuşmak bedenini saran ateşli hastalıkla
boğuşmaktan daha zordu. Yutkunamadı.
''Nasıl
yapacağım ben ha?'' sözleri yavaş ve fısıltılıydı. Kuwala acı ile yüzünü
buruşturmuştu. Bu riske girmeli miydi? Bilmiyordu. Sessizce oturan Daki'ye
döndü. Daki ise gözlerini yerde çökmüş olan Marinoe'den ayırmıyordu. Aklında
dolananlar yüzünden öylece sabitlenip
kalmıştı.
''Bir şey
yapmana gerek yok!'' demişti Daki. Çeresice ona bakan Kuwala'ya döndü.
''Bu benim
işim. Orayı korumak benim görevimdi. Bundan kaçacak değilim. UngurPan'ı savunmak prenslerin öncelikli
görevidir. Helyan Kea ve orduyu alacağım. Askerlerin UngurPan'ı savunması
gerekiyor. Sen burada halkını koruyacaksın bende gidip halkımı koruyacağım.''
dedi. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Daki ayağa kalktı.
''Binlerce
adamı geçirebilir misiniz geçidinizden?'' demişti. Akela Kraliçesi ona bakıp
kaldı. Başını yavaşça sallamıştı.
''Marinoe
ve Kuzeyli kadınlar buraya gelip Kuwala ve kasabayı koruyacak. Seninde kızların
bizi UngurPan'a götürecek. Orduyu oraya hızla götürdüğümüz takdirde kuşatma
yaşanmadan şehri koruma altına alırız. Orada Akela ile anlaşma imzalanacak.
Bunu sağlayacağım. Seron tehlikesi geçtiğinde ise orduyu buraya getireceğim. ''
dedi. Akela Kraliçesi ve Mairnoe'de ayağa kalmıştı. Kuwala kilitlenip kalmıştı.
Daki'nin gidecek olmasını idrak edemiyordu. Konuşmak istiyor ama dudakları
kıpırdamıyordu.
''Kaçmak
bu sefer doğru olmayacak Kuwala! Gidip senin için orduyu geri getireceğim.
Burada güvende olacaksın.'' demişti. Ve kısa bir veda olmuştu. Öğle saatlerine
doğru Daki geçitten geçip gözden kaybolmuştu. Kuzeyin kadınları ise kasabaya
gelmişti. Güvenlik için surda nöbetler ayarlanmış ve devriyeler hazırlanmıştı.
Marinoe, yaşlı hekimin verandasında oturan ve çay içen Kuwala'nın yanına
gelmişti. Öğle saatleriydi ve bütün kasabayı koruma altına almışlardı. İnsanlar
zırhlı ve kocaman kılıçlarla yüzleri maskeli olan kadınlara hayranlıkla
bakıyordu.
''İki tane
Akela kadını burada hazır durumda. Eğer kasaba tehlike altında olursa onları
Akela'ya götürecekler. Sizide!'' demişti. Kuwala donuk bir ifade ile Marinoe'ye
bakıyordu. Yüzünde renk yoktu. Dudakları bile kuruyup renksizleşmişti. Daki'ye
doğru düzgün veda dahi edememişti.
''Dizlerinin
üzerine bir daha çökersen başını kesip alacağım senin!'' demişti Kuwala.
Marinoe ona bakıp kalmıştı. Bir o değil hekimin kızı, hekim ve damadı da öylece
kalmıştı. Kuwala donuk gözlerle Marinoe'ye bakıyordu.
''Sizin
merhametinize sığındığımda başımı almaktan çekinmez ve alırsanız bunu hak
etmişimdir.'' dedi Marinoe. Kuwala başını yana doğru çevirip kasabanın sakin
meydanına döndü. Ayezi huzursuzluk içinde kasabanın surunun etrafında dolaşmış
şimdi meydanı kolaçan ediyordu. Marinoe
bir süre ona kızgın olan Kuwala'ya baktı. Ardından yanına doğru yürüyüp oturdu.
''Üç aydır
kızımı görmüyorum Efendi Kuwala. Bu bir savaş ve bu savaşta ayrılıklar, ölümler
ve hüzünler oluyor. Ama yaratmak istediğimizi yarattığımızda bu ayrılıklar
sonsuza dek bitecek.'' demişti. Kuwala ona bakmıyordu. Marinoe onun baktığı
yere baktı. Ayezi havayı kokluyordu.
''Efendi
Daki'nin sizin için bütün dünyaya bedel olduğunu biliyorum.'' Kuwala bunu
duyunca ona doğru çevirmişti başını. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
''Biliyordun
madem neden dizlerin üzerine çöktün?'' Gözyaşları yavaş yavaş düşüyordu
yanaklarından yere doğru. Marinoe onun yüzüne bakıp kalmıştı. Henüz yeni
yetişkinliğe adım atmış o gencin göz yaşlarını görmüştü. Saf ve masumca bir
adamın peşine takılıp bu maceraya istemeye istemeye sürüklenen çocuğu görmüştü.
Hayatı boyunca yalnızlığa mahkum olduğu derin ormanından onu çıkaran ve
kucaklayan sevgilisini kaybeden aşığın gözyaşlarını görüyordu. Öfkeli ve hüzün
dolu gözyaşlarının yanaklarından yavaş yavaş süzülüşü ile Marinoe'nin omuzları
düşmüştü.
''Bu
hayatım boyunca sadece bana sahip çıkan iki kişi oldu. Birisini kaybettiğim gün
yapayalnız kaldım kocaman ormanda. Şimdi benden hayatımı alıp götürüyorsunuz.''
demişti. Gelecekten gördükleri aklına geliyor ve kalbine ağrı giriyordu.
Daki'nin ondan ayrıldıktan sonra geri gelmeyeceği gelecekte yazılıydı. Kuwala'nın
korkusu arttıkça gözyaşları daha şiddetli akıyor ve dudakları titriyordu.
Kaybetmek... Bu hissi ilk defa bilerek yaşıyordu. Hekim Akanov öldüğünde
yaşadığı gibi bilinmez değildi... Ağır ve sancılı bir duyguydu bu! Daki'nin
geri dönmeyeceği düşüncesi hasta bedenin titremesine ve kalbinin sızlamasına
sebep oluyor ama dudakları hareket etmiyordu.
''Geri
dönecek! Sizi asla bırakmaz...'' dediğinde Kuwala ona bakıp kaldı. Fısıltı ile
kelimeler dudaklarından döküldü.
''Dönmeyecek.
Onun gittiği yerden dönmeyeceğini gördüm ben!''
''Gelecek
değişir efendi Kuwala. Bu değişebilir. Akela'nın bizimle ittifakıda ölüm
getirecekti.'' Kuwala bunu duyunca elleri titredi. Kendine sakladığı sırrı
söylemeye başlamıştı.
''Akela
yıkılıp yok olduğunda Daki yaşayacaktı. Seronlar öldüğünde Kuzey yaşayacaktı.
Şimdi bütün her şeyi değiştiriyorsunuz. Ben zaten geleceği değiştirmiştim. ''
dedi. Marinoe ona bakıp kalmıştı. Kuwala titreyen parmakları ile yanaklarını
sildi.
''Onu
kurtarmanın tek yolu ise buradan çıkmak. Orada ölecek olan kişi bambaşka birisi
olacak.'' dedi. Marinoe ona bakıp kalmıştı. Kuwala onun elini tuttu. Marinoe
gözünü kırpamıyordu.
''Asla
dizlerinin üstüne çökmemeliydin Marinoe. Hepinizi korumak istedim ama
yapamadım. Bunu siz mahvettiniz. Oraya gideceğiz. Gün battığında Seronlar
UngurPan'a girecek. Kızlar beni oraya götürecek. Onları durduracağım ve
koruyamadığım herkes için af dileyeceğim. Anladın mı?'' demişti. Marinoe başını eğip ayağa kalktı.
''Emredersiniz
Efendi Kuwala! Akşam geçitleri sizin için açacağız. Merhametiniz için Tanrı
Darta sizi kutsayacaktır.'' dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Kuwala giden
kıza bakıp kalmıştı. Hekim ise onun bakışlarını izledi.
''Bir
hekim hastasının öleceğini anladığında böyle bakar!'' dedi. Kuwala ona doğru
dönmüştü. Elini saçlarına daldırdı.
''Geleceği
görmek bir lanet demişti Kör Kahin. Oysa inanmamıştım. Ama şimdi anlıyorum.
Ölümün kimi alması gerektiğine karar vermek tanrıların işi olmalıydı. Bunu
neden ben yapıyorum?'' Yaşlı hekim, Akanov'u tanıyordu eskiden. Kuwala bu yüzden
bu ihtiyara güvenmiş ve konuşuyordu.
''Ruhun
Londaga'nın ruhu olduğu sürece seni ne tanrılar, ne ölüm, ne de insanlar
sıradan bir varlık olarak görecek.'' demişti. Kuwala oturduğu divanın
kenarından destek alıp ayağa kalktı.
''Ben bunu
daha önce Londaga'nın sadık kurdunada söyledim. Ben bir tanrı değilim. İnsanım
ve bencil bir ruhum var. Ölüm benden bir şey alacaksa bunun için çok çabalaması
gerekecek. '' dedi. Hekim gülüp çayından yudumladı.
''Ölüm her
zaman kazanır. Bu gün yenilmiş olsada sonunda kazanır. Savaşta değil huzurla
yattığı yatakta alır verilen canı ama kazanır. Onunla savaşmaktansa sadece onun
varlığını kabul etmelisiniz. İyi bir Rahom ve iyi bir hekim olmak istiyorsanız
bunu unutmayın. Akanov'u iyi bir hekim yapan ölümü normal görmesiydi. Doğum
kadar sıradan...'' Kuwala yaşlı adama saygılarını sundu ve meydana doğru
yürüdü. Ayezi onu görünce yanına doğru koşmuştu.
...
Öğle
saatlerine doğru Kızıl Ormadaki Ung Askeri kampı hareketlenmişti. Birden bire
mavi ışıklar genaral ve prens çadırları önünde belirmeye başlamıştı. General
Foo endişe ile çıktığında Prens Helyan Kea'da çadırdan fırlamıştı. Askerler
korku ile halka halindeki mavi ışıklara bakıyordu. En büyük ışığın ardında loş
bir oda ve Daki gözüktü. Muhon Asha şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. Herkes dışarı
doğru çıkan Daki'ye bakıyordu. Muhon Asha ise oraya doğru yürüdü. Uzun zamandır
görmediği dostunu kucakladı. Ama onu şaşkınlığa uğratan şey arkadan gelen kadın
olmuştu. Kırmızı kaftanı ve altın sarısı saçları ile dışarı çıkan Güneş'in kızının
ardından büyük geçit kapanmıştı. Helyan Kea kardeşine doğru yaklaştı.
Kucaklaştılar. Cohin ise arkadaydı ve kolundaki sargı çıkmıştı. Daki derin bir
nefes aldı. Çadıra doğru yürüdü. Belindeki Rahom kılıcı Helyan Kea ve Genral
Foo'nun dikkatini çekmişti. Cohin ise bu kılıcın Kuwala'ya hediye verildiğini
biliyordu. Çadıra doğru yürüyen Daki'nin yanına sokuldu.
''Efendi
Kuwala'nın kılıcı sizde. Bir şey mi oldu ona?'' demişti. Unglar birisinin
kılıcını ancak o öldüğünde alır ve ona saygı için kendi kılıcının yerine geçirirdi.
Daki başını Cohin'e doğru çevirdi. Yanlarında yürüyen Muhon Asha bir çok şeyden
habersizdi.
''Bir şey
olmadı! Kılıcı bana hediye etti. '' dedi. Çadırın perdesini askerler
kaldırmıştı. Muhon Asha oldukça sert ve ifadesiz surata bakıp kalmıştı. O kadar
gergindi ki Daki... En son bu suratı gördüğünde UngurPan'dan ayrılmak üzere
gemiye yürüyorlardı.
''Neler
oluyor?'' demişti. Daki derin bir nefes aldı. Komutanlar ve Helyan Kea'da
gelmişti çadıra. Daki bir süre onlara baktı. Ardından kılıcını çekip masaya koydu.
Etrafı saran sessizlik ile gerilmişti herkes.
''Yönetimi
ele alıyorum. Bu saatten sonra Ordunun tek komutanı olarak beni tanıyacaksınız.
Bana karşı koymak isteyen varsa...'' Helyan Kea sakince ona doğru bir adım
attı.
''Bu acımasızca
ve sahte çıkışlarının sebebini söylemen daha makul bir konuşmaya sürükler bizi
kardeşim. Kılıcını kaldır masadan!'' dedi. Daki ağabeyine doğru başını çevirdi.
''Kampın
Kızıl Ormanda işi ne?'' demişti. Helyan Kea ona bakıp kaşlarını çattı. Gözlerine
inen karanlık Daki'nin gözlerinde yanan ateşi bastıracak kadar kuvvetliydi.
''Bakren
Hanesine doğru saldırıya geçiyoruz.'' dedi. Daki ona doğru bir kaç adım attı.
''Yaklaşık
olarak on kilometre ötenizde en büyük Kara Kurt kışlası bulunuyor. Burayı doğrayıp
geçmeleri bir saatlerini almaz iken... Hanginiz bu kararı aldı?'' demişti.
Muhon Asha Genarele gözlerini dikmiş Daki'nin önüne geçti.
''Prens
Helyan Kea bizi buraya getirdi. Generalin rütbesini indirip elinden bütün
yetkilerini aldı. Artık General Foo bir alay komutanı olarak aramızda
bulunuyor. Ona sormayacaksınız bunu! Soracağınız kişi o!'' deyip diğer tarafta
dikilen Helyan Kea'yi gösterdi. Daki bunu duyunca ağabeyine döndü. Helyan Kea
her zaman ki kibirli duruşundan ödün dahi vermiyordu. Daki ona bir süre baktı
ve kaşları gevşedi.
''Anlıyorum.
Aleon'un dediği gibi sen gerçekten kötü bir adamsın. Aleon ağabeyimi dinlemem
gerekirdi. Benden beklediğini yapmak dışında başka şansım yok gibi.'' dedi.
Kapıda dikilen muhafızlara döndü.
''Prens
Helyan Kea'yı askeri suçtan dolayı tutuklayın.'' dedi. Birden etraf derin bir
sessizliğe gömüldü. Helyan Kea ise gülmüştü.
''Aleon'un
dedikleri ne zamandır benim dediklerimden önemli hale geldi?'' dedi. Güneş'in
Kızı konuşan adama bakıyordu. Sert bir sesle konuşmaya girdi.
''Prens
Aleon artık bizim müttefiğimiz ve onun dedikleri sizin sözlerinizden daha önde
olacak artık.'' demişti. Muhafızlar oraya doğru yürüdüğünde Helyan Kea
kızgınlıkla konuştu.
''Daki!
Ağabeyin olarak bu saçmalığı kesmeni istiyorum. Düşmanımızla beraber kampa
geldiğin yetmez gibi otoriteyi sarsmaya kalkışıyorsun. Hain...''
''Zaten
hain olarak beni ilan ettiğin gerçeğini göz önüne alıyorum. Aleon'u tapınağa
gönderdin ki Kuwala'yı öldürsün diye. Hesaba katmadığın şey ise Aleon'un gerçek
kişiliği oldu. Şimdi ise gerçek haini çıkarıyorum aradan. Yeterince bu kampı
sıkıntıya soktun. Kılıcını teslim et ve bir prens olarak teslim ol. Yoksa daha
feci şekilde hapsedilecek ve yargılanmak üzere UngurPan'a bizimle geleceksin!''
demişti. Bütün gözler Helyan Kea'ya dikilmişti. Daki ise kaşlarını çatmıştı.
''Biraz
sonra UngurPan topraklarına gideceğiz. Gelen çağrı sonucunda Seron krallığının
oraya saldıracağını öğrendik. Askerler hazırlanana kadar teslim olup bizimle
oraya gelip yargılanman gerekecek. Aleon'un nişanlısını öldürmekten, kampı
bilerek Bakren kampına kadar sürmene kadar bütün suçların halka açık şekilde
okunarak yargılanacaksın. Bu durumda cezana babam karar verecek. Kuzey
Topraklarında yargılanmak ister isen... Rahom Kuwala tarafından cezalandırılacaksın.
Kuzeye savaş açmak, kuzeylileri öldürmek gibi suçlarda hanene eklenerek ikinci kışlaya cezalandırılmak üzere
gönderileceksin.'' demişti. Helyan Kea ona karşı gelen kardeşine bakıp
kalmıştı. Uzun süredir ona hayır diyemeyen ve ondan kaçan kardeşi şimdi
karşısına dikilmişti. Helyan Kea kılıcını hızla çekti. Onun tarafında olan
komutanlarda kılıçlarını çekmişti. Muhon Asha ve Cohin kılıçlarına elleri
gitmişti ancak Daki onları durdurdu. Masadaki kılıcını kınından çıkardı.
''Sarsılmaz
sandığın iktidarın bu gün son bulacak. Bir Ung prensi olarak şerefinle teslim
olman için sana son saniyelerini vereceğim. Eğer kılıcını indirmez isen
otoriteye karşı kılıç kaldırdığın cezası hanene eklenecek.'' dedi. Kılıcının
keskin ucunu avucu içine almıştı.
''Hepimiz
aynı et, kan ve kemikten yaratılmış durumdayız. Hiç birimiz diğerimizden farklı
değil. Tanrılarımızın babası bile bir iken bizim bu düşmanlığı sürdürmemiz
mantıksız.'' dedi. Elini sıkıca kapayıp çekince yeşil alev kılıcı sardı. Rahom
çeliğinde daha bir parlak, daha bir coşkulu
yanıyordu ateş. Bir çok kişi korku ile geri çekildi.
''Eğer
Prens Helyan Kea için kılıç kaldırıyorsanız, otoriteye ihanetten sizleride
ölümle cezalandıracağım.'' demişti. Komutanlar korku ile kılıcçlarını yere
bırakıp prensin arkasından çekildi.
Helyan Kea yanan ateşe bakıyordu.
''Bir
Bakren gibi kılıcını ateşle süslüyorsun!''
''Bir
Bakren'den ne farkım var ki? İkimizde et ve kandan oluşmuşuz. Bir kuzeyliden
tek farkım kavruk tenimin rengi ise bu bana efsun yapamayacağım anlamı vermez.
Kılıcını bırak ağabey ve gidip çadırında bekle. Daha fazla bu durumu
uzatmayalım. Ben Aleon gibi öfkemi içime gömemem. Elimdeki kılıç istemsizce
senin boynuan dayandığında kendimi durdurmam. Beni kardeş katili yapma ve
otoriteme teslim olup cezanı çekmeye hazırlan.'' dedi. Helyan Kea başını
yavaşça iki yana salladı.
''Bunu
yaparsam onurumu ayaklar altına almış olurum. Yaptığım herşey seni ve Aleon'u
korumak içindi. Hanedanlığımızın soyunu ve şerefini korumak içindi. Bundan
dolayı beni cezalandıracak isen...'' birden susmuştu. Daki onun üstüne doğru
yürümeye başlamıştı. Elinden akan kan yerde damla damla izler oluştururken
kılıcın ateşi söndü.
''Artık
koruman gereken bir hanedanlık yok! Yakında UngurPan sokakları alevler içinde
olacak. Sarsızlmaz dediğin ve akıllarını çelmek için senelerce uğraştığın
meclis akşam alevlere boğulacak. Sevgili kraliçenin tarafında olanlar teker
teker ölecek. Ve sonra babam tahtını Aleon'a verecek. Seni onun gazabından
kurtarmak için yaptığım şeyi red ediyorsan, kampı terk etmek için bir saatin
var. Seni bulduğu anda öldürecek. Bu yüzden kaçabildiğin en uzak yere kaç.''
demişti. Kanlı elini Helyan Kea'nın omzuna koydu.
''Sana
daha fazla inanmayacağım ve inancımı sarstığın o ilk günü unutmayacağım. O kıza
zehir verip bana susmamı söyledin. Herkesin bildiği gerçekleri sanki bilmiyor
gibi davranman yüzünden Aleon'un aklını karıştırdın. Merak etme yeğenlerim ve
karın benim korumam altında olacak. Git ve bir daha karşılaşmayalım.'' dedi.
Helyan Kea ona bakıp kalmıştı. Daki arkasını döndü.
''Benim
çadırımda olun on dakika sonra. Genaral Foo, yaver Cohin ve Komutan Muhon Asha!
Siz şimdi benimle geliyorsunuz!'' dedi. Kısa sürede çadır boşalmıştı. Güneş'in
Kızı ise olduğu yerde çivilenmiş gibi kalan Helyan Kea'nın yanına geldi. Ona
bir süre baktı.
''Sevmekten
aciz bir yaratıksın ve sonunda pek güvendiğin kardeşlerin tarafından bir kenara
atılıyorsun. Oyun bitti. Bize ihanet edişini kimseye anlatmadım. Senden daha
fazla nefret etmesinler diye. General Byega yakında kıyılarda olur. Git ve
dostuna sığın ki seni korumak için uğraşsın.'' dedi. Helyan Kea ona bakıp
kalmıştı.
''İhanet
etmedim. Kampı korumak için anlaşmaya çabaladım.''
''Bu sefer
inandıramazsın prens. Senin Bakren ile kurduğun iletişim ortaya çıksın
istemiyorsan sessizce bu kampı terk et! Prens Daki'yi ve adamlarını Kızıl
Ormana sürerken oraya kaç kişinin hangi yönden gittiğini Bakren Kara Kurtlarına
kimin haber verdiğini biliyorum. Ve inan bana hesabını bozan Rahom bunu
öğrendiğinde seni acımadan bin bir parçaya bölecektir. İktidar savaşını
kaybettin. Daki'yi kral yapmaya çabalayan Aleon şimdi kendisi kral olarak tahta
oturacak. Ve sen... Senin kaderinde çirkin bir ölüm gördük!'' dedi ve çıktı.
Kızıl Ormana düzenlenen akında Daki yüzlerce adamını kaybetmişti. Asla
yenilmeyen Kara Kurt Daki o gün büyük bozguna uğratılmış ve nereye kaç kişi
dağıldıkları biliniyor olduğu düşüncesi ile paranoyaya bağlamıştılar. Günlerce
kaçmaya çabalamışlar ve sonunda Cohin'in atları alıp arkalarındaki adamları
kandırmak için ayrılması sayesinde Daki kurtulmuştu. Cohin o gün öleceğini
hissetmişti. Üzerine yığılan at sayesinde bilincini yitirmiş ve diğer cesetler
yüzünden kurtların aklı karışmıştı. Atların üstüne yerleştirilen cesetlerden
birisi sanmışlardı onu. O gün kendine geldiğinde Kuwala'yı gördüğünde şaşkınlık
içinde kalmıştı. Tanrılardan birisini gördüğünü sanmıştı. Daha sonra ise tedavi
sürecince arada duyduğu seslerden sonra Kuwala'nın sıradan bir insan olduğunu
fark etmişti. Komutanı Daki'nin bu Rahomlu adama bakışlarındaki farklılığı
gördüğü gün ise Kaplıcada tedavi oluyordu. Komutanı ile rahatça konuşan tek
askerdi. Ona Kuwala'yı yanlarına almalarını söylemişti.
''Burası
güvenli değil efendim. Tek başına burada hayatta kalamaz. Ona hayatımızı
borçluyuz.''
''Onu
buradan çıkarırsak ölüm onun peşini hiç bırakmaz. Senelerce burada hayatta
kalmış.''
''Peki
efendim ama ona veda edin. En azından bir defalığına kendiniz için bir şey
yapın ve Efendi Kuwala'ya veda edin.'' demişti. Daki bu konuşmadan sonra
Kuwala'ya veda etmeye gitmiş ve onu öperek Cohin'in söz ettiği vedanın ötesine
çıkmıştı. Kendisi olmak ve kendi hisleri ile haraket etmek... Bunu yaptığında
içindeki sıcaklık ve huzurla bir parçasını bırakıyormuş gibi hissetmişti.
Cohin
dalgınlık ile elindeki kesiği saran komutanına bakıyordu.
''Efendi
Kuwala sizi tek başına göndermezdi. Neler oluyor Efendim?'' dedi. Daki ona
cevap vermedi. İçini saran huzursuzluk ile kalbi sıkışıyordu.
''Daki!''
diye seslenerek Muhon Asha onu sıçratmıştı. ''Neler oluyor? UngurPan'a saldırı
dedin. Burada Akela kadının işi ne? Bunca soruya cevap vermeyeceksen ne diye
bizi topladın buraya?'' dedi. Daki dişleri ile bezin bir ucunu tuttu. Ve düğümü
sıkılaştırdı.
''Aleon
bir mektup göndermiş Akela'ya. Seron saldırısı olacağını ve UngurPan'ın yeteri
kadar savunması olmadığını söylemiş. Haftalar önce bir mektup vermiştik ona.
Seronlardan çalınmış bir mektup. Babama ulaştırması gerekiyordu. Bu sayede
Rahomun saflarında savaşmak üzere anlaşma imzalanacaktı.'' Cohin şaşkınlık
içinde kalmıştı.
''Efendi
Kuwala'nın safları mı? Savaşıyor mu?'' dedi. Daki başını salladı. ''Aleon
mektubu askerleri geri çekmeye ikna etmek için kullandı. Meclise hakaret ettiği
içinde cezalandırıldı. Halk ise olanları duymuş ve duyurmuş. Aleon'u
destekliyor ve yardım çağrısı için ardı ardına kuş göndermeye devam ediyorlar.
Kuwala hala Aleon'a kızgın. Tek bir elini şıklatarak binlerce insanı yok
edebileceği için Güneş'in Kızı onadan yardım istedi. Marinoe Hanım diz
çöktüğünde onun reddettiği görevi ben üstlendim. '' demişti. Cohin ona bakıp
kalmıştı.
''Marinoe
hanım neden bizim gibi onun ailesini öldürenleri kurtarmak için diz çöktü
efendim?'' dedi. Daki kılıcının üstündeki kan izini silmeye başlamıştı oturduğu
yerde.
''Bilmiyor
gibi sorma Cohin! Aleon için tabi ki... Ona bir şans verilmesini istiyor.
İnsanların değişebildiğini göstermek istiyor ve Kuzey'de Ung desteğine ihtiyaç
olduğunu söylüyor. O diz çökünce Kuwala ona saygısızlık yapmamak için çaresiz
kaldı. O yüzden orduyu götürmek için ben geldim. İkinci Kışla elimize geçti ve
Madenlerde şiddetli isyan devam ederken Rahomun kuzeyi terk ettiği duyulursa
bunca başarı bir gecede çöker.'' demişti. Muhon Asha şaşkınlıkla bakıyordu ona.
Daki içeri giren Güneş'in Kızı'na döndü.
''Onu
izlemesi için bir kişi görevlendirdim. Tekrar ihanet etmeye kalkışırsa başını
getirecekler. Bakren yanlısı bir adamı ağabeyin olduğu için göz ardı ettiğini
düşününce senin duyguları tarafından yönetildiğini düşünüyorum.'' demişti
Güneş'in Kızı. Daki ona bakarken kaşlarını çatmıştı.
''Yeğenlerim
ve onların annesini korumak için yaptım bunu. Bu ihanet sonucunda çocuklarınıda
öldürürlerdi. Senin gibi davranamadığım için beni suçlayamazsın. Kızlarına
söyle geçitleri açmak için kampın dışında konum alsın.'' dedi. Güneş'in Kızı
çıkmadan önce ona doğru bir kaç adım attı.
''Yaptığın
iyilikler tarihler boyunca unutulmsın Kara Kurt Daki.'' dedi ve çıktı. Gelen
komutanlara Daki tek bir emir vermişti. Alaylarını hazırlayıp savaş durumuna
geçirmeleri. Daha sonra herkes oradayken Daki General Foo'ya rütbesini geri
iade edip Helyan Kea adına özür dilemişti. Hazırlıklar yapılırken Daki Muhon
Asha'nın çadırındaydı. Biraz uyumak isteidğini söylemişti. Kuwala'yı hasta
halde orada bırakmış olmak onu rahatsız ediyordu. Orduyu geçirip Aleon'a görev
teslimi yapıp dönecekti. Ama onu rahatsız eden bir şey vardı. Kuwala'nın yanına
dönememek için kendini uykuya vurmaya kararlıydı. Yatağa uzanmıştı.
İkinci
Kışlada ise Kuwala enerjisini toplamaya çabalıyordu. Ayezi ile yürüyüşe
çıkmışlardı. Daha önce oturdukları nehir kenarına geldiğinde Ayezi sessiz
sessiz ağlayan Kuwala'nın karşısına oturdu.
''Herkesi
sen kurtaramazsın. Eğer Daki'nin canı için onun canını feda edeceksen buna bir
şey diyemem.'' dedi. Kuwala omuzlarına çöken ağırlıkla öylece oturuyordu.
''İçimi
rahatlar yalvarırım. Bir şeyleri doğru yaptığımı söyle!'' diye Ayezi'ye
yakarmıştı. Ayezi ona bakıyordu.
''Beni ele
geçirdiğinde tek bir şey demiştin. Bir insan olduğunu ve bencil olduğunu... Sen
tanrı değilsin Kuwala ve insan olarak karar veriyorsun. Gördüklerini bir kenarı
bırak ve düşün...'' Kuwala ona bakıyordu. Ayezi onun yanına doğru yaklaştı.
''İnsanlar
sizin neler yaşadığınızı düşünmeden bencilce dizleri üstüne çöküyor ve yardım
istiyor. Hayır diyemeyeceğini bilerek senin iyi niyetini sömürüyor ve seni sen
yapan Kara Kurt Daki'yi ölüme sürüklüyorlar. Onları korumak zorunda değilsin bile.
Sadece yardım etmek istediğin için sağlığından olurken kimse senin gibi
başkalarına zarar geleceği için gözyaşları dökmüyor. Marinoe kendi ölümünü
kendisi planlıyor. Sadece tapınakta kalıp kızını büyütebilirdi. Daki sadece
senin için bu savaşa tekrar dahil oldu. Marinoe ise bu yolu kendisi seçti. Sen
tanrı değilsin Kuwala. Kurtarman gereken kim ise onu kurtar. En başından beri
seni sen yapan kimse onu koru... Çünkü diğerleri sadece senin Londaga olan
tarafına bakıp güçlü olduğun için onları korumanı istiyor.'' dedi. Kuwala
öylece kalmıştı. Ayezi sırıtıyordu adeta.
''Sen bu
insanların kurtarıcısı değilsin. Onlara yol göstermekten sorumlusun sadece.
Güneyde ölenler seni ilgilendirmez bile. Daki seni sen yapan kişi ve o senin
eşin! Onun dışında kimseyi kurtarmak zorunda hissetme şimdi. Kendine yüklenme
ve kendini suçlamayı bırak. Senin kadar onlarda düşünmeli ve ona göre haraket
etmeli. Merinoe eğer hayatını ve onu bekleyen kızını çok önemsiyorsa geri
dönerdi. Ama o bir asker ve ruhu intikam ateşi yüzünden bu hale gelmiş durumda.
Güç için Unglara yardım etmek isteyen bir Kuzeyli kendi hayatını
umursamıyorsa... Sen onun canından sorumlu değilsin.'' dedi. Kuwala donuk bir
ifade ile bakıyordu. Ayezi'nin konuşmasını yarıda kesmesine sebep olan ise
Kuwala'nın öksürük krizi olmuştu. Ayezi onun kendine gelmesini beklerken biraz
uzaklaşmıştı. Kendine av aranıyordu. Kuwala ise biraz su içmek için nehrin
kenarına eğildiğinde arkasında birisini hissetmişti. Başını çevirince elleri
olmayan kadın ona dehşete kapılmış halde bakıyordu. Bir süredir onu görmemişti
Kuwala. Şaşkınlıkla eliyle ağzının kenarını sildi. Kızın gözünün birisi
mosmordu. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Ne
diyeceğini bilemeden bir süre bakıştılar. Kız gözyaşları içinde yere çöküp
Kuwala'nın kaftanın eteğine kolarını sarmış, yüzünü ayaklarına kapatmıştı.
Dilindeki apse inmiş ve bazı şeyleri ses olarak çıkardığında anlaşılabiliyordu.
''Bagyen!''
diye ardı ardına söyleniyordu. Kuwala bu kelimenin ne anlama geldiğini
anlayamadı. Eteklerine yapışmış kızı sakinleştirmek için eğilip onu
omuzlarından itekleyip dikleştirdi. Bir süre aynı kelimeyi ardı ardına
söylemesini dinlerken dudaklarını izliyordu.
''Bakren
mi?'' dediğinde kız birden susup ona bakıp kaldı. Bir kaç saniye baktı ve
konuşmaya çabaladı.
''Meyez
pih, kovlayımı, diğimi kahstı! O ashkar!'' Kuwala o bunları söylerken kızın
dudaklarını izliyordu. Gözlerini kısıp ona baktı. Çözmesi zor bir konuşmaya
girdiler. Kız konuşmaya çalıştıkça ağzındaki acı ile titriyor ve ağlarken lal
hali ile daha zor anlaşılır konuma geliyordu. Sürekli ''Meyez Pih'' dedi ve
Kuwala anlamıştı sonunda.
''Melez
Piç kollarını ve dilini kesti. Kim peki Melez Piç? Asker olan o mu?'' dedi. Kız
başını şiddetle salladı. Elleri olmadığı için bilekleri ile Kuwala'nın yüzünü
tutmaya çabaladı. Ağlamasını bastırmaya çabaladı. Lacivert koyu gözleri korku
ile parlıyordu.
''O! O!''
diye iki defa tekrar etti. Kuwala ona bakınca duraksadı. Gözleri kızın boğazına
ve açıktaki döşüne kaydı. Morluklar devam ediyordu. Bir süre sonra kızın
sargılı bileklerin soğukluğu ile duraksadı. Kız gözyaşları içindeydi.
''O!''
derken Kuwala yüzünde ılık bir sıcaklık hissetti. Kadının buraya gelmesine
imkan yoktu. Ne eli vardı kapıyı açacak ne de gücü vardı konuşacak... Onunla
konuşan kişinin bir hayalet olmasından korkarak başını kaldırdığında yana doğru
kırılmış boynu ve boş gözleri gördü. Buruk bir tebessüm ve ağzından akan kanlar
ile kadın korkunç görünüyordu. Kuwala bedenini saran soğuklukla ve korkuyla titremişti.
Bir bedenin ruhu olan hayaleti insan gibi algılamak... Onun için bu çok
yeniydi. Kızın yana doğru kırılmış boynuna bakıp kaldı.
''O, kocan
mı?'' dedi. Kız gıcırtı ile başını doğrulttu.
''O!''
dedi. Kuwala kesilmiş bilekleri tuttu. Öylece kıza bakıp kaldı. Melez piç her
kim ise Bakren için çalışıyordu ve aralarına casus olarak kadının kocasını
göndermişti.
''Seni o
mu öldürdü?'' dedi. Kadın başını salladı. Gözlerini gökyüzüne doğru dikti.
Kuwala onun burada kalmak için çok çabaladığını gördü. Tanrılar ruhunu yukarı
çekmeye çabalıyordu ama o burada bir şeyi anlatmak için kalmaya çabalıyordu.
''Gidip
cesedini bulacağım ve onu! Günahlardan arınmış ruhunun huzura kavuşmasına izin
verecek tanrılar!'' demişti. Kız gülümsedi fakat yavaş yavaş silinmedi
görüntüsü. Birden kaybolup gitti. Kuwala titreyen bacakları üstüne kalkana
kadar Ayezi geri dönmüştü. Olanlardan bir haberdi ve dehşet içindeki Kuwala'yı öyle görünce
endişelenmişti. Kuwala ise onun sırtına atlayıp kasabaya dönmesi gerektiğini
söylemişti. Geri döndüklerinde ise kadını handa ki odada ölü bulmuşlardı. Üstü
başı parçalanmış ve bacakları arasında kocası olduğu yalanını söyleyen adamın
dölleri vardı hala. Boynu kırılmış ve ağzından kanlar akıp yatağa sızmıştı.
Kuwala öylece bakıp kalmıştı. Marinoe ve hancı ise onun buraya gelişindeki
paniğini şimdi yaşıyorladı. Marinoe koşup kızın nabzına bakmak istedi ama
Kuwala onu durdurdu.
''Çoktan
ruhu bedenini terk etti! Onu temizleyip yıkayın ve inancına göre yakın ya da
gömün.'' demişti. Titreyen eli yüzüne gitmişti. Şakaklarından süzülen ter saç
tutamlarını yanağına doğru yapıştırmıştı.
''Adamı
bulmaları için herkesi görevlendirdim. Çıkan kimse olmadı kasabadan. Onu
bulacağız!'' demişti Marinoe. Kuwala onu duymadı ve yürüyüp gitti. Kadının o
halini gördüğünde hissettiği nefreti nasıl bastıracağını bilmiyordu. Ona
yapılan eziyeti görmemişti bile. Bir kaç ev uzağında ve bağırsa duyabilecekleri
kadına işkence eden adamı bulmak istiyordu. Hanın merdivenlerinden inerken
aşağıda bekleyen Ayezi'yi gördü.
''Melez
Piç kim biliyor musun?'' demişti. Ayezi bir an duraksadı. Öylece bakıp
kalmıştı.
''Melez
Piç senin soydaşın!'' demişti. Kuwala birdne ona bakıp kaldı.
''Ne demek
bu? Tieden ve Kantou dışında akrabalarım mı var?'' dedi. Ayezi yanına gelen
Rahom'un ardından onu takip etmeye başlamıştı.
''Melez
Piç'in babası Bakren soyundan. Annesi ise senin halan.'' dedi. Kuwala kimin
neyi olduğunu umursamıyordu. Kaşları çatılmıştı.
''Buraya
gelen adamı o göndermiş. Kadını neden öldürüldüğünü ve kim olduğunu öğrenmek
istyorum. Onu canlı halde bana getirmeni istiyorum.'' demişti. Ayezi bunu duyduğunda
bir sıçrayış ile yanından kayboldu. Kuwala ise evine doğru hızlı hızlı yürürken
hanın önü kalabalıklaşmaya ve kadının tecavüze uğrayıp öldürüldüğü haberi
yayılmaya başlamıştı. Akşama kadar onun cenazesinin yakılması kararı alındı. Bu
gün Soğuk Ateşinden ölen diğer dört kişi ile beraber yakılacaktı.
Kuwala
odasına girdi. Duvarın köşesindeki sedirin üstüne oturdu. Bir bacağını altına
aldı. Diğerini aşağıya sallandırdı. Ağrıyan boynuna soğuk ellerini dayadı.
''Var olan
tek bir tanrı en kudretlisi olmayı hep başarıyor. Yer altına binlerce zincirle
hapsedilmiş olsada, herkesin korkusu ile beslenmeye ve acı sayeisnde
zincirlerinden kurtulmayı başarıyor.'' Kapının kenarında dikilen Marinoe ona
bakıyordu. Kuwala ona doğru çevirdi başını.
''Kim
olduğunu bilmek ister misin?'' demişti. Marinoe kaşlarını çatmıştı.
''Daha
önce yer altına zincirlenen tek tanrı Güney'in kaos Tanrısı Daki olmuştu. Onun
dışında bir tanrı var mı?'' Kuwala kadının cehaletine hafif bir gülümseme ile
cevap verdi.
''Var. Adı
Ölüm ve her an yanımızda geziniyor. Yer yüzünü terk eden tanrılara inat sürekli
buralarda gezinip pençelerini güçsüz bulduğu kişinin kalbine geçirip ruhunu
çekip alıyor.'' dedi. Marinoe ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Kuwala gözlerini
yere dikti.
''Neden
bütün tanrılar neden onu korkup zincirledi biliyor musun?'' Marinoe boş
gözlerini kırpıştırdı. Kuwala elini alnına doğru kaydırdı.
''Çünkü
ölümün merhameti olmuyor. O yüzden tanrılara bile korku saçmıştır. Ölümle
mücadele etmek için daha fazla hayat kurtarıp yaratmaya çalışmak ise boşuna
verilmiş bir savaş gibidir. Ona suçlu olduğunu düşündüğünü vereceksin. Bu sayede
masum yerine bir suçlunun ruhunun ağırlığı ile doyacak!'' demişti. Marinoe
şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Ciddi ses tonu ve durgun bakışları ile oldukça
ürkütücü duruyordu. Kuwala derin bir nefes aldı.
''Ne kadar
çok insanı önemser ve seversen o kadar fazla zayıf noktan oluyor. Ve ölüm
senden hızla parçalar koparmaya başlıyor. Sonunda ise ona kafa tuttuğun için
aptalca şeyler yapıyorsun. Zamanla bu
aptallıklar yüzünden büyük olayı göremiyorsun. Sende bunu yaptın Marinoe!''
dedi. Marinoe ona doğru yaklaştı.
''Diz
çökmem konusunda sinirlisin ama Ungların desteği olmadan Kuzey'i alamayız Rahom
Kuwala!'' dedi. Kuwala ona doğru dönüp başını yana doğru eğdi.
''Dizlerinin
üzerinde öleceksin. Bazen sevdiğim insanları ölümden kurtarmak için çok
çabaladım. Ve sen beni haftalarca uğraştığım her şeyi yere çökerek yıkıp attın.
Bu gün gidip kızını gör. Ve hayatta kalmak için çabala.'' demişti. Marinoe
oradan çıktığında kızını görmeye gitmedi. Kuwala'nın kibrine ve Daki'nin gitmiş
olmasından dolayı onu suçlayışına sayıştırıp kasabada didik didik adamı aramaya
başlamıştı.
...
Bu esnada
gün kararmaya başlamış ve Kızıl Ormanda ki büyük Rahom kampında on iki tane
geçit açılmaya başlamıştı. Geçitler UngurPan meydanına açılıyordu. Geçitler
açıldığında şehir alevler içindeydi. Karşılarında gördükleri manzara ile
askerler koşturmaya başlamıştı. Hızla geçitten geçiyordu. Daki geçite
yaklaşınca alevler içindeki şehrin surlarını ve dağdan gelen davul seslerinin
gürültüsü ile şaşkınlıkla kaldı.
Seronlar saldırmaya başlamıştı bile... Kılıcını çekip geçitten içeri
girdi.
Bölüm On Sekiz: Savaş
Birinci
Kısım: Merhamet
Kuwala karşısında ona
kılıcını çekmiş dikilen adama bakıyordu. Sokakta dikilen adamın kılıcındaki
alev etrafı aydınlatıyordu. Gün karardığında Kuwala artık evden çıkmıştı. Daha
fazla bekleyemez idi. Ölüm kendini hazırlamış ve ona sunduğu seçeneklerin yok
olmasına çok az bir zaman kalmıştı. Sokakta yürürken bir kargaşa sonunda alev
alan kılıcı görmüştü Kuwala. Elleri arkasında oraya doğru yürümüştü. Saçları
omuzlarına dökülüyordu. Üstündeki lekesiz bembeyaz kaftanı ve içindeki
cübbesinin aksine ayağındaki deri çizmelerinin kırmızı kayışları göze çarpıyordu.
Ayezi onun ardında sakince yürürken sokaktaki kalabalık kenarı çekiliyordu.
''Melez
Piç'in köpeği sen misin?'' demişti Kuwala. Adam ona bakarken az önce onu
yaralayan kadınlara karşı tuttuğunu kılıcını Rahoma çevirmişti.
''Benim
itaat ettim tek kişi lordumdur. Melez Piç gibi bir köpeğe itaat etmem ben.''
dedi. Kuwala kafa karışıklığı içindeydi. Kim olduğunu bilmediği bu Melez Piç'i
sormak ve soruşturmak için fırsatı olan bu adamı öldürmek istemiyordu. Ondan
edineceği bilgileri düşünüyordu. Elleri hala arkasında birleşmiş durumdaydı.
Ellerini çözüp derin bi nefes alıp verdiğinde kılıcın ateşi mum ateşi gibi
rüzgarda söndü. Adam tekrar kılıcı ateşe vermek istedi ama elindeki sızlama ile
kılıcı yere atmıştı. Fakat kollarına doğru ilerleyen buzu durduramadı. Buz
omzuna kadar ilerledi. Bir şey onu yere doğru dizleri üstünde çökmeye
zorluyordu. Kasaba halkı Rahomun ilk defa acımasız yüzünü görüyordu. Daki gittiğinden
beri Kuwala bir defa olsun gülümsememiş ve bakışları insanlara tiksinti dolu
geliyordu.
Bir tekme
ile donmuş kolu yerinden koparıp bir kaç metre öteye doğru fırlattı Kuwala. Kol
düştüğü yerde kristal gibi paramparça oldu. Sızan kan hızla donmuştu. Adam ise
yerde acı bir çığlık atmıştı.
''Melez
Piç kim? Bakren hanesinde rütbesi ne?'' demişti Kuwala sakince. Adamın diğer
koluna bakıp çığlıklar atmaya başlamıştı. Kolu morarak donuyordu. Kuwala
gözlerini sakince kapadı.
''Sizin
gibi aptal insanların benden çaldıkları yeterince canımı sıkıyor. O kızın
hayatını neden böyle iğrenç bir şekilde aldın?'' demişti. Adam çığlıklar
atarken Kuwala sert çizmelerinin ucu ile ona bir tekme daha savurup yere
devirdi. Kolunun üstüne ayağını sertçe basınca parçalanma ve kırılma sesleri
sokakta yankılanmıştı.
''O kızı
kim o hale getirdi? ''
''Melez
Piç!''
''Neden?''
''Senin
ancak böyle bizi kabul edeceğini söyledi...''
''Merhametim
bu kadar kolay göze çarpıyor demek. Peki masum bir kadın mıydı o?''
''Değildi!''
''...''
''Değildi!
O lordun en güzel cariyesiydi. Kendinden daha güzel olan iki kızın yüzünü
yaktı. Doğum yapamadığı için hamile bir cariyeyi küvette boğdu! O iyi
değildi... Yüzü masum olduğu için... Onu iyi sandın...'' Kuwala adamın sesini
duymamaya başlamıştı. Aklına kızın ruhunun yok oluşu geliyordu. Birisi onu
yerin altına çekmiş gibi birden yok olup gitmişti.
''Melez
Piç onun günahlarını biliyordu...'' adamın delirmiş kahkahası cümlesini devam
etti. Kuwala onu susturmak yerine yanına çöktü. Elini nazikçe adamın gözyaşları
akan yanağına dayadı.
''Masumiyet
sorgulanabilir, merhamet sorgulanabilir. Ama ölüm sorgulanmaz. Ölüm kabul
edilir ve huzurlu olması dilenir.'' demişti. Adamın kaskatı kesilen yüzü
hareketsiz kalmıştı. Bedeni bir heykel gibi olduğu yerde kalmıştı öylece.
Çenesinden damlayacak son gözyaşı donup kalmıştı. Kuwala elini çekip ayaklandı.
Az önceki sakin ifadesi yoktu. Öylece cesede bakıp kızla bir tekme daha
savurdu. Donmuş kafa boyundan kaptu ve kalabalığa doğru yuvarlandı. Marinoe'nin
ayaklarının dibinde kalmıştı. Kuwala ellerini arkasında birleştirdi.
''Geçitti
açsınlar. Önce tapınağa gidip Tieden'i buraya getireceğiz.'' dedi. Marinoe
ayaklarının dibindeki kafayı ileri doğru yuvarladı hafif bir tekme ile.
Ardından kızların beklediği yere doğru gittiler. Kuwala tapınağa tek gitmişti.
Onu beklemeyen diğerleri şaşkındı. Kuwala onlara kısaca olanları anlatmak
istedi. Tieden ise bir çok şeyi takip etmişti. Ve onu bekliyordu. Gitmeye
hazırlanmıştı. Kantou'da onunla gelecekti. Ayezi ise Fohara'yı gördüğü için
heyecanlıydı. Bu sıradan beyaz kurt onun için kıymetli bir yoldaş oluyordu.
Kasabaya
geri dönmüşlerdi. Tieden ve Kantou bu kadar büyük bir kalabalık tarafından
karşılanmayı beklememişti. Kuwala geçitin yönü değişene kadar onlarla konuşmak
istedi.
''Rahom
soyunun temsilcisi ve bana yol gösterici olan Tieden sizlerede ben gelene kadar
yol gösterecektir.'' demişti. Fohara onlarla kasabada kalmayacaktı. Geçitten
geçeceklerdi. Gidecekleri ilk yer sahil olacak ve oradan UngurPan'a gireceklerdi.
Ancak bu kadar yol kat etmeyi sağlayabiliyordu kızlar onlara. İki kişi binlerce
kilometreyi aşamazdı. Onlar rotayı ayarlarken Kantou gözlerini Marinoe'ye
dikmişti. Kuwala onu baktığı kadına baktı.
''Iries
nasıl?'' demişti Marinoe. Kuwala bunu duyunca kalbine çöken acıyla kaldı.
''Kızını
görmeye gitmedin mi?''
''Gerek
duymadım efendi Kuwala. Geri dönünce onu görmeye giderim.'' demişti. Kuwala ona
bakarken gözleri dolmaya başlamıştı. Kantou ise her şeyi görüyordu. Bir kişinin
yüzünden ölümü okumak onun genlerinde vardı.
''O çok
iyi. Bir daha onu görmeyeceksin. Ama o seni hep hatırlıyor.'' demişti. Marinoe
ona şaşkınlıkla bakarken o Kantou konuşmaya devam etti.
''Efendi
Kuwala senin için savaştı ama sen seni bekleyen kızını hep geride tuttun. O
seni hep hatırlayacak ama sen ölürken onun yüzünü hatırlamayacaksın.'' demişti.
Kuwala bunları duyunca Kantou'ya doğru döndü. Gözyaşları içindeydi Kantou.
Ölümü görmek onu yıpratıyor ve Iries'i düşünüyordu. '' Onu görmek için geç
değil. Gidip onu görelim!'' demişti. Kuwala bunu duyunca oraya doğru yaklaştı.
''Hayır!''
demişti. Kantou ise gözyaşları içinde Kuwala'ya döndü.
''Kızgınsınız
efendi Kuwala. Ama olacakların önüne geçebilirsiniz.'' demişti. Kuwala
kaşlarını çatmıştı.
''Karar
verildi.'' dedi ve açılan geçitten geçti. Kantou ise Marinoe'nin elini tutup
gözyaşları içinde fısıldadı.
''Öleceksiniz!
Efendi Daki'nin canı karşılığında öleceksiniz...'' demişti. Marinoe ona bakıp
kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Ama taşlar yerine oturmaya başlamıştı.
Buruk bir gülümseme belirdi yüzünde.
''Dizleri
üstüne çöktüğünde ölürsün demişti bana...'' dedi. Kantou'nun elini nazikçe
bırakıp Kuwala'nın ardından geçite yürüdü. Sahile adım attığında sakindi.
Yüzünde ufacık bir ifade bile yoktu. İkinci geçit açılırken Kuwala yanında
dikilmiş ve kılıcını sıkıca kavramış Marinoe'ye göz ucuyla baktı. Fohara ve
Ayezi hemen arkalarında duruyordu.
''Geri
dön!'' dedi. Kuwala bunu söylerken sesi oldukça soğuktu. Marinoe ise ona bakıp
kalmıştı Kuwala başını iki yana salladı.
''Haberin
yoktu v eseni kurban vermeyeceğim.'' dedi. Diğer geçit henüz kapanmamış ve
kapanmasına çok az kalmıştı. Kuwala birden Marinoe'yi kolundan tutup geçite
doğru sürüdü ve içeri doğru fırlattı.
''Geri
dönme!'' demişti. Geçit kapandığında Diğeri açılmıştı. Sarayda kraliyet odasına
açılmıştı geçit. Seronlar şehre girmek üzereydi ve askerler direniyordu. Kız
enerji yoğunluğu en az olan yer olarak tespit ettiği yere tüneli açmıştı. Kral
ve meclis üyeleri içeride idi. Kuwala'dan önce iki kurt geçti. Meclis üyeleri korku
ile kaçınırken kral oturduğu yerden ayağa kalkmıştı. Zırhını giymiş olmasına
rağmen burada oturan kralı ayağa diken şey kurtlar değildi. Ardından çıkan
beyaz saçları ile kendini gösteren Rahomdu! Geçit kapanmadan önce kızda içeri
girmişti. Kuwala yüksek sütunlar arasında tül perdeler ile uzanan koridora ve
meclis üyelerine baktı. Ardından krala doğru döndü. Bir Ung gibi onu selamladı.
''Majesteleri
Yohano!'' demişti. Kral öylece kalmıştı. Yanındaki askerleri ise ondan daha
şaşkındı. Gördükleri Rahomdan çok bir tanrı ruhuna benziyordu.
''Efendi
Kuwala, Kara Kurt Daki'nin yerini buldum. Açmamı ister misiniz geçiti?'' dedi.
Kuwala gülümseyerek kıza döndü. Yapması gereken şey burada Daki'yi kurtarmaktı
ama şimdi onun canı için feda edeceği kadına kıyamayıp geri göndermişti.
''Gerek
yok. Ayezi gidip Daki'yi bul ve canın pahasına onu koruyacağına söz ver!''
dedi. Ayezi başını eğip efendisini selamladı. Bir sıçrayışta kilitli kapıları
kırıp çıktı. Fohara ise Kuwala'nın yanında duruyordu. Kuwala derin bir nefes
aldı.
''Ölüm
bende Daki'nin canı için çok daha fazla can istiyor. Gidip Güneş'in Kızı
geçmeden onu bul ve tacı aldığından emin ol!'' demişti. Fohara bunu duyunca
birden fırlayıp gitti. Kuwala ise köşede duran sandalyeye doğru yürüdü. Oraya
oturup kesik kesik nefes aldı.
''Efendi
Kuwala planınız nedir? Neden Kraliçemin peşine kurt taktınız?'' dedi. Kuwala
dikilen kıza bakıp gülümsedi. ''Endişe etme. Fohara kilometrelerce uzaklara
gidebilene görüşe ve ruha sahip. Kraliçe hakkını alana kadar onu gölgelerden koruyacak.''
dedi. Kız kaşlarını düzletti. Kesik soluklar alan Rahoma baktı. ''Sizi kim
koruyacak. Burada çok fazla gölge var. yeteri kadar gücünüz yok!'' demişti.
Kuwala sandalyenin kenarına elini koydu. Gözlerini kapattı.
''Tanrı
Londaga!'' deyip ayağa kalktığında etrafı buz gibi bir soğuk sarmaya
başlamıştı. Kuwala etrafındakileri yok sayarak ruhu uyandırmaya başlamıştı.
Bedenini saran rüzgarda duydukları kahkaha ve çığlık sesleri git gide sönüyor
ve rüzgarın soğukluğu yüzünden nefes alırken ağızlarından buhar çıkıyordu.
Titremeye başlamışlardı. Kuwala'nın gözleri kapandı ve tekrar açtığında beyaz
ışık belirmişti. Kuwala'nın oturduğu sandalye buzlarla kaplanmıştı. Cübbesinin
etekleri buzlara karışmıştı. Gözleri ise az önce Ayezi tarafından parçalanan
kapıya dikilmişti. Aklına ilk defa Daki'yi gördüğü an geldi. Durduk yere gelen
bu hatıradan kurtulamadan öylece kilitlenmişti.
Kapısının
önündeki veranda merdivenlerinde oturan bu perişan adam ve etrafında
oturanlar... O anda ondan korkmuştu. Vahşi bakışlı ve iri cüsseli bu adamın ona
zarar verip vermeyeceğini bilmiyordu ama adımları oraya doğru çekiliyordu.
Cohin'i tedavi etmeliydi ve onu kurtarması gerektiğini bildiği için korkusunu
yutkunarak geçirdi. Soğuk bir ifade ile oraya doğru ilerleyip yukarı çıkarken
göz ucu ile bakmıştı Daki'ye. Vahşi bir kurda benziyordu. Saçlarının
kıvırcıklığı ve dağınıklığı bir kurdun kürkü gibiydi. Bakışları ve yeşil
gözleri... Gerçekten kara kurtlar gibiydi. Onlarla otururken kitabına devam
etme arzusunu bastırmıştı Daki'ye bakma arzusu. Nedensizce onu çeken kaos ve
karanlığa bakıp kalmıştı. Ve o veda öpücüğü... Belkide ona karşı
hissettiklerini anlamlandırmıştı. Daki'de bulduğu şey kaos ve karanlık değildi.
Kendi karanlık dünyasını aydınlatan bir ateşin göz kamaştırıcılığıydı.
Düşünceler
beynini sararken bedenini saran soğukluk gevşedi. Rüzgar etrafından
dağılıyordu. Eteklerini saran buzlar hızla buhar oluyordu. Kalbindeki bu
sıcaklık öldürme ve yok etme arzusunu bastırmaya başlıyordu. Daki'nin yatakta
ona dönmüş gülümseyen hali geldi gözlerinin önüne. Gülümsemenin verdiği
sıcaklık ile bir öksürük başlamıştı göğsünde. Şiddetle öksürürken bütün
topladığı enerji dağılıp gitmişti. Ellerini ağzına kapadı. Öksürürken
sandalyede iki büklüm oldu. Kan parmaklarının arasından sızıyordu. Güneyden
Kuzeyin rüzgarlarını çağırmak bedenini zayıflatmış ve zihinsel olarak
paramparça haldeydi. Öksürük krizi geçtiğinde kandan kızıla dönmüş ellerine
bakıp kaldı. Ciğerinde gelen çürük kokusu midesini bulandırıyordu. Bedeni yavaş
yavaş çürüyordu bu topraklarda adeta. Ayağa kalkacak hali yoktu. Öne doğru
eğildi. Kesik nefesler alırken ince bir ıslık sesi geliyordu ciğerlerinden.
Soğuk Ateşi bedenini zayıf buldukça gün içinde onu öldürmeye başlamıştı.
Öne doğru
eğilmiş damlayan kana bakıyordu. Yerlere kadar uzanmış beyaz kaftanın
eteklerine damlamış bir kaç damla kan o kadar zarif duruyordu ki... Anlamsızca
bu iki damla kanın muazzam şeklini incelemeye başladı. Onu dalgınlığından
kurtaran kızın sesi olmadı. Yanına gelmiş olan kız geri dönmeleri gerektiğini
söylüyordu. ''Burası sizi öldürüyor. Geri Kuzey Sahiline gidelim.'' dedi ve
geçidi açmaya başlamıştı. Kızı bileğinden yakalayan kişi ile etrafta çıkan
kargaşa sonucu Kuwala başını kaldırdı. İçeri doğru girmiş olan bir kaç Seron
askerinin parlak altın sarısı pelerinleri, keskin kılıçları ve ışıldayan
zırhlarına Kuwala bakıp kalmıştı. Parmaklarını şıklatarak yok edebilirdi
onları. Ama ne zihni buna Müsaade ediyordu ne de bedeni. Kaybetmekten
korkmak... Onu güçlerinden mahrum ediyordu. Kendini kaybetmekten korkuyordu.
Daki'yi ölüme karşı kaybetmekten korkuyordu. Öylece kargaşayı izlerken Ung
muhafızlarının Seron kılıçları ile can verişini izledi. Meclis üyelerinin korku
ile kılıçlarını çekmesine ve kral Yohano'nun öne doğru fırlaması gördü.
Buralara kadar onu getiren kızın yerde iki büklüm oturmuş kızıl kanın siyah
kıyafetlerini ıslatmasını izledi.
''Ölüm...''
diye fısıldıyordu kulağına yabancı bir ses. Kaosu temsil eden bu sesin sahibi
sevgilisi ile aynı isme sahip tanrının adıydı. Kaosun zincirlenmiş tanrısı Daki
kanın kokusuna uyanmış gibi fısıltıyla onun etrafında idi..
''Ölüme
karşı koymak mı? Bunu biz tanrılar yapmamışken senin gibi sonunda ölecek olan
bir fanin yapması... Mümkün mü?'' demişti. Kuwala duyduğu sesi bastıran kişiyi
görmek için başını çevirdi. Kırılmış kapıdan içeri doğru fırlayan on belki
sayıları daha fazla kişilere bakıyordu. Başlarında ise Kara Kurt Daki vardı.
Ayezi'nin pençesi ile ikiye ayrılmış seron muhafızının kılıcı ayaklarına kadar
fırladı. Ayezi'nın uluması ile bağırtıların dinmesi bir oldu. İçeriye yayılmış
Seronların cesetleri Ungların cesetlerine karışmıştı adeta. Kan kokusu
Kuwala'nın ciğerlerinden gelen tiksinç kokuyu bastırmaya yetecek kadar
fazlaydı.
''Kapıları
tutun!'' diye bağırıyordu Daki. Sandalyede bitap halde oturan Kuwala'nın yanına
doğru yürürken mermerde tıkırdıyordu. Kuwala bu tıkırtıyı bir melodi gibi
duyuyordu. Soğuk elini tutan elin sıcaklığı ile gülümsemişti.
''Her şeyi
mahvettim!'' dedi fısıltıyla. Yüzündeki korkunç gülümseme etrafı karanlığa
boğuyordu.
''Neden geldin?''
diye sormuştu Daki ona. Dizleri üstündeydi ve başını öne doğru eğilmiş olan
Kuwala'nın yüzünü görmeye çalışıyordu.
''Ölüme meydan
okumaya çalıştım. Ama kızını bile görmemiş bir kadını senin yerine feda edecek
kadar gaddar olamadım. Belki ben...'' Sözcükleri bitmeden Daki'nin keskin yeşil
gözleri onu ssuturmuştu. Seronlar kırılan kapıyı fark edip içeri doğru girmiş
ve Rahomu görmüşlerdi. Onu ele geçirmek için içeri girmeyi göze almıştı. Daki
ise yanına gelmiş olan Ayezi'yi görünce onu peşine takıp Kuwala'yı bulmak için
gelmişti. Birkaç saniye daha geç gelmiş olsaydı kral dahil herkes canından
olmuş olacaktı. Kuwala'nın halini gördüğünde onu bu hale Seronlar getirdiğini
düşünerek ateş püsküren kılıcı ile önüne çıkanı doğramıştı. Ve şimdi öylece
dehşete kapılmış halde bakıyordu.
''Ne
konuştuğunun farkında mısın sen?'' diye çıkmıştı. İçeri giren Aleon'un sesi
salonu inletmişti.
''Marinoe'yi
mi öldürecektin sen?'' diye kükremişti. Daki, kılıcını çekmiş oraya doğru gelen
Aleon'un önüne dikilmişti. Kral Yohano ise karşı karşıya gelmiş iki oğluna
bakıp kalmıştı. Yeşil alevi etrafı saran Daki kılıcını ağabeyine doğrultmuş
idi. Aleon ise çektiği kılıcını çoktan Daki'nin kılıcına doğru
kaldırmıştı.
''Dediklerini
duydum. Onu korumaya kalkamazsın. Merhametsiz canavar. Marinoe'ye ne
yapacaksın? Nerede?'' demişti. Yerde kan kaybından rengi bembeyaz olmuş kadın
doğruldu.
''Efendi
Kuwala...'' demişti. Gözler ona dönmüştü. Başında dikilen Ayezi onu burnu ile
destekledi. Kadın dişlerini sıkmıştı. Burnundan ve ağzından kan gelen kadın bir
hırıltı çıkardı açıyla.
''Onu geri
gönderdi... Güvende hanımefendi!'' demişti. Aleon bunu duyunca kılıcını aşağı doğru
indirdi. Alev çıkan gözleri durgunlaştı.
''Efendi
Kuwala, kaos ve ölümü kendine çekiyor...'' diye devam etmişti kız. Ölümün
soğukluğunu hissediyordu. ''O merhametli...'' dedi. Kuwala öylece kıza dikmişti
gözlerini. Acı çeken Akela kadını onun yüzünden burada can veriyordu. Buna
rağmen konuşmak için çabalıyordu. Daki kılıcını onu korumak için kendi
kardeşine doğrultmuştu. Kral bile oğulları için endişeliydi. Bir süre etrafa
baktı ve salınarak ayağa kalktı. Elini Daki'nin alev saçan kılıcına doğru
uzattı. Kılıç bir mum gibi hızla söndü.
''Merhametli
değilim. Marinoe'yi öldürecektim. Buraya getirip dizleri üstünde öldürecektim
onu. Kantou gelip bana engel olmasaydı onu burada şimdi ölüme getirecektim.
Akela kadını gibi ölecekti. Kızını bile görmeye gitmemiş ve kuzey için karşımda
diz çökmüş o kadını buraya ölümüne sürükleyecektim.'' dedi. Aleon
şaşkınlık ve dehşet içinde ona bakıyordu. Kuwala yavaşça Aleon'a doğru adım
attı. Karşısına dikildi.
''Kaosun
beni sürüklediği bu korkunç kargaşadan dolayı onu burada öldürecektim.'' diye
tekrar etti. Aleon'un kılıcı avucunun içinde titriyordu.
''Sen
bana, kardeşin Daki'ye ihanet ettiğin için burada canını alacaktım. Helyan Kea
ve Güneş'in Kızı kendi hayatlarını planladıkları için herkesi kurtarmaya
çabalayan o kadının canını burada alacaktım. Görevinde başarısız olduğun için
burada Daki ölecek diye onu ölüme feda edecektim.'' demişti. Aleon ağzını
açacağı sırada Kuwala'nın sert tokadının şakırtısı etrafta yankılandı.
''Ciğerimden
kan geliyor görüyor musun?'' dedi. Aleon'un başı yana doğru dönmüştü.
Kuwala'nın ise eli hala havadaydı. ''Sizin gibi bencil insanlar olmaktansa kan
kusmayı tercih ettim ben. Gelip buraya bana bana merhametsiz deme hakkını
kendinden bulamazsın.'' derken sesi gür çıkmıştı. Çenesi titriyordu. ''Sana
olan saygın Daki'ye olan sevgimden dolayıydı hep. Marinoe'nin sana olan
merhameti için sana burada merhamet edeceğim. Daki'yi koruduğun için bu gün
bende seni koruyacağım.'' dedi. Aleon sessizlik içinde başı yana dönük onu
dinliyordu.
''Bir anne
senin için karşımda diz çöktüğü için bugün sadece utancınızla kalın! Marinoe'
nin senin ve ırkın için diz çökmesine şükür et! Yoksa sizi cehennemin dibine
kendi ellerimle göndermek için ne gerekirse yapardım. Bencil ve kan dökerek
iktidar sağlamış soyunun çirkinliğini daha fazla kendine maske yapma!'' diye
kükredi. Etrafta nefes sesi bile yoktu. Aleon bunu duyunca birden kılıcını yere
bırakıp dizleri üstüne çökmüş. Meclis üyeleri ve babası dehşet içinde ona
bakıyordu. Aleon yere eğildi ve alnını uzattığı ellerine dayadı.
''Onun
canını ve bizim canımıza merhamet gösterdiniz. Hatalarımı unutturacağım.''
demişti. Kuwala eğilip ona elini uzattı.
''Bir daha
sakın Daki'yi Kuzeye karşı mahçup bırakıp onu zorlama. Bir daha sakın
Marinoe'yi dizleri üstüne çöktürme. O gün gelirse senin canını kendi ellerimle
alacağım.'' demişti. Aleon başını kaldırdı. Gözleri doluydu ve titriyordu.
Kuwala'nın soğuk elini tutup ayağa kalktı.
''Benden
nefret edebilirsin ama seni koruyanları mahçup edersen inan ki o gün seni
gerçek bir düşman olarak göreceğim.'' dedi. Aleon ona baktı. Kuwala nazikçe
gülümsedi.
''Rahom
Kuwala burada kanımın üstüne yemin ediyorum ki sana karşı asla onların başını
ezdirmeyeceğim. Asla!'' dedi. Kuwala gözlerini kapatıp gülümsedi. Gördüklerinin
aksinde ilerliyordu herşey. Aleon'un canın alınacağı an geçip gitmişti.
Değiştirebilirdi yazılanları. Daki'nin kardeş katili olmasını şu an engellemişti.
Yerdeki kılıç havalanıp Kuwala'nın eline geldi. Kuwala kılıcı Aleon'a doğru
uzattı.
''Gerçek
bir prens gibi savaş!'' demişti. Aleon ondan kılıcı aldığında artık onu
tanıdığını gösteren baş selamını verdi. Cohin ve Muhon Asha bile şaşkınlık içinde
bakıyordu.
''Bir
Ung'u itaat etmeye zorlayacak kadar güçlenmişsin!'' demişti Ayezi. Kuwala bunu
duyunca ona doğru dönmüştü. Ayezi can veren kızı nazikçe yere yatırmıştı.
Başını kaldırıp ölümü haber vermek ister gibi ulumuştu. Kuwala uluma ile geriye
doğru sandeledi. Öksürük ile yan artık beyaz cübbesinin boyunluğundan kuşağına
kadar akmıştı. Daki onu nazikçe tuttu. Kapıyı koruyan askerlere baktı. Ardından
Aleon'a dikti gözlerini.
''Kadınların
olduğu sığınak için meydandan geçeceğiz. Bizi koruyabilir misin?'' demişti.
Aleon kılıcını elinde sıkıca kavradı. Başını eğip yürümeye başladı. Daki ise
kılıcını kınına sokup Kuwala'yı belinden destekledi.
''buraya
hiç gelmemeliydin. Yürüyebilir misin?'' dedi. Kuwala koyuyla ağzındaki kanı
sildi. Güney'in kaosunu hissettikçe dahada zayıflıyordu. Ayezi onlara doğru
yaklaştı. Kuwala'yı sırtına almayı teklif etti ama Kuwala doğrulup ellerini
yere doğru çevirdi.
''Hala
kendimi koruyacak kadar gücüm var.'' demişti. Muhon Asha onlara bakıyordu.
Rahomun gücünü kendi gözleri ile görmeyi ummuştu. Ama Aleon'a diz çökertip
tokat atması ile ne kadar güçlü olduğunu göstermişti. Cohin yanlarına doğru
gelen Kuwala'yı selamladı. Kuwala ona gülümsemişti. Dışarı çıkarken hayatta
kalan meclis üyeleri ve kralda onların peşine takılmıştı. Muhafızlar onlarada
yürümelerini söylemişti. Kuwala yanında yürüyen Ayezi'ye baktı.
''Fohara'dan
haber var mı?'' demişti. Dudakları kıpırdamıyordu. Ayezi onu duyunca tepkisizce
yürümeye devam etti. Başını oynatmadı. Dışarıda cesetle rvardı ve ikinci ana
kapının tersi yönünde yürümeye başlamışlardı.
''Henüz
harekete geçmemiş. Seronrakaul krallığının başkenti olan Sant'ı gören bir
tepede oturuyorlarmış. Doğru anı bekliyor.'' dedi. Kuwala gözlerini karşıdaki
koridora dikti. Üstünde kemerden bir köprü olan koridor karanlıktı.
''Zamanı
geldiğinde Fohara'ya söyle kimseyi sağ bırakmayın. O kadın hariç. Sarayda
kimseye acımasın. Bu gecenin hesabını ödeyecekler. Mesajımı bıraksınlar.''
dedi. Ayezi bunu duyunca duraksadı ve birden sıçrayıp kemerden köprünün üstüne
çıktı. O kadar şiddeti ulumuştu ki gök kararmaya başlamış, ay ve yıldızlar
bulutlar ardından kaybolmaya başlamıştı. Bir çok kişi uluma ile ürkmüş ama ona
karşılık gelen bir çok ses duymuşlardı. Gökten ulumalar geliyordu. Kuwala buruk
bir gülümseme ile bakınca Daki ona çevirdi başını.
''Neler
oluyor? Ayezi neden tanrıların katılan çağrı yapıyor?'' demişti. Kuwala
girdikleri koridoru aydınlatan meşalelerin ışığında parlayan yeşil gözlere
baktı.
''Seronlar
benim ne kadar güçlü olduğumu idrak etmeli. Bu gece o sarayda çok kan akacak.
Tanrıça Serona bir mesaj gönderiyor Ayezi. Onun bu savaşa katılırsa
kaybedeceğini duyuruyor.'' dedi. Sesi oldukça sakindi. ''Ölüm bile bu gece Kaos
ile boğuşamıyor iken Tanrıça Seron verdiğim mesajı doğru anlasın diye ona soyunun
nasıl bir hırs içinde kaldığını gösteriyor Ayezi ve Fohara.'' demişti. Güneş'in
Kızı oyuna getirildiğinin farkında bile değildi. Sant şehrini izlediği tepede
yanında oturan kurdun verdiği güvenle oturuyordu. Birkaç saat sonra kendi
soyunu katlederken tanrıçası tarafından zileneceğinin farkında bile değildi.
Kuwala onun yapmaya çalıştıklarını hep görmüştü. Hırslı ve öfkeli bir kadına
güvenmezdi. Onu izlemesi için Tieden'i görevlendirmişti. Güneş'in Kızı hem
Kuzeyi hem Güneyi isteyecek kadar cüretkar bir kadındı. Kuwala o gün
geldiklerinde bu oyuna karışmak istememişti ama Daki'nin gidişi ile aklı
karışmıştı. Hiçbir şeyden habersiz Marinoe'nin oyuna dahil olduğunu sandığı
için onu feda etmeyi uygun bulmuştu. Fakat ölümü ancak tanrılar ile
kapıştırabileceğini anlıyordu.
''Güneş'in
Kızı'nın seni, beni ve herkesi kandırması yeterince onu suçlu yapıyor.
Akela'nın surlarında gerçekte kimse yok. Güneş'in Kızı hem kendi hanesi hem
bizleri kandırdı.'' demişti. Daki bunu duyunca olduğu yere çivilenmiş gibi
kaldı. Dişleri gıcırdamıştı.
''Nasıl
fark ettin?'' dedi. Kuwala ona doğru döndüğünde muhafızlar ve diğer herkes
durmuştu.
''Fohara'yı
başta onu koruması için göndermiştim Seron diyarına. Ama Tieden'in bana
dedikleri aklıma geldi. Güneş'in Kızı hırsı için kendi babasını öldürmeyi bile
kabul etti. Senin topraklarına hiç acımayacak dedi onu görmeye gittiğimde akşam
doğru. Ve beni buraya getiren kız bir çok yerde karanlık enerji olduğunu
söyledi. Kaosun etrafa saçıldığını söyledi. Rüzgarın içinde zincirleri
şıkırdayan kaosun sesini duyana kadar inanmadım. Ama aklımı karıştıran şey
tamamen buydu. Beni kandırmaya ve benim olanları almaya cesaret ettiği için bu
gece lanetlenecek.'' dedi. Daki öylece ona bakıyordu.
''Akela'ya
güvenmemeliydik.'' dedi. Kuwala onun yüzüne nazikçe dokundu.
''Akela'ya
güvenmeliyiz. Ama Seronlara güvenmemeliydik. O sarı saçlı yılan hala özünde bir
serondu. Ve onu cezbeden tacı önüne koyduğumuzda hırslarını ev gerçek yüzünü
ortaya çıkardı.'' dedi. Daha geride duran Aleon'a göz ucuyla bakıp Daki'nin
kulağına doğru yaklaştı.
''Onları
Ayezi sınadı. Aleon gerçekte kim olduğunu bize gösterdi. Özüne döndü. Ve sınavı
geçti. Güneş'in Kızı ise maskelerini düşürüp sınavdan kaldı. Bu oyunu biz değil
Ayezi kurdu. O Kuzeyin gerçek koruyucusu. Bizim oyunumuz değil.'' dedi. Daki
başını usulca salladı.
''Ona
inanıyorum ve güveniyorum.'' dedi ve tekrar yürümeye başladılar.
''Bu
savaşta ya bizden yana olurlar.'' demişti Kuwala. Daki onun yanındaydı.
Kılıcının kabzasını sıkıca tuttu.
''Ya da
ölürler.'' diye devam etti Daki. Kuwala başını yana doğru yatırdı. Daki ona
bakıyordu yürürken koridor bitip bir avluya çıktılar. İçeri doğru girip üç kat
merdiven indiler dar geçitler dolu yerde. Meclis üyeleri sessizdi. Aleon ise
öndeydi. Geniş bir alana geldiler. Kuwala durdu ve derin bir nefes aldı.
''Burada
dinlen ve herşey bittiğinde seni alacağım. Cohin seninle kalacak!'' dedi Daki.
Kuwala ona doğru döndü. Gülümsemişti.
''Zamanı
geldiğinde ben geleceğim sen merak etme. Bir süre dinlenmem yeterli!''
demişti. İçeri doğru girerken kapı açılmıştı geniş ve mumlarla aydınlatılan
odada kadınlar ve çocuklar vardı. Hem içeride hem dışarıda muhafızlar
bulunuyordu. Meclis üyeleri içeri doğru ilk girenler oldu. Korkudan içeri
girip köşelere kaçınmıştı. Aleon bekleyen babasına döndü.
''Sende
gir. Annemle beraber bekle. Savaşacak kadar genç değilsin.'' demişti. Kral
kaşlarını çattı. Kılıcını çekerken demirden kemeri şıngırdamıştı.
''Krallığımı
savunurken ölürsem şerefimle ölürüm.'' demişti. Aleon onu ikna etmeye
uğraşmayacak idi.. Daki ise dönüp babasının yüzüne dahi bakmamıştı. Cohin yavaş
adımlarla Kuwala'nın yanına yaklaştı. ''Efendi Kuwala girelim.'' dedi. Daki'ye
gülümsedi ve Kuwala içeri doğru döndü. O girdiğinde kapı kapanmıştı. Muhon Asha
derin bir nefes aldı.
''Şimdi
anlamaya başladım. Senin gibi kurdu evcilleştirecek bir kişi böyle olmalıydı.''
dedi ve Daki'nin omzuna yumruğunu vurdu. Daki gülümsemişti. Ama gülümsemesi çabucak
söndü. Kilitlenen kapıya birkaç muhafızı daha bırakıp merdivenlere doğru
yürüdü. Seronlar akın akın geliyor ve onlardan daha güçlü silahlara sahiplerdi.
Kraliyet sarayını kuşatırlars abu direnme son bulabilirdi. Onları püskürtmek
için izleyecekleri yok normal bir yol olmayacaktı. Daki elindeki kılıca bakıp
çıktıkları avluda gökyüzünü koklar gibi başını havaya kaldırdı. Muhon Asha bu
duruşun anlamını yanındaki askerler kadar iyi biliyordu. Kara Kurt ulumaya
başlayacak ve çok kan dökecekti. Yanına doğru kemerden sıçrayıp inen ayezi onun
gibi başını havaya kaldırdı. Gökyüzü açılıyordu ve ay onları selamlıyordu. Daki
sırıtırken Ayezi uzun uzun uludu. Aleon kardeşinin yanına doğru yürüdü ve
kılıcını ona doğru uzattı. Çift kılıç tekniği ile Daki'nin yanan ateşini
birleştireceği gecede savaşta çok kişi ölecekti. Ama kimsenin unutamadığı bir
gece olacaktı. Güneyin prensleri artık Kuzeyi tanır olmuştu. Ve savaşırken
onların hatırlattığı efsunları ile savaşacaklar idi.
Fohara
duyduğu ulumaya cevap vermek için ayağa kalktı ve gerildi. Başını aya doğru
kaldırdı ve uzun uzun uludu. Savaş gerçek yüzünü göstermeye hazırdı. Kalkan
kılıçları durdurmak için kalkacak kılıçlar vardı.
Bölüm On
sekiz: Savaş
İkinci
Kısım: Masumiyet
Kuwala bir süre sessizce
oturdu. Cohin ona su ve mendil getirmişti. Yüzündeki kanı temizledi ve ardından
biraz su içti. Ancak şarap olduğunu öğrendiğinde biraz şarap istemişti. Kraliçe
Yagnafil ve Cariye pema ayrı yerlerde oturuyorlardı. Pema ona şarap
verebileceğini söyledi. Etrafta korkunç bir sessizlik vardı. Kuwala birkaç
yudum şarap içti ve Cohin'e oturmasını söyledi. Yüzüne Seron kanı bulaşmış
adama ıslanmış mendili uzattı. Cohin sessizce yüzünü sildi. Ancak kafası çok
karışık ve soruları vardı.
''Efendi
Kuwala!'' dedi. Kuwala onu duyunca başını yerden kaldırıp ona baktı. Cohin
gülümsemişti. Muhafızlardan birisi ağabeyiydi ve onların başında dikiliyordu.
''Güneş'in
Kızı gerçekten bize ihanet mi edecek?'' demişti. Kuwala başını yavaşça salladı.
''Ayezi
asla yanılmaz. O gördüklerini söyler! Güneş'in Kızı kendi kanını bu gece
hırsları için katlediyor.'' demişti. Cohin derin bir iç çekti. Kuwala ona bakıp
gülümsedi. Uzanıp mendili aldı ve Cohin'in alnındaki kan lekelerini silmeye
başladı.
''Sen
benim ilk hayatını kurtardığım insansın Cohin! Keşke kurtardıklarımda senin
kadar masum ve kalpleri temiz olsaydı.'' dedi. Cohin ona gülümseyen Kuwala'ya
bakıp hüzünle gözlerini kapadı.
''Bazen
hiç hayatımı kurtaramamış olmanızı diliyorum. Bu sayede orada sonsuz dek
huzurla yaşardınız. Kızıl Orman sizin eviniz idi. Ve şimdi oradan çok uzaklara
geldiniz. Keşke bu savaş olmamış olsaydı ve başka şekilde tanışsaydık.''
demişti. Kuwala hüzünlü Cohin'in yüzünü bıraktı. Elini bağdaş kurduğu
bacaklarına doğru bıraktı.
''Ben sizi
zamanında tanıdığım için mutluyum. Bir gün hepimiz ölüp gideceğiz. Orada
olduğunuz her gün beni çok mutlu etti. Beni yalnızlığıma terk etmeyip geri
döndüğünüz için Daki ve size borçluyum. O gece tapınakta yatağımda yaralı
yatarken senin dediklerini duydum diğerlerine. O günden sonra hep seni örnek
almaya çalıştım. Hayatımı boşluktan kurtardın sen ve Daki! Bunun için
pişmanlık duyma.'' demişti. Cohin'e bakıyor ve gülümsüyordu. Etrafa baktı
ve kadınlara çocuklara daha sonra meclis üyelerine... ''bunca insanı kurtarmak
için uğraşıyorsun. Uğraşıyorsunuz! Senin gibi kahramanlar olmasa bu insanlar
uzun yaşamlar sürmezmiş. Okuduklarım da hep tıpkı karşımda oturan zırhlı
kahramanlar vardı. Tarih seni asla unutmayacak Cohin!'' dedi. Cohin başını eğip
Kuwala'yı selamladı.
''Kuzeyin
tek gerçek efendisini kimse Güneyde unutmayacak. Dinlenin ve kendinizi
toplayın. Gece uzun olacak. Kendinizi hazır hissettiğinizde sizin yanınızda
dövüşmek benim için onur olacak!'' demişti. Kuwala gülümseyen arkadaşına bakıp
gözlerini ufacık pencerelere çevirdi. Savaş buraya uzak gibiydi. Seronlar
burayı bulamazdı. Burada rahatça konsantre olup Kuzey ruhlarının enerjilerini
alabilirdi. Bu sayede savaşa son vermek için çıkabilirdi. Ellerini
dizlerine koydu ve gözlerini kapadı. Oraya ulaşmak için ruhani bağını burası
ile kopartmalıydı.
O bedeni
ile bağını yavaş yavaş koparırken bir soğukluk etrafını sarıyordu. Mum ateşleri
titriyor ve insanlar üşürken Cohin onun yanından kalkmıştı. Geriye doğru
çekildi. Etrafını çevreleyen rüzgardan gelen sesleri insanlar duyuyordu. Bu
ürkütücü meditasyon başlangıcı kısa sürdü. Kuwala gözlerini açtığında bedeni
buz gibiydi. Gözleri bembeyaz bir ışıkla doluydu. Ancak soğuk devam ediyordu.
Pema yerinden kalktı.
''Yaver
Cohin!'' dedi. Cohin ona doğru dönüp onu selamladı.
''Soğuk artıyor.
Ocakların ısısını arttırmalıyız.'' demişti. Cohin başını iki yana salladı.
''Yapamayız.
Rahomun soğuk kalması gerekiyor. Isınırsa ruhani iletişimi kopar. Bir süre buna
dayanmalısınız hanımefendi.'' dedi. Fakat saat ilerledikçe soğuk dayanılmaz
olamaya başlıyordu.
Kraliçe
Yagnafil üşüyen iki torununa ve kadınlara bakıp ayağa kalktı.
''Ocakların
ateşini arttırın. Sönenleri yakın! Burada donarak can vereceğiz.'' demişti.
Cohin bunu duyan askerlere bakıp başını iki yana salladı. Askerler
kıpırdatmamıştı bile. Bir meclis üyesi ise eline geçirdiği odunları yanında
oturduğu ocağa doğru atmıştı bile. Cohin bunu görünce oraya doğru yürüdü ve
ocağın üstüne doğru testiyi boşaltmaya başladı.
''Rahomun
soğuk bir ortama ihtiyacı var.'' dedi. Pema titriyordu. Dişleri birbirine
vuran diğerlerine döndü. Ayaklanıp Cohin'e doğru yürüdü. Son zamanlarda
hastaydı ve o da artık dayanamıyordu.
''Yaver
Cohin bu soğuk hepimizi öldürecek. Bir ocağı, en köşede olanı yakıp orada
oturabiliriz.'' dedi. Cohin tam karşı çıkacakken Kuwala'nın sesi duyuldu.
''Ocakları
yaksınlar cohin! Daha fazla zorlayamam. Buradan onlara ulaşmak çok zor. Başka
bir yol olmalı.'' demişti. Cohin onun uyandığını görünce o tarafa döndü ve
askerlere doğru elini salladı. Ocaklar birer birer yakılmaya başlamıştı.
''Kendinizi
zorlamayın. Efendi Daki ve diğerleri bu savaşı rahatça alabilir. Uzun sürer
ama...'' Kuwala sırtını duvara doğru yasladı. Soğuktan titremeye başlamıştı.
Cohin bunu görünce hemen kürkünü çıkarıp onun üstüne doğru örttü. Yanına
otururken ağabeyi daha önce söndürülen ocağı yakmıştı.
''Daha
fazla ateşe ihtiyacımız var. kendinizi zorladınız.'' demişti. Kuwala bunu
duyunca ocağa doğru çevirdi yüzünü. Gri gözleri ateşte parlıyordu.
''Daki ve
diğerleri yeterince güçlü ama Seronların kılıçları kırılmaz ve zırhları
delinmez. Dayanabil...'' Cohin doldurduğu şarabı ona doğru uzattı.
''Düşünmeniz
gereken Efendi Daki değil. Üşümeniz geçmezse yine krize gireceksiniz ve o zaman
burada size yardım edecek doktor yok.'' dedi. Kuwala uzatılan şarabı alıp
sessizce içmeye başlamıştı. İnsanlar ısındıkça gevşiyorlardı. Pema onlara doğru
yaklaştı. Kuwala ısınmak için kürke sıkı sıkı sarılmıştı. Onlara doğru gelen
kadını görünce başını çevirip doğruldu. Kadın ise tedirgindi. Onlara yabancı
gelen ve beyaz saçlı Rahoma bir süre baktı yandaki mindere oturdu.
''Gerçek
bir Rahomlu bu saraya misafir olmayalı yıllar belki yüz yıl oldu.'' dedi.
Kuwala ona bakıyordu sadece. Kadın gülümseyince Kuwala şaşkınlıkla onun
gülümsemesine bakmıştı.
''Tıpkı
Daki gibi gülüyorsun. Sen onun annesi olmalısın.'' demişti. Kadın bunu duyunca
öylece kaldı. Buraya tıkılmadan önce birkaç saniye gördüğü oğluna benzetilmek
onu mutlu etmişti. Yıllardır görmediği oğlunun bir arkadaşı ile konuşmaya
ihtiyacı vardı.
''Sen
oğlumu tanıyor musun?'' dediğinde Kuwala önce heyecanlandı. Ama diyeceklerinden
tedirgince durgunlaştı.
''Evet. O
benim çok yakınım.'' dedi. Bu kadarına dili varmıştı. Pema gülümsedi ve
gözlerini yere dikti.
''Prens
Aleon onun çok değiştiğini söylemişti ve Rahomla işbirliği yaptığını. Bunlar
iyi mi bilmiyorum ama onu iyi gördüm.'' dedi. Kuwala durgun halde kadına baktı.
''Daki çok
güçlü bir adam. Onun özgürleştiği doğru. Aleon'un dedikleri doğru.'' demişti.
Cohin arkada oturan kraliçenin keskin bakışlarını hissediyordu. Kuwala
gülümseyip devam etti.
''Ung
Prensleri zor ve itaat etmeyi sevmeyen adamlar. Tıpkı babaları olan krala
benziyorlar. Ama Daki size daha çok benziyormuş. O bazen durup sizin gibi
gülümsüyor ve bana onu hatırlatıyorsunuz. Adınızı öğrenebilir miyim hanımım?''
demişti. Pema onunla oldukça nazik konuşan Rahoma bakarken gülümsemeden
duramıyordu.
''Pema.
Kral Yohano'nun cariyesi...'' demişti. Kuwala onu selamladı başı ile.
''Kuwala
bende hanımım. Rahom Kuwala Akanov.'' demişti. Kraliçe ona doğru bakarken Cohin
artık rahatsızlığını dile getirecek şekilde öksürmüştü. Kraliçe Yagnafil ise
oraya doğru adım adım geliyordu. Kuwala yaklaşan uzun boylu güzel diğer kadına
baktı. Aleon gibi kaşları çatık ve koyu kahverengi gözleri olan kadın oraya
geldi. Hizmetlilerinden birisi onun sandalyesini getirmişti.
''Rahom
Kuwala, bende Ung soyunun ikinci hanesinden kraliçe Yagnafil.'' dedi. Kuwala
ona baktı ve gülümsedi.
''Aleon ve
Helyan Kea'nın annesi olan sizin adınızı duydum daha önce.'' demişti. Kraliçe
onurla gülümsedi. Pema'ya doğru gözlerini çevirdi. Ve geri Kuwala'ya baktı.
''Oğullarım
ile tanışmış olmanıza sevindim. Küçük oğlumu gördüm ancak Büyük oğlum hala
Bakren topraklarında. Ondan bir haber...'' Cohin kraliçeye doğru başını
çevirdi.
'' Prens
Helyan Kea savaş kaçağı olarak geride bırakıldı. Sözünü ettiğini topraklar
Rahoma ait Kraliçem.'' dedi. Kraliçe ona ateş saçan gözlerini diktiğinde
arkadan ürkekçe bir kadın yaklaştı. Kuzguni siyah saçları bukleler halinde
omuzlarına iniyordu. Eteğine yapışmış dört yaşlarında bir oğlu vardı.
''Helyan
Kea neden savaş kaçağı?'' dediğinde Kuwala kadına bakıp kaldı. Eteklerindeki
çocuk yeşil gözlere sahipti ve ufak bir alın zinciri vardı. Bir rahom prensini
sembol eden zinciri daha önce gördüğünü anımsadı. Baygın halde kampta Daki'nin
çadırında uyurken bir ara yarım yamalak gördüğü siluet... Çocuğa öylece
bakıyordu.
''Kendisi
kampı yanlış yere götürdü ve daha sonra ortalıktan kayboldu hanımefendi. Daha
sonra haber alamadık.'' demişti. Kadın şaşkınlık içinde onlara bakıyordu.
Yagnafil ise öfkeden ne diyeceğini bilmiyordu.
''Bunun
hesabını...''
''Senin
adın ne?'' demişti Kuwala kraliçeyi duymayarak. Çocuk ona korku ile bakıyordu.
Kuwala ise ona doğru elini uzattı.
''Benden
korkuyor musun?...'' demişti. Çocuk annesinin eteklerine daha sıkı tutundu.
''Oğlumun doğuştan
dilsiz.'' demişti. Kuwala konuşan kadına baktı. ''Prensimiz de geç konuşmuş.
Umudum onun bir gün konuşacağı yönünde.'' demişti. Kuwala söz edilen kişinin
kim olduğunu tahminen çıkarmıştı. Aleon ve Daki değilse bu çocuğun babası
Helyan Kea idi. Kuwala ona doğru elini uzatmış haldeydi hala. Elini nazikçe
indirdi. Başını ateşe doğru çevirdi.
''Sorun
değil. Bende kendimden çok korkuyorum. Bazen o kadar korkunç birisi oluyorum
ki...'' eli yarasına doğru gitti. Cohin o günü hatırlayınca ürpermişti. Kuwala'nın
rengi her zamankinden daha solgundu. Sebepsizce kendini sürekli dağıtıyordu.
Toparlayamıyordu. Bir süre daha ateşi izledi. Kraliçe ona soru sordu ama
cevaplamadı. Pema onunla konuşmaya çalıştı ama duymamazlıktan geldi. Bir süre
sonra onlar kendi aralarında konuşurken gözleri ağırlaştı ve uyumaya başladı.
Cohin
konuşan kadınları dinlemekten sıkılmıştı. Başını çevirince Kuwala'nın uyuduğunu
gördü.
''Kraliçem!''
demişti. Kraliçe ona şiddetle başını çevirince uyuyan Kuwala'yı gördü. Duvara
doğru yaslanmış gözleri kapalı, yüzü ateşe dönük halde uyuyordu.
''Dinlenmesi
gerekiyor.'' demişti Cohin. Ayaklanıp Pema'ya elini uzattı. Pema kalkınca
Kraliçede kalktı. Kadınlar geri kendi köşelerine dönmüştü. Meclis üyeleri ise
kraliçe ile konuşmak üzere ona doğru sokulmaya fırsat bulmuştu.
''Majesteleri
size bir şey söylememiz gerek!'' demişti. Kraliçe oğlunu cezalandıran meclise
kızgındı. Onları başta dinlemek istemedi. Ama ihtiyar olan ona doğru
sokulmuştu.
''Prensimiz
Aleon Rahoma itaat ediyor.'' diye fısıldadığında Kraliçenin dikkatini çekmişti.
Yanına doğru oturdu. Sandalyede ona doğru eğildi.
''Ne demek
itaat etti?'' dediğinde yaşlı adam ona olanları aktarmaya başladı.
Konuşulanları aktardı ve diz çöktüğünü söylediğinde kraliçenin gözleri köşede
uyuyan Rahoma dikilmişti. Rahomun başında nöbet tutan iki kardeşe ise
öfkelenmişti.
''Oğlum
Rahom soyunun önünde diz çökmez!'' demişti. Sesi artık tıslamadan çok uzakta
yüksek ve gürdü. Yanındaki meclis üyesi ona bakıp başını öne doğru eğdi.
''Prens
Aleon her zaman asiydi. Mecliste saygısızlık yaptığında inanmadınız ama şimdi
de aynısını yapıyordu. Bir fiske vurmadığını oğlunuz Kuzeyli Rahom tarafından
tokat atılıp kralımız karşısında aşağılandı. Daha sonra ona itaat ederek diz
çöktü.'' dedi. Kraliçe bunu duyunca tırnakları pençe gibi olmuş ve sandalyenin
deri döşemelerinin içine geçmişti. Cohin oraya doğru bakıyordu. Bir
şeylerden huzursuzdu ve Kuwala'yı burada korumak zordu. Bir süreden sonra
askerler kraliçenin emrini dinlemeye başlayacaktı. Ağabeyine doğru sokuldu ve
fısıldadı.
'' Burada askerleri
daha fazla tutamayız. Meclis üyeleri kraliçeyi dolduruyorlar ağabey. Kuwala
Efendiye bir şey olmasına müsade edemeyiz.'' dedi. Ağabeyi kaşlarını çattı.
''Merak
etme. Burada bizim de adamlarımız var!'' demişti. Dikilen beş adama doğru döndü
ve başını eğince Kuwala'yı korumak için çember halinde etrafına doluşmuşlardı.
Cohin kollarını göğsünde bağdaştırdı.
''Uyanmaması
daha iyi olacak gibi. Bu geceyi atlatırsak dışarıdan Akela kadını getirip onu
geri İkinci Kışlaya götürebiliriz. Baştan sona buraya gelmesi hataydı. Ruhu
Kuzeye ait ve bedeni hastalıkla boğuşurken buraya kadar gelmesi saçmalıktı.''
diye söyleniyordu. O söylenirken Kraliçe ayaklandı. Öfke ile yere basarken
topukları beton zemini delecek kadar sert iniyordu yere.
''Yaver
Cohin adamlarına söyle yolu açsınlar.'' dedi. Cohin dönüp kraliçe ile yüz yüze
geldi. Kızlar sessizleşmiş yaşlı meclis üyesi ise kraliçenin ardından gelmişti.
Cohin yanlarına gelen kraliçe muhafızlarına baktı. Sayıları onlardan çoktu. Bu
geniş mahzene kraliçe ve prensesleri ve genç prensleri korusun diye muhafız
doldurmuşlardı. Burada dövüşmek sadece kargaşaya sebep olurdu. Tavan
alçaktı ve yangın çıkabilirdi ocaklardan birisi devrilirse.
''Aldığım
emir tek rütbeden geldi. İsteğinizi reddedeceğim.'' demişti nezaketle. Kraliçe
bunu duyunca ona doğru yürüdü. ''Kuzeye itaat eden bir hain olarak anılmak
istemiyorsan yolumdan çekilirsiniz. Bir Ung Prensinin Rahom önünde diz çökmesi
duyulursa ne gücümüz kalır ha?'' demişti. Cohin ona bakıp sakince konuşmaya
devam etti.
''Prens
Aleon'un saygısını itaat olarak algılamanız üzücü. Rahom hepimiz için saygı
duyulacak bir rütbe olmalı. Hakkı gasp edilmiş ve yıllarca halkına zarar
verdiğimiz Rahoma saygı gösterip onunla savaşmak itaat etmekse bunu Prens
Daki'de, general Foo ve bütün kamp olarak yaptık. Prens Aleon'un ihanetine
rağmen Rahom onun canını almadığı için tanrılara ve onun merhametli kalbine
şükredeceğinize saldırmakta niyetli iseniz, sizi bir düşman olarak
algılayacağım.'' dedi. Cohin oldukça iyi kılıç kullanırdı. Bu onun başarılı bir
savaşçı olmasını ve bunca zaman savaşta hayatta kalmasını sağlamıştır. Kraliçe
ona bakıp derin derin burnundan soluyordu. Cohin ise eli kılıcında
bekliyordu karşısında.
''Efendi
Daki'ye bir söz verdim ve onu koruyacağım. Kralının önünde başka bir krala diz
çöken prensin hesabını ondan sormanıza izin vermeyeceğim bu gece.'' demişti.
Kraliçe Yagnafil bunu duyunca iyice sinirlendi. Dişlerini öyle şiddetli
sıkmıştı ki gıcırtısını duyuyorlardı.
''Kral
buna bir tepki dahi vermedi mi? Bu aşağılamaya herkes göz mü yumdu orada?''
demişti. Orada kan akıtmadan sakin olmayacaktı.
''Korkudan
köşelere saklanmış pek sevgili meclis üyelerinin başı bile ses çıkarmadı. Ung
onurunu korumaktan söz eden o bile!'' dediğinde Cohin akıllıca bir hamle
yapmıştı. Yagnafil yanındaki askerin kılıcını çekip meclis üyesine döndü.
''Ses
çıkarmadın madem neden beni burada ateşliyorsun ha?'' demişti. Kılıç meclis
üyesinin boynuna dayanmıştı. Korku ile kekelemeye başlamıştı.
''Seron...
Se... Seron askerleri...'' Yagnafil'in öfkesi tıpkı Aleon'un öfkesine
benziyordu. Kan görmedikçe dinmeyecek bir öfkesi vardı. Sinirle dişleri
gıcırdadı ve tıslarcasına konuştu.
''Sizler
benim oğlumun onuru ayaklar altına alınırken sessiz mi kaldınız?'' demiş ve
kılıç adamın boynuna şiddetle inmişti. Boynuna saplanan kılıcı yagnafil çekip
geri askere uzatmıştı. Meclis üyesi boynunu tutup dizleri üstüne çöktü.
Yagnafil sakince bir nefes verdi.
''Baştan
beri Kuzey bize uğursuzluk getirdi. Oraya oğullarımı göndermemeliydim. En
başından Kuzeye hiç girmemeliydik.'' dedi. Gözleri korku ile duvar köşesine
sinmiş Meclis Üyelerine döndü. Onların önerisi üzerine kuzeye prensler
yollanmıştı.
''Her
birinizi teker teker paramparça edeceğim. Oğlumun onurunu ayaklar altına alan
her birinizi ve buna sessiz kalan o korkak kralınızı paramparça edeceğim. Bir
Ung asla diz çökmez.'' demişti.
''Ne büyük
bir övünç olmalı bu!'' demişti Pema. Karşısındaki kadına bakıp başını iki yana
sallamıştı.
''Kapa
çeneni. Kraliçenim ben senin. Haddini aşma Pema!'' demişti. Pema başını iki
yana salladı. Ayağa kalkmıştı. ''Sen yaptın bunu onlara. Kardeşlerin arasını
açtın yıllarca. Bana olan öfken yüzünden oğullarını kinle büyüttün. Helyan Kea
kendini kanıtlamak için meclis üyelerine diz çöktü gizlice ve bunu onur sandı.
Aleon ise kibri onur sandı. Sen onları hem oğluma hem birbirine düşman ettin.
Ung soyu ve onuru deyip Aleon'un nişanlısı zehirlenirken hepinizi sessiz kalıp
masum bir canı aldınız. Bunun bedeli olmayacak mı sanıyordun? Helyan Kea artık
savaş kaçağı ev aleon itaatkâr bir asker. Bu senin eserin.'' demişti. Pema
fırsat bulmuş ve Yagnafil'in üstüne gitmeye başlamıştı. Cohin gerilen ortamdan
dolayı kılıcından elini çekmiyordu.
''Senin
oğlun pek mi becerikli ve gerçek bir Ung ha? Annesinin köle olarak saraya
satıldığı ve gecelerce ağlayarak kralın altına zorla verildiğini bilmiyor
galiba? Bir kölenin şans eseri yaşamasına izin verilmiş kraldan peydahladığı
piçi. Kendine Ung prensi bile diyemeyecek kadar korkak.'' dedi. Pema bunu
duyduğundan kulaklarının ucuan kadar sinirden kıpkırmızı olmuştu.
''Benim
oğlum piç değil. Babası tarafından onaylanmış bir prens!'' diye gürlemişti.
Yagnafil ise alay eder gibi güldü. ''Senin oğlun krala hizmet sırasında ortaya
çıkan bir piç!'' demişti. İki kadın kafa kafaya gelmek üzereydi. Etrafta
sesleri yankılanıyordu. Cohin onları durduramayacak. İkisinden de pek haz
etmezdi. Pema oğlunu senelerce Aleon'a karşı ve Helyan Kea'ya karşı
doldurmuştu. Yagnafil'de aynı şekilde bunu yapmış ve kardeşler hep kavga eder
hale gelmişti. Daki ile beraber büyümüştü Cohin ve ağabeyi. Çocukluktan beri
muhafız olarak Daki ile yetişmişti. Olanları biliyordu. Pema'nın oğluna
abartılı hikayeler anlatıp kendi onuru ezildiği ve ona aşağılık bir köle gibi
davranıldığını sekiz yaşındaki çocuğa geceleri ağıtlar yakarak anlatan
Pema'nın, oğullarına Daki'nin piç olduğunu ve babalarının onu daha çok sevdiği
yalanını anlatan Yagnafil'den farkı yoktu Cohin için. Cohin atışan
kadınlara baktı ve gözleri kısıldı.
''Sen beni
ve oğlumu aşağılayamazsın. Ailenin zorlaması ile kralın koynuna sokulduğun
gerçeği benim satıldığım gerçeği gibi!'' diye bağırmış ve Yagnafil'in üstüne
atlamaması için önünde duran kadınları sağa sola doğru çekiştirdi Pema.
Yagnafil ise kılıcı tekrar eline almıştı.
''Belki de
seni de oğlunuda hain olarak öldürmek gerek. Kuzey ile anlaşan ve bizi satan
hainler olarak halk önünde çırılçıplak kınanıp dövülerek öldürmelisiniz ha?''
demişti. Yaşları elliye dayanmış iki kadın kavga içindeydi. Cohin onlara
bakmayı bıraktı ve başını çevirince Kuwala'nın gözlerini aralamış ateşi
izleyerek onları dinlediğini görmüştü. Askerlerin arasından sıyrılıp yanına
doğru gitti. Çömelip ona bakmaya başladı.
''Onlar
neden bunu yapıyorlar?'' diye fısıldadı. Cohin arkaya doğru bir bakış attı.
''İkiside
nüfus sahibi oldu. Oğul verdiler. Şimdi alan belirleme savaşı...''
''Kocaman
sarayda neden bir yeri paylaşamıyorlar ki? Aleon ya da Daki bunları duysaydı
mahvolurdu. Bunu hiç düşünmeden herkesin içinde kavga ediyorlar.'' dedi. Cohin
bir an için sarayın nedemek hanedanlığın nasıl kaoslar içinde olduğunu bilmeyen
Kuwala'yı anımsadı. Büyük ailelerin entrikalarını anlayamazdı o! Bunu hiç
görmemişti hayatında. Kuwala gözlerini tekrar ateşe çevirdi.
''Daki ve
Aleon annelerini seviyor. Onları korumak neden birbirlerinin oğullarını incitmeye
çabalıyorlar ki? Bu çok saçma Cohin!'' dedi. Cohin omuz silkti.
''Kraliyet
hanedanlıklarında bu hep olur. İki efendi de bunun farkında. Umursamıyorlar.
Sizde dikkate almayın. Birazdan susarlar.'' dedi. Ama susmadı ikiside. Kuwala
artan küfürlere şaşkınlık içinde bakmaya başlamıştı. Saygın ve hanedanlık
kadınları birbirlerine genel evlerde duyulmamış küfürler ediyordu. Kavga
büyüdükçe gürültü artmıştı. Kuwala daha fazla dayanamadı ve iki kadın
birbirlerine pençe atmaya başladığında Cohin'den destek alıp ayağa kalktı.
''Yeter bu
kadar terbiyesizlik!'' diye çıkışmıştı. Cohin onun hemen arkasında duruyordu.
Kuwala kaşlarını çatmıştı.
''Oğullarınız
yukarıda krallık için omuz omuza savaşırken siz iki anne tanrılara onları
koruması için dua etmek yerine boynuz tokuşturuyorsunuz. Bu dediklerinizi Daki
ya da Aleon duysaydı ikinizdende nefret ederdi.'' demişti. Kadınlar ona
bakıyordu. Kuwala'nın göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Ağzını açacağı sırada
öksürük nöbeti onu yakalamıştı. Ciğerleri parçalanıyormuşcasına öksürürken
Cohin'in kolunu sıkıca tutup öne doğru eğilmişti. Gerilen vücudu hemen tepki
veriyordu. Dakikalarca öksürdü. Getirilen sudan bir yudum dahi içememişti
öksürmekten. Dudakları kendi kanı ile kızıla boyanıp rengi iyice
tahtakurularını kovmak için duvarlara sıvanan kireç kadar beyaz olmuştu.
Gözleri sönmüştü. Elini saran kanı tepki olarak kaftanın eteklerine sıvamıştı.
Cohin onu oturtmuştu tekrar. Birkaç yudum su içmeyi başarmıştı.
''Bir
Akela Kadını bulup sizi geri Kuzeye götürmeliyiz. Gün doğmadan gitmeliyiz.
Efendi Tieden orada dediniz. Eminim ki bir yolunu bulur.'' dedi. Kuwala'nın
elini nazikçe kolundan ayırdı.
''Kısa
sürecek. İlk geçit bölgesinde duruyor olmalılar. İkinci ana avludan onları alıp
geleceğim. '' demişti. Kuwala onun birden kolunu yakaladı.
''Seninle
geleceğim. Burada kaldıkça daha da kötü oluyorum.'' demişti. Cohin ona bakıp
başını iki yana salladı.
''Bu
imkansız Efendi Kuwala. Oraya çıkarsanız...'' Kuwala onun bileğini bıraktı.
''Gidersen
arkandan çıkarım ve beni burada istemeyen çok kişi var. kapıyı arkamdan
kilitlerler bile!'' demişti. Gülmüştü. Cohin onunla çıkamazdı. Olduğu yere
oturdu. Gece oldukça uzun ve yorucu geçecekti. bir öksürük krizi daha yaşanırsa
Kuwala'nın kendine bir daha gelmesi zordu.
Bir gecede
çok adam kaybedilecekti ama bunlardan birisi olmayacaktı Kuwala. Ondan daha
masum olanlar ölecekti orada ama o ölüm tarafından es geçilecek bir hasta
kuzeyli olarak orada bir süre daha dinlenebilecek idi.
...
Saatle
rilerlemiş ve Fohara uluduktan dakikalar sonra Güneş'in Kızı geçidini açmıştı.
Verdiği oda saraydan kaçıp, kaçırılıp gitmeden önce kaldığı odaydı. Oraya
girdiğinde duraksamıştı. Odada eski o şatafatlı yatağı yoktu. Basit sıradan bir
oda gibiydi. Daha yeni bir yatak, yemek masası, küvet ve kırmızı kadife
kumaşlarla bezenmiş kırlentler vardı. Yerdeki halısı bile yoktu. Ayı kürkü
yatağın ayak ucuna konuluştu. Odada hakim olan enerji bir erkeğe aitti. Yatağa
doğru yaklaştı. Fohara köşeye doğru gidip kapının önünde dikilmeye başlamıştı.
Güneş'in Kızı eski hançerini belinden çekip çıkardı. Seron güneşini temsil eden
motifler ile donatılmış hançeri iki gün kendisi bilemişti. Yatakta yatan kişiyi
görünce duraksadı. On iki on üç yaşlarında sarı saçlı bir erkek yatıyordu
yatakta. Prens olmalı diye düşündü. Kardeşlerden ilki oydu. Onu öldürmesi
gerekiyordu. Bir erkek bile bırakmak soyun sürmesini sağlardı. Hançerini
çektiği sırada açılmış mavi gözler ona dikildi. Öylece korku ile bakarken
yüzüne doğrultulmuş hançer içeri doğru süzülen ay ışığı ve köşede yanan mumlarda
parlıyordu. Çocuk korku içinde ona bakarken Güneş'in Kızı neden onu
öldüremediğini anlamıyordu. Hançeri saplamak zor değildi. Sonuç olarak nefret
ettiği babasının dölü olan bu çocuğu öldürebilirdi. Ama yapamıyordu.
''Lütfen...''
diye fısıldamıştı çocuk. Güneş'in Kızı ona bakarken çocuk dirseklerinden destek
alarak doğruldu. ''Beni öldürme...'' diye devam etmişti. Güneş'in Kızı yavaşça
hançerini çekip yatağın kenarına oturdu.
''Kendini
tanıt!'' demişti. Karşısında korkudan alnı ter içinde kalmış gence baktı.
''Prens
Gamli!'' dedi. Korkudan kekelemişti. Derin bir nefes aldı. Fohara onları
dikkatle izliyordu.
''Bunu
yapmak zorunda değilim. Sadece kralı öldüreceğim. Bu hesabı... Gerçekten
aptalın tekiyim.'' demişti. Çocuk ona korku ile bakarken Güneş'in Kızı
tebessümle ona baktı.
''Eskiden,
yattığın o yatağın yerinde benim yatağım vardı. Kadife kırmızı ve sarı
kumaşlarla süslü perdelerim... bunca şeyden sonra burayı kalitesiz hale
getirmişler. Bir ölü hayvanı yatağın önüen sermek mi? Seronlar bu kadar kalitesiz
değildi!'' demişti. Çocuk elini boynuna doğru koydu. Ecel terleri dökülüyordu.
Güneş'in Kızı hançere gözlerini çevirdi.
''Kimse
doğduğu aileyi seçemiyor. Bazen taşıdığın kan masumiyetten önde gelir!''
dediğinde çocuğun kalbine doğru hızla saplanmıştı savurduğu hançer. Güneş'in
kızı arkaya bakma gereksinimi bile duymamıştı. Hançeri geri çekip yatağa
devrilen çocuğun beyaz geceliğine sildi kanı.
''Bu gece
kaybettiklerimi geri alacağım bu saraydan!'' demişti. Girdiği ilk oda olmasına
rağmen son oda ya da öldürdüğü son kişi o genç prens olmadı. Sadece kendi
kanına değil önüne çıkanın canını almaya başlamıştı. İnce saplı keskin bıçaklı
hançeri kan ve mücevher ile süslendiğinde kralın odasına varmıştı. Sara
karanlık ve kan ile bulanmıştı. Fohara pençelerine bulaşan kanın verdiği huzur
ile Seron soyundan gelme Akela kraliçesini izleyerek kralın yatak odasına
girdi. Kraliçesi ile aynı odayı paylaşan kral yatağından fırladığında sevgili
kraliçesi onu uyandırmıştı.
Güneş'in
Kızı bütün mumları teker teker yakmış ve karşılarındaki konsülün önünde dikilir
vaziyette sevgili anne ve babasına bakıyordu. İkisinin korku içinde üstündeki
kıyafetinin kollarından ve ellerinden kan damlayan kadına bakıyordu. Kısa bir
bakışmanın ardından kraliçe kızını tanımıştı. Yattığı yerden kalkıp ona doğru
bir kaç adım attı ancak beyaz kurt onun daha ileri gitmesine engel olmuştu.
''Bu gece
her şeye son vereceğim!'' demişti Güneş'in Kızı. Yıllar önce onu krallığından
süren anne ve babasını bu gece öldürmeyi planlıyordu. Çok gençti buradan
ayrıldığında. Korku içinde ağlarken onu alıp götüren geçidin ardında nasıl
soğukkanlı kalacağını öğrenmişti. Nasıl insana verilen canı alacağını ve bunu
neden yapacağını...
''Sevgili
kızım yirmi seneye yakın oldu gidişin.'' demişti. Güneş'in Kızı ona doğru
ellerini uzatan kadının yaşlı gözlerine bakıp gülmüştü.
''O gece
beni korkuya boğan sizin buz tutmuş kalbiniz aynısını taşıyarak buraya geldim.
Varisiniz kalmadı ve sizde onlara katılacaksınız.'' demişti. Kraliçe o gece
olanları anımsıyordu. Kızı bir anda ortadan kaybolmuş ve onu Akela kadınlarının
kaçırdığını öğrendiklerinde geri almak için her şeyi sunmuşlardı. Şimdi ise
kızları geri dönmüş ama eli kanlı, gözleri öfke doluydu.
''Yıllar
önce bu sarayda satılmış bir mal olmamak için kaçıp gittim. Geri döndüğümde ise
her şeyin sahibi olacağımı düşündüm. Beni kan bağım olan bu adama daha çiçek
açmadan sattığınız gerçeğini asla unutamadım, sizin yüzlerinizi, beni
satışınızı ve beni evladınız olarak görmekten öte bu adamın altına yatacak bir
fahişe olduğum gerçeğini unutamadım. '' demiş ve geriye doğru çekilip konsülün
üstündeki başı göstermişti. Kesilmiş başın akıttığı kan yerlere kadar iniyordu.
Saçları aklaşmış ve gözlerinin etrafı şişmiş, yüzü kırışmış adamın başını gören
kraliçe çığlıklar atarak geriye doğru kaçmıştı. Güneş'in Kızı ise gülümsemişti.
Dudaklarına sürdüğü kırmızı boya elindeki kandan daha kızıl durmuştu beyaz
dişlerinin üstünde.
''Buraya
eklenecek tek bir baş kaldı.'' demişti. Krala çevirdi başını. Elindeki hançerin
kanını eteklerine sildi.
''Eve
dönüşümü kandan daha kırmızı şarapla kutlayacak olan siz lanetlenmiş iğrenç
insanların canını aldığım için Tanrıça Seron beni kutsasın bu gece.'' demişti.
Birden yatağa doğru hızlı adımlarla ilerler iken kraliçe feryat figan
bağırıyor ve kaçmasına engel olan kurdun üstüne gelişi ile duvar köşesine
sinmişti. Güneş'in Kızı ile yaşlı kral mücadele edemedi. Göğsüne yediği darbede
yere yığılmıştı. Güneş'in Kızı onu uzun beyazlamış saçlarından tutup odanın
ortasına sürükledi.
''İyi
seyret bunu Seron Kraliçesi. Ben satılırken itaat edip sustuğun adamın ne kadar
güçsüz ve çaresiz kalabileceğini iyi izle. Ondan korktuğun için küçük bir kızı
yaşlı bir sapığın kollarına teslim etmeyi göze aldın. Ama bu adam da her insan
gibi güçsüz.'' dedi. Hançer kralın boğazını yavaşça keserken kendi kanında
boğulan kralın yalvarışları son bulmuştu.
''Buraya
gönderilirken gerçek geliş sebebimi bana unutturacak idi gölgeler. Altın ve
şatafat için geldiğim düşüncesi kalbimde sakladığım ateşi söndürecek idi. Ama artık
şunu biliyorum ki... Londaga'nın itaatkar kurdu beni buraya yarım kalan
intikamım için gönderdi. Bir anne olarak gör nelere sebep olduğunu.'' demişti.
Yerde kanında boğulmuş adamı ayağının ucu ile itekledi.
''Rahom'un
beni izleyemediği tek yerde ona ihanet edeceğim gerçeği herkesin aklındaydı ama
ben Akela kadınıyım. Seron benim tanrım değil. Beni lanetleyemez ve
koruyamaz. Beni izleyemez.'' demişti. Gözleri Fohara'ya döndü. Yüzünde bir
gülümseme vardı.
''Bugün
değil, Yarın değil ve ondan sonrada değil...'' demişti. Mavi geçit açıldı ve
Fohara onun yanına doğru yürümüştü. Onlar ışıklar ardında kaybolup giderken
kraliçe ölü kralının başına koşup onun için ağıt yakmadı. İkizlerin yan yana
olan odalarına koştuğunda çığlıkları Sant Şehrini inletir olmuştu.
...
''Sana
ihanet edebileceğime mi inandın?'' birden odada yankılanan ses ile herkes
köşeye dönmüştü. Parlayan mavi ışık ardından Güneş'in Kızı fırlamıştı. Mahzende
insanlar şaşkınlık ve korku içindeydi. Cohin sesi duyunca dönmüştü. Kadına
bakıp başı ile saygısını sundu. Fohara geçitten çıkınca insanlar geriye doğru
kaçınmıştı. Geçit kapandı ve Güneş'in Kız bütün öfkesini yitirmişti. Köşede
gözleri yarı açık ateşe bakan Rahoma doğru bir kaç adım attı.
''İhanet
etmem ben! Ben halkımı korumaya çabalıyorum ve kurdunun dediklerini...'' Kuwala
ona doğru çevirmişti gözlerini. Solumuş gözleri yavaşa kapandı.
''Seni
sınamak zorundaydım. Eğer bu gece kanının verdiği açgözlülük ile boğulup buraya
geri dönmeseydin Ayezi gerçekten haklı çıkabilirdi. Ama tanrılar insanların
değişebileceğini bilmiyor. İnsanların bazen neyi öncelik yapabileceğini
anlamıyor. '' demişti. Güneş'in Kızı elindeki hançerini geri kabzasına sokup
belindeki kemerine sıkıştırdı.
''Sende
insansın! Sende değişeceksin ve masumiyetin kaybolup...''
''Zaten
kaybolmadı mı? Öldürdüğüm kişi sayısı her geçen gün artacak ve artacak.
Yaşatmak için öldürmek gerektiğini gördüğümden beri masum gelmiyor yaptıklarım
bana. Sence yeterince değişmedim mi?'' Doğruldu ve elini ateşe doğru uzattı.
''İstediğim
tek bir şey vardı ve ona ulaşmak için her adım atışımda biraz daha
uzaklaşıyorum. Bildiğim her şey yavaş yavaş yok olup yeni gerçekler ile
boğuluyorum. Sadece onunla uzaklara gidip huzurlu olmak isterken kaçtığı
savaşın ortasında kolumu kıpırtamaz halde kaldım. Değiştiğim için mi bunlar
oldu yoksa değişmeye bu kadar direndiğim için mi? Bilmiyorum ve bilmekte
istemiyorum.'' Güneş'in Kızı yorhun gence doğru yürüdü. Yanına dizleri üstünde
çöktü. Ellerindeki kanı gösterdi.
''Bunu
bende bilmek istemiyorum.'' dedi. Yorgunca bacaklarının üstüne oturdu ve ellerini
alnına dayadı. Derin sessizlikte hıçkırık sesleri geldi ve gözyaşları kan
kırmızı elbiseye damlamaya başlamıştı. Kuwala ifadesiz bir yüz ile kadına
bakıyordu. Uzanıp onun altın sarısı dağılmış saçlarını okşadı.
''Masumiyetimiz
elimizden alındı Güneş'in Kızı. Onu biz kaybetmedik. Onu bizden çekip aldılar.
Geriye ise bu kaldı.'' demişti. Elinin üstüne elini koyup çekti ve kanı
gösterdi.
''Bu! Bize
bıraktıkları tek şey bu kan! Rahomların hatalarını taşıyan bana kalan bu!
Seronların hatalarını taşıyan sana kalan bu! Ungların hatalarını taşıyan
Daki'ye kalan bu! Bakrenlerin hatalarını taşıyanların elinde kalan bu! Bize
sadece bunu bıraktılar. Bedenimiz de dolaşan bu nefreti ve kanı bıraktılar...''
demişti. Güneş'in Kızı onun eline bakıyordu. Başını kaldırdı. Derin bir nefes
aldı. Kaşları çatıldı.
''Bu
nefret ve kanın verdiği izlerden kurtulacağım, kurtulacağız. Bunun için
savaşıyoruz. Özgür kalmak için savaşıyoruz değil mi?'' demişti. Kuwala ufacık
bir tebessümle ona baktı.
''Özgür
kalmak için...'' dedi. Güneş'in Kızı ayaklandı. Onu baştan aşağı süzdü ve
Fohara'ya döndü.
''Ait
olduğumuz yere geri döneceğiz. Sen nereye aitsin?'' demişti. Kuwala ona teklif
edilen geri dönüş biletini geri çevirdi.
''Daki'nin
olduğu yere. Onun gittiği ve adımını attığı yere aitim. Benim evim elimden
alınalı on sekiz sene oldu. Ben özgür kalalı on sekiz sene oldu. Bir daha
karşılaşacağız ve o gün bir Rahom olarak değil sadece Kuwala olarak Akela
kraliçesini selamlayacağım.'' demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi. Geçiti tekrar
açtı. Ve karşıda gözüken yer İkinci Kışla kasabasının sessiz sokağı idi.
Bölüm On
Sekiz: Savaş
Üçüncü
Kısım: İnanç
''Bir savaşı sadece akılla
kazanamazsın, kazanmak için inanmak gerekir.''
Kuwala yattığı
yerden kan ter içinde sıçramıştı. Dudakları titremişti. Kulaklarında duyduğu
ses Daki'nin sesiydi. Ona konakladıkları ormanda ki o geceyi anımsamış ve
Daki'nin sesi net ve duru bir şekilde kulaklarında yankılanmıştı. Dudakları
titremişti.
''Daki...''
diyebilmişti sadece. Ellerini saçlarının diplerine sokup öne doğru eğildi.
''Daha
fazla burada kalamam. Her şey çok hızlı değişiyor. Göremiyorum,
göremiyorum...'' demişti. Ancak ayağa kalkmaya fırsat bulamadan Cohin onu
olduğu yere omzundan bastırıp geri oturtmuştu.
''Güneş'in
Kızı ile gitmeyi kabul etmediniz. Buradan çıkamazsınız. Henüz gün doğmadı ve
dışarısı ne durumda bilmiyoruz. '' dedi. Kuwala ona bakmıştı. Cohin kaşları
çatık şekilde ona bakınca karşı gelmedi. Yana doğru devrilip geri duvara yaslandı.
Cohin geri sandalyesine dönmüştü. Dışarıda çatışma devam ediyordu. Mahzenin
pencerelerinden kılıç sesleri gelmeye başlamış ve durum iyiye gitmiyordu.
Kuwala uyanmadan dakikalar önce birilerinin bağırtısı gelmişti. Ve birden derin
bir sessizlik başlamıştı.
Sessizlik
devam etti. Kuwala geri uykusuna dönmek dışında bir şey yapamayacaktır. Cohin'e
karşı çıkmak ufak tartışmalar dışında hiçbir işe yaramamıştı. Ancak uykusunu
bölen sesler duydu. Ayak sesleri yankılanıyordu. Etrafına bakınca kapıya dikili
gözleri ve çekilmiş kılıçları gördü. Gün doğmasına bir kaç saat kalmıştı.
Ungların ve Seronların durumu iç açıcı değildi. Onlarca ölü birikiyor ancak
savaşmaktan kimse kaçınmıyordu. Ne Seronlar kılıçlarını indiriyor ne Unglar bir
adım geri çekiliyordu. Sokaklarda cesetler yığılmaya başlamış bazı evler
ateşler içindeydi. Halk ise kaçmaya çabalıyor ama ölüm dışarıda onları
beklediği için evlerinden dışarı çıkamıyorlardı. Daki ve Aleon ayrılmıştı.
Muhon Asha ise çoktan Seronların giriş yaptığı şehrin batı yakasına kurulmuştu.
Orada sokakların darlığı sayesinde Seronları pusuya düşürmüş ve çoğunu
öldürmeden esir almıştı. Muhon Asha onları öldürmeyeceğini söylediğinde esir
düşmeyi göze almış alay sokaklarda elleri kolları bağlanmış halde bekletilmeye
başlanmıştı.
Aleon ise
doğuya doğru gidenlerin peşine takılmış ve meydanda bir katliam başlamıştı.
Sivilleri kendilerine kalkan yapan Seronlar ile girdiği çatışmada sivilleri
kurtarmak amacı ile anlaşmaya çabalamış ama olmayacağını anladığı an kılıcını
çekmişti. Doğuya giden yolu kapatan meydanda onu cezalandırmak için kurulan
kürsü alev alev yanarken kılıcının şıkırtısı duyuluyordu. Adamları ölüyor ama
Aleon ölen her adamı için on kelle koyuyordu ortaya. Seronlar bitmek bilmeyen
fareler gibi akın akın üstüne geliyordu.
Daki ise
alevler içindeki kılıcı ile sarayın ana girişini tutmaya çabalamıştı. Fakat bu
çabası yeterli olmamıştı. İçeri doğru giren alay bin kişiden oluşurken onlar
yür belki yüz elli kişi kadar kalmışlardı. Ayezi'nin beyaz kürkü kızıla
boyanmış ve pençeleri Seronların sarı başları üstünden kalkmamıştı. İçeri doğru
girenleri tutması için Daki askerlerini ikiye bölmüştü. Kapıyı tutmaya
çabalarken artan sayı onu öfkelendiriyor ve öfkelendikçe kılıcındaki yeşil ateş
büyüyordu. Seronların askerleri kılıç kullanmada usta değildi. Ancak büyük
macınıkları ve fırlatıldığı yeri yakan ufak ateş küreleri vardı. Daki onları
durdurabiliyordu. Kılıcına işlemeyen ateş küreleri düşmeden ikiye
kesebiliyordu.. Ama aynısı askerleri için geçerli değildi. Gönderdiği grup
katledilmiş ve şimdi içeri girmiş Seronlar, kadınların ve Kuwala'nın bulunduğu
mahzen kapısındaki askerleri attıkları ateş topu ile ateşe verip kılıçtan
geçirmişlerdi. Kapıyı açtıklarında ise kadınların çığlık seslerı muhafızların
kılıç seslerine karışmıştı. Demir başlıklı Seron askerleri içeri doğru girerken
muhafızları alevler içinde bırakıp içeriyi aydınlatmışlardı. Kuwala yattığı
yerden doğrulmuştu. Önünde dikilen Cohin ve askerlerin öleceğini biliyordu.
''Rahomu
bize verin!'' demişti başlığın ardındaki sakallı adam. ''Verirseniz kapıyı
kapatıp çıkarız.'' dedi. Cohin kılıcını iki eli ile sıkıca kavradı.
''Rahomu
almak istiyorsanız bunu zor yoldan yapacaksınız!'' dedi. Kuwala üstündeki kürkü
çıkardı. Kızıl lekeler oluşmuş kaftanını omuzlarından sıyırıp bıraktı. Ayağa
kalktı. İnanması gerekiyordu. Korkunun en büyük düşmanı inançtı. Ve artık bir
çocuk gibi korkarak bu yeraltı sığınağında beklenemezdi.
''Burada
olduğumu bilmeniz şaşırtıcı!'' demişti. Cohin'in omzuna soğuk elini koyup onu
geriye doğru çekti. Cohin hissettiği soğukluk ile geriye doğru birkaç adım
attı. Kılıcını kınına soktu. Onunla beraber muhafızlar da kılıçlarını geri
kınlarına koymuştu.
''Size
burada olduğum bilgisini veren kim?'' demişti. Seron komutanı onu baştan aşağı
süzdü. ''Kara Kurt Daki'nin buraya geldiğini kuzgunlar söyledi. Ve seninde
geleceğini!'' demişti. Cohin kaşlarını çatıp öylece kaldı. Helyan Kea yine
onları satmıştı. Kuwala'ya doğru yaklaşacak iken soğuk rüzgarı söndüren mumlara
bakıp kaldı. Yanan cesetler dışında başka ışık kaynağı kalmamıştı. Kuwala'nın
parlayan iki gözü karanlıkta daha belirgin hale gelmişti.
''Seron
sizi günahlarınızdan arındırsın!'' dedi ve ateş bir anda söndü. Çığlıkları
duymuştu muhafızlar ve kadınlar. Ocaklar ve mumlar geri yanarken donmuş ve
kaçmaya çalışan Seron cesetleri görülmüştü. Kuwala ufak bir kıkırdama ile
onlara doğru yaklaştı.
''Teslim
olmak mı?'' demişti. Ellerini birbirine vurduğunda buzdan heykele dönmüş
bedenler tuzla buz olmuştu. Kadınların bacakları arasına saklanan çocuklar
korku içindeydi. Kuwala ise ellerini arkasında birleştirdi.
''Bu kadar
saklandığım yeter. UngurPan'a unutamayacağı bir gösteri izletelim!'' demişti.
Kapıya doğru yürürken soğuk rüzgar içeriyi yavaş yavaş terk etti. Yanan
cesetler o geçerken buza dönüşmüştü.
''Majesteleri
tebaalarınızı alıp yukarı çıkın. Rahom geri döndü. Artık kurtuluşumuz gün
ışığının doğması kadar yakın!'' deyip Kuwala'nın ardından çıkmadan önce
muhafızları kraliçeyi ve diğerlerini korumaları için görevlendirdi.
Merdivenlerden yukarı çıkarken korku dolu çığlıklar kulağına çalınıyordu.
Çıktığında ufak avluda yerden fırlamış buz mızraklarına saplanmış bedenler ve
donmuş kaçmaya çabalayan bedenler gördü. Kuwala karanlık geldikleri koridora
yürümeden önce gökte parlayan aya bakıp gülümsedi.
''Nereden
baktığına göre Kuzey değişirmiş. Ruhlar biz insanlar gibi sınırlanmış değil!''
dedi. Cohin onun yanına doğru koştu. Kılıcını çekti ve arkasından yürürken
soğuk rüzgar onu geriye doğru itiyordu. UngurPan'ı saran soğukluğun hissedince
şaşkınlıkla Daki kılıcını aşağı doğru indirdi. Birkaç adım geri çekildi ve
kemerin üstündeki Ayezi'ye baktı. Ayezi aşağı doğru yuvarladığı cesedin düştüğü
yere bakıp başını yukarı doğru kaldırdı ve ulumaya başladı. Uluması efendisinin
dönüşünü kutluyor bu sefer. Londaga korku ile bastırılamadı daha fazla ve geri
gücünü Kuwala'nın hasta bedenine aktarmıştı. Kuzeyin soğuk ve acımasız rüzgarı
surları döverek içeri doğru girerken Aleon bu rüzgarın ne demek olduğunu bilen
kişilerden idi. Ateşi süpürüp geçen rüzgar ile yere eğildi. Askerlerine doğru
dönüp bağırdı.
''Geri
çekilin!'' demişti. Askerler ve siviller meydanı boşalttığında Seronlar onları
korkuttuklarını düşündü. Doğuya limanlara doğru yürümeye başlamışlardı.
Ungların son gemisine kadar bütün gemileri yakmak için harekete geçmişlerdi.
Sarayın
tutulan kapısı açıldığında koç başı kendiliğinden açılan kapının ardında
boşlukta sallanmıştı. Seron komutanı düzeni bozmadan askerlerini büyük avluya
girmeleri için ilerletti. Avluda ne yaşayan ne de ölü bir canlı vardı. İkinci
avluya doğru giden kemerle üstü kapatılmış büyük koridorun önünde beyaz kürkü
kızıl lekelerle süslenmiş ve kapılar kapanmadan önce içeri girebileni pençeleri
ile parçalamış olan korkutucu beyaz kurt oturuyordu. Gelen askerleri gördü
ancak kılını bile kıpırdatmadı. Etrafını yarım daire şeklinde kuşatan askerleri
izliyordu. Pençesindeki kanı yalamaya devam etti. Sarı gözleri bir saniye olsun
askerlerin üstünden ayrılmadı. Koridor içinde ise Ungların kılıçlarının
ışıltısını askerler görmüştü bile.
''Kurdun
başını ve Kara Kurt Daki'nin başını ayaklarımın önünde istiyorum.'' diye bağırmıştı
demir kasklı komutan. Askerler mızraklarını ileri doğru çıkarmış ve ateş
çıkaran toplar fırlatılmaya hazırlanmış iken Kemer üstünde bir silüet belirdi.
Nazikçe bir kuş gibi oraya konmuştu belirip. Kurdun tam üstündeydi.
''İçeri
gir Ayezi!'' demişti bir kuş gibi nazikçe kemerin üstüne konan Kuwala. Karşıda
beliren askerlere bakmaya başlamıştı. Gri gözleri onları tıpkı kurdun gözleri
gibi keskin bakışlarla izliyordu. Ayezi homurdanır gibi bir ses çıkardı.
Kemerin altında kalan koridora girdi. Kuyruğu bir sağa bir sola neşe içinde
sallanıyordu.
''Topları
hazırlayın.'' dediğinde kayışlar içine siyah renkteki toplar yerleşmişti.
Askerler onlara açılan alanda kayışları pervane gibi döndürmeye başlamıştı.
Fırlat emrini beklerken Kuwala olduğu yerde dikiliyordu. Elleri arkasındaydı.
''Fırlat!''
emri avluda yankılandığında kayışlar durmuş ve onlarca ateş topu kemerin üstüne
doğru fırlamıştı. Ancak ileri doğru kalkmış olan elin tam karşısında hizaya
dizilmişti. Onlarcası önce ardı ardına dizildi ve ardından büyük bir çember
oluşturdu. Kuwala soğuk rüzgarda asılı kalan siyah avuç içine sığacak
büyüklükteki toplara bakmıştı. Avluyu tıka basa dolduran askerlere çevirdi
gözlerini.
''Merak
ediyorum bu garip gülleler ne kadar zarar verir.'' demişti. Birden başlarına
yağan ateş toplarının çarpması ile bedenleri tutuşanların çığlıkları etrafta
yankılanmaya başlamıştı. Ateş etrafı aydınlatırken askerler yananları
kılıçlayarak öldürmüşlerdi. Çığlıklar dindiğinde beyaz beden süzülüp kemerin
önünde durdu.
''Umduğum
gibi olmadı.'' demişti. Komutan mızrakları ileri sürmelerini işaret etti. Ancak
Kuwala yere ayağını vurduğunda mızraklıların karşısında onlara doğru yönelmiş
binlerce ucu keskin buzdan mızrak belirmişti. Kuwala onlara baktı ve kaçmaya
çalışanların olduğunu görünce birden gözlerini kapıya dikti. İki kanatlı ağır
kapı gümbürtü ile kapanırken mızraklar askerlere doğru hızla fırlamıştı. Kimi
mızrağa bir kimisine üç kişi saplanmış ve onları duvarlara kadar sürüklemişti.
Kuwala hayatta kalan komutan ve yüz kadar askere dikti gözlerini. Az önce beş
yüzden fazla adam buzdan mızraklarla duvara ve yere mıhlanmıştı. Komutan
kılıcını çekmiş ve askerlerine cesaret vermek için öne doğru bir adım atmıştı.
''Korkum
yok! Efsununu bırak ve savaş benimle. Kazanırsam...'' Kuwala ona doğru birkaç
adım attı ve dikildi.
''Sizin
savaş kurallarınızı bilmiyorum. Umrumda da değil. Ben Kuzeyin kuralları ile
savaşacağım. Güçlü olan kim ise o kazanır.'' demişti. Elleri yana doğru açılmış
ve avuçları yere doğru inmiş ve askerler bağırmaya başladığında komutan korku
ile arkaya bakabilmişti. Başını çevirdiğinde acı ve dehşete düşmüş yüzler ve
donmuş bedenler gördü. Kuwala avuçlarını tamamen yukarı doğru çevirmişti.
Bendler donmuştu ve artık yaşıyorlardı.
''Korkmalısın
komutan! Korkmalısın çünkü bana ait olanlara dokundun. Benim olanın canını
almaktan söz ettin. Korkmalısın ve merhamet dilenmelisin ki seni sadece
öldüreyim.'' dedi. Komutan arkaya bakarken Kuwala ellerini birbirine vurmuştu.
Tuzla buz olan bedenlerden saçılan parçalar havada kar taneleri gibi süzülmeye
başlamıştı.
''Merhamet
dilenmeyeceğim.'' dedi. Kuwala kılıcını tekrar çekmiş ve pozisyon almış
komutana baktı ve ellerini arkasında birleştirdi.
''Ayezi
avının tadını çıkar.'' demişti. Birden ardından fırlayan kurt komutanı
gövdesinden yakalayıp yere yatırdı. Çığlıklar içindeyken onu ayaklarından
yemeye başlamıştı. Kuwala ölü askerlere ve buz parçalarına göz gezdirdi. İki
kanatlı kapı ardına kadar açıldı tekrar. Kuwala arkasından ona doğru gelen adım
seslerinin sahibini tanımıştı hemen. Başını çevirince kan, is ve ter içindeki
yüzü gördü. Yeşil gözlerin parıltısını görünce gülümsedi.
''Zamanında
geldiğin için teşekkürler!'' demişti. Kuwala onu saran kollarla huzurlu bir
nefes aldı.
''Ayezi
seni sonsuza dek koruyamaz.'' dedi. Daki onu bir süre bırakmadı. Kuwala ise onu
nazikçe itekledi.
''Henüz
bitmedi. Gün doğmadan nefes alan tek bir Seron kalmayacak topraklarında. Bunu
Beyaz Gelinciğinin sözü olarak al! Ailen yukarıda.'' derken gözlerini doğuda
yükselen kuleye çevirdi. Yanan mumların vurduğu parlak camlara bakıp buruk bir
gülümseme ile konuşmaya devam etti. ''Orayı temizledim ama endişeleri var.
gidip onları kontrol etmelisin.'' dedi. Daki onun gösterdiği yere bakıp
kılıcını çekti. ''Seninle geleceğim.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ellerini
geri arkasında birleştirip keyif içinde yürümeye başladı.
''Kara
Kurt Daki ile aynı savaş meydanını paylaşmak benim gibi bir gelincik için büyük
bir onur olacak!'' demişti. Ayezi onların kapıdan çıkmak üzere olduğunu gördü.
Kemerin altındaki koridordan çıkmaya başlamış Ung askerlerine baktı ve kanlı
dişlerini gösterip hırladı. Askerler geriye doğru çekilmişti. Ayezi hızla
kapıya doğru koştu.
Kuwala
Doğuya doğru ilerlerken Daki ile adeta bir öğleden sonrası gezisine çıkmış gibi
rahattı. Sohbete diyorlardı.
''Annen
ile tanıştım. Güzel bir kadın. Senin gibi gülümsüyor.'' demişti. Yalnız o değil
daki'de onun kadar rahattı. Kılıcı bile kınındaydı. Bir elinde ise kını olmayan
Aleon'un kraliyet kılıcı vardı.
''O ve
kraliçe iyi anlaşamıyor. Cohin ikisinden de nefret ediyor.'' diye devam etti
Kuwala. Daki gülmüştü. Kuwala ona doğru baktı. İnsanlar etrafın
sessizleşmesinden fırsat bulup yavaş yavaş dışarı doğru çıkmış. Ana sokaktan
meydana doğru giden Prensleri ve Rahomu ve onları takip eden Kurdu görmüşlerdi.
''Cohin
fazlasıyla zeki bir adam. Onun sayesinde birçok defa hayatta kaldım. Annem ve
Kraliçenin atışmalarının arasında kalmamam için çok çabaladı. O benim kardeşim
gibi.'' demişti. Kuwala ayağının altına doğru gelmiş olan Seron cesedine
basmamak için sekti.
''O ve diğerleri.
Değişiyorlar. Aleon bir kral gibi hareket ediyor. Güneş'in Kızı kendi kanın aç
gözlülüğün den kurtuluyor, Marinoe ise iyi bir kraliçe olacak. Tieden güçlü
biri Rahom yetiştiriyor. Kantou vicdanlı ve akıllı bir kız.'' dedi Kuwala.
Ceset dolu sokakta birilerinden basmamak için sürekli sekmek ve büyük adımlar
atmak zorunda kalıyordu. Son dönemece gelmişlerdi. İnsanlar onları takip etmeye
cesaret edemiyordu. ''Biz ne olacağız peki Daki? Bunca şey bitince dediğin gibi
bir arada kalabilecek miyiz? Burada bir ailen var ve...'' Daki onu düşmeden
kolundan tutup kendine doğru çekmişti. Göğsünü göğsüne yaslayıp Kuwala'nın
yüzüne doğru yüzünü eğmişti.
''Sadece
sen ve ben... Tekrardan güzel bir ev yapacağız. En baştan her şeyi kendi
ellerimizle yapacağız. Hep yaptığımız gibi yapacağız ve bir aile olacağız.''
demişti. Kuwala ona bu kadar yakın adama bakarken kalbi o kadar hızlı atıyordu
ki kulakları sağır olmuş gibi hissediyordu.
''Buna
olan inancını kaybetme Kuwala. O gece biz bir aile olduk. Nereye gidersek gidelim
hep aile olarak kalacağız. Kim ne derse desin hep sen benim eşim ve ben senin
eşin olarak kalacağım. Bir Kurdu evcilleştiren senin peşini kolay bırakacağımı
sanıyorsan Beyaz Gelinciğim... Yanılıyorsun!'' demişti. Kuwala yüzünü basan
ateşten dolayı kızarmıştı. Dudakları kımıldandı ama kelimeler Daki'nin ona
verdiği öpücük ile aklından silinip gitmişti. Birkaç saniye dudaklarında
hissettiği sıcaklık bütün bedenini sarsmıştı.
Köşeyi
döndüklerinde yan yana yürüyorlardı. Meydan gözükmüştü. Seron askerleri buldukları
Ungları meydanın ortasına doğru sürüklüyordu. Sayıları çok değildi. Daki öne
doğru adım atan Kuwala'nın durması için önüne geçti.
''Sadece
izin ver!'' demişti. İki kılıç iki elindeydi. Kuwala onu savaşırken hiç iki
kılıçla görmemişti. İleri doğru atılan adamın iki kılıcı en az dört can almıştı
bir darbede. Savrulan siyah kaftanı ise dans ediyordu sanki. Kıvırcık saçları
ay ışığında daha da koyulaşmıştı. Yeşil gözleri iki zümrüt gibi parlıyordu.
Önüne çıkan kişiyi öldürürken o kadar estetikti ki Kuwala bir gülümseme ile onu
izliyordu. Meydanda yaşayan tek bir seron kalmamıştı. Kuwala oraya doğru adım
adım yaklaşırken gülümsüyordu.
''Efsununu
kullanmadan bile bu kadar güçlü olman beni huzurlu hissettiriyor.'' demişti.
Daki onu ufak bir baş selamı ile karşıladı. Meydandaki insanlara ve yaralı
askerlere baktı.
''Neresi
kaldı?'' demişti Kuwala. Daki dumanların yükseldiği Limanı gösterdi.
''Doğu ve
batı kanatları. Limanda ki gemileri yakmadan...'' Kuwala oraya gidecek olan
Daki'nin önünde durdu.
''Bu sefer
benim sıram. İzin ver, Kuzeyden gelen bu su beni dinleyecektir.'' demişti.
Kuwala elini havaya kaldırdı ve Ayezi dibinde belirmişti. Kuwala onun sırtına
doğru atladı ve hızla limana doğru inmeye başladı. Ayezi sırtındaki adamın
enerjisindeki yorgunluğu seziyordu.
''Durumun
iyi değil. '' dedi. Kuwala onu duymasına rağmen cevap vermedi. Liman
görüldüğünde Kuwala bir hızla Ayezi'nin sırtından sıçradı.
''Daki'nin
yanına git. Onu korumalısın. Ben iyiyim. Burada işim kısa sürecek!'' dedi.
Binlerce Seron askeri ölmüştü. Binlerce Ung askeri ölmüştü. Ama savaş yeni
başlıyor gibi hissediyordu Kuwala. Seronların gücünün yarısı bile değil ,di
buraya gelen askerler. Kuzeyi birkaç hafta içinde işgal edecek kadar güçlü bir
orduya sahiplerdi. Yarım milyon askeri olduğunu fısıldardı insanlar. Arşivlere
baktığında eskiden yarım milyon askerden söz ediliyordu. Şimdi ise bu sayı
oldukça artmış olmalı diye düşünmüştü. Seronrakaul toprakları çok geniş ve
nufüsü Kuzeyi ona katlayacak kadar çoktu. Rahom Patvira toprakları sadece Sant
şehri genişliğinden biraz büyüktü. Altın krallık olarak geçen Seron soyunun
toprakları savaşla kazanılmıştı. Santları sindirmiş bir ırktı. Kuwala onların
gerçek gücü ile karşılaşmaktan çekindiği için bu gece onlara korku saçması
gerekiyordu. Ayezi hızla uzaklaşırken Kuwala kollarını yukarı doğru sıvamıştı.
Kuzeyin kokusunu aldığı denizin suyunu kullanmak için yeteri kadar enerjisi
vardı. Rüzgarı kullanmaktan daha kolay olacaktı. Rüzgarın gücü ile yaptığı
büyüler onu zorlamış ve avuçları ısınıp soğumaktan morarmıştı. Parmaklarını bir
kaç açıp kapayarak rahatlattı.
Elleri
yukarı doğru kalkmaya başladığında gözleri beyaz ışık saçıyordu. Su
hareketlendikçe gemiler beşik gibi sallanıyordu. Kuwala tonlarca ağırlıkta
Kuzeyin izini taşıyan suya hükmetmek için çabalarken kaslarına giren kramplar
onu durdurmuyordu. Rüzgarı efsunlamak kolaydı. Ona nazikçe dokunmak ve okşamak
yeterli oluyordu. Ancak su... O vahşi ve terbiye edilemez bir kısrak gibi
azgındı. Sürekli olarak kaçmaya çabalıyordu. Onu yerinden oynatmak kollarının
kopacakmış gibi hissetmesine sebep oluyordu. Ondan koparıp alabildiği parçaları
yanan ve diğerlerine sıçramak üzere olan gemilerin üstüne bırakıyordu.
Seron
askerleri onu fark ettiğinde Kuwala artık suyun benliğini taşıyamaz olmuştu.
Dişlerini sıkıyor ve dişleri arasından kan sızıyordu. Gözleri daha şiddetli
yanıyordu. Ona doğru gelen askerleri suya hapsetmek için yapabileceği tek bir
şey kalmıştı. Bir çığlık yükseldi dudaklarından. Son nefesini verir gibi
soludu. Su havalanırken onu saran ışıltılarda fısıltılar duyuluyordu. Su
yükselip keskin uçlu buz mızraklara dönüşüp birden gökyüzünden yağmaya
başlamıştı. Ung topraklarının üstüne yağarken adete hedefleri varmış gibi canlı
yada ölü seron bedenlerine saplanıyordu. Yapmaya çabaladığı limandakileri durdurmak
iken bütün UngurPan üstüne yağmaya başlamıştı keskin mızraklar. Hedeflerini
şaşmadan Seronların canını alıyordu.
Daki
teslim olmuş askerlere ne yapacağını bilemez halde Muhon Asha ile konuşurken
birden mızraklar ile şaşkınlığa uğramıştı. Bağırtılar kısa sürmüş ve buzdan
mızrak yağmuru dinmişti. Ayezi onun kadar şaşkındı. Güneyin ruhlarını kullanmak
bir Kuzey efendisi için imkansız iken Kuwala bunu yapmıştı. Ruhlar onun için
sudan mızrakları çekip almış ve Seronlara saplamıştı. Buzdan mızraklar birer
ışık olup kaybolurken Etrafı ölüm sessizliği almıştı. Ayezi o anda kalbine inan
sancı ile sendeleyip inlemeye başlamıştı. Ağzından kan boşalıyor ve bedeni
hareket etmiyordu. Daki onun ruhani bağının Kuwala ile kurulu olduğunu
anımsayınca birden dehşet içinde kalmıştı.
''Ayezi!''
dedi ve koca kurdun yanına sokuldu. Kurdun nefes alışı zordu ve kan kusuyordu.
Bedeni inlemeler ile sarsılıyordu. Daki ne yapacağını bilemedi. Muhon Asha ise
onun gözüne kestirdiği atları çözüp getirdi. Limana doğru hızla koşuyordu iki
at. Meydanda insanları tepeleyip geçiyordu adeta. Aleon tekrar meydana dönmüştü
ve Muhon Asha ile Daki'yi telaşlı görünce bir at istedi. Başıboş at çoktu. Ona
yularından kaptıkları ilk atı vermişti askerleri. Aleon hızla limana atını
sürdüğünde yaklaştıkça buzların ışıltısı ile at ürkmüştü. Attan inince
ışıkların yoğunlaştığı yerde dikilen Muhon Asha'nın yanına doğru koştu. Oraya
varınca öylece kalmıştı. Daki yerde cansız gibi yatan Kuwala'yı ışıkların
arasında kucaklamış çaresizlik içinde onu kendine getirmeye çabalıyordu.
Çenesinden itibaren başlayan kan izini izledi Aleon. Ellerine gelince çatlamış
damarları ve morarmış parmaklarını gördü. Tırnakları simsiyah kesilmişti.
Gözleri o kadar şiddetli açılmıştı ki göz pınarlarından kan akmaya başlayıp şakaklarına
doğru sızmıştı. Beyaz saçları ise yerdeki kana bulanmıştı. Gencecik beden orada
ölüme teslim oluyordu. Aleon ne yapacağını bilemez iken yolculuk esnasında
Cohin'in söz ettiği şifalı kaplıca aklına gelmişti. Cohin'in uğrayıp bakmak
istediği kaplıcayı düşünüyordu.
''Kendini
bırakma!'' diye ağıtlar yakan kardeşine baktı ve Muhon Asha'ya döndü.
''Akela
kadını bulmalıyız. Sağ kalan bir tanesi bile yeterli!'' dedi. Uzakta bekleyen
atlara doğru koştular. Her geçen saniye Kuwala'nın ruhu ışıklara karışmaya
başlayacaktı. Muhon Asha ve Aleon bağırıyordu.
''Akela
Kadınları! Akela Kadınları!'' diye çığlık atıyor ve hepsinin Güneş'in Kızı ile
gitmemiş olmasını umuyordum. Feryat figan arayışları siyahlar içinde bir
kadının yaralı bir kaç çocukla bir evden çıkışı ile bitmişti. Aleon kadına bir
açıklama yapmadan onu atının sırtına atmış ve atın yularını çekip onu
koşturmuştu. Muhon Asha onun ardından yetişmekte zorlanmıştı. Akela kadını oraya
varana kadar Aleon ona nereye geçit açacağını anlatmaya çabalamıştı. Kadın
oraya vardıklarında duraksamıştı. Aleon ona durumu anlatırken Daki kıpırdatmaya
korktuğu Kuwala'yı kucağında sımsıkı sarmış duruyordu. Sessiz gözyaşları ve
boğazına düğümlü sözcükleri ile öylece oturuyordu.
''Yapabilir
miyim? O bu halde zamanın ve mekanın bükülmesini kaldıramaz ise...'' Daki
başını iki yana salladı. Kucağında uyuyor gibi gülümseyen adam bakıp nazikçe
onun yüzünü okşadı.
''Birazdan
gelecekler. Bir şey yapma!'' demişti. Şaşkınlık içinde hepsi ona bakıyordu.
Daki ise olması gerektiğinden daha sakindi. Kucağında can vermiş gibi yatan
Kuwala'yı görmek hepsini korkutuyordu. Kuzeyin gerçek efendisi sevgilisinin
kucağında yarı ölü haldeydi. Seronlar amaçlarına ulaşmak üzereydi neredeyse.
Aleon öylece kalmıştı. Muhon Asha ise daha cesurca davranıp öne doğru birkaç
adım attı.
''Hekimlere
haber vermeye gideceğim.'' demişti. Daki başını iki yana salladı. Etraftaki
ışıkları gösterdi.
''Ruhlar
onu koruyor. Ölmeyecek. Sadece beklemeliyiz.'' demişti. O sözlerini bitirdikten
on dakika sonra bir çocuk kahkahası duyulmuştu. Muhon Asha ve Aleon oturduğu
yerden korku ile fırlamıştı. Yer sallanıyordu adeta. Akela kadını ise ikisinden
daha panik halde fırlamıştı ayağa. Dizleri titriyordu. Hissettiği ruh enerjisi
normal değildi. Deniz bir tas gibi çalkalanıyordu. Çocuk kahkahası durduğunda
ince bir ışık belirdi ve ışık büyüdükten sonra yaşlı bir adam belirdi
yanlarında Ayezi'nin bedeni ile.
''Onu
koruduğunuz için minnettarım.'' demişti yaşlı adam. Ruhani ışıklar yavaş yavaş
kaybolurken oraya doğru yürüyordu.
''Benim
aptal çocuklarım!'' demişti. Daki karşısında ayezi'nin ruhani formunu
görüyordu. Onun yaşlı bir adam olduğunu düşünmemişti hiç. Başını öne doğru
eğdi.
''Onu
kurtaracağınızı söyledi ruhlar!'' dedi. Ayezi oraya doğru yavaş adımlarla
yaklaştı. Yer kıpırdanmıştı.
''Darta'nın
huzuruna gideceğiz. Yaptığı fedakarlık, tanrılar tarafından izlenmiş. Bedenimi
ve onun bedenini yenilemek için ona şifa sunmayı kabul ettiler.'' demişti. Işık
yavaş yavaş belirdi. Önce kurdun üstünde kendini gösterdi ve kurt bedeni
kayboldu. Ayezi gülümseyip onlara baktı.
''Bunu
senin için yaptığını sadece üçümüz bileceğiz. O insanların ruhları için savaşan
yarı tanrı olarak kutsanacak!'' demişti. Daki başını yavaşça eğdi ve beyaz ışık
onları yuttu. Arkalarında hafif bir esinti bırakmışlardı. Muhon Asha ellerini
saçlarına daldırdı.
''O kurt
muydu? Kimdi o?'' dedi. Korkudan titreyen Akela kızı kısık sesle konuştu.
''Yer
yüzünün tek hakiminin kurdu. Darta’nın itaatkar köpeğiydi o. Onu gerçek
formunda görmek bin yılda bir mümkün...'' demişti. Aleon gözlerini kapatıp
havayı kokladı. Gün doğmaya başlamış idi.
''Kuzeye
gittiğimizde onları sağ salim göreceğiz.'' demişti. Muhon Asha arda kalan
boşluğa dikti gözlerini.
''İnanıyorsun!''
dedi. Aleon ona ters ters bakınca Muhon Asha hafifçe on abir yumruk savurdu ve
sarstı.
''İnanmak
kötü değil Prens Aleon! Halkında sana inanıyor. '' demişti. Aleon onun baktığı
tarafa dönünce güneşin ilk ışıklarının aydınlattığı yerde insanlar belirmeye
başlamıştı. Prensleri Aleon'u selamlamak ve onun zaferini kutlamak için
başlarını saygı ile öne doğru eğmişlerdi. O gece kılıcını çeken ve savaşmaktan
söz eden kral ise taht odasına geri dönmüş ve orada öylece oturup kalmıştı. Trajik
bir şekilde ölümü kucaklamıştı orada.
Oturduğunda
korku ile oraya girmişti. Kılıcını yere dayayıp üstüne ellerini koymuştu.
Ardından karanlık ve dağılmış taht odasına bakmak için geriye doğru
yaslanmıştı. Kalbine giren sancı ile bir süre sonra orada elleri tahtın iki
yanında başı ileri doğru dönük halde son nefesini tek başına, yalnız ve karanlıkta
vermişti. Bedenin ölüsü gün bitmeye yakın bulunmuştu. Aleon haberi aldığında
inanamamış ve oraya doğru koşmuştu. Babasını yalnız başına orada oturarak,
gözleri açık şekilde ölü görünce olduğu yerde kalmıştı. Ölüm bu gece Ung asil
kanından birinin canını almaya karar vermiş ve korunan ruhlara dokunamadığı
için yalnız ve korkak kralın ruhunu çekip almıştı.
Daki
kucağında Kuwala ile bir mağaranın girişinde bulmuştu kendini. Kurdun bedeni
yavaş yavaş toz olup esen rüzgrada geceye karışırken mağaranın içinden hoş mavi
bir ışık onlara parlıyordu.
''Oğlum
bana getirdin mi?'' demişti mırıltılı tok bir ses. Yaşlı Ayezi içeriye doğru
yürüdü.
''Getirdim
Kuzeyin babası. Onu ve onun için canını vermeye hazır Güneyli savaşçıyı senin
şifalı dağlarına getirdim.'' dedi. İçeri doğru gelmesi için onlara davetkar bir
şekilde baktı. Daki içeri kucağında
Kuwala ile girdi. Yükselen büyük bir kaya vardı. Mavi ışık ondan yayılıyordu.
Işığın etrafında dingin parlak bir havuz vardı. Havuzun etrafını kuşatan
efsanevi Beyaz Gelincik çiceğinden
binlercesi. Narin yaprakları içeri doğru esen esinti ile sallananıyor ve
havuza doğru dökülürken yeniden yaprakları çıkıyordu. Suyun üstü bembeyaz
olmuştu.
''Onu
Darta'nın gözyaşları ile yıkamalıyız. Bedeni toparlansın ve ruhu canlansın!''
dedi Ayezi yaşlı beden ile Daki'ye doğru yürüdü. Onların yanına gelmedne havuza
girdi. Adım adım onların olduğu uca doğru yaklaşırken gençleşiyordu. En son onların
yanına vardığında on yaşlarında bir erkek çocuğu karşılarındaydı.
''Senin
gibi o da çocuk mu olacak?'' demişti Daki tedirginlikle. Ayezi başını iki yana
sallayıp onlara doğru kollarını uzattı.
''Benim
bedenimin bir formu yoktur. Darta beni insanlara karşı yaşlı bir adam yapar,
Londaga'ya karşı bir kurt ve kendi huzurunda ise genç oğlu olarak görmek
ister.'' demişti. Daki bunu duyunca rahatladı ve havuza doğru adım attı. Su
botlarına dolsu ve daha sonra beline kadar yükseldi. Beyaz Gelincik yapraklarının
doldurduğu suyun içini yarıp Kuwala'yı yavaşça suyun üstüne yatırdı. Suda onu
tamamen yatırırken Ayezi yanlarına doğru geldi. Elini Kuwala'nın göğsüne koyup
onu suyun altına doğru batırmaya başladı. Daki bunu görünce onu bileğindne
yakaladı. Ayezi sakince gülümsemişti. ''Endişelenme. Verilen özü onu boğmaz.
Onu tekrar diriltmesi için bütün bedenini kuşatması gerekiyor. '' demişti.
Kuwala suyun içine doğru battıkça bedenini mavi ışıklar sarıyordu. Yılan gibi
kollarına ve bacaklarına dolanıyor ve onu daha derine çekiyordu. Daki ağrıyan
bacaklarına iyi gelen suyun verdiği dinginlikle gülümsedi. Ayezi ise onun neye
gülümsediğini merak ediyordu.
''Gülümsedin?''
demişti. Daki ona bakıp suyun kenarına doğru yürüdü. Daha alçak yere gelince
suyun içine oturdu. Ilık su bedenin ve ruhunun yorgunluğunu alıyor gibi
hissediyordu.
''Huzurlu
hissediyorum. Sanki saatler günler gibi geçti ve şimdi herşey durmuş gibi
geliyor. Kuwala ile hep bunu bekledik. Herşeyin durduğu ve bizden bir şey
beklemedikleri o anı! Şimdi o andayım!'' demişti. Ayezi onun yanına gitmedi.
Kayanın eteklarına gitti be ıslak gömleğini çıkardı. Paçalarının suyunu sıkmaya
başladı.
''Londaga'nın
ruhunun eşi olmak için doğru ismi vermişler sana.'' demişti Darta'nın sesi.
Daki bu sesi ürpertici bulurken şimdi aşina geliyordu.
''Kaosun
tanrısının adını verirken onun UngurPan'ı tekrar yaratmasından esinlenmiş
annem. Ama bunu yapmak isteyecek kadar cesur değilim.'' Daki bunu söylerken
çöken uykuya direnemiyordu.
''Londaga'yı
kabul ettiği gibi sende sana verilen adı kabul etmelisin. Gücün Kuzeye Güneyin
ruhlarını taşımış. Seni ölümden bile saklamış.'' diye devam etti Ayezi.
Efendisi Darta'nın sohbetini devralarak konuşuyordu. ''Kuwala gibi sende yarı
tanrı yarı insan sayılacak kadar güçlüsün. Kılıcını yakmış olman Bakren olmadan
imkansızdır. Güçlerini taklit etmen onları ürküttüğü kadar benide şaşırtıyor.''
dedi. Daki tebessümle ona baktı.
''Bu
elimde olan bir yetenek değil. Kız kardeşim gibi ölmüş ruhları görüp delirmek
yerine güçleri taklit edebildiğim için şükrediyorum.'' demişti. Ayezi bir an
duraksayıp sarı gözlerini ona dikti. Beyaz teni vuran mavi ışıkla parlıyordu.
''Kız
kardeşin mi?'' Daki başını sallamıştı. ''Kız kardeşin nerede?'' dedi. Daki
gözlerini kapayıp başını geriye doğru attı. Kuwala'nın dibe batırıldığı yerde
mavi ışık yoğunlaştıkça Daki ısınan suyun verdiği huzur ile uykuya çekiliyordu.
''Mavi
Ave'nin ormanında. Bir süredir orada ve oradan geleceğini sanmıyorum. Kraliçe
onu tedavi etmesi için Ave Kahinlerine gönderdi. İkimizinde güçleri hep
rahatsızlık verici oldu onun için. Benim çocukluktan beri büyüye karşı olan
yatkınlığımın küçük kız kardeşimi etkilediğini ve delirttiğine inandı. Bu
yüzden onu uzaklşatırmak için ruhani güçlerle dolu Mavi Ave'lere gönderdi. ''
dedi ve güldü. Ayezi onun bahsettiği yeri biliyordu ve oradan pek
hoşlanmıyordu. Kontrolsüz ruhların bölgesi olarak gördüğü yer ile Londaga bile
mücadele etmeyip iki yeri ayıran Akela surlarının yapılmasına müsade etmişti.
''Dinlenmek...''
Konuşmak için Daki'ye bakınca öylece kaldı. Darta'nın ruhu onunda bedeni ve
zihnini tedavi etmeye başlamıştı. Daki cevap veremiyor ve su onu gevşetip
uykuya doğru çekiyordu.
''Onları
rahatsız etme oğlum. Sende bedenini yaratmak için dön artık!'' demişti Darta.
Ayezi bunu duyunca suya atladı ve kıyıya tekrar çıktı. Mağaranın derinlerine
doğru yürürken bedeni beyaz bir ışık saçmaya başlamıştı.
Bölüm
Yirmi Bir: Kuruntulu Düşünceler
Haftalar geçmişti ve hala
Rahomdan da Daki'den de haber yoktu. Toz olup gitmişlerdi ve onları kimse
bulamıyordu. Cohin birkaç gün önce Akela Kadınlarından yardım istemiş ve
onların bulunabileceği inanmış ama hala ortalarda yoklardı. Güneş'in Kızı
ikisinin ruhani enerjisini hissedemediğini söylemişti. Bir tek o değil bütün
hanelerde Rahomun enerjisi hissedilemez olmuştu. Melez Piç onun öldüğünü
düşünmüyordu. Aksine bir yerde saklandığına inanıyordu. Tieden ise Darta'nın
Gözyaşı göletinde olduklarını bilen tek kişiydi. Fohara olanlardan haberdar ve
bunu efendisine iletmişti.
...
Seron
krallığında yas kısa tutulmak zorunda kalmış ve Akela ile Kuzeye mutlak savaş
ilan edilmişti. İki taraftan birisi yıkılmadan durmayacak savaşın emrini
Kraliçe ve generalleri ilan etmişti. Akela bunu öğrendiğinde şaşırmadı.
Nedensizce bir defa ihanet girişiminde bulunduğu Kuzeye tekrar kendi halkını
korumak için ihanet edebilirdi. Rahom yoktu ve artık Kuzey tekrar sahipsiz bir
piç gibi ortada bırakılmıştı. Bakren madenlerdeki isyanı bastırmak için kolları
sıvamıştı.
...
Madenlere
doğru yol almış taburun başında ise General Byega vardı. Yoldaşları olan kendi
askerleri ve Seron askerleri ona eşlik ederken Prens Helyan Kea bir tutsak
olarak onlarlaydı ve onu sürekli delirten tek kollu Melez Piç aynı şekildeydi.
Helyan Kea henüz babasının öldüğünden ve geçici olarak tahta Aleon'un
oturduğundan habersizdi. Yol boyunca bir tane bile ung sancağı görmemişti.
UngurPan'ın düştüğünü umuyordu. Bir kaç gün sonra karşılarında madenler
belirecekti. Oraya girip isyanı bastırıp Akela'ya yürüyecekler ve yol üstündeki
bütün isyanlar ile ilgileneceklerdi.
Mola
verdikleri sırada işemek için Helyan Kea karın beyaz örtüsünden kurtulmaya
başlamış Kızıl Çamlara doğru yürüdü. Orada ihtiyacını giderecektir. İçeri doğru
yürüdü ve bir köşe bulduğunda kuşağını çözmeye başladı. Ancak izlendiği hissi
ile arkasını döndüğünde ona bakan iri gümüşten boynuzları olan geyik ile göz
göze geldi. Beyaz kürkü ve gümüş renginde boynuzlarının aksine gözleri kan
kırmızısı ve etrafı sürmeli idi. Burnu kırmızıydı ve toynaklarına doğru kürkü
siyahlaşıyordu.
''Sen bir
orman ruhusun!'' demişti Helyan Kea. Normal bir geyik ile kıyaslanamayacak
kadar güzel geyik korkusuzca ona doğru adım atmaya başladı ve hızlanıp
boynuzlarını ona doğrulttuğunda Helyan Kea kendini savunmak için geriye doğru
adım attı. Ancak başına inen darbe ile olduğu yere yığıldı. Başının arkasından
akan kan toprakta izler bırakırken bedenini sessizce ortadan kaybolmuştu.
Götürüldüğü
yer yerin altına doğru devam eden tilki inini andıran bir tüneldi. Tünel bitip
gün ışığı ile tekrar karşılaştıklarında baygın Helyan Kea bir adamın
omzundaydı. Dört kişilik ekip yeni tutsakları için madenlerin önündeki alanda
toplanmış gardiyanlara doğru yürüyordu. Tutsağın kim olduğu bilinmiyordu.
''Madenlere
iki günlük mesafede mola vermişler. İçlerinden bu aptalı yakaladık. Orman ruhu
onu gösterdi!'' dedi adam omzundaki baygın Helyan Kea'yı yere bırakırken. Lider
oraya doğru yürüdü. Kim olduğunu bilmedikleri bu adamı konuşturmak için
kaçırmışlardı. Madenlerde yemek sıkıntısı ve hastalık sıkıntısı baş göstermeye
başlamıştı. Soğuk Ateşi burada oldukça hızlı yayılmıştı. Kuzey Muhafızları
adını alan efsuncular hastalık ile mücadele edemez haldeydi. Orman ruhları
sayesinde ufak şifalı otlar bulabiliyorlardı. Tilki ini sayesinde ana geçiti
kullanmadan bir kaç kişi oradan girip çıkabiliyordu dağların arasından ormana.
''Eğer
savaşırsak kaybederiz. Aylardır burayı Bakrenden bölmüş durumdayız. Rahom
ortalarda yok ve tek habercimizde hastalıktan gözünü açamıyor. Dünya ile
bağımızın kopmasına az kaldı.'' Genç bir adam kaşları çatık bunları lidere
sıralıyordu. Gömlek kollarını katlanmış. Ellerini sıcak suyla yavaş yavaş
yıkarken akan kan su dolu tası kızıla boyuyordu.
''Savaşmak
daha fazla yaralı ve ölü demek. Onları yakamıyoruz bile. Çürük kokusu madenin
alt katlarını sarmaya başladı. Hastalıklar yayılmaya başlayacak. Bu madenleri
terk etmez isek binlerce kişi ölecek.'' demişti. Konuşmanın yapıldığı yer tek
temiz havanın olduğu dışarısı idi. İnsanlar yemeklerini yerken adamın yanına
gelen lider onunla konuşmak istemişti. Hekim ve savaşçı olarak görülen bu genç
Helyan Kea'nın yarılan başını dikmişti. Onun önemsiz birisi olmadığını
düşünmüştü.
''Ya ne
yapacağız?'' dedi lideri. Adam yatakta elleri ve ayakları prangalı Helyan
Kea'yı gösterdi.
''Orman
ruhları boşuna onu bize vermedi. O önemsiz birisi değil. Üstünden çıkan para ve
kılıcının kalitesine bakılırsa o oldukça değerli. Onun hayatına değer verip
vermediklerini öğrenirsek buradan çıkış için zaman kazanabiliriz.'' dedi. Lider
ellerini kurlaması için ona kenarda duran bezi uzattı.
''Kardeşim,
bu dediğini aklımda tutacağım. Şimdi gelip yemeğini ye ve sağlığını korumaya
çalış.'' dedi. Dışarı doğru çıkıp etrafa bakındılar. Ana girişi kapattıkları
için oradan gelen saldırılar durdurabilirdi. Dağın etrafını saran kayalık ve tepeler
ise o kadar dikti ki oraya kimse çıkamazdı. Bu yüzden oralara bakmak zaman
kaybı diye düşünürken gözüne çarpan ışıldı ve beyaz ışık ile dağın arka
yamaçlarından gelen uğultuyu duydu. Bir kahkaha duymuşlardı adeta. İnsanlar
ellerinde kapları yemek sırasındaydı. Yemeğini alan bir köşeye gidip
oturuyordu. Çiğnenmekten sertleşmiş zemin soğuktu. Dağdan ikinci defa kahkaha
sesi geldi. Birisi gülüyordu ve oldukça neşeli bir gülüşe sahipti.
''Dağı
kontrol edin.'' diye bağırdığında lider bu sefer gülme sesini takip eden bir
kaç kelime oldu.
''Önden
buyrun!'' diye yankılanmış kelimeler ve birden dağdan hızla birşey yuvarlanmaya
başlamıştı. Yanında ufak çakıllar getiren şey yuvarlanmıyor aşağı doğru
koşuyordu. Bembeyaz ve iri kurt o kadar hızlı koşmuştu ki aşağıya atladığında
yere darbe indiren pençeleri etrafı sallamıştı. Kurdun kürküne tutunmuş
siyahlar içindeki adam arkaya doğru dönüp aşağı inmiş ve aşağı doğru süzülen
adamı yakalamak için yer arıyor gibi koşmuştu. Beyaz kıyafetleri ve saçları ile
süzülerek dağın yamacından sert bir rüzgarla gelen Kuwala'yı belinden yakalayıp
yere güvenli halde indirmişti. Onu buraya taşıyan rüzgar tepelere doğru
giderken önüne geleni sallayıp saçını, üstünü dağıtmıştı. İnsanlar
toplandığında aşılması imkansız dağlardan birden gelen yabancılara baktı ve
Beyaz iri kurt ile Rahomu görünce duraksadılar.
''Rahom!''
demişti az önce Helyan Kea'nın tedavisini yapan genç oraya doğru birkaç adım
attığında Ayezi onun önünü kesmişti. Her zamankinden daha gelişmişti Ayezi.
Darta ona bu sefer büyük ve sağlam bir erkek kurt bedeni vermişti. Yalnızca
bununla kalmamış gitmeden önce hastalıkları için istedikleri kadar Beyaz
Gelincik yaprağı alabileceklerini söylemişti. Kuwala bir hafta kadar Darta
Dağından inmek için uğraşmış sonunda rüzgarı çağırıp onları savurmasını
istemişti. Geldikleri bu yeri tanımıyordu. Daki ise madenlerde olduklarını
anlamıştı.
''Kuwala
nerede olduğumuzu biliyor musun?'' demişti. Kuwala etrafına bakıyordu. Özenle
ördüğü saçları rüzgarla dağılmıştı.
''...''
''Madenlerdeyiz!
Buraya bilerek getirmedin mi bizi?'' dedi. Kuwala bunu duyunca ona şaşkınlıkla
bakıp kaldı. Başını yavaşça iki yana salladı.
''Rüzgardan
bizi ikinci kışlaya götürmesini istedim. '' demişti. Dikilen ve hırlayan kurda
bakıp oraya doğru yürüdü. Nedensizce Ayezi ile dokunmadan bağ kuramamaya
başlamıştı. Gidip kurdun yavaşça kürkünü okşadı. Ayezi o zaman sakinleşip
olduğu yere oturdu. Kuwala etrafına bakındı. En son aylar önce bedenleri su
görmüş ve artık hastalıktan kırılma noktasına gelmiş maden direnişçilerine
baktı. Kuzey Muhafızları dedikleri kişileri ayırt etmek kolaydı. Köle olarak
burada çalıştırılan Kuzey halkından daha iri ve daha güçlüydü. Etrafı sarmış
olan çürük ceset kokusu sarmıştı. Dışkı kokusu ise katlanılmaz derecede
fazlaydı. Kolunu burnuna doğru götürdü.
''Marinoe'ye
haber yollamak mümkün mü? İkinci Kışla'dan ne kadar uzağız?'' deyip Daki'ye
doğru döndü. Daki geldikleri yöne ve daha sonra etrafa baktı. ''Tam olarak
söyleyemem ama en aşağı dinlenerek üç haftalık yol vardır önümüzde. Geçitler ve
efsunun olmadan üç hafta!'' diye devam etti. Kuwala etrafa baktı kaşlarını
çattı.
''Ayezi'yi
göndereceğim. Tedavi için ilaçları ikinci kışlaya Tieden'e...'' birden
durakladı. Sırtına bağlı bohçaya dokundu ve öksürük sesleri kulağında yankılandı.
Sesleri duyar duymaz Soğuk Ateşinin buraya kadar ulaştığını görmüştü. Bir an
için etrafa bakınmaya başladı. Etrafında ki insanları, kokuların iğrençliğini
ve öksürük seslerini düşünmeye başladı.
''Sizlerin
kurtulmuşlar olduğunu sanıyordum!'' dedi. Yavaş yavaş etrafta dolaşmaya
başladı. Herkesin kurtarılmış bölge olarak gördüğü madenlerde durum hiçte iç
açıcı değildi.
''Ölüyorsunuz!''
demişti. Daki'ye doğru hızlı adımlarla yürürken etrafına bakınıyordu.
''Ayezi ve
sen İkinci Kışlaya dönmelisin. Prens Aleon ve askerler gelene kadar bende
burada kalıp onlara yardım...'' Daki iki kolunu bağdaştırıp başını iki yana
sallayınca Kuwala sustu ve ona bakıp kaldı.
''Burada
kalacağım. Seni en son tek bıraktığımda olanlardan sonra bir daha bunu yapmayı
düşünmüyorum.'' dedi. Kuwala sargılı ellerine baktı. Henüz elleri tam
iyileşmemişti. Bedeni ile ruhu arasında hala kopukluk hissediyordu. Geri dönmek
için erken olduğunu söylemesine rağmen Daki'yi zorlamıştı. Yolculuklarında iki
defa bilinci kapanmış ve uykudan uyanır gibi uyanmıştı. Dağdan inmekte
zorlanmalarının ilk nedeni buydu. İkincisi ise Ayezi ile dokunmadan konuşamıyor
oluşuydu.
''Bir
mektup yazıp Rahom Tieden'e gönderelim. Aleon geldiğinde bizi ikinci kışlada
bekleyecek. Oradan Kristal saray yürümeyi planlamış olur. Madenler merkez
yönetimin elinde tutamayacağı kadar uzak. Mektubu oraya ulaştırdıktan sonra
burada ne kadar kaldığımızın önemi yok. Darta'nın Gözyaşına geri dönmek daha
akıllıca olur hatta!'' dedi. Kuwala onu sonuna kadar dinlemişti. Ardından
dikilen Ayezi'ye doğru toplanmış Kuzey Muhafızlarına döndü.
''Mürekkep
ve kağıdınız var mı?'' demişti. Daki onlara Doğru gelen muhafızın önünde dikildi.
Onu ufak bir baş selamı ile selamladı.
''Amacımız
rahatsızlık vermek değil. Yardımcı olmak için elimizden geleni yapıyoruz.''
dedi. Adam Daki'yi süzdü ve arkaya seslendi. Kısa sürede mürekkep ve bir kağıt
geldi. Kuwala yazamayacağını biliyordu. Bu yüzden bu iş Daki'ye verildi. Dışarı
kurulmuş bir çadırın içine doğru gittiler lider ve birkaç kişi ile. Giderken
yolda konuşmak için fırsatları olmuş ve Rahomun burada olmasının şans
getireceğini söylemişti Kuzey Muhafızları lideri.
Çadır
eskiden Bakren muhafızlarına ait mola noktası olarak kullanılıyordu belli ki...
Daki etrafa baktı ve masaya doğru yürüdü. Kuwala onun ardından bir çocuk gibi
sekerek ilerlemişti.
''Ne
yazmamı istiyorsun?'' dedi. Kuwala onun karşısına oturup dikkatle ona baktı.
''Kuzey
dilinde yazma. Tieden'e ulaşmadan başkasının eline geçerse büyük problem olur.
Siz Ungların yazısını kullan. Prens Aleon okuyabilir. Bu sayede planın
gizliliği korunmuş olur.'' dedi. Daki heybesini kenarı doğru attı. İçinden sapı
kamıştan yapılma ucu döküm demir bir divit çıkardı. Dilinin ucuna dokundurdu ve
ardından mürekkebe batırıp çıkardı.
''UngurPan'a
olanlardan sonra bir süreliğine Yüce Darta huzurunda bulunduğumuz dan söz etme!
Bu bir sır olarak kalsın. Prens Aleon ve diğerleri senin orada kabul edildiğini
öğrenmemeli.'' demişti Kuwala. Daki bunu duyunca ona şaşkınlıkla baktı.
''Muhon
Asha ve Aleon zaten beraber gittiğimizden haberdar. Neden Tanrı Darta...''
Kuwala kaşlarını çatmıştı.
''Darta
savaşa dahil olmaktan kaçınan yorgun bir tanrı. Onun adı geçerse Seron ve diğer
tanrılar buraya musallat olmak için fırsat bulabilir. Tesna ve Darta bu savaşta
olmadığı için onlarda giremiyor. Yaraları iyileştiren ve beni dirilten o
olduğunu bilinir ise ise... İlk çağlardaki savaştan daha korkuncunu görürüz.
Tanrılar kızgın ve kavga etmek için sebep arıyor.'' demişti. Daki başını
sallayıp gülümsedi ve Kuwala'nın dediklerini yazmaya başladı.
''Kızıl
Orman Kaplıcalarından çıkarken bir rüzgar tarafından Madenler bölgesine
getirildik . Burada durum hiç iyi değil. Tanıştığımız Kuzey Muhafızı lideri
yakında General Byega ve Seronların burada olacağından söz etti. İkinci Kışlaya
varmamız zaman alacağı için Ayezi'den bu mektubu getirmesini istendi.
Göndereceğimiz Beyaz Gelincik çiçeklerini yaşlı hekim kullanarak salgını
durdurabilir. Savaş planı olarak buradan bir şey söylemek zor ama İkinci
Kışladan kristal saraya doğru bir yürüyüş olması doğru bir hareket olacaktır.
Bunun yanı sıra ben Kuwala'nın temsilci olarak seçtiği kişi Tieden olarak onun
vereceği her karar Rahomun kararı olarak değerlendirilmeli. '' Bir an duraksadı
ve onlara ikram edilen sudan bir kaç yudum almak için uzandı. Elleri titrediği
için sudan çok içemedi. Bazı tırnakları hala simsiyahtı. Ve parmakları
titriyordu Güneyin ruhlarını dize getirirken kullandığı bütün yaşam enerjisiydi
ve o gücü ince kemikleri ve zayıf bedeni kaldıramamıştı. Darta bile onu tam
iyileştirememişti.
''Maden
bölgesinde işler yolunda giderse çıkarak Kristal saraya doğru yürüyeceğiz.
Melez Piç ismini taşıyan her kim ise onu yakaladığınızda hayatta kalmasını
istiyoruz.'' dedi. Daki bir an yazarken durup kaşlarını çatmış konuşan Kuwala'ya
baktı. Bir o değil Lider ve gelen adamlarda bakıyordu.
''Onun
ölmemesi gerek. Öğrenmek istediklerim var. Gölgelerde kalmış olanlar insanlığın
en çirkin yüzünü görmüş olanlardır. Onunla konuşmadan ölmesini istemiyorum. ''
dedi. Daki başını eğip yazmaya devam etti.
''Melez
Piç'i görmemek sizin için daha iyi olur.'' dedi. Kuwala konuşan lidere döndü.
Saçı sakalına karışmış adam sert bakışlıydı. Gözlerinin altı çökük olan adam
iri yapılıydı.
''Onunla
tanıştın mı?'' Kuwala bunu sorarken oldukça durgun ve sakindi.
''Efendim
bizim kim olduğumuzu biliyor musunuz?'' dedi. Kuwala başını iki yana sallayınca
adam birden kılıcını çekip avucundan geçirdiğinde alevler yükseldi. Daki kağıdı
ve mürekkebi bir kenarı fırlatıp kılıcını çekmiş ve yeşil alev gürlemişti. Kuwala'yı
arkasına doğru alıp kılıcını onlara doğrultmuştu. Kuwala o an ne olacağını
bilemeden Daki'nin ardında şaşkınlıkla kalmıştı.
''Endişelenmeyin.
Sadece kendimi tanıtmak için yaptım bunu. Burada artık kuzey ve halkımız için
varız. Seronların ardından koşan lordumuz ve onun köpekleri için yokuz. Melez
Piç gibi Bakren hanesi adını kirletenleri lordumuz kabul ettiğinden bu yana biz
artık halkın tarafındayız. Düşman olabiliriz ama koruduklarımız ortak Rahomla
Bakrenli kardeşim.'' demişti. Daki onun sönen ve kınına giren kılıcını gördü ve
bir sallayış ile kılıcını söndürdü.
''Bakrenli
değilim ben!'' demişti Daki. Kaşları çatık ve sesi sertti. Kılıcını kınına
soktu. ''Kuzeyden değilim ben. Güney Topraklarından gelen bir gezginden fazlası
değilim.'' diye devam etti. Arkasına doğru aldığı Kuwala'yı görmek için döndü.
Kuwala şaşkınlıkla bakıyordu. Daki'nin elindeki kesiğe gözlerini dikti. Cübbe
kollarını tutan bandajı söktü. Daki'nin elini tutup sarmaya başladı.
''Onlar
aylardır burada savaşıyorlar. Endişelenmene gerek yok. Öldürmek için burad
aolsalardı bu sefilliğe kuzeyliler ile katlanmazlardı.'' Daki eline bakıyordu.
Gevşedi ve duruldu. Oturup başını kaldırıp Kuwala'ya baktı.
''Yeteri
kadar iyi olduğunda kılıcımı daha az çekeceğim. Burada ya da başka yerd ekimin ne
kadar savaştığı önemli değil. Helyan Kea benim hep abimdi, Güneş'in Kızı baştan
beri intikam planlıyordu. İnsanlar sürekli değişiyor ve düşünceleri de
değişiyor Kuwala.'' diye konuşmuştu. Kuwala onun için endişelenen Daki'yi
rahatlattı ve ardından mektubu alıp dışarı çıktı. Daki orada oturmaya devam
ediyordu. Bakren muhafızlarının burada ne işi olduğunu merak etmişti Daki.
Onlar neden burada kendinden olanlara karşı savaş vermek için yeni bir isim ve
maskeler altında savaşma zahmetine girmişti düşünüyordu.
''Bir
Güneylinin kılıcında yanan ateş görmek imkansızı görmek gibidir. Ama az önce
dağdan rüzgarla geldiniz. Daha ne kadar şaşırmam gerek?'' dediğinde Muhafız Lideri,
Daki aklından Rahomla evli olduğunu söylemeyi geçirdi ve güldü. Lider masadaki
değer sandalyeye oturdu.
''Bir
yerlerde saklı bir kaç kadeh içki olacaktı. Onları bulun ve getirin!'' emrini
vermişti. Daki'ye elini uzattı.
''Grave.
Eskiden Bakren muhafız birliği komutanıydım. Ancak Rahomun dönüşünden kısa süre
sonra Kuzey Muhafızları isyan lideri oldum.'' dedi. Daki onun uzattığı elini
sıkıca kavradı. Bileklerinden tutmuşlardı birbirlerini. Bakrenlerin
selamlaşması bu şekilde işlerdi. İki erkek bileklerinin gücünü kontrol
edercesine böyle el sıkışırdı. Yanına gelen genç Helyan Kea'yı tedavi etmiş
olandı. Elini uzattı ve bir sandalye de o çekti.
''Naseen!
Hekim ve muhafızım.'' demişti. Ağabeyi Grave ise küçük kardeşinin omzuna sertçe
elini koydu. ''Aynı zamanda benim küçük kardeşim.'' dedi ve güldü. Daki gelen
şarabın tadını sorgulamadı bile. İçki olması yeterliydi.
''Güneyin
Ung Krallığından mı yoksa daha arka diyarlardan mı geldiniz?'' demişti.
Daki'nin kılıcını görmüştü. Rahom kılıcını bir Bakren muhafızı kesinlikle iyi
tanırdı.
''Ung
diyarından geldim. Burada asker olarak görev aldım. Ama kısa süre içinde
Rahomla karşılaşıp onun hizmetine girdim.'' demişti. Elini kılıcın kabzasına
koydu. ''Rahom, emrinde olmamın arması olarak bu kılıcı bana verdi.'' diye devam
etti ve şarabından bir yudum daha aldı. Naseen onun kılıcına bakmak istedi.
Daki ona kılıcını çekip vermişti. Kan izi yoktu. Kan alev olup yok olmuştu.
Kılıcın beyaz çeliği ve kavisli ucunun keskinliği Rahom işçiliğinin övgüye
değer olduğunu ortaya koyuyordu.
''Babam
eskiden Rahom Muhafızı idi. Ve büyük babamda... Onlara böyle kılıçlar
verilmemişti. Fakat amcam. O Rahom kılıcını taşıyacak kadar rütbesi ve onuru
yüksekti. Şimdi ise Bakrenin kılıcını ve rütbesini taşıyor.'' dedi. Daki onun
düşünceli yüzünden bir şeylerin acısını taşıdığını okuyabiliyordu.
''Baban
hayatta mı?''
''Değil!
Rahom tarafından öldürüldü. Aklını kaçırmış Rahom onu ve kılıç arkadaşlarını
kurtlara yedirdi. Amcam ve diğerleri buna seyirci kalmaktansa Byega'nın
yükselişi için kılıç kaldırdı. Başlarda onların davası bana mantıklı gelmişti.
Ama şimdi bakınca. Byega lordunun delirmiş Rahomdan bir farkı yok. Onun gibi
gölgelere hizmet etmeye başladı. Eskiden korkusuz ve cesurdu şimdi ise Kristal
sarayından dışarı adım dahi atamıyor. Onun yolu doğru değil. Amcamın yolu doğru
değil. Burada olanları gözlerimizle gördükten sonra ağabeyim ve ben
birliklerimizi buraya çektik.'' dedi. Daki onların kararına saygı duymuştu.
Kendiside krallığının kararlarını sorgulayan bir prensti.
''Peki
sen? Senin hiç ailen yok mu?'' dedi. Daki bunu duyunca bir an duraksadı. Derin
bi nefes aldı.
''Var ama
benim için uzakta bir anı olarak kalıyorlar. Onlarla ilerleyecek bir yaşamım
yok. Şu an ailem olan tek kişi var!'' demişti. Grave ona bakıp gülümsedi.
''Rahom
mu? Bir güneylinin Kuzey efendisini ailesi olarak görmesi beni şaşırtıyor. Ne
kadar oldu siz tanışalı?'' demişti. Daki düşününce bir seneye dayanan
tanışıklığı ve hatıraları düşündü. Bir yıl olmuştu. Bir yıl içinde bu adamı
sevmiş, onunla her türlü zorluğa göğüs germiş, ölümden dönmüş ve evlenmişti.
Bunları dile getirmek istiyor ancak çekiniyordu. Rahomun iktidarını sarsmaya
çekinerek gülümsedi.
''Dört
sene önce Kuzeye geldim. Ve bir senedir Rahomu tanıyorum. Onu Kızıl ormanda
gördüm. Hayatımı borçlandım. Ben ve adamlarımı düşman kuvvetleri olmamıza
rağmen korudu ve Kara Kurtlardan uzaklaştırdı. O günden sonra canımı onun
yoluna koydum.''
''Rahoma
can borçlu olduğun için onurunla onun için savaşmak. Siz güneyliler o kadar
onursuz varlıklar değilmişsiniz.'' dedi. Daki bir an gülümsedi. Elini ensesine
doğru götürdü.
''Günahlarımı
çıkarıyorum. Bunun içinde bu yolda ilerliyorum. Ama asıl nedeni...'' Başını
kaldırıp kapıdan giren Kuwala'ya baktı. Dağılmış saçları ve yüzünde durgun
ifade ile çadırın perdesini aralayıp içeri doğru girmişti. Daki ona bakıp
kalmıştı. Soğuktan kızaran dudakları ve burnu ile sevimliydi. Her zaman olduğu
gibi etrafa gözlerini ayırarak bakıyordu. Telaşlı olduğunda yaptığı el
hareketini yapıyordu. Parmakları ile oynuyordu. Cübbesini savurarak yanlarına
doğru geldi.
''Bu
insanlara ilaç yapabiliriz. Bunun için yeteri kadar bitkimiz var mıdır?''
demişti. Daki onun baktığı ağır heybeyi bir çekişte kaldırdı. Deriden dikilmiş
heybe tazeydi ve bu yüzden hala kokuyordu.
''Olması
gerekiyor. Senin ufak bohçanda daha fazlası vardır.'' dedi. Kuwala başını iki
yana salladı.
''Ayezi
ile gönderdim. Orada da ilaca ihtiyaç var. Babamın arkadaşı olan o hekim Beyaz
Gelincik yaprağının nasıl kullanılacağını biliyordu.'' dedi. Daki bunun üzerine
haybeden bir çok bez kese çıkardı. Masaya yirmi kadar kese yığmıştı. Ufak
keseler kanlı gri cübbesinden yapılmıştı. Kuwala gri ile kızıl arasındaki
keselere bakıp parmak hesabı saydı onları.
''Suda
kaynatarak herkese içirebiliriz.'' demişti. Naseen ayağa kalktı.
''Efendim,
bende yardımcı olabilirim. Eskiden orduda sıhhıye bölümünde yer alan destekte
eğitim almıştım.'' dedi. Kuwala bunu duyunca anlam veremedi. Dediği bir çok
kelimenin ne demek olduğunu bilmiyordu bile. Daki araya girip onun cümlelerini
Kuwala'nın anlayacağı şekilde çevirdi.
''Askerleri
tedavi etmek için eğitim almış. Az ilaçla çok hasta kurtarabilir!'' demişti.
Kuwala bunu duyunca ışıldadı. Naseen onunla çalışabilir idi. Ancak içerde
unutmaması gereken bir hastası daha vardı. Kendinden geçmiş ve sorgulanacak olan
oldukça önemli kişi!
Büyük
kazanlar kurulurken Kuwala ona getirilen önlüğü giymişti. Beyaz ve kolları
lastikli önlük sıhhiyeci önlüğüydü. Dizlerine kadra inen önlük kirli ve
kanlıydı. Başka bir doktora ait olduğu söylenen önlüğün kime ait olduğunu
Naseen söylemişti. Bir kadına aitmiş.
''Kendisi
burada hayatını kaybetti. Onun benden son isteği olan yaşamları kurtarmaya
devam edeceğim.'' demişti Naseen. Kuwala büyük kazanlarda ilaçları hazırlarken
kadının burada Naseen'in karısı olduğunu öğrenmişti. Evlenmişlerdi ve bir süre
sonra kadın Soğuk Ateşinden hayatını kaybetmişti. Naseen o günden sonra her
yaşamı değerli kılmaya karar vermişti.
''Nerede
tanıştınız?''
''Burada!
Madenlere sürgün edilmişti. Kraliyet için çalışan bir hekimdi. Düşman
askerlerine yardım ettiği için buraya sürülmüştü. İki sene önce gelmişti.
Onunla evlendiğimde tarafımı değiştirmiştim.'' dedi ve kazanı karıştırmaya
devam etti. Sekiz kazan kurulmuştu. Eli ayağı tutan herkes yardım için
çağrılmıştı. Kuwala ve Naseen onlara görevlerini anlatıp aynı kazan başında bir
araya gelmişti. Rahomun gelişi insanlar için ümit olmuş. Daki ve Grave ise
bölgeyi dolanıyordu. Grave ona bölgeyi anlatıyor ve savunmalarının nasıl
işlediğini gösteriyordu. İlacı hazırlamak bir günlerini alacaktı. Kaynadıktan
sonra özlenmesi için dinlenmesi bu süreçte de sürekli karıştırılması
gerekiyordu. Günü yarılamışladı ve kazanlar yavaş yavaş kaynamaya başlamış ve
altları söndürülmüş idi. Kuwala saçlarını arkaya doğru toplamış ve sıcak
kazanlardan yükselen buharla şakaklarından ter damlar hale gelmişti. Kolları
büyük kepçeleri çevirmekten ağrımaya başlamıştı. Bedenin ne zaman kendini
uykuya çekeceğini bilemiyordu.
''Efendi
Kuwala!'' demişti Naseen . Meşaleler yakılmış ve çocuk seslerine sohbet sesleri
eşlik eder olmuştu. Bir kaç aylık bebekler vardı. Yedi yaşından büyük çocuklar
vardı ama yaşlı sayısı çok azdı. Çoğu hayatını kaybetmişti. Kuwala gitgide
dışkı ve ceset kokusuna alışmaya başlamıştı. Ağzına bağladığı bandanayı
çenesine çekmişti. Yorulmuş olan adamın yerine kepçe başına geçmiş ve gitgide
koyulaşan kazanı var gücü ile karıştırıyordu.
''Efendi
Kuwala!'' tekrar ona seslenenlere dönmüştü. İlk başta duymuş ama başını
çevirmeye üşenmişti. Dönünce bir kaç çocuğun ona uzaktan seslendiğini görmüştü.
Birisi elinde ufak bir çıra yakmış sallıyordu. Ateş adeta çıranın üstünde dans
ediyordu. Çocuk Bakren soylu olmalıydı. Ateşi oynatacak ve hükmedecek kadar
yetenekli teksoy onlardı.
''Bakın!''
dedi. Kuwala onun gösterdiği gökyüzüne baktığı sırada çocuk çırayı havaya
atmıştı. Ateş köz şeklinde binbir parçaya bölünüp bir yılan balığının suda
süzülmesi gibi ince bir kuyruk olup sönene kadar gökyüzünde süzülmüştü. Kuwala
bu ufak gösteriyi ufak bir alkışla tebrik etti. Gülümseyip onları yanlarına
doğru çağırdı. Çocuklar yanlarına sokulunca Kuwala gizli bir şey söyleyecekmiş
gibi eğilip konuşmaya başladı.
''Efsun yapmak
çok büyük enerji ister. Karnınız aç mı bakalım?'' demişti. Hınzır bakışlı ve
ona seslenen elindeki çıra ile gösteri yapan çocuk kaşlarını çattı.
''Açız
efendim ama yemeğimiz yok.'' demişti. Bunun üzerine Kuwala elini cübbesinin
derin beyaz cebine attı.
''Size bir
efsun yapacağım ama bu bir sır olacak.'' dedi. Ona getirilen taş gibi olmuş
arpa ekmeğini yememişti. Cebine koymuştu. Çıkarıp onlara doğru uzattı. Çocuklar
heyecan içinde bir somunun çeyreği etmeyecek ekmeğe bakmıştı. Kuwala eliyle
ekmeği dört parçaya bölüp çocuklara teker teker verdi. Hepsi minnetlerini
sunarken Kuwala sıska ve cılız çocukların mutluluğuna karşılık olarak
gülümsemekten kendini alamıyordu. Ay ışığı ve ateşin kızıl ışığında gri gözleri
parlıyordu. Naseen ona bir an bakıp kaldı. Bu kadar mutlu olmanın kolay
olduğunu bilen başka birisi ile karşılaşma onuda güldürmüştü. Çocuklar ekmeğini
yerken hınzır olan Kuwala'nın karşısına oturmuştu. Naseen kazanı karıştırıyordu.
''Efendi
Kuwala size bir sır verelim mi?'' dedi. Kuwala merakla bakmıştı. Çocuk
madenlerin büyük girişini gösterdi.
''İçeride
boz bir kurt var ve yavruları var ama Efendi Naseen bunu kimseye söylemeyin
dedi. Ama size söyleyeceğim.'' demişti. Kuwala şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıp
Naseen'e döndü. Naseen ise ne diyeceğini bilemedi. Kendi kurdu olduğunu
söyleyemezdi. Onu öldürmelerine izin vermek istemiyordu.
''Neye
benziyor bu kurt?'' dedi. Çocuk heyecan ile anlatmaya başladı.
''Sert
kürkü var ve yeşil parlak gözleri var. Ve dört yavrusu var!'' demişti. Kuwala
birden duraksadı. Naseen ondan gözlerini kaçırıyordu. Kuwala gülümsedi.
''Benim
kurdumda var. O yüzden onun bir sahibi olması gerekiyor. Kim o?'' demişti.
Çocuk bir an duraksadı. Hata yaptığını düşünerek seyrek ve kısa kesilmiş
saçlarına ellerini daldırdı.
''Bilmem.
Ona bir şey yapacak mısınız?'' dedi. Endişeli gözleri Naseen'e kaçamak bir
bakış atmıştı. Kuwala başını iki yana salladı.
''Hayır!
Kara Kurtlar gibi sizi öldürmediği sürece onu öldürmeyeceğim.'' dedi. Çocuk
birden heyecanla bağırdı. ''Kara değil o! Boz! Yavrularından birisi beyaz!''
demişti. Kuwala şaşkınlıkla ona bakıp kaldı. Beyaz kurtlar ve Kara kurtların
kırması bir kurt olabilir mi diye düşündü. O anda Ayezi'nin dediği aklına geldi.
''Babası Bakrenli annesi ise Rahomlu birisi o! Ona kimse bir isim vermemiş. Kim
ne derse yapmış. İsimsiz bir piç ve melez bir döl olarak günahkar sayılmış.''
Bu kelimeler kafasında yankılanırken aklına Melez Piç gelmişti. Mağarada Melez
Piç'i sorduğunda ona bu cevabı veren Ayezi oldukça sakindi. Şimdi iki türün
kırması br kurt ve onun yavruları olduğu düşüncesi ile meraklandı.
''Peki
yavrularından siyah olan var mı?'' Çocuk başını salladı.
''Var!
İkisi siyah biri boz biri beyaz. Beyaz olan büyüyünce benim olacakmış. Naseen
öyle söyledi!'' demişti. Kuwala gülümseyip çocuklara baktı. Ardından başını
Naseen'e doğru çevirdi.
''Melez
Piç'i hiç yakından gördün mü?'' demişti. Naseen bu soruya hazırlıksız
yakalanmıştı. Boş boş bakarken kazanı karıştırmayı unuttu. Onu yakından çok
defa görmüştü.
''Onu
gördün mü hiç? Bu kadar nefretle dolu olmasının sebebi sadece gölgeler mi?
Yoksa ona yapılan şey tıpkı bu kurda yapılacak olan şeyle aynı olduğu için mi
bu hale geldi?'' demişti. Naseen bir an duraksadı. Rahoma nasıl bir cevap
vereceğini bilmiyordu. Kuwala gözlerini yere dikti.
''Melez
Piç'i bulmak ve ona sormak istiyorum. Ne yapmışlar ona bilmek istiyorum.''
dedi. Naseen gözlerini ona dikmişti.
''Henüz
annesinin karnından çıktığı anda onu kötülüğe sürüklemiş bir muhafız. Ve onun
seveceği her şeyi gözleri önünde paramparça etmiş. İlk defa bir kadını
sevdiğinde o kadını öldürmek istemişler ve ona zarar verecekler diye o
öldürmüş. Melez Piç Hem Rahom soyunun hem Bakren soyunun bir utancı olarak
kalacak hep. Amcam da bu utancın bekçiliğini yapacak ömrünün sonuna kadar. Size
bir tavsiye efendim. Onun gibi birisi ile karşılaşırsanız gözlerine bakmayın. O
gözlerde ne cevap ve soru var. Sadece nefret ve öfkeden beslenen gölgeler var.
'' demişti. Kuwala bunu duyunca elini karnındaki yaraya götürüp hafifce güldü.
''Hepimiz
öfkeden ve kötülükten besleniyoruz. Bu gerçeği herkes biliyor ama susma
konusunda kararlı. Rahom bile öfkenin ve gölgenin esiri olabilir. '' dedi. Ona
bakıp gülümsedi. ''İyi diye bir şey yok. Kötü diye bir şey yok. Sen burada
iyisin ama Bakrenden de kötüsün. Kuzey nereden baktığına göre değişir.
Bir kurdun hayatını kendi kurdun olduğu için mi bağışlıyorsun yoksa karnında
yavruları olduğu için mi? Burada iyilik ve kötülük hep değişiyor. O yüzden
bazen kötü dediğinin kişinin gözlerine bakıp orada kendini görüp görmediğini
anlaman gerek. Eğer kaçıyorsan...'' Naseen o kadar şiddetli yutkunmuştu ki...
Ses adeta yankılanmıştı. Kuwala gülümseyip salınarak ayağa kalktı.
''Ölümün
kokusunu alıyorum. Ve adım adım buraya gelen savaşın sesini duyuyorum. Burada
hayatta kalmak için savaşacak olanlar ve savaşırken ölecek olanlar var.
Kurtulacak olanlar öldürdükleri için yaşamış olacak. Öldürmek iyi mi, kötü
mü?'' dedi. Naseen öylece ona bakıp kalmıştı. Kuwala soğuk bir ifade takıldı.
''İçeride
tuttuğun adama bir Ung prensi. Hain ve kardeşlerini sırtından bıçaklanmış
birisi. Bir yaşam kurtarmak iyi diyorsun ama onu kurtarmak iyi mi, kötü mü?''
Ayağa kalktı ve derin bir nefes aldı.
''Tanrılar
bile iyi ve kötüyü ayırt edemezken bu kadar kesin konuşmak doğru değil
Naseen.'' dedi. Naseen olduğu yerde kalmıştı. Karşısında oturan çocuklara
bakıyordu. İleride nöbet tutan nöbetçiye seslendi. Kazanı ona bırakıp
Kuwala'nın peşine takıldı.
''Onu
gördün mü?'' Kuwala ellerini arkasında birleştirmişti.
''Bir
Ungun varlığını bilmek için görmeye ihtiyacım yok. Bir hainin burada olduğunu
bilmek için görmeye ihtiyacım yok. Kuzeyde nefes alan ve hareket eden her şeyi
bilmek bana verilmiş bir lanet. Onun burada kalması mümkün değil. Yarın gece
ölmüş olması gerekiyor. Eğer gerçekten burada iyi bir şey yapmak istiyorsan Daki
onu görmeden öldür. '' dedi. Naseen ona doğru sokuldu.
''Efendi
Daki mi? Neden o görmesin?'' demişti. Kuwala ona doğru dönüp kulağına doğru
yaklaştı.
''Kardeş
kanını eline bulaştırsın istemiyorum. Helyan Kea'nın ölmesi ve yarın gece ayın
doğuşunu görmemesi gerekiyor. Gelecekten duyduğum seslerde onun attığı çığlık
kesilmez ise... Burada ölecek olan çok. Malez Piç'ten faklı olmak istiyorsan
iyilik yap.'' demişti. Naseen ona bakıp kaldı. Sabah tanıştığı bu adamın bir
anda her şeyi ortaya döküp onu uyarmasına karşı içine bir sıkıntı düşmüştü. Gün
doğana kadar uyumadan hızlı hızlı kazan karıştırdı.
Gün
doğduğunda yemek kazanları kaynamaya başlamıştı. Yabani otların kaynatılıp
çorba yapıldığı yerde ekmek o kadar az dağıtılıyordu ki... Kuwala merkez çadıra
girdi. Dün gece Daki kel ona verilen şiltelerde iyi uyuyamamıştı. Dışarı
kurulmuş olan çadırda ikisinin dışında on kişi daha kalıyordu. Gece gözüne uyku
girmemişti. Duyduğu savaş sesleri onu huzursuz ediyordu. Helyan Kea'nın
varlığından emin olmak istiyordu. Onun hain olduğunu biliyordu. İleri görüşü
olacakları yansıtmış olsada insanların değişebileceği gerçeğini hem Aleon'da
hem Güneş'in kızında görmüştü.
Çadıra
girdiğinde toplanmış komutanları ve Daki'yi gördü. Gözlerini kısıp etraftaki
gerginliğin sebebini öğrenmek istedi. Ancak açılmış harita herşeyi
gösteriyordu. Bir tarafta yığılı birlikler diğer tarafta Madenlerin olduğu
kanyonda sıkışıp kalmış insanlar vardı.
''Sabah
gelen gözcüler birliğin çok büyük olduğunu ve başında iki Seron generali ile
general Byega olduğunu söyledi. Aşağı yukarı on bin askerden söz ettiler.
Yakılan ocakların sayısı ve her ocak için on asker koymuşlar. On bin kadar
askerle mücadele etmek çok zor olacak.'' demişti Grave. Daki kaşlarını
çatmıştı. On binden fazla askerle UngurPan'da yüzleştiğinde onları alt etmek
zordu. Alan geniş ve savaşacak çok adamları vardı. Ancak bu sefer durum çok
kritik.
''Yaklaşık
dört yüz kadar Kara Kurt ve binicisi olduğu söylendi.'' diye devam etti Grave.
Kuwala bunu duyunca oraya doğru hızla bir kaç adım attı.
''Kanyonun
önündeki kapı ne kadar dayanıklı?'' demişti. Toprağı yükselterek
taşlaştırdıkları kapı bu kuvvetin yüklenmesine dayanamazdı. Daki kapıyı
görmüştü. Efsunla korunuyor olmasına rağmen fazla dayanamaz on bin askerlik
birlik karşısında. Kuwala yaklaşıp birliklerin dar boğaza giriş düzenine baktı.
Ardından gülümsedi.
''Bu
işi...'' Daki onun konuşmasına müsaade etmeden birden susturdu.
''Bu
savaşta yer almayacaksın. '' demişti. Kuwala birden başını öne doğru eğip onu
selamladı.
''Elbette.
Arzun bu ise savaşmam. Ama savaşacak olanlara yardım ederim. Bu sefer bir
mahzende oturup birilerinin ölmesini beklemeyeceğim. Ayezi bile ön görüşünde
yanılmış iken artık bana yazılı kaderden söz edildiğinde elimi kolumu bağlayıp
oturmayacağım Daki!'' dedi. Daki onu baştan aşağı süzdü. Kanlı önlüğü, dağınık
saçları ile ışıldayan gözleri. Savaşta yer alan bir savaşçı gibi değildi o.
Daha çok savaştan birilerini kurtarmaya çabalayan bir hekime benziyordu. Onu
savaşmaya zorlamak ve savaşçı yapmak ruhunu çürütüyordu.
''Yaşatabildiğin
kadarını yaşat!'' demişti. Kuwala gülümseyip masaya bakıp herkesi başı ile
selamladı.
''Öldürebildiğin
kadarını öldür!'' deyip çıktı. Dünyanın dengesini temsil eden bu sözleri onlara
Darta öğretmişti. Asla bir taraf kazanmazdı. Her zaman iki tarafta kaybederdi.
İkisinin ruhlarının zıtlığının bir bütünlük oluşturduğunu söylemişti. Birisi
yaşamı taşırken diğeri ölümü taşıyordu. Siyah ve beyazın ihtişamlı ahengi ile
kutsanmışlardı. Birbirlerinin görevlerini almadıkları sürece bu ahenk
dağılmayacaktı.
Dışarı
çıkıp kazanlardaki ilaçları kontrol etti ve hastalar ile ilgilenmeye başladı.
Hasta sayısı çoktu. Muhafızlardan hasta olanlarda vardı. Onları ayağa kaldırmak
için daha çok çabalamaları gerekiyordu. Efsuncu olanlar savaş onların kapısını
tırmalamaya başladığında işe yarayacak ve hayat kurtaracaktı. Öğlene kadar
ilaçları dağıtıp tedaviler ile ilgilenmeye devam ettiler. Kuwala öğlene doğru
yorgunca oturdu. Ona bir kase çorba getirmişlerdi. Kuwala çorbanın tadını
umursamadan üfleyerek kasenin kenarından içmeye başladı. Elleri üşümüştü ve
hala bandajları değiştirmemişti. Açık yara yoktu ama tırnak uçlarının morluğunu
görmek hoşuna gitmiyordu. Bir kaç haftaya düzeleceğini umuyordu. Etraftaki
kalabalığı izlemeye başladı. Öksürük sesleri mırıltılar kulaklarını doldurmaya
başlamıştı. Uzaktan gelen ayak seslerini bastıran bu sesin ona huzur
vermesinden rahatsız oluyordu. Yanına gelip oturan Daki'nin uzattığı ekmeği
aldı ve ısırıp çorbadan üstüne biraz içti. Bir süre sessizce yan yana
oturdular. Sessizlikleri yemekleri bitene kadar sürdü.
''Tekrar
hasta olma!'' Daki bunu durgun bir ifade ile söylemişti. Kuwala ona göz ucuyla
baktı. Çenesinin keskin çıkıntıları kirli sakalın da bile kaybolmuyor. Kaşları
çatılmış yeşil gözleri gölgelenmişti. Dudakları zarf bir çizgi oluşturarak
kapanmıştı.
''Bir
insana karşı zaafının olması insanı zayıflatır diyorlar. Ama bu beni daha güçlü
yapıyor.'' Kuwala bunu söylerken gözlerini Daki'den ayırmadı. Daki elindeki son
ekmek parçasını ağzına atıp yavaş yavaş çiğneyip kazan başında sıraya girmiş
olanlara dikmişti. Matarasından su içip koluyla ağzının kenarını sildi.
''O lafı
kim dediyse hiç aşık olmamış ve hiç sevmemiş! Sevildiğini sevdiğini sanmış ve
kullanılmış. Biz öyle değiliz.'' başını çevirip Kuwala'yı baştan aşağıya süzdü.
''Zaafın
değilim senin. Sende benim zaafım değilsin. Biz birbirini özgür kılmayı
başarmış ve birbirine bağlı iki insanız. Birisine kendini zincirleyip
arkasından sürüklenen kişilerden değiliz.'' Kuwala ona bakıp tebessümle
gülümsedi. Bir gün Daki ve ya o ölecekti ama geçen her dakika ikisinin ölümsüz
masal kahramanları gibi birbirlerine daha çok aşık olmalarını sağlıyordu.
Kuwala uzanıp onun kolunu tuttu. Hafif bir tebessüm ile ona baktı ve utançla
gözlerini geri yere dikti.
''Bana
bambaşka bir hayat ve bunca güzel duyguyu verdiğin için asla pişman değilim. Bu
süre içinde sakın bir şeye bağlanıp ruhunu köleleştirme. Özgür olduğumuz sürece
sen ve ben hep bir şekilde bir araya geleceğiz. '' dedi. Daki gülümseyip başını
salladı.
Naseen
onların konuşmasına kulak misafiri olmuştu. Elindeki yemek kabını bir kenarı
bırakıp madenlerin ufak girişine yürüdü. Oraya taşıdığı Helyan Kea'nın uyanması
için bekliyordu. Kendinden geçmiş bu adamın bir şeyler yapacağından çekindiği
için getirdiği iple ellerini ve ayaklarını bağlamaya başladı. Ellerini bağlamak
için yaklaştığında Helyan Kea gözlerini açmıştı. Naseen onun uyandığını
gördüğünde panikledi ama bir şey yapamadı. Hatırladığı son şey ona bakan yeşil gözlerdi.
Gözlerini açtığında elleri ve kolları bağlı şekilde kendini bulacağını hiç
beklemezdi.
''Bir kaç
saattir uyanmanı bekliyorum. Kimsin ve buraya nasıl getirildim?'' demişti
Helyan Kea. Naseen ona baktı ve gözlerini kıstı. Uzaktan Daki'yi andıran bu
adamın Kuwala'nın söz ettiği kişi olma olasılığı çok fazlaydı. ''Helyan Kea!''
demişti. Bunu duyunca karşısındaki adam şaşkınlıkla ona baktı.
''Adımı
nereden biliyorsun?'' dedi. Naseen ona bakıp derin bir iç çekti.
''Rahom
Kuwala ve efendi Daki dışarıda. Senden haberi olan sadece Rahom. Buradan gitmen
gerek. Öldürmeye karşısım. Özellikle muhtaç şekilde kapıma getirilmiş olanları.
Beni böylece bırakıp kaç git. Tilki deliğinden çıkarsan seni kimse görmez.
Ordunun yanına dönebilirsin. '' dedi.
Helyan Kea etrafına bakındı. Kılıcını aradı gözleri. Ardından bacakları
titreyerek duvara yaslandı.
''Kardeşimden
kaçmayacağım.'' dedi. Naseen ona bakıyordu. Acı çeken bu adam için üzülüyordu.
Başını öne doğru eğdi. ''Yaşamanı istemiyor Rahom. Seni öldürmemi söyledi. Bu
yapmayacağım. Kaçıp gidebilirsin. Kardeş kanı...''
''Kardeşim
beni öldürmeyecek. Bir Kzueyli ne hakla biz iki güneyli kardeşin bağını
sorgulayıp hüküm veriyor!''
Naseen
endişe ile etrafa bakındı. ''Sesini alçak tutmazsan öleceksin. Bus efer seni
ağabeyim Grave öldürür.'' dedi. Helyan Kea karşısında bağladığı adama bir süre
baktı ve başını iki yana salladı.
''Yaraların
var. Yalnız başında değil bedeninde de var! Onları sana kim yaptı?'' dedi.
Helyan Kea bir an duraksayıp düğmeleri açık cübbesinin ardında gözüken karnına
baktı. Bu ufak yaraların sebebi karşılaştığı Bakren askerlerinin bıraktığı
izlerdi. General Byega ile karşılaşmamış olsaydı öleceğini biliyordu. Bir süre
cevap vermeden öylece bekledi.
''Sen
serbest bırakacağım ama burada klamam gerek. Oraya dönmek için erken!'' dedi.
Naseen ona bakıyordu. Helyan Kea derin bir nefes aldı. ''Rahom kötü birisi.
Kardeşimin aklını yıkadı. Bizleri zehirliyor. Onun kanınd agölgeler var.
Kardeşimi ve sizi onun elinden alacağım.'' demişti. Naseen ona bakıp kaldı.
Rahomun Melez Piçi savunması ve iyi kötü hakkında konuşması aklına geldi.
Gerçekten bu Ung Prensi doğruları söylüyro olabilirdi. Rahom kötü ise bu
durumda yanlış tarafta savaşıyrolardı.
''Ordumu
Akela kadınları ile anlaşıp yok ettiler ve bu yara izlerini kendi kardeşime
yaptırdı. Onun elinden sizleri ve kardeşimi kurtarmalıyım. Ama önce direncimi
toplamam gerek!'' dedi. Dolmuş gözlerini Naseen'e dikti. Onun zayıf ruhunu
yakalamıştı ve şimdi onu bırakmayacaktı. Ungların flamasında kartal pençesinde
bir yılan vardı eskiden. Savaştıkları kaos ve şeytanların efendisini temsil
eden yılan Akela kadınlarının yılanı gibi beyaz değildi. Kırmızı v eöfkeli bir
yılandı. Kartal olan Ungların öldürdüğü yılan aslında hep onlarla yaşayan ve
yumurtalarını gizlice yiyen dostları sandıkları yılandı. Helyan Kea'nın
gözlerindeki yeşil renk kızıla doğru kayıyordu adeta Naseen'in kollarını
bağladığı ipi çözerken.
Bölüm
Yirmi İki: Kartal Pençesindeki Yılanın Masalı
''Bir masal anlatılır Ung
diyarında. Uzun soluklu ve pek çirkin bir masaldır. Masalın baş kahramanı
Tesna'nın tohumları taşıması için yarattığı Kartallar ve o tohumları yiyen
kızıl yılan ile alakalı.'' Karşısında oturan Kuwala ateşe dikmişti gözlerini.
Etrafı saran kan kokusu ve dayanılmaz dışkı kokusuna rağmen oraya oturmuştu.
Daki onabaktı. Yorgunca güldü. Yüzündeki gülümseme o kadar yorgundu ki Kuwala
dolmuş gözlerini kapadı ve başını öne doğru eğdi.
''Bir gün
kartallar yuvalarındaki yumrutaların zamanla eksildiğini fark eder. Yalnız
kartalların değil insanlarında yavruları kaybolur olmuş. O kadar çok çocuk ve
yumurta kaybolmuş ki kartallar ve insanlar korkmaya başlamış. Gün batarken
kartallar yumurtaları üstünden kalkmaz, insanlar kapılarını açmaz olmuş. Bunun
öncesinde olanlar ise o yavruların kaybolmasının nedeni imiş. Tesna derin
uykusuna dalıp Güneyi kurtarması için gelen Kaosun tanrısı o zamanlar kaos
olarak bilinmez imiş. Tıpkı Londaga gibi yaratmak ve yeniden üretmek için
gelmiş Güneye. Ama insanlar onun yarattıklarına saygı göstermez olmuş. Diktiği
ağaçları kesip kendi evleri yapmaya başlamışlar. Yere gömdüğü tohumları çıkarıp
yemişler ve yetmemiş toprak için kavgaya tutuşmuşlar. Adı Daki olan bu tanrı
bir gün canına tak edip sinirlenmiş. Sinirle nehrin kenarında otururken yakut
gibi parlayan bir kızıl yılanın kayalıklarda dolandığını görmüş. Kaosun tanrısı
ona sormuş 'neden ağlıyorsun?'' diye. Yılan cevap vermeye çekinmemiş. Ona doğru
sokulup nehre bakmış ve konuşmaya başlamış. 'Kartallar benim yavrularımı kendi
yavrularına yem yapmak için pençelerine takıp götürdü. Onları kurtarmaya gittim.'
demiş. Kaosun tanrısı onun üstündekinin kan olduğunu anladığında üzülmüş ve
kartalların ona zarar verdiğini düşünmüş. Kartallar değil insanlar taşla onu
kovalarken her yerini yara bere içinde bırakmış. Kaosun tanrısı onun bu haline
daha bir üzülüp iyice sinirlenmiş insanlara ve yılanı alıp boynuna
dolamış. 'ne istersen yaparım. Yeter artık!' demiş. Kaosun tanrısı öyle sinirli
imiş ki doğruyu yanlışı göremez olmuş. O sinirle insanları yemeye çalışırken
kana bulanmış yılanın yalanına inanıp boynuna dolamış.Yılan ona tıslayıp
fısıldadıkça öfkesi artmış ve yılana önce tatlı bir ses vermiş. Bu ses
sayesinde karşısındakine ne mırıldanırsa o yapabilir hale gelmiş. Daha sonra
dikkat çeken kırmızı bir zırhlı pul vermiş. Bakanın aklını başından alacak
kadar cazibeli ve istek uyandıran bu pullar sayesinde karşısına çıkan ondan
gözlerini almayacakmış. Ardından herşeyi unutmalarını sağlamak için bir çift
kırmızı göz vermiş. O gözlere bakan adını bile unutmaya mahkum olacakmış.
Yılanı boynundan indirip toprağa koymuş ve gidip yavrularını bulmasını
söylemiş. Yılan onu kandırdığını anlayıp sahte bir gülümseme ve minnetle
ayrılıp gitmiş. O günden sonra kartalların ve insanların yavrularını yer olmuş.
Kaosun tanrısı bir gün insanların bir yılanı kovaladığını görüp oraya koşmuş.
Kartallar ise yılanı pençelerinin arasına alıp göğe yükselip yere atıyormuş.
Kızıl yılanın olduğunu görünce öfke ile bağırıp onları durdurmuş. Yılan korku
ile Kaosun tanrısının boynuna dolanmış. Ağıtlar içinde yara bere içindeymiş.
Bir adam onun yavrusunu çaldığını görünce üstüne atlamış ve hem kartalları hem
insanları çağırmış. Yılanı hep bir elden parça parça etmek için çabalamaya
başlamışlarken tanrı gelip onları azarlayınca adam sinirle üstüne yürümüş tanrının.
'sen bu yılanın bizim ve kartalların yavrularını yediğini bilmez misin?' Kaosun
tanrısı durup sinirle adam çıkışmış bu sefer; 'Kartallar ve sizde ona zarar
verdiniz. Öcünü almak adaletti.' bu sefer bir kartal yere inip bağırmış.
'boynuna sarılan yılan erkek. Onun yavrusu olmaz. Biz yılan yavrusu kaçırmadık
hiç. Bu yılan bizim yavrularımızı yedi bırak parçalayalım onu!' dediğinde
Kaosun tanrısı kandırıldığını anlamıştı. Öyle sinirlenmişti ki yılanı boynundan
tutup çekmeye çalışmıştı. Ama yılan onun boynuna dolanıp boğazını sıkar ve
nefesini keser olmuştu. Kaosun tanrısını yere inen kartal kurtamak için
atılınca pençesi ile tanrının boğazını çizmişti. Ama yılanı kaptığı gibi
kayalara çarpıp kızıl kanı ile kayaları boyamıştı. O günden sonra Kaosun tanrısı
hem insanlardan hem yılanlardan hem kartallardan nefret eder olmuştu. Küsmüş ve
insanlar arasında dolaşırken hep onların kötülüğünden hayıflanır olmuştu.
Boynunda kalan üç tırnak izi ise onun ayıbı olmuştu. Alay edilir hale gelmişti.
Kaosun tanrısı o günden sonra aklını kaçırıp ateşi ile Güneyi yakmaya daha da
yaklaşmıştı.'' Daki bunları söyleyip ellerini tuttuğu ateşin ateşinde dikilen
Naseen'e baktı. Şakaklarına ellerini dayamış Kuwala ise dolu gözleri ile ateşe
bakıyordu. Bugün birçok kişi ölmüş ve gece yarısı Seron boruları ve Bakren
savaş boruları kapıda ötmüştü. Gün doğmaya yakındı. Kuwala o kadar bitkindi ki
gözleri doluyordu. Daki'ye Helyan Kea'yı sormuştu. Onun ne yaptığını sormuştu.
Daki ise onunla konuşmak istememişti. Kuwala onunla tartışmaya başlamıştı.
''İhanet
etti ama kimse ölmedi. Onu affedersen belki düzelir.'' demişti. Naseen'in onu
öldüremediğini ama bağladığını kendi gözleri ile görmüştü. Baygın yattığına
inndırmışlardı. Kuwala bu yüzden Daki'yi yumuşatmak istiyordu. Yanıla
bileceğini düşünüyordu.
''Affet
onu! Hatalarından dolayı karşına çıkınca affetsen!''
''Yapamam.
Bir kez yapan ikinci kez yapar ve üçüncü kez de yapacak! Ona tek bir şans
verdim ve bir daha karşılaşırsak onu öldüreceğim.'' demişti. Kuwala bunun
üzerine ona sert çıkışmıştı.
''Kindar
olma! Kardeşsiniz siz. Ellerinde kardeş kanı olmamalı. Nedenini söyle. Çok mu
büyük günahlar işledi?'' Daki onu sakince oturtmuştu karşısına. Ve masalı
anlatmıştı. Şimdi ise Kuwala onun demek istediklerini anlıyordu ve Daki'nin
kardeş katili olmasını engellemek bu yükün altında kalmasını engellemek için
düşünüyordu.
''Bir
yalancı kızıl yılana inanırsan ne kadar güçlü olursan ol onun kaosundan ve
karmaşasından kaçamazsın. Artık doğru ile yanlış ayırt edilemez olur. O duruma
gelirsem sevdiğim ve beni sevenleri kaybederim. Ben seni kaybetmeyi göze
alamam. Bu yüzden onu...''
''Tamam!
Devamını duymak istemiyorum.'' demişti Kuwala ayağa kalkıp. Bunun sebebi gibi
gösterilmek istemiyordu. Derin bir nefes aldı ve yanaklarını avuç içleri ile
kurulayıp yürümeye başladı. Naseen ile göz göze gelmekten kaçındı. Daki'nin
kendini zorlaması ve kardeşinin canına kıymasını istemiyordu. Onun yerine
Helyan Kea'yı öldürebileceğini biliyordu. Naseen onun yanına doğru sokuldu.
''Efendi
Kuwala merak etmeyin sizi zor durumda bırakmayacağım.'' demişti. Yılan tarafından
zehirlenen ne kadar güçlü olursa olsun onun yalanlarına karşı direnemezdi.
Gözyaşları nasıl Kaosun Tanrısını kandırdı ise şimdi de Bakrenli ve özgürlükçü
savaşçıyı kandırıyordu. Kendi halkının yaptıklarından utanan bu kaosun içinde
kalmış ve yalnızlığa mahkum edildiğini düşünen adamı kandırıyordu. Kuwala onu
nazikçe omzundan tutup kendine doğru çekti.
''Bir süre
bana çok yaklaşma. Ne yapacağımı düşünmem gerek. Gidip hastaları kontrol et!''
demişti. Naseen onun gitmesi ile yüzünde bir tiksinti oluşup geri içeri döndü.
Dönerken ağabeyi Grave onu yakalamıştı. ''Uyanmadı mı tutsağımız? Rahoma ve
Daki'ye söz etme diye tembihledin. Öldürülür dedin. Hala kendine gelemedi mi
zayıf herif?'' diye çıkıştı. Naseen usta bir yalancı değildi ama yalan söylemek
istediğinde açık vermezdi.
''Henüz
değil! Biraz su içirmeye çalışacağım. Sorularımıza cevap vermesi gerekiyorsa su
içmeli!'' dedi. Grave kardeşinin bir şeyler çevirdiğini düşünmedi. Ona
güvenirdi.
''Ordu
kapımıza dayandı. Ne zaman saldırırlar bilmiyorum ama bu herife pekte
ihtiyacımız kalmayacak gibi. Onu kapıdan aşağı atabilirim. Uyanmasını sağla!''
deyip çekip gitti. Naseen içeri döndüğünde yatakta yatan ve etrafa bakan Helyan
Kea'nın yanına yaklaştı. Su kabını ona uzattı.
''Rahom
gerçekten yalan söylüyor gibi. Kardeşine seni öldürmesi için adeta yalvardı.
Onu zehirliyor. Uzun uzun konuştular ve kızıl yılan masalı diye bir şey duydum.
Bir yılan bir tanrıyı kandırmış.'' dedi. Helyan Kea doğruldu. Biraz su içip
güldü.
''Yılan
tanrıyı kandırdı. Doğru ama tanrıyı kandıran yılan ben değilim. O kişi...''
''Rahom
Kuwala! İyilik saçtığını sandığı o sahte bakışları ve yalan dolu sözcükleri ile
sahte gözyaşları beni sinirlendiriyor. Senin onun karşısına dikilip bir şeyleri
anlatman gerek. Kardeşinin sana inanacağını söyledin.'' dedi. Helyan Kea
güçsüzce kabı ona uzattı.
''Kardeşim
çok güçlü bir savaşçı ve onun karşısına dikilirken kollarım güçlü olmazsa
delirip canımıza kast edebilir. Bir gece daha. Bir gece daha dinlenmem gerek. Yarın
gece onunla yüzleşip Rahomun nasıl bir yalancı olduğunu ona anlatacağım. Bana
biraz yiyecek verir misin? Kılıcımı getirebilirsen sevinirim birde. Daki güçlü
bir savaşçı! Onu bir yere oturtup dinlemesini sağlamam gerek.'' dedi. Naseen
başını eğip kaşlarını çattı. ''Sizin için Beyaz Gelincik özü getireceğim. Bu
sayede güçleneceksiniz. Gidip çiğnemeniz için yaprak alacağım.'' dedi.
Naseen o
gece Helyan Kea için yaprak çalmıştı. Kuwala'nın kesesinden çaldığı yaprakları
onun için demlemiş ve çiğnemesi içinde biraz ayırmıştı. Bedeni ve zihni güçlensin
istiyordu.
O gece
Kuwala ve Daki konuşmadı bir daha. Kuwala onun üstüne gitmek istemiyordu. Bu
konun nereden patlak verdiğinin cevabını vermekten kaçınıyordu. Fakat uyku
girmiyordu gözüne. Bir ara sessizce dışarı çıktı. Muhafızlar kapının üstündeki
setten aşağıdaki büyük orduyu izliyordu. Onların yanına gitti. Grave
yanlarındaydı. Kuwala onun yanına doğru sokuldu. Set oldukça sağlamdı ve okçu
birliklerini oraya yerleştirmişlerdi.
''Daki'yi
gördünüz mü Komutan Grave?'' dedi. Grave aşağıya bakıyordu.
''Bir
şeylere sinirlenmiş halde madenlerin önünde dolaşıyordu Efendim.'' dedi. Kuwala
başını çevirip madenlerin girişinin olduğu kanyonun sonuna doğru baktı.
Ardından Grave'ye geri döndü.
''Sana
birşey sormak istiyorum. Kardeşin seni aldatmış ev yalan söyleyip ihanet etmiş
olsaydı onu affeder ve onun doğruya gitmesi için çabalar mıydın?'' Grave bir an
duraksadı. Kuwala ve Daki'nin sıkı dostlar ve kardeş gibi olduklarını
düşünüyorlardı. Askerler arasında böyle kardeş bağları olduğuna şahit olmuştu.
İkisinin kavga ettiğini düşündü.
''Ben mi?
Bir çok kardeşim bir çok hata yaptı ama hatalarından geri döndüler. Onlar af
dilemiş iken onları affetmemek bir ağabeyin en büyük aptallığı olur.'' dedi.
Kuwala birden durgunlaştı. Başını yukarı doğru kaldırdı. Sakince nefes aldı ve
nefesini verirken ağzından çıkan sıcak buhar soğuk havayla temas ettiğinde
dumanlar çıktı. Gök yüzü sislenmiş gibi geldi ona. Yıldızlar durgunlaşmıştı.
''Daki
bana daima insanların yüklerini taşımak için birilerine ihtiyaçları olduklarını
söyledi. Bizi asla umursamayıp sadece gücümüzden faydalanmak istediklerini
söyledi. Beni sadece kendilerine bir kılıç yapmak için istediklerini söyledi.
Onun yanılmasını asla istemezdim ama bu konuda yanılsın istedim. Ama yanılmıyor.
İnsanlar çok bencil Komutan Grave. Kardeşinde onlardan birisi ve kendi vicdanı
için binlerce yaşamı ve sevgili Daki'yi riske atıyor. Eğer o senden af dilerse
bir gün onu affetme. Ona cezasını ver ki gerçek hayatın ne olduğunu görsün.''
dedi. Başını eğip aşağıdaki yüzlerce yanan ocak ateşine baktı. Düşman
dinleniyor ve planlıyordu. Bir şeyi bekliyordu.
''Size
karşı bir kusuru mu oldu?'' Grave gergin sesi ile konuşmaya başlamıştı.
''Olmadı!''
''Peki,
Daki'yi kızdıracak bir şey mi oldu?''
''Sanırım
olmadı!''
''Onu
neden affetmemem gerektiğini bu gece gelip bana söylüyorsunuz?''
''Çünkü o
yanlış yolda. O bir yılanın zehri tarafından yavaş yavaş zehirleniyor gibi.
Gözleri o ilk gördüğüm ışıktan uzakta. Bu zehri ona ben mi verdim yoksa
davetsiz bir misafir mi bilmiyorum. Kimseye soramıyorum çünkü kardeş kanı
dökülsün istemiyorum. ''
''Dediklerinizi
anlamıyorum Efendi Kuwala!''
''Umarım
hiç birimiz anlamayız dediklerimi. Sadece bir gece zırvalanmış bir kaç kelime
olarak kalır.''
Kuwala
bunu dilemişti ancak kader ondan aksi yönde ilerlemeyi kendine huy haline
getirmişti. Uykusuz ve etrafta yürüyerek geçirdiği günün sabahı sonunda
Daki'nin yanına doğru yürüme cesareti göstermişti. Etrafta gergin bir bekleyiş
vardı. Eskisi kadar kanyon hareketli ve sesli değildi. Ölülerden saklanırcasına
sessizdi herkes. Bir fısıltı bile ölüleri diriltecek gibi sessiz... sur sayılan
kapının ardında bekleyen orduyu kandırmaya çabalar gibi sessiz...
Kuwala bu
sessizlikte ihtiyaç duyduğu sesi duymaya gitmişti. Ancak kılıcını bileyen bir
adam bulmuştu. Sessizce kaşlarını çatmış kılıcını bileyen adam ile konuşamadı.
Elindeki duru çorba ile yanına oturdu. Ona doğru uzattı. Almasını bekledi.
Bekledi ve en sonunda çorbayı nazikçe yanına koydu. Bileme taşının çelik
üstünde çıkardığı gıcırtı bugün ona sinir bozucu geliyor ve dişlerini
kamaştırıyordu. İstikrarla aynı sesi dakikalarca çıkarmıştı Daki. Sonunda
durması için Kuwala elini onun elinin üstüne atmıştı. O zaman kanyondaki son
seste kesilmişti. Bir nefes sesi bile duyamıyor gibiydiler. Kartala ölü taklidi
yapan tarla farelerinden farksız durumda olduklarını bilmelerine rağmen
deniyorlardı şanslarını.
''Bir gece
olsun küs yatmayacağımızı söyledik. Dün gece uyumadım. Çünkü bana kızgınsın!''
Daki bunu duyunca elini çekip bileme taşını heybesine doğru attı. İleride bir
kaç insan sessizce yemeğini yiyordu. Nöbet için gezen bir kaç muhafız
önlerinden geçiyordu.
''Küskün
değilim! Sadece düşünmeye ihtiyacım vardı.'' Sözcükler ağzından hızlı çıkmıştı.
''Helyan
Kea...''
''Neden
durduk yere ondan söz ediyorsun? Bir şey biliyorsun ve bunu bana çaktırmadan
halletmeye çabalıyorsun. Benden bir şey saklaman beni kızdırıyor ve kafamı
karıştırıyor.'' Daki ona doğru dönüp yüksek sesle konuşmaya başlamıştı.
Madenlerin ağzına yakındılar ve içeriden korkunç bir çürük et kokusu geliyordu
burunlarına. Yanan ateşlerin isi bastıramamıştı kokuyu.
''Bir şey
saklamıyorum. Sadece...''
''Seni
tanıyorum. Yalan söylediğinde her zamanki gibi ellerini arkaya doğru
çekiyorsun. Gözlerini özellikle gözlerime dikiyorsun. Bir şeyleri kontrol etmek
ister gibi davranıyorsun yalan söylerken. Kuwala neler olduğunu bana
anlatmazsan bu kızgınlık sürmeye devam edecek.'' Kuwala ona bir süre baktı. Ne
diyeceğini bilmiyordu. Küslük ve kızgınlık sürdükçe içinde oluşan üzüntü
aklının düzgün çalışmasını engelleyecekti. Helyan Kea'nın burada olduğunu
söylerse Daki bir kıyamet koparıp kardeşinin canına kıyabilir idi. . Cohin'in
ona mahzende bahsettiği şeyler aklına gelmişti. Helyan Kea orduyu bilerek
tuzağa doğru sürmüş ve bunu itiraf edercesine kaçmıştı. Şimdi karşılaşmaları Daki
için büyük bir sarsıntı olurdu. Tek bir seçeneği kalıyordu. Helyan Kea'yı
gizlice öldürüp cesedini madenlerdeki diğer cesetlerin yanına atar ve çürüyüp
giderdi.
''Söylemiyorum!
Sadece tedirginim. Helyan Kea oradaysa ve sen onunla karşılaşırsan ne yapacağını
düşünüyorum. Kardeş kanı dökmek tanrıların bile cezalandırılmasına sebep
olmuşken...'' Daki kaşlarını şiddetle çatmıştı. O kadar çok çatmıştı ki adeta
alnında derin bir yarık oluşmuştu.
''Daha
fazla buna devam etmeyeceğim. Ne olduğunu anlatacağın zaman konuşmaya devam
edelim.'' dedi. Ayağa kalktı. Tam gidecekken durup arkaya doğru döndü.
''Yemeğini
ye!'' demişti. Kuwala içine düşen üzüntü ile dizlerini göğsüne doğru çekti.
Buraya neden getirildiklerini düşünüyordu. Daki'nin kardeşi ile hesaplaşması
için olamazdı. Seron ve Bakren kuvvetlerine karşı insanları korumak için
olmalıydı. Helyan Kea'yı öldürmek onun üstüne vazife değildi ve ona bu kadar
savunmasızca saldırmak... Yapamayacağını biliyordu. Bir soluk verdi ve çenesi
titredi. Kendi kendini boğuyor ve bundan nasıl eline yüzüne bulaştırmadan
kurtulacağını düşünüyordu. Daki'ye onu koruyacağı sözünü vermiş ama bunda bir
türlü başarılı olamadığını düşünüyordu. Titreyen çenesi ve akan gözyaşlarını
saklamak için ayaklanıp madenlerin içine doğru girdi. İçeri doğru girdikçe
ağırlaşan ceset kokusu ve orada hala konaklayanları gördükçe midesine kramplar
giriyordu. İnsanlar onu görünce selamlıyordu. Birçoğu iyileşiyordu.
...
Kafasını
dağıtmanın bir yolunu bulmuştu. Cesetleri dışarı doğru çektirmeye başlamıştı. Bir
kaç kişiyi de bu işe davet etmiş ve birden bir ekip kurmuştu. İçerde kokmaya ve
çürümeye başlamış ceset yığınlarını tilki inine yakın yere çekiyordu. Kanyonun
sonundaki bu yerde onları topluyor ve düzgünce dizdiriyordu. Onlarca hatta
yüzlerce ceset vardı içeride. Akşam olana kadar onları çekmekle uğraşmıştı.
Yakacak odunları yoktu ama Bakren muhafızı olan ateşli kılıçları olan adamlar
vardı. Biraz alkolleri sayesinde bu yığını ateşe verip kısa bir ayin
düzenleyebilirlerdi. Bu sayede hem kendi dikkatini hemde korku içindeki
insanların dikkatini dağıtmış olabileceğine inandı. Ateşin yakılması için son
hazırlıklar yapılmıştı. Kuwala insanları bir araya toplamıştı. Herkes oradaydı
sadece muhafızlar görev yerlerinde idi. Ateş yakılmadan önce en yaşlı olan konuştu.
Gelenekleri böyleydi.
''Tanrılar
onları kutsasın ve huzur buldursun.'' demişti. İnsanların ölülerini yakmama
sebebi kabul etmemiş oluşlarıydı. Ateş ve yer bahaneydi. Ama şimdi hepsi onlara
son vedalarını edecekti. Kuwala onlarla beraber bu ayinde yer almıştı. Dizleri
üstünde onlarla dua etmeye başlamış ve yanan ateşle beraber ayağa kalkmıştı.
Yanık et kokusu çürük et kokusundan daha iyiydi. Hatta aç olan bazı kişiler
için iştah açıcı bile gelmişti. İnsan özünde bir vahşi hayvandı ve kendini
kontrol edemediği yanları vardı. Aç kaldığında çocuklarını dahi yiyebilecek
kadar vahşiydiler. Kontrolden çıkacak olan bu yerde ateş yanmaya devam ederken
birden bir çığlık kopmuştu. Ateşin bir yerinde bir kavga çıkmıştı. Yanmış bir
uzvul birisi tarafından alınmış ve bir kaç kişi bir grupla kavgaya girişmişti.
''Neler
oluyor?'' Kuwala oraya doğru gidince karşısına ilk çıkan kişi ile konuşmuştu.
''Ölüleri
yemekten söz ediyorlar!'' Kuwala daha fazlasını duymamıştı. Birileri yanmış et kokusu
ile yenebileceğini düşündüğü ölülerin ateşten uzvullarını çalmaya çalışıyor ve
birileri tartışıyordu. Dikkat dağıtmak daha çok aç ve saldırgan olan bu
insanların daha da saldırgan ve aç hissetmelerine sebep olmuştu. Tartışma o
kadar büyümüştü ki muhafız birliği oraya doğru gelmiş ve kokunun tıpkı pişmiş
yaban geyiği eti gibi koktuğundan söz etmişlerdi. İnsanları durdurmaya
kalkışmışlar ama sert tepkiler ve sesler yükselince vaz geçmişlerdi. Ateşten
kaçırılan parçalar başka ufak ateşlerde pişiriliyordu. Kuwala etrafta
dolanırken ağıtlar yakan ve onlara aldırmadan insan eti yiyenlere bakıp kaldı.
Ruhları gökyüzüne henüz ulaşmamış bu insanların bedenlerini av hayvanı eti gibi
tüketiyorlar ve bunu yerken mutluydular. Kahin Sohow insanların açlıktan birbirlerini
yediğini söylediğinde abartılı bulmuştu. Tapınakta bolca yemek vardı ve açlığın
bu kadar şiddetli olabileceğini düşünmemişti. Korku dolu gözlerle etrafta
dolaşmaya başlamıştı. Birden başlayan bu kıyameti andıran ortamda gözleri
doluyor ve ne yapacağını bilmeden kargaşadan çıkmak için kaçınmaya çabalıyordu.
O sırada
Helyan Kea harekete geçmek için tam zamanı olduğunu düşünmüştü. Yataktan
doğruldu. Kuşağını sağlamca bağlamaya başladı. Saçlarını geriye doğru toplarken
gülümsemişti.
''Akşam
yemeği lezzetli kokuyor! Ne yiyorlar? Av iyi geçmiş olmalı!''
''İnsan
yiyorlar. Rahom cenaze düzenlemek istedi ama eline yüzüne bulaştırdı.''
''Birbirinizi
mi yemeye başladınız. Bakren bu hale düşer miydi?''
''Kuzey bu
hale düştü çünkü Rahom sadece kaos getirdi.''
''Buna son
vereceğim. Onu sizin için öldüreceğim. Kardeşimi kurtarmak için bunu
yapacağım.'' dedi. Naseen kaşlarını çatıp başını sallamıştı. Helyan Kea'nın
Rahomu öldürmesini doğru bulmuyordu ama bunu yapması gerektiğine inanıyordu.
Ona kötü olmasını emreden bir rahomun iyilik getireceğini düşünmüyordu. Gece
yanan büyük ateşin etrafında eşlerini, çocuklarını ve dostlarını yiyen
insanların üzerinde salınmaya devam ederken Kuwala bu kaostan bunalmıştı. Onu
boğan kokudan kaçmak ister gibi madenlerin içine doğru yürümüştü. İnsanların
birbirini yemesi gerçeğini kaldıramıyordu. Ağıtların ve ağız şapırtılarının
kulaklarında çınlamasından duyduğu rahatsızlık ile ellerini kulaklarına
götürmüştü.
''Nasıl
yapacaksın?''
''Önce
gidip Daki'yi bulmam gerek. Kapının olduğu yere kadar beni götürmen gerek!''
''Oraya
ulaşmak zor olacak! Çok muhafız var!''
''Dikkatlerini
dağıtmalısın. Tarih seni unutmayacak kuzeyli dostum. Tarih senin yaptığın
iyiliği asla unutmayacak.'' demişti Helyan Kea. Naseen dışarı çıkmıştı. bir
kargaşa lazımdı. Ve bunu sağlamanın tek yolu ateşi söndürmeye çalışmak
olacaktı. Eline aldığı büyük fıçı ile ateşe doğru yürüyordu. Bir hışımla ateşin
üstüne suyu atıp bağırmıştı.
''Rahomun
yaptığı bu hatayı düzelteceğiz. Muhafızlar ateşi söndürün!'' demişti. Bu
kargaşayı çıkarmak için yakılan ilk fitil oldu. Ateşin üstüne dökülen sudan
cesaret alanlar ailelerini yiyen insanlara öfkeli olanların kışkırtılmasına
sebep olmuş ve insanlar birbirine girmişti. Çığlık sesleri bağırtılar ve ateşin
çıtırtıları kanyonu sarmaya başladığında bir kaç kişi bağırmıştı.
''Destek
gönderin!'' Surun etrafındaki askerler oraya doğru koşmuş ve kargaşayı
bastırmaya çabalarken Helyan Kea dağın gölgesinde bir yılan gibi sürünerek
kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Kapıyı sonuna kadar açtığında içeri girecek
olan askerlere bir işaret göndermeliydi. Kenarda duran bir meşaleyi aldı eline.
Karanlıkta bir kibrit ışığı gibi ilerleyen ateşi fark eden kişiler Grave ve
Daki olmuştu. Aşağıdaki ateşin nereye gittiğine dikkat kesildiler. Kapıyı açmak
için kurulan makaralı sisteme doğru yürüyordu.
''Kapının
önüne adam mı yolladın?''
''Hayır!
Genelde oraya yaklaşmak yasaktır.''
''Kim peki
o?'' Daki bunu sorunca Grave'nin aklına tutsakları olan kişi geldi. Gözleri
irileşti. Bileğinden ktırtı geldi. Merdivenlere doğru koşarken bağırmıştı.
''Durdurun
onu!''
...
Bölüm
Yirmi Üç: Gecikmiş Özürler
Uzun ve yorucu geliyordu bu
gece ona. Kalbine giren ağrının sebebi çoktu ama karanlığa döndüğü yüzünü
ıslatan gözyaşlarının sebebinin Daki'nin ona kızgın olduğunu düşünmesiydi.
İnsanlığın her türlü pisliğini kaldırabileceğini sanıyordu. Öldürmek ve
yaşatmak bunlar insan doğasında olduğunu düşünüyordu. Şimdi ise insanları yiyen
insanlar görüyordu. Bunlar onun için çok fazlaydı. Yapmaya çalıştığı her şey
yavaş yavaş yıkılıp gidiyor gibi hissediyordu. En başa dönmek istedi. Bir an
için herşeyin başladığı o anda veranda da olmak istedi ve titreyen dizlerine
engel olup Daki'nin elini tutup ters yöne gitmek istedi. Bilmediği bu dünyada
bilmediği ve anlam veremediği bir savaşın içindeydi. Cebinde taşıdığı el
yazması ona yol gösterir sanmıştı, Ayezi onun için geleceği görüp iz sürer
sanmıştı... Ama hiçbiri işe yaramıyor gibi hissediyordu.
Ellerini
kulaklarına doğru götürdü. Gelen sesleri susturmak için çabaladı. Duvara doğru yaslanıp
dışarıdan gelen ışıklara bakmaya başladı. Sesler o kulaklarına bastırdıkça
artıyordu.
Çenesi
titriyor. Bir çocuk gibi ağladığını fark ettiğinde kendinden utanmıştı.
Büyümüştü ve sorumluluk sahibi olması gerekiyordu. Koruması gereken bir adam
vardı ve bir ülke... Burada oturup çocuk gibi ağlamaktan uatnıyordu ama kendini
durduramıyordu.
''Korkuyorum!''
demişti kendi kendine. Ağlamasının sebebinin bu olduğunu sindirmek için
konuşmaya çabalıyordu.
''Efendim!''
Ses kulaklarında boğuktu ama ona seslenen birileri vardı ve bu ses giderek
artıyordu. Titreyen çenesinden akan gözyaşlarını durdurması gerekiyordu. Oraya
doğru birileri geliyordu ve onu bu halde görmemeleri gerekiyordu.
''Efendi
Kuwala, Genç Efendi!'' Ses arttıkça göz yaşlarını silmek için ellerini
kulaklarından çekti. Duvardaki boş gölgeleri izliyor gibi bakmaya başladı. Ve
arkasından bağıranı duymuyor gibi davranmaya çalıştı. Koşan adamın nefes nefese
sesi maden duvarlarında yankılandı. ''Efendi Kuwala!'' Kuwala bu sefer onu yeni
duymuş gibi davranmaya karar vermişti. Ellerini arkasında birleştirdi.
''Hımm?'' demişti.
''Kapıda
bir şeyler oluyor. Efendi Daki ve Komutan Grave orada! Bir yabancı var! Oraya
gitmemiz gerekiyor. Efendi Daki'nin kılıcını yaktığını görmüşler. Komutan Grave
sizi çağırmamı istedi!'' Kuwala bunu duyunca bir an ona doğru dönmüştü. Saldırı
mı başlamıştı? Yoksa Daki sonunda Helyan Kea ile karşılaşmış mıydı? Kötü bir
şeyler olmadan oraya gitmesi gerekiyordu. Kaşlarını çatıp hızlı adımlarla maden
çıkışına doğru yürümeye başladı. Adam onu takip ediyordu.
''Bir esir
getirmiştik! Seron olduğunu düşündük. Bakrenlid eğildi. Onu konuşturmak için
uyanmasını bekledik. Fakat Komutan Naseen'e bir şey yapıp kaçmış. ''
''Naseen
nerede peki?''
''Bilmiyorum
Efendi Kuwala! Onu araması için birilerini gönderdi Komutan Grave ama henüz ses
yok. Etraf çok karışık. En son ateşe su dökerken görmüşler onu. Şimdi birden
bire ortadan kayboldu. İnsanlar insanlar...'' Kuwala dışarı çıkınca şaşkınlık
içinde kalmıştı. İnsanlar birbirleri ile dövüşüyordu. Etrafta kıyamet kopmuş
gibiydi. Durgun geceyi yanan ateşler ve sesler hırçınlaştırıyordu adeta.
Şaşkınlık içinde bakıp kaldı. Ne yapacağını bilmeden öylece madenlerin
çıkışında kalmıştı. Adam kılıcını çekip elinden kaydırdı. Ateş kılıcı karmıştı.
''Sizi koruyacağım.'' demişti. Kuwala onlara bakıp kalamazdı. Kapıda bir şeyler
ters gidiyordu ve oraya varmaz ise işlerin daha kötü hale geleceğini
hissediyordu.
Kapının
önünde sessiz bir gerginlik vardı. Meşaleler ışığında aydınlanan yüzün Helyan
Kea'ya ait olduğunu gördüğünde Daki öylece kalmıştı. Adem elması bir kaç kez
aşağı yukarı hareket etmiş ve sözcükler boğazına dizilmişti. Onun burada
olacağı aklının ucuna bile gelmemişti. Kuwala'nın bunu biliyor olduğu düşüncesi
ile titreyen eli gerilip kılıcının kabzasını sıkmaya başlamıştı. Sessizlik
devam ederken Helyan Kea meşaleyi gergin kalın halata doğru yöneltti.
''Sakın!''
demişti titreyen bir sesle. Dişlerini o kadar şiddetli sıkıyordu ki çenesindeki
bütün kaslar gerilmişti. Helyan Kea gülümsedi. Gözlerinde bomboş bir ifade
vardı. O sakin ve durgun asil yüzünü takınmıştı.
''Korkma
küçük kardeşim! Burada daha konuşmamız bitmeden bu halatı yakacak değilim. O
kadar bencil değilim.'' demişti. Grave bir an şaşkınlıkla Daki'ye döndü. Seron
olduğunu düşündükleri adamın Daki'ye kardeşim diye seslenmesine bir o değil
muhafzılarda şaşırmıştı. Daki kılıcının kabzasını daha sıkı kavradı.
''Karşıma
çıktığında seni öldüreceğimi söylemiştim. İhanetlerinin ardı arkası
kesilmeyecek mi?'' Helyan Kea gülümseyerek ona baktı. Başını iki yana salladı.
''İhanet
mi? Bu yaptığım ihanet değil ittifaklarımıza yardım. Asıl hainin sen ve Aleon
olduğu gerçeğini UngurPan ve meclis öğrendiğinde...''
''Meclise
anlatacakların nasıl askerleri ölüme doğru sürdüğün olmalı ve adamlarımı!''
''Meclis
beni dinleyecek ve kararı senin bir Rahomun peşinde koşan aklını kaybetmiş
prens olduğun kanısına vardığında cezanı kabul etmen gerekecek. ''
''...''
''Bana
öyle çocuk gibi bakma! Yetkin bir hitabım var ve insanların aklına yatacak
şeyleri söylemede başarılı bir adamım. Burada verdiğiniz savaşı kazanacağına
inandın mı? Buna bir çocuk gibi inandım mı?'' Kahkahası etrafı sarmıştı. Beyaz
dişleri ve kızıla doğru dönmüş yeşil gözleri alevlerin ışığında parlıyordu.
''Kaybedeceksiniz ve bir şansın var kardeşim, gel ve yanımda dur bu sayede
yaptığın her şeyi unutayım. Aleon'u affedeceğim gibi senide affedeceğim.''
gülümsemesi bir anda yüzünden silindi.
''Helyan
Kea!'' Kuwala'nın sesi yankılanmıştı. Sesi yankılanmıştı kanyonda. Gözlerinin
gri rengi ay gibi ışıldıyordu çatık kaşları altında.
''Benim
topraklarımda sen kimsin ki birilerini tehdit ediyorsun?'' Cübbesi savrulmuştu.
Helyan Kea güldü. Ona bakıp kaşlarını kaldırdı. Omuz silkip meşaleyi hafifce
halata doğru eğdi.
''Senin
toprakların ha? Bir sene kadar önce kim olduğunu bilmeyen bir çocuk gelmiş bana
burada emir veriyor. Güzel bir gece olacak gibi!'' dedi. Kuwala oraya doğru
yürüyordu. Daki'yi rüzgar gibi geçti ve Helyan Kea ile arasında bir kaç metre
kalınca durdu. ''Boynunu kırmam bir saniyemi almaz. Ama bunu istemiyorum.
Teslim ol ve daha fazla kan döktürme!'' dedi. Helyan Kea başını yavaşça iki
yana salladı.
''Bir laf
vardır UngurPan'da biliyor musun?''
''...''
''Ölüm
sessizdir. Sen çok konuşuyorsun. Yapacak olsan adımı haykırmadan yapardın. Ama
yapamıyorsun!'' dedi. Ellerine dikti gözlerini. Kuwala sargılı parmakların
baktı. Bir süre buzu kontrol etmeyecekti, edemeyecek idi. Parmakları daha fazla
morarması ve kangren olmasından korktuğu için bunu yapamıyordu. Helyan Kea onun
bu zayıflığını anlayacak kadar zeki bir adamdı.
''Bunu
yapamayacaksın! Kardeşim ile arama girme ve zayıflığının yükünü ona
bindirmekten vaz geç! Onu tutsak ettin. Şimdi özgür kalması için izin
vermelisin. Bu biraz olsun günahlarını hafifletecektir.'' Kuwala onun
söyleidklerini soğuk bir ifade ile dinliyordu. Helyan Kea meşaleyi yavaşça
elinde salladı. ''Gerçekten bir süre için eğlendiniz. Ama şimdi gözlerini aç ve
bak! Senin topraklarında senin için savaşan insanlar birbirlerini yiyorlar. Kan
ve açlıkla mücadele ediyorlar. Sen yumuşak yatağında yatarken onlar burada
savaştı ve şimdi burada ölümlerine sebep olacaksın. Artık gerçeği gör Rahom
Kuwala! Sandığın gibi savaşı kazanmıyorsun. Sadece insanların hayatlarını yok
ediyorsun. Burada var olan düzeni alt üst etti varlığın.'' Gülümsüyordu. Kuwala
onun yüzüne bakarken dolan gözlerini tutmak için avurtlarını ısırıyordu. ''Yok
ediyorsun!'' Helyan Kea bunu keyif içinde tekrar etmişti. Kuwala titreyen
dudaklarını kontrol etmek için birbirine öyle sıkı kapatmıştı ki... Tekrar
açamayacağını sanıyordu.
''Yeter!''
yankılanan ses Daki'nin sesi olmuştu. Kaşları çatılmış ve yüzündeki damarlar
şişmişti.
''Konuştuğun
kişi Kuzeyin efendisi! Ona karşı böyle saygısızlık yaparak kendini daha fazla
küçültme. Kelimelerin şuursuzca çıkıyor ağzından. İhanetin yetmez gibi saygısızlıkta
yapıyorsun. Bunun sonucunda hayatta kalacağına inanan bir aptal olman senden
utanmama sebep oluyor.'' kelimeler ve ses son bulduğunda arkadan gelen sese
dönmüştü herkes.
''Kuzeyin
sahibi değil o! O sadece bizi kaosa sürükledi. Şu halimize bakın. O adam bize
yardım edecek. Rahom dediğiniz kişi Efendi Daki'nin aklını yıkadı. Onun ölmesi
demek tanrıların öfkesini bastırmak demek.'' Naseen oraya doğru yürüyordu.
Yüzünde is vardı. Sinirden burnundan soluyordu. Kuwala ona doğru çevirememişti
başını. Naseen'in dediklerini duyduğunda kalbi durmuştu adeta. Duydukları
gerçek olamayacak kadar saçma olmasına rağmen inanıyordu. Bunların sebebi
olduğuna inanıyordu.
''Bana
anlattı. Rahomun dirilişinden sonra kardeşini aklını kaçırıp onun kölesi gibi
arkasında gidişini anlattı. Onu efsunlayıp kölesi gibi kullandığını ve bizlere
yaptığını anlattı. Londaga'nın ruhunu taşımasına rağmen onun hala bir Rahom
olduğunu unutmayalım. O deli! O gölgelerin kontrolünde bir ruh!'' Naseen
ağabeyinin yanına gelmişti. Sözleri gibi duruşuda kendinden emindi.
''Onu
öldürmek belkide biz Kuzeylilerin şu ana kadar yapacağı en doğru şey olacak.
İkinci Kışlayı terk ettiği gib burayıda kapana kıstırıp terk edecek. O ve Melez
Piç aslında Kuzeyden kanlarının intikamını alıyor. Bunu göremiyor musunuz?''
Etrafta dehşete düşmüş insanlar ve derin bir sessizlik vardı.
''Ne
diyorsun sen?'' Grave kardeşinin kolunu tutmuştu. İnandıkları her şeyi yok eden
kardeşini durdurmaya çalışıyordu.
''Doğru
olanı yapacağım. Bana o adamı öldürmemi söyledi. İyi bir lider bunu istemezdi.
Efendi Daki'yi uyaracağından korktuğu için bunu söyledi.'' sesi yankılandıkça
daha bi özgüven ile konuşuyordu. Daki ağzı açık şaşkınlık içinde ona bakıyordu.
Naseen gülmeye başlayınca Kuwala ona Helyan Kea'yı işaret etti. Titreyen sesi
boğuktu.
''Ona
bak!'' demişti. Eliyle işaret ettiği Helyan Kea elindeki meşaleyi halata yakın
tutuyordu bir basamak yukarıdaydı. Naseen ona bakıyordu. Anlamsızca oraya doğru
bir kaç adım attı.
''Neden
rahomu öldürmek yerine orada dikilmiş... sen neden oradasın?'' Helyan Kea
istemsizce güldü. Naseen'in saf aklına gülmeden edemiyordu. Elini dudaklarına
götürdü.
''Eğer
birisinin yaşamasını isteme şansım olsaydı bu saf adam olurdu. Gerçekten hala
bir şeyleri anlamadın mı?'' dedi. Naseen kandırıldığı gerçeğini henüz fark
etmemişti. Bir şeyler yanlış gidiyordu ve bu onu delirtiyordu ama çözebilmiş
değildi. ''Kapıyı mı açacaksın düşmana?''
''Sizin
düşmanınız çocuk! Gerçekten bu kadar saf olmanı beklemiyordum.''
''Ben
sanmıştım ki sen kuzeyin yanındasın ve...''
''Bir
güneyli asla kuzeye boyun eğmez. Seronlar nasıl Bakrene boyun eğdirip burayı
istila etmeye geldi ise bende bir Ung Prensi olarak Güneylilerin yanında
olacağım.''
Naseen ona
boş boş bakmaya başlamıştı. Kandırılmış olmanın verdiği acıyla yüzü buruştu.
''Yalan
mıydı?''
''Her
kelimesi değil ama çoğu evet. Siz Kuzeyliler aptal ve kas kafalısınız.''
Kahkaha midesine kramp sokuyordu. Helyan Kea'ya bakıp bir an kılcını çekmiş ve
ateşi etrafa sıçramıştı. Kuwala yanından rüzgar gibi geçen gence doğru dönmüştü.
Yana kılıç havada asılı kalmıştı. Helyan Kea kılıcını Naseen'in boynuna
doğrultmuş ve ipe ateşi yaklaştırmıştı.
''Yanlış
hareket çocuk! Bak şimdi hem kendi canından hemonların canından olmasına sebep
olacaksın.'' demişti. Naseen öfke içindeydi. Kılıcı titriyordu. Grave olduğu
yerde kalamazdı. Kılıcını çektiğinde askerleri de çekmişti.
''Buradan
çıkamazsın!'' diye gürlemişti. Helyan Kea gülümseyerek ona döndü.
''Buradan
çıkmayacağım ki... Cesetlerinizin üzerinden geçen öküz arabalarında ki
gümüşleri sayacağım oturup.'' dedi. Naseen ona bakan Kuwala'ya kitlenip
kalmıştı. Kuwala dolmuş gözleri ile onlara bakıyordu. Ellerini göğsüne doğru
çekmişti. Çenesinden ufacık bir pırıltı yere doğru düşmüştü. Düştüğü yerde
oluşan buz hemen eriyip gitmişti. Naseen onunla göz göze geldiğinde kitlenip
kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Rahoma karşı yaptığı suçlamaların cezasını
çekerdi ama insanların ölümüne sebep olmuş olmak istemiyordu.
''Helyan
Kea hesabını benimle gör!'' demişti Daki. Helyan Kea kılıcını çeken kardeşine
döndü.
''Seninle
teke tek savaşmak mı? Bir canavara karşı elimde bir mektup açacağı ile gitmek
gibi olur kardeşim. Bu kadar aptal değilim. Aleon ile beni karıştırma.''
demişti. Gözlerini Kuwala'nın gözlerine dikti.
''Tek
rakibim bu zayıf varlık olabilir. Onu öldürürsem erişeceğim ünü düşünüyorum.
Oraya geri döndüğümde veliaht prenslik ünvanım verilmiş olur.'' dedi. Kuwala
ona bakıp kalmıştı. Dövüşmek... Onunla dövüşürse kazanırsa her şeyi
durdurabilirdi.
''Dövüşelim
o zaman.'' dedi. Helyan Kea iştah dolu bir kahkaha daha attı.
''Siz
salak mısınız? Beni avlayabileceğiniz bir tavşan olarak falan mı görüyorsunuz
ha?'' kılıcı Naseen'in boynuna doğru bastırdı.
''Bu piçi
ve bu ateşi bıraktığım anda beni okçular vurur.'' dedi. Kuwala ona bir süre
baktı ve bir kaç adım geri çekildi. Beklediğinden daha ağır sözler duymuştu.
Yine de Naseen'in korkusunu görebiliyordu. Elleri hala göğsünde birleşmiş
haldeydi.
''Korku en
büyük düşmandır. Eğer korkarsan inanırsın ve hata yaparsın!'' Kuwala el
yazmasından aklına gelen bu satırları söylemişti. Geriye doğru birkaç adım daha
attı. Helyan Kea dahil herkes onun ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Daki
soğuk rüzgarı hissetmeyi bekledi. Saldıracağını düşündü ama yapmıyordu. Geriye
doğru çekildi ve Daki'nin bir kaç adım önünde durdu.
''Naseen
neden beni dinlemedin? Seni gücendirecek bir şey mi yaptım ben?'' Kuwala
sakince konuşuyordu. Naseen ona bakıp kalmıştı. Kuwala omuzlarını düşürdü. ''Bu
dünya bana çok yabancı. Yaşadığım onca senelik hayatımdan sonra buraya alışmak
çok zor. Ve sizleri gücendirdiğimde bir hata yapıyorsunuz. Seni gücendirdim ve
Helyan Kea'nın sözlerine kulak verdin. Özür dilemek için geç mi?'' Naseen
öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Neden gücendiğini anımsamıyordu bile.
Sadece Melez Piç'i değerli bulduğunu düşünmüştü Rahomun. İyi ve kötü arasında
ona seçim yap demişti. Bunlar şu an ona gücenilecek gibi gelmiyordu.
''Helyan
Kea seninle asla gerçekten tanışamadık. Neden bana bu kadar nefret dolu
bakıyorsun? Seni neden gücendirdim. Özür dilemek isterim.'' dedi. Helyan Kea
güldü. Başını iki yana salladı.
''Dil
oyunumu yapıyorsun sen? Karşında kim var haberin bile yok ha! Beni bu aptal
gibi çabuk kanacak birisi mi sanıyorsun?'' Kuwala başını yana doğru eğdi.
Samimiyetle soruyordu herşeyi. İnsanların neden ondan nefret etmeye başladığını
anlamıyordu. Sürekli olarak bir şeyler için ona kızgındılar ve ona karşı nefret
dolu bakıyorlardı. Bu bakışları daha fazla kaldıramazdı.
''Samimiyetle
soruyorum. Özür dileyeceğim. Kardeşini senden kaçırdığımı düşündüysen bunun
içinde özür dileyeceğim.'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Kuwala'nın yanına
doğru bir kaç adım attı ve tepeden ona baktı. Gerçekten de yüzünde sakin ve
yorgun bir samimiyet vardı. Dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Ellerini
yanlara doğru sarkıttı. Helyan Kea'ya doğru döndü. Öne doğru eğildiği sırada
Daki birden onu omzundan yakalamıştı.
''Yapma!''
dedi. Kuwala omzunu tutan elin ağırlığına rağmen eğilmeye devam etti.
''Hayatınızı
gasp ettiğimi düşünmenize neden olduğum ve kardeşinize zarra verdiğimi düşündürdüğüm
için özür dilerim Prens Helyan Kea!'' demişti. Daki ona bakıp kalmıştı.
Anlaşılması zor bir adam olmaya başlamıştı Kuwala. Derin ve donuk bakışları
ardından neler düşündüğünü anlayamadığını düşünüyordu. Neden özür dilediğini
sormak istedi ona. Ancak ikinci özür geliyordu. Naseen'e doğru dönüp aynı
şekilde eğildi.
''Sadece
gerçekleri göstermeye çalıştım ama beni yanlış anlayacağını düşünmediğim için
özür dilerim.'' dedi. Naseen ne diyeceğini bilmiyordu. Kuwala tekrar
doğrulduğunda sakince gülümsüyordu.
''İnsanların
değişeceğine inanmıyordum. Ancak son zamanlarda Aleon, Güneş'in Kızı ve
Marinoe'nin değişimini kendi gözlerimle gördüm. Keşke burada da aynı şey
olsaydı ve yapacaklarım için başkalarından özür dilemek zorunda kalmasaydım.''
dedi. Kollarını arkada birleştirip dudaklarını araladı. Hafif bir ıslık sesi
yankılandı karanlık gecede. Islık sesini takip eden şey toprağa sertçe basan
pençerler olmuştu.
''Karanlık
etrafı sardığında aydınlığı sağlamak için kendini yakman gerekebilir. Bazen bu
ateşin ilk kıvılcımı korkularımız, bazende inançsızlığımız olur. Ama sonunda
yanmaya başlarsın. Artık her şey için geç kalınmış olur. Darta yanan ruhunu
kutsasın. Tesna kirlenmiş ruhunu arındırsın. Ateş sizi huzura kavuştursun.''
Sözcükler bittiğinde tepelerinden sıçrayıp geçen gölgenin ardından meşale
basamağa düşüp soğuk zemine doğru yuvarlandı.
''Sadece
insanlara şans tanımak istedim. Bana sürekli sizin için savaşmanın anlamsız ve
boş olduğunu söylediler. Bu konuda hep yanılmalarını bekledim güvendiğim iki
kişinin. Ama şimdi anlıyorum ki insanlar değişmeyecek. Sizlerden özür
dilerim!'' demişti. Pençelerinden kan damlayan boz kurt olduğu yere oturdu.
Helyan Kea ve Naseen yan yana devrilmişti. Boz kurt başını kaldırıp uluyarak
Rahomu selamladı. Kuwala ona doğru bir kaç adım attı. Kürkünü ve başını nazikçe
okşadı. ''Hiçbir kurt efendisini öldürmekle cezalandırılmamalıdır. Bunun için
beni affet.'' dedi. Kurt başını eğip kulaklarını indirdi. Etrafta dehşet dolu
gözler ve sessizlik vardı. Grave bir cesaret oraya doğru yürüdü ve göğsü
parçalanmış kardeşinin yanına koştu. Onu kucağına alıp açık gözlerini nazikçe
kapatıp başını eğdi. Kuwala ona göz ucuyla baktı.
''Bir
kişinin yanması binlerce kişiye yol gösterecektir. Bunun için özür dilerim.''
demişti. Grave boğuk bir sesle ona cevap verdi.
''Siz
doğru olanı yaptınız efendim. O ihanet etti ve kanı benim elime bulaşmadan
doğru olanı yaptınız.'' demişti. Kuwala ilerideki Helyan Kea'ya baktı. Göğsü
parçalanmıştı. Dudakları arasından ince bir kan sızıyordu. Açık gözleri ise
gökyüzüne doğru çevrilmişti. Onu öldürmek dışında başka şansı yoktu. Daki'ye
doğru döndü. Sonuçta onun ağabeyini öldürmüştü. Bir şeyler söylemek istedi.
''Ö...''
''Bunu
yapma. Özür dilemene gerek yok. Onu kampta öldüremediğim için benim hatam bu
olanlar. Söyledikleri ve yaptıkları için özür dilemesi gereken benim.'' Kuwala
yanındaki kurdun yumuşak boz kürkünü nazikçe okşadı.
''Onun
için özür dilemek zorunda değilsin. Bunu yaparsan benimde ailem için herkesten
özür dilemem gerek. Ailenin yaptıkları için özür dileme. Sadece kendi
yaptıkların için özür dile.''dedi. Yanına doğru yürüdü.
''Sana
olanları anlatmadığım ve onu gördüğümü anlatmadığım için özür dilerim. Yalan
söylemedim ama seni korumak için yapmaya çalıştım bunu. Tek başıma savaşmaya
kalkıştığım için özür dilerim.'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Kuwala nazikçe
dudaklarını yukarı doğru kıvırdı. Gülümsüyordu. Kanyonun ilerisinde devam eden
kaosa bakıp oraya doğru adım adım yürüdü.
''Sebep
olduğum bu kaosu durdurmam gerek!'' demişti. Ellerindeki sargıları teker teker
açmaya ve ardında bırakmaya başlamıştı. Şimdi soğuk rüzgarı Daki hissediyordu.
Onun korkularını eskisine göre daha çabuk yendiğini verdiği gururu yaşıyordu.
Ona eşlik edemezdi. Can vermiş olan ağabeyinin cesedini ne yapacağını düşünerek
oraya doğru yürüdü. Onun burada yakılması gerekiyordu. Ama bunu hak ediyor
muydu? Cesedinin UngurPan'a taşınması gerektiğini düşündü. Aleon'a teslim
etmesi gerektiğini düşünüyordu. Onu öldüren kişinin hep Aleon olacağını
sanmıştı. Eğilip boynundaki kraliyet madalyonunu çekip aldı. Parmağındaki
kırmızı taşlı yüzüğü ve kılıcını! Ondan arda kalan olarak bunları geri götürmek
yeterli olacaktı. Eli istemsizce Helyan Kea'nın yüzüne gitti. Nazikçe gözlerini
kapayıp dudakları kımıldandı ve fısıldadı.
''Tesna
seni kutsasın ağabey!''
Sözcükleri
bittiğinde bir yabancının cesedine bakar gibi baktı ona. Yas tutmak istedi ama
bunu yapamıyordu. Onun ölümü sır olmayacaktı ama sebebi sır olacaktı.
UngurPan'da ailesinin yaşamın devam edebilmesi için savaşta öldüğünü
söyleyecekti herkese. Bir hain olduğunu söylemeyecekti. Gözleri kardeşinin
cesedini bırakmaya razı olmayan Grave'ye kaydı. Ona doğru yürüdü ve yanına
çöktü. Elini grave'nin omzuna koydu. Grave başını dik tutmaya çalışıyordu.
Küçük kardeşinin ölümünün gerekçesini biliyor ama onun ölmüş olmasını
kaldıramıyordu.
''Onun
için bir cenaze düzenleyeceğiz.'' demişti Daki. Grave başını iki yana salladı.
''O bir
hain ve onun yakılması için tören düzenlenmeyecek.'' dedi. Grave kardeşini
kayırırsa askerlerinin gözünde gücünün düşeceğini biliyordu. Gözleri ileride
oluşan sessizliğe kaydı. Ateşler sönmüş ve soğuk rüzgarın uğultusu duyulmuştu.
Kuwala orada gücünü kullanıp bütün ateşleri söndürmüş ve kılıçları
bıraktırmıştı. İnsanlar bir rüyadan uyanır gibi ayılmıştı. Ancak hala karnını doyurmaktan
söz edenler vardı.
''Akrabalarınızı,
dostlarınızı yiyorsunuz!''
''Açlık ne
bilmiyor musun sen Rahom?''
''Biliyorum.
Ama bu yapılan bunun bahanesi olamaz.'' demişti. Adam karşısındaki Rahoma
kılıcını doğrulttu.
''Ne
yapacaksın?''
Kuwala ona
baktı ve elini havaya doğru savurduğunda adamın kılıcı göğe yükselip kar
taneleri olarak inmeye başlamıştı. Kuwala orada kimseyi öldüremezdi ama göz
korkutmaktan yanaydı.
''Dışarıda
gerçek düşmanınız var ve şu halinizle onlar için av hayvanı olmaktan öteye çıkamayacaksınız.
Kendinize gelin!'' demişti. Ellerini birbirine vurduğunda ölü bedenler
ışıldamış ve binbir parça olup ışıltılar şeklinde gökyüzüne doğru yükselmişti.
O kadar çok ışık vardı ki aya doğru giden Bakren kampının da dikkatini
çekmişti. Gecede bütün kargaşayı yok eden bu görüntüye bakıp kalmıştı herkes.
Kuwala rüzgarı geri serbest bıraktı. İnsanlar akraba ve dostlarının ışıklar
içinde bin bir parça olup göğe yükseldiğini gördüğünde hayranlık içinde
kalmıştı. Ruhları huzur buluyordu. Kuwala uyuşmuş parmaklarını arkasında
birbirine kenetleyip başını öne doğru eğip kaldırdı. Bir gösteri sunmuştu
onlara. Kargaşayı dağıtacak ve insanların azgınlığını dindirecek bir efsun...
Helyan Kea ve Naseen'in bedenleri yitip giden bedenlerden olmamıştı. Saat
ilerlerken Grave kardeşinin bedenini nasıl yok edeceğini bilmiyordu. İki
bedende kanyonun en uzak köşesine çekilmişti. Boz Kurt başlarında nöbet tutar
gibi bekliyordu. Efendisinin cesedini kolluyordu bir nevi.
Grave
orada bir süredir oturuyordu. Daki ise kanyonuna doğru yürüyordu. Bulduğu arpa
içkisi dolu atara ile oraya doğru giderken Kuwala yanına doğru yaklaştı.
Ellerini arkasında birleştirmişti. Daki ona baktı ve sessizce yürümeye devam
etti. Kanyona vardıklarında Grave onları görüp ayağa kalkmıştı. Kuwala ufak bir
cenaze düzenlemek için oradaydı. Kurt onun geldiğini görünce kenarı doğru
çekildi. Yan yana yatırılmış cesetlerin yanından uzaklaştı.
Kuwala
kollarını yukarı doğru kaldırdı. Mor parmak uçları yanan iki meşalede belli
oluyordu. Tanrılara o ruh ve bedenleri göndermesi gerekiyordu. Daki sessizce
Grave'nin yanına çekildi. Kardeşini uğurlamak için buradaydı ve bu sessizlik
ölüme saygıydı. Ne yaparsa yapsın o ağabeyi idi ve onu son yolculuğunda yalnız
bırakmak istememişti. Kuwala gözlerini kapadı dudakları kımıldandı ve rüzgar
ölü iki bedenin etrafında dolandı. Onları ayağa dikmişti. Karşısında dikilen
bedenler canlı gibiydi. Açık ve yarılmış göğüslerindeki etler kapandı. Yavaşça
ışık etraflarını sardı. Ve bedenler binbir parçaya ayrılmaya başladı. Naseen'in
yüzünde oluşan gülümsemeyi Grave gördüğünde bir kaç damla gözyaşı ile eli
kalbine doğru gitmişti. Naseen'in bedeni parçalara ayrılıp gökyüzüne yükseldi.
Işıklar ateş böcekleri gibi birbiri ardına aya doğru hareket ediyordu.
Helyan
Kea'nın bedeni ise yerin altına doğru çekiliyordu. Yüzünde acı bir ifade
oluşmuştu. Kuwala ellerini birbirine vurduğunda ışıklar ve bedenler
kaybolmuştu. Rüzgar usulca dinmişti.
''Tanrılar
onları huzurla kabul etsin.'' dedi ve gözlerini açtı. Dikilen iki adama doğru
öndü.
Orada ölü
için içip sessiz yas tutacaklardı. İkiside hain olan akrabaları için açıkça yas
tutamazdı. Bu kanyonun gizli köşesinde karanlıkta arpa içkisi içmişlerdi. İçki
bittiğinde Grave kalkıp gitti. Gitmeden önce Kuwala'nın yanına geldi. Ona elini
uzattı. Bileklerini kavrayarak el sıkıştılar.
''Teşekkür
ederim.'' demiş ve gitmişti Grave. Daki baş başa kaldıkların yanında oturan
Kuwala ile konuşmaya karar verdi. Ancak ne diyeceğini bilmiyordu. Yavaşça
parmak uçları morarmış eli tuttu. Kuwala ona bakmıştı. Daki bir an için ona
baktı ve gözler titremişti. Kuwala onu kendine doğru çekip sarıldı. Korkulan
Kara Kurt Daki orada bir çocuk gibi Beyaz Gelincik'inin omzunda ağlamaya
başlamıştı. Sessiz hıçkırıkları ve acı gözyaşları içinde sığındığı adamın
omzunda şafak sökene kadar ağlamıştı. Kuwala onun toparlanmasını bekledi ve
götürüp verilen çadırda yatırdı. Çadırda yatanlar vardı ve derin bir sessizlik
hakimdi. Daki yastığa başını koyar koymaz uykuya dalmıştı bile. Kuwala yanına
oturup dağınık kıvırcık koyu siyah saçları nazikçe okşadı. Buruk bir
gülümsemenin ardından gözyaşları çenesinden şilteye damladı.
Bölüm
Yirmi Dört: Gökyüzündeki İnciler
Kaybettiklerinin
ardından yas tutmak en erdemli insan davranışı olarak bilinirdi. Daki bunu
yapmıştı. Bir kaç gün ung geleneklerine uyarak açlıkla yasını tutmuştu. Ağabeyi
için iki gün yas tutmanın yeterli olacağına inandı. Su dışında bir şey
tüketmeden yasını tutup vicdanı yükümlülüğünü yerine getirmişti. Bu yas
süresince Kuwala onu rahat bırakmış ve ufak tefek günlük konuşmalar dışında pek
iletişim kuramamışlardı. İlk defa Daki'yi öyle ağlarken görmüştü. Onun yıkılmaz
olan ruhu için için yanıyor gibiydi. Taşlaşmış topraktan sert bedeni çamur
gibiydi. Helyan Kea onun çocukluğunda ağabeyi ve onun için geçmişte hatıralarla
dolu bir insandı. Kuwala bunları düşündükçe eline bulaşan kanın verdiği
ağırlıkla kendini her geçen gün daha suçlu hissediyordu. Yas için tuttuğu oruç
bittiği akşam hala iki tarafta saldırmaktan uzak ve bekleyiş içindeydi. Aradaki
surun üstünde geceleri yakılan ateşlere karşılık olarak ordunun ocakları
yakılmıştı. Bakren ve Seron ittifakı ile kuzey müttefikleri karşı karşıya
bekleyiş içinde üçüncü geceye girmişlerdi.
Sessiz
açık havada ki akşam yemeğinde Kuwala dağıtımda yer almıştı. Kaynayan kazana
insanların o geceden kalan yaralarını iyileştirsin diye Kuwala çiçeğinin
yapraklarından atmıştı. Yemek bu sayede daha lezzetli olmuş ve duru su gibi
gelmiyordu insanlara. Kuwala dalgınlık içinde kaplara kepçe ile yemek
dolduruyordu.
Uzanan
parmakların zaferi ile Kuwala başını kaldırmıştı. Daki'yi gördüğünde nasıl
tepki vereceğini bilmiyordu. Bir süredir ona bakan bu gözlerden uzakta
hissediyordu kendini. Öylece boş boş bakıp kalmıştı. Elindeki kepçe kazanın
içindeydi. Ona yardım eden kadın da onun baktığı gibi Daki'ye bakıp kalmıştı.
Kuwala son zamanlarda Naseen ve Helyan Kea'yı öldürdü gerçeğini farklı
şekillerde konuşulurken duymuştu. Kadın Helyan Kea'nın Ung Prensi olduğunu ve
Daki'nin ağabeyi olduğunu biliyordu. Bunu kulaktan kulağa öğrenmişti. Şimdi bu
savaşçıyı görünce o da öylece kalmıştı. Kuyruk arkada uzuyor ve Kuwala öylece
bakıyordu. Daki bir süre ona baktı ve daha sonra kaseyi kenarda bulunan kasanın
üstüne bırakıp sıradan ayrıldı. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Büyük kapıya doğru
yürüyordu. Kenarda duran tası aldı ve içine biraz çorba doldurdu. Kepçeyi
kazana bırakıp yürümeye başladı. Kadın arkasından bir şeyler söylemişti ama
duymadan devam etti. Daki duvara çıkan merdivenleri tırmanıp ileriyi izleyen
Grave'nin yanına çöktü. Grave ona getirilen yemeği yerken durgundu. Daki yanına
oturdu ve kılıcını kenarı koydu. Grave onun boş eline baktı. Yemek almaya
gittiğini düşünmüştü. Kalkıp gitmiş ve geri dönmüştü.
''Ne zaman
saldırırlar sence?'' sohbet açmak için konuşmaya başlamıştı. Daki içeride toru
topu kalan beş yüz kişiyi düşündü ve karşılarındaki yanan binlerce ocak
ateşine.
''Saldırmadan
açlıktan ölmemizi bekleyebilirler. Seronlar öldürmek yerine süründürmeyi
seçiyor'' dedi. Grave onun elinde çorba tasını göremeyince daha fazla
dayanamadı ve merak içinde sordu.
''Hala yas
orucu mu tutuyorsun?'' Daki bu lafı duyunca şaşırmıştı. Onun oruç tuttuğunu
nereden bildiğini merak etti. Grave ise merdivenleri çıkan Kuwala'yı görmüştü.
''Rahom
Kuwala söyledi oruç tuttuğunu. Siz Unglar akrabalarınız ya da yakınlarınız
ölünce onun günahlarının hafiflemesi için burada aç kalarak dua
ediyormuşunuz.'' ayaklanmıştı. Yanlarına gelen Kuwala'yı baş selamı ile
selamladı.
''Gidip
diğer tarafı kontrol edeyim.'' dedi. Kuwala onu selamladığında arkasını dönüp
gitmişti. Daki dikilen Kuwala'ya baktı. Kuwala elindeki dolu kasenin birazını
yolda taşırken dökmüştü. Kıyafetinin kollarını bulaşan çorbayı gördüğünde Daki
istemsizce gülümsemişti. Dökmesine rağmen gülümseyerek ona sunuyordu çorbayı.
Uzanıp aldı ve yanını gösterdi. Kuwala yanına doğru oturdu. Bir süre sessizce
Daki'nin çorbasını içmesini izlemişti. Daki son yudumu aldığında elinin tersi
ile ağzını silip gülümsedi.
''Yemeklerinin
tadını seviyorum.'' demişti. Kuwala ona bakıyordu. Sesini özlediği adamın daha
fazla konuşması için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Başını Daki'nin omzuna
doğru dayadı.
''Hastalandın
mı?'' dedi endişeli bir sesle Daki. Kuwala'nın herkesin içinde böyle
sokulmasına alışık değildi. Endişelenmişti.
''Hayır...
Sadece dinlenmek istiyorum.'' Kuwala bunu söylerken dizlerini göğsüne doğru
çekti. Başını biraz daha Daki'nin omzuna doğru gömdü ve boğuk bir sesle devam
etti. ''Ung masallarından birisini daha anlatır mısın bana Daki? Bir süre
sesine ihtiyacım var.'' demişti. Daki onun damlayan göz yaşlarını omzunda hissediyordu.
''Sana
gökyüzündeki yıldızların nasıl oluştuğunu anlatan güzel bir masal
anlatacağım.'' dedi. Başını çevirip uzakta dikilen Grave'ye bakıp her şeyin
yolunda olduğunu işaret eder gibi başını eğip geri çevirdi ve karşıda yer alan
duvara gözlerini dikti.
''Uzun
zaman önce tanrılar yerlerine oturduğunda, Tesna uykusuna yatıp Kaosun tanrısı
yer altına zincirlendiğin de güneyin ıssız dağlarında bir adam gece gündüz
ıslık çalarak odun kesermiş. Sessizliği bastırmak için her gün ıslık çalarmış
ve ıslığı dağların arasında yayılıp uyuyan devler için ninni olmuş. Adam
dağlarda gezinir ve yaşlı ağaçların dallarını kesermiş. Bazen ovaya iner ve
balık avlarmış. Dağın yüksek yamaçlarından birinde kendi elleri ile yaptığı
kulübesinde sessiz sakin bir hayat sürermiş. Zaman içinde bir sabah dağda ki
siste yürürken ıslığını çalmaya devam eidyor ve sırtındaki odunları ile evine
doğru yürüyormuş. Islığı yavaş yavaş sisi dağıtıp ona yol gösterirken bir ses
duymuş. Sessiz ve ıssız dağlarda ona eşlik eden bir ıslık sesi daha varmış.
Olduğu yerde durup dinlemeye başlamış ama çok geçmeden ıslık sesi kesilmiş.
Adam tekrar meraklanarak ıslığı çalmış ve bırakmış. Sesi taklit edilip susmuş.
İyice meraklanıp ıslık çalmaya devam edip sesi izlemeye başlamış. Uzun yürüyüşü
sonunda bir uçurumun kenarına gelmiş. Uçurumun kenarında yaşlı ve yalnız bir
kuru ağacın dibinde siyah tüyleri arasında desenli kahverengi kuyruğu ve
kırmızı gagası ile bir kuş onun ıslığına cevap veren kişi olduğunu öğrendiğinde
şaşırmış. Dağlarda bir farenin bile bulunmadığı bilirken bu kuşu görmek onu
heyecanlandırmış. Islığını neşe ile çalmış ve kuş onun melodisine eşlik ederek
kanatlanıp omzuna konmuş. Kaybolmuş bu kuşa yuva vermek için beraber dönmüşler
eve . O gece kuşu beslemiş ve ateşin kenarına tünemesi için yer yapmış. Kuş çok
geçmeden gözlerini yumup uyanmış. Ertesi sabah ise bir ıslık sesi ile
uyandırmış adamı. Zaman geçtikçe adam onun ıslığı ile uyanmaya alışmış. Öyle
güzel ötüyormuş ki kuş adam onunla şarkı söyler gibi ıslık çalmayı sevmeye
başlamış. Beraber ormanın içinde yürürken ıslık çalıp gezer olmuşlar. Sabah
akşam şarkılar söyleyip birbirlerine arkadaş olmuşlar. Kaybolmuş kuş onun
yanında durdukça ona dost olmuş ve şarkıları ile neşelendirir olmuş.
Fakat bir
gün ıslık çalıp ovada balık avlamaya indiklerinde kuş ıslığı ile şen şakrak
şarkı söylerken birden ona cevap vermeye başlamış başka sesler. Kara tüylü ve
kırmızı gagalı kuşlar oraya doğru gelip etraflarında uçmaya başlamış. Kuş
heyecan ile orada arkadaşını unutup sürüsüne karışıp ıslık sesleri ile
uzaklaşıp gitmiş. Adam başta umursamamış onun gidişini. Ailesine gittiği için
sevinmiş aksine ama yine o ıssız ve sessiz yalnızlığında kendini bulunca
daralmaya başlamış. Kapkara gece ve apaydınlık gündüzü artık tek başına ıslığı
ile neşelendiremez olmuş. Geceler daha kasvetli olmuş ve uzadıkça uzar olmuş
onun için. Artık yalnızlığa dayanamayıp ovaya inmiş ıslık çalmış ama cevap
veren olmamış. Tekrar dostunu istemiş fakat onu bulamıyordu. Günlerce ıslık
çala çala bütün ormanı gezmiş ve sonunda uçurumun ucuna gelmiş. Kapkara gecede
son bir ıslık çalmış ve göz yaşları içinde susmuş. Cevap gelmeyeceğini
bilmesine rağmen denemiş olmanın verdiği hüzünle beklerken birden ıslık sesi
dağlarda yayılmış. Öyle kalabalık ve öyle güçlüymüş ki... Dağları inleten şarkı
adamın kulaklarını doldurmuş ve ona gökyüzüne bakmasını söylüyormuş. Başını
kaldırmış ve kapkara görmeyi beklediği gökyüzünde binlerce kuş dans ederek
şarkı söylüyormuş. Adam gözyaşları içinde ıslık çalmaya başlamış. Öyle güzel
şarkı söylemeye başlamışlar ki... Tanrılar bile duyup dinlemeye başlamış. Oraya
bakmışlar ve kuşa ve adam dilek hakkı vermiş. Tanrılar önce adama sormuş 'bir
şey dile gerçekleştirelim' diye. Adam düşünmüş ve dostunun yanında kalmasını
isteyecekken onun etrafında uçan ailesini görünce başını eğip kalmış. 'dostumun
sonsuza dek mutlu olmasını isterim' demiş. Kuş bunu duymuş ama arkadaşının
yalnızlığını gidermek için dileğini kullanmak istemiş. 'Sen ne istersin kırmızı
gagalı şair?' demiş tanrılar. Kuş gelip dostunun omzuna konmuş. Düşünmüş
düşünmüş ve bir ıslık çalmış. Susunca tanrılara dikmiş ufak kara gözlerini.
'Gökte arkadaşımın yalnızlığını dindirecek binlerce dost isterim. Ona yol
gösterecek ve karanlık gecelerini aydınlatacak binlerce dost' demiş. Tanrılar
bunu duyunca gülümsemiş ve hepsi kalbinden binlerce inci çıkarıp gökyüzüne
fırlatmış. Bütün inciler ışıldamaya başlamış ve hepsi adam için göz kırpar ve
ona ıslık çalar olmuşlar. Geceleri ona şarkılar söyleyip yalnız olmadığını
anlatır olmuşlar. Kırmızı gagali şair kuş ve arkadaşları ise geldikleri gibi
ormandan ayrılmış ama şarkıları hep gökyüzünde yankılanır olmuş. Sessiz
gecelerde bir ıslık sesi duyulur gökyüzünden ve onu takip eden binlerce ıslık.
Yalnız olduğunu düşünenler bu ıslık seslerine sığınırmış. Islığı duyduklarında
insanların yalnızlığı kaybolup gidermiş. Yalnız değilsin Kuwala.'' dedi ve
büzülen dudakları arasından sıcacık bir melodi yükseldi. Islık sesi sessiz
kanyon ve onu takip eden vadide yayılmaya başlamıştı. Durgun ve nazik melodi
kulakları doldurmaya başladığında nefes sessileride durmuştu. Islık sesinin
nazikçe insanı davet eden tınısı onu dinlemeye zorluyordu herkesi. Kuwala ıslık
sesinde gözlerini kapadı. Daki'nin onun için çaldığı ıslık bir çok kişinin
kulağında yankılanıyordu ama sadece ona aitti bu melodi. Kuwala o şarkısını
bitirene kadar sessizce öylece dinledi onu. Şarkı durduğunda ise buruk bir
gülümseme ile başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Yavaş yavaş hava kararmaya
başlayacaktı. ''Gökyüzündeki yıldızları hep insanların ruhları sanırdım. Meğersem
onlar tanrıların kalplerindeki incilermiş. Her insan bir beyaz inci gibi o
zaman.'' dedi. Daki ona bakıp gülümsemişti. Ağlamaktan gözleri kızarmış ve
yanakları pembeleşmiş Kuwala'ya dikti gözlerini.
''İnsanların
hepsi aynı renkte inciler değil. Bir gece gökyüzüne bak ve binbir renkte inci
göreceksin orada. Kimisi o kadar siyah ki gecede kayboluyor, kimi ise o kadar
beyaz ki gecede ışıldıyor. Ama hepsi farklı renklerde. Bu yüzden onların
hepsini iyi yada kötü sanmak yanlış olabilir. Burada da simsiyah olan inciler
var, duvarın arkasında da bembeyaz olan inciler var.'' dedi. Kuwala ona bakıp
kalmıştı. Daki gülümsedi. Nazikçe Kuwala'nın yanağından akan gözyaşını sildi.
''Ayezi
gibi siyah ve beyazı net ayırmayacağım ben. Kimin iyi olduğunu kimin kötü
olduğunu sen hayatına göre belirlersin. Bir sene önce ben kötüydüm ama şimdi
iyiyim. Doğru olan senin hayatında ki çizgilerle belirlenir. Kendini
başkalarının düşüncelerine göre sınırlayıp ordan bakma.'' dedi. Kuwala bir süre
daha öylece sessizce oturdu. Aklından geçenleri diline getiremiyordu. Doğruldu.
Ayağa kalkıp ilerde konuşlanmış orduya dikti gözlerini.
''Doğru
bildiğim şekilde onları korumalı ve kurtarmalıyım. Yanımda olacak mısın?''
dedi. Daki onunla ayağa kalkmıştı. Karşısındaki ordu her zamankinden daha büyük
duruyordu.
''Ölümde
bile peşinden geleceğim. Sen neye doğru dersen doğru olan o olacak!''demişti.
Kuwala Gözlerini kısıp ellerini sur duvarının kenarına dayadı.
''Londaga
gibi iyilikle var edemeyeceğim bu kuzeyi. Kötü olacağım bir çok kişi için ama bir
şekilde benden istediklerini vermiş olacağım. Çok kişi ölecek ve yara alacak.
Buna rağmen benim yanımda mısın?'' Daki başını salladı. Kılıcını alıp kemerine
yerleştirdi.
''Yanında
olacağım.''
''Sınırı
aştığımda beni durdur. O gün yaptığın gibi durdur!'' demişti Kuwala. Daki
başıyla onayladı. Gün kararmaya başlayacaktı. Gündüzler kısalmış gibi geliyordu
ona artık.
...
Gece
başladığında gökyüzünde yıldızlar belirmişti. Kuwala başını kaldırıp yıldızlar
abaktı. Her biri başka bir renkte parlıyordu adeta. Gülümsedi. Herkesi mutlu
edemeyeceğini biliyordu. Binbir renk vardı ve hepsi için başka renk
olamayacağının farkındaydı. Kollarını sarmaya başlamıştı. Gökyüzünü izlerken
yüzünde garip bir gülümseme belirdi. Grave onu izleyen Daki'nin yanında durmuş
bakıyordu.
''İyi mi?''
demişti. Daki başını salladı. Diğer tarafa baktı. Herkes madenlere girmişti.
Sivillerin hepsi içeri toplanmıştı. Sabahtan başlayan hazırlıklar sona ermiş ve
içeride meydandaki büyük ateş yakılmıştı. ''Hazırız!'' dedi Kuwala. Surun tam
ortasında durmuştu. Bunu duyduğunda büyük iki meşale kalkmıştı iki taraftan ve
uzun boru öttüğünde Byega ve Seronlar şaşkınlık içinde kalmıştı. Grave ve
efsuncular duvarın altında ordunun girebilmesi için büyük bir boşluk açmaya
başlamışlardı. Ateşler eriyormuşcasına kızgın kor halinde toprak iniyor ve
ardında geniş bir boşluk bırakıyordu. Byega onların ne yaptığına anlam
veremedi. Yinede hazırlık için emir vermişti. Yanında buluna Seron komutanı
ordusuna hazırlanması için emir verdi ve borular ötmeye başlamıştı. Ay yükselmeye
başladığında iki tarafta derin sessizliğini bozmuştu. Kuwala hazırlanan orduya
dikti gözünü. Yanına gelen Daki'nin ardında Grave vardı. İkiside sabah
konuşulan planı anımsamışlardı. Kuwala kanyonun aslında avantaj olduğunu
biliyordu. Ancak sivil çoktu ve askerler yorgun beslenmemiş durumdaydı. Bu
yüzden avantajı kullanacaklardı. Öğleden sonra büyük çadırda bir toplantı
düzenlenmişti. Bakrenli subaylar ve Kuwala ile Daki orada yer almıştı.
...
''Tek
yeteneğimiz kılıç yakmak değil. Birkaçımız ateşi üfleyebilir.'' Kuwala bunu
duyunca Grave'ye dönmüştü. Şaşkınlıkla bakıyordu. Kuzey büyülüydü. Burada
insanların ne olduğu ve nasıl bir güçle ortaya çıkacağı her an değişebiliyordu.
''Nasıl
üfleye biliyorsun? Ciğerlerinden ateş mi çıkıyor?'' demişti Kuwala şaşkınlık
içinde. O kadar yorgundu ki bir şeyleri hayal etmek ona acı veriyordu. Grave
yanan mumu eline aldı. bir süre bekledi. Ve birden üfleyince nefesi ateşi
büyüttü ve birden çadır ışıldadı. Kuwala şaşkınlık ile Daki'nin kolunu sıkmaya
başlamıştı. Efsuncuların yetenekleri gerçekten anlatıldığı gibiydi. Toprağı
yükseltip incecik bir dargeçit bırakmışlardı ve orayıda kalaslarla bir kapıya
çevirmişlerdi. Geri kalanı doğal oluşum gibi taşlamış topraktan yapılma bir
surdu.
''Bu
yetenekler size kanınızdan mı geçiyor?'' demişti Kuwala. Meraklanmıştı.
Bakrenlerin sadece ateşi kılıçlarında yakıp onunla savaştığını sanıyordu. Grave
başını iki yana salladı.
''Zorlu
eğitimler bunları öğretmek için yapılıyor. Doğuştan yetenekli olan çocukların
yetenekleri bu sayede ortaya çıkarılıyor. Kimi ise sonradan öğrenebiliyor. Ya
da...'' bir an sesi kısıldı. Ufak bir öksürükle konuyu dağıttı. Naseen'in
adının geçeceğini hissetmişti Kuwala. Üstelemedi ve onun gibi konuyu
dağıtmaktan yana oldu. ''Ateş yakabiliriz. Yanan ateşi kullanabileceksiniz
meydanda kocaman bir ateş yakarız. Bu sayede onları içeri soktuğumuzda
yakalayabilirsiniz.'' demişti. Grave başını sallayıp tahta masa üstüne
açtıkları kanyon haritasının ortasındaki boşluğa mumu koydu.
''İçlerinde
bizimle aynı yeteneği kullananlar olacak. Ateş onlar içinde avantaj olacak.
Bakren eğitimi almış subaylar vardır içinde kesinlikle. Birde Seronlar var.
Onların yeteneklerine dair...'' Daki haritaya yaklaştı kollarını göğsünde
birleştirmiş halde.
''Ufak
siyah toplar. Havaya atıp çarptığı yeri ateşe veren içinde siyah bir sıvı olan
cam toplar taşıyorlar. Sizin gibi onlarda ateşin avantajını taşıyor. Üst
kademeden olan subayların ise daha farklı yetenekleri olabilir. Seronların
genel yeteneğini tahmin etmek zor. Onlardan siyah cam topları taşıyanlar
genelde erler oluyor. Subayları bize bırakın. Kuwala ile onları alt etmemiz
mümkün. '' dedi. Kuwala başını sallayıp ellerini ileriye doğru uzatıp avuç
içlerini gösterdi.
''Onları
UngurPan'ın güney topraklarında bozguna uğrattık. Yine yapabiliriz. Bu sefer
daha kolay olacağından eminim. Darta'nın topraklarındayız ve ruhlar bizimle.''
demişti. Planın devamını konuşmuşlar ve hava kararmaya yakın ateş yakılmıştı.
Şimdi ise toprak aşağıya doğru çekiliyordu. Kaynar suya düşmüş buz gibi eriyip
yok oluyordu yükseltilmiş toprak. Bakren subaylarının yetenekleri birbirini
tekrar eden boyutta olsada bazıları daha yetenekli hale gelmişti. Grave
onlardan birisiydi ve bu davaya girerken adını duyduğunda Byega birçok sebepten
tedirgin olmuştu. Bunlardan birisi ise oldukça yetenekli bir subay olması
diğeri ise kardeşinin çocuğu olmasaydı. Kardeşinin iki oğlu lorduna ihanet
ettiğini öğrendiğinde sinirlenmişti. Ancak babalarını öldürdüğü gerçeği vardı
karşısında. Kendi kardeşinin canını aldığını yeğenleri öğrenmiş olmalıydı.
Lorduna ihanet ettiği gerekçesi ile kardeşini öldürmüş ve onun yerine
generallik rütbesini üstlenmişti.
Toprak
eriyip aşağı doğru akarken Seronlar başlarına miferlerini geçirmiş ve bellerine
siyah küreleri takmış konum almıştı. Kuwala hiç olmadığı kadar net görüyordu bu
gece etrafı. İnsanların yüzlerini farklı farklı olduğunu görüyordu. Hissettiği
ise gelecek olan savaşın ardından ölümün kendisiydi. Ölümün onlarla beraber
yürüdüğünü düşünüyordu. Nereye giderlerse gitsinler bir adım arkalarından hep
gelecekti. Son nefeslerini verene kadar bu devam edecekti. Derin bir nefes
aldı. Göğsü şişti. Sıcak nefesini verdiğinde dudakları arasından bir sis bulutu
yükseldi. Bedenindeki bu gece vereceği son sıcak nefesi uzun bir solukla
vermişti. Parmakları soğumaya ve rüzgar etrafında toplanmaya başlamıştı.
Cübbesinine tekleri ve saçları savrulmaya başladığında Grave ve diğerleri iki
kişiyi onlarla bırakıp aşağı inmişti.
Toprağın
lavı soğumaya başladığında ay gökyüzünde olacakları izlemekten kaçınır gibi
koyu bulutların ardına doğru çekilmişti. Tanrılar ise kimin kazanacağına dair
kumar oynayarak saraylarından insanlarını izlemeye başlamışlardı.
Ayak
sesleri toprağı inleterek ilk müfreze kapıya doğru yönelmişti. Byega onlarla
girme yanlısı değildi. Bakren askerleri ikinci müfreze olarak girecketi. İki
Seron subayı ve otuz kadar asker kapıya doğru emin adımlarla gidiyordu.
Ellerinde siyah küreleri ile üçerli gruplar halinde içeri girmeye başladılar.
Etrafta yanan büyük ateş dışında bir şey yoktu. Sur üstündeki bütün ateşler
sönmüştü. General Byega yanında dikilen Seron generalinin dediklerine kulak
kabartmıştı.
''Açlık
onları dize getirdi. Teslim olacaklar!'' demişti. Generalin yaveri onu
onayladı.
''Onları
orada sıkıştırmak en doğru strateji oldu efendim. Son zamanlarda içeride
savaşacak sağlıklı kimse kalmadı gibi.'' dedi. Kuwala ve Daki'nin orada
olduğundan habersilerdi. Yükselen bedenlerin ışıltısını ise bir şamana
bağlamışlardı. Rahomun orada olduğundan haberdar olma şansları Helyan Kea'nın
öldürülmesi ile yitip gitmişti. Byega sert esmeye başlayan Kuzey rüzgarının
düzensizliğinden bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındaydı. Otuz metre uzakta
ki girişe girmeye başlayan askerlerden gözünü ayırmıyordu. Son grup ile
subaylarda girip kapının önünde konum aldığında onları göremez oldu General
Byega.
''Düzeni
bozmadan yürüyün!'' demişti subaylardan birisi. Askerlerin adım sesleri dışında
başka ses yoktu. Gergin bekleyiş yorucu bir atmosfer yaratmıştı. Byaga etrafın
sessizliğinden rahatsızdı ve elini havaya kaldırmıştı. Kendi müfrezesini
hazırlamak için verilen emirle beraber askerleri yanına doğru konuşlanmaya
başlamıştı. İleri doğru adım atacakları sırada uzaktan bir vızıltı geldi. Byega
ayaklarının dibine inen ve ucunda ufak yeşil bir alev yer alan oka bakıp kaldı.
Alevin yeşil olması onu şaşırtmıştı. Daha önce görmediği bu ateşin yaydığı
enerji ona tanıdık geliyordu. Kuwala ve Daki ile daha önce asla yüz yüze
gelmemişti. Yeşil ateşin sahibinin o olduğunu bilmiyordu. Daki attığı okun
yaydığı enerji ile orada kaç kişinin savaşa hazır olduğunu tartmak istiyordu.
Ateş yanmaya devam ederken içeriden bir gürültü gelmişti. Kuwala kapıyı buzla
kapatmaya başlamıştı. Buz gürültü ile yükselirken Byega şaşkınlık ile oraya
bakıp kalmıştı. Buzun orada kendi kendine yükselmesinin tek bir anlamı vardı.
''Rahom
içeride!'' diye bağırdı ve ateşli oklar kapıya doğru uçtuğunda geç kalmışlardı.
Kuwala kalın buzu yükseltmişti. İçeride kalan askerler son bağırtıyı duymuş ama
tepki vermeden ateşin etrafında beliren askerlere bakıp kalmışlardı.
''Siyah
incileri hazırlayın!'' subayların sesi gelmişti. Askerler siyah cam kürelerini
çıkarmışlardı. Grave ise gözlerini yukarı dikmişti. Henüz askerler onların
istediği mesafede değildi. Ateşi onlara doğru püskürtmek sadece boşa enerji harcamak
demekti. Daki'nin ve orada kalan iki efsuncunun onları öne doğru iteklemesi
gerekiyordu.
''Şimdi!''
diye bir erkek sesi yankılandığında surdan parlayarak üstlerine doğru gelen
okları görmüşlerdi. Oklar bir ateş yağmuru gibi üstlerine geliyordu. İleri
doğru kaçabilen kaçmıştı. Arkada ise ölenler kalmıştı. Subay yine bağırdı.
''Düzeni
bozmayın!'' diye. Paniklemiş askerleri bu sözlerle sakinleştirmek mümkün
değildi. Otuz askerden geriye yirmi kadarı kalmış ve bir ejderhanın nefesini
andıran ateş üstlerine doğru geldiğinde verilen emri duymak onlar için
imkansızdı.
İçeriden
çığlık sesleri dışarıya doğru yükselmeye başlamıştı. Yanarak can verenlerin
sesleri dışarıdaki askerleri ajite edip ürkütüyordu. Çığlık seslerı
kesildiğinde Kuwala tekrar buzu indirmeye başladı ve davetkar bir rüzgar esti
üstlerine doğru. Byega içeri girme sırasının kendinden olduğunu biliyordu. Dört
yüz askeri ile içeri girecek iken Seron Generali elini havaya kaldırdı.
''Hazırlanın!''
demişti. İki yüz adamı ile içeri girmesi için subaylarına emir verdiğinde Byega
başını iki yana salladı.
''Bırakın
biz girelim. İçerde Bakren subaylarından güçlü bir subay ve Rahom var. Onunla
nasıl savaştığınızı...''
''Emrime
itaatsizlik etme Byega!'' diye kükremişti general. Askerlerinin yakıldığını
düşününce kibrine ve hırsına yenik düştü. İleri doğru daha sert ve çok adımlar
ilerlerken Byega onları durdurmak için ısrar etmedi. Seronların kibrini
sevmiyordu ve ölecek olmaları onun için anlamsızdı. Sadece asker güçleri için
anlaşmışlardı ve onlardan kurtulma görevini Rahom ve tarafları yapabilirdi.
Kuzeyde şimdiden keskin iki taraf oluşmuştu. Bunlardan birisi direnişçiler ile
hareket eden Rahomun tarafıydı. Diğeri ise Bakrenin yanında olanlardı. Kuzey
kendi içinde insanları tarafından parçalanmış haldeydi ve şimdi Unlar, Seronlar,
Akela Kadınları ve daha savaşa dahil olup kendine pay biçmeye çalaışacaklar
vardı. UngurPan askerleri bir anda çekip gitmişti. Seronların oraya gidişi
burada Rahomun elini zayıflatmıştı. Ama hala direniş içinde olmaya devam edecek
kadar cesurdu. Kendi kendine soruyordu Byega.
Rahom
buraya ne zaman geldi? Tam tersi yönde ki İkinci Kışlada konuşlandığı biliniyor
ve Melez Piç onun başına dert açacak güçlü bir subay göndermişti oraya. Ve hala
Rahomun enerjisinin ikinci kışlada olduğu söylenmişti. Hissedilen enerji bir
rahom soyuna aitti. Ama Kuwala olmayabilirdi. ''Bu durumda...'' dedi. Sesli
konuşmaya başlamıştı. Eli çenesinde gezinip sakalı ile oynamaya başladı
parmakları. ''Başka bir Rahom da var olmalı. Saf olarak hala Rahom soyunda
gelen birisi yada birileri daha olmalı.'' Sözleri kesildiğinde aklı daha da
karıştı. Tahtta söz hakkı olacak Rahom soyunun içinde hala yaşayan erkekler var
ise... Kuzey onların hakkıydı. Kuwala öldürülse bile yaşayan başkaları olduğu
gerçeği kafasında şimşek gibi şakladı. Melez Piç'in kolunu koparan kişi Rahom
Kuwala değildi. Melez Piç çok korkmuş ve ağlayarak rahom diye sayıklamıştı.
Başka bir Rahom var ev Kuwala'dan daha güçlü ise onu yenmek anlam ifade
etmeyecekti. Ordular Kuwala ile başa çıkamaz iken... Daha Güçlü ve kıdemli
birisinin varlığını hissetmek ittifakları bozabilirdi. Seronların şu sıralar
başında Akela diye bir dert vardı. Onları terk eden prensesleri geri dönüp
sarayda bir katliam yapmıştı. Geriye yaşlı kraliçeyi sağ bırakıp çıkmıştı ve
aileler Seron tahtı için iç kargaşaya girilirse Kuzeydeki destek hatları geri
çekilmek zorunda kalacaktı.
Bunları
düşünmek başında ağrıya sebep oldu. Yükselen buza baktı ve yanında dikilen
generale döndü. ''Kuzeyin ruhları bizim yanımızda değilken bu savaşa girmek
ölüme gitmek demek olacak. Geri çekilmeliyiz. Kanyonun girişini kuşataya devam
edersek içeride açlıktan ayıflayacaklar. Rahom ve Ung prensi içeride ise
kazanma şansımız yok. Girişimizi ve çıkışımızı onlar yönetiyor. İki yüz adan
daha boş yere ölmüş olacak.'' demişti. Seron Generali altın zırhı içinde
ışıldıyordu. Kısa saçlarının dipleri beyazlamıştı artık. Kaz ayakları
gözlerinin kenarında belirginleşmişti. Geniş omuzlarından altın zırhını
süsleyen kırmızı kadife pelerini iniyordu yerlere. Kılıcının büyüklüğü ve
ağırlığı rütbesini temsil ediyordu.
''Hiç bir
asker boşa ölmez. Onları zayıflatacak ve yoracaklar. Sonrasında gün doğmadan
zafer bizim olacak! Siz Bakrenlileri daha cesur sanırdım. Henüz oğlan olan bir
kişiden korkmanız beni şaşırttı. Bir Güneyli prensin burada gücü ne olabilir
ki... Onlar efsununu unutmuş durumda. UngurPan'ı istila ettiğimizde onunda
başını almış olarak döneriz. Bölük pörçük olacaklar.'' demişti. UngurPan'a
giden Seron kuvvetlerinin yenilgiye uğradığından bir haberdiler. Oradan hiç bir
Seorn askeri sağ çıkamamış ve habersiz durumda kalmıştı Seronrakaul. Kraliyet
ailesinin katledilmesi ise işleri daha bir karışık hale getirmişti.
Kapıdan
son asker girip buz yükseldiğinde içeriden yükselen çığlıklar kulakları sağır
eder hale gelmiş ve yardım çığlıkları duyulmaya başlanmıştı. Ateş onları sarıp
Siyah incileri üstlerinde patlarken Yeşil alevlerle donatılmış oklar
bedenlerini parça para yakıyordu. Daki kılıcını yakmış ve okları oradan yakıp
ateşliyorlardı. Kızıl ve sarı aleve nazaran daha bir yakıcı olan yeşil alev
kalplerine isabet ediyor ve acı içinde kıvranıyorlardı. Biriken cesetler hızla
kenarı doğru çekilirken Byega ateşi kusuyordu üstlerine adeta. Yorulan
efsuncular dinlenenler ile yer değiştiriyor ve iki yüz adam dakikalar içinde
kömürden bedenler halinde kanyonun ücra köşesine yıkılıyordu.
Kapı
tekrar indiğinde rüzgar bu sefer bir çığlıkla onlara doğru gelmiş ve çığlıklar
artmıştı. Kuwala onları psikolojik olarak yormak için atılan çığlıkları rüzgara
taklit ettirip üstlerine saldığında dizleri titreyen askerlerine ellerindeki
kılıçlarda nehir kenarındaki zarif sazlıklar gibi titremeye başlamıştı.
Kanyonun karanlık kapısı ağzını açmış bir canavar gibi onları bekliyordu.
Kuwala oturduğu yerde ellerini zemine koydu ve gözlerini kapattı. Kalp atışlarının
korku ile hızlanması ve nefes alışverişlerinin anormal şekilde artışı ile
ürkütücü ordu kımıldayamaz haldeydi. Yorulmuş gibiydi.
''Bu
kaldır ve biraz dinlen. Cesteleri toparlarız!'' demişti Daki. Kuwala buz tekrar
kaldırdı ve bir metre kalınlığındaki buz kapıyı kapatırken içerden bir boru
sesi yankılandı dışarıya doğru. Suda iki ateş yandı ve söndü. Grave cesetlerin
hızla toplanıp ateşin körüklenmesi için emri verdi. Yaralılara hızla pansuman
yapılması için madenden bir kaç kişi fırladı. Cesetlerin bazıları tanınmayacak
kadar yanmıştı. Kuwala hala yanan cesetleri söndürmek için soğuk rüzgarı
üfledi. Cesetler birden buz kesildi. Yukarıda ki efsuncular yanan okları
söndürdü ve oturdular.
''Gün
doğduğunda daha zor olacak! Gece bizi kamufle ediyor ama gün doğduğunda içeri
girdiklerinde düzeni görecekler.'' demişti Daki. Grave yanlarına çıkmış ve
biraz su getirmişti. Kuwala sudan içip ellerini ısıtmak için Daki'nin yeşil
ateşi ile yakılan ufacık ocağa uzatmıştı ellerini.
''Gün
doğduğunda kapıları kapatırız.'' Efsunculardan birisi bu öneriyi vermişti. Daki
ise başını iki yana salladı. ''Gün doğduğunda durursak onlara düşünmek ve
hazırlanmak için fazlasıyla zaman vermiş oluruz. Gün aydınlanmaya başladığında
kapıyı açacağız ve girenleri ortaya çekmeden öldüreceğiz. Esir almak yok!''
demişti. Az önce bir askeri esir alabileceklerini söyleyenleri duymuştu.
Öldürmek yerine esir alınabileceğini söylemek başlı başına bir hataydı.
''Esirlerimiz
olursa gıda karşılığı takas yapabiliriz. General Byega bunu kabul edecek birisidir.''
Grave bunu önerdiğinde Daki bir an için durdu. Son yemekleri biraz arpaydı ve
onu kaynatıp çorba yapmak sadece midelerini ısıtacaktı. Kuwala'nın gücünü
kullandıktan sonra yiyeceğe ihtiyacı olacaktı. Kendini toplamak için iyice
yiyip uyuması gerekecekti. Şimdiden üşümeye başlamıştı bile. Biraz ileride diğe
refsuncu ile oturan Kuwala'ya göz ucuyla baktı.
''Seronlar
takasa yanaşmayacak. Onlar için kazanmak herşeyi anlamaktır. Ölenlerin sayısını
umursamayacaklar. Ama General Byega takasa yaklaşır diyorsan Bakrenli birkaç
subay işimize yarayabilir. Bu sefer sizinle aşağıda olacağım.'' demişti. Grave
yanında dikilen efsuncunun omzuna elini koydu.
''Byega'nın
subayları gelecekse ortaya bir tane yeşil ateşi yanan ok at! Bu sayede saldırının
pratiğini değiştirmiş olacağız.'' dedi. Efsuncu başını salladı. Yarım saat
olmuştu kapı kapanalı. Seron ve Bakren birlikleri neler olacağından habersiz
bekliyordu. bir ara Seron generali buzu eritmek için bir fikir düşündü. Siyah
sıvıdan oraya atıp durmayan bir ateş yakabilirlerdi. Bu sıvının ne olduğu
Bakrene söylenmemişti. Ancak çarptığı anda patlayıp ateşe dönüşüyordu.
Seronların çok farklı icatları vardı ve bunlardan bir kaçı kampın arkasından
getirilmek üzere hazırlanmıştı. Devasa iki makine geliyordu oraya doğru. Dinlenme
kararı kanyondaki Rahom ve direnişçiler için tehlikeli olmaya başlamıştı.
''Bir
şeyler taşıyorlar!'' Gözcülerden birisi eğilip fısıldamıştı. Taşınan iki
metrelik büyük dört tekerlekli şeyin ne olduğunu bilmiyorlardı. Ama otuz metre
öteye konumlandırmışlardı. Daki gözcü deliğinden bakmaya başladı. Nereden
tanıdık geldiğini anımsamaya çabalıyordu bu şeylerin. Birden meşaleler
yakılınca aklına bir hatırası geldi.
...
Henüz
Kuzey için savaş başlamamıştı ve Helyan Kea ile altın diyar denilen Seronrakaul
Krallığının başkenti Sant Şehrine gitmişti. On yedisinde bir delikanlıydı o
zamanlar. Ağabeyi ile politik bir görüşme için gitmek zorunda kalmıştı.
Seronlara satılacak olan gemilerin ödemesini teslim alacaklardı. O gün kralla
görüşme yapılırken Daki orada edindiği arkadaşı ile şehirde dolaşmaya
başlamıştı. Sant şehrinin oldukça saygın ve zengin oğlu ve kızı onunla arkadaş
olmuştu. Onları ağırlayanlar kral olmasına rağmen daha çok o aile ile zaman
geçirmişlerdi. Kraliçenin akrabaları olan bu ailenin kızı Daki ile yaşıttı ve
aralarında ufak bir gönül bağı oluşmaya başlamıştı. Erkek kardeş ise Daki'yi
kardeşi gibi görmeye başlamış ve ona ''ağabey'' diye seslenmeye başlamıştı.
Ödemeyi
yapacak olanlar bu aileydi ve Daki'ye o gün görüşme günü tersaneyi gezdirmeyi
teklif etmişlerdi. Gemi üretilmiyordu ancak farklı makineler üretiliyordu.
Büyük kraliyet tersanesinde bir sürü yüksek kule ve binlerce insan çalışıyordu.
Siyah sıvıdan tonlarca varil vardı.
''Bu ne?''
''Ona bir
isim verilmedi ama ateş kusuyor adeta. Görmek ister misin?'' Daki'ye o gün
orada dört teker üstünde salınan yukarı doğru daralıp bir hortumu lan makinenin
prototipini göstermişlerdi. Yanlardaki körükler indirip kaldırdıkça birden
metal hortumdan siyah sıvı fırlayıp deneme duvarına çarptığında kızıl bir ateş
etrafı sarmıştı. O gün gençliğin heyecanı ile hayran kalmıştı bu makinelere.
...
Şimdi ise
korku ile göz bebekleri küçüldü. İki tane bu ateş kusan makineden karşılarında
devasa büyüklükte vardı. Körükleri yerine büyük bir dümeni ve makaraları vardı.
Homurdanırcasına sesler çıkarmaya başladığında Daki birden gerileyip
bağırmıştı.
''Herkes
aşağı insin!'' sesi duyulduğunda panik başlamış ve Kuwala neler olduğunu
anlamamış halde ocağın başından kalkmıştı. Kalkması ile bulunduğu yerde
parlayan kırmızı alevlerle birden çatırtılar duyulmaya başlamıştı. Verikleri
mola onların orada gafil avlanmasına sebep olmuştu. Daki bir çok kişi gibi
sipere yatmıştı ama bazıları alevler içinde çırpınarak surun iki yanına
dökülmeye başlamıştı. Çığlık sesleri etrafı doldurmaya başladığında Seron
Generalinin yüzünde bir gülümseme belirmişti. Onları yormuş ve dinlenmeye
başladıklarında gafil avlamışlardı.
''Görüyorsun
Byega! Savaş insan canı ile kazanılmadığı sürece gerçekten zaferle
sonuçlanmıyor. Gerçi bunu biliyor olsaydınız gelip dizlerinizin üstünde yardım
talep etmezdiniz!'' Eli havaya kalktı ve ikinci defa dümen tam tur döndüğünde
buzun üstüne doğru püsküren siyah sıvı aralıksız şekilde buzu aşındırmaya
devame idyro ve ısı arttıkça damlalar bir akıntıya dönüşüyordu.
Daki ileride
bir kaç kişi ile kendini buzdan bir kalkanın ardına almış Kuwala'ya baktı.
Aşağıya inmek için herkes bir yol arıyordu. Grave hızla ellerini birbirine
vurup sura dokundurduğunda aşağı doğru basamaklar açılmaya başladı. Kaynayan
basamakların soğuması için Kuwala rüzgarı kullandı. Surun üstünde sağ kalanlar
yaralıları alarak aşağı inmeye başlamıştı. Buzun ardından gelen kızıl ışıltı
ise meydanda yanan ateşten daha aydınlık bir ortam yaratmaya başlamıştı.
''Komutan
Grave sivilleri korumaları için bir kaç efsuncuyu gönderin. Gerisi düzeni
bozmasın.'' dedi Daki. Grave yaralıları almalarını söyledi on kadar efsuncuya.
Onları madenlerin girişine doğru gönderdi. Ateşin etrafına dizildiler. Kuwala
ise buzun önüne geçmişti. Bileklerinden söktüğü bandajları yere bıraktı.
Avuçlarını yukarı doğru çevirdiğinde toprak gıcırdayıp sallanmış ve buz
kalınlaşmaya başlamıştı. Ateşle mücadele ediyordu. Eriyen her damla buhar
olmadan geri çekilip buzu kalınlaştırmaya çabalıyordu. Ateş Kusan makinenin
sesi gıcırdayan ve gürleyen toprağın sesi ile yarışıyordu. Bir makinenin ne
kadar siyah sıvı kusacağını bilmiyordu Kuwala. Bu yüzden baştan bütün
enerjisini bitirmek istemedi. Yavaş yavaş arttırarak kullanıyordu gücünü.
Parmakları yerin altındaki bütün suyu çekip buza çevirmeye başlamıştı. Tükenen
kaynağının farkındaydı. Daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu.
...
Bölüm
Yirmi Beş: Kuş Sesleri
Direniş
devam ediyordu. Kuwala bütün gücü ile direnmeye devam etsede artık kaynağı
tükenmeye başlamıştı. Buzu oluşturabilecek bir damla bile su hissetmiyordu.
Yavaş yavaş adımları gerilemiştir. Ateş o kadar kuvvetliydi ki buzun ardından
ısısı hissedebiliyordu. Bırakması gerekiyordu. Başını arkada dikilen Daki'ye
doğru çevirdi.
''Bırakacağım!''
demişti. Daki erimeye devam eden buzun ardında kalan kızıl alevlere dikti
gözünü. Ucu bezle bağlanmış iki oku kaptı ve Grave'nin yanında dikilen
efsuncudan elindeki yayı istedi. Erimiş toprağın katılaşması ile oluşan
merdivenlere doğru koştu. Kılıcını belinden çekmişti. Kuwala onun bir şey
planladığını biliyordu. Ne yapacağını kestiremedi ama bir süre daha dayanması
gerekiyordu. Öne doğru birkaç adım attığında gözleri ışıldamış ve yer
sallanmıştı. En derindeki suya ulaşmak için zorlamıştı kendini. Kovaların
içindeki sular yerde yılan gibi süzülüp Kuwala'nın eriyen buzuna doğru
ilerlemeye başlamıştı. Rüzgar şiddetlenmişti. Grave adamlarına geriye doğru
çekilip kapının erimesine karşı hazırlıklı olmalarını söylemişlerdi. Kuzeye
yabancı bu ateşi üfleyerek geri itmeye çabalayacaklardı. Kuwala suyun arda
kalanını kullanmaya devam ederken rüzgar suyu kaskatı bir buz haline
getiriyordu.
Daki
menzile çıkmıştı. Surun üstündeydi. Kılıcı elinden ikinci defa geçti ve yanan
ateşe iki oku tuttu. Birisini parmakları arasına sıkıştırdı. Nişancılığı her
zaman Helyan Kea'nın öğretileri sırasında gelişmişti. Yayı germeye başladı. Ok
yayda konumunu almıştı. Hedefi ise metal borunun ağzıydı. Hızla yayı dahada
gerdi ve birden ok parmakları arasından kayıp gitti. Ardından rüzgarı kesen bir
ıslık sesi bırakmıştı. Seron generali üstlerine doğru gelen yeşil parıltı ve
ıslık sesi ile birden bağırmıştı.
''Siper
alın!'' ancak geç kalmıştı ve Ateş Kuzan makinenin ağzına denk gelen alev
birden bütün kızıl alevi yeşile çevirmiş ve patlama sesi ile etrafta bir toz
bulutu oluşmuştu. Daki zaman kaybetmeden ikinci oku fırlattığında diğer Ateş
Kusanı vuramama ihtimali yoktu. Ancak son anda kalu kaymıştı ve omzuna saplanan
ok yüzünden hedefini şaşırmıştı. Fırlattığı okun saplandığı göz onu vuran
okçuydu. Çığlıklar atıyordu. Yeşil alev etrafı sarmıştı. Daki ikinci bir ok
aradı ama ona doğru yağmaya başlayan bir ok yağmuru olduğunu fark etmemişti.
Bir tavana çarpıyor gibi oklar birden parçalara ayrılıp zararsız odun parçaları
olarak yere düşmeye başlamıştı. Kuwala onun vurulduğunu görmüştü. Rüzgar okları
paramparça ederken Kuwala oraya doğru tırmanmaya başlamıştı. Hiç olmadığı kadar
kendini savaşa hazır hissediyordu. İlk defa böyle kontrollü bir rüzgar
hissetmişti. Grave ve iki efsuncu da onun ardından yukarı doğru tırmanmıştı.
Kuwala surun üstüne vardığında alev kusan makineyi gördü. Oraya girip onları
durdurması gerekiyordu. Artık Grave ve efsuncuları yorulmuştu. Daki ise
yaralanmıştı. Kuwala surun ardına çökmüş ve oku kıran Daki'ye baktı.
''Aşağıya
ineceğim.'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Bir efsuncu onun yarası ile
ilgilenmek için yanına çökmüştü.
''Onları
öldürdükten sonra duramazsam kılıcın hazırda beni bekle. Buraya doğru gelip
birilerinin canını yakmaya başlarsam durdur beni.'' dedi. Daki bir şey
söylemeden Kuwala birden surun üstüne zıpladı ve aşağı doğru atladı. Grave
öylece kalmıştı. Rahomun tam gücünü gördüğünü sanıyordu. Derinlerdeki suları
çekerken hissettikleri Sarsıntının daha güçlüsünü hissetmişlerdi. Dağlardan
gelen kar fırtınasını görmüştü Grave. Gün doğumu kar fırtınası içinde
kayboluyordu. Daki dağlara bakıp ayaklanmaya çabaladı. Aşağıya bakınca Surların
önüne doğru akan kızıl ateş donmaya başlamış ve yeşil ateşin rengi soluyordu.
Kuwala'nın saçları rüzgarda havalanmıştı. Londaga'nın formuna bürünmeye
başlamıştı. Grave sarsıntıda ayakta durmak için tutunacak yer aradı. Sur
çatırdıyordu ve toprak buz kesiyordu adeta.
''Madenlere
girmeliyiz. Burada kalan herkes ölecek.'' demişti Daki. Apar topar aşağıya
inmişlerdi. Buzdan kapı paramparça olurken sur çöküyordu. Rüzgarın uğultusu
delirmiş bir ruhun çığlığı gibi kulakları sağır edercesine artıyordu. Daki
kılıcını yakmıştı. Kar fırtınası yollarını şaşırtacak kadar güçlenmeye
başlıyordu.
''Madenlere!''
diye bağırdığında Grave birçok yana kılıç eşliğinde kanyonun sonuna doğru
yürümeye başladılar. Madenlere girdiklerinde fırtınanın sesi artık çığlık gibi
geliyordu. Daki elindeki kılıcı söndürmedi. Grave ona bakıyordu.
''Rahomu
öldürecek misin?''
''Hayır!
Onu durduracağım. Londaga'nın formundan çıkmazsa herkesi öldürebilir.''
demişti. Onlar sessiz bekleyiş içindeyken Byega tedirgin halde etrafı
doldurmaya başlayan fırtınaya bakıyordu. Rahomun aşağı atladığını görmüştü.
Şimdi ise onlara doğru yürüyordu. Gözleri bembeyazdı. Seron generali okları
hazırlamalarını istedi. Byega ise ona durmasını söylemişti. Donmuş olan kızıl
alevleri gösterdi.
''Onu
okla, ateşle yeneceğine inanmıyorsan dene. Ama daha çok azdıracaksın. Bu sefer
bırak Kuzeyli birisi onunla karşılaşırsın.'' dedi. Seron generalini arkasında
bırakacak şekilde ileri doğru birkaç adım attı. Kuwala onun geldiğini görünce
duraksamıştı.
''Burada
hepinizi öldüreceğimi biliyorsun değil mi General?'' dedi. Byega ona bakarken
kaşlarını çatmıştı. O gün sarayda gördüğü ruhun birebir aynısı ve canlı kanlı
karşısındaydı. Etkilenmemesi imkansızdı. Rahom soyunun saf kanını taşıyan
Londaga'nın formuna bürünmüş bu gence bakıp kalmıştı.
''Askerlerine
söyle ne kadar hızlı koşarlarsa o kadar yaşama şansları artacak.'' dedi. Byega
onu duyunca başını iki yana salladı.
''Neden
bizi uyarma gereksinimi hissediyorsun? Öldür!'' dedi. Kuwala ona doğru birkaç
adım attı. Yanına doğru gelirken soğuk rüzgarlarda onunla geliyordu. Ardında
yükselen kar fırtınası onu gölgesi gibi takip ediyordu.
''Sen
benim topraklarımda ki hainsin. Askerlerin benim topraklarımın evlatları. Seni
öldürdüğümde üzülmem ama onlar benim topraklarımın çocukları. Onlar için
üzülürüm.'' dedi. Byega ona bakıp kalmıştı. Kuwala arkada dikilen altın zırhlı
generale bakıp gülümsedi. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında yüzünü saran
karanlıkta sadece gözleri parlıyordu.
''Onun
gibi binlercesini Güneyin ruhları parçaladı. UngurPan'da o altın zırh içindeki
binlercesini öldürdüm.'' demişti. Byega ona bakıp kaldı. Kuwala ise elini onun
yüzüne doğru uzattığında Byega acı ile kendini geriye doğru attı. Yüzünü yakan
buzun ilerlemesine izin vermeden kılıcının ateşini yakıp yüzüne tuttu. Kuwala
ellerini yukarı doğru kaldırdığında Seron generali ayakları yerden kesilir gibi
hissetti. Kuwala onu yanına doğru çekmişti. Boğazını saran rüzgar nefesini
kesiyordu. Altın zırhı onu sıkıyordu adeta. Kuwala gülümseyerek ona baktı.
''Kaçın!''
demişti sesi kar fırtınasında yankılanırken Generalin zırh içinde sıkışıp
patlayan bedeninden arda kan yağmuru kalmıştı. Seron askerleri oklarını bırakıp
geriye doğru kaçarken Kuwala yanında duran Byega'ya bakıp parmağını
şıklattığında iki elini saran buz kütleleri onu yere çivilemişti. Kar fırtınası
askerlerin üstüne doğru gelirken seçiyormuşcasına Seron askerlerini hedef alan
buzdan mızraklar yağıyordu üstlerine. Kuwala belirlediği bölgede Seron
kalmayana kadar hepsini teker teker buzdan mızraklara avlamıştı. Kaçmaya
çalışan Bakren askerleri ise yollarını kesen cam gibi buzu kırıp geçemiyordu.
Kuwala adım adım ilerlerken buzdan kalkana doğru sağ kalan var mı diye
cesetlere bakıyordu. Kar fırtınası onun geçtiği yerde açılıyordu. Bir grup
seron askerini gördü. Siyah cam küreleri fırlatıyorlar ve kar fırtınasının için
kızıl aleve boyuyorlardı adeta. Kuwala onlara doğru yürürken adımını attığı
yerde toprak buz kesiyordu.
''Daha
fazla yaklaşma!'' titreyen sesle beraber kar fırtınası dinmişti birden. Rüzgar
durmuştu. Kar taneleri havada asılı kalmıştı adeta. Kuwala solunda kalanlara
doğru döndü. Buzdan duvarın önüne birikmiş sayıları beş yüze yakın asker vardı.
Büyük ordu öylece dağılıp gitmiş ve geriye kalan beş yüz asker kılıçlarını
çekmişti. Seron birliklerinden sağ kalanlarda gerilemiş ve Bakrenliler ile bir
hat oluşturmuştu. Gün ışıkları havada asılı kalan kar taneleri arasından
süzülerek yere iniyordu.
''Buzu
indir!'' Elindeki yanan iki kılıcı ile bir Bakren askeri öne doğru çıkmıştı.
Kuwala'ya doğru birkaç adım attı. Arkasında kalan bir askeri onun gibi kılıcını
yakmıştı. Görünmeyen iplerle havada asılı kalmış kar taneleri onlar
dokunduğunda binbir parça oluyordu.
''Bunu
yapmazsan seni öldüreceğiz. Savaşmak istemiyoruz.'' dedi. Kuwala sakince onlara
bakıyordu. Byega durgun havaya baktı. Bileklerine bine ağırlıklar o kadar
fazlaydı ki... Kollarını yerden kaldıramıyordu. Fırtına onu darma duman
etmişti.
''Teslim
olacak mısınız?'' Kuwala bunu söylerken ellerini yere doğru indirmişti. Kar
taneleri kıpırdamadan duruyordu. Rüzgar ise nefesini tutmuş gibiydi.
''Savaşmayacağız.
Geri çekileceğiz. Onurlu bir savaşçı isen...''
''Onur ne
demek?'' Kuwala bunu sorarken yüzünde ifade yoktu.
''Onur
kelimesinin ne demek olduğunu bilmiyorum. Savaşta bu kelime neden kullanılır
onuda bilmiyorum. Tek kural var denildi savaşta.'' Bakrenli çavuş kılıçlarını
yana doğru indirmişti. Kuwala gülümsedi.
''Ya
ölürsün, ya öldürürsün.'' demişti. Çavuş kaşlarını çattı. Kılıçlarındaki ateş
söndü.
''Sizinle
savaşmak istemiyoruz. Komutan Grave'yi teslime din çekip gidelim.'' dediğinde
Kuwala kıkırdayarak gülmüş ve elini ağzına götürmüştü.
''Komutan
Grave hiçbir yere gitmeyecek. Sizde gitmeyeceksiniz. O buzun ardına geçen tek
şey kanınız olacak. Kuzeye ihanet eden herkes gibi sizde öleceksiniz.''
demişti. Arda kalan Seron askerlerin çığlıkları ile dönmüştü çavuş. Gözleri
ayrılmıştı adeta. Seron askerlerinin etrafı boşaltılmıştı. Bedenlerine değine
her kar tanesi keskin bir bıçak gibi izler bırakıyordu. Yüzlerini, ellerini,
bacaklarını ve bedenlerini yavaş yavaş keserken yan damlaları yerdeki biriken
kızıl göle damlıyordu.
''Onları
daha önce yendim. Onlar gibi binlercesini UngurPan sınırlarında Kuzeyin denizine
gömdüm. Şimdi Kuzeyin topraklarına gömeceğim. Sizin gibi ihanetçiler yüzünden
ölecekler. Olmamaları gereken yerde oldukları için ölecekler.'' demişti.
Dizleri üstüne çökmüştü acı ile yirmi kadar seron askeri. Yalvarıyorlardı.
''Teslim
olacağız!''
''Seronlar
teslim olmuş askerler karşılığında bana bir şey vermeyecekler!''
''Verirler...''
Çığlık sesi kelimeleri boğdu. Kuwala başını iki yana salladı.
''Seronlar
insanlarına değer vermiyor. Onlar için önemli olan şey altın ve altını
alabilecekleri her şey. Sizin canınız altından değersiz. Bunu unutmayın ve
öldürülen kralınızın yanında yas tutan Tanrıçanıza anlatın.'' demişti. Günün
ilk ışıltılarında parlayan kristal buzlar bedenleri delik deşik ederken korku
Bakren askerlerinin dizlerini titretmeye başlamıştı. Delik deşik olan
bedenlerden kan beyaz zemini boyarken Kuwala elindeki kılıçları olan çavuşa
döndü.
''Neden
Bakren lorduna hizmet ediyorsun?'' dedi. Çavuş öylece kalmıştı. Kuwala'nın
beyaz gözleri geri griye döndü. Elleri arkasında birleşti.
''Bunu
niye yapıyorsunuz? Kendi insanlarınızı neden öldürmeyi seçtiniz?'' dedi. Çavuş
ona bakıyordu. Askerler korku ile bir küme haline gelmişti. Kuwala bir elini
yana doğru kaldırdı ve parmaklarını şıklattığında kar fırtınası ardından ince
bir sis bırakarak kayboldu. Ellerini tekrar arkasında birleştirdi. Eriyen buza
dikti gözlerini.
''Lordunuz
gibi olmayacağım. Gidin! İstediğiniz yere gidin. Bir daha ki sefer kendi
kardeşlerinizin kılıçlarında can bulacağınızı bile bile lordunuz için
savaşın.'' dedi. Çavuş öylece ona bakıp kalmıştı. Askerlerin yarısı hızla
kaçarak uzaklaşıyordu. Çavuş ve ardında iki yüzden fazla asker ise öylece
dikilip kalmıştı.
''Onu
yenecek kadar güçlü müsün?'' dedi kılıçlarını söndürüp belindeki kabzalarına
sokarken.
''Dağları
yerinden oynatacak kadar güçlü olduğumu görmedin mi?''
''Onun
dağlardan daha ağır olduğunu ve yanında ki korkunç gölgeler tarafından
korunduğunu biliyor musun?''
''Gölgeleri
kovan Londaga'nın ruhu benim ruhum. Gölgeler gün ışığında yok olup
gittiklerinde savunmasız kalacağını biliyorum.'' dedi Kuwala. Derin bir
sessizlik oldu. Harap olmuş kamp alanında tek bir fısıltı dahi yoktu. Kuwala
kendini kontrol edebilmişti. Kan dökmek yerine durmuştu. Ayaklarına doğru sızan
seron kanına baktı. Gözlerini yere dikmişti.
''Ailelerimiz
var!'' Çavuş bunu dediğinde Kuwala başını kaldırdı.
''Onları
kurtarmak mı istiyorsun, yoksa öldürülmelerini mi izleyeceksin?''
''Kurtarmak
istiyoruz! Bunun garantisini ver bize. Kılıçlarımızı senin için yakalım. Kuzey
senin ruhun ise senin bir parçan olalım.'' dedi. Kuwala gülümsedi. Ayağını yere
nazikçe vurduğunda binlerce ışık yükselmeye başlamıştı gökyüzüne. Kan yukarı
doğru yükselirken Kuwala gülümsemeye devam ediyordu. Devasa kızıl bir buluta
dönüştü yükselen ve ışıldayan kan.
''Kuzeylilerin
bir damla kanı dökülürse bunun hesabını ben vereceğim.Daha fazlasına gerek var
mı?'' demişti. Çavuş yükselmiş kızıl buluta baktı. Bulut rüzgarla taşınıyordu.
Uzaklaşıyordu üstlerinden gün ışığı üstlerine doğru iniyordu tekrardan.
Kılıcını çekip havaya kaldırdı. Onunla beraber iki yüzden fazla askerde
kılıcını kaldırmıştı. Ölen kardeşlerinin kanı nereye gidiyordu bilmiyorlardı.
Ama daha fazla kardeş kanı dökmeyeceklerdi.
''Kuzeyin
efendisi için savaşacağız!'' demişti Çavuş. Generalinin gözüne bakarak bunu
söylediğinde tarafını belli ettiğini anlatmaya çabalamıştır belki de. Kuwala
nazikçe gülümsedi.
''Kuzeyin
gerçek sahipleri olarak dövüşün. Bu bile yeterli!'' dedi. Arkasını döndüğünde
fırtınanın dinmesi ile dışarı çıkan Grave ve ekibini gördü. Daki onlarla
geliyordu. Kuwala yanlarına doğru gelenleri gördü. Grave ellerinden yere
çivilenmiş halde yerde duran Byega'ya bakıp kaldı. Onu böyle görünce bir an
afallamıştı. Amcasını bu kadar perişan hald egörmek şaşırtıcıydı. Bir süre göz
göze geldiler. Grave onu umursamadan Daki ile rahomun yanına yürümeye devam
etmeyi tercih etti. Kaçmasını engellemek için beş efsuncu onların başında
durdu.
''Durabilmişsin!''
Daki bunu söylerken etrafta ki cesetlere bakıyordu. Çoğunu öldürmüştü fırtına
ama yaşayanlar vardı. Bu bile bir ilerlemeydi.
''Savaşta
yanımızda olmak istediler. Onlara sanş vermeliydim değil mi?'' Komutan grave
tanıdığı çavuşa bir süre baktı. Efsuncularına işaret verdi.
''Güven
bağı oturana kadar kılıçlarını toplayın.'' demişti. Kuwala onların işine
karışmayacaktı. Yıkım alanına dönmüş kanyon girişindeydiler. Kuwala toplanan
kılıçlara bakıyordu. Arda kalan yığınlardan yiyecekler toplanmaya başlamış ve
insanlar dışarı doğru çıkmaya başlamıştı. Byega ise hala olduğu yerde çakılı
durumdaydı. Grave ve çavuşun adamları onların oturması için bir yer düzenlemeye
başlamıştı. Ölüler toplanıyordu bir yandan. Br ateş yakılacak ve cesetler
yakılacaktı.
''Efendi
Kuwala! Efendi Daki!'' demişti Grave kaynayan kazanlardan yemekler verilmeye
başlandığında hava çoktan kararmış ve beş yüz asker tekrar kılıçlarını
alabilmek için hiç olmadığı kadar itaatkar durumdaydı. İnsanlar zaten onlardan
olan askerlere karşı hiç tepki vermiyordu. Kuzeyli daima kendi kanından olanı
korurdu. Birbirlerinin canlarını yaktıklarını kolayca unutmuş gibi kurulan
masalarda yemeklerini yiyeceklerdi.
Grave
onlara tekrar seslendi. Kuwala emin olmak için kendisi Daki'nin yarasına bakmak
istemişti. Ölçek olarak on ile biri arasında yaranın durumuna iki demişti.
Getirilen sıhhıye malzemeleri ile yinede en iyi pansumanı yapma yanlısı
olmuştu. Grave onları surun ardında kanyonda kurulan yemek yerine çağırmıştı.
Çavuş onun yanında dolaşıyordu. Kuwala ileride yere çivilediği Byega'yı
izlerken Daki onun başında dikiliyordu.
Grave ve
çavuş onlara doğru yaklaştığında konuşmaya şahit olmuşlardı.
''Seni
burada bırakacağım. Muhtemelen Ayezi beni bulmak için buradan geçecek ve seni
yiyecek. Ruhunun çirkinliği onu açıktırmış olduğu için ölüm çok yüksek bir
olasılık. Ama sorularıma cevap verirsen bir süre daha yaşamana müsade
edeceğim.'' Kuwala bunları söylerken yere çömelmişti. Byega ellerini
çekiştirmekten kollarında derman kalmamış haldeydi.
''Kurdunun
beni yemesi umurumda değil. Burada zaten ölmüş olarak anılacağım.''
''Ayezi
kurbanlarını bacaklarından yemeyi seviyor!''
''Çocuk!
Beni korkutacağını sanmıyorum. Derdin ne senin?'' dedi. Kuwala onun kafasına
elini koydu ve nezaketle gülümseyip birden saçlarını avuçlayıp başını sert
zemine doğru çarptı.
''Melez
Piç hakkında ne biliyorsun? Bana bunları teker teker anlatmanı istediğimi
söyledim. Beni hiç dinlemiyorsun General Byega!'' demişti. Tekrar Byega'nın
başını kaldırdı. Yarılmış alnından kan akıyordu. Kuwala ona doğru yüzünü
yaklaştırdı.
''Onunla
konuşmadan önce hakkında ki her şeyi bilmek istiyorum. Beni izlediğini ve takip
ettiğini hissediyorum. Londaga'nın ruhunu alırken de oradaydı, ben delirip
binlerce insanı öldürmeye kalktığımda da oradaydı. Sürekli etrafımda geziniyor
ve onun hakkında bir şey bilmiyor olmak beni deli ediyor.'' demişti. Byega
gülümsedi. Kan çenesinden yere damlıyordu.
''Sana bir
şey anlatmadığım sürece beni hayatta tutacağını biliyorum. Neden sana konuşayım
ki?'' demişti. Kuwala elini saçlara daha sıkı doladı.
''Tek
şansım sen değilsin! Sana bir fırsat sunuyorum. Yaşamak için bir sebebin var.
Muhtemelen güzel bir karın ve çocuğun var. Belki erkek bir evladın. Onlardan da
bir çok şey öğrenebilirim. Tieden nasıl Melez Piçin kolunu aldıysa bende
onların canını alabilirim.'' demişti. Byega'nın korku dolu gözleri yanan meşale
ışığında parlamıştı. Kuwala kıkırdadı.
''Tecrübesiz
olduğum doğru ama öğreniyorum General Byega! Öğrenmek çok tehlikelidir. Bunu
biliyor musunuz? Öğrenen ve bilgilenen birisinin ne kadar kötü ve çirkin
olabileceğini hiç düşündünüz mü? Ben kendi yansımamı gördükçe bunu hep
düşünüyorum.'' dedi. Byega'nın çenesi titremişti. Gözleri fal taşı gibi kocaman
olmuştu.
''Buradan
gitmeden önce senden bana anlatacağın şeyler duymak istiyorum. Öğret bana!
Karşımda nasıl bir düşman olduğunu bana anlat ki... Bende o düşmana dönüşüp
korumaya çalıştıklarınızı paramparça etmeyeyim. Kristal saray parça parça
yıkılırken onun altında kalacakları kurtarabilirim.'' dedi. Byega öylece
kalmıştı. Kuwala onun saçlarını bırakıp yerdeki su kabını ona doğru itekledi.
''Afiyet
olsun!'' demişti. Byega öylece kalmıştı. Daki ona bakarken ifadesizdi.
Anlatılan tecrübesiz ve masum aklı saf rahom bu değildi. Karşısında yer altı
iblisi vardı adeta. Kuwala ellerini arkasında birleştirdi.
''Tekrar
geldiğimde bu kadar ısrarcı olmamı bekleme. Seni öldürmek isteyen Kara Kurt
Daki var!'' demişti. Byega dikilen adamın parlayan yeşil gözlerine baktı. Bir
çok defa cephede karşı karşıya geldiği bu adamın Kuwala'yı eğittiği açıkça
görülüyordu. Acımasızlığını Kuwala'ya da öğretmişti. Onu güçlü ve kırılmaz hala
getirecek kadar iyi öğretiyordu dünyayı. Daki gülümsedi. Byega'ya önündeki
kirli kabı gösterdi.
''Hadi
suyunu iç. Bunu istemiştin. Su diye etrafında dolanan insanlara
yalvarıyordun.'' dedi. Byega ona bakarken Daki bir tekme savurdu suratına.
''Hadi
General!'' dedi. Byega omzuna çarpan tekme ile sallanıp öne doğru eğildi. Bir
köpek gibi yerdeki kaptan su içiyordu. Daki ondan nefret ediyordu. Bir çok defa
cephede Ung askerlerinden yakalananların vücutlarını parçalara böldüren bu generale
eziyet etmek onu rahatlatıyordu. Asla gerçekten karşı karşıya gelmemişlerdir.
Ama Kara Kurtların subayları sadece Byega'ya itaat ediyordu. Bunu bildiği için
ondan daha ayrı nefret ediyordu.
''Senden
tiksiniyorum!'' demişti. Grave onların yanına doğru yaklaştı.
''Yemek
için bize katılın efendiler.'' demişti. Eğilip Byega'nın önündeki kabı alıp
suyu yere döktü ve doğruldu. Çavuş üçüne bir kaç adım arkadan bakıyordu. Bu
kadar nefret dolu adamların gücünü düşününce doğru tarafta olduğuna inandı. Rahom
ve onun yanındaki Kara Kurt Daki'nin tek başına bile bir alayı yok edebilirdi.
Grave ise yanına adam çekmede başarılı bir komutandı. Yönetimi sarsılmaz ve
koordineli şekilde savaşan dinamiklerden birisiydi.
Kanyonun
içine doğru yürümeye başlamışlardı. Grave yanında yürüyen Daki'ye baktı.
''General
Byega'dan nefret ediyor olmanızın sebebi askerlerinizi ve adamlarınızı öldürmüş
olması değil mi?'' dedi. Daki başını salladı ve yanlarında yürüyen Kuwala'ya
baktı.
''Bir
noktada ona da teşekkür etmem gerek. Adamlarım ve benim peşime Kara Kurt
sürüsünü takmasaydı Kuwala ile tanışmayacaktım. Çok can yitirdim ama hepsine
değer bir adam kazandım.'' demişti. Kuwala gülümseyip ellerini arkasında
birleştirdi. Neşe ile sekti.
''Peki siz
Efendi Kuwala?''
''Ondan
nefret etmiyorum. Sadece yüzünde gördüğüm pişmanlık beni tiksindiriyor.
İnsanlar hep böyle. Yaptıkları şeylerden dolayı yıllar sonra üzülüyor. O ve
onun gibiler kendi çıkarları için kötülükler yapıyorlar. Sadece Generale karşı
özel bir nefret değil. Genel olarak böyle insanlardan nefret ediyorum. Onları
öldürmek yapılabilecek en büyük iyilik gibi geliyor bana.'' demişti. Çavuş
sessizce neşe içinde konuşan rahoma baktı. Korkunç sözcükleri böyle neşe içinde
söylemesi onu dengesiz bir kişilikte gösteriyordu. Henüz Rahomun gerçek
kişiliğini göremeyecek kadar ona uzak olduğu için dengesiz kişilikte karar
kılmıştı.
''Melez
Piçi bu kadar tanımak istiyor musunuz?'' demişti Grave. Kuwala başını yavaşça
sallayıp durgunlaştı.
''İstiyorum.
Onu bu kadar öfkeli ve karanlık yapan sebepleri bilmek istiyorum. Hem Bakren
kanı hem Rahom kanı taşıyan o adamın gerçekte kim olduğunu anlamak için önce
nasıl birisi haline getirildiğini bilmem gerek.'' dedi. Grave başını eğip
yığının üstünden dikkatlice geçerken daki'nin elini tutup destek alan Rahomu
süzdü. Henüz on sekiz yaşındaydı ve savaşın içinde bir senedir bulunuyordu.
Buna rağmen gerçek düşmanı belirlemişti bile. Kendini savaşın kan ve nefretinde
kaybetmemek için çok çaba sarf ettiğini görebiliyordu.
''Onunla
savaştığınızda kaybederse onu öldürecek misiniz?'' dedi. Kuwala başını ona
doğru çevirdi.
''Sanmıyorum.''
dedi. Etrafı derin bir sessizlik sarmıştı.
''Neden?''
çavuş merakla bunu söylediğinde Kuwala yığından inmişti. Kanyonun içindeydi.
''Kendisi
için dövüşmeyen insanlara hep bir şans verilmeli. O da bir emir kulu. Tıpkı
sizin gibi.'' dedi. Daki kollarını bağdaştırmış sert bakışlarını çavuşa
çevirmişti. Kuwala'nın aydınlık yüzündeki gülümsemenin zıttı olan bu karanlık
bakışlar Çavuşu ürkütmüş idi. Susup cevabı kabullendiğini gösterdi.
Efsuncuların ve insanların toplandığı yemek alanına gelmişlerdi. İnsanlar kümeler
halinde yemeklerini almış yiyorlardı. Grave onlara büyük kurulan çadırı
gösterdi. Eski merkez komuta alanı olarak kurulan çadırın oraya yığından
çıkarılan çadırı kurmuşlardı. Masa ve sandalye olması Kuwala'yı şaşırtmıştı.
Harabe haline getirdiği düşman kampından sağ çıkan sandalyeler masanın etrafına
konuşmuştu. Grave'nin subayı olan beş efsuncu da masanın etrafındaydı. Ve
Çavuşun savaş alanında yanına gelen adamı masada oturmuş kuzeyli kardeşleri ile
sohbet ediyordu. Kuwala onlar için ayrıldığını düşündüğü iki yan yana boş
sandalyeye yöneldi. Daki onun yanına oturmuştu. Kurutulmuş et vardı ve ekmek...
''Hepsini
pişirmediniz umarım.'' demişti Daki. Grave başını salladı. Daki bunun üzerine
geriye doğru yaslandı.
''Güzel.
Bir ka güne yola çıkacağız. Ung birlikleri ile Kristal sarayda karşılaşacağız.
O süre zarfında önümüze çıkan her karargah, her karakolu alacağız ve bize
katılanlara kapılarımızı açık tutacağız. Seron birlikleri hariç. Bir tane bile
Seron nefes almayacak.'' demişti. Grave onun sert konuşmasına şaşırmıştı.
''Teslim
olan askerleri öldürecek miyiz?'' demişti. Daki kaşlarını çatmıştı. Yemeğini
yiyen Kuwala'nın önüne doğru kendi ekmeğini itekledi.
''Teslim
olduklarında birliğe katılmaları gerekir. Bunu yapmayacaklarsa boş yere insan
besleyemeyiz gün geçtikçe ordu büyüyecek. Ve Kristal Saray kuşatılırken fazlası
ile beslenmesi gereken adam ve kadın olacak elimizde. '' dedi. Grave ona hak
vermek zorundaydı. Kuzeyde bahar geleceğine dair söylentiler vardı ama henüz
tahıl yetiştirecekleri kadar toprak yumuşak değildi. Hala soğuk rüzgarlar kar
getirebilirdi.
''Haklısınız.
Savaşın ne kadar süreceği bilinmiyor. Bahar ne zaman gelir bilinmiyor.
Yaşayanın katkısı olmayacaksa onu tutamayız.'' demişti. Kuwala birden başını
kaldırdı. Daki'ye doğru döndü.
''Bahar,
çiçeklerin açıp kuşların öttüğü mevsim!'' demişti. Kış mevsiminde doğan bir
çocuktu. Hayatında hiç kuş sesi duymamıştı. Hayatı boyunca gördüğü tek şey beyaz
kar olmuştu. Renkli çiçeklerden bildikleri sadece kaplıca etrafında ki
çiçeklerdi. Geniş yaylaları renklere boyayan çiçekleri hiç görmemişti. Daki
usulca başını salladı.
''Evet.
Bir sürü çiçeğin açtığı mevsim. Ve uzun sürüyor.'' demişti. Kuwala gülümseyip
kaşığındaki çorbayı ağzına götürdü.
''Anlattığın
kuşlar o mevsimde mi geliyor?'' demişti Kuwala. Grave bir an için Daki'nin
çaldığı ıslığı anımsadı.
''Evet!
Binlercesi Güneyden ve Batıdan gelecek.'' dediğinde Kuwala başını Daki'ye doğru
çevirdi.
''UngurPan'da
kuşlar var o halde!'' dedi. Daki usulca başını sallamıştı. Grave birden
ellerini birleştirdi ve ağzına götürdü. Serçe parmaklarını oynatırken nefesini
avuç içlerine doğru üflemişti. Birden kuş sesi etrafta yankılandı. Kuwala
şaşkınlıkla ona bakıyordu. Grave bir süre sesi çıkardı.
''Çocukken
babam öğretmişti. Bu ses Kısa Kanat kuşunun sesi. Dişi kuşlar erkekleri çekmek
için bu sesi çıkarırmış. Bizde onları böyle kandırıp yakalardık.'' dedi. Kuwala
elindeki kaşığı bırakıp parmaklarını birleştirdi. Üfledi ama ses çıkmamıştı.
Grave ise tekrar sesi çıkarmıştı. Kuwala büyülenmiş halde ona bakıyordu.
''Bunlardan
binlercesi Kızıl Ormanda olursa çok güzel olurdu. Kulübenin...'' duraksadı.
Evinin yakıldığı aklına gelmişti. Daki onu dirseği ile dürttü.
''Yeni yapacağım
kulübenin etrafına yem koyarız ve bizde bir kaçını yakalarız.'' demişti. Kuwala
gülümsedi ama yorgunlukla dudakları geri aşağıya doğru inip düzleşti.
''Daki...''
demişti. Daki ona bakıp kaşığı elindne bırakıp ona doğru devrilen Kuwala'yı
yakaladı. Etrafı derin bir sessizlik sarmıştı. Sonunda Kuwala'nın bedeni onu
uykuya doğru hızla çekmiş ve dinlenmesi için kendini kapatmıştı. Daki sakince
kalkıp Kuwala'yı kucakladı. Grave arkaya koydukları sedirin üstünü boşattı.
''Buraya
yatırın.'' demişti. Daki onu sakince yatırıp üstünü örttü. Geri masaya
dönmüştü.
''Bunca
şeyden sonra iyi bile dayandı.'' demişti. Kuwala'nın daha erken bayılıp
kalmasını beklemişti. Darta'nın gözyaşından bu yana bedeni hesapsızca kendini
kapatıyordu ve çatışma boyunca yüksek bir enerji harcamıştı. Sonunda kendini
kapatmıştı.
''İyi
olacak mı?'' demişti Grave. Daki başını sallayıp yemeğine devam etti.
''Sabaha
yeniden doğmuş gibi uyanacaktır. ''dedi. Daha sonrasında şarap içtiler ve
sohbet etmeye başladılar. Konu savaşa geldiğinde ise Grave heyecan içinde
konuştu.
''Efendi
Kuwala tek başına büyük bir alayı yok edebiliyor. Bu durumda yenilmek imkansız
olur. Ve siz Efendi Daki. Sizin şöhretiniz zaten biliniyor. Kara Kurtları
doğrayıp geçtiğinizi her Bakren askeri biliyor. Bu durumda Kristal saray
olanları duyduğunda daha da korku içinde savaşacak. Hatalar yapacak!'' dedi.
Daki gülümsedi. Kadehine biraz daha şarap doldurdu. Onun umrunda bile değildi
kimin kaybedip kazandığı. Kuwala'nın gittiği yöne doğru gidiyordu sadece. Onun
arkasında durup bu savaşı kazanmasını sağlamaya çalışıyordu. Kimin kazandığı
yada kaybettiği Kuwala'yı etkilecekse ilgileniyordu. Savaşmaktan yana bile
değildi. Darta'nın huzurunda kalmayı teklif ettiğinde Kuwala'ya işleri yarım
kaldığı için huzursuz olduğunu öğrenmişti. Sırf bunun için burada savaştaydı.
''Savaş
umurumda bile değil biliyor musun Komutan Grave!'' demişti. Komutan ona bakıp
kaldı. Daki arkasında ki sedirde uyuyan Kuwala'yı eli ile işaret etti.
''O nereye
ben oraya! Kiminle savaşıyor ise onunla savaşır kiminle aynı masaya oturursa
bende otururum. Hayatımı borçlandığım ve beni özgür bırakan bu adamın daima
arkasında olmak umrumda.'' demişti. Grave şaşkınlıkla ona bakıyordu. Daki'nin
bu kadar Kuwala'ya sadık olacağını düşünmemişti.
''Efendi
Kuwala sizin efendiniz mi?'' demişti Çavuş. Daki dudak büzdü ve sakalını
okşadı.
''Hayır!
Daha çok yoldaşız gibi. Karmaşık bir ilişki bu kafanı yorma çavuş!'' demişti.
Grave konuyu değiştirmek için atıldı. Efsuncular dağılmaya başladığında üçü
masada kalmıştı ve saat baya ilerliyordu.
Konu
dallandı budaklandı ve sonunda içkinin etkisi ile ağızlar gevşemeye başlamıştı.
''Söylesene
Çavuş seni bekleyen bir karın ya da sevgilin var mı?'' Grave bunu söylerken
bardağını tazeliyordu. Çavuş elini yanağına dayadı.
''Bir
kadın var. Ama onunla yatan çok erkek olmuş. Fakat beni sevdiğini söyledi.''
demişti. Daki dövünerek gülmeye başladı.
''Söylesene
senden para aldı mı?'' Çavuş başını sallayınca Grave ve Daki kahkahalara
boğulmuştu.
''Her
erkeğe seni seviyorum deyip zengin olan bir kadını sevgili olarak özlemek
saçma!'' demişti Grave. Daki bunun üstüne ona döndü.
''E...
Komutan senin var mı bir bekleyenin ya da beklediğin?'' dedi. Grave başını
salladı.
''Sanırım
benim gibi kendini orduya adamış adamların bir sevgilisi bir karısı olmuyor.
Yaşımda ilerliyor. İhtiyar bir adam tarafında becerilmeyi kuzey kadınları
hakaret olarak görüyor. Bu saatten sonra kendi kendimeyim.'' demişti. Daki bunu
duyduğunda çavuşla aynı anda pıskırmıştı. Sıra Daki'ye gelmişti.
''Senin
vardır kesin. Gerçi pek çapkın bir adamsın! Kim seni bekliyor ha?'' demişti
Grave utanmazca sırıtıp. Daki güldü başını iki yana salladı.
''beni
bekleyen yok. Bende kimseyi beklemiyorum. Kadınlarla artık aram pek soğuk.''
demişti. Çavuş şaşkınlıkla ona baktı.
''Kara Kurt
Daki gücüyle ün salmış iken her kadın onu düşler. Yoksa bir yerinizden yara
mı...'' Daki onu sertçe yumrukladı.
''Yara
almadım açıp göstereyim ister misin?'' demişti. Çavuş elini göslerine götürüp
bağırdı.
''Sakın
öyle bir şey yapma güneyli herif!'' demişti. Daki güldü. Grave ise üstüne
düşmeye devam ediyordu.
''Genç
adamsın vardır bir bekleyenin. Sevmedin mi hiç birisini?'' demişti. Daki birden
duruldu yüzünde garip bir ifade bulunmuştu.
''Aşık
oldum! Hemde hiç beklemediğim birisine. Onun için ölümü bile göze alacak kadar
oldum Komutan Grave. Hala onu kendimden fazla seviyorum.''
''Öldü
mü?'' demişt Grave durgun bir sesle. Daki başını iki yana sallayınca Grave
bahsini arttırır gibi konuştu.
''Evlendi
mi?''
''Aslında
evli ama bu evlilikten mutluyum.'' dedi. Grave onun ne dediğini anlamıyordu.
Daki is egülümseyip ellerini kıvırcık saçlarına daldırdı.
''Anlamsızca
konuşuyorsun sen Efendi Daki!'' diye çıkışmıştı Grave. Daki güldü ve kadehini
uzattı.
''Gönül
işlerime girersen çıkamazsın. Çükümün hesabını tutmaya kalkarsan sayamazsın
Komutan Grave. O yüzden bu işe bulaşma bence.'' demişti. Grave ondan bir şey
öğrenemeyeceğini anlayınca Çavuşa doğru döndü.
''E sen
söyle çavuş. Bu kız hangi genelevde çalışıyordu?'' dedi. Çavuş ona bakıp başını
öne doğru eğdi.
''Başkentteki
eski meyhanenin orada ki genelevde! Ama oradan ayrılması için para verdim.''
Grave güldü ve onun sırtını sıvazlayıp alaylı bir sesle konuştu.
''Eminim
kurtulmuştur oradan!'' demişti. Çavuş başını masaya doğru koydu. İçki artık onu
uyuşturmaya başlamıştı.
''Böyle
demeyin komutanım. Geri döndüğümüzde onunla evlenmeyi düşünüyorum. Annem ne
derse desin onunla evleneceğim ve iki kız babası olacağım. İsimlerini bile
düşündük.'' demişti. Grave bunları duydukça daha çok gülüyordu. O sırada
Kuwala'nın sesi duyuldu.
''Daki...''
demişti. Daki adeta oturduğu sandalyeden fırlamış ve bir kaç adımla sedirin
dibinde durmuştu. Sedirin yanına çömelmişti. Grave onun hızına şaşkınlık içinde
bakıp kalmıştı. Kadeh kadeh içki içen bir adam ayağa kalkmaz iken o yerinden
fırlayıp koşmuştu.
''Hey!
Buradayım!'' demişti. O kadar yumuşak ve düzgün bir sesle konuşuyordu ki. Çavuş
bile başını kaldırıp oraya bakmıştı. Kuwala elini kaldırıp yüzüne doğru koyup
bir şeyler geveledi. Daki ise ona bir süre bakıp elini nazikçe geri örtünün
altına soktu.
''bir yere
gitmiyorum. Burada bekleyeceğim.'' demişti. Ayağa kalkıp sedirin yanına bir
sandalye çekip oturdu. Kuwala gözleri kapalı konuşuyordu.
''Bir gün
bunlar bittiğinde babamın kulübesini onaracağız değil mi?'' demişti. Daki
başını salladı.
''Evet!
Daha güzel ve büyük bir kulübe yapacağım. Ayezi için bir köpek kulübesi bile
yapabilirim. Cohin bize yardım edeceğini söylemişti.'' dedi. Kuwala güldü.
Gözlerini aralayıp oturan Daki'ye baktı.
''Ayezi bu
savaş bittiğinde Darta'nın yanına dönecektir. O köpek kulübesinde uyumayacak
kadar kibirli.'' dedi. Gülmüştü. Daki gülümseyip ona baktı. Kuwala elini daha
önce yaralandığı yere koydu.
''Aleon ve
Marinoe'ye düğün yaparız. Ve binlerce kuş sesi dinleriz.'' demişti. Daki ona
bakıp kaldı.
''Aleon
ile Marinoe evlenecek mi?'' dedi. Kuwala gülümsedi.
''Evet.
Marinoe'nin kızı Aleon'a baba diyordu. Bunu gelecekte gördüm.'' dedi. Daki
şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala gülümsedi ve karşısında oturan Daki'ye baktı.
''Benim
düğünümden daha ışıltılı bir düğün olacak.'' demişti. Daki gülümsedi ve elini
çenesine götürdü.
''Senin
düğününde tanrılar misafirindi. Hiç bir düğün bu kadar ışıltılı olamaz.''
demişti. Kuwala başını yana doğru çevirdi. Boğuk bir sesle konuştu.
''belki de
gördüklerim sadece rüyaydı. '' dedi. Daki birşey demeden bir süre bekledi.
Kuwala derin bir iç çekip ona sırtını döndü. Uyku sersemliği ile mırıldandı.
''Sakın
beni tek başıma bırakma...'' demişti. Daki elindeki kadehi tepesine dikti.
Uzanıp örtüyü Kuwala'nın üstüne doğru çekti.
''Burada
olacağım uyandığında.'' demişti. Grave bunu duyduğunda ayağa kalktı.
''Bir
sedir daha getirteceğim.'' demişti. Ayakta sallanıyordu. Çavuş ona destek olmak
için ayağa kalktı. Sallanarak uzaklaştılar. İçeri iki muhafız sedir getirmişti.
Daki köşeye konulan sediri diğerine yaklaştırdı. Uzandı ve bir süre sonra derin
bir uykuya daldı.
Sabah
gözünü açtığında yüzüne eğilmiş Kuwala'yı gördü. Kuwala gülümsemişti. Daki
çadıra kaçamak bir bakış attı.
''Zamanı
değil birisi içeri girebilir.'' demişti. Kuwala bir yılan gibi örtünün altına
doğru girmişti. Dinlemiş olduğu pembeleşen yanaklarından belliydi. Sırıttı.
''Herkes
uyuyor. Kanyonun girişinde iki nöbetçi ayakta.'' dmeişti. Daki onun kendinden
emin konuşmasına rağmen Rahom ile böyle yakalanmaktan tedirgindi.
''Başlarsak
duramayacağımız biliyorsun!'' dedi. Kuwala derin bir iç çekip onun yanına
oturdu. Etrafa bakındı.
''Bundan
sonra böyle mi olacak? Sana dokunamayacağım, Sen bana dokunamayacaksın. Bunun
sebebi bu insanlar ise...''
''Hey!
Dokunmak istersen buna izin vereceğim.'' demişti. Kuwala kıkırdayıp elini
Daki'nin açtığı karnına koydu.
''Daki, bu
insanlara tanrılar tarafından izinle evli olduğumuzu söylersek bir şey
diyemezler. Neden bunu yapmıyoruz ki... Tieden ve diğerleri bunu kabul etti.
Onlarda eder!''
Daki
uzanıp Kuwala'nın elini tuttu. Çekip dudaklarına götürdü.
''Bu
insanlar aptal ve seni sevdiğimi anlamayacak kadar aç ve tutarsız duygularla
dolu. Onların bakışlarının seni rahatsız etmesine katlanamam. Hepsini öldürmek
zorunda kalırım.'' demişti. Kuwala ona doğru döndü. Eğilip Daki'yi
dudaklarından nazikçe öptü.
''Kimseyi
öldürmek yok.'' dedi. Daki doğrulup Kuwala'ya doğru döndü.
''Beklemekten
bende nefret ediyorum. Bu yüzden bana böyle bakmaya devam etme.'' demişti.
Kuwala sırıttı. Alt dudağını ısırdı. Daki gözlerini devirdi ve geri uzandı.
''Sen
cidden edepsiz bir adam oldun Kuwala!'' dedi. Kuwala omuz silkti. Cübbesini
giymek için ayağa kalkmıştı. Cübbesini omuzlarına geçirdi. Kuşağını almak için
tekrar eğildiğinde Daki hızla ayağa fırlamıştı. Onu arkadan yakalayıp
sarıldığında Kuwala ne diyeceğini şaşırdı. Kalçalarında hissettiği şey Daki'nin
kabarmış olan erkekliği idi. Öylece bir süre durdular. Kuwala boynunda Daki'nin
susuzluktan kurumuş dudaklarını hissediyordu. Saçlarını yana doğru
çekiştirmişti. Dili boynunda hissedince bir an Daki'ye doğr döndü.
''Uzun
süredir yıkanmıyorum. Boynumu yalamamalısın.'' demişti. Daki onu daha sıkı
sarıp kendine doğru çekti.
''Pek
umurumda değil. Bana hala lezzetli geliyor tenin.'' demişti. Kuwala utancını
gizlemeye çabaladı ve boynunu yana doğru eğdi.
''Garip
şeyler öğretip bana edepsiz dememelisin Efendi Daki!'' demişti. Daki bir an
gülümsedi.
''Efendi
Daki mi? Alay edecek kadar cesursun Kuwala!'' demişti. Dişlerinin arasına
aldığı yumuşak teni ısırmıştı. Kuwala onun ısırıklarının can yakıcı olmamasına
rağmen huylandırıcı buluyordu.
''Kurt
gibi davranma!'' diye çıkışma çalışmış ama ardından gelen yumuşak öpücükle
bedeni titremişti. Isırıktan daha tahrik edici bu ufak öpücükler bedenini
titretiyordu. Ellerini kurtardı ve cübbesini çıkardı aşağı doğru bıraktı.
Kuşağını çözen Daki'nin ellerine baktı. Kendi ellerini kontrolsüzce bırakmıştı.
Yatağa doğru devrildiler. Üstüne doğru eğilmiş Daki ona bir süre baktı. Kuwala
parmak uçları ile Daki'nin kirli sakalını okşamıştı. Yavaş yavaş elleri
dudaklarına doğru kaydı. Daki gülümseyerek ona bakıyordu.
''İlk defa
görüyormuş gibi bakıyorsun.'' dedi. Kuwala büyülenmiş gibi ona bakarken
gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Daki bir an için duraksadı. Onu ağlattığını görünce
öylece kalmıştı.
''Duralım
mı? Canın yanıyor olmalı. Yorgunsun!'' dedi. Kuwala gözlerini ona dikmişti.
''Sadece
bir an için seni bir daha göremeyeceğimi düşündüm.'' demişti Kuwala. Sesi
titremiş ve boğuklaşmıştı. Daki'yi kendine doğru çekip sarıldı. Onun bedenin
ağırlığını hissetmek varlığını hissetmek ona iyi geliyordu. Bir süre ona sıkıca
sarılıp gözyaşları içinde durdu.
''hala yapmak
istiyor musun?'' demişti Kuwala. Karşısında ki adama haksızlık ettiğini
düşünerek elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Daki başını koyduğu göğsün iniş
kalkışını izliyordu. Başını ona doğru kaldırdı.
''Böyle
bir süre daha kalmak istiyorum.'' demişti. Kuwala yorgunca gülümsedi. Durduk
yere gelen bu ağlamanın tek sebebi Daki'yi kaybederse ne olacağı değildi. Canı
yanıyor gibiydi. Nedensizce içine bir acı çökmüştü.
''Böyle
ağladığını görmek istemiyorum Kuwala. Seni böyle görünce herkesi öldürmek ve bu
işi bitirmek istiyorum.'' demişti. Kuwala koluna doğru devrilen adamın
saçlarıyla oynamaya başlamıştı.
''Bazen
insanlar ağlar Daki. Beni ağlatan şey kendi düşüncelerim. İnsanlar değil.''
Yalancılıkta ilk defa bu kadar başarılı olduğunu hissediyordu. Daki iç çekti ve
ona bakmaya başladı. Parlak kırmızı dudaklar yukarı doğru kıvrılmıştı. Gri
gözler ona bakıyordu. Bir süre sessizce onu izledi.
''Grave
iyi bir komutan. Aleon ve Ung ordusu ile buluşması için ona birliği
bırakabiliriz. Baş başa seyahat edebiliriz.'' dedi. Kuwala nazikçe Daki'nin
saçlarını okşuyordu.
''Seronlar
karşısında hiç şansları olmaz. O alev kusan şeyler onları öldürür. Ben bile
başa çıkamıyorum. Onları terk edersek öleceklerdir.'' dedi. Daki dirseğinden
destek alıp doğruldu.
''İnsanlara
neden bu kadar değer veriyorsun Kuwala. Her şey sana verilen bu ruh yüzünden
mi?'2 demişti. Kuwala başını iki yana salladı.
''Seni
örnek alıyorum Kara Kurt Daki. Bana sen öğrettin sevmeyi ve değer vermeyi.''
demişti. Daki doğruldu. Gelen ayak seslerini duymuştu.
''Keşke
bunun yerine daha iyi öpüşmeyi öğretseydim.'' demişti. Sinsice güldüğünde
Kuwala birden doğrulup elindeki hasır yastığı ona doğru fırlatıp sinirle
kaşlarını çattı.
''Seni
ahlaksız adam. Beğenmiyor birde. Ben burada...'' kelimeleri ağzına tıkılıp kalmıştı.
Grave kapıdan onlara şaşkınlıkla bakıyordu. Daki diklen Grave döndü.
''Rahom
bugün ters tarafından kalktı!'' demişti. Kuwala doğrulup üstünü toparladı.
Kaşlarını çatıp yumruğunu yavaşça Daki'nin sırtına vurdu.
''Bunu
unutmayacağım Kara Kurt Daki!'' demişti. Grave içeri doğru süzüldü. Konuşulacak
çok şey ve orduyu yürütecekleri güzergahın belirlenmesi gerekiyordu. Siviller
vardı ve yaralılar, hastalar... Bunları konuşmadan önce getirdiği şarabı masaya
koyup sırıttı.
''Kaliteli
Seron Şarabı. En iyi kırmızı üzümden yapılırmış.'' dedi ve sandalyeye oturdu.
Bölüm
Yirmi Altı: Bir Söz Ver Bana
Aleon tahtın geçici olarak sahibi
olmuştu. Ağabeyinin dönüşü tahtı onun sahibi yapacağı için sadece meclis
tarafından tacı giydirilmişti. Aleon tahta oturur oturmaz meclisi dağıtma
kararı almış ve meclis üyeleri halkın ağır baskısına dayanamayıp dağıtılma kararını
kabul etmişti. Aleon hemen tahta geçer geçmez Kuzeye yardım için askerlerin
toplanma emrini vermişti. Bir haftadan kısa sürede askerler İkinci kışlada
olması gerekiyordu. Daki ve Kuwala'nın oraya döneceğini düşünüyordu.
''Güneş'in
Kızı ile iletişime geçin Cohin. Askerlerin ikinci kışlaya aktarılması
gerekiyor. Bunu olabildiğince hızlı yapacağız.'' dedi. Cohin artık yaver
değildi. Kralın özel danışmanlarından birisi olarak Aleon'un yanında duruyordu.
Muhon Asha'da alay komutanlığından general olmaya doğru çekilmişti rütbesi.
Artık generaldi ama hayatı pek değişmemişti. Sabahın erken saatinde aleon'un
onları çağırmasına sinirlenmişti. Elindeki deri matarayı kafasına dikiyordu
oturduğu yerde. Cohin ise elindeki mektuba baktı ve sırıttı.
''Majesteleri!''
dedi. Aleon ona bakınca Cohin sırıtarak ona bakmaya devam etti.
''Marinoe
Hanımın da Akela Kraliçesi ile geleceğini düşünüyor musunuz?'' demişti. Aleon
kulaklarında ki basınçla bir an kızardı.
''Cohin!''
diye çıkışınca Cohin vurdum duymaz bir tavırla kapıya yürüdü.
''Kraliçeye
özellikle Marinoe Hanımın ordunun geçişi sırasında burada olması gerektiğini
bildireceğim. Majesteleri onunla görüşecekmiş.'' diyeceğim.'' demişti. Aleon
ona bağıracak iken Muhon Asha gülmeye başlamıştı. Kendisi ile yaşıt prense bakıp
sırıttı.
''Bak sen!
Majesteleri bir kraliçe buldu demek şimdiden...'' demişti. Aleon patavatsız bu
adama kaşlarını çatıp baktı. Muhon Asha umursamazca onun çatık kaşlarına bakıp
içine arpa birası biriktirdiği matarasını kafasına dikti.
''Muhon
Asha senden özel bir şey isteyebilir miyim?'' dedi. Muhon Asha bunu duyunca ona
dönmüştü. Aleon onu yanına doğru çağırdı. Diğer danışmanlar meraklıydı. Muhon
Asha oraya doğru yaklaştığında Aleon onu yakasından yakaladı.
''Seni
öldürdüğümde Daki'ye hesap veremeyeceğim kendini kayalıklardan aşağı atıp
canımı sıkmaktan vazgeçer misin?'' dedi. Muhon Asha ona doğru matarayı uzattı
ve yakasını kurtardı.
''Eğer dün
becerdiğim kadın kadar değerin olsaydı atardım. Tanrılar şahidim olsun seni
seven kadının aklında ya da bedeninde bir sıkıntı olmalı.'' dedi. Gülmüştü.
Aleon ona bakıp matarasını aldı ve kafasına dikti.
''Aşağılık
bir herifsin ama iyi bir general olacaksın.'' dedi ve Muhon Asha'nın
kahkahasına katıldı. Asha ona bakıp elini havaya kaldırdı.
''İki gün
kadar burada olmayacağım. Ben gelene kadar ölme!'' demişti ve saraydan çıkmaya
hazırlanmıştı. Zırhını çıkarmıştı. Yerle bir olmuş şehir hızla toparlanıyordu
Limanı düzeltmek zaman alacaktı. Ama meydan şimdiden eski haline dönmüştü.
Muhon Asha meydandan atı ile geçti. Daki ve Kuwala'nın kuzeyde ne yaptığını
merak ediyordu. Daki oldukça yetenekli bir savaşçıydı ama Kuwala'yı korumak
için hata yaparsa ölebilirdi. Limana doğru sürdü atını orası hale harabe
halindeydi. Yükselen sular çekilince param parça olmuş iskeleyi ardında
bırakmış ve sağlam gemi kalmamıştı. Tersane ise limandan farksızdı.
Toplanmaları uzun sürecekti. Akela Kadınları olduğu sürece denizaşırı yerlere
gitmek bir gün bile sürmeyecekti artık. Seronrakaul'dan haber gelmişti ve
kralın ölümünden söz ediloyordu. Güneş'in Kızının orada katliam yaptığı
haberleri yayılmış ve Seron askerlerinin çoğu Kuzeye savaşmak için yeleken
açalı çok olmuştu. Muhon Asha liman boyunca atını sürdü. Limandan uzaklaşmaya
başladığında şehre bağlı ufak bir kasaba belirdi karşısında işgale uğramamış
yerlerden sadece bir tanesiydi o gece. Muhon Asha bu ufak balıkçı kasabasında
doğmuştu. Ama ailesinden sağ kalan yoktu. Yaşlı annesi öleli beş sene olmuştu.
Ne kardeşi ne başka akrabası vardı. O kasabada sadece bir kadın onu bekliyordu.
Çocukluktan bu yana tanıdığı kadını ziyarete gidiyordu. Ufak heybesinde onun
için hediyeler taşıyarak kasabaya girdi. İnsanların bir çoğu yardım etmek için
şehre gitmişti. Kralın çağrısını alan oraya gitmiş ve Seronlardan arda kalan
bütün hazineleri alabileceklerini söylediğinde insanlar ceplerinde para girmesi
için daha aceleci davranmıştı.
Muhon Asha
denize yakın eve giderken bir kaç kişi ile selamlaştı. Artık generaldi ve buna
bağlı bir kılıç verilmişti. Beş sene önce annesinin cenazesi buradan kalktığı
gün güzel bir haber almıştı. Sevdiği kadın karnında bir cocuk taşıdığını
söylemişti ona. Şimdi onları görmeye gidiyordu. Atının yularını tutup yürümeye
başlamıştı. Hava güneşliydi ama esinti vardı. Kasabada temel işgücü balıkçılık
idi. En uzakta ki eve doğru yürürken adımları hızlanıyordu. Onu orada bekleyen
kadını ve çocuğu düşünüyordu. Uzun zaman olmuştu. En son üç sene önce gemi
limandan kalkmadan önce onları görmüştü. Şimdi ise... Bahçe kapısını itekledi.
İçeri doğru girerken yol için konulmuş taşlarda atın nal sesleri tıkırdayınca
kapının önünde elindeki sopa ile oynayan başını kaldırmıştı. Tedirgin gözlerini
ona doğru gelen adama dikmişti.
''Anne!''
diye içeri doğru bağırırken ayağa kalkmıştı. Kaşları çatılmıştı. Beş yaşında
bir oğlan çocuğuydu. Ancak sopasını gelen iri cüsseli adama doğrultmuştu.
''Anne bir
asker geliyor!'' dediğinde içeriden tıkırtılar gelmişti. Bir kadın dışarı
fırlamıştı. Kumral saçları omuzlarına iki örgü halinde dökülüyordu. Yeşil
gözleri parlıyordu. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. Etekleri ayağına
dolanarak koştu. Muhon Asha ona doğru gelen kadını atın yularını bırakıp
kucaklamıştı. Zayıf bedeni sıkıca sarıp kalmıştı.
''Anne?''
diye sorguluyor çocuk. Kadın ise mutluluk gözyaşları içinde burnunu çekti.
''Baban
döndü oğlum!'' dediğinde çocuk şaşkınlık içinde kalmıştı. Elindeki sopa yere
düşmüş ve tıkırtısı yankılanmıştı. Küçük adımları oraya doğru hızla atılmıştı.
İri adamın önünde durmuştu. Tıpkı babası gibi çenesindeki beni göze çarpıyordu.
Koyu siyah gözleri ışıldıyordu kumral saçlarının altında. Muhon Asha ona bir
süre baktı.
''Seni son
gördüğümde ufacık bir bebektin!'' demişti. Çocuğu kucakladı ve boynuna
dolanmasına izin verdi. Bir süre oğlu ile hasret giderdi öylece. Kadın endişe
ile ona baktı.
''Savaş
bitti mi? Prens hazretleri ile geri mi döndün?'' demişti. Muhon Asha başını iki
yana salladı.
''Bitmedi.
Daki'de henüz dönmedi. Geri döneceğini de sanmam. İçeri girelim mi?'' demişti.
Kadın atın yularını tuttu ve yürümeye başladı. Evli değillerdi. Evliliği
ikiside istememişti. Karnı iyice şiştiğinde ise Muhon Asha ona evlilik
teklifinde bulunmuştu. Kadın ona kalırsa bunu kabul edeceğini söylemişti. Muhon
Asha yerinin Prens Daki ile omuz omuza Kuzeyde savaşmak olduğunu söylemişti. O
sene henüz belli değildi Kuzeye gideceği. Oğulları bir yaşına geldiğinde Muhon
Asha onu nüfusuna almak istedi. Kadın izin vermedi. Ölecek bir askerin oğlu
olsun istemem. ''Oraya insanları öldürmeye giden bir adamın oğlu olarak anılsın
istemem'' demişti. Muhon Asha yine onun isteğini kabul etti. Ve gitmeden önce
geri dönerlerse evlenip evlenemeyeceklerini sordu. Kadın başını iki yana
sallamıştı onu kucağında oğlu ile uğurlamaya gittiğinde.
''Eğer
orada bir katile dönüşür isen bir katilin karısı olup koynuna girmeyeceğim.
Benim Muhon Asha'm bir kelebeğin kanadı kırılır diye nefes almaya çekinirdi.''
demişti. Muhon Asha onun dediği kadar yaşama değer veren bir adamdı. Ama Daki
ile savaşmaya gitmişti. Savaşmıştı. Öldürmüştü... Ama geri döndüğünde hala
yüzünde o gülümseme vardı. Masumca gülümsüyordu. Oturduğu sedirde kucağındaki
oğluna keseden çıkardığı oyuncağı vermişti. Kuzeyde bulduğu bu oyunca terk
edilmiş köyde öylece meydanda duruyordu. Tahtadan oyulmuş bir at ve bir
asker...
''Bunu sen
mi yaptın?'' demişti oğlu. Asha başını iki yana salladı.
''Yaşlı
bir adam satıyordu. Ondan aldım.'' diye yalan söylemişti. Karısı karşılarına
oturmuştu. İkisine bir süre baktı.
''Prens
Daki neden gelmedi? Ağabeyinin taç giyme törenini görmeyecek kadar onu sevmiyor
mu? UngurPan düşerken o kuzeyde hala savaşmayı mı seçti?'' demişti. Muhon Asha
karşısında oturan endişeli kadını bir süre izledi.
''Geldi. O
gece omuz omuza savaştık onunla. Binlerce hayatı kurtardı. Kuzeyin gerçek
efendisi Rahom ile omuz omuza savaşıp UngurPan'ı koruduk. Ama geri döndü. Rahom
ağır yaralandı ve onunla beraber...'' Kadın heyecan ile gözlerini ayırmıştı.
''O gece
deniz yerinden oynadı ve güney Ruhları ortaya çıktı. Rahom soyundan birisi Güneye
adım mı attı?'' demişti. Muhon Asha başını sallayıp gülümsedi.
''Daki,
Cohin onunla yaralıyken tanışmış. Rahom onların hayatını kurtarmış. O günden
itibaren Daki ordudan istifa etti ve prenslik haklarından vazgeçti. Kuzey için
savaşacağını söyledi. Ve bende onunla Kuzeyi kurtarmak için savaşmaya karar
verdim. Aleon'da artık Kuzeyi kurtarmak için savaşacak!'' dediğinde kadın
şaşkınlık ile kalmıştı.
''Majesteleri
ile Prens Daki'nin arası kötüydü neler oldu?'' dedi. Muhon Asha kucağında ki
oğlunun saçlarını okşadı.
''Aleon o
gece diz çöktü. Rahoma sadakat yemini etti. Bizim gibi o da artık Kuzeyde tek
efendi tanıyor. Seron ve Bakren bir oldu. Akele ve UngurPan bir oldu. İki taraf
çarpışıyor ve Kuzey halkı ise Rahomun ardından yürüyor. Bunca karanlığın içinde
güzel şeylerde oluyor. '' demişti. Kadın gülümsedi.
''Ne tür
şeyler?'' demişti. Muhon Asha bir sır veriri gibi etrafı gözleri ile kolaçan
etti. Ve konuşmaya başladı.
''Aleon
aşık oldu. Bir kuzeyli kadını seviyor ve onun için Rahoma diz çöktü. Ve Daki evlendi
galiba. Cohin ise Akela kraliçesine abayı yakmış gibi.'' dedi. Kadın gülmüştü.
Cohin ve Daki'yi çok iyi tanırdı. Muhon Asha'nın dilsiz gibi davranan yaverini
de çok iyi bilirdi. Aleon'u ise anlattıkları kadar tanımıştı.
''Peki sen
Asha? Sen hiç orada bir kadın...''
''Sakın!
Burada beni bekleyen zaten bir kadınım var. Bir oğlum var. Ailem var iken hiç
bir kadın bana güzel gelmez. '' dedi. Kadına dikti gözlerini. ''Tanrıların
önünde senin eşin olduğuma yemin etmene izin verecek misin?'' dedi. Kadın onu süzdü.
Gözlerini yere dikti.
''Bunu
yapmam için o orduyu bırakıp burada benimle kalman gerek. Dostlarına sırtını
dönmeni istemiyorum. Verdiğin sözleri tutup geldiğinde sana evet diyeceğim.''
demişti. Muhon Asha ona bakıp kaldı. Oğluda öylece annesine bakıyordu.
''Aç
mısın?'' demişti kadın. Muhon Asha başını salladı. Kadın mutfağa doğru yürüdü.
Gece
çöktüğünde oğlu dizinde uyumuştu. Evlenmek istediği kadın yaktığı ocağın
başında dikiş dikiyordu. Derin bir iç çekti.
''Hiç bu
kadar huzurlu hissetmemiştim.'' demişti. Kadın ona bakıp gülümsedi. Aralarında
ki bağ o kadar kuvvetliydi ki... Muhon Asha çocukluktan bu yana hep peşinde
dolaştığı kadının babası sayesinde orduya girmişti. Daha küçük bir oğlanken
Muhon Asha onu görmüştü. Ufak kız kaşları çatık babasının yanında dolaşırdı.
Annesi yoktu. Verem hastası annesi o küçükken ölmüştü. Babası ise sık sık
başkente gider akşamları bazen gelmezdi. Orduda subaydı kızın babası. Muhon
Asha'nın annesinde kalırdı küçük kız. Asha onu hep sevmişti. Ufak bir oğlanken
kızın peşinde pervane gibi dolaşır ve sürekli onunla evleneceğini söylerdi.
Otuz yaşına gelmişti. Ama hala evlenmemişti onunla. Çocukları olmuştu ama hala
evlenememişlerdi. Bunun temel sebebi kadının Muhon Asha'yı kaybetmekten
korkmasıydı.
Yatakta
uzanmışlardı. Kadın, Muhon Asha'nın inip kalkan çıplak göğsüne yatmıştı. Saat
ilerlemişti. Bir kaç gün onlarla kalacaktı Asha. Kadın gülümseyerek Asha'nın
göğsünde zarif ellerini gezdirdi.
''Bir gün
karım olduğunda burada sabahları oturup beraber ağ öreceğiz. Bunun olması için
elimden gelen herşeyi yapacağım. Daki'ye olan yeminim bittiğinde senin önünde
diz çökeceğim.'' dedi. Kadın gülümsedi. Babasını kaybettikten sonra bir daha
başkente hiç gitmemişti. Oradan nefret ediyordu. Ordudan, meclisten ve ölen
kraldan... Bu nefretini asla Muhon Asha'ya yansıtmamıştı. Hırçın olmamıştı. Onu
hırpalayıcı konuşmalar yapmamıştı. Bedenini ve ruhunu orduya vermek ne demek
bilirdi. Daki ve Asha aynı yerde kadının ölen babasından eğitim alırken onları
görmüştü. Orduya dahil olmak zordu. Orada yeniden aile sahibi olurdu erkekler.
Kardeşleri, ağabeyleri ve babaları olurdu. Kocaman bir aile olurdu. Babası
öldüğünde evine gelen askerleri hatırladı. Kimisi onu baba, kimisi kardeş
olarak görüyordu. Onuru elinden alınmış bir generalin son yolculuğunda orada
sivil olarak bulunmak için rütbelerini başkentte bırakıp gelmiş onlarca askeri
anımsadı. Aralarından hangisi Kuzeyden geri dönebilecekti ya da dönmüş
bilmiyordu... bunları düşünürken sıcak gözyaşları akmaya başladı.
''Neyin
var?'' demişti Muhon Asha. Kadın burnunu çekip doğruldu. Yanan fitilli lambayı
kısmaya başladı.
''Yorgunluk
ve seni özlemiş olmak beni duygusal bir kadın yapıyor Muhon! Uyumak iyi
gelecektir.'' dedi.
Bundan on
beş sene önce Kuzeyde Rahom hükmü sönüp yerine Bakren hanesi geçtiğinde Güneyde
kımıldamalar başlamış ve Seronlar Kuzeyi almakla alakalı dedikodular ayyar
olmuştu. Gümüş kaynaklarının sınırsız gücü ve Kuzeyin bahar geldiğinde ortaya
çıkacak verimli arazileri Bakren Hanesi için fazla görülmüştü. Seron ve Ung
görüşmeleri başladığı sene kadının babası rütbeli ve hatırı sayılır bir
generaldi. Prensleri eğiten hocalardan birisi olarak geçiyordu. Görüşmelerde
bulunması gerektiğinde söz edilmişti. Bir kaç defa görüşmelere gitmiş hatta
kralın özel görüşmelerinde yer almaya başlamıştı. Kısa süre sonra Kral ve
meclisin karşısına çıkmıştı. Helyan Kea ve Aleon'un özel hocalığını yaparken Daki'nin
de erkek olduğu ve ondan kılıç dersleri almaya başladığı dönemlerdi. Meclis
toplanmayı o talepte bulunduktan iki sene sonra kabul etmişti.
O gün
mecliste konuşulanlar çok ağırdı. Kadının babası olan general Seronların onları
yarı yolda bırakacağını, satın aldıkları her geminin zamanı geldiğinde
aleyhlerinde kullanılacağı söylemişti. Meclis ise onu krallığının çıkarlarını
düşünmeyen bir adam olarak nitelendirmişti.
''Ben
krallığımın çıkarları için bu savaşta ufacık bir katkısı olmayan taraf olarak
kalmasını öneriyorum. Kuzey affetmez, kuzey unutmaz ve kuzey her zaman intikam
alır. Seronlar gün geldiğinde savaşa girecek ve tek başına hüküm sürecek. Sant
krallığını sindirdiği gibi herkesi sindirmeye çabalayacak. Onlara sattığımız
her gemi, verdiğiniz her kılıç, sıktığınız her el... Bir gün bize dönecek.
Yıllardır bu orduya, bu krallığa ve size hizmet ediyorum majesteleri. Asla
çıkarlarımı düşünerek hareket etmedim. Tek başına bıraktım kızımı ve bu
topraklar için savaşçılar yetiştirmeye adadım kendimi. Karım yatakta kan
kusarken sizlerin ardından geldim. Son nefesini verirken buradaydım onun
yanında olamadım bile. Bugün eğer savaşa girecekseniz benim rütbelerimi söküp
alın. Gemileri satacaksanız benim kılıcımı alın. Çünkü bu işe ortak
olmayacağım. Bizler katiller olarak geçmeyeceğiz. Bizler savaşçılarız. Ung
onurunu ayaklar altına aldırmayacağım. Kuzey asla unutmaz.'' demişti. Kral onu
zorladı ve kalması için ikna etmeye çalıştı ve reddedilince rütbelerini söküp
korkak damgası vurup ordudan attı. O günden sonra General daha kötü oldu ve çok
dayanamadan bir sene sonra kahırdan hastalanıp çaresizce kızının dizinde son
nefesini verdi.
Muhon Asha
bunu biliyordu. Aleon bunu biliyordu. Daki bunu biliyordu. Cohin bunu
biliyordu. General Foo bunu biliyordu. Helyan Kea bunu biliyordu. Meclis bunu
biliyordu. Unglar bunu biliyordu... Ama bir defa olsun onun onurunu vermek için
uğraşmadılar. Savaşa girdiler ve şimdi katil olarak anıldıkları kuzeyde
onurlarını kurtarmak için savaşacaklardı. Seronlar onların sattığı gemilerle ve
kılıçlarla Kuzeyi işgal etmeye gitmişti. Sıktıkları her el şimdi gırtlaklarına
dolanmak için uzanmaya başlamıştı.
Unglar
suskundu. General Foo sevgili dostunun anlattıklarını hatırlıyordu. Onun
mecliste kendini parçalayıp rütbeleri sökülürken dizleri üstüne çökmeden kendi
elleri ile kılıcını teslim edip saraydan son defa çıkışını hatırlıyordu. Kızı
onun son nefesini verirken gülümsemesini ve yaşadığı hayatta onuna katlandığı
için teşekkür edişini hatırlıyordu. Muhon Asha babası olarak gördüğü bu adamın
yakılmadan önceki çehresine sarılı kirli beyaz kurdeleyi hatırlıyordu. Onlar
onu unutmamışlardı ve bu gün dedikleri tek tek gerçek olan bu adamın onurunu
vermek Foo'nun aklının bir köşesindeydi.
İkinci
sabah üç atlı koşarak kasabaya girmişti. üç haberci ellerinde bir mühürlü zarf
taşıyordu. Muhon Asha ve kadın herşeyden habersizdi. Ama Kral Aleon dün onunla
görüşen Foo'nun dediklerini düşünmemişti bile. Hemen onay vermiş ve kapatılan
meclisin üyelerini ve Kadınlar Muhon Asha'yı saraya çağırmıştı.
''Oraya
gitmek istemiyorum. Majesteleri neden bizi çağırıyor Muhon?'' kadın bunu
söylerken haberci muhafızlar oradaydı. Aralarında Cohin'de vardı. Muhon Asha'nın
ve kadının çocuğunu seviyordu.
''Bir
sebebi vardır. Aleon bizi boşa çağırmaz. Ona iiznli olduğumu söylemiştim. Cohin
bir açıklaman var mı?'' dedi. Cohin saçları ile oynadığı çocuğun elini tutup
doğruldu.
''Sadece
davet mektubu var elimde efendim. Majesteleri Aleon'un sizi çağırmasının
altında yatan sebep dün General Foo ile özel olarak görüşmesi olabilir.
Hanımefendi sizde biliyorsunuz ki babanızın çok yakın dostuydu o!'' dedi. Kadın
ellerini göğsüne doğru çekti. Kaşlarını çattı.
''Gamli
seni giydirelim!'' dedi ve küçük çocuğu çağırdı yanına. Kadın çocuğu alıp
arkaya gidince Muhon Asha kaşları çatık Cohin'e döndü. Cohin ufak evi
inceliyordu. Buraya geldiklerinde en son Gamli doğmuştu. O zamandan bu yana
evden aklında kalan tek şey yemek masası olmuştu.
''Aleon
niye bizi çağırıyor. Onu ve oğlumu o saraya sokmak istemiyorum. Henüz bunun için
hazır değiller.'' dedi. Cohin gülümseyip ona doğru bir adım yaklaştı.
''Generalin
onuru kızı ve torununa geri verilecek. Şeref madalyaları için çağırıyorlar.
Meclis ondan af dileyecek. Babasına yapılan haksızlık için cezalandırma
olacak.'' dedi Cohin. Muhon Asha bir an duraksadı. Gülümsemişti. Öylece
sırıtıyordu.
''Giyinmelisiniz
Efendi Asha! Orada oğlunuz ve karınız şereflendirilirken sizde olacaksınız.''
demişti. Muhon Asha hızla kıyafetlerini giymeye başlamıştı. Kuşağını bağladı.
Deriden yapılma zırhını giyip kayışları sıkıladı. Kılıcını beline taktı.
Saçlarını geriye doğru çekiştirdi. Gamli ve kadın hazırlanıp geldiğinde
şaşırmışlardı.
Kadın
üstüne denizin yazın büründüğü yeşil renkte bir elbise giymişti. Altına sağlam
pabuçlarını. Üstüne cübbesini giymişti. Saçlarını gümüş bir iğne toka ile
geriye toplamıştı.. dudaklarına kırmızı bir boya sürmüştü. Bir asil kadın gibi
duruyordu. Elini tutan çocuk ise tertemizdi. Koyu gözleri ışıldıyordu. Muhon
Asha'ya doğru koştu.
''Babamla
geleceğim!'' demişti. Kadın ve çocuğu almak için arkadan at arabası
gönderilmişti. Kadın gülümsedi. Habercilerden birisi bağlı atı getirmişti.
''Onu ata
bindirebilir miyim?'' deyip kadına dönmüştü. Kadın tebessümle başını salladı.
İnsanlar neler olduğunu merak ediyordu. Evin etrafına toplanmıştı. Kadın
çıkmadan önce belindeki sert kuşağa hançerini sıkıştırmıştı. Arabaya binerken
Cohin'in elini tutup çıkmıştı. Bir asil olduğu belliydi. Generalin onuru
alınmıştı ama kızı asla terbiyeyi, görgüyü ve hanımlığı unutmamıştı.
Muhon Asha
atına bindi. Gamli'yi kucağına alıp atın yularını tutturdu. İlk defa at binecek
olan çocuk korkuyordu. Başını kaldırdı. Babasının dudakları arasından hafif bir
ıslık yükselip ''Cık cık!'' dediğini gördü. At yavaş yavaş ilerlemeye başlayan
at arabasının peşine takılmıştı. Cohin atını Muhon Asha'nın atının yanına
yaklaştırdı.
''Evlendiğiniz
takdirde soylu olarak sayılacaksınız. Ve oğlunuzda...'' Muhon Asha gülümsedi.
''Henüz
benimle evlenmek istediğini sanmıyorum. Savaş bitene kadar evlenmeyeceğini
söyledi. Gamli'nin baba hasreti çekmesini istemiyor. Savaş bitene kadar bir
daha eve uğramamı istemiyor. Ona hak veriyorum. Çünkü o hep babasını özledi.
Annesinin yokluğunda babasının yokluğunda yalnızlığa o kadar alıştı ki...''
Cohin ileride giden arabaya ardından Gamli'ye çevirdi gözlerini.
''Bu
günden sonra onu kucaklayan bir krallık olduğunu bilmesi belki biraz işe
yarar.'' dedi. Muhon Asha başını yavaş yavaş salladı. Atın yularına daha sıkı
sarıldı.
''Hazır
mısın evlat rüzgarı hissetmeye?'' demişti. Gamli heyecan içinde başını sallayıp
babasını asıldığı yulara asılmıştı. At kişneyip şahlandı ve birden dörtnala
koşmaya başlamıştı. Rüzgara karşı direnerek koşuyorlardı. Arkalarında bırakmışlardı
at arabasını ve habercileri. Saray kapısına kadar atın hızını hiç kesmemişti
Muhon Asha.
Sarayın
içine girip ana avluya vardığında bir Gamli'yi alıp atından indi. Gamli
yükselen büyük saraya bakıp kaldı. Yaşanan katliamdan geriye sadece buzlar kalmıştı.
Cesetlerin temizlendiği buz mızraklarının ardında kızıl buzlar hala kırılmaya çabalıyordu
hizmetliler..
Arkalarından
gelen at arabası durdu. Bir kaç hizmetli toplanmaya başlamıştı. Bir yaver atı
alıp götürümeye başlamıştı. At arabasından inen kadının elinden tuttu bir
hizmetli. Kadın yavaş adımlarla indi ve yükselen duvarların kenarındaki buzdan
mızraklara bakıp kaldı. Mızraklar kızıla boyanmış ve kırılması için baya
uğraşanlar vardı. Limanda gördüğü buzlara benziyordu burada ki buzdan
mızraklar. Cohin kadına eşlik etmek için atından atladı.
''Bunlar
Rahom'un yaptığı şeyler mi?'' demişti kadın şaşkınlıkla. Cohin başını yavaşça
salladı.
''Efendi
Kuwala tarafından o gece yapılan efsundan arda kalanlar. Temizlemesi baya zaman
alacak gibi.'' demişti. Kadın ona doğru koşan çocuğunun eteklerine sarılması
ile dikkatini buzlardan alabildi.
''Anne!
Gördün mü? Atla nasıl koştuğumuzu!'' demişti çocuk heyecan içinde kadın
gülümseyip çocuğun başını okşadı. Toplanan karşılama heyeti içinde asiller
yoktu. Sadece hizmetli ve yaverlerden oluşan ekip onları bekliyordu.
''Hanımefendi
gidelim mi?'' demişti Cohin. Yavaş yavaş yürümeye başlamışlardı. Arada görülen
kan izleri avlunun bitimindeki koridora kadar sürüyordu. Ayezi'nin paramparça
ettiği komutandan arda kalan leke yıkanmasına rağmen hala duruyordu. Kadın
senelerdir gelmediği sarayın koridorlarına gelmişti. Sola dönerse askerlerin
talim yaptıkları üçüncü avluya çıkacaklardı. Sağa döndüklerinde Doğu Kulesi ile
taht odasına gideceklerdi. Sağa döndüler. Savaşın ardında kalan izler devam
ediyordu. Mahzenlere giden yoldan buza çarpan üzengilerin sesi yükseliyordu.
Taht
odasına doğru giden koridora girdiler. Kırılmış olan kapı henüz yapılmamıştı.
Buzun soğukluğu içeriyi sarıyordu ama artık buz kalmamıştı taht odasında. Etraf
kalabalıktı. Ölen kralin iki eşi ve cariyeleri bir taraftaydı. Kapatılan meclis
üyeleri ise tahtan karşısında dizili duruyordu. Ung asilleri salonun yükselen
sütunlarının önüne dizilmişti. Girintili çıkıntılı sütunlar hiç değişmemişti.
Yükselen tavan, birkaç basamak yukarıda ki oturma yerleri, mermerden zemin...
Kadın bunları anımsadıkça çocukken burada yaşadığı aklına gelmişti. Annesi
öldükten sonra buraya gelip burada yaşamına devam etmişti. Babası ölünce
buradan çekip gitmişti. Yavaş adımlarla meşeden yapılmış pabuç tabanları yerde
tıkırtılar çıkararak tahta doğru yaklaştı. Meclis üyeleri onun geçmesi için
yana çekilip yol açmıştı. Aleon düz koyu saçlarını arkaya doğru toplamıştı
altından tacı başında ışıldarken kahverengi gözleri parlıyordu. Yanında dikilen
General Foo elinde pek sevgili arkadaşının kılıcını taşıyordu.
''Majesteleri!''
demişti kadın ellerini önünde birleştirip başını öne doğru eğmişti. Aleon onu
baş selamı ile selamlayıp tahtın bir basamak altında boş bırakılan iki
sandalyeyi gösterdi. Gamli ile oraya doğru yürümüştü. Muhon Asha selam verip
çocuğu ve kadının ardından yürümüştü. Cohin ise kenarı çekilip kraliçelerin
olduğu yere doğru kaymıştı. Gamli oturdu. Kadın oturdu. İkisinin yanında ise
Muhon Asha dikilmişti.
''Nopha
Donga, sizi bugün buraya çağrılma sebebini bilmek istiyorsunuzdur eminim.''
diyerek başlamıştı konuşmaya Aleon.
''General
Donga'nın elinden alınmış şerefi ve onurunu kızı ve torununa tekrar teslim
etmek için buradasınız. Kanınıza edilen hakaret ve babanızın yıllarca hizmetinden
sonra meclisin onu aşağılamasının yükünü senelerce size taşıtanların bugün sizden
af dilemesi için çağrıldınız.'' dedi. Nopha öylece kalmıştı. Ne diyeceğini
bilmiyordu. Ellerini kucağında birleştirmiş oturuyordu.
''General
Foo ile General Donga'nın yakın dostluğunu biliyoruz. Babanızın çalınmış
şerefini ve alınan kılıcını size teslim etmek istiyoruz. Bunu kabul ediyor
musunuz?'' demişti. Napha bir süre öylece babasının kılıcına bakıp kaldı. Derin
bir nefes aldı.
''Babamın
çalınan şerefini teslim alacak olan kişi oğlum ve onun babasıdır.'' dedi. Muhon
Asha ona bakıp kalmıştı. Etrafı derin bir sessizlik sarmıştı. Nopha oturduğu
yerde dikleşti.
''Oğlum
ileride büyükbabasının şeref armasını gururla göğsünde taşımalı. bir erkek
evlat dünyaya getirdiğimde adını babamın adı koydum. Onun yaşayacağı kaderi
yaşamasından korkmayarak bu ismi verdim. Çünkü sevgili babam gerçekleri söyledi
ve her zaman barış yanlısı oldu. Prenslere hizmet etmekten asla gocunmadı. Bunu
şerefi ile yaptı. Ve oğlumun babası Muhon Asha'da tıpkı babam gibi orduya,
prenslere ve krallığa koşulsuz şartsız hizmet etti. Çalınan şeref ve onur
onlara teslim edilmeli. Benim gibi bir kadın babasının çalınan şerefinden zarar
görmedi. Ama oğlum ve ileride eşim olacak adam bundan zarar görecek. Onlara
teslim edin majesteleri onuru ve şerefi.'' dedi. Aleon bile öylece kalmıştı. Kadın
çehresini asla öne eğmiyordu.
''Benimle
evlenmek isteyen bua damı senelerce şerefi çalınmış bir adamın kızı ile evlendi
demesinler diye reddettim.'' diye devam etti Nopha. Muhon Asha sessizce
dikiliyordu.
''Senelerce
çocuğuma bir soyad verilmedi. Çaldığınız şey bir adamın hayatı değil onun
damadı olacak bir adam ve onun torunu olan bir çocuğun hayatı oldu. Özür
dilenmesi gerekenlerde onlar.'' demişti. Derin bir sessizlik başlamıştı. Aleon
bir süre ona baktı. Ardından gülümsedi.
''Nopha
Donga bu dediklerin ile General Donga'nın kızı olduğunu bana gösterdin. Tıpkı
baban gibisin. Ailenin şerefi bugün seçtiğin iki adama teslim edilecek. Eşin
olarak görülecek olan General Muhon Asha ve oğlun Gamli Donga'ya.'' dedi.
General Foo bunu duyunca öne doğru çıkmıştı.
''Kılıcı
teslim alacak olan General Muhon Asha!'' demişti. Muhon asha olduğu yerden
kıpırdamadan duruyordu. Nopha'nın dediklerini düşünüyordu. Senelerce onu
reddetme sebebi katil olması değildi. Şerefi zedelenecek olmasıydı. Bu gerçeği
burada duyduğunda bacakları taşa dönüşmüştü. Ne diyeceğini bilemeden öylece
duruyordu.
''General
Asha!'' diye tekrar etmişti General Foo. Muhon Asha bunu duyunca irkildi. Öne
doğru sert adımlarla çıktı. Önce kralını sonra şerefi teslim edecek General
Foo'yu selamladı. General Foo ona kılıcı iki ucundan sıkıca tutup uzattı. Bir
erkeğin şerefi kılıcı idi. Kılıcı onun namusuydu. Ailesiydi. Onuruydu ve en
önemlisi bütün varlığı idi. Bir erkeğin kılıcını teslim almak onun varlığına
sahip çıkmaktı. Muhon Asha kılıcı iki ucundan sıkıca kavrayıp aldı. Ardından
kabzasından çıkardı. Kabzayı geri uzattı ve çeliğin ışıltına bir süre baktı.
Başını eğip kılıca çenesini dokundurdu ve ardındana lnına götürdü. Karşısındaki
ölüyü selamlamaktı bu yaptığı . Generali, babası ve hayatta ona her şeyi
öğreten adamı onurlandırmak için bunu yapmıştı.
Sırada ise
o dönem kararı veren kralın temsilcisi olan meclisin en nüfuslu olan kişisi
özür dilemek için öne doğru çıkıyordu. Adım adım gelmişti. Üstünde ne bir
mücevher ne bir takı vardı. Muhon Asha o yürürken Gamli'ye doğru döndü. Oturan
çocuk annesinin onu iteklemesi ile oturduğu yerden kalkıp babasının yamacına
koşmuştu. Onlara doğru gelen yaşlı adama baktı. Meclis üyelerinden olan adam
yere doğru eğilerek geldi. Dizleri üstüne çöküp alnı yere değecek şekilde yere
kapandı. Bu hareketi üç defa yapmıştı. Ardından sıra ile bütün meclis üyeleri
gelip bu sessiz özür merasimini sürdürdü. Son üye eğilip kalktığında son defa
Muhon Asha elindeki kılıcı yanındaki oğluna doğru uzattı. Gülümseyerek dizleri
üstüne çöktü.
''Bu
kılıcı havaya kaldır ve adını söyle oğlum.'' dedi. Gamli ağır kılıcı tek başına
kaldıramadı. Muhon Asha onun arkasına geçip kılıcı kaldırmasına yardımcı oldu.
Onunla beraber Gamli adını söyledi. Salon tekrar sessizleştiğinde Aleon ayağa
kalkmıştı. Muhon Asha'nın yanına doğru yürüdü. Bir süre bakıştılar. Aleon
başını eğip onu selamladı. Ardından küçük çocuğu selamladı. Muhon Asha'nın
selamı geldiğinde oğlu onu taklit ederek kralı selamlamıştı.
Sonrasında
bir kutlama yemeği düzenlendi. Ama Nopha o yemekte bulunmak istemedi. Meclis
üyeleri ile daha fazla aynı yerde yer almak istemediğini belirtmişti. Muhon
Asha bunun üzerine Nopha ve gamli ile general Foo'nın odasına misafir olmuştu.
Aleon onlara katılacağını söylemişti. Cohin ise hemen kaçıp gitmişti kalabalık
yemekten. Kraliyet ailesi ise yemeğin keyfini süreme yanlısı olamamıştı. İki
kraliçe henüz ölen kral için yas tuttuğu için oruç tutuyordu. Nopha ile
tanışmışlıkları yoktu. General Foo'nun odasına gitmek onlar için gereksizdi.
Bir süre
anılmak üzere General Donga hakkında konuşuldu. Daha sonrasında küçük Gamli
uyumaya başlamıştı. Hava yavaş yavaş kararmaya başladığında Aleon gelmişti.
İçeri girdiğinde Nopha sadece selamlamak içeri ayağa kalkmak üzere hareket
etmişti. Muhon Asha ona oturmasını işaret etti. Aleon kafasındaki tacı çıkarıp
masaya koydu. Bir kadeh alıp şarap doldurdu. Kadife döşeme sandalyeye kendini
bıraktı.
''Daki'yi
ikna edip kral yapmamız gerek. Bu iş yeterince beni boğuyor.'' demişti. Cohin
ona bakıp göz ucu ile onu baştan aşağı süzdü.
''Efendi
Daki buraya geri dönmez Majesteleri. Rahom ile olan planlarını duydunuz mu?''
demişti. Aleon elini yüzünde gezdirdi ve başını geriye doğru attı.
''Şu
kulübe hikayesi ise burada kurulu bir saray var. Gelip yerleşebilirler.'' dedi.
Muhon Asha gülmüştü.
''Burası
ikisi içinde fazla kalabalık olur. Savaş bittiğinde ne Rahom kuzeyin başına
geçmek istiyor ne Daki UngurPan'ın başına. İkisi için krallıklar yönetilmesi
zor ve kaosun ta kendisi. Siz anlattınız majesteleri. Rahom dengesiz ve her an
için gücü kontrolden çıkıp herkesi yok edebilir. Daki onu bu hald ebırakmaz ya
da buraya getirmez.'' dedi. Aleon yorgunca şarabından içmeye başladı. Şarapta
kendi yansımasına bakarken aklına Tieden geldi.
''Tieden
Kuzey tahtına oturacak. Kuwala taht için yarışmayacak bile. Akela ise Kuzeyden
toprak alıp surlarını genişletecek. Bizde kan gölüne çevirdiğimiz Kuzeyi
temizleyeceğiz. Peki Seronlar? Onlar duracak mı dersiniz?'' dedi. Muhon Asha
başını iki yana salladı.
''Güneş'in
Kızı o gece Seron sarayında kral ve çocukları öldürdü. Kraliçe kudurmuş gibi
saldıracak. Akela ile işbirliği yaptığımız için hedef olacağız. Rejim
değişmediği sürece orada dava bitmeyecek. Sant asilleri ile anlaşarak
belki...''
''Çok
riskli olur. Sant asilleri kendi halkını satıp seron hükmü altına girdi.'' diye
sözünü kesmişti Muhon asha'nın General Foo. Cohin onlara bir süre baktı.
''Kuzeye
sürekli olarak akın düzenleyecek kadar zengin değiller. Verilen hasar sonrası
halk açlıkla yüz yüze kaldığında belki kendi içinde bir isyan onları oyalar. Bu
süre içinde bizde sınırları yeniden çizeriz.'' dedi. Aleon şarabını içmeye
devam etti.
''Kuwala
ne planlıyor bilmiyoruz. O adamın ne düşündüğünü çözemiyorum. Daki'den bir haber
alabilsek şekilleneceğiz. İkisinin aynı anda ortadan kaybolması iyi olmadı. Şehri
temizlemek bir süre orduyu oyalayacak. Sonrasında harekete geçmek isteyecekler.
Akela kadınları bizi geçirdiğinde Kuzeyin ortasında kalmak istemiyorum. İkinci
Kışla ne durumda hiç haber alamıyoruz. Bu durum hoşuma gitmiyor. Maden
isyancıları ile de haberleşmek gerekecek.'' dedi. Muhon Asha konuşması biten
Aleon'a döndü.
''İkiye
ayırabiliriz. Daki ve benim alayımı alıp Cohin ile madenlere hareket
edebiliriz. Sizde ikinci kışlada konum alıp beklersiniz.'' dedi. Aleon kararmış
güne bakmak için ayağa kalkıp pencereye baktı.
''Bunu
konuşacağız bir haftaya yola çıkarız. Akela kadınları gelene kadar orduyu
toplamamız gerek. Dinlenmelerini sağlayacağız. Şimdilik bu günü bitirelim.''
dedi. Kapıya yürürken Cohin ayaklanmıştı.
''Size
eşlik edeyim majesteleri Aleon.'' dedi. Muhon Asha ve yaveride ayaklanmıştı.
''Bizde
geri dönelim.'' dedi. Vedalaşmalar kısa sürdü. Muhon Asha kendi atı ile çıkmadı
yola. Arabada oğluna ve Nopha'ya eşlik etti.
Eve
vardıklarında Gamli hemen uyumuştu. Nopha ve Muhon Asha bir süre oturmaya devam
etti.
''Seninle
evlenmek için her şeyden vazgeçeceğimi söylemiştim.'' dedi Muhon Asha. Nopha
ona göz ucuyla baktı.
''Biliyorum,
ama oğlumun ve babasının şerefinin yok sayılmasına katlanabileceğimi
düşünmedim. Bunca emek verdikten sonra seni de babam gibi bir kenarı atarlarsa
ve sende hastalanıp yitip gidersen bunu kaldırabileceğimi sanmıyorum.'' Nopha
onun yanına oturdu. Muhon Asha ona bakıyordu.
''Bana bir
söz vermeni istiyorum Muhon!'' Nopha'nın narin sesi yumuşacıktı. Bedenini Muhon
Asha'ya doğru çevirdi. Elleri ile kaba suratı okşadı.
''Oradan
sağ salim döneceksin ve senin karın olacağım güne kadar hayatta kalacaksın.
Bunun için bana söz vermeni istiyorum.'' demişti. Muhon Asha savaşta kimin ölüp
kimin yaşayacağının belirsiz olduğunu biliyordu. Gülümsedi. Nopha'nın ellerini
tuttu.
''Seninle
evlenene kadar hayatta kalacağım.'' dedi. Kader onun verdiği sözü
gerçekleştirmesine izin verecek miydi? Bunu bilmiyordu ama fitilin yanan
alevinde ona gülümseyen kadına verdiği söz vicdanında bir şeylerin huzur
bulmasını sağlamıştı adeta.
Bir hafta
sonra yola çıkarken onları uğurlamaya gelen Gamli ve Nopha'nı gördüğünde onları
tekrar görmek için döneceğine söz vermişti. O zamana kadar hayatta kalacağına
söz vermişti. Sarayın büyük avlusundan alayı ile madenlere yakın yere geçiş
yapmadan önce dönüp gülümseyen ve el sallayan Nopha ve Gamli'ye baktı. Adımını
attığında kızıl ormanın kuzeyinde birliği ile buluşmuştu ve ardından geçit yavaş
yavaş daralıp kapanmıştı. Cohin yanında duran Muhon Asha'ya ve belindeki
General Donga'nın kılıcına baktı. Bir öksürük ile boğazını temizleyip
haritalarını deri heybesinden çıkardı....
Bölüm
Yirmi Yedi: Yolculuk
Birinci
Kısım: Hasret
Birkaç
gündür Madenlerin oraya varmaya çalışıyorlardı. Cohin yorgunlukla sırtındaki
çantayı fırlatıp attı.
''Bir kaç
saatlik yolumuz kaldı. Hava aydınlıkken dinlenelim.'' dedi. Ordunun yarısı
Muhon Asha'ya verilmişti. Madenlerdeki adamları toplayıp birleşeceklerdi. Bilmedikleri
şey ise madenleri çoktan ziyaret etmiş olan Kuwala ve Daki'nin oradakileri alıp
başkente doğru yürüyüşe geçmiş olmalarıydı. İkinci Kışla bunu biliyordu. Mektup
oraya vardığında Marinoe ayrılmış ve Akela kraliçesinin yanına dönmüştü. Tieden
ise kasabada eli silah tutan herkesin hazırlanmasını emretmişti. Emrinden hemen
sonra harekete geçmek istediler. Ancak Bir kaç gün sonra da Akela kadınlarından
bir ulak gelmiş ve Ung birliklerini beklemeleri söylenmişti. Onlar yola çıktığı
gün Madendekilerde yola çıkmıştı ve Muhon Asha'nın birlikleri Kuwala'nın birliğini
yakalaması için bir günlük mesafe uzakta kalmıştı.
Madenlere
vardıklarında şaşkınlık içinde kalmışlardı. Savaştan arda kalanlardan başka bir
şey yoktu. Ceset yoktu. Ve kimin kazandığı belli dahi değildi. Buz vardı ve
Cohin etrafta gezinmeye başlamıştı. Erda kalan ne ceset vardı ne de bir işaret.
Arıyorlardı. Hangi tarafın hayatta kaldığını bulmak için etrafta delil
arıyorlardı. Kanyonun girintili yerinden bir ses yükselmişti.
''General
Asha! Burada yakılmış cesetler var!'' demişti. Oraya doğru hızla
koşturmuşlardı. Cohin hiç çekinmeden kollarını sıvayıp küllerin arasına
dalmıştı. Arma arıyordu. Bazen eline gelen kemikleri bazen arda kalan külleri
savurdu ve sonunda bir kaç şeyi bulmanın verdiği heyecanla külden çıktı.
Elindeki armayı üstüne sildi ve gülümsedi.
''Efendi
Kuwala ve maden direnişi almış muhabereyi. Buradan çıkmış olmalılar. Seron ve
Bakrenleri yenilgiye uğratıp Kristal saraya doğru güneye doğru yürümüş
olmalılar.'' demişti. Elindeki seron armalarını yere doğru atmıştı. Bakren
arması vardı bir kaç tane. Onları seçip seçip yere atmıştı. Ardından hepsinden
bir küme oluşturmuştu.
''Buradan
geçecek olan kimin kaybettiğini bilsin.'' demişti. Ellerindeki külleri çırpıp
ayağa kalkmıştı.
O geceyi orada
geçirmişler ve sabah orduyu hızla yürütmeye devam etmişlerdi. Güneye giden
yoldan geçen at ve insan ayak izlerini izliyorlardı. Birkaç gün boyunca bu
takip devam etti. Madenlerden kristal saraya giden yol üstünde birçok kasaba ve
ufak köy vardı. Orduyu boş yere yoramazlardı. Tek umutları Kuwala'nın birliğinin
bir köyde mola vermesiydi. Şans onlardan yana olmuş ve sivillerin yorgunluğu
ile mola vermeye karar verdiklerinde geldikleri terk edilmiş köye yerleşmeye
başladılar. Bir gün kadar olan mesafe onlar yerleşirken kapanmaya başlamıştı.
Geldikleri
köylerde evler yağmalanmış, kapılar kırılmış ve kan izleri siyahlaşmıştı. İnsan
cesetlerinden arda kalan tek şey vahşi hayvanların sürükleme izleri olmuştu.
Daki etrafa bakındı ve izleri takip etti köyün çıkışına kadar. Kuwala sessizce
onun yanında dolaşıyordu.
''Kara
Kurtlar mı?'' demişti Kuwala eğilip Daki'nin incelediği izlere bakarak.
Sürükleme izlerine eşlik eden ayak izleri vardı.
''Burada
konaklamak pek güvenli olmayacak. Kara Kurtların izleri taze gibi. Gelen orduda
kurt yoktu. Yakınlarda sürü varsa gece baskınında çok kişiyi kaybederiz.
Gözcüler koymamız gerek.'' dedi. Kuwala etrafa bakınmaya başladı. Kızıl Orman
arkalarında kalmış ve çıplak karla kaplı tepelerin arasında ki köyün yakınında
akan derenin sesi duyuluyordu.
''Komutan
Grave ile konuşup gözcüleri arttıralım. Sabah akşam dönüşümlü olarak gözcülü
yapalım.'' dedi. Daki köyün dışına doğru yürümeye başladı. Keskin burnu hala
kanın kokusunu alıyor gibiydi. Kurtların ardında bıraktığı koku onun için
tanıdıktı. Kara Kurtların katili için baş etmesi kolay bu kurtlar burada ki
tecrübesiz askerler ve siviller için büyük sorun olurdu. Kafileye eşlik eden
boz kurt arkalarından yeri koklayarak onlara doğru geliyordu. O kadar derin
soluyordu ki... Kuwala onu duyduğunda aralarında yirmi metre kadar bir uzaklık
vardı. Buna rağmen hırıltısı ve burnundan gelen sesi duymuştu.
''Senin
gibi iz süren başka birisi daha var!'' demişti Kuwala. Daki yerdeki toprağa
dokunmuş halde başını arkaya çevirdi. Kurt onların sürekli peşindeydi. İşlerine
yarayabilecek bu dişi kurdu kullanıp iz sürüp sürünün ne kadar uzakta olduğunu
bulabilirlerdi.
''Sürünün
mesafesini görmek için kurt ile gideceğim.'' ayağa kalkarken bunu söylemişti.
Kuwala birden kaşlarını çattı.
''Bu riski
almaya değer mi? Belli ki sürü önümüzde ve geri dönmez.'' dedi. Daki bunu
duyunca ona izleri gösterdi.
''Beslenmek
için buraya uğramışlar. Köyde hane sayısı yirmi beş. Hanelerde kaç kişi yaşıyor
bilmiyorum ama tek bir ceset kalmamış. Sürü çok büyük olmalı. Böyle bir sürünün
buraya geri gelem riskini hesaplamamız gerekir. Onlarla mücadele edemeyiz.
Basit bir sürüye benzemiyor. Binicileri onları geri çevirebilir. Belki de
madenlere gelen ekibi bekliyorlardı ve dereye doğru indiler. Byega ve seronları
bekliyorlarsa bu tarafa geri dönecekler. Arka birlik olarak...''
''Gidersen
seninle geleceğim. Kurt senden çok beni dinleyecektir. Yerini belli edebilir ya
da sürüyü üstümüze çekebilir. Bunu göze alamayız.'' demişti. Daki onu red
edemedi. Ne kadar gideceklerini bilmiyorlardı. Sağ kalan atlardan iki tanesini
Grave onlara verdi. Kara Kurt sürüsünden söz edilmişti.
Yola
çıktılar ve gece boyu iz sürdüler. Dereyi takıp etmişlerdi. Gün doğmuştu ve
hala boz kurt sürünün izini takip ediyordu. Öğlen saatlerinde durmuştu. Kuwala
ve Daki'de durdu. Atları karlı tepenin ardında kuruyup devrilmiş ağaca
bağladılar. Tepenin ardına baktıklarında sayıları beş yüzden fazla kurt ve
binicini gördüler. Sessizce bir süre aşağı baktılar. Sürü tahminlerinden daha
büyüktü ve köyü av alanı olarak kullanmışlardı. Daki sessizce geri
çekilmelerini söyledi. Boz renkli kurt bir süre sürüye baktı ve başını eğip
geldiği yola döndü. Naseen'in o sürüde olduğunu düşünmüştü Kuwala. Kurt sürüyü
incelerken gözleri ile bir şey arıyor gibiydi. Tam atları çözdükleri sırada bir
hışırtı duydular. Geriye doğru baktıklarında bir kara kurt salyalar akıtarak
onlara doğru geliyordu. Hırıldıyor ve sırtını kaldırmıştı. Boz dişi kurt oraya
doğru hızla koşup kurdun önünü kesti. Kulaklarını indirip sessizce başını
eğmişti. Sürüde aradığı kişi eşiydi... Kuwala kılıcını çekmeye yeltenen
Daki'nin elinin üstüne elini koydu. Kurtun hırıltısı dinmiş ve dişi ile
birbirlerini koklamışlardı. Dişi boz kurt yavaşça kara kurdun boynun altına
doğru sürtündü. Bir süre öylece durdular. Ardından karşı karşıya oturdular. Bir
şey konuşan iki insan gibi bakıyorlardı.
''Napıyorlar?''
demişti Kuwala. Daki sakince gülümsedi.
''Birbirlerini
ikna etmeye çalışıyorlar. Bir arada kalabilmek için...''
''Ama
yavrular var. Onları bırakıp buraya gelemez değil mi? Burada savaşta ölür
onlar.'' demişti Kuwala. Daki ona bakıp gülümsedi.
''Erkek
kurt mu bizim yanımızda gelsin istersin ha?'' dedi. Kuwala bir an duraksadı.
Neden olmasın diye düşündü.
''Biliyorsun
ki Kara Kurtlar vahşidir. Onları ehlileştirmek için dişlerinin kanla dolması
gerekir.'' dedi. Kuwala sessizce başını eğdi. Dişi hareketlenip kulaklarını
indirip onlara doğru yürüdü. Ardından erkek kurt geliyordu. Kuwala birden
irkilip geriye doğru bir adım attı. Daki ise kılıcını çekmeye yeltendiği sırada
dişi kurt karşılarına oturdu. Onlara bakıyordu.
''Bizimle
gelmesini istiyor.'' dedi Daki. Kuwala ne yapacağını bilemiyordu. Dişi güvence
olarak ne yapacağını bilmiyordu. Kara Kurt ise arkada sakin bir erkek gibi
oturuyordu.
''Atına
bin!'' dedi Daki. Kendisi ata bindi ve yulara asıldı. At yavaş yavaş yürümeye
başlamıştı. Kuwala sakince ata bindi ve yürütme başladı. Bir süre sonra
hızlandılar. Bir günden az mesafeleri vardı ve köye vardıklarında peşlerinde
koşan iki kurt vardı. Grave onları gördüğünde okçuları hazırlattı. Daki atını
hızlandırıldığında elini havaya kaldırdı.
''Fırlatmayın!''
diye bağırmıştı. Ancak Grave bunu duyduğunda çok geç kalmıştı. Oklar yaydan
gerilip birden kurtlara doğru yağmıştı. Kara kurtun durması ile etraf
sessizleşmişti. Kuwala geriye doğru bakmak için atın yularına asılmıştı. Arkaya
bakınca bozkurt'un sırtından girmiş sekiz kadar ok gördü. Kurt yerde yatıyordu.
Neler olduğunu anladığında atından hızla inmişti. Oraya doğru bir kaç adım attı
ama kara kurt önünü kesip onu durdurdu. Sırtını dikleştirmişti. Kürkü diken
diken ve pençeleri tehdit edercesine dışarı fırlamıştı.
''Kıpırdama
Kuwala!'' demişti Daki. Köyün girişine bir kaç metre kalmışken vurulan bozkurt
yerde inliyordu. Kuwala geriye doğru adım attığında kara kurt dönüp dişisine koştu.
Onu yerden kaldırmak için çabalar gibi burnunu sürttü boynuna. Çıkardığı inleme
seslerini duyan yavrular köyün girişine doğru paytak adımlarla gelmişti.
Tanıdık kokuyu onlarda almıştı. Kuwala şaşkınlık içinde bakıyordu.
''Yaralarına
bakarsam belki...''
''Sırtına
giren oklar yürümesine izin vermeyecek iyileştirsen bile.'' demişti. Yavrular
onları geçip gittiğinde zaman durmuş gibiydi. Boz Kurt kesik kesik solurken
yavruları oraya gitmişti. Kara Kurttan çekinmeden annenin etrafını sarmıştı.
Grave orada neler olduğunu görmek için bir kaç adım daha yaklaştı. Daki atından
inmişti.
''Yaklaşmayın.''
demişti. Kara kurta dikti gözlerini. Oraya doğru bir kaç adım attı. Kuwala'nın
yanına gelmiş. Onu elinden tutup geriye doğru çekti ve fısıldadı;
''Yapma!
Bir işe yaramayacak.'' demişti. Bozkurt’u ayağa kaldırmak için uğraşan Kara
Kurt sanki Daki'yi duymuş gibi durmuştu. İnler bir ses çıkardı. İnip kalkan
beden durmuştu. Yavrular henüz ölümü algılayamayacak kadar saf ve dünyadan
uzaktı. Bir süre anneleri koklamaya devam ettiler. Baba ise öylece oturmuş ölü
dişiyi izliyordu. Oklarla can veren dişiyi bir süre izledi. Ardından uludu. Onu
uğurlar gibi uluduğunda yavrularda ilk defa ulumuştu onun ardından.
''Diğerlerini
çekecek üstümüze!'' demişti Grave. Okçular oklarını germişti. Daki arkasına
doğru döndü.
''Sakın!
Bırak ulusun! Kimse gelmeyecek. Bu veda için verilen bir ses!'' demişti. Grave
elini indirdiğinde oklarda inmişti yere . Kara Kurt bir kaç defa uludu.
Kilometrelerce uzaktan onun yasına eşlike den ulumalar duyulmuştu. Sürüsü onu
duymuş ve yasında ona eşlik ediyordu. Gün batmış ve ay yükselmişti çoktan. Kara
Kurt dişiyi son defa burnu ile itekledi. Hareket etmediğini gördüğünde arkasını
döndü. Yürümeye başlamıştı heyecan içinde koşarak gitmiyordu. Adımları ihtiyar
bir adamın adımları gibi ağır, başı hasta bir kadın gibi öndeydi. Yavaş yavaş
giderken yavrular tek sıra şeklinde onu takip etmeye başlamıştı. Geldiği yöne
gitmiyordu. Dağlara doğru tırmanıyordu. Dişisini ve yavrularını alıp gitmeyi
planladığı dağa doğru tırmanmaya başlamıştı. Karanlıkta kaybolana kadar Kuwala
olduğu yerde dikilip kalmıştı.
Koşarak
oklar sırtında saplı kurdun yanına gitmişti. Eğilip nefesini kontrol etti.
Ölmüştü. Onun için yapabileceği bir şey yoktu. Naseen'in ardından o da
katledilmişti. Kuwala elini göğsüne doğru çekti. Buraya umutla koşan kurt
yavrularını son defa göremeden orada an verip gitmişti. Heyecan ile
yavrularının babasının kokusunu alıp çıktığı yolculukta onu bulmuş ama kendi
canından olmuştu. Kuwala öylece kalmıştı. Çöktüğü yerde bir süre öylece oturup
kaldı. Ardından ayağa kalkıp köyün girişine doğru yürüdü. Grave onu gördüğünde
şaşkınlıkla kalmıştı. Gözyaşları yanaklarında parlıyordu. İfadesizce bakıyordu.
''Emri geç
duyduk Efendi Kuwala!'' demişti. Kuwala sakince ona baktı.
''Sizin
hatanız değil.'' demişti. Grave onları kovaladıklarını sanmıştı. Kuwala bunu
biliyordu. Onları suçlayamazdı. Kimseyi suçlayamazdı. Sadece bu gri kürklü kurt
için üzülüyordu. Yorgunlukla beraber daha ağır geliyordu ölüm ona.
''İyi
misin?'' Daki ona doğru bir kaç adımla yaklaşmıştı. Kuwala dudaklarını yukarı
doğru kıvırdı.
''Evet!
Sadece yoruldum bütün bir gün at sırtındaydık. Dinlenmek istiyorum.'' dedi.
Köyün içine doğru ilerlerken kapıda derin bir sessizlik vardı. Grave kurdun
cesedine doğru baktı.
''Onu
gömeceğim ve ruhunu şereflendiriceğim.?'' demişti. Daki elini alnına dayadı.
''Yakman
gerekmez mi?'' demişti. Grave başını iki yana salladı.
''Kutsal
hayvanlar yakılmaz Efendi Kuwala burada. Onlar gömülür ve başlarına bir taş
konur ki oradan geçenler onu ansın ve ruhunu şereflendirsin diye.'' demişti.
Daki usulca başını salladı. İçeri doğru yürürken Grave onu durdu.
''Ung
Ordusu burada. Siz gelmeden önce geldiler. Köyün dışına kamp kurdular ve
seninle görüşmek isteyen bir general ve komutan var!'' demişti. Daki bir an
şaşkınlıkla kaldı.
''General
Foo ve Muhon Asha mı geldi?''
''İsimlerden
birisi Muhon Asha ancak diğerinin Cohin olduğu söylendi. İçeri alınmadılar. Bir
çatışma çıkmaması için bunu yapmak zorundaydım. Çıkıştalar.'' demişti. Daki
başını eğip ona minnetini gösterdi ve içeri doğru yürüdü.
Adımları
hızlandı ve çekilen sınıra geldi. Sınırı ardında bir kamp kurulmuştu. Ung
askerlerinin sesleri geliyordu. Çavuş nöbetçilerin başındaydı. Daki'yi görünce
başı ile selam verdi.
''Gelmişsiniz
Efendi Daki!'' demişti. Daki onunla Kara Kurt sürüsü hakkında konuşacaktı ama
önce Muhon Asha ve Cohin'i görmek istiyordu.
''Seninle
daha sonra konuşacaklarım var çavuş. bir yere kaybolma. Birazdan geri
döneceğim.'' demişti. Çavuş onu selamlayıp bekleyeceğini söyledi. Daki kampa
girmeden önce nöbetçiler onu görmüş ve bağırmıştı.
''Prens
Daki kampa giriş yapıyor.'' Bu uyarıyı özlemişti Daki. Askerler ona yol
açtığında selam vermek için bir çok kişi çadırından fırlamıştı. Daki onları
selamlayarak merkez çadıra yürüdü. Asla değişmeyen Ung çadır düzeninde merkez
çadıra vardığında dışarı çıkmış olan Muhon Asha ve Cohin' gördü. Uzun zaman
olmuş gibi geliyordu. Birisi general üniforması giyiyordu. Bronşunda kartal
vardı ve pelerinini sol omzunda sabitliyordu. Diğeri ise cübbesi üstüne giydiği
komutan zırhı içinde ışıldayarak gülüyordu. Daki sessizdi. Sert adımlarla
onlara yürüdü. Silah arkadaşlarını, can dostlarını sıkıca kucakladı.
''Yıllar
olmuş gibi hissediyorum.'' demişti. Cohin gülümsedi.
''Yokluğumuzda
yaşlanmışsınız efendim.'' demişti. Muhon Asha arkadaşının sırtına tutarsızca
bir yumruk indirip nefesini kesti.
''İhtiyar
bir herif gibi ağlayacaksan içeri girip köşeye kıvrıl.'' demişti. Daki güldü.
Bu kampı tekrar gördüğünde sevineceğini düşünmemişti.
''Efendi
Kuwala neden gelmedi? Keşif gezisine çıkmışsınız, öyle söyledi Bakrenli o
herifler!'' demişti Cohin. Daki gülümsedi.
''Yorgundu.
Haberiniz gelmeden uyumaya gitti. Uzun süredir yoldayız. Çok iyi uyuyamadı.
Dinlenmesi daha iyi olur.'' demişti. Cohin çadırı gösterdi;
''Zayıf
bir bedeni var. Yorgunluğunu anlayabiliyoruz efendim. Sizde Ung şarabı ile
yorgunluğunuzu çıkarın isterseniz.'' demişti. Daki kaşlarını çattı.
''Aslında
bir işim vardı. Ciddi bir problemimiz var ve geciktirdiğiniz her dakikada daha
büyük bir soruna dönüşebilir. Benimle köye kadar gelin. Daha sonra beraber
oturup gün doğana kadar içeriz.'' demişti. Muhon Asha ve Cohin bunu hemen kabul
etmişti. İki tarafında birbirine vereceği çok haber vardı. Bir tarafta Helyan
Kea'nın ölümünün ağır haberi, diğer tarafta kral Yahona'nın ölümünün ağır
haberi vardı.
Köy
sınırına geldiklerinde çavuş kımıldamadan orada beklemişti. İçeri giren Daki'yi
selamladı.
''Efendim
benimle Kara Kurtlar hakkında konuşacaksınız. Bende sizinle bu konuyu konuşmak
isterim. Ancak önce General Byega...'' susup yanında dikilen iki ung soyundan
olma adam kaçamak bakış attı. Daki onu rahatlatmak içine lini omzuan koydu.
''Byega'ya
ne olmuş?'' dedi. Çavuş devam etmeden önce derin bir nefes aldı.
''Kara
Kurtlar bir süredir onun emrinde değil. Onlar emirleri uzun süredir Melez
Piç'ten alıyormuş. General Byega siz gittikten bir süre sonra onunla konuşmaya
gittiğimizde Komutanım Grave bunları söyledi. Kara Kurtların onu dinlemediğini
ve lordun da artık sadece Melez Piç'i dinlediğini söyledi.'' dedi. Daki
kaşlarını çatmıştı. Sorunları çok büyüktü. Byega'yı yaşatma sebebi saldırı
durumunda Kara Kurtları durdurmak için kullanacaklardı. Şimdi bunun bir anlamı
yoktu. Melez Piç onlara asla acımayacaktı. Muhon Asha şaşkınlık içinde öne
doğru bir kaç adım attı.
''Lort Dia
Patra'nın birinci Generali Byega elinizde mi?'' diye sorduğunda gözleri
irileşmişti. Daki başını salladı.
''Çok şey
yaşandı Muhon! Konuşulacak çok şey var ama önce bir toplantı yapmamız gerek.
Çavuş!'' dedi. Çavuş başını eğince Daki onun omzunu yavaşça bıraktı.
''Komutan
Grave'yi ve subay olan efsuncuları acil olarak meyhaneye topla. Bir yol
belirlememiz gerek. Burada olduğumuzu anlamaları çok sürmez.'' demişti. Çavuş
fırlayıp gittiğinde Muhon Asha şaşkınlıkla kollarını göğsünde bağdaştırmıştı.
''General
Byega'yı yakaladınız. Adamlarını kendi tarafınıza çektiniz ve şimdi o adamlara
karşı tedbir alması için toplanacağını söyledin. Ne yapıyorsunuz siz?'' dedi.
''Sadece
kurtarıyoruz. Kuzeyde var olan herşeyi ve herkesi. Bu davaya katılan herkese
kapımızı açmış kurtarıyoruz. Başka yapabileceğimiz bir şey yok!'' demişti.
Muhon Asha arkadaşında ki bu değişimi anlamlandıramadı. Nedense bir anda davaya
kendini adamış bir adama dönüşmüştü. Başta sadece Rahoma yardım etmek
istediğini ve onu sevdiği için peşinden gitmeye başlamıştı. Cohin gülümsedi.
''Doğru
olan bu efendim. Eminim yaptıklarınızda bir haklılık vardır.'' dedi. Daki ona
destek olan arkadaşına gülümsedi.
''Gidip
toplantıya katılalım.'' demişti. Cohine lindeki şarap testilerini gösterdi.
''Bunları
emanet edebileceğimiz bir yer olmalı. Nadir ve güzel şarapları Bakren
komutanları ile paylaşma yanlısı olmayacağım.'' demişti. Daki onları kaldıkları
ufak harabeden çevrilmiş eve doğru götürdü. Sokaklar kalabalık ve insanlar
Daki'ye selam veriyordu. Akşam yemeği için kurulmuş kazanları geçtiler ve
meyhaneyi geçtikten sonra eve varmışlardı. Kapıyı biraz zorlayarak
kaydırabildi. Içeri doğru girerken meydandaki kaznaların oradana ldığı feneri
içeri tutmuştu. Ancak içerisi aydınlıktı. Kuwala onlara verilen bütün mumları
yakmıştı. Yirmi kadar mumu aynı anda yakmak onun yapacağı bir israf değildi.
Ama yapmıştı. Karanlık onu ürkütmüş ve buna ihtiyaç duymuş olmalıydı. İçerisi
gün gibi aydınlıktı. Iki yatak vardı. Dağılmış eşyalar bir köşeye yığılmıştı.
Yanına iki heybe konmuştu. Heybelerin yanında ise Helyan Kea'nın kılıcı vardı.
Muhon Asha ve Cohin kılıcı hemen tanımıştı. Daki onların baktığı kılıcı gördü.
''Öldü!
Daha doğrusu onu öldürmek zorunda kaldık. Kuwala onu durdurmasaydı onlarca
insan ölecekti.'' dedi. Cohin bakışlarını dolu yatağa kaydırdı. Örtülerin
altına girmiş Kuwala'nın botları yerde düzensizce atılmıştı. Cübbesi ise hemen
yanına çıkarılıp atılmıştı. Daki iki testiyi yığının yanına bıraktığı sırada
Kuwala mırıldanmıştı.
''Daki
lütfen mumları söndürme! Daha sonra kendi ellerimle mum yapıp telafi edeceğim
ziyanı.'' demişti. Daki onun uyanık olduğunu tahmin etmemişti.
''Grave o
kurdu geleneklere uygun gömeceğini bu sayede ruhunun kutsanacağını söyledi.
İstersen onun için dua etmeye gidebiliriz.'' dedi. Kuwala kımıldanmıştı. Yavaşça
doğruldu. Sırtı onlara dönük halde oturdu.
''Gün
doğduğunda gidelim.'' demişti. Ellerini yüzüne bastırdı ve saçlarına doğru
çekti.
''Misafirlerini
düzgünce selam vermediğim için beni affetsinler. Şu an pek iyi hissetmiyorum.''
demişti. Gelenlerin Cohin ve Muhon Asha olduğunu bilmiyordu. Daki onlar
konuşmasın diye susmalarını işaret ederek elini dudaklarına götürmüştü.
''Sorun
değil. Daha sonra onları görürsün. Yabancı değiller.'' demişti. Kuwala geri
yastığa doğru devrildi. Saçları dağılmıştı.
''Meyhanede
olacağız. Grave ile kara kurt sorununu konuşacağız. Kendini iyi hissettiğinde
gelebilirsin.'' dedi. Kuwala bacaklarını göğsüne doğru çekti.
''Hımm...''
diye mırıldandı. Yorgundu gerçekten de. Kalkmayı istemiyordu. Gözleri kızarmış
ve üstü başı dağınıktı. Kendini toplamaya üşeniyordu. Daki onu daha fazla
yormak istemedi. Yanan feneri yere koydu.
''Mumlar
sönerse diye bu burada dönsün. Tekrar geleceğim.'' dedi ve Cohin ile Muhon
Asha'yı alıp dışarı çıktı. Cohin yeterince sessiz kaldığını düşünerek çıktıktan
bir süre sonra konuşmaya başladı.
''Durumu
gerçekten iyi mi?'' dedi. Daki gülümsedi. Yüzünde durgun bir hava vardı.
''İyi!
Bazen çocuk gibi gömülüp ağlamak ona iyi geliyor. Sıkıştırdığımda daha kötü
oluyor. Bir süre kendi haline bırakmak iyi oluyor. Savaş ona göre değil. Ölüm
onun için hala alışılmadık bir durum.'' demişti. Cohin başını yavaşça salladı.
Muhon Asha ise sırıtmıştı.
''Ondans
öz ederken sırıtıyorsun Daki.'' demişti. Daki arsızca güldü.
''Bunda
bir sorun görmüyorum.'' demişti. Muhon Asha bir kahkaha atıp arkadaşının
sırtını sıvazladı. O hala aynı Daki olarak duruyrodu. Yüzünde askerlere karşı
bir maske vardı. Hayatı burada öğrenmişti. Eskiden olduğu gibi amatör bir lider
değildi. Nerede nasıl durması ve konuşması gerektiğini öğrenmişti.
''Seni
böyle görmeyi seviyorum dostum.'' demişti Muhon Asha. Meyhanenin yolunu
tuttular.
İçeri
girdiklerinde Grave'nin hep yanında dolaşan beş astı, çavuş, Grave ve çavuşun
yaveri vardı. Cohin onlara sıcak davranma yanlısı olmuştu. Eğilip baş selamı
verdi.
''Ung
destek ordusundan Komutan Cohin. Sadece Cohin denilmesi tercihimdir.'' demişti.
''General
Asha bende!'' demişti Muhon Asha sertçe. Daki direkt masaya doğru yürüdü. Cohin
ortada bir harita görünce hemen yürümüş haritaya odaklanmıştı.
''Sürü beş
yüzden fazla kurttan oluşuyor. Bu konuda bize anlatmak istediklerin var mı
çavuş?'' demişti Daki. Çavuş öne doğru çıktı. Yüzü sertti. Sürünün çoktan
gitmiş olması gerektiğini düşünüyordu.
''Kara
Kurt birliği bizimle gelmedi. Liderleri, Seronlar ile çalışmayacağını söyleyip
bizden ayrıldı. Çoktan başkente dönmüş olmaları gerekiyordu. General Byega
onlarla konuşmuştu. Bize sadece bu söylendi. Neden hala bu bölgede olduklarını
bilmiyorum.'' dedi. Grave arka kapıya doğru yürüdü.
''Gidip
onu getirelim ve soralım o zaman.'' Daki onu durdurmuştu.
''Yere
çivili durumda Kuwala olmadan onu oynatamayız. Kalsın. Şimdilik nasıl bir önlem
alacağımızı konuşalım. Sabah onu tekrar sorgulayabiliriz Komutan Grave!'' dedi.
Grave başının sallayıp geri haritaya yaklaştı. Cohin parmağını vadinin olduğu
nehrin genişlediği yere koydu.
''Onları
burada gördünüz değil mi efendim?'' demişti. Daki şaşırmamıştı nokta atışı
yaparak konum bulan Cohin'e. Ancak diğerleri için şaşılacak bir durumdu. Cohin
süre ile mesafe hesaplamada oldukça başarılı bir adamdı. Gördüğü bir haritayı
asla unutmazdı.
''Sadece
atla buraya varmanız on iki saatten az sürdü. Bu durumda sürü harekete geçerse
altı saat gibi kısa bir saatte burda olur. Avlandıkları bir yer ise burası geri
dönmeyebilirler.'' Cohin'in sözünü çavuş kesti.
''Evet
burada avlanmış ve tek bir canlı bırakmamışlardı.'' dedi. Cohine lini çenesine
götürdü. Kaşları çatılmıştı.
''Bu sürü
bizi Kızıl Ormanda kovalayanlar kadar büyük. Bine yakın eğitimli askerle onlara
karşı kaybettik efendi Daki. Bu durumda saldırı olursa nasıl bir savunma
yaparsak yapalım kaybedeceğiz.'' dedi Cohin. Kaşları çatıktı. Muhon Asha o
kadar umutsuz değildi.
''Arazi
geniş ve açık. İki dağ arasında kurulacak pusu onları alt edebilir. Birde
elimizde Rahom gibi güçlü bir koz var.'' Cohin konuşan Generale döndü.
''Kuwala'nın
yorgun olduğunu gördünüz efendim. Ne zamana toparlanır bilmiyoruz. Ve Kral
Aleon bizimle birkaç hafta içinde Kristal saray surlarında buluşacak burada
konaklayacak zamanımız yok. Yolumuzun üstünde duran bu tehdidi aşmak için
dağlardan geçemeyiz. Kağnıları dağa çekemeyiz. Ve bildiğim bir tünel yok
burada. Darta Tapınağından uzağız. Artık insanlar patikalar kullanıyor. Ve bu
patikanın ortasında sürü yatıyor.'' demişti. Muhon Asha sert konuşan Cohin'in
gösterdiği haritaya eğilip baktı.
''Ung
askerleri bu sürü ile başa çıkamaz. Birçoğu Kızıl Ormanda arkadaşlarını
kaybetti ve tekrar karşılaştıklarında onlarda öleceklerini biliyor.'' demişti.
Cohin o saldırıdaydı ve olanları hatırlayınca ürpermişti. Elini masaya doğru
dayadı.
''Beklememiz
gerekecek. Bu tarafa geri dönmezler. Ama Aleon ile buluşmaya gecikeceğiz. Belki
bir haberci kuzgun gönderebilirz. '' Daki onun dehşete düştüğünün farkındaydı.
''Bunu
yapamayız. Dikkat çeker. Kuşu vururlarsa saldırımızın anlamı kalmaz.'' dedi.
Grave bunun üzerine konuşmaya başladı.
''Oraya
yaklaştığımızda Melez Piç bizi fark edecek. Gizli bir saldırı olmayacak. Bunun
için hazırlanacaklar.'' dedi. Bir süre daha tartıştılar ne yapacakları
konusunda. Karar veremiyorlardı. Unglar beklemekten söz ederken Kara Kurtların
üstüne gitmek istiyordu Bakrenler. Daki iki tarafın arasında kalmıştı. Bir ara
Grave ve Muhon Asha'nın sesi birbirlerine karşı yükseliyordu.
''Onların
nasıl avlandığını sizden iyi biliyoruz. ''
''Onlarla
sürekli savaşmış olanlarda biziz. Nasıl mücadele edileceğini size soracak
değiliz. Bekleyeceğiz.''
''Beklemek
av olmakla aynı olacak. Geri dönecekler. Dumanın ve insanın kokusunu alacaklar
ve hepimiz öleceğiz.'' demişti Grave. Muhon Asha dişlerini sıkmış ve komutandan
hoşlanmadığı gösteren ifadesini yüzüne takınmıştı. Cohin bu sefer arayı
yumşatmayacaktı. O da bekleme taraftarıydı. Daki ise hangi tarafı
destekleyeceğini bilmiyordu. İkisi seslerini yükseltip bağrışmaya devam ederken
yeni öneri Çavuştan geldi.
''Hareket
etmezsekte, etsekte sonuçta onlarla karşılaşacağız. Bunu konuşmamız gerekiyor.
Beklememiz gerekiyor. İnsanlar yorgun, Rahom Kuwala yorgun ve Ungların ordusu
da yorgun. Ama burada uzun süre kalamayız. Kristal Saray kuşatmasını
geciktirdikçe karşımızda güçlenmiş bir düşman bulacağız. Her geçen gün daha da
güçlenecekler. Seronlar çoktan orada ikinci bir savunma birliği hazırladı.''
demişti. Grave ve Muhon Asha susmuştu bunu duyunca Çavuş haritada bulundukları
yere hançerini çıkarıp koydu. Köyün girişinin önüne koyduğu bıçak bir sur
gibiydi. Masada duran bir kadehide Karra Kurtların olduğu yere koydu. Orduda
strateji bölümünde eğitim almıştı. Bu yüzden savunmada oldukça iyiydi.
''Ben ve
adamlarım burada bir savunma hattı kuracağız. Kurtlar geldiğinde onları yeteri
kadar insanların dağa kaçabileceği süreye kadar oyalayabiliriz.'' demişti.
Muhon Asha haritaya doğru bir adım yaklaşıp kendi hançerini çekip Çavuşun
hançerinin yanına koydu.
''Bizde
savunma hattına adam yerleştireceğiz. Geri kalan ise tahliye için köye yerleştirilecek.
Kampı köyün girişindeki bölüme taşırsak onlar geldiğinde oyalanmış olurlar.''
dedi. Ung kampları labirent gibi kurulurdu. Bu düzeni içeri girecek düşmanı
durdurmak için yüz yıllardır kullanıyorlardı. Çadırların düzeni ve giriş
çıkışlar belli bir düzende kurulurdu. Düşman girdiğinde nereden çıkacağını
kestiremezdi. Çevreleyici çadırlar hep sessiz olurdu. Ancak sürekli içinde ve
dışında asker bulunurdu. Bu sayede kampa sinsice bir saldırı yapılamazdı. Büyük
çanlar olurdu ve saldırı anında çalınmaya başlanırdı. Daki bu uzlaşmacı fikri
hemen onayladı. Yarın gündoğarken kamp taşınmaya başlanacaktı. Bu süreye kadar
belli sayıda Ung askeri ve isyancı Bakren askerleri girişe yerleştirilecekti.
Daki
dışarı çıktığında Muhon Asha ve Grave düzenleme için ortalıkta yoktu. Çavuş
sessizce Daki'nin önünde durdu. Ona bakıyordu.
''General
Byega ile konuşmak en doğrusu olacak. O Kara Kurtların her şeyini bilir.
Liderlerini ne amaçladıklarını... Onunla görüşmeye gittiğinizde size eşlik
edebilir miyim?'' demişti. Daki ona bir süre baktı.
''Generaline
kızgın mısın? Yoksa ona böyle aşağılık bir pislik gibi davrandığımız için bize
mi kızgınsın Çavuş?'' demişti. Çavuş başını öne doğru eğdi.
''Efendim.
Rahom Kuwala biz eyaşamak için şans verdi. Size kızgınlığım yok. General Byega
ile sadece bu birlikte çalıştım. Onun öncesind eben hep saray muhafızlığında
görev aldım. İlk defa adamlarım ve ben sarayın dışına çıktık. Emri verildi ve
onlarla buluştuk.'' dedi. Daki onu süzüyordu. Yalan söylemiyordu Çavuş.
''Seronlar
sarayda bizim koruduğumuz bölgeleri devraldı ve lordun güvenliğinden artık
onlar sorumlu.''
''Neden
lort kendi askerleri tarafından korunmuyor?'' demişti Cohin şaşkınlıkla.
''Çünkü
isyan ediyor askerler. Öldürülmek ve öldürmek istemiyorlar. Aileleri var hepsinin.
Hepsi korkuyor. Lort onlara güvenemez artık. Başkentte suikastçılar ve
isyancılar var. Sürekli ambarlar yanıyor. Birileri asılıyor, öldürülüyor ve
kayboluyor. Lort ve askerler arasında sessiz bir atışma var.'' demişti. Daki
onların neden taraf değiştirmeyi bu kadar kolay kabullendiğini anlamıştı.
Lordun gitmesini istiyorlardı. Hiç biri memnun değildi. Bir kurtuluş ve kaçış
noktası arıyorlardı.
''Artık
parada alamıyoruz. Ailelerimize para gönderemiyor iken canımızı tehlikeye atmak
mantıksız. Mıntıkalarda ayaklanmalar var. İnsanlar açlıkla savaşamıyor artık.
Lordun aklını yıkayan Seron ve Melez Piçti. Başlarda herşey yolundaydı. Rahom
baskısı ve eziyeti bitmişti. Şimdi ise yine bir Rahomun ayaklarının dibinde
bizi kurtarması için yalvarıyoruz. Beni yanlış anlamayın Efendi Daki ve Komutan
Cohin. Lafım Rahom Kuwala için değil. Sadece biz günahlarımız yüzünden bu
haldeyiz. Ben başkenete girildiğinde on yaşındaydım. Ve hatırlıyorum. Lordun
atından inip insanları selamlamasını ve adalet getirdiğini söylemesi... bunlar
çok uzakta gibi geliyor. Ama başlarda o gerçekten adaleti getirmişti. Delirmiş
ve halkına eziyet eden Rahomun iktidarını sonlandırması için halkın yanında
durmuştu. Şimdi ise onun korkunç iktidarını sonlandırması için biz Rahomun
yanında duruyoruz. Bazı geceler Darta'nın ve Londaga'nın bizi küstahlığımızdan
dolayı cezalandırdığını düşünüyorum.'' demişti. Cohin onun bu haline üzülmüştü.
Çavuşun gözleri koyulaşmış ve donuklaşmıştı adeta.
''Çavuş bu
gece bizimle içip biraz kafanı dağıtmak ister misin?'' demişti. Çavuş kabul
etmeye çekindi ama daha sonra evet demişti. Daki'nin kaldığı yere doğru
yürümeye başlamışlardı. Oraya vardıklarında mumlar hala yanıyordu. Çavuş
şaşkınlıkla dışarı vuran ışığa baktı. Daki ve Kuwala'nın beraber kalacağından
haberi yoktu.
''Şarapları
alalım ve başka bir yere geçelim. Sessizlik içinde uyusun.'' demişti Daki.
Yavaşça tahta kapıyı kaldırıp sürgüden itekledi. Kapı kayarak açılmıştı. İçeri
doğru sessizce süzüldüler. Daki yatağa doğru döndü. Kuwala üstündeki örtüleri
ayağına doğru toplamış, yastıktan başı düşmüş kıvrılmış yatıyordu. Kuşağı
çözülmüştü. Gömleği yukarı doğru kaymıştı. Sırtı açıktaydı.
''Cohin
bana oradan ince olan kürkü getir.'' demişti Daki. Yatağa doğru kalaştı.
Kuwala'yı düzeltmek için eğildi. Başını yastığa çekmeden önce beline dolanmasın
diye kuşağını alacaktı. Uyandırmadan onu oynatmak zordu. Yavaşça yatağın
kenarına oturdu.
''Kuwala!
Kuşağını çıkaralım.'' demişti. Kuwala tepkisizce yatıyordu. Daki uzanıp elini
dağılmış saçlara dokundurdu. Nazikçe saçları kulağının arkasına doğru
iliştirdi. Kuwala bunada tepki vermeyince Daki onun derin bir uykuda olduğunu
fark etmişti. Cohin kürkü alıp yanlarına yaklaşmıştı. Daki doğruldu. Kuwala'yı
nazikçe çevirmek için bacaklarından ve sırtından tuttu. Biraz kaldırıp geri uzandırdı.
Cohin hemen kalın kuşağı almıştı yataktan. Kuwala yatınca zayıf beli ve karnı
kendini göstermişti. Kaburgaları belli oluyordu adeta. Yiyecek yemek yoktu.
İnsanlar pek iyi beslenemiyordu. Kuwala'da onlarla aynı durumdaydı. Daki kendi
payını ona vermeyi istesede Kuwala kabul etmiyordu. Çavuş oraya doğru yaklaştı.
Rahomu ilk defa savunmasız görmüyordu. O gün çadırda uyurken de böyleydi. Ancak
şimdi daha farklı duruyordu. Üstü başı dağılmıştı. Gömleğinin göğüs bağları
gevşemişti. Kuşağı olmadığı için ince beli kendini gösteriyordu. Saç bağı
çözülmüş ve saçları yatağa dağılmıştı. Çavuş onun karnında ki yara izine bakıp
kalmıştı. Beyaz tenindeki o pürüzsüzlük ve kusursuzluğu lekeleyen bu yara izi
hemen göze batıyordu. Narin yapılı bu adamın bir savaş yarası olacağı aklına
gelmezdi Çavuşun. Daki Kuwala'nın üstünü örtmek için örtüleri çekştirdi. Kuwala
örtüleri çektiği sırada elleri ile örtüleri iteklemişti.
''Kokuyorlar.''
demişti. Daki dikkatli baktığında bu eve ait örtülerin kirli olduğu için kokmadığını
anlamıştı. Örtülerin iç tarafında kurumuş kan vardı ve Kuwala ilk geldiklerinde
bu örtülere sarılı duruyordu. Öldürülen insanlardan kalma olmalıydı. Daki uyku
sersemi Kuwala'nın yatağından aşağı attı örtüleri. Cohin Kürke bakmıştı. Kan
izi ya da bir şey yoktu. Onu kullanabilirlerdi. Daki onu kaşındırıp
huylandırmasın diye yerdeki cübbeyi örttü önce üstüne. Ardından kürkü örttü.
Kuwala hareketsizce uyumaya devam ediyordu. Daki yerdeki örtülere bakıyordu.
''Kanlı
örtülere sarılıp uyuyacak kadar kötü durumda olmasını beklemiyordum.'' dedi.
Cohin uyuyan Kuwala'ya bir süre baktı. Onu gördüğü ilk gün ve şu an ki hali
arasında seneler vardı sanki. Karşısında zayıflamış ve hasta bir adam var gibi
geliyordu. Bir deri bir kemik kalmıştı sanki.
''Hasta
olmadığına emin misiniz Efendi Daki? Sanki o fazla zayıf ve hasta bir...''
''Abartmaya
gerek yok Cohin. Burada fazlası ile zayıf ve hastalıktan kırılan insan var.
Kuwala sadece yorgun ve uyuması gerekiyor.'' dedi. Cohin başını usulca
sallamıştı. Daki fevri ve umursamaz davranmıyordu. O da bazı şeylerin
farkındaydı. Kuwala'nın zamanla nasıl yıprandığını ve değiştiğini görüyordu.
Dayanmak için katılaşma çabalarını izliyordu.
''O
doğuştan Kuzeyli. Kuzeyi açlık öldürmez.'' demişti Çavuş. Daki bir an güldü.
Elini guruldayan midesine koydu.
''Biz
Güneylileri hemen öldürebilir. Bu yüzden şarabın yanında biraz ekmek ve kuru
incir olsaydı buna çok mutlu olurdum.'' demişti. Kuzey ve incir... Çavuş
incirin ne olduğunu bile bilmiyordu. Kuzey toprakları baharın ortalarında
bereketli olurdu. Onun dışında arpa dışında yiyecek çok bir şey bulunamazdı.
''Efendim
aslında çadırda ufak bir kutu var ve içinde kuru incir ve çiğnemelik ot var.''
demişti Cohin. Arka diyarlardan gelen ve uyuşturucu etkisi yapan çiğnemelik
otlardan bulundurmak Ung kamplarında yasaklanmıştı. Kontrolsüz kullanımda
yoksunluk krizleri yaşayanlar olmuştu. Ancak ağrılara iyi gelen bu otu hala
bazı kişiler gizlice yanında taşırdı. Cohin acı çekmekten hoşlanmayan bir
adamdı. Kırık kolu için ağabeyi ona bu ottan vermişti. Tekrar lazım olur diye
hep biraz yanında taşımaya başlamıştı.
''Kuru
incir iyi fikir olabilir. Bir süre kampta içebiliriz. Bu sayede rahat ederiz.''
demişti. Eskisi gibi dağıtmak ve sızmak. Sabah içtimaya kalkmak... Daki bunları
özlemişti. Askerleri ile çalışmayı ve akşamları sarhoş olup sızmayı. Muhon
Asha'nın içip içip çıldırması ve uzun uzun saçmalıklardan söz edip ağlamasını.
Cohin'in içtikten sonra herşeye karşı çıkması ve ağzının yamulmasına engel
olamamasını. Bu gece dağıtmak istiyordu. Eskiden yaptığı gibi dağıtıp sabah
uyanmak ve kampta olduğunu hissetmek istiyordu.
Bunları
yaptı. Grave, Çavuş, Cohin, Muhon Asha, Asha'nın sadık ve sessiz yaveri ve
Daki... O gece içtiler. Sert Ung şarabı başlarını döndürüp bastıkları yeri
silene kadar içtiler. Güldüler. Konuştular. Bütün savaşın dertlerini unuttular.
O an altı adam meyhanede içiyor gibi içtiler. Kimisi sevdiği kadını anlattı.
Kimisi çocukluk anılarını. Ailelerini ve hatıralarını. Ölmüş olanlar yaşıyor
gibi konuştular. Ahlaksızlaştılar. Yumuşadılar ve ağladılar. Efkarlanıp dalga
geçtiler kendileriyle. Erkek olmayı ve özgür olmayı kılıçlarını çekmeden
yaşamayı özlemiş gibi o günü sıradan eski günlere çevirdiler. Sızana kadar
içtiler. Çadırdan kahkaha sesleri dinmeye başladığında şafak sökmeye yakındı.
Daki kendini unutmuş gibiydi. Sabah uyandığında sarayda yatağında olacağını
düşünüyordu. Herşeyin durgun ve sıradan olduğu günlere döndüğünü sandı. Şehirde
bir meyhanede sızmış olduğunu ve onu gizlice geri saraya taşımaya çabalayan
Cohin'i gördüğünü sandı. Muhafızların aralarında fısıldaştığını zannetti.
Gülmüştü. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında gülümsemişti.
''İçeri
girdiğimizde beni bırak ben kendim odamı bulurum.'' diye mırıldanmıştı. Onu
kimin götürdüğünden bir haberdi. Nereye gittiğinden bir haberdi.
''Bulacağından
eminim. Doğu kalesine mi yoksa batı kulesine mi gidelim prensim?'' Daki tanıdık
bu sesle irkilmişti. Adeta bütün bedeni sarsılmış ve ayaklarını sürümeyi
bırakmıştı. Kuwala'nın sesi onu sanki ayılmıştı. Kuwala alay eder gibi gülüyordu.
''Beni
toplamaya mı geldin? Buna ihtiyacım yok Kuwala!'' derken Köy sınırına
girmişlerdi. Askerler yardım etmek istemişti Kuwala onlara durmalarını işaret
etti.
''Evet!
Biraz fazla dağıttığınız haberi geldi. Gün doğacak ve artık adam akıllı uyumanız
için sizi toplamaya geldim.'' demişti. Grave yanlarından geçerken askerler onun
dengede durmasını sağlıyordu. Elini havaya kaldırıp bağırdı.
''Prens
Daki. Seni hergele herif.'' demişti. Kızgın gibiydi ve ağzında ot çiğniyordu.
Daki güldü.
''Çok
sarhoş olmuş bak. Ben kendim giderim.'' dediğinde Kuwala onu bıraktı. Daki
alacakaranlıkta yola baktı. Uzun uzun baktı ve ellerini eğilip dizlerine
dayadı.
''Burası
neresi. Siktir kayıp mı olduk?'' demişti. Küfür etmeye devam ederken hala
etrafa bakınıyordu. Kuwala ona bakıp gülmüştü.
''Evet
kaybolduk. Ben gidiyorum. Sarayını bulmaya çalış sende.'' demişti. Yürümeye
başladığında Daki bağırıp paytak adımlarla Kuwala'nın arkasına takılmıştı.
''Beni
burada bırakarak vicdansızlık ediyorsun. Ya yolu bulamaz ve birileri tarafından
kaçırılıp öldürülürsem...'' buna benzer birçok şey söylüyordu. Kuwala arada ona
bakıp yola devam ediyordu. Daki duvarlardan çitlerden tutuna tutuna yürüyor
arada durup soluklanıp geri sendeleyerek paytak paytak yavaş tempoda koşmaya
çabalıyordu.
Kuwala
sonunda onu yatağa yatırmıştı. Saniyeler İçinde sızmış ve bir şeyler
gevelemişti. Kuwala'ya onu sevdiğini ama kızgın olduğunu söyleyerek mırıltısı
devam etmişti. Kuwala onu yatırdı. Sürgülü kapıyı zorlanarak kapattı. Daki'nin
yanına oturmuştu. Daki'ye bir süre baktı ve yanına doğru uzanıp onu izlemeye
başlamıştı. Gün ışığı içeri girene kadar orda uzanmıştı. Daha sonra yavaşça
yataktan kalktı. Kapıyı sürüp sıkıca kapattı. Kapıya iki Ung muhafızı
diktirmişti. Daki'nin güzelce dinlenmesi için rahatsız edilmemesini söylemişti.
Artık işlerin değişmesi gerekiyordu. Yavaş adımlarla köyün girişindeki kurulan
bölgeye gitti. Emir verildiği için Subaylar gün doğmaya başladığında kampı
taşımaya başlamışlardı. Cohin ve Muhon Asha uyanamadığı için uyuyordu. Grave'de
ortalarda yoktu. Kuwala çalışan askerleri selamladı. Yürümeye devam ediyordu.
''Efendi
Kuwala nereye gidiyorsunuz? '' Ung askeri bunu sorduğunda onlara yardım eden
Bakren askerleri de durmuştu. Kuwala onların kampı savunma için kurduğunun
farkındaydı. Bir süre durdu.
''Birisi
ile görüşmem gerek.'' demişti. Toprağa basan adımları hissediyordu. Ayezi hızla
dağlardan koşarak onlara doğru geliyor ve nefesi rüzgarda kesik kesikti. Boyuna
bağlanmış bir mesaj vardı belli ki... Onları bulmak için yol gösteren ruhların
peşinden geliyordu.
''Size
eşlik etmemizi ister misiniz?'' Bakren askeri bunu sorduğunda Unglar tedirgin
olmuştu. Ona zarar verebilirlerdi. Kuwala onlara bir süre baktı ve gülümsedi.
''Sorun
yok! Kendi başıma gidebilirim. Eminim burada size daha çok ihtiyaç var.''
demişti. Onun güçlerine iki tarafta tanıklık ettiği için sessizce geri
çekilmişti. Kuwala patikada bir süre yürüdü ve ardından yolunu dağlara doğru
çevirdi. Dağlara doğru pervasız şekilde yürürken hala onu görebiliyordu
askerler.
''Efendi
Daki onu sorduğunda ne diyeceğiz?'' demişti bir Ung askeri. Arkadaşı sessizdi.
Bakren askeri ise dağlardan gelen kıpırtıları görmüştü. Gözlerini kıstı ve
beyaz bir şeyin dağdan yuvarlanır gibi hızla indiğini görüyordu. Ayezi'nin
irileşmiş bedenini görmemeleri imkansızdı.
''Bu o
kurt mu?'' fark etmiş olan Ung askerleri o gece Seron komutanı canlı canlı
yiyen kurdu görmüşleri. Sessizlik devam ederken Kurt dağın eteklerine doğru
yaklaşmış olan Kuwala'nın önünde kendini frenleyip durmuştu. Başını öne doğru
eğimişti. Bir süre hareketsiz durdular. Daha sonra Rahomun Kurdun üstüne
çıktığı ve dağa doğru kurdun koştuğunu gördüler. Gözden kaybolmuştu artık.
''Beyaz
Kurdun geldiğini ve ikisinin gittiğini söyleriz Prens Daki'ye.'' demişti Ung
subayı.
Kuwala dağın
düzlüğüne gelene kadar sessizce Ayezi'nin onu götürmesine izin vermişti.
Durduklarında Ayezi onu sırtından indirdi. Aşağı vadide konaklayan Kara Kurtlar
ve yukarıda kalan köy gözüküyordu.
''Tehlikenin
dibinde olduğunu biliyorsun değil mi?'' Ayezi bunu söylerken yere oturmuş ve kürkünü
tutan Kuwala'ya dönmüştü. ''Sizi dağıtmaları bir saatlerini almaz. Bu durumda
orada kalacak mısın?'' demişti. Kuwala aşağıdaki karartı halinde gözüken kurt
sürüsüne dikmişti gözlerini.
''İçlerinden
birisi o hissettiğin boz kurdun eşiydi. Yavrularını almaya geldi ve bozkurdu
kaza ile öldürdüler. Onu saldırmaya geliyor sandılar. '' demişti. Ayezi ona
bakıyordu. Kuwala kurda doğru devrilip yaslandı.
''Savaşmak
istemiyorum Ayezi. Birilerini öldüğünde orada olup birşey yapamamak beni
mahvediyor. Sürekli olarak kaybediyoruz. İlerliyoruz ama her attığımız adımda
birileri arkada kalıyor. Bu şekilde kazanmak istemiyorum. Bu şekilde her şeye
son vermek istemiyorum. Savaşı böyle kazanmak istemiyorum'' Ayezi başını
çevirip vadiye bakmaya başladı.
''Hala
çocuk gibisin Kuwala. Sana savaşın kazananı olmayacağını söylemiştim. Bir
savaşın kazananı yoktur. Herkes kaybeder. Daha az kaybetmiş olan çabu toplanıp
liderliği eline alır. Bu yüzden duygusal bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçmen
gerek. Eline bulaşan kanın kokusunu alan herkes senin karşına geçip kılıcını
çekecek.'' demişti. Kuwala tepkisizce duruyordu. Ayezi derin bir iç çekti.
''Her şey
bitecek ve Daki ile Kızıl Ormanda bir kulübe yapacaksın değil mi? Orada mutlu
bir evlilik oyunu oynayacaksınız. Yaşlanıp öleceksiniz. İlk ölen diğerini
gömecek. Son ölen ise bulunduğunda gömülecek. Her sabah onun sıcaklığında
uyanacaksın ve gülümseyeceksin. Bunların olacağını düşünüyorsun çünkü hala
aptal bir çocuk gibi davranıyorsun. Hala hayal kurup kaçınılmazı göz ardı
ediyorsun Kuwala. '' demişti. Kuwala onun bu çıkışına tepki vermemişti. Öylece
duruyordu. Ayezi hırıltılı bir nefes verdi bu sefer.
''Tieden
gibi bir adama bu tahtı emanet etmeyi planlıyorsun. Ama bu olmayacak. Senin
dışında o tahta oturamaz kimse. Darta'nın verdiği emre ihanet etmiş olursun.''
demişti. Kuwala bunu duyunca konuşmaya karar vermişti.
''İnanmıyorum
ben artık. Git gide herşey daha uzak geliyor Ayezi. Kızmana gerek yok. Artık ne
bir kulübe ne sabah yanyana uyanmayı düşlüyorum. Sadece istediğim şey hayatta
kalabilmesi. Oraya daha çok yaklaştıkça gölgelerin nasıl ağırlaştığını ve bizi
bekleyen tehlikeyi biliyorum. O da biliyor. Bırakta burada hayatta kalmak için
umudumuz varmış gibi yapalım. Yoruluyorum sen böyle konuşup canımı sıktığında.''
demişti. Ayezi onun ilk defa bu kadar ona karşı çıkan ve sert kelimeler
kullandığını görmüştü. O ilk karşılaşmalarında ki çocuğun kurnazlığından çok
bir ihtiyarın sesini duyuyordu sanki. Üstüne çok gidiyor gibi hissedip başını
ona doğru çevirdi.
''Evliliğiniz
tanrılar tarafından kutsal olduğu sürece o sarayda seninle yaşabilir. Ülkene ve
topraklarına sahip çıkmak zorundasın. Darta senin kutsandığını söylediğinde
bunu şereflendirecek olan o kristal taç olacağını söyledi aynı zamanda. Sana bu
gücü veren tanrıyı yüceltmek için onun bilgeliğinde bir kral olacaksın. Varisin
olmak zorunda değil, bir karın olmak zorunda değil. Topraklarında yaşayan bir
bedende olmak zorunda değil. Ama ruhların seni izlediğini bil. Darta'nın seni
seçtiğini ve Londaga'nın yeniden benden bulmuş hali olduğunu bilmek ve kral
olmak zorundasın.'' demişti. Kuwala sıkılgan yüzünü Ayezi'nin kürküne gömdü.
''Lanet
olası tanrılar üstümüze bahis oynamış gibi konuşuyorsun.'' demişti. Ayezi
güldü.
''Oynamadıklarını
nereden biliyorsun?'' demişti. Kuwala bir süre tepki vermedi. Ardından doğrulup
sırtını dayadı Ayezi'nin karnına doğru.
''İkinci
kışlada durumlar nasıl?'' demişti. Ayezi iç çekti.
''Yürümeye
başladılar. Aleon ve Tieden yönetimi paylaştı. Ung kralı ölmüş ve Aleon artık
kral. Unglar ona tapıyor adeta. Ve kuzeylilerde Tieden'i senin varisin olarak
görüp dinliyor. Anlaşmayı öğrendiler. Güney ve Kuzeyi barıştırmayı başardın.
Marinoe ile Güneş'in kızı ise Seronları kışkırtmak için Kristal sarayın surları
ardında şehirde isyancılarla çalışmayı planladı.'' demişti. Kuwala göğsüne
iliştirdiği gelen mektubu okumaya üşendiği için Ayezi'den dinlemişti olanları.
Bölüm
Yirmi Sekiz: Yolculuk
İkinci
Kısım: Düşkünün Yolu
''Dilleri yoktur konuşmazlar.
İsimleri asla mezarlarda olmaz. Hikayeleri anlatırken onları kimse hatırlamaz.
Bir çoğunun masalı kaybolup gitmiştir. Bir çoğu ise unutulup gitmiştir. Onları
canlıkanlı görmüş olan son kişide öldüğünde artık asla hatırlanmayacaklarını
bilmelerine rağmen sessizce devam ederler. Kimden siz ettiğimi biliyor musunuz
hanımım?'' Marinoe bilediği bıçağı kenarı koyup karşısında oturan sefil bir
kıyafet içindeki Güneş'in Kızına baktı. Kraliçe sessizdi. Girdikleri evde
onları ağırlayan kuzeyli kadın sıcak çayı masaya koymuştu. Şehre geleli iki gün
olmuş ve Güneş'in Kızı usanmış halde beklemekten vazgeçmeye karar vermişti.
Harekete geçmek hakkında konuşmaya devam ediyordu. Onu dinleyen kızların
dikkatini Marinoe çekmişti şimdi.
''Cellatlar
mı Marinoe?'' demişti. Marinoe başını ağır ağır aşağı yukarı salladı.
''Cellatlar
ve gerçek kahramanlar hanımım. Gerçek kahramanlarda cellatlar gibi asla
bilinmezler. Onların masalları süslü masallar arasında solup gider ve kaybolur.
Sizin gibi insanların süslü ve aceleci yazılmış hikayeleri vardır. Ama bir çok
kişinin yavaş yavaş işlenmiş derin hikayeleri vardır. Fakat kaybolup giderler.
Onları asla okuma şansınız olmaz. Bu yüzden acele etmeyin. Kendinizi göstermek
için acele etmeyin.'' dedi. Güneş'in Kızı ona hakaret eder gibi konuşan
Marinoe'ye bakıp kaldı. Marinoe ayağa kalkmıştı. Başına siyah şalı doladı.
Bıçağını alıp beline yerleştirdi.
''Bana
sinirlenmeyin hanımım. Sadece zamanı geldiğinde zaten sizin masalınız herkese
anlatılacak. Sadece şimdi değil. Eğer acele ederseniz bir kahramanın değil ölen
bir kraliçenin masalını dinler çocuklar. Bırakın yolunuzu biz açalım ve işimizi
yapalım.'' demişti. Güneşin Kızı kaşlarını çattı.
''Sen
gerçek bir kahraman olduğunu mu söylüyorsun?'' demişti. Marinoe başını salladı.
''Gerçek
bir kahraman değilim. Asla bir kahraman olmadım. Bir masalım olmayacak.''
''Gerçek
kahramanlar kim peki?'' demişti. Marinoe ev sahibi kadını gösterdi.
''O, bu
şehirdeki insanlar. Kapıların ardında buraya doğru yürüyen ordulardaki
askerler. Benim gibi insanlar ise sadece bir yolda giden düşkünler olarak
sayılır Kuzeyde. Adı bilinir birileri tarafından anılır ama bir masalı olmaz.
Bir hikayesi olmaz. Asla adının ardından bir hikaye gelmez. Sadece bir kadındı
denir. Bir insan. Bir anne ya da bir eş... Bu kadar. Çünkü ben ve benim gibiler
sizlerin yolunu açan kahramanların arkasına saklanıp sadece bir şeylerin olması
için çabalayanları destekleriz. Kendi fikirlerimiz yoktur. Kendi dilimiz,
sesimizi yoktur. Ne sizler gibi konuşur ne onlar gibi susarız. Söyleneni taklit
eder ve onları biz söylemiş gibi yaparız.'' demişti. Güneş'in Kızı onun
özgürlük için savaştığını ve insanlarını korumak gibi bir fikri olduğunu
düşünüyordu.
''Peki bu
savaşta olma sebebin...''
''Ölen
kocamın sesini taklit ettim hanımım. Onun dediği gibi davrandım. Onun adaletinde
gittim. Onun düşüncelerini seslendirdim. Bir düşkün gibi sadece takip edip
taklit ettim.'' demişti. Kapıya doğru yürüdü ve ekledi.
''Bir
masal anlatılacak ise Beyaz Kurt köyünde isyan başlatmaya çalışan kocamın
öldürülüşünün masalı anlatılmalı. Benim bir hikayem yok.'' demişti. Evden
çıktı.
Başkent
olan Kristal Sarayın şehrine geldiklerinden beri Marinoe içinde bir huzursuzluk
hissediyordu. Kızının yanında olmak ve onunla zaman geçirmek istiyordu. Girdiği
mücadele anlamını kaybetmişti. Kuwala'nın ona dedikleri asla aklından çıkmadı.
Bir daha dizlerinin üstüne çökerse onu gerçekten öldürecekti. Ölümün kolay
olduğu bu diyarda yaşamak için çabalamak yormuştu onu. Hayat kısacık geliyordu.
Dün gece rüyasında ölen kocasını görmüştü. Büyük ocağın başına oturmuş gülümsüyordu.
Onu yanına çağırmıştı. Uyandığında utanç duydu. Unutmuş gibiydi ölen kocasını.
Ona kızını veren adamı unutmuş olmaktan utandı. Aleon'a karşı hissettikleri
öfkeye boğmuştu onu. Dizleri üstüne çökmüştü Aleon için. Rahomun önünde çökmüş
ve yalvarmıştı. Ölmüş olan kocasının ona asla başını eğme ve dizlerinin üstüne
çökme dediği aklına gelmişti.
Hızlı
adımlarla yürürken öfkeye kapılmıştı iyice. Yanından geçen küfesinde yük
taşıyan hamal ile çarpıştığında eli istemsizce belinde saklı olan bıçağına gitmişti.
Küfesi ile yere düşen hamal şaşkınlıkla ona bıçak doğrultmuş kadına bakıp
kalmıştı. Etrafında ki insanlar Marinoe'ye bakmaya başlamış ve fısıltılar
duyulmaya başlamıştı. Yeni yerel güvenliği eline alan Seronlar ve onlara hala
eşlik eden az sayıda Bakren askerinden devriye gezen grup oradaki kalabalığa
doğru yürürken bir adam bağırmıştı.
''İsyancı!''
çığlığın kimden çıktığı belli değildi ama koşuşturmalar ile mızraklar boynuna
dayanmıştı Marinoe'nin. Öylece kalmıştı. Onca uğraştan sonra yakalanmış olduğuna
inanamadı. Kimin bağırdığını görmek için etrafa bakınca gülümseyen tek kollu
adamın geri geri gidip kalabalığa karıştığını gördü. Tanımadığı bu adamın
yüzündeki çirkinlik içini bulandırmıştı. Karşısında dikilen muhafızların
komutanın altın zırhının parıltısına dikti gözünü.
''Tutuklayın.''
emri ile Marinoe daha neler olduğunu anlamadan dizleri üstünde bulmuştu
kendini. Arkadan elleri tahta kelepçe sarmıştı. Aklında bir ses yankılandı.
''Bir daha dizlerinin üstüne çökersen ölürsün.'' Bu ses birden kalbinin daha
hızlı atmasına neden olmuştu. Adeta zaman durmuş gibi hissediyordu. Dudakları
yukarı kıvrıldı.
''Tutuklamak
mı? Kendi topraklarımda bir seronun beri tutuklayacağına inanmam.'' demişti.
Sıkıca kavradığı mızrağı kendine doğru çekip gelen askerin karnına sert bir
tekme vurmuştu. Asker yere devrilirken mızrak göğsüne girmiş ve Marinoe onu
kuşattıkları çemberden dışarı çıkmıştı. Mızrağı alıp geri doğru bir kaç adım
attı.
''Yüzyıllar
boyunca Beyaz Kurt köyünden kimse teslim olup dizleri üstünde ölmedi. Savaşarak
ölmek bizim için onurdur.'' demişti. Beyaz Kurt köyünden gelen bu kadının
ismini duymak etraflarını sarmış kalabalığı heyecanlandırmış ev fısıltılar
artmıştı.
''Bu o!''
diye bağırmıştı birisi kalabalıktan. Bir başka ses yükselmişti; ''Rahomun
ardından giden Marinoe Beyaz Kurt!'' İnsanlar şaşkındı. İsyanda yer alanlarla
başkent halkı yakından ilgileniyorlardı. Güvenli surların ardında ki
yaşamlarına geceleri renk katan sohbetlerde yer alıyordu isyan liderleri.
''O artık
Akela'nın köpeği!'' diye bağırmıştı az önce onun isyancı olduğunu haykıran ses.
Kalabalıkta bir sessizlik olmuştu. Marinoe gülmüştü. Başını sardığı örtüyü
çıkarmıştı. bir eline mızrağını almış diğerine belinden çektiği Akela
kraliçesinin armağanı olan ucu kavisli ve dişli hançerini.
''Görelim
bakalım Akela köpeği olmuş bu kuzeyli sizin gibi güneylilerin kanını nasıl
akıtıyor.'' demişti. Seron komutanı askerlerini öne sürmek yerine bakrenli genç
muhafızları öne doğru sürmüştü. Marinoe onlara acımayacaktı.
''Siz
Kuzeyliler kendi kanınızdan olanın kanını nasıl akıtıyorsunuz onu izleyelim.''
demişti Komutan. Marinoe gülümsemeye devam ediyordu.
''Kanımızdan
değil onlar. Onlar sadece bizi katletmek için para alan bu toprakların satılık
insanları.'' demişti. Mızrağı fırlattığında karşısındaki muhafızın gırtlağından
girip ensesinden çıkmıştı. Üç muhafızdan ikisi kalmıştı. Marinoe akan kana ve
yığılan bedene baktı.
''Satılmış
olanın kanını akıtmak benim ettiğim yeminin ilk satırlarında yer alır.''
demişti. Kalan iki muhafız korkuyu bedenlerinden atıp taş kesildi kasları. Adım
adım yaklaşırken Marinoe köşeye sıkıştırılmış bir sokak köpeği gibi dişlerini
göstermeye hazırlanmıştı. Onu kuzeyde yenebilecek tek bir erkek bile yoktu.
Güçlü ve kurnazdı. Hareketleri yumuşak ama darbeleri sertti. Akela onu taştan
bir kadına çevrimişti. Ne kadar darbe alırsa lasın yıkılmamamyı öğrendiği
köyündeki eğitimin üstüne Akela kadınlarının kurnaz savaşçılığı ile gücünü
arttırmıştı. Ona doğru saldıran muhafızın mızrağını yakaladı. Dizi ile vurduğu
darbede mızrak ikiye bölünmüştü. Keskin ucu eline aldı Marinoe. Kendine kalkan
yapacağı mızrağı sıkıca kavradı. Akela kadınları dişli hançerler kullanmayı
severdi. Parçalanan deri dikiş tutmazdı bu sayede. Kan kaybından ölürdü yara
alan kişi. Marinoe hançerini üç defa salladı. Ona saldıran muhafızlardan
birisinin kolunu kesti. Yeterli değildi. Üç defa tekrar salladı. Bu sefer
üçüncü darbeden önce attığı yumruk sayesinde adamın gırtlağını dişli hançer
kesip almıştı. Boğazını tutmuş ve yere yığılmıştı. Marinoe sırtına yediği darbe
ile afalladı. Seron askerleri harekete geçmişti. Dört asker ona doğru
geliyordu. Birisi ise onu sırtından bir tekme ile öne doğru iteklemişti.
Marinoe yere kapaklandı. Elleri ve dizleri üzerinde kalmıştı. Dişli hançeri
kalabalığa doğru savrulup görüş açısından çıkmıştı. Kırık mızrak ile kalmıştı
üstüen doğru nağralar atarak koşan Seron askerinin saplamaya hazırlandığı
mızrağı eliyle yakalamak için sırt üstü dönmüştü. Yakaladığı mızrağı tutarken
gülümsedi. Diğer boştaki elinde tuttuğu mızrağı fırlattığında çenesinden giren
mızrak başının üstünden çıkıp orada kalmıştı. Devrilen bedenin altında kalmamak
için ayağa fırladı. Askerin mızrağını almıştı. Bir kadındı o. Savaşamazdı.
Doğururdu, yemek yapardı, kocasını yatakta mutlu ederdi ama savaşamazdı. Kuzey
için bir kadının savaşması normaldi. Ama başkent ve Seronlar için görülmemiş
bir şeydi. Marinoe az önce üç adamı öldürmüştü. Ayakta dikilirken kaşları
yukarı doğru kalktı. Ölen adamın mızrağını elleri arasında döndürüp kolunun
altına doğru aldı.
''Öleceksiniz.
Bir adım attığınız anda öleceksiniz.'' demişti. Adamlar tek tek saldırmaktan
vaz geçmişti. Ona doğru koşup aynı anda saldırmaya karar vermişlerdi. Marinoe
üstüne doğru gelen adamları birkaç mızrak darbesi ile durdurmuştu. Ne var ki
karnına aldığı darbe ile kalabalığa doğru savrulmuş ve mızrağını kaptırmıştı.
Üstüne doğru yürüyen adamlar sakin adımlarla geliyordu. Komutan kılıcını çekti
ve oraya doğru yürüdü.
''Tutuklusun
Marinoe Beyaz Kurt!'' demişti. Marinoe ona doğru gelen adamın kılıcına karşı
koyamazdı. Belki öldürülerek sorgudan ve işkenceden kaçabilirdi. Kendini
öldürtmek için yapacağı şeyi düşünürken bir kaç adım sesi duydu. Ufak bir kız
çocuğu fırlamıştı öne. Kalabalıktan bir kadın onun ardından çıkmıştı. Kızına
seslenirken kız elindeki hançeri Marinoe'ye uzatmaya çabalamıştı. Annesi onu çekiştirirken
alabilmişti hançerini Marinoe. Kadın gözden kaybolmak için kalabalığa
karışmıştı. Komutan kılıcı ile kalabalığı gösterdi.
''O haini
bulun!'' emrini verdiği sırada bir karartı görür gibi oldu. Ancak boynunu saran
kolu hissettiğinde kılıcı havada kalmış ve askerler öylece sessizlik içindeydi.
''Size
öleceğinizi söylemiştim. Hareket ederseniz ve peşlerinden giderseniz önce o
ölür.'' demişti. Askerler emir almışlardı ama komutanları isyancının elindeydi.
Bu yüzden kıpırdamak doğru olmayacaktı. Marinoe bir süre bekledi. Kadına zaman
tanımıştı. Ardından komutanı alıp geriye doğru yürümeye başladı.
''Burada
beklemeye devam edin.'' demişti. Ara sokağa doğru çekilirken komutan kalabalığa
açılmasını ve yol vermesini söylüyordu. Kılıcı hala elindeydi. Marinoe onunla
bir süre yürümeye devam etti. Ara sokağın üç yola ayrıldığı yere geldiğinde
muhafızlar ve kalabalık ona hala oldukları yerden bakıyordu. Marinoe gülümsedi.
''Rahom
tahtını almaya gelecek!'' diye bağırdı ve komutanın boğazını kesip bir tekme
ile onu yere devirmişti. Yandaki sokağa girdi. Koşmaya başlamıştı. Sığınacak
kuytu bulana kadar koşmuş ve kendini sur dibine yakın varoş mahalle
sokaklarında bulmuştu. Kokan sokakta iki evin arasında akan lağımın yanından
geçip evin arkasına sığınmıştı. Gece çökene kadar orada beklemeyi tercih
etmişti. Beklemeye devam ederken bir mavi ışık parlamaya başlamıştı. Marinoe
orada öylece oturmuş Akela Kraliçesinin gelişini izliyordu. Evin sahibide
dışarı çıkmıştı. Neler olduğunu anlamıyorlardı. Komşularda ışığı fark edince
fırlamıştı dışarı. Akela kraliçesi geçitten çıktığında akan lağımın kokusu ile
yüzünü buruşturdu.
''İfşa
olduğun için seni geri göndereceğiz. Toparlanma vakti Marinoe burası sana göre
değil. Savaş alanına Aleon'un yanına döneceksin!'' demişti. Marinoe ona bakıp
kalmıştı.
''Yapmayacağımı
biliyorsunuz. Prens yani Kral Aleon ile yan yana olmak bana göre değil.''
''Ondan
kaçıyorsun!''
''Kaçıyorum.
Çünkü yolum kutsanmışlığın yolu olmaktan çıkıyor onun yanında. Yolundan şaşmış
bir düşkün oluyorum. Bunu red etmeyeceğim.'' dedi. Akela kraliçesi ona
bakmıştı.
''Bir
şeyler hissediyor olmak suç değil Marinoe!''
''Suç
hanımım. Benim yüzümden Rahom ve Efendi Daki ölecekti. Sadece duygularıma
kapıldığım için oldu bunlar. Bir rüya gördüm ve kocama verdiğim sözü bozduğumu
fark ettim. Dizlerimin üstüne çökerek ben yeterince hata yaptım. Burada kalıp
bu hatayı düzelteceğim. Daha fazla ona da kendime de umut vermek gibi bir hata
yapamam. Bu işe beni kimse zorlamadı. Kimse benden yapacaksın diye söz
istemedi. Kendim girdim bu mücadele içine. Gururum ayaklar altına alınmadan
çıkacağım. Bir daha dizlerim üstüne çökersem hançerimi ben kendi göğsüme
saplayacağım.'' demişti. Akela Kraliçesi ona bakıp kalmıştı. Marinoe ung ordusu
gelirken Aleon'u ikinci kışlada görmüştü. Bir şey söylemeden onu selamlayıp
uzaklaşmıştı. Aleon ona teşekkür etmek istediğinde sert bir ifade ve resmiyetle
konuşmuştu.
''Ordunuz
bize gerekliydi. Bunun için size yardım sağladık.'' demişti. Akela kraliçesi
onun Aleon'u görmek için heyecanlı olması gerektiğini düşünmüştü. Dizlerinin
üstüne çökmesine sebep olan bu adama bu kadar soğuk davranmasının sebebini
anlamamıştı. Şimdi anlıyordu. İhanet ediyor gibi hissediyordu. Öldürülen kocası
ile bağlılığının sürdüğüne inanıyor ve bir şeyler hissettiği için kendini suçlayıp
cezalandırıyordu. Akela kraliçesi onu daha fazla hırpalamak istemedi.
''Yer
değiştirmeyeceğiz. Kendini hazır hissettiğinde geri dön.'' demişti. Geçit
kapandı. Marinoe geçit kapanınca oturduğu yerde dizlerini göğsüne çekmişti.
Savaşçı olmayı seçmişti. Kızını bile arkada bırakıp bu yola düşmüşken şimdi bir
adamı düşünmeyi doğru bulmuyordu.
Bir süre
orada oturmaya devam etti. Gün doğduğunda hala oradaydı. Evin arkasında
kıpırdamadan geceyi geçirmişti. Mahallenin meraklı çocukları gelip ona gizlice
bakıyordu. Üstüne sıçrayan kan lekeleri kurumaya başlamıştı. Öğlene kadar orada
öylece oturdu. Ayağa kalktığında cesaret bulup onu artık gizli gizli izlemek
yerine karşısına gelip bakan çocuklar o ayaklanınca kaçmışlardı. Marinoe
arandığını tahmin ediyordu. Boynundaki atkıyı çözdü. Yandaki evde çıkmış
çamaşır yıkayan kadına doğru yürdü.
''Üstümdeki
kıyafetler ipekten yapılma. Kemerimde gümüşten. Bunları sana verirsem bana
kıyafet verir misin?'' demişti. Kadın ona bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bir
süre bilemedi. Ardından başını sallayıp ellerini üstüne sildi. Kadının ardından
içeri girdi. Çıktığında sıradan bir kadın gibi etek giymiş ve bir cübbes takıp
onu bir hasırdan yapılma kemerle bağlamıştı. Basit bir panço giymiş ve kafasını
örtmüştü. Kadın sessizce onu uğurladı. Marinoe yavaş yavaş kaçtığı şehir
meydanına doğru yürümeye başlamıştı. Dün öldürdüğü muhafızlar yüzünden
aranıyordu ve birisi onu tanıyordu. Kim olduğunu merak ediyordu o çolak adamın.
Karnını doyurmak ve bilgi almak için ona adresi verilen hana gidiyordu.
Kaldıkları evin sahibi olan kadın hancının saraydan bilgi verebileceğini
söylemişti. Belli ücrete karşılık olarak istedikleri her şeyi söyleyebilecek
bir adam olduğunu belirtmişti. Marinoe dün yarım kalan görevini bu gün
tamamlamak için yürümeye başlamışken bir an durdu. Taze kan kokusu adeta onu
ürpertmişti. Büyük çan kulesinin olduğu meydandaydı. Çan kulesinin duvarları
ilanlar asılı bir yerdi. Özellikle kraliyet fermanları buraya asılırdı ki halk
gelip görsün diye. Bir ulak olur ve sürekli fermanı okurdu ya da.
''
Lordumuz Dia Patra'nın emri isyancılara yardım eden herkes cezalandırılacaktır.
Dün isyancıya yardım eden kişiler gibi başları alınarak ibret olarak mızrakta
gezdirilecektir.'' Marinoe devamını duyamadı. Başını çevirdiğinde bir kadın başı,
bir erkek ve yaşlı bir erkek başı gördü mızraklarda. Ama onu yıkan şey dün ona
hançeri veren küçük kızın başının da mızrağa geçirilmiş olmasıydı. Marinoe
öylece kalmıştı. Taze kan mızraktan damlarken kapkara giyinmiş kişiler yavaş
yavaş meydandan başlayarak sokakları gezmeye başlamıştı fermanı okuyan ulakla
beraber. Yanından geçerken sessizce bakıp kalmıştı onlara. Onlar isyana yardım
etmiyordu. Küçük kızın ufacık bir heyecan ile hançeri uzatması bir ailenin
katledilmesine sebep olmuştu. Marinoe kalbine çöken ağrı ile kalmıştı. Bir
çocuğun başını mızrağa saplayıp gezdirmek delilikti. Çirkinlik ve çarpıklaşmış
bir zihnin eseri olabilirdi. Eli hançerine gitti. Ama bir el onu durdurup çekti
aldı. Akela kızlarından birisi onu durdurmuştu.
''Hanımım
yapmayın. Şimdi hana gitmemiz gerek.'' demişti. Marinoe titremişti. Bütün
bedeni sancı ile sallanmıştı adeta. Gözleri doldu. Avutlarını çığlık atmamak
için ısırdı. Kendi kızından küçük bu kızın başını görmek onu bitap hale
düşürmüştü. Han agirip oturuna kadar sessizce avurtlarını ısırmaya devam etti.
Titreyen çenesini görmesinler, dolan gözleri akmasın diye kanayana kadar ısırdı
avurtlarını. Canını daha sert yakmaya çabaladı. Yanaklarının iç kısmı param
parça olup dudakları arasından sızan kanı kötü kalaylanmış bakır tabaktaki
yansımasında görene kadar dişlerini açmadı. Bir süre sonra ağzına biraz içki
aldı. Şekerin ve mayanın yoğun olduğu içki kanattığı avurtlarını yaktı. Kanla
karışmış içki boğazını acıtarak midesine doğru indi.
''Dün
bağıran adam kimdi?'' Marinoe yanında hancıdan bilgi almaya çalışan kızın
konuşmasını kesti.
''Anlayamadım
hanımım?'' demişti kel zayıf hancı. Uzun burnu bir kuşun gagası gibi suratının
ortasından fırlıyordu. Ayrık gözleri iki yana bakıyor gibiydi. Bir gözü kayık
olduğu için görüntüsü kralların soytarılarına benziyordu. Eskimiş önlüğünun
askılarından uzun kolları cübbesinin kolları ile sarkıyordu aşağı doğru.
Kamburu yoktu ama beli bükük duruyordu. Leşçi kuşlara benziyordu. Soluk rengi
onu hileci bir kumarbaz gibi gösteriyordu. Marinoe içkisinden bir kaç yudum
daha alıp hancı ile aralarındaki tezgaha doğru yaklaştı.
''Dün
meydanda 'isyancı' diye bağıran herif kimdi?''
''Hanımım!
Ben orada değildim. Nereden bileceğim ki..''
''Senin
bilmediğin bir şey olmadığını söylediler. Ne istiyorsun ha? Bana bir isim
vermek için ne lazım sana?'' demişti. Hancı bir an durdu. Onun taşlı hançerine
gözünü dikti. Akela kadını olduğunun temsili olan bu hançeri vermezdi.
''Onu
alamayacağını biliyor olmalısın!'' demişti. Hancı güldü. Omuz silkti ve
arkasını döndü.
''O zaman
başkasından öğrenmen gerek.'' dedi. Marinoe istediğini almıştı bile. Onun
bildiğinden emin olmak istiyordu sadece. Hancı bildiğini belirten bu konuşmanın
sonunda arkasını döndüğünde Marinoe birden ayağa kalkıp öne doğru eğilmişti.
Hancı boğazına sarılan kolları hissettiğinde elindeki gümüş tepsi ve bakır
bardaklar düşmüştü. Tezgaha doğru sırtını çarpmıştı. Elleri onu boğan kolları
ayırmak için uğraşmaya başlamıştı.
''Kimdi o?
Canının karşılığında bana isim ver!'' demişti Marinoe. Iyi bir pazarlıktı.
Etrafta gergin bir hava oluşmuştu. Kimse yerinden hareket edemiyordu içeride
sıradan müşterilerde vardı. Hancının adamları ise sessizce bekliyordu. Hancı
bir süre debelendi ve dudakları arasından bir isim çıktı.
''Melez
Piç!'' Marinoe bunu duyunca duraksamıştı.
''Kurdun
kopardı kol ve o garip surat!'' gözleri kocaman açılmış ve kolları daha fazla
sıkmaya başlamıştı. Yanındaki kız bu sefer endişelenmeye başlamıştı.
''Onu
öldüreceksiniz hanımım!'' demişti. Marinoe adamı bırakıp geri yerine oturdu. Kalan
içkisini kafasına dikti ve bardağı ellerini boğazına götürmüş öksüren hancıya
doğru itekledi.
''Onu
bulup başını gövdesinden keseceğim.''demişti. Kız ona bakıyordu. Endişeliydi.
Marinoe normalde sakin ve soğukkanlı bir kadındı. Şimdi ise oldukça hızlı ve
tahammülsüz davranıyordu.
''Rahom
onu canlı istedi! Öldürürseniz emrine karşı gelmiş olursunuz.'' dedi. Marinoe
kaşlarını çatmıştı. Ayağa kalktı.
''Kraliçe
Güneş'in Kızı'na olanları anlat. Emre itaatsizliğimden dolayı alacağım cezayı
kabul ederim.'' demişti.
Bir süre
boyunca bir daha Marinoe'den haber alamadılar. Güneş'in Kızı endişe ediyordu.
Melez Piç gibi bir adamı yakalamaya kalkışmak çok riskliydi. Nerede olduğunu
bulmaları için kızlarını görevlendirmişti. Üç gece olmuştu ve hala haber yoktu.
Marinoe'nin izine dahi rastlayamamışlardı. Güneş'in Kızı bir şeylerin ters
gittiğini düşünmeye başlamıştı. Ancak geç kalmıştı.
Dün gece
gece yarısı sonunda Marinoe alt geçitlerdne kristal saraya girmenin bir yolunu
bulmuştu. Belli bir para karşılığında ona yol gösteren dilenci çocuk onu
tünellerden geçirmeye başlamıştı. Ancak yürümeye devam ederken çocuk birden
koşmaya başlamıştı. Koşarken ışıkta onunla kaybolmuştu. Marinoe bir süre onun
peşinden koşmuştu ancak ışık ve sesler kaybolunca durmuştu. Oyuna getirildiğini
anladığında dört tünel girişinin ortasındaydı. Birisi onu tuzağa çekmişti.
Hancı olabilirdi. Ya da Melez Piç. Hangisi tarafından tuzağa çekildiğini
bilmiyordu. Kılıcı da hançeri de yanındaydı.
''Onları
kullanmana gerek yok!'' bir ses yankılanmıştı. Ardından göz alacak kadar parlak
ışıklar görülmeye başlanmıştı. Tedirgindi ve gergindi. Eli kılıcının
kabzasındaydı. Boğazına takılan tükürüğü yavaşça yuttuğunda ikinci tünelden
çıkanlara baktı. Önde bir adam vardı tek bir kolu vardı. Saçlarının yarısı
beyaz yarısı ise siyahtı. Marinoe onu tuzağa çeken kişinin Melez Piç olmasını
daha iyi bulmuştu. Burada canını alabilirdi. Ama onunla gelen on iki kişilik
Seron birliği problem olabilirdi.
''Ellerini
kılıcından çeksen iyi olur Marinoe Beyaz Kurt!'' demişti Melez Piç yüzündeki
sırıtış artmıştı ve kıkırdayıp dudaklarını bir çizgi gibi birleştirmişti.
''Seni
öldüreceğim!''
''Bunu
demek için çok yanlış yerdeyiz. Bu lafı çok kişiden duyduma am yapabilen olmadı!''
demişti. Kahkahası boş tünellerde yankılanmıştı.
''Merak
etme seni öldürmeyeceğim ben. Benim için önemli bir görevi yerine getireceksin.
En azından bunu yapana kadar ölmene izin vermeyeceğim.'' demişti. O gece orada
Marinoe mücadele etmiş ama kaybetmişti. Girdiği tünellerin sonunda yer alan
mahzende kilitliydi. Yüzüne aldığı darbe yüzünden sol tarafı şişmiş ve
parçalanmış gibiydi.
Gece
olduğunda Melez Piç onu ziyarete gelmişti. Yanında kimse yoktu. Tek başına
tahta bir kutu ile gelmişti. Üç mum yakıp meşaleleri söndürmüştü.
''Ona
benden bir haber götürmeni istiyorum Marinoe hanım! Ona sana söylediklerimi
söyleyene kadar ölmeyeceksin!''demişti. Marinoe'nin çığlıkları tünellerde
yayılmıştı.
Güneş'in
Kızı sonunda onu hissetmişti. Onu alabilmek için risk almaya değerdi. Hemen
geçiti açtı. Geçit şehrin dışında eski lağım tünellerinin bittiği yerde
belirmişti. Karanlık bitmeye başlayıp şafak sökerken çırılçıplak bedeni
görmüşlerdi. Güneş'in Kızı onu öyle göreceğini beklemiyordu. Akela Kadınlarını
temsil eden hançeri dışında yanında başka bir şey yoktu. Oraya doğru koşmuştu.
Yaşamasını umarak oraya doğru gittiğinde kan gölünün içinde yatan kadının
ağladığını görmüştü. Parçalanmış bedeninden akan kan etrafını kuşatmıştı.
Dirseklerden itibaren kolları kesilmişti. Ayakları yoktu ve basit sargılarla
sarılmıştı. Ancak kanaması devam ediyordu. Hıçkırıklar içindeydi. Sol tarafının
üstüne yatıyordu.
''Marinoe...''
Güneş'in Kızı'nın sesi titremişti. Ona dokunmaya cesaret edemedi. Bir çok
erkekten daha güçlü bu kadını paramparça etmişlerdi adeta. Melez Piç onun
bedenini yaralamaktan öteye gitmişti. Marinoe'nin canını yakan şey kesilmiş
kolları ya da ayakları değildi. Zaten acıyı hissetmiyordu. Bayılıp kaldıktans
onra uyandığında zonklamalardan başka bir şey yoktu. Ama kulağına fısıldanan o
sözler... Onu paramparça etmişti.
''Nasıl her
şeyi bilebilir?'' Marinoe dudaklarının arasından kelimeleri zor zar söylemişti.
Bedeni titriyordu. Daha fazla zaman kaybedemezdi Güneş'in Kızı. Kırmızı
cübbesini söktü çıkardı. Marinoe'nin üstüne örttü. Onu kucakladı ve geçiti açık
tutan kızlara doğru yürümeye başlamıştı. Melez Piç'in bunu yaptığından emindi.
Ona işkence edip bir şeyler öğrenmeye çalıştı ve öldü diye buraya atmış diye
düşündü. Ama hançeri da onunal bırakmış olmaları kafasını karıştırıyordu.
Gözdağı vermek için yapılmış bir hareket olarak düşündü. Marinoe'nin isyancı
kuzeylilerden en güçlüsü olduğu bir sene içinde en iyi savaşçılar arasına
girdiği tartışmasız gerçekti. Melez Piç bunu biliyordu. Bir gözdağı vermek
istemişti. Ama başını meydanlarad dolaştırabilridi. Düşünceler aklını sraraken
Darat tapınağına gidecekleri. Kızlar tüneli açtığında Baş Kahin Sohow'a haber
verilmişti. Denle ise koşup gelmişti meydana.
Güneş'in
Kızı'nın kolları arasında kanlar içinde Marinoe'yi gördüğünde karısına gidip
Marinoe'nin kızını dışarı çıkarmamasını söylemişti. Baş Kahin Sohow ve
müritlerinin onu iyileştireceğini düşündü.
''Evindesin.
Seni iyileştirecekler!'' demişti. Marinoe ise bomboş gözlerini aydınlanmaya
başlayan gökyüzüne dikmişti.
''Bu yolu
ben seçtim. Düşkün olmayı ben seçtim.'' derken bedeni sarsılıyordu. Onu kanlar
içinde görmek herkesi şaşırtmıştı. Hemen içeri girmişlerdi. Marinoe acıya daha
fazla dayanamazdı. Uyuşmaya başlayan bedenindeki zongurtu daha da
şiddetlenmişti. Onu uyutmak zorundaydılar.
''Kuwala'yı
görmem..'' demişti. Burnundan üflenen toz onu uykuya çekmeden bu sözcükleri
söyleyebilmişti.
Bölüm
Yirmi Dokuz: Yolculuk
Üçüncü
Kısım: Sınır
Güneş'in Kızı zaman
kaybetmeden iki kısa mektup yazmıştı. Kahin Sohow ona Marinoe'nin bu yaralarla
ne kadar hayatta kalacağını bilemediğini söylemişti. Yaraları kapatılmıştı ama
uyku durumundaydı hala. Yazdığı iki mektubu iki kıza vermişti. Birisi Aleon'u
diğeri ise Kuwala'yı almak üzere gönderilecekti. Kızlar mektuplar ile yola
çıkmıştı.
''Marinoe
ağır yaralı. Durumu belli değil. Onu görmeniz gerekiyor. Onunla görüşmeniz
gerekiyor. Bu belki de son görüşme olabilir. Bu satırları yazmak benim içinde
acı verici. Lütfen gönderdiğim kadınlar ile geri dönün.'' kısa mektuplar
ulaşmıştı.
İkinci
kışla askerleri ve Aleon'un askeri ordu kampı kristal saraya Kuwala'nın
ekibinden daha hızlı varmak üzereydi. Dün bir muhabereye girmişler ve üçüncü
kışlayı gün doğarken almışlardı. Kışla başkente yakın şehirlerden birisine
kurulduğu için şehir Ung ve ikinci kışla birliğinin komutanı olarak görev alan
Tieden'in zaferini kutlamak için bir kutlama tertip ediliyordu. Önemli bir
kışlayı ele geçirmişlerdi. Aleon zaferinin keyfini çıkaracak iken habercinin
geldiği duyuruldu. Kız mektubu ona uzatıp başı önde sessizce beklemişti. Aleon
satırları okurken elleri titriyordu. Gözleri dolmuştu. Bedeni sallandı.
Marinoe'ye onunla kalması için adeta yalvarmıştı. Kristal Sarayda ki casusluk
işinin Akela kadınlarına ait olduğunu ve burada Tieden ile ikici kışla
askerlerine rehberlik yapmasını onlara komutan olmasını istemişti. Marinoe'nin
ağır yaralandığı haberi ile sarsılmıştı. Bir haftadan bir gün fazla olmuş
olmasına rağmen ne oldu da yaralandı diye düşünüyordu. Bir senedir mücadele
içinde olan bu kadın Kara Kurtlar ile karşılaşmış ve Rahom'un bile hayatını
kurtarmış sayılıyordu. Ona tapan ve onu takip eden bir kadın ordusu vardı
elinde. Güçlüydü, yenilmezdi ama şimdi ölüm döşeğinde olduğu ve onu son
yolculuğuna uğurlamak için yanına gitmesi isteniliyordu.
''İstediğiniz
anda gidebiliriz majesteleri!'' demişti yüzü bir peçe ile kapalı kız. Aleon
yanında duran Tieden ve iki subaya baktı. Kantou onlara eşlik eden tek çocuktu.
Ancak güçlüydü ve Fohara onu koruyordu. Bulundukları şehrin ortasında karargah
yaptıkları evde o da vardı. Odanın bir köşesinde dikiliyordu.
''Marinoe
Hanıma veda etmek için bende gelmek istiyorum!'' demişti. Tieden bunu
duyduğunda kızına şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. Aleon ise öfke ile kaşlarını
çattı.
''Ölmeyecek
o! Tedavi ediliyor. Böyle konuşma çocuk!'' idye sertçe çıkışmıştı. Kantou onun
öleceğini
biliyordu.
Asla zaferi ve mutluluğu göremeden ölecek olan kadının enerjisinin git gide
kaybolduğunu seziyordu.
''İzi
verin majesteleri!'' demişti Kantou. Yanında duran kurdun nazikçe başını
okşadı. Gözleri yavaşça yere dikildi. ''Iries'in bana ihtiyacı var.'' diye
ekledi. Aleon elini sakalına sürdü.
''Geçiti
aç!'' demişti. Kantou onun yanına doğru yaklaştı. Geçit açılırken karşıda
beliren meydanda Denle onları bekliyordu bir kaç kişi ile birlikte. İlk gelen
Aleon olmuştu.
Haberci
Kız Kuwala'nın kampına vardığında onu bulmadan önce Bakren isyancı askerleri
tarafından tutuklanmıştı. Başına aldığı darbe ile bayılan kız bir saat kadar
kendine gelememişti. Gözünü açtığında ise karşısında General Byega elleri bağlı
halde evin temel direğine bağlı duruyordu. Oturduğu yerde uyanan kıza bakmıştı.
Kız onu tanıyordu. Akela daha Raho ortaya çıkmadan önce Kristal saraya
saldırılar düzenlediğinde kız kardeşlerinden bir çoğu Byega'nın kılıcı ile can
vermişti. Nefretle dişlerini sıktı.
''Seni
niye tutukladıklarını biliyor musun?'' demişti. Byega ona bu soruyu sorarken
kız tiksinti ile ellerinin bağlı olduğu yerden ayağa kalkıp Byega'nın suratına
tükürdü. Düşman sanmıştı Bakren askerleri ve onu gördükleri anda başına vurup
bayıltmışlardı.
''Efendi
Kuwala acil mesaj getirdim size!'' diye bağırmaya başlamıştı. Ung askerleri ya
da Kuwala'nın yakın çevresinden birisi duyar umudu ile bağırmaya devam
ediyordu. Birden kapı açıldı ve içeri Grave ile Cohin girmişti. Cohin onun bir
Akela kadını olduğunu anlamıştı hemen. Eline hançerini alıp ipleri çözmek için
harekete geçmişti.
''Seni kim
tutukladı Akela Kadını? Daha önemlisi ne işin var burada?'' demişti. Kadın
ellerini bağlayan ip kesilirken konuşmaya başlamıştı.
''Marinoe
Hanım ağır yaralandı. Kraliçemiz de Kral Aleon ve Rahom Kuwala'yı Büyük Darta
tapınağına getirmemiz için bizleri yolladı. En kısa sürede Rahom Kuwala'yı alıp
gitmem gerek. İnanmazsanız mühürlü mektup ile geldim.'' demişti. Cohin elleri
ipten kurtulan kadının uzattığı mektubu açtı. Okudu ve kaşları çatıldı.
...
''Nerede yaralandı?''
''Başkent
Kristal Saray surlarının dışında bulduk!''
''Kim
yapmış biliyor musunuz?''
''Melez
Piç yapmış olmalı. En son onun peşindeydi.''
''Durumu
nasıl?''
''Kollarını
ve ayaklarını kesmişler. Çok kan kaybetmiş ben vardığımızda şoka girmiş gibiydi.
Ve yüzünde ezikler var gözünün birisi paramparça!''
Kuwala
bunları duyduğunda koridorda yürüyordu. Ona bilgi veren Güneş'in Kızı yorgun
haldeydi. Marinoe'nin yatırıldığı odaya yürüdü. Kapının yanında birileri vardı.
Sunak için tütsü yakmış oraya gelip şifa duaları ediyorlardı. Kuwala onunla
gelmek isteyen Daki'yi durdurmuş ve Unglar ile Bakren isyancıları birbirine
girmemesi için o köyde bırakmıştı. Marinoe'yi görmek için odanın iki kanatlı
kapısı açıldığında içeride Aleon'u görmüştü. Göz göze gelmişlerdi. Aleon onu
başı ile selamladı. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamıştı. Ayakta duramamış ve
kızlar ona bir sandalye getirmişti. Kuwala yatağa doğru yaklaştı ve bir kaç adım
sonra olduğu yerde kaldı. Sargılar kızıla boyanmıştı. Yüzünün yarasını
sarmamışlardı. Parçalanmış gibi şişmiş ve bir gözü öyle şişmiş ve dağılmış
durumdaydı ki göz kapağı kapanmıyordu. Eli dudaklarına gitti. Gözleri yandı ve
sulandı. Göğüs kafesi sıkışmış kesik bir nefes alabilmişti. Soluğu verirken
çenesi titremişti.
''Sen iyi
bir hekimsin. Büyülerin de var onu iyileştirebilir misin?'' demişti. Kuwala alt
dudağını ısırdı. Kollarını katlamaya başladı.
''İyileşse
bile ne ayakları ne kollarını geri getirebileceğim.'' demişti. Aleon yutkunup
ayağa kalkmıştı. Bir saattir gözünü dahi kırpmadan yatakta ölü gibi yatan
kadını izliyordu.
''Sadece
tekrar gözlerini açıp gülümsediğini görmek istiyorum Kuwala.'' demişti.
Titreyen gözlerinden yaşlar süzülmüştü.
Kaybetmek...
Sevdiğin birisini kaybetmek... Kuwala bundan çok korkuyordu. Aleon kadar
acımıyordu kalbi. Marinoe'ye hayatını borçluydu. Ona bu yaşamı borçluydu. Ama
Aleon ona aşıktı. Kuwala sadece borcunu ödeme fırsatı bulamadığı sıkı bir dost
kaybedecekti. Aleon ise kalbinin bir parçasını. Kuwala derin bir nefes aldı.
Aleon'a doğru yürüdü. Nazikçe ona sarıldı ve kulağına doğru fısıldadı.
''Korkma.
Tekrar gülümsemesi için elimden gelen herşeyi yapacağım.'' demişti. Aleon
dizlerinin titremesine engel olmadı. Kuwala'nın zayıf omuzlarına sarıldı.
Gözyaşları içinde ondan destek alarak tekrar sandalyeye oturdu. Kuwala köşede
bekleyen Kahin Sohow'a döndü.
''En iyi
beş kahinini bana ödünç verir misin Efendi Sohow?'' demişti. Sohow başını eğip
kaldırdı.
''Sizindir
efendi Kuwala. Başka bir şey ister misiniz?'' demişti. Kuwala ona yapacağı
efsun için malzeme listesi vermeliydi. Cebinde taşıdığı el yazmasını çıkardı.
Sayfalar arasında döndü durdu. Sonunda bir sayfayı bulup Sohow'u yanına
çağırdı. Yenilem ritüeli ruhu zayıflamış Marinoe için iyileşme enerjisi
verecekti. Bunun için gerekli olanları istedi. Çok bir şey değildi. Tütüsüler
geldi. Yandıkça zihni uyuşturup transa geçiren koku odayı sardı. Aleon ve
Güneş'in Kızı odadan çıkmıştı. Marinoe, Kuwala ve Beş efsuncu kahin kalmıştı.
Yarım daire şeklinde oturmuşlardı yatağın yanındaki zemine. Kuwala onların
önünde arkası onlara dönük oturuyordu. Onların ruhani enerjisi ile son günlerde
eksiklik çektiği enerjiyi bütünleyecekti. Bu sayede ruhani dünyaya
uzanabilecekti.
Gözleri
kapandı ve geri açıldığında beyaz ışık onu sarmıştı. Çekildiği karanlıkta bir
aralık görmüştü. Ağlayan bir kadının sesi kulaklarını doldurmuştu. Yanlış olan
bir şey vardı. Marinoe'nin ruhunu tedavi etmek için girdiği bu yer ona ait
değildi. Zincir şıkırtıları duyuldu. Ve ağlayan kadın kollarını koparacak
şekilde zincirleri çekiştirip çığlıklar atmaya başlamıştı. Bir mahzene
benziyordu girdiği bu yer.
''Efendi
Kuwala gidin!'' diye devam etti çığlık ama bir kapının çarpması ile irkilmişti.
Arkasında hissettiği karanlık enerji onu sarsmış ve hızla döndüğünde kendini
Melez Piç ile burun buruna bulmuştu.
''Nasıl?
Seninle görüşmek için çok çabaladığım belli oluyor mu?'' konuşurken yayılan
soğuk nefesi Kuwala'yı ürpertiyordu.
''Bu kadın
beni arıyordu bende seni. Ve sende onu... Güzel değil mi? Birbirimizi bulduk.
Vicdanımız bizi burada bir araya getirdi.'' Kuwala konuşan adama bakıyordu. Bir
an durup iki farklı renkte olan saçın beyaz kısmına elini sürdü. Melez Piç
ürpermişti. Gözleri donuklaşmış halde ona bakıp kaldı. Kuwala ise saçı nazikçe
okşadı.
''Sana
yaptıkları şeyler sadece bu beyaz saç yüzünden mi oldu?'' demişti. MelezPiç ona
bakıp kaldığı sırada Kuwala saçları sıkıca kavradı ve dişlerini sıkmaya
başlamıştı.
''Seni
anlamak istedim. Sürekli olarak seni anlamak ve bu rengin sende olduğu gibi
bendede olduğunu anlatmak için uğraşacağım dedim kendime. Kötülük vardır
herkesin içinde diye hep kendimi durdurdum. Senin kanından ve senin soyundan o
onu anla dedim kendime.'' Melez Piç bir an ona korku ile bakıp canının acısı
ile küçük bir çocuk gibi titremeye başlamıştı. Kuwala burnundan soludu ve
konuşmaya devam etti.
''Niye ona
bunu yaptın. Sadece gelip seni görmemi isteyebilirdin. Seni aradığımı bile bile
niye bunu yaptın?'' diye kükremişti. Melez Piç birden titremeyi bıraktı. Elini
Kuwala'nın elinin üstüne koyup birden çekiştirdiğinde demet demek saçları kopmuştu
derisinden. Kan yerine simsiyah bir sıvı akmaya başlamıştı yırtılan derisinden.
''Niye mi?
Çünkü canının yanması hoşuma gidiyor. Sende benden Byega'yı almışsın. Onun
sende olduğunu gördüm. Bende senden birisini almaya karar verdim. Ne
sanıyordun? Karşılıksız kalacağını mı?'' Kuwala elinde kalan saçlarını bırakıp
birkaç adım geriye gitti.
''Niye
bunu yapıyorsun? Altın, güç, taht ya da daha fazlasını mı istiyorsun? '' Melez
Piç başını iki yana salladı. Yan tarafta birden meşaleler yanmıştı. Karşılıklı
iki sandalye ve bir masa belirmişti. Masanın üstünde iki kadeh ve bir testi
şarap vardı. Darta'nın büyük tapınağında ki mahzendeki yere çok benziyordu.
Kuwala'nın yanından geçip sandalyeye oturdu ve gülümseyip onu davet etti.
''Senden
değerli birisini almadım. Sen bende o kadar değerli birisini almana rağmen.
Şimdi oturup sana bazı şeylerin cevabını verebilirim.'' demişti. Kuwala
zincirlere vurulmuş bağıran Marinoe'ye baktı. Bağırıyor ama sesi yoktu artık.
Etraf fazlası ile sakindi.
''Onu
bırakmanı istiyorum.'' dedi Kuwala otururken. Melez Piç zincirlere vurulmuş
kadına baktı başını iki yana salladı.
''Onu ben
zincirlemedim. Bileklerine takılı prangalar onun kendi ruhunun prangaları.''
demişti. Kuwala anlayamıyordu. Neler oluyor ve burdan nasıl çıkacağını bilmiyordu.
Girdiği bu yerde herşey çok gerçekti. Şarap dudaklarına dokunduğunda soğuk ve
tatlıydı. Masanın pürüzü ve soğuk hava... Ruhani bir yere göre fazla gerçekti.
''Ne taç
istiyorum ne altın. Sadece intikam!'' demişti. Kuwala ona bakıp kalmıştı.
''Sana ne
yaptık da bizden intikam almak istiyorsun?'' demişti. Melez Piç gülümsedi. Ona
bakıyordu.
''Sen bir
şey yapmadın. Dia Patra, Byega, Tieden ve bütün kuzey bana acı dolu bir yaşam
verdi. Başka bir seçenek bırakmadan benden bana ait olan her şeyi aldı. Seninle
bir derdim yok Kuwala. Seni kıskanıyorum sadece. ''
''Kıskanacağın
kadar iyi bir hayatım yok!''
''İki
kolunun olması bile kıskanmama sebep oluyor. Uğruna savaşacak ve seni seven
insanlar var. Sürekli yattığın bir sevgilin var. Sana itaat eden kuzeyliler
var. Bunlar kıskanılacak güzel şeyler Kuwala. Bende neden yok diye sorguladım.
Neden Londaga'nın ruhunu ben alamadım diye kendime sordum. O inatçı ve sana
hizmet eden kurt neden bende yok diye sorguladım.'' Şarabından bir kaç yudum
alıp kadehi masaya sertçe koydu.
''Sonra
fark ettim ki... Senin yerinde olabilirdim. Ancak Byega beni annemden ve
babamdan aldı. Dia Patra benden yaşamımı aldı ve sonra Tieden kolumu aldı.
Artık büyü yapabilmek için bir kaç kurban vermem gerekiyor. Güçlü bir ruhu
kurban etmek zorunda bıraktı beni.'' demişti. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Melez
Piç'i aklını kaçırmış bir deli olarak görmeyi bekliyordu. Bu kadar mantıklı ve
düzgün konuşmasını hiç beklememişti.
''Eminim
hakkımda çok şey duydun. Sana elleri kesilmiş bir fahişe gönderdim. Sonra
aklına girip sana kendimi kurt olarak gösterdim ve neredeyse Darta Tapınağına
gelen herkesi öldürüyordun. Daha sonra sevgili arkadaşının kollarını ve
ayaklarını kesip onu paramparça edip bıraktım. Bunlara kızdın ve öfkelendin.
Benden nefret ettin. Şimdi ise oturmuş konuşuyoruz. Sana kendimi anlatacağım.
Sadece bir defa. Ve benimle beraber savaşmanı isteyeceğim. Nefretimiz aynı
kişilere. Neden sadece birbirimizi yok etmek için kullanıyoruz ki yetenek ve
güçlerimizi?'' demişti. Kuwala ona bakıyordu. Öne doğru eğilip direseklerini
masaya dayadı.
''Savaşmak
hiç istemedin değil mi? Kim ister ki savaşmayı?'' dedi. Kuwala sadece onu
dinliyordu. Melez Piç bitek kadehini yeniledi. Kuwala elindeki kadehi tutuyordu
bir yudum dahi içmiyordu.
''Bizler
güçlü kralların sadece bir piyonu olarak kalacağız. Gerçekten kral
olamayacaksın. Olsan dahi duvarlara sinmiş gölgeler atalarımıza yaptığı gibi
bizi yönetimleri altına alacaklar. Bak!'' demiş ve cübbesini açmıştı. Göğsü
kapkaraydı. Teni simsiyah bir şeyle kaplı gibiydi. Göğsünden siyah duman
çıkıyordu her nefes alışında. Kuwala ona bakmaya devam ediyordu.
''Lanetlenmiş
bir ırkın sona kalan bir kaç kişisi olarak kendimizi yüceltmemiz ve onlara kim
olduğumuzu göstermemiz gerek. Bir yanım Rahom bir yanım Bakren. Ben hiç
istemedim bu iki tarafın kavga etmesini.'' Kuwala bunu duyunca gülmüştü. Daha
fazla dayanamadı.
''Beni
kandırmak için bu kadar çabalama. Ne istiyorsun?''
''Beraber
çalışıp bu topraklara gerçek rahom soyunun...''
''Senin
gibi ruhu kapkara olmuş bir adam benden onurlu bir şey isteyemez. Söyle!
Çekinme. Burada senin ruhani dünyandayım. Beni tuzağa çektin ama rol yapma
gereksinimi hissediyosun. İsteyeceğin şeyi gerçekten merak ediyorum.'' demişti.
Melez Piç bir süre ona baktı. Birden etraf simsiyah olmuştu. Zincirlere
vurulmuş olan Marinoe, şarap, kadehler, masa ve sandalyeler... Mahzen birden
kaybolmuştu. Kuwala simsiyah yerde ona bakan iki çift gözü hissediyordu.
''Bana
gerçek yüzünü gösterecek olman işlerin ciddileştiğini gösteriyor sanırım. Şimdi
konuşalım mı?'' demişti. Onu izlediğini hissettiği yere doğru döndü. ''Neden
savaşıyorsun?''
''Sadece
kendimi iyi hissediyorum. Bu yaptıklarımdan pişmanlık hissetmemek suç mu? Ya da
yanlış mı ki? Gerçekten düşününce ikimizinde aynı olduğunu fark ediyorum. Sende
yok edince huzur bulmaya başlıyorsun. Onlarca insanı öldürdün. Şu an pişman bir
adam gibi durmuyorsun Kuwala! Bende pişman değilim. Sen göğüslerinden buzdan
mızraklar geçiriyorsun ben ellerini ve kollarını kesiyorum. Bu şekilde
savaşçılar olduğumuzu bir amaca hizmet ettiğimizi düşünüyoruz.'' dedi. Kuwala
onu görmek için karanlığa doğru bir kaç adım attı. Eli ıslak bir şeye
dokumuştu.
''Gerçek
adın ne? Sana küfür ederek seslenmek istemiyorum.'' Kuwala tuttuğu şeyin bir
insanın koluna ait olduğunu hissetmişti. Ilık ılık akan şeyin yaydığı o ağır
koku ise kandı.
''Adım mı?
Bana bir isim verilmedi.'' Melez Piç konuştuğunda sesi çok yakından gelmişti.
Kuwala onun kolunu tutmasına rağmen neden sesin arkasından geldiğini anlamaya
çabaladı. Birden gözlerini yakan bir ışık parladı. Perdeler aralanmıştı. İçeri
giren gün ışığı o kadar şiddetliydi ki gözleri yanmıştı. Tekrar görüşü
açıldığında tuttuğıu kolun kopuk olduğunu gördü ve korku ile fırlattı.
Perdelerin önünde dikilen Melez Piç ayağının önüne düşen koluna bakıp güldü.
''Fohara
denilen o dişi kurt bu odada o durduğun yerde kolumu benden koparıp aldı. Artık
büyü yapamam için bu kadar çabaladı Tieden denilen o yalancı adam. Bu gördüğün
yerde o gün bir şey daha fark ettim.'' Kuwala ona doğru gelen Melez Piç'e bakıp
kalmıştı. Melez Piç ona doğru yaklaştıkça geriye doğru adımlar atıp çekilmeye
çabaladı. Ve bir anda duraksadı. Arkasında hissettiği buz gibi beden ile
durmuştu. Başını çevirip bakmaya korktu.
''Burada
çok fazla hapsolmuş kişi varmış Kuwala Akanov!'' dedi. Kuwala kalbinin çok
hızlı attığını hissediyor idi. Elleri titriyordu. Tanıdık gelen bu his... Daha
once bu sarayın başka bir odasına Ayezi ile geldiğinde onu hapsetmeye çabalayan
bu his ile aynıydı.
''Onları
bana sen gösterdin! Gizlice burada dolanıp kayıp geçmişini ararken uyandırdın
onları. Dön ve kurduğum yeni orduma bak. Sadece senin görmeni istiyorum. ''
demişti. Kuwala dönmeye çekiniyordu. Başını çevirmemek için çabaladı ama daha
fazla dayanamadı. Omzunun üstünden baktığında binlerce gölge vardı. Simsiyah
gölgeler arasında tanıdık yüzler tanıdık hisler vardı adeta. Kuwala başını sola
doğru çevirince Marinoe ile karşılaştı. Ona bakan donuk yüz... Öylece kalmıştı.
Ne diyeceğini bilemedi. Melez Piç ise gülümsedi.
''Buraya
niye çağırdım seni biliyor musun?'' dedi. Kuwala onun ne yaptığını anlamıştı.
Ölen herkesin ruhu gölgelere çekiliyor ve Melez Piç'in ordusu güçleriniyordu.
Öldürdüğü oSeron askerlerinin yüzleri. Ölen Bakren ve Kuzeyliler...
''Zaten
benim için savaşıyor herkes. Kazandım! En büyük zafer benim. Bak!'' Kuwala onun
gösterdiği yere bakıp kalmıştı. Bir adam tahtta oturuyordu. Bomboş bakıyordu.
Bedeni simsiyahtı. Zincirler vurulmuştu bileklerine. Ağlıyordu.
''Lort Dia
Patra. Benim bir köpek olduğumu söyleyip beni tekmeleyip durdu. Ve bir gece
onun gırtlağını sessizce kestim. İçine gölgelerden bir ruh çekip koydum. Ölü
bedeni sarayda benim kuklam gibi dolanırken burada ona bana yaptıklarının cezasını
veriyorum. Bir ismim bile olmasına izin vermeyen bu insanlara hak ettikleri
cezayı veriyorum.'' dedi. Kuwala hissettiği karanlık enerjinin ağırlığı ile
zayıfladığını hissediyordu.
''Londaga
yaşatmak için öldürdü. Sende bunu bahane edip vicdanını rahat tutuyorsun. Şimdi
yaşatmak için öldürdüğünde daha güçlü bir orduya sahip olacağım.'' dedi. Kuwala
Ona bakıyordu. Tek kolu olmayan ve aklını kaçırmış bir adamdan çok planlı bir
general gibi bakan Melez Piç'e baktı.
''Peki ya
sonra. Onca adamı ve Seron'u öldürmem için bana gönderiyorsun. Beni senin için
çalışan bir cellat yaptın. Peki ya sonra. Bunca birikmiş ordu... Bunca güç? Ne
yapacaksın?'' Melez Piç ona bakarken gözlerini devirmişti.
''Rahom
soyunun en aptalı sensin Kuwala. Gerçekten sana burada ne yapacağımı
anlatacağıma iniyor musun?'' Ona doğru yaklaşıp elini uzattı.
''Londaga'nın
ruhunu bana verirsen sana planımı anlatırım. Hatta yanımda durup benimle
beraber kuracağım imparatorluğum için çalışma izin dahi verebilirim.'' dedi.
Kuwala uzatılan ele bakıyordu. Savaştığını sanıyordu. Düşmanlarını bildiğini ve
planları bildiğini sanıyordu. Ama şimdi bir tuzağa çekilmişti. Ve ona gerçekte
karanlıkta görmediği düşmanı yüzünü göstermişti. Kuwala bir an öylece kaldı.
Tükeniyor gibi hissediyordu. Enerjisi tükeniyor ve nefes alışı yavaşlıyor gibi
hissediyordu. Birden gölgeler arasında iki kişi belirdi. Ona enerji vermek için
gelen iki efsuncu kahin gölgeler arasında boş gözlerle ona bakıyordu.
''Kabul
etmezsem ne olacak?'' Melez Piç hiç bu soruyu beklemiyormuş gibi ona bakıyordu.
Kaşlarını çattı. Ona doğru yaklaşıp eğildi. Kuwala'dan daha uzundu. Eğilip onun
yüzüne baktı.
''Güneyli
adam yüzünden mi kabul etmeyeceksin. Eğer onunla olmak istiyorsun orduma
katabilirim onu. Ruhunu kaparıp alırım. Ve bedenini istersen onu sonsuza dek
diri tutabilecek enerjiye sahip bir ruh koyarım içine.'' dedi. Kuwala dehşetle
bakıyordu ona.
''Bunu
yapma! Onu ruhu ve bedeni bir bütün halde...''
''Bak
bende birisini sevdim ve şimdi en sevdiğim hali benimle. Sadece gözleri başka
yerde!'' demişti. Gölgelerin arasından bir beden çıkmıştı. Çürümüş gibi bir
koku saçıyordu etrafa. Yüzü soluk derisi gergindi. Sahte bir gülümseme ile
düşleri gözüküyordu. Üstünde incecik tülden bir örtü vardı. Kesilmiş başı
tekrar dikilmiş gibiydi.
''Onu
hayatta tutabildim senelerce. Şimdi daha fazlasını tutabilirim. İstersen
güneyli adam gibi binlercesi seninle olur. Ama gidersen bir daha sana
sormayacağım. Benim tarafımda olmadığını göstermiş olacaksın ve sonsuza dek
senin düşmanın olacağım. Beni bulmak için öldürdüğün herkes beni daha güçlü
yapacak.'' demişti. Kuwala ona bakıyordu. Marinoe sadece bir tuzak yemiydi. Melez
Piç onu gerçekten konuşmak için çağırmıştı. Farklı bir tarzı ve yöntemi vardı
ama onunla konuşup anlaşmak istemişti. Kuwala uyuşmaya başlayan kollarına ve
beliren iki tane daha gölge olduğunu gördü. Melez Piç onların ruhlarını çekip
alıyordu.
''İstemiyorum.''
Melez Piç bunu duyduğunda başını yavaşça salladı.
''Tieden'e
zamanında yalvardığımda beni kapısından tekmeledi. Ve senide işi bittiğinde tekmeleyecek.
Senin ve Güneyli o adamın ruhunu aldığımda basit gölgeler olmayacaksınız.
Sizleri becerikli generallerden yapacağım. Tıpkı o kadın gibi.'' dedi.
Marinoe'yi işaret etti parmağı. Kuwala Son kahinin de ruhunun gölgeler arasında
belirdiğini görmüştü.
''Gideceğim.''
demişti. Melez Piç başını iki yana yavaşça salladı.
''Aslında
gitmesen daha iyi olacak. Bana sorun çıkarmış olacaksın öğrendiklerin yüzünden.
Bir süre daha burada Lort Dia Patra'ya eşlik etmen mantıklı olacak.'' demişti.
Kuwala bileklerini saran soğuk demirleri hissetti ve birden dizleri üstüne
çöktü. Bedeni ile bağının koptuğunu hissediyordu. Kolları soğuyor ve
uyuşuyordu. Ayakları karıncalanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş ruhu çekiliyordu.
Kurtulmak
için zincirleri salladı. Şıngırtı salonda yayıldı. Olmuyordu. Zaman burada fark
edilmeyecek kadar durgun ve ölüydü. Melez Piç oturmuş onun çabalamasını
izliyordu.
''Londaga'nın
sadık kurdunu bile kandırdın. Seni bu kadar kolay yakalayacağımı
düşünmemiştim.'' dedi ve güldü. Kuwala arkaya doğru zincirlerin çekildiğini
hissetti. Kolları geriye doğru çekildi ve dizlerinin üstünde oturur konumda
kaldı. Melez Piç onun karşısında bağdaş kurup oturmuştu. Sakince onu izliyordu.
''Az
kaldı. Yakında ruhun bedeninden kopmuş olacak. Sınıra geldiğinde biraz canın
yanacak. Etin parça parça oluyor gibi hissedeceksin. Ama merak etme. Sonrasında
hiçbir şey hissetmeyeceksin.'' demişti. Arada bir ölen insanların ruhları
yükselmeden gölgelerce yakalanıp getiriliyordu.
''Helyan
Kea'yı öldürdüğünde şaşırdım. O kendini beğenmiş kibirli Ung'un burada olduğunu
biliyor musun?'' demişti. Kuwala ona baktı.
''Naseen?''
''Helyan
Kea ile gelen Byega'nın küçük yeğeni mi?'' dedi. Kuwala şaşırmıştı. Byega'nın
yeğeni olduğunu bilmiyordu Naseen ve Grave'nin.
''Buradalar.
Naseen'i görmek ister misin? Göğsü paramparça olmuş halde geldi. Acımasız bir
adam olduğunu belli edecek şekilde öldürüyorsun onları.'' dedi. Ellerini
birbirine iki defa vurdu. Etraflarını çevrelemiş gölgelerden Naseen'in sülieti
belirdi. Göğsünde yama vardı sanki. Çıplak göğsü dikilmiş gibiydi.
''Çocukken
bir köşede durup ağabeyinin dövüşmesini izlerdi. Babası hep onun zayıf
kişilikli olduğunu söylerdi. Seni kızdıracak kadar zayıf olmuş olmalı ki onu
öldürdün.'' dedi. Kuwala ona bakıyordu.
''Bir gün
tahtımı kendini benden üstün gören tanrıların katına taşıtır iken onu o tahtın
bir parçası yapacağım ve babası onun artık işe yaradığını düşünecek!'' demişti
Melez Piç. Kuwala göğsüne giren sancı ile dişlerini sıktı. Artık kalp atışları
durmaya yaklaşmıştı.
''Başlıyoruz!''
demişti Melez Piç heyecan içinde. Sırıttı ve ayağa kalktı.
''Bu
dünyayı yakıp yıkıp kül edeceğim ve tanrıların kutsal saydığı o insanlar benim
için onlara karşı savaşacak. Benim savaşım hiç seninle olmadı. Olmayacakta. Sen
ve senin gibiler tanrıların buyrukları altında özlem çektiği hayatlar uzaktan
bakmak zorunda bırakılan savaşçılarsınız.'' dedi. Kuwala'ya doğru yaklaştı ve
eğildi.
''Kızgınsın
ama gerçekleri göremeyecek kadar da aptalsın. Eğer kızgınlığın bana karşı ise
gözlerimin içine bak ve gör!'' demişti. Kuwala başını öne doğru eğdi.
''Tanrıların
yaptığından farksız bir şey yapmıyorsun.'' dedi. Melez Piç ona bakıp kalmıştı.
''Ne demek
bu?''
''Tanrılarda
yıkıp yakıyor. Ve benim gibi olanlar. Onların buyrukları altında kalmış hayatlarından
vazgeçmiş olanlar şehirleri küllerinden yeniden yaratıyor. Sen ne kadar yakıp
yıkarsan tanrılar gibi ben o kadar tekrar dirilteceğim. Sana bir sır vermem
gerekiyor!'' demişti. Başını kaldırdığında gri gözlerini Melez Piç'in gözlerine
dikti. Kızıl gözlere bakarken zincirler şakırdamış ve parçalanmıştı.
''Benim
sınırlarım yok.'' demişti. Gözleri beyaz ışık saçıyordu. Gölgeler, üzerlerine
ateş tutulmuş böcekler gibi halkayı genişletip kenarı doğru kaçışmıştı.
''Bir gün
cesaretin olursa, hilelerden uzak şekilde karşıma dikil! Yıkıp yaktığın her
şeyi yeniden yarattığımı gör. O zaman sana bir şansta ben vereceğim.'' demişti.
Uluma sesi duyulmuştu. Kuwala bir kaç adım geriledi ve kendini geriye doğru
bıraktı. Düştüğü zemin erimişti adeta. Görüntüsü ve enerjisi kayboldu gitti.
Düştüğü boşluktan yere çarpar gibi sıçradığında Ayezi karşısında oturmuş ona
bakıyordu. Kahin Sohow ise korku ile beş kahine bakıyordu. Kurumuş bitkilere
benziyordu kahinler. Bedenlerindeki bütün kan ve sıvı çekilmişti. Yüzleri gerilmiş
gözleri beyazlaşmıştı. Oldukları yerde kaskatı lotus pozisyonunda oturur
biçimde kalmıştı. Kuwala ölen beş kahine bakıp gözlerini kapadı. Bedeni hareket
edemeyecek kadar güçsüzdü.
''Marinoe'nin
ruhunu...'' Aleon'u susturmak için Kuwala elini havaya kaldırdı.
''O çoktan
ölmüş. Onu diri tutan ona ait bir ruh bile değil.'' demişti. Ayağa kalkmak için
kendini zorladı. Dizleri titremişti. Gördükleri karşısında ne yapacağını
bilmiyordu. Sadece Marinoe'nin bedenin acısını sona erdirmesi gerekiyordu.
Yatağa yaklaştı. Elini Marinoe'nin kalbine koydu ve yavaş yavaş kaldırmaya
başladığında simsiyah bir sıvı çıkmaya başlamıştı. Kıvranıyor ve bedene geri
dönmek için uğraşıyordu. Kuwala iki eli ile gölgeyi yakaladı ve çekip aldı.
Yanan mumlara doğru yürüyordu. Bir kedi boyutunda ki sıvı gibi duran gölge ise
kıvranıyor ve kaçmaya çabalıyordu. Sohow ellerini birbirine birleştirdi.
''Yüce
Darta sen bizi koru!'' dedi. Dua etmeye başlamıştı. Kuwala gölgeyi ateşe
tuttuğunda kulakları sağır eden bir çığlık yayıldı ve alevler kızıla boyandı.
Gölgeyi yutuyordu. Kuwala onu bıraktığında çığlık önce arttı. Odada bulunanlar
kulaklarını kapatmıştı. Bir süre sonra çığlıkta coşan mum alevi de dindi.
Kuwala yatağa doğru döndü. Artık Marinoe'nin göğsü inip kalkmıyordu. Gözleri
yarı açık tavana bakıyordu. Kurumuş dudakları aralıktı. Bedeni yatakta sırt
üstü uzanmış halde üstünde kasıklarını örten bir örtü ve sargılar... Kuwala
oraya baktı. Yerdeki ölen beş kahine baktı. Ayezi onun yanına doğru yürürken
kulaklarını eğmiş ve iniltiye benzer bir ses çıkarmıştı. Kuwala gölgeyi tuttuğu
eline baktı. Siyah sıvı adeta bir mürekkep gibi eline bulaşmıştı.
''Haber
gönderin. Marinoe'nin cenazesi!'' için demişti Kuwala. Aleon bunu duyduğunda
yanında durduğu masanın kenarına zor tutundu. Bir kahin ona yardım etmek istedi
ve sandalyeye oturttu.
''Daki ve
Ordu komutanlarını Darta tapınağında toplantıya çağırın. Konuşulması gerekenler
var!'' dedi. Odadan çıkarken Ayezi onun yanında yürüyordu. Kuwala kapıdan
çıktığı sırada Sohow onun Ayezi'nin sırına doğru devrildiğini görmüştü. Oraya
doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Kahin
Sohow odadan gelen çığlıklarla kapıları açtırmıştı. Kahinlerin çığlıklar içinde
yavaş yavaş solup gittiğini görmüştü. Daha sonra Kuwala'nın sesi duyulmuştu.
Dişleirni sıkıp birşeyler mırıldanmıştı. Çok değil kısa süre sonra bir gürültü
duyulmuştu. Avludan gelen çığlıklar ve gökgürültüsü sesi ile Ayezi'nin hızla
içeri girmesi bir olmuştu. Son kahinde ruhunu kaybettikten bir kaç saniye sonra
Kuwala uyanmıştı. Orada neler olduğunu bilmiyorlardı ama iyi değildi. Mum
alevlerinin dumanları simsiyah olmuş ve kahinler çığlıklar atmıştı.
''Efendi
Kuwala iyi misiniz?'' demişti. Kuwala yavaşça Ayezi'nin sırtına doğru yerleşti.
''İyiyim
sorun yok. Gün tekrar doğana kadar dönerim.'' dedi. Ayezi bunu duyduğunda hızla
geldiği yerden koşarak çıktı. Darta Tapınağının duvarının üstünden atlayıp
karlı patikaya doğru koştu.
O kaybolup
gün doğana kadar gördüklerini Ayezi'ye anlatırken Güneş'in Kızı dört kız
yolladı. Cenaze ve son yolculuk için geleceklerin yanı sıra Kuwala ordunun
başlı başına sorumlu olan belli komutanları da istemişti. Girdiği ruhani
bölgede ne görmüştü bilmiyordu kimse ama ölenler ve o siyah gölge bir şeylerin
yolunda gitmediğini anlatmak için yeterliydi. Geçitler açılıp haber
verildiğinde orduların başına kıdemli subaylar bırakıldı ve kısa süre içinde
tapınakta dört geçit belirdi. Grave ve beş efsuncusu yanında çavuş. Muhon Asha,
Cohin, Tieden ve Aleon'un vekili olan iki subay belirdi geçitlerden. Daha sonra
ise Daki çıkmıştı. Herşeyin yolunda olup olmadığını bilmesi için Kuwala'yı
görmesi gerekiyordu. Fakat yarın gün doğana kadar olmayacağını öğrendiğinde
gitmek için hazırlandı. Hemen kapılardan çıkıp karlı patikada var olan pençe
izlerini izlemeye başladı. Geçen sene Darta tapınağına gelirken kullandıkları
dar geçitin önüne doğru yürüyordu. Güneş'in Kızı ile Cohin'de onunla gelmişti.
Daki patikaya bakıp kaşlarını çattı. Pençe izleri devam ediyordu. Daki içeri
doğru girdi. Dar geçitten ilerledi ve göçüğün olduğu yerde buldu onları. Kuwala
daha önce oraya ellerini bağlayıp bıraktığı adamın donmuş ve kar altına
gömülmüş cesetlerin yanında oturuyordu. Ayezi ise bir sağa biri sola gidip
geliyordu. Duraksadı. Gelen kişilere baktı. Kuwala'ya doğru dönüp bağını onun
elinin altına doğru sürdü. Yanına oturdu. Kuwala oturduğu yerde gelenlere
bakıyordu.
''Neler
oldu orada? Bir şeyler anlattılar!'' Daki bunları söylereken ona doğru
yürümüştü. Kuwala işaret parmağını dudaklarına doğru götürdü. Ona susmasını
işaret etti. Daki şaşırmıştı. Kuwala Yanında oturan Ayezi'nin başını okşamaya
başladı ve gözlerini kapattı. İkisi konuşuyordu. Ruhani olarak konuştukları
için ne dediklerini duyamıyorlardı. Daki kenarda çıkıntılı olan taşa doğru
yürüyüp oturdu. Güneş'in Kızı ve Cohin ayakta bekliyordu. Saatlerce Kuwala ve
Ayezi kıpırdamadan oturdular. Gün battığında gece olduğunda Ayezi ayaklandı.
Bir süre daha gezindi. Cohin oturduğu yerde uyuklamıştı. Güneş'in kızı onlara
geçit açıp odun ve ateş getirmiş sonra cenaze hazırlıkları için ayrılmıştı.
Geçitten gelen bir diğer kişi ise Muhon Asha olmuştu. Elinde yiyecekle gelmiş
ve Daki ile Cohin yemek yedikten sonra onlarla beklemeye başlamıştı. Kuwala bir
ara kımıldanıp elini uzattı. Ayezi ona doğru hızla dönmüştü. Kuwala
gülümseyerek ona bakıyordu.
''Tanrıların
katına çıkmalısın Ayezi!'' demişti. Sesi sakindi. Ayezi başını sağa sola doğru
çevirip kürkünü salladı. Kuwala'nın eline başını dayamıştı. Kuwala onun kürkünü
nazikçe okşayıp bir süre daha onu dinledi. Ardından Ayezi bir anda uzaklaştı.
Gerindi ve başını kaldırıp uludu. Ay ışığı şiddetlenmiş ve uluması
yankılanmıştı. Işık öyle büyüdü ki Cohin uykusundan sıçramış ve şaşkınlıkla
bakıyordu. Ayezi'nin kürkü açıldı. İki ayağı üstüne kalktı. Daki daha önce
gördüğü çocuk formunu görmüştü. Çıplak bedeni ortaya çıktı. Yere dökülen kürküne
sarıldı. Karşısında oturan Kuwala'yı selamladı.
''Geri
döndüğümde seni bulacağım. O zaman kadar hayatta kal!'' demişti Ayezi'nin çocuk
sesi. Işık bulutları perde gibi yardı ve bir anda bedenle beraber kaybolup
gitti. Kuwala o gittikten sonra dirseğini bağdaş yaptığı bacağına dyayıp
yanağını yumruğuna dayadı.
''Melez
Piç ile görüştüm. Beni görmek için Marinoe'nin bedenine geçit kurmuş. Oraya
girdiğimde tuzağına çekti.'' dedi. Derin bir sessizlik olmuştu. Kuwala yorgunca
gözlerini yere dikti.
''Bir ordu
kurmuş. Ölen ve öldürdüğümüz herkesin ruhunun gölgelerin esaretine düştüğü bir
ordu.'' Muhon Asha ona bakıyordu. Oturduğu yerde kaşlarını çattı.
''Ne
yapabilir peki o ordusu ile?'' Kuwala bunu duyunca gri gözlerini dehşetle açtı.
Muhon Asha'ya dikti.
''Eğer
ufak bir gölge bir bedeni kukla gibi yönetebiliyorsa, gölgelerden oluşan bir
ordu bu diyara inerse olacak şey kaos ve dehşetten başka bir şey olmayacak. ''
demişti. Daki oan bakıyordu. Kuwala derin bir nefes aldı. Başını tutamıyordu.
''Eğer
tanrılar Ayezi'yi dinlerse bu savaş bizden çıkmış olacak. Öldürdüğümüz her kişi
bizi zafere değil ölüme daha fazla yaklaştıracak. '' demişti.
''Tanrılar
bu savaşa dahil olursa kazanabilir miyiz?'' Cohin bunu sorarken çekingendi.
Kuwala umutsuzca başını salladı.
''Tanrılar
bu savaşa girdiğinde Melez Piç onlarıda yenebilir. Akıllı ev denildiği gibi
deli değil. O sadece gücü seviyor. Yaşadıklarının ardından güçlenmiş ve gücünü
saklamak için delilik maskesi altına gizlenmiş Dia Patra ve o sarayda bulunan
birçok yönetici çoktan ölmüş durumda. Onları gölgeleri iel kukla gibi
yönetiyor. Tıpkı Marinoe'ye yaptığı gibi.'' dedi. Daki ayaklanmıştı.
''Niye
sana bunları gösterdi?'' Kuwala bir an duraksadı. Karşısında ki adama bakıp
kaldı. Yorgunca gözlerini kapadı.
''Onun
tarafında savaşmamı istedi benden. Londaga'nın ruhunu verirsem bana istediğimi
vereceğini söyledi. Son anda Ayezi gelmese kaçamayacaktım ve o tuzakta
Londaga'nın ruhunu teslim edene kadar kalacaktım.'' dedi. Daki elini sakalına
götürdü. Yorgun duran Kuwala'ya doğru yürüdü.
''Tapınağa
dönelim. Uyuyup dinlen. Yarın yorucu bir gün olacak!'' dedi. Kuwala başını iki
yana salladı.
''Hala
gözleri orada beni arıyor. Bir süre daha burada kalmak istiyorum.'' demişti.
Korkuyordu. Daki onun korkusunu hissetmişti. Cohin'e döndü.
''Tapınaktan
odun ve örtüler getirin.'' demişti. Cohin ayaklandı ve yürümeye başlamıştı.
Muhon Asha ona eşlik etti. Daki yalnız kaldıklarında onun yanına gitti ve
karşısında durdu. Yorgunca ona bakan adamın yüzünü nazikçe okşadı.
''Seninle
gelmem gerekirdi.'' dedi. Kuwala bir süre ona baktı ve gözyaşları yavaş yavaş
akmaya başlamıştı. Yanaklarından ılıkyaşlar süzülürken dudakları kıpırdandı.
''O çok
güçlü ve kazanamayacağız. O dedikleri gibi aklını kaçırmış bir adam değil. Zeki
ve güçlü. Eğer kaybedersek herkesin ruhu lekelenmiş olarak ona ait olacak. Bu
durumda sende...'' Daki onu bir an susturdu. Sıkıca sarıldı ona. Kaybetmekten
korkmak normaldi. Her savaşçı kılıcını çektiğinde titrerdi. Kaybederse öleceği
gerçeği ile karşılaşırdı.
''Bu kadar
kolay olmayacak. Kaybetmemek için çabalayacağız. Hala ona meydan okuyacak kadar
güçlüsün. Hala kazanacak kadar güçlüyüz. Daha güçlü olacağız.'' dedi. Kuwala
cevap vermedi. İnanmak istemişti o sözlere. Korkunun ve yıpranmışlığın
yorgunluğu ile orada inanmayı tercih etmişti kazanmanın mümkün olduğuna. İnanç
ve umut bu çıktıkları yolda onların ilerlemesini sağlayan ellerinde kalan son
şeylerdi. Sadece inanmayı tercih etti.
Bölüm
Otuz: Yolculuk
Dördüncü
Kısım: Gün Doğumuna Kadar
Yanan ateşe dikmişti Kuwala
gözlerini şafak sökerken geri dönmüş ve gün doğumu ile büyük ateş yakılmıştı.
Marinoe'ye edilecek son vedalar edilmişti. Aleon ayakta dimdik duruyordu.
Yüzünde tek bir ifade vardı. Öfke! Marinoe'nin kızı ise olduğu yerde gözyaşları
içinde Kantou'nun elini tutmuş duruyordu. Veda etmek kolaydı onlar için. Kuwala
ise ruhu acı içinde kıvrandığını bildiği kadına veda etmeyi kendine hak görmedi.
Ateşin yanından sessizce geçti. İçeri girerken dikilen komutanlara döndü.
''İki saat
sonra toplanın.'' demişti. Arkasından Cohin, Muhon Asha ve Daki girmişti
tapınağa. Onlar onun gibi es geçemedi ateşi. Durup dua ettiler ölü için. İki
saat çabuk geçmiş ateş söndüğünde küller soğusun diye bekletilecek ve arka
bahçeye gömülecekti. Kantou elini tuttuğu kızı uyutmuştu. Iries annesinin
ölümünü kavrayamıyordu henüz. Onu uyutup Denle'nin karısı ile başbaşa bıraktı.
Babasınında bulunduğu toplantının yapıldığı odaya doğru yürümeye başlamıştı.
Adımları hızlıydı. Kapıyı çalmadan içeri doğru girmek için kanatları iki yana
itekledi. Yeni yeni toplanmaya başlamıştı herkes. Tieden içeri giren kızına
bakıp kaldı. Grave ise bu ufak kızın Rahom soyundan olduğunu görünce
şaşkınlıkla ayağa kalkanlardandı. Kantou başıyla hepsini selamladı. Köşede
oturan Kuwala'ya doğru yürüdü. Karşısına gelince onu tekrar selamlayıp oturdu.
''Iries
ile kalmalısın!'' Kuwala bunu söylemişti. Kantou ise ona dikti gözlerini.
''Olanları
öğrenmek istiyorum.'' dedi. Kuwala ona bir süre baktı. Daki'ye doğru kayıp
yanını gösterdi.
''Buraya
gel!'' demişti. Kantou onun yanına dizlerini kırıp oturdu. Kuwala bir süre
herkesin toplanmasını bekledi. Aleon son gelen olmuştu. İçeri girince toplanmış
olanlara baktı. Dün biraz olsun Muhon Ash ave Cohin ona bunun suçlusunun kim
olduğunu anlatmıştı.
''Melez
Piç'in üstüne yürüyeceğiz ve onu kristal sarayla beraber yerin bin kat altına
gömeceğiz.'' demişti. Öfkesini kusmasına herkes izin veriyordu. Kimse ses çıkarmadı.
Güneş'in Kızı bir nevi suçluluk ile başını önünde tutuyordu. Aleon ona ayrılan
yere Kuwala'nın karşısına oturdu.
''Bütün
gücümüzle onun üstüne gideceğiz. Bölge kışlaları ile zaman kaybetmek yerine
başı kesmek için bütün gücümüzü kullanmalıyız.'' dedi. Kuwala sakince ona
bakıyordu.
''Bu
şekilde daha fazla kurban vermiş olmayacağız. Kimse ölmeden...'' Kuwala ondan
gözlerini ayırmıyordu. Aleon bir an duraksadı. Onunla göz göze gelince öylece
durmuştu.
''Onu bir
kahraman olarak anacağız!'' Kuwala bunu söylerken ellerini dizlerine koymuştu.
Bacaklarını altına toplamıştı. Aleon'un karşısında yavaşça öne doğru eğildi ve
onun kaybının yasına saygı gösterdiğini belirtmek için bir süre öyle kaldı.
''Sen
elinden geleni yaptın Rahom Kuwala!'' demişti Aleon boğuk bir ses ile. Kuwala
yavaşça başını kaldırdı. Durgun ve yorgundu bakışları. Uyku girmemişti dün gece
dışarıda beklerken gözüne. Daki onu uyuması için ikna etmeye çabalamış ama
bütün gece boş boş gökyüzüne bakmıştı. Güneş'in Kızı bir an için duraksadı.
Herşey olması gibiydi aslında. Aklına Kadife zarfta yazan bir satır geldi.
Kör kahin
ona bir çocuk verileceğini söylemişti. Ve bu çocuğun yetiştirilmesini
istemişti. Kimsesiz kalacak bir çocuk. Marinoe'nin kızı Iries dışında kim
olabilirdi ki? Onun vekaletini alıp bir kraliçe olarak yetiştirebilirdi. Tam
konuşacakken Kantou'nun bakışları ile karşılaştı. Hisseden ve duyan bu kız ona
dikmişti gözlerini. Başını yavaşça iki yana salladı. Güneş'in Kızı irkilmişti.
Onu izleyen mavi gözler fazlası ile ürperticiydi. Sustu. Kuwala onların
bakışmasını hissetmişti. Şimdi nasıl anlatacaktı burada bulunan insanlara
gördüklerini? Bunu bir şekilde dün gece Daki'ye anlattığı şekilde anlatması
gerekiyordu. Tek farkla. Gözleri dolmamalıydı. Bu savaşçılar karşısında
yeterince tecrübesiz gözüküyordu. Şimdi birde korkak görünmek istemiyordu.
Dudakları kımıldadığı sırada Daki boğazını temizledi bri öksürük ile. Oturduğu
yerde elindeki kadehi yavaşça yana doğru koydu.
''Karşımızda
sadece düşman olarak Dia patra ya da Seronlar yok!'' demişti. Hepsi ona bakmaya
başlamıştı. Kuwala kurtarıcısına çevirdi gözlerini. Minnetini belirtmek için
ufak bir tebessüm belirdi yüzünde.
''Melez
Piç denilen efsuncunun gölgeleri kontrol edebildiğini dün gözleri ile görenler
olmuş. Akela Kraliçesi ve Ung Kralı bunun en büyük şahitleri. Bu yaptığı sadece
Rahomu öldürmek için bir tuzaktı. İçimizden en güçlülerden birisini kolayca
yenebildiğini göstermek için bir gövde gösterisi olarak yaptı bunu.
Kaybettiğimiz kişi bir komutan ve liderden daha fazlasıydı bazılarımız için.
Ama toparlanıp gerçek düşmanımızı görmemiz gerek!'' dedi. Kuwala hayranlık ile
ona bakıyordu. Gerçek bir liderdi. Dün dinledikleri ile bütün olayı
çözümleyecek kadar zeki olan bu adam hayran olmamak elinde değildi. Konuşurken
çatılan kaşlarının gölge düşürdüğü yeşil gözlere bakıp kalmıştı. O dalgın halde
onu izlerken Daki anlatmaya devam etti.
''Melez
Piç bir süredir Kristal Şehrin içinde hüküm sürüyor. Dia Patra'yı öldürmüş ve
Marinoe'ye yaptığı gibi gölgelerle Dia Patra'yı kuklası yapmış durumda. Bunu
bir çok kişiye yapabilir. Sadece an meselesi. Dün yolculuğunda Rahom Kuwala
onun ordusunu görmüş. Binlerce gölge ve her geçen saniye artıyorlar. Ölen her
ruh onun gölgelerinin yaydığı hastalığa yakalanıp onun tutsağı ve kölesi oluyor
'' dedi. Tieden başını iki yana salladı.
''Kolunu
kesip aldığım bir efsuncu bu kadar güçlü büyü yapamaz. Onun kolunu Fohara
kopardı ve buna Kral Aleon şahit!'' dedi. Aleon başı ile onaylamıştı. Kuwala
bunu duyunca durgun halde onlara döndü.
''Koluna
bu dünyada ihtiyacı var. Tanrıların ve ölülerin katı arasında kurduğu yerde
ihtiyacı yok. Ama bir geçit açarsa ve gölgeler bu dünyaya gelirse. O zaman iki
eli bile olmadan istediğini yapabilir. ' dedi. Derin bir sessizlik olmuştu.
Daki konuşmayı tekrar kendi üstüne almak için devam etti.
''Ya yeni
bir dünya yaratmak için şimdi burada bazı kararlar alacağız ya da ar olan bu
dünya bizimle beraber çöküp gidecek. Artık gelişi güzel alıştığımzı halde
savaşamayız. Her bu dünyada ki zaferimiz onun dünyasında bizim kaybımız olarak
geçecek.'' dedi. Daki onlara bakıyordu. Onca adam arasında bir önerisi olan
olmalıydı. Yıllardır savaşan bu adamlar öldürmeden savaş kazanılmayacağını
bilenlerdi. Ama şimdi öldürmek onların aleyhine işleyen bir durumdu. Daki bir
süre daha onlarla konuştu ve stratejilerini değiştirmek üzerine yorum yaptılar.
Kuwala oturmuş sessizce bekliyordu. Konuşulanları duymuyordu. Kulaklarında
binlerce fısıltı vardı. Gölgelerin fısıltılarını duyuyor olmak hala Melez
Piç'in onu izlemek için bir yol bulmuş olduğunu gösteriyordu. Fısıltılar dinmek
bilmiyor ve üst üste binlerce fısıltı yılan tıslaması gibi kulaklarını
dolduruyordu. Daki ona bir kaç defa seslenmişti. Duymadığını fark edince omzuan
dokundu ve dehşetle açılmış gözleri gördü. Kuwala korku ile ona bakıyordu.
Uykusundan sıçramış gibi korku ile bakarken nerede olduğunu anımsamaya
çabaladı. Fısıltılardan birşey duymaya çabalıyordu. Daki onun omzuna dokunmadan
önce tanıdık bir ses duydu. Bu gölgelerden bağımsız ve aşina olduğu sesin
sahibini hatırlamaya çabalarken kelimeler ağzından döküldü.
''Bir
yerde küçük insanların gölgeleri büyüyorsa o yerde güneş batıyor demektir.''
Kahin Sohow bunu duyduğunda şaşkınlık içinde kalmıştı. Kör Kahinin sık
kullandığı bu cümleyi Kuwala'nın hatasızca tekrar etmesi ile elleri birbirine
birleşti.
''Tanrılar
sesimizi duymaya başladı. Efendi Kuwala bir planınız var değil mi?'' demişti.
Kuwala ona şaşkınlıkla bakıp kaldı. Gözlerini bekleyen kalabalık üstünde
gezdirdi. Daki onun ne yapmaya çalıştığını anlayamadı. Kuwala karşısında oturan
savaşlar geçirmiş adamları teker teker süzdü. Onlara yavaş yavaş baktı. Hepsi
özünde güçlü ve yetenekliydi. Öldürülmesi zor adamlardı. Kadınlar ise kontrol
edilemeyecek kadar yetenekli ve özgürdü. Kuwala bir süre onları izledi ve daha
yakından baktı uzun uzun. Bu güçlü adamların ve kadınların kusurlarını görmeye
başladı. Yıkılmaz gözüken Aleon'un ağlamaktan şişmiş gözleri, pişman
olmayacağına yeminli Güneş'in Kızının bükülmüş boynu, Korkunun anlamını unutmuş
Bakren'lerin titreyen gözleri, Ungların zaafları... Kuwala uzun uzun bu
kusurlara baktı. Birden güldü. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. Avuç içlerini
şakaklarına dayadı.
''Korkumuz
yersiz değil. Ama bir yolu olmalı. Dünyada sadece iki tane kusursuz ve
yenilmeyecek insan var. Birisi hiç doğmadı, diğeri ise hiç ölmedi. '' T,eden
başıyla onu onaylamıştı. Rahomların bu sözünü öğrendiğinde Kuwala anlam
verememişti. Ne demek olduğunu hiç anlamamıştı. Şimdi ise bunu anlamdırıyordu.
Var olmamış olan bir güçten korkmak... Onun için buydu söz. Her şeyin bir
zaafı, her zehrin bir panzehiri olduğunu düşündü. Çözümlemek gerekiyordu
sadece. Düşmanını iyi tanıması gerekiyordu. Diğerleri konuşurken ne dediklerini
dinleme gereksinimi duymuyordu. Öylece oturmuş boş bir ifade ile onları
dinliyordu. Kafasını biraz çevirince ona bakan Kantou'yu gördü. Bir şey
konuşmak ister gibiydi. Gözleri kilitlenmiş biçimde ona dikiliydi.
Toplantıyı
bitirdiklerinde yeni savaş planını ortaya koymakta hala kararsızlardı. Aleon ve
Grave sürekli tartışmış ev artık yorulmuşlardı. Aleon ayaklandı ve izin
istediğinde toplantı resmi olarak bitmişti. Tieden bir çok kişi çıkarken orada
oturmaya devam ediyordu. Grave ise efsuncuları gitmiş olmasına rağmen salonda
Muhon Asha'nin biraz uzağında oturmaya devam ediyordu. Güneş'in Kızı oturduğu
yerde hiç konuşmamış ve toplantı bittiğinde de hemen kalkıp gitmişti.
Tieden
mahzenden şarap getireceğini söylediğinde arda kalanlar dağılmaktan yana
olmadı. Darta şarabının tadını özlemiş olan Cohin uykusuz ve yorgun olmasına
rağmen oturmaya devam etmişti. Kuwala ise yavaşça ayaklandı. Tieden onun
gideceğini biliyor ama bazı şeyleri konuşmak için onu bekletmek istedi.
''Kuwala!''
demişti. Kuwala ona baktı. Ellerini önünde birleştirmişti. Tieden gözünü
yavaşça ayaklanmış Daki'nin kemerinde ki Rahom kılıcına çevirdi.
''Dilin
var. Düşüncen var. Burada kendi topraklarında senin adına konuşması için neden
bir elçi gibi Daki'yi kullanıyorsun. Gördüğünü ve hissettiklerini aklından
geçeni bize anlatmaktan kaçınacak isen... Senin için değil Daki için savaşmış
olmaya başlıyoruz.'' demişti. Kuwala onun demek istediğini anlamıştı. Onca
Güney ittifakı ve Bakren ittifakı komutanı önünde suskunca oturmak doğru
olmamıştı. Tieden, Rahom soyunun temsilcisi olarak ondan konuşmasını
bekliyordu. Kuwala bunu anlamış olsada anlamamış gibi davranmayı tercih
edecekti.
''Efendi
Tieden dediklerinizi anlamış değilim. Yorgunum ve geceyi dışarıda geçirdim.
İzin verirseniz geri dönmeden önce dinlenmek istiyorum. Bu süre içinde Daki
benim bir parçam olarak burada görevi üstleniyorsa bana gösterdiğiniz saygıyı
onada gösterin.'' demişti. Tieden ikisinin ilişkisini kabullenme noktasında
Aleon'a gösterdiği kadar ileri görüşlü değildi. Ama Rahoma olan saygısı için
susmak zorundaydı. Cohin onlara bakıyordu.
''Efendi
Kuwala!'' demişti. Kuwala hafif bir tebessüm ile ona dönmüştü. Onun Cohin'e
olan düşkünlüğüne Grave şaşırmıştı. Az önce yorgunluktan kendi soyundan olana
sızlanan Kuwala birden güneyli komutana gülümseyerek neşe ile dönmüştü. Cohin
ona minderi gösterdi.
''Yorgunluğunuza
hak veriyoruz ancak bir kadeh şarap içmek hepimize iyi gelecektir.'' dedi.
Kuwala son onayı almak için Daki'ye çevirdi başını. Daki onun yorgunluğunu
biliyordu. Burada ne konuşulacaksa onu daha çok gerip yorabilirdi. Ama bir
yandan da burada olması gerektiğini düşünüyordu.
''Bir
kadeh içki iyi gelir.'' dedi. Kuwala ondan onayı alınca geri yerine oturdu.
İçkiler gelip dağıtıldı ve Tieden sonunda konuşmaya başladı.
''Sana
verilen güç yazılmış bir kaderi değiştirmek için verilmiş olmalı. Londaga ve
Darta seni boşuna seçmedi. O kadar büyük güç neden verildi? Olacakları tanrılar
görür ve onun için sana bu güçleri verdiler. Toplantıda senin güçlerinin
faydasız olacağının lafı edildi.'' Tieden bunları söylerken Kuwala onu sakince
dinledi ama birden lafını hızla kesti.
''Güçlerim
yaratmak için verilmiş değil. Yok edip can almak için verildi. Birilerini
öldürürsem kaybedeceğiz. Daha fazla toplu katliamlar ve savaşlar içinde
bulunmak doğru olmaz.'' demişti. Tieden ona baktı. Melez Piç'in onu ürküttüğünü
düşünüyor ve kırılan şevkini onarma arzusuna girmişti.
''Ölüm
şart Kuwala! Savaştayız ve gölgelerin dünyasına hapsolmuş olan bir adamın
gücünden çekiniyorsan bu savaşı zaten kaybetmiş durumdayız.'' dedi. Kuwala ona
bakıp kaldı.
''Çekinmek
mi? Bundan daha fazlası var. Korkuyorum Efendi Tieden. Gölgelerin arasına
sıkışmış dediğin adam Marinoe'ye işkence etti, onu öldürdü ve cesedi ile beni
tuzağa çekti. Bunu yapan adam bana pekte duvarlar arasına sıkışmış bir gölge
gibi gelmedi. Özgürce dünyamızda geziyor gibi geliyor.'' demişti. Tieden ona
hak vermek istemiyordu. Melez Piç'i gözünde büyütürse bu korkunun üstesinden
gelebileceğini sanmıyordu. Onun için çöküş olabilirdi. Daki anlatırken kolunun
koparılmasına duyduğu öfkeden söz etmişti. Kuwala bundan söz ederken koparılan
kolunun varlığını hala hissetmek için o kolu sakladığını söylemişti Melez
Piç'in. Marinoe'ye bunu yapan adamın birebir karşısında düşman olmaktan
çekiniyor olduğunu saklamak için Kuwala'ya yüklenmek istedi. Kantou oturduğu
yerden babasının bu zavallı hareketine bakıyordu. Olayın ne kadar yükseleceğini
kimse bilmiyordu. Grave ve Muhon Asha ortamın yabancısı kalmışlardı. Sadece
dinleyen iki sarhoş adam olmayı tercih edecek gibilerdi.
''Korku
sana sadece güçsüzlük getirecek. Sana verilen bu yeteneği kullanmak kaderinde
var. Tanrılar geleceği görür ve..''
''Tanrılar
geleceği göremiyor! Ayezi2nin gördükleri yanlış çıktı. Güneş'in Kızı ihanet
etmedi. Daki ölmedi. Sen ölmedin.'' Tieden onun ani çıkışı ile sinirlenmişti.
''Marinoe
hanım öldü ama! Görülen ölümlerden kaçış yok! Bunu bilerek adım atacaksın!''
demişti. Kuwala bir an duraksadı. Daki'nin ölümü gözünün önünde canlandı adeta.
Gözleri kocaman büyümüştü. Görülen ölümlerin gerçekleşmesi imkansızdı. Marinoe
dizleir üstünde ve daha erken ölmeliydi. Başını iki yana salladı.
''Ölüm
benim önümde diz çökmüş bir tanrıdan fazlası olmayacak. Eğer benden birisini
koparıp almak isterse önce karşıma dikilip dizleri üstünde yalvarması
gerekecek. Ben ölümün ta kendisi olmadığım sürece onu benden kimsenin almasına
izin verecek değilim ve bunu sağlayacak bir fırsat sunuldu bana. Tanrılar sefil
insanları yaratmış ve kendi egolarını tatmin etmek için bu sefil insanları
savaştırmaktan zevk alan varlıklar. Neden bu savaşı burada bitirip Melez Piç'in
onları gölgelere boğmasına izin vermiyorum ki? Siz çevremde ki adamları teker
teker öldürüp ona iyi birer general olarak sunmuyorum ki? Karşılığında ona ve
bana huzurlu bir yaşam vermesini isterim. Bu sayede asla korkmam, tedirgin
olmam ve geceler boyu birilerini kaybedeceğim korkusu ile yattığım yerde dönüp
durmam.'' demişti. Sesi öyle sert ve acımasızdı ki Muhon Asha bu sesi
UngurPan'da duymuştu Kuwala'dan. Aleon'a diz çöktürdüğü gün konuştuğu gibiydi
sesi. Titremeden derinden geliyordu. Melez Piç'ten korkmuyordu.
''Korktuğum
şey gölgelere bürünmüş bir deha değil. Bu dehanın karşısında ezilip gidecek
olan sizlersiniz. Bu savaşta ölmeyeceğim. Ama sizler teker teker öleceksiniz.
Devam edersek Marinoe gibi teker teker öleceksiniz. Onun kurduğu oyuna ortakçı
olup ona hizmet edip öleceksiniz.'' dedi. Tieden onu savaşa sürmeyeceğini
anlamıştı. Kuwala onun niyetini çoktan anladığında yükselmişti ve onu
susturmuştu. Yanında oturan Daki ona bakıyordu. Korkuları kendine gelecek
zarardan değildi. Kantou ise yanında oturduğu adamın destekçisi olduğunu
gösterir gibi dizinin dibinden kalkmadı. Kuwala bir süre oluşan sessizlikle
beraber kadehini sakince yere bırakıp ayaklandı.
''Bir
senedir sizin bu karanlık, çirkin dünyanızın içinde savaşıyorum Efendi Tieden.
Gördüğüm şeyler benim için yeterince ağır ve acı oldu. Daha fazla çirkin ve
kötü şey görmek yanlısı değilim. Daha fazla Melez Piç gibi hırsları yüzünde
insanlığını yitirmiş birisinin bu kanlı savaşında onun kölesi gibi savaşmak
istemiyorum. '' dedi. Gözleri Grave kaydı. Bir süre ona baktı ve ince beyaz
kaşları çatıldı.
''Naseen
bana ilk karşılaştığımızda neden Melez Piç ile konuşmak istediğimi sormuştu.
Ona verdiğim cevabı yeterli bulmamıştı. Ama bugün ben buldum. Onun gibi birisi
olmamak için onun ne olduğunu tanımam gerektiğini biliyorum artık. Onun gibi
korkularının, hırslarının ve gücün altında ezilen birisi olmak istemiyorum. ''
dedi. Kuwala bunu Grave söyler gibi konuşmuştu ama o salonda bulunan Tieden
bunu üstüne alınması gerektiğini biliyordu.
''Bir taç
uğruna delirdi! Soyum bu şekilde anılıyor tarihte ve yazıtlarda. Gölgelere ruhlarını
güç için , iktidar için sattı. Daha iyisi olmak için aklını kaybettiler ve daha
iyisi olmak için kendilerini unuttular. Ben bu şekilde olmayacağım. Benim hala
bir hayalim var ve hala hayatım var. Bu hayatı paylaştığım bir eşim var
Gelecekte hayalini kurduğum bir evim var. Bu savaşta eğer kılıçlarımızı çekip
savaşmaya devam edersek... Ben hayalini kurduğum geleceği görebilirim. Ama
siz... Göreceğiniz son şey bir odada aklını kaçırmış bir adamın sizi yavaş
yavaş bulanıklaştırıp kişiliğinizi gölgelerde eritip asker yaptığı olacak.''
demişti. Derin sessizlikte nefes sesi bile yoktu. Tieden başını önüne eğmişti.
Cohin onu kalmaya zorladığı için utanç duymuştu. Kuwala bir kaç adım attığında
arkasında birisini hissetmişti. Daki onun hemen ardında ellerini arkasında
birleştirmiş yürüyordu. Yanından geçti ve kapının bir kanadını açtı. Kuwala
yavaşça çıktığında Daki oturan adamlara baktı.
''İyi
geceler efendiler!'' demişti. Kuwala'nın kendinden emin konuşması onu çok mutlu
etmişti. Koridorda yürürken Kuwala yanında ellerini arkasında birleştirmiş
Daki'ye baktı.
''Sence
doğru mu konuştum?'' dedi. Daki kaşlarını çatıp ona bakmıştı.
''Bir şeyi
söyleyerek başına büyük bela aldın!'' demişti. Kuwala endişe ile ona bakıyordu.
''Ne?''
demişti. Daki kaşlarını çatıp başını öne eğdi.
''Bir gün
birisi karşına gelip sana bakıp...'' Bir an duraksadı. Kuwala'nın tedirgin
yüzüne baktı.
''Sen o
gece o odada hayallerin olduğunu söyledin...'' Kuwala o yavaş konuştukça
kaşlarını çatıp daha fazla geriliyordu. ''Ama önemli olan bu hayalleri
paylaştığın eşin kim? Derse ne diyeceksin ha?'' demişti. Yüzünde bir gülümseme
belirmişti. Kuwala birden gözlerini kapattı.
''Öyle bir
konuştun ki sanki cevap verileme zbir şey diyeceksin sandım.''
''Buna
cevap verebilir misin?''
''Evet!
Hatta bana orada sorsalardı seninle evli olduğumu söylerdim.'' dediğinde Daki bir
an duraksadı. Ona bakıp kaldı.
''Utanç
duymuyor musun? Insnaların senin hakkında düşünecekleri şeyden çekinmiyor
musun?'' Kuwala ona şaşkınlıkla bakıyordu.
''Neden
seninle evli olduğum için utanç duyayım ki? Bana fırsat verseler bunu herkese
ilan ederim. Ama ileride kral olacağımı sanıp susmamı söylüyorlar. Bu umurumda
bile değil. Marinoe'nin yaptığı hatayı yapmak istemiyorum ben Daki!'' demişti.
Odanın kapısını açmıştı Daki. Kuwala içeri girdi. Cübbesini sıkıca tutan kemeri
ve altındaki kuşağı çıkarmaya başladı.
''Marinoe
onu umursamayan insanların hayatları için kendi yaşamından feda etti. Aleon'a
olan duygularını söylemeden, kızına son defa veda edemeden gitti. Ben bu
pişmanlığı yaşamak istemiyorum. Kendimi zincirlere vurmak istemiyorum.''
demişti. Arkasında dikilen Daki'nin bir kaç adım daha yaklaştığını hissetti.
Omuzlarına dolanan kollar onu sıkıca sarmıştı.
''Kimseye
bir şey borçlu değiliz. Onlara bir şeyler vermek ve onları kurtarmak zorunda
değilsin. Bu gücü sana kendini koruman için verilmesini istemiştim. Ama güç
daima karanlığı çekiyor. Bunların olmaması için elimden geleni yapmalıydım.''
Kuwala'nın omzuna koydu.
''Sadece o
gün kara kurtlar kulübüne saldırdığında başına kötü bir şey gelecek diye
korktum ve Darta tapınağında senin soyunun tarihi yatıyor diye buraya getirdim.
Kendini koruyacak kadar güçlü olmanı istedim.'' demişti. Pişmanlık. Daki, onu
sürüklediği bu dünyada yıpratılmış gördüğü için pişmandı. Kuwala onu saran kolların
üstüne koydu. Bir süre öyle durdular. Daki onu kendine doğru çevirdi. Gözlerini
gözlerine dikti.
''Bu
sadece gece çıktığımız bir yürüyüş gibi. Gün doğduğunda tüm o karanlık bitecek.
Bu yolculuk bittiğinde Daki, seni kaybetmiş olmak istemiyorum. Gün Doğana kadar
sakın o karanlıkta elimi bırakma!''
Otuz
Birinci Bölüm: Garip Kısa Görüşmeler
Y/N:Bu bölüm tamamen Darta tapınağında kişilerin ikili
görüşmelerinin genel olarak bir toparlamasıdır. O gece Kuwala'nın konuşmasından
sonra çok kişinin kafasında soru işaretleri oluştu ve yas için kalınan iki
günde sürekli ikili konuşmalar etrafta dolandı durdu. Kısa bir bölümdür. İyi
okumalar
...
Muhon
Asha elindeki kılıcı bilemekle meşguldü. Kısa süre sonra Grave ile geri dönmek
zorundaydı. Bir kaç saati kalmıştı. O kılıcını bilerken yanına elinde testi ile
Grave gelmişti. Bir süre sessizce oturdular. Grave bilenen kılıca bakmaya
başlamıştı.
''Küçük bir kız vardı. Madenlere beni gönderdiklerinde henüz isyan baş
göstermemişti. Sürekli oraya gönderilmiş babasının arkasında gezerdi. İsyan
çıktığında babası önlerdeydi. Ve o köşede ağlıyordu. Onları durdumamız
gerekiyordu. Sakinleştirmek gerekiyordu.''
''Ne
oldu peki?'' Muhon Asha'nın dikkatini çekmişti hikaye.
''Kılıcımı kaldırdım ve babasına durmasını söyledim. Ancak durmadı ve bir
muhafız onu öldürdü. Küçük kızında cesedini gün doğduğunda buldum. Boynundan
göğsüne kadar bir kılıç kesiği vardı. Giydi o gri elbise kızıldı. Gözleri
açıktı. O gün bırakmaya karar verdim. Ve sonra babamın öldürüldüğü haberi
geldi. Amcam Byega tarafından başı kesilip onuru alınarak öldürlmüştü. Kardeşim
ile isyanı bastırmaktan vaz geçip başıan geçtik. Bu durumu kabul etmeyenleri
asıp başlarını kanyonun girişine astık.'' Muhon Asha ona öylece bakıp kalmıştı.
''Rahomun dedikleri... Bu gece dediklerini düşünüyorum ve onun kadar bende
Melez Piç için çalışmış oldum. '' dedi. Muhon Asha ona bir süre sessizce baktı.
Derin bir nefes aldı.
''Bende çok kişiyi öldürdüm. Çünkü bir savaştaydık. Ve öldürdüğüm herkes Melez
Piç'in ordusunun bir parçası olduysa Rahomdan daha fazla Melez Piç için
çalışmış oluyorum. Bir çok Bakrenlinin kanı bulaştı bu kılıcın çeliğine. ''
Derin bir sessizlik oldu. İkiside eskiden dişli düşmanlar olduklarını anımsadı.
Grave testiyi ona doğru uzattı.
''Savaş bitince ne yapacaksın?'' demişti. Konuyu değiştirme arzusu onu
tetiklemişti.
''Evleneceğim.
Bir oğlum var ve onun benim soyadımı almasını istiyorum. Evleneceğim kadına söz
verdim. Geri dönünce onun yanına yerleşip oğlumu büyüteceğim.'' demişti. Grave
kendi hayatını düşündü. Savaşmak ve asker olmak dışında bir şey bilmediği
gerçeği yüzüne çarptı.
''Peki
sen?'' Muhon Asha onun korktuğu soruyu sormuştu. Grave bir süre düşündü ve
derin bir nefes aldı.
''Bir
fikrim yok. Bu savaştan sağ çıkacağımıda hiç düşünmedim. Ölmek için eğitildik
biz. Hayatım bu kılıcı görerek başladı bu kılıca bakarak bitecek gibi
hissediyorum.'' dedi. Derin sessizlik tekrar başladı.
...
Cohin
kütüphanenin köşesinde dikilmiş bir süredir Marinoe'nin kızı ile oturmuş
birşeyler konuşan Kantou'yu izliyordu. Küçük kız her ne anlatıyorsa ağlayan kız
susmuştu. Hayranlık içinde onu dinliyordu. Cohin daha bir süre bekledi ve küçük
kızı Denlenin karısı alıp gidince Kantou tek kaldı. Onun yanına doğru yürümeye
başladı. Ayezi ve Fohora büyük ocağın yanında yatıyordu. Kantou yanına gelen
adama bakıp gülümsedi. Cohin kendi kendine düşünüyordu. Kantou ile Kuwala'nın
bakışlarının en kadar benzer olduğunu ve ikisininde gülümseyince yüzünde oluşan
o durgun ifadenin benzerliğine şaşkınlıkla bakıyordu.
''Marinoe'nin
kızına ne anlatıyordun?'' yerdeki mindere otururken sorusunu hiç dolandırmadan
sormuştu. Kantou ona bir süre baktı. Kitapları kanarı doğru toplamaya
başlamıştı.
''Sadece
annesinin iyi olduğunu ve gökyüzündeki tanrılar katını.'' Cohin bunu duyunca
şaşırmıştı.
''Tanrıların
katında olduğundan emin misin peki?'' demişti. Ufak yer sehpasının üstünde
duran ekmeği alıp yemeye başlamıştı. Kantou ona bir süre baktı ve gülümsemesi
yüzünden silindi.
''Efendi
Cohin siz benden çekinmiyor musunuz?'' demişti. Cohin bunu duyunca şaşkınlıkla
kıza baktı. Neyinden çekinmesi gerektiğini düşündü.
''Yo!
Neden senden çekineyim ki? Ufak bir kızsın!'' dedi. Kantou bunu duyunca gözleri
ışıldadı. Gülümsemişti.
''Güneş'in
Kızı Kraliçe bile benden çekinerek gözlerini kaçırıyor. Siz biraz aptal
olmalısınız.'' dedi. Cohin lokmasını hızla çiğneyip yuttu. Karşısında oturan
kıza gözlerini kısıp baktı.
''Efendi
Kuwala'ya çok benziyorsun. Ondan çekinmiyorum. Ve sendende çekineceğimi sanmam.
Küçük bir kızın nesi korkutucu olabilir ki? Dev bir kurdun ev garip
yeteneklerin olabilir ama Marinoe'nin kızı gibisin. Sadece bir kız çocuğu.
Bundan çekinmeli miyim?'' dedi. Kantou derin bir iç çekip yumruğunu yanağıan
dayadı. Başını yana doğru eğmişti. Ekmek yiyen Cohin'e bir süre baktı.
''Haklısınız.
Siz salak değil sadece her şeye fazla basit bakabiliyorsunuz. Efendi Kuwala bu
yüzden sizi seviyor olmalı. Ve Kara Kurt Daki iel yakın arakadaş olamanızında
etkisi var tabi!'' dedi. Cohin oan dikmişti gözlerini. Merakla kırpıştırdı
gözlerini.
''Endişelenmeyin
Efendi Kuwala ve Kara Kurt Daki'nin evli olduğunu anlayacak kadar büyük bir
kızım.'' dedi. Kalan ekmek parçasını alıp ağzıan attı. Lokmayı iyice çiğneyip
sessizce yuttu. Ve devam etti.
''Babam
onların evliliğinin doğru olmadığından ve bunca şeyin suçunun tanrıların cezası
olduğunu söylüyor. ''
''Sence
öyle mi?''
''Değil!
Efendi Kuwala ve Kara Kurt Daki tanışmadan önce bunca felaket vardı zaten.
Sadece onlar olanları gün ışığına çıkarıyor.'' dedi. Cohin gülümsemişti.
''Zeki
bir kızsın Kantou. Bu yüzden Kuwala seni seviyor olmalı!'' dedi. Kantou onun
laf göndermesine gülmüştü.
''Sanmıyorum
efendi Cohin. Eğer zeki olduğum için beni sevseydi o zaman babamı bir kenarı
atardı. O görüp göreceğiniz en sinsi Rahom. Ve gerçekten onu zapt etmek için
Efendi Kuwala'nın beni kendi tarafına çektiğinin farkındayım. Ki bu benimde
hoşuma gider!'' demişti. Cohin ona bakıp kalmıştı. Kantou'nın dediklerini
anlamamıştı. Planlardan habersiz olduğu gerçeği ve ekşiyen midesi ile yüzünü
buruşturdu.
''Bir
gün öldüğünüzde sizi özleyecek çok insan bırakacaksınız arkanızda. Ama o kadın
sizden önce veda edecek yaşama.'' demişti. Gözlerini kapının oradan geçen
kadına çevirdi. Güneş'in Kızı ve bri kaç tebaası kütüphane kapısının önünden
hızla geçip gitmişti.
...
Gün
yeni doğuyordu. Daki sessizce odadan çıkmıştı. Kuwala'yı uyandırmamak için
parmak uçlarında yürüyerek çıkıyordu. Kapıyı kapattığı sırada bir esinti ile
irkildi ve Ayezi'nin soluğunu yüzünde hissetti. Ayezi koyu sarıya dönmüş
gözlerini ona dikmişti. Fohara ise arkadan yavaş yavaş geliyordu. Daki ikisinin
kapı nöbetini tutacağını anladıında onları yalnız bırakıp uzaklaştı. Ayezi
kapının önünde oturmuştu. Fohara ona bakıp yanına doğru geldi. Diğer tarafa
oturdu.
''Yüce
Kurt diye kendini tanıttın bir çok kişiye ama burada bir ölümlünün kapısında
nöbet tutuyoruz.'' demişti. Ayezi konuşan Foharaya göz ucuyla bakıp koridorda
yürümeye devam eden Daki'yi izledi.
''İstersen
Kara kurtlara boyun eğdirebilirsin ve benim gibi kalan beyaz kurtlara ama
burada kapı nöbetini devralmış bekliyoruz. Duydun denilenleri. Bir gölge ordusu
var!'' Ayezi ona doğru çevirdi başını. Fohara susmuştu. Beyaz dişi bir kurttu.
Zapt edilemez güçleri ve korkusuz ruhu vardı. Ama Ayezi'nin gözlerini görünce
susmuştu. Başını öne doğru eğip kulaklarını indirdi.
''Londaga'nın
ruhuna bekçilik yapıyoruz. Öyle sıradan basit bir faninin başında beklemiyoruz.
Londaga, senin benim ve bir çoğumuzun babası olan Darta'nın oğlu. Burada
beklemek bizim için verilmiş en onurlu görev!'' demişti. Fohara sessizce başını
yerde tuttu. Ayezi onu hırpalama yanlısı değildi.
''Genç
ve heyecanlısın. Dişine değen kanın tadını takip etmek istiyorsun ama beklemeyi
bilmezsen kaybedersin.'' diye devam etti. Fohara genç bir dişiydi. Sürüsünün
alfası tarafından dışlanmış ve Tieden tarafından yavruyken bulunmuştu. Hala
efsanevi Beyaz kurt sürüsü varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Bu gerçeği
Ayezi ve Fohara dışında kimse bilmiyordu. Fohara kendi sürüsünü ruhani olarak
gizlice takip ediyordu. Ayezi'de bunu fark ettiğinde kara kurtlar kadar
kalabalık beyaz kurt sürüsünün zamanı geldiğinde kullanacaktı.
''Seni
yavruyken neden alfanın dışladığını sorduğumda bir kurdu boğazladığını
söyledin. Neden yaptın bunu peki?'' dedi. Fohara sessiz geçen nöbet içinde
Ayezi'nin bu sorusu ile şaşkına dönmüştü. Ona baktı ve gözlerini koridorun
ilerisine geri çevirdi.
''Kardeşlerimden
birisi siyah bir kürk ile doğdu.'' hikayesini anlatmaya devam etmeden önce
Ayezi onun siyah kardeşini korumak istediğini düşünmüştü. Ancak devam eden
konuşsam onu şaşırttı.
''Siyah
doğanlar daima öldürülür. Ya da sürülürdü. Fakat Alfa onun yaşamasına izin
verdi. O yaşarken annemiz hastalandı. Uğursuzluğu ile bizi zehirliyordu. Bir
gece annemizin yanında kovukta uyurken boğazını dişlerim ile parçaladım. Onun
yok olması uğursuzluğu da yok etti. Annem iyileşti. Ama ben sürüldüm. Dağdan
aşağı attılar beni ve Tieden ile Kantou beni bulup kurtardı. Bu da benim
kaderim olarak işlenmiş olmalı ki şimdi burada Londaga'nın ruhu için
nöbetteyim.'' dedi. Ayezi şaşırmıştı. Fohara'nın acımasızlığına hayran kaldığı
gibi ürkmüştü de... Kantou'ya çok benziyordu. Onun gibi sessiz ve itaatkardı.
Ancak zamanı geldiğinde dişlerini ve tırnaklarını çıkarmayı seviyordu.
''Kendi
kardeşini boğduğun için sürüldüğünü düşünmemiştim.'' dedi. Fohara oldukça
ruhsuz bir şekilde duruyordu. Elinde yemek tepsisi ile yanında Cohin'le geri
dönen koridorun sonunda ki Daki'ye dikti gözlerini.
''Kardeş
kanı akıtmak Kuzey için günah olmadı hiçbir zaman. Tıpkı senin Kara Kurtlara
hükmetmek için bilerek gölgeleri kabul ettiğini biliyorum. Londaga'nın ruhunu
taşıyan bedeni riske attın. Darta buna bir şey demedi, benim kendi kanımdan
olanı boğmamı dert edeceğini sanmam.'' demişti. Ayezi şaşkınlıkla ona bakıp
kalmıştı. Dişlerini gösterip hırıldadı. Fohara ise hiç kıpırdamadan gelenlere
bakıyordu.
''Sen
bunu nereden öğrendin? Beni mi izliyordun?'' dedi. Fohara ona bakmıyordu. Ayezi
ayağa kalkıp hırıltısını arttırdı. Üstüne doğru yürüdüğünde Fohara
ayaklanmıştı. Kuyruğunu savurup Ayezi'nin yüzüne sürdü.
''Ben
değil Kantou izliyor seni. Sana güvenmeyecek kadar zeki bir kız!'' demişti.
Ayezi yüzüne çarpan kuyrukla duruldu. Fohara yavaş adımlarla kapıdan
uzaklaşırken Ayezi öylece kalmıştı. Cohin gülümseyerek kurtlara bakan Daki'nin
yanına doğru sokulmuştu. Onlara alışma konusunda hala başarısız hissediyordu.
''Bir
kadını hırlayarak ikna edemezsin Ayezi!'' demişti Daki. İkisinin kur yaptığını
düşünerek. Ayezi bunu duyduğunda daha çok şaşırmış ve sinirlenmişti. Sağ
pençesini yere vurup sinirle Foharanın aksi yönüne gitti.
...
Denle
elindeki kılıcı hızla karşısında ki kütüğe vuran Aleon'u bir süredir sessizce
izliyordu. Saatlerce kütüğe işkence eder gibi kılıcı vurup çekiyordu. Farklı
yerlere vurarak onu daha fazla ayakta tutma taraftarı olmuştu. Köşede duran
Denle'yi fark ettiğinde kılıcı son defa bütün hızı ile kütüğe vurdu ve orada
saplı bıraktı.
''Bir
şey mi diyeceksin?'' sesi boğuk ama her zamankinden daha sertti. Koyu
kahverengi gözlerinin etrafı kızarmış ve göz altları ağlamaktan şişmişti.
Marinoe için en fazla yas tutan oydu. Herkesten daha geç tanımış ama herkesten
fazla yas tutuyordu. Açlık ile onun yasını kutsuyordu. İkinci gündü ve birazdan
yola çıkacaklardı. Ağzına ne bir damla su ne tek lokma koymuştu. Avutları
şimdiden çökmüştü.
''Gitmeden
önce yemek yemeniz için Efendi Daki sizi bekliyor!'' dedi. Aleon bunu
duyduğunda kılıcının kabzasına asılıp onu çektiğinde kütük çatırtı ile ikiye
ayrılmıştı.
''Yasta
olduğumu söyle!'' dedi. Denle onun yanına doğru yürüdü.
''Bunu zaten biliyor. ''
''Ne diye çağırıyor o zaman?'' Aleon sert çıkışmıştı. Denle ise cevap vermeden
onu izledi. Bir süre bakıştılar ve sessizlik sürdü.
''Marinoe
kız kardeşim gibiydi hep. Onu çocukluğundan bu yana tanırdım. Yaramaz ufak bir
kızdı. Oradan oraya koşar asla durmazdı. Sürekli sorular sorar ve cevap verene
kadar peşimde dolaşırdı. Asla unutmaz ve asla pes etmezdi. Öylede oldu. Hep
savaşmak istediğini söylerdi. Büyükanne ona engel olmasa çoktan Bakren
kamplarından birisinde can vermiş olurdu. Onurlu ve şerefli ölmek için elinden
geleni yapacağını söylerdi. Kocası ve bizim liderimiz olan Beyaz Kurt köyünün
en yürekli adamı öldüğü zaman onun için yaşayıp intikamını alacağına yemin
etti. Ona olan sevgisi için değil ona olan saygısı için bunu yaptı. '' Aleon
onu dikkatle dinliyordu.
''Ancak
ilk defa diz çöktüğünü duyduğumda şaşırmıştım. Senin için çökmüş olması beni
şaşırttı. Marinoe'nin bu hareketine hala inanmıyorum. Onun sevgisini kazanacak
kadar yürekli ve iyi birisi olduğu gerçeğinede inanamıyorum.'' dedi. Aleon
öylece bakıyordu. Karşısında durduğu adam başını yavaş yavaş salladı.
''Onun
bu hayatta değerli kalan bir davası birde kızı vardı. Onlara sahip çık ung
kralı!'' dedi. Aleon bir süre öylece dikilip kaldı. Daha sonra başını öne doğru
eğdi.
''Kızına
babalık yapmamı mı istiyorsunuz benden?'' dedi. Denle derin bir nefes aldı.
''Ona baba olacaksan babalık yap! Ağabey olacaksan onu yap, amca ol ne olursan
ol ama ona aile olabileceğini düşünüyorum. Marinoe'nin bu gün huzurlu olmasını
istiyorsan ardında kalan iki şeye sahip çık!'' dedi. Kalkıp gitmişti. Aleon'u
kafasında soru işaretleri ve içini yakan bir ateşle baş başa bırakmıştı.
...
Yola
çıkılmak üzere Akela kadınları geçitleri açmaya başlamıştı. Kuwala dikilmiş
kızlara komut veren Güneş'in Kızına doğru yürüken botlarını saran zincirden
yapılma tokalar şıkırdıyordu sessiz koridorda. Avluya adım attığında Güneş'in
Kızı dönüp onu selamladı. Kuwala ona doğru yavaş adımlarla yaklaşmıştı. Daki
ile odaya kapanıp kafasını toplamak ona iyi gelmişti. Güneş'in Kızı'nın
selamını aldı ve gülümsedi. Dikildiği basamakları yavaşça indi.
''Dinlenmişsiniz
Efendi Kuwala!'' demişti Güneş'in Kızı. Kuwala sessizce onu izledi. Ve yanına
doğru yürürken konuşmaya başlamıştı.
''Çok
kan döküldü ve ne kadar önüne geçmeye çabalasamda dökülmeye devam edecek.''
demişti. Güneş'in Kızı ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kuwala ise geçitleri
hazırlayan kızlara dikti gözlerini.
''Daki bir defasında bana bir savaş başladığında ondan kaçınamıyorsak ya
öldürmemiz ya da ölmemiz gerektiği için olduğunu söylemişti. İkisinide çok defa
yaşamış gibi hissediyorum. Sen?'' demişti. Güneş'in Kızı katlettiği ailesini ve
öldürdüğü onlarca insanı düşündü.
''Çok kişiyi bende öldürdüm efendim.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ona doğru
döndü. Ellerini arkasında birleştirmişti.
''Kaç defa öldün peki?'' dedi. Güneş'in Kızı ölümden geri dönüş olduğunu
düşünmüyordu. Başını öne doğru eğdi.
''Sanırım hiç ölmedim.'' dedi. Kuwala başını yavaşça salladı.
''Madem henüz ölmedin, senden ölmeni ve beni d eo ölüler diyarına götürmeni
istediğimde kabul eder misin?'' demişti. Güneş'in Kızı ve etrafta ki Akela kadınları
buz gibi bir ifade ile ona bakıp kalmıştı. Kuwala ise oldukça sakin bir
tebessüm ile gülümseyerek geçitlere çevirdi gözünü.
''Ordularımızı onun orduları ile bu dünyada savaşamaz. Onun dünyasına gitmek
istiyorum.'' demişti. Ölüm ve yaşam arasında bir kapı açmak sadece tanrılara
verilebilecek bir yetenekti. Güneş'in Kızı kutsanmışlığını biliyordu. Ancak bir
tanrı gibi ölümle yaşam arasıan kapı açabilecek kimseyi tanımıyordu. Kuwala
sakince onun düşündüklerini biliyor gibi elini cebine soktu. Dörde katlanmış
kitap sayfasını ona doğru uzattı.
''Yaptılar! Bunu yazdılar da... Bunu başaracak kişiler bul! Ya da başar. Beni
ve orduları bu dünyadan o tarafa geçirmen gerekecek. Bunu yapabilir misin?''
demişti. Güneş'in Kızı uzatılan kağıdı aldı. Etrafta derin bir sessizlik vardı.
Kağıdı açıp bir süre baktı. Gözleri yazıları ve işaretleri takip etti.
''Bilmiyorum Rahom Kuwala! Bu denenmeyecek kadar tehlikeli...''
''İnan bana bu tarafa geleceklerin yanında hiç tehlikeli kalmaz. Eğer tanrılar
kurban isterse bunu ver.'' demişti. Güneş'in Kızı ona bakıp kalmıştı. Kağıtta
insan kurbanlardan söz ediliyor ve Rahom ona kurban verebileceğini söylemişti.
Dudaklarının kuruduğunu ve boğazının şiştiğini hissetti.
''Gözlerin doluyor!'' demişti Kuwala ona bakıp. Güneş'in Kızı süzülen gözyaşını
nazikçe sildi.
''İnsanları öldürmek...''
''Senin için zor olmayacak. Kendi kanından olanı katlettin. Bunu Fohara'nın
gözlerinden izledim.'' diye cümleyi devam ettirdi Kuwala. Ellerini tekrar
arkasında birleştirdi.
''Ya ölürsün ya öldürürsün. Bu savaştan hiç birimiz kaçamadık değil mi? İnan
senin kadar mutlu olamıyorum bunu söylerken.'' dedi. Geldiği yoldan geri
dönerken Güneş'in Kızı elinde kağıt parçası ile öylece kalmıştı.
...
Ordular
geçiş yapmak için açılan kapılardan gelecek olan komutanlarını bekliyordu. Kısa
ama bu anlamsız gibi gelen konuşmalar Kuwala'nın karşılaştığı düşmanını yenmek
için tasarladığı her planın ayrıntısını gizliyordu. Bir çok kişi onun planından
habersiz bırakılacaktı. Gece uzandığı yerden onu izleyen Daki'ye döndü. Yazdığı
mektubu mühürledi ve ona uzattı. Daki yattığı yerden doğruldu.
''Kaç tane lazım?'' demişti. Bu mektuplardan daha kaç tane yazması gerektiğini
düşünüyordu. Kuwala geri masaya döndü. Eline divitini aldı.
''Eğer gördüklerim doğru değilse onun tam tersinde gidiyro herşey. Marinoe'nin
daha erken ölmesi gerekirdi. Ama onun kaderine müdahale edildi. Bunun kaynağı
o. Ve onun bir daha benim gördüklerimi görmemesi gerekiyor. Yapabileceğim tek
şey herkesin gerektiği anda planın parçasından haberi olması.'' dedi. Daki
mektubu bir ipek zarfın içine yerleştirdi. Diğer zarfların arasına bıraktı.
''Bu
süreç içinde onun ordusunu güçlendirmesin diye herkesin kılıcını kınına sokması
gerekiyor. Buna Seronlarad dahil.'' dedi. Daki ayağ akalkıp onun arkasına
geldi. Ellerini omuzların koyup yazdığı mektuba baktı.
''Nasıl yapacaksın bunu? Karşında ateşi metalle yöneten ve birçok makinesi olan
bir ordu var.'' dedi. Kuwala omuzlarında ki ellerin sıcaklığı ile gülümsedi.
''Gerekirse güç gösterisi yapacağım. Sadece Kraliçeye karşı muhalif bir grubu
bulmamız gerek.'' dedi. Daki bunu duyunca duraksadı.
''Sanırım bir tane biliyorum. Ama pek hoşuna gitmeyecek.'' dedi.
Otuz
İkinci Bölüm
Pişmanlıklar
Kuwala
karşısında duran şehre baktı. Durdukları tepenin ardı düzlüktü. Ezilmiş kardan
oluşmuş çamurlu geniş patikanın sonunda şehrin büyük tahta kapıları vardı.
Surlara dizilmiş nöbetçiler ufak birer karınca gibi gözüküyordu. Sert esen son
kışın kuzey rüzgarları şehrin çirkin kokusunu taşıyordu. Orduyu buraya kadar
yürütmişlerdi. Sol tarafında ondan bir adım geride dikilen bakren ordusu
komutanları ve Grave vardı. Sağ tarafında hemen yanı başında duran Daki ve onun
bir adım gerisinde duran Ung Kralı Aleon ile komutanlar vardı. Ordu arkada
sessizce kampını kurmuştu. Şehri ile aralarında bu ufak tepe vardı.
''Geldik!''
demişlerdi. Marinoe öleli dört ay olmuş ve ordu sessizce ilerlemişti. Üç ayrı
koldan tam olarak bir gece önce burada bir araya gelmişlerdi. Kuwala bu süre
içinde Daki ile beraber ufak bir Kuzeyli ordusu edinmiş ve onlarla gelmişlerdi.
Ordu köylerden ve kasabalardan toplanmış insanlardan oluşuyordu. Her biri
savaşmak istediklerini söylemişlerdi. Melez Piç tamamen yönetimi eline almış ve
ortalama üç aydır şehrin kapıları kimseye açılmaz olmuştu. Kuwala gözlerini
kıstı. Orada yükselen sivri uçlu ve buzdan kulele riçinden onu izleyen Melez
Piç'i görecekmiş gibi baktı. Onu gördüğünde ne yapacaktı bilmiyordu. Ona karşı
zayıf ve güçsüz kalıyordu. Onu yenebilecek kadar yetenekli olduğunu sanmıyordu.
Ama savaşmaktan vazgeçemezdi. Yine öldürmüşlerdi. Yine katletmişlerdi. Ama
mecburlardı. Savaşı öldürmeden yenebileceklerini bilmiyorlardı.
''Hissediyor
musun?'' demişti Daki ona göz ucu ile bakıp. Kuwala gözlerini açtı ve
gökyüzünün griliği gözlerinde belirdi.
''Ölümü
hissetmeyen yoktur sanırım Daki. Fakat ben onlardan daha çok korkuyorum.''
dedi. Esen rüzgar cübbesinin eteklerini savuruyordu. Yürümekten haşat olmuş
deriden botlarını bağlayan kayışlar gerildi. Bir süre daha soğuk son rüzgarları
hissetti. Arkaya doğru bakıp orduyu gördü. Güven veren kalabalığa güvenip derin
bri nefes aldı. Onu takip eden komutan ve efendilere döndürdü başını. Hepsini
tek tek görmek için bri süre göz göze geldi. Beyaz saçları arkaya doğru
toplanmış bir kurdele ile ensesinden toplanmıştı. Ağır deriden zırhının altında gri cübbesi salınıyor
botları çamura batmaktan artık daha ağır durumdaydı.
''Bu gün
değil ama yarın bir çoğumuz burada olamayacağız! Bunu bilmenize rağmen adıma
dım Kuzey topraklarında gezip benimle buraya kadar geldiniz. Şu andan itibaren gidecek
olan kimseye ne kırılır ne suçlarım. Sadece şu zaman kadar teşekkür
edebilirim.'' masay abaktı. Çoktan ana çadıra dönmüşlerdi. Çzilmiş Kristal
Şehir planında ince uzun parmaklarını dolandırdı ve sarayın olduğu yerde durdu.
''Sizleri bekleyen aileleriniz, halkınız var. Gitmek isterseniz ordularınızı
alıp gidebilirsiniz.'' demişti. Gözlerini Aleon'a dikti. Aleon ona kaşlarını
çatmış bakıyordu. Ondan gitmesini mi istiyordu? Bunu neden isteyeceğini
bilemedi Aleon. Masaya doğru bir adım yakşaltı. Ustunda ışıl ışıl parlayan bir
Ung zırhı vardı. Metalini hiçbir ok, mızrak ya da kılıç delip göğsüne
ulaşamayacak kadar kalındı. Ağırlığı ve zincirleri ile daha bri heybetli
durmuştu Aleon. Hala Marinoe'nin acısı ile kıvranıyordu ama sertleşmişti yüzü
ve yüreği. Kuwala ona bakmaya devam etti.
''Gitmemi mi istiyorsun?'' Aleon bunu söylerken sesi çadırı yalayıp geçen
rüzgardan daha soğuktu. Kaşları iyice çatıldı kara gözleri gölgenin altında
kaldı.
''Gitmeni istemiyroum. Hayatta kalman gerektiğini düşündüm. Daha doğrusu
düşündük.'' dedi ve yanında dikilen Daki'ye baktı. Daki bu fikrin babasıydı.
Ağabeyinin yaşaması ve ung krallığına sahip çıkmasını istiyordu. Eğer ikiside
aynı yerde ölürse krallık yağmalanır ve başsız bir beden gibi çürüyüp giderdi.
''Sizinle buraya kadar geldikten sonra neden beni intikamımdan uzak tutmaya
çabalıyorsunuz?'' Bu sözleri söylediğinde masada yanan mumlar adeta titremişti.
Kuwala onun Marinoe'nin intikamını almak için kendi canını tehlikeye atacağını
tahmin ettiği ve planları alt üst edeceğinden korktuğu için geri UngurPan'a
göndermek istiyordu. Güneş'in Kızı oturduğu yerden onlara baktı.
''Sadece senin intikamın değil. Gözetimim altında bir askerim öldü ve
arkadaşımı koruyamadım. O benim içinde bir kan davası. Seni göndermek için
başka sebepleri vardır. '' demişti. Son aylarda Güneş'in Kızı ve Aleon'un
arasında sürtüşmeler başlamıştı. Güneş'in Kızı ile sıksık ikisini kavga ederken
görüyorlardı. Bu sürtüşme iki güçlü ordunun birlik ve düzen içinde yürümesine
engeldi.
''Başka
bir sebep mi?'' hışımıyla Güneş'in Kızı'na döndü.
''yok mu?'' Sorgulayıcı ses ile Güneş'in kızı Kuwala ve Daki'ye bakıyordu.
Kuwala kalabalık çadırda ikisinind ekavga etmesi ile uğraşamayacaktı. Gözlerini
kısıp ellerini arkada birleştirdi.
''bir
kralın ölümü bri krallığın ölümü olacaktır. Aynı şey senin içinde geçerli. Sen
ölürsen Akela diye bir gerçeklik kalmayacak.
Seronlar yağmalama ve talan işinde başarılı olduğunu geçtiğimiz şehri ve
kasabalarda gösterdi. Eğer Akela ve
UngurPan başsız kalırsa burada savaşı kaybedersek Malez Piç her şeyi kazanacak.
Marinoe gibi binlerce ruha acı ve işkence edecek. İkinizinde sorununu sizlere
söyleyeyim. Her şeyi özel olarak algılıyorsunuz. Marinoe'yi öldürmesinin temel
amacı bizleri kışkırtmaktı.'' deirn bri sessizlik oldu. O günden bu yana Kuwala
ilk defa Mairnoe hakkında ölmüş olarak konuşuyordu. Sessilik ölümü davet edecek
kadar derindi. Kuwala'nın adem elması aşağı yukarı hareket etti. Yutkunmaya
çabalamıştı. Ama bu kuruluk bütün ağzını sarıyordu. Ölümden söz etmek onu
korkutuyordu. Birilerinin ölecek olması onu korkuya sürüklüyordu. Özelliklede
yanında dikilen ve varlığı ile ona güç veren adamın ölecek olmasından
korkuyordu. Hiç biri tanrılar tarafından kutsal olarak görülmüyor ve ölümsüz
değildi. Bir kılıcın kalkıp inmesi kadar kolay ölebilirlerdi.
''Marinoe gibi binlercesini kurtarmak için savaşıyoruz. Bunu anlamaz ve
harekete geçtiğimizde kendi bencil intikamınız için koşarsanız kaybederiz. Ve
bende birilerini kayetmekten ölümünü görmekten yoruldum. Yarın gün doğduğunda
eğe rhala bencil şekilde intikam için koşuyor olursanız... Gidin!'' dedi.
Ordunun yarıdan fazlası demekti Unglar ve Akela Kadınları. Kuwala onları
gönderirse hükmen malup olarak başlayacaktı. Ve onlar giderse surlara
yaklaşamadan bir çok kişi ölmüş olacaktı. Bunu göze alarak konuştuğunun
farkında olacak kadar zeki bir liderdi.
Bunu göze alırken karşısında bulunan kişilerin davranışlarını iyi
gözlemlemişti. Kendi çadırına geçtiğinde Grave ve Cohin ile Daki'de ona eşlik
etmişti. Üşüyordu. Sert esen bu son kış rüzgarları onu ürpertiyordu. Daki hiç
vakit kaybetmeden ocağın üstüne birkaç odun daha attı. İskemleye oturan
Kuwala'nın üstüne bir pardüsü daha verdi. Kuwala titreyip burnuan kadar
pardüsüye sarıldı. Cohin ise hemen onun karşısındaki iskemleye oturdu. Daha
kordineli bir ordu oluşmuştu. Çadırlar tehcizat ve eğitimler. Kuzey ordusu ve
güney ordusu birlik içinde hareket ediyordu.
''Kral
Aleon giderse ordunun yarısı onunla gidecek. Efendi Daki'ye itaat eden beş yüz
kadar adam kalır en fazla. Güneş'in Kızı ise gurur yapıp ayrılırsa onunla bütün
Akela kadınları döner.'' demişti. Kuwala ona gri gözleirni dikti. Endişeli
adama gülümsedi yüzünden pardüsünün ucunu çekip.
''Hiç bir
yere gitmeyecekler. Ikiside bu savaşta nedne olduklarını biliyor. Marinoe'nin
kanın peşine düşerek gerçek amaçlarını unutmayacak kadar akıllıdırlar.'' dedi.
Bakışları ona sıcak çay hazırlayan Daki'ye kaydı. Onu izlemeye bayılıyordu.
Arkası dönük olmasına rağmen yüzündeki tebessümü hissediyordu.
''Yanılıyor
muyum Daki?'' demişti. Daki omzu üstünden ona baktı. Gülümsüyordu gerçektende.
Yeşil gözleri ışıldıyordu.
''Yanıldığını sanmıyorum. Aleon burayı bırakıp gidecek kadar kibirli değil. Ve
Akela Kraliçesi ona meydan bırakacak kadar aptal değil.'' demişti. Kuwala
gülümsedi. Elinde sıcak bir çayla gelen adamın oturması için uzanıp bir
iskemleyi yamacıan doğru çekti. Grave ise kendine sandalye alıp çoktan ocağın
yanına oturmuştu.
''Duyduklarım doğru mu Efendi Rahom?'' demişti Grave konuyu hızla değiştirerek.
Kuwala ona bakıyordu. Metal kabın sıcaklığında ellerini ısıtırken. Grave onun
meraklı gözlerinden gözlerini kaçırmadı.
''Bir kurt sürüsü ile gelmişsiniz buraya!'' demişti. Kuwala çekinmeden başını
salladı. Ayezi ve Fohara'nın izinden kurt sürüsüne ulaşmıştı. Onları peşien
takmıştı. Kantou ona sürünün Fohara'yı boğmaya yelteneceğini söylemesine rağmen
buna devam etmişti. Fohara onları hep uzaktan izlemiş ve Beyaz Kurt sürüsü ise
Ayezi ve Kuwala'nın izinden gitmişti. Sürü kampa yarım saatlik uzaktaki tepenin
ardındaydı. Şehre Kuwala emir vermeden yaklaşmayacaktı.
''Doğru. Ancak güvendesiniz. Kara Kurtlar buraya adım atmadığı sürece
saldırmayacaklar.'' dedi. Grave derin bri nefes aldı.
''Onlar mistik varlıklar. Onların birisi bile Melez Piç'ine lien geçerse
sonumuz olabilir.'' dedi. Kuwala böyel düşünmüyordu. Hepsi mistik değildi.
Alfalar dışında diğerleri sıradan kurtlardı. Alfaları güçlü yapanda
yetenekleriydi. Kuwala sürünün alfasını sevmemişti. Kendini beğenmiş ve kibirli
bir alfaydı. Ayezi'ye kafa tutacak kadar kendine güveniyordu. Ayezi onu ciddiye
almadığı için meydan okumaları askıda kalan Alfa Rahomu takip etmenin kutsal
görev olduğunu düşündüğü için sürüyü getirmişti. Daki kollarını göğsünde
birleştirip bacak bacak üstüne attı.
''Eğer beyaz kurtlardan birisi olursa Ayezi onu yakalayıp ruhunu yiyecektir.
Bir sorun olmayacağıjndan eminim. Sorun olsaydı şu an akadar üç kayıp verdiler.
Boğuşmalarda ölenleri Ayezi yedi.'' dedi. Grave hala olanlara pek alışamamıştı.
Kuwala ile Daki arasında dostluğun fazla samimi olduğunu görmüştü. Ama hala onları
sıradan iki arkadaş olarak görmekte ısrar ediyordu. Sohbeti bölen şey Muhon
Asha'nın bri küfürle çadıra dalması olmuştu. At pisliğine bastığı botunu
kapının eşiğinde sürüyerek sağlam bir küfür sallamıştı.
''Gidip şu
herifin boğazını keselim ve bu iş bitsin. Daha neyi bekliyoruz?'' dediğinde
hepsi dönüp ona bakmıştı. Muhon Asha sormadan hızla bri sandalye çekti ve
oturdu. Cevap bekler gibi herkesin yüzüen baktı. Sohbeti yarıda kesmiş
olabileceğini fark edip bir öksürükle boğazını temizledi.
''Önemli bri şey mi konuşuluyordu?'' dedi. Grave ile Muhon Asha hala
anlaşamıyordu. Aralarında profesyonel bri ilişki vardı ama samimi
olamıyorlardı.
''Önemliydi. Senin bastığın atın boku kadar önemli olmasada...'' demişti Grave.
Muhon Asha dişleirni gıcırdattı. Kuwala ikisinin dalaşmasını çekemezdi. Derken
çadırın perdesi tekrar aralandı ve içeriye
Çavuş girdi. Çavuş oluşan sessizliğe bakıp olduğu yerde durdu.
''Yanlış
bri zamnada mı geldim efendim?'' demişti. Kuwala tebessümle ona bakıp eliyle
davet etti onu boş son üç sandalyeden birine. Çavuş çekinerek yaklaşıp Grave'in
yamacına oturdu. Daki huzursuzca oluşan kalabalığa bakmıştı. Başını öne doğru
eğdi. Uzun süredir Kuwala ile yan yana biel yatamamışlardı. Sürü ve açık alan
onları ayrı ayrı yatmaya zorlamıştı. Kuwala onun hzuursuzluğunu anlıyordu. Ama
komutanları kapı dışarı etme lüksüne sahip değildi. Cohin hemen efendisi
Daki'nin yüzünden anlamıştı neler olduğunu. Muhon Asha sinsice güldü.
''Daki yorgun musun?'' demişti. Daki başını kaldıırp ona baktı.
''Sayılır.'' dedi. Muhon Asha gülümsemesini silemeden konuşmaya devam etti.
''Kuwala ile konuşacakların vardır biz çıkalım mı?'' demişti. Kuwala bir an
için gözlerini ayırıp kalmıştı. Muhon Asha'nın bildiği bu durumu sürekli
sinsice gülerek belirtmesi rahatsızlık veriyordu ona. Gözleirni irice açtı.
Kaşları yukarı doğru kıvrılmıştı.
''Sorun değil ilerleyen saatlerde konuşuruz biz.'' diye cevap vermişti Daki.
Kuwala karşısında oturan Cohin'e bakmıştı. Cohin yumuşak bri gülümseme ile ona
bakıyordu. Bir anda ayaklandı. Giden ilk kişi olmak onun için sorun
olmayacaktı.
''İyi uykular efendiler.'' dedi çıktı. Sonrasında çabuk boşalmıştı etraf. Bir
tek Muhon Asha kalmıştı. Daki onu umursmaayıp elini uzatıp Kuwala'nın belien
sardı. Muhon asha elindeki çakısı ile tırnaklarını temizlemekle meşguldü.
''Ne zaman evleneceksin?'' demişti Daki. Muhon asha işi ile meşgulken konuşmaya
başladı.
''Savaş bitince evlilik teklifimi kabul edecekmiş.''
''Önden dönmeyi düşündün mü?''
''Bu onursuzluk olur Daki! Bir komutan olarak ben bunu yapamam. Bir general
olarak ordumu da arkada bırakamam.''
''Onu ve oğlunu arkanda rahatça bırakabiliyorsun ama.'' Kuwala hiç beklenmedik
bir anda çıkış yapmıştı. Grave şaşkınlık ile başını kaldırdı. Kuwala'ya öylece
bakıyordu. Kuwala derin bir iç çekti. Omuzları düşmüştü.
''Arkada bırakılmak nasıl hisseder bunu biliyorum.''
''Ama onlar güvende!'' Daki birden konuşmaya başlamıştı. Gözleri yere dikili
halde konuşuyordu.
''Onlar Aleon'un hükümdarlığı altında olan UngurPan'da güvende!'' diye devam
etti. Aklına Kuwala2yı o evde tek başına bıraktığı an gelmişti. Sözleri bitince
bir ölüm sessizliği başladı. Nefes alışları duyuluyordu. Kuwala kıvranır gibi
bir kaç defa kımıldandı. Söyleyecekleri çoktu ama konuşmak istediği tek adam
yanında oturan Daki dışında kimse değildi. Muhon Asha bir süre sonra ayaklanmıştı. Onları yanlız bırakmak için
hepsi yavaş yavaş çekip gitmeye devam etti. Yalnız kaldıklarında Kuwala derin
bir sessizliğe gömüldü. Daki ile onca konuşacağı şey varken bu sessizliğin
nedenini bulamıyordu. Bir süre göz göze kaldılar. Daki daha fazla dayanamadı.
Konuşmak için karşısına oturdu. Ellerini uzatıp Kuwala'nın ellerinin üzerine
koydu.
''Böyle bakma bana!''
''Rahatsız mı oluyorsun?'' cevap vermek için doğru kelimeleri bulamayıp aklına
estiğince konuşmaya başlamıştı Kuwala.
''Hayır!'' Öne doğru eğilip yorgun gri gözlerde kendi yansımasını aradı.
''Beni hiç tanımıyormuşsun gibi hissediyorum. O sakin yüzünün ardında kopan
kıyametleri biliyorum. Senin bakışlarının ardında yatan her şeyi görüyorum. Ama
sen bunu benden saklar gibi bakıyorsun.'' demişti. Kuwala onun yeşil gözlerine
kitlenip kalmıştı. Ellerini tutan sıcak ellerin sertliği ile irkilene kadar
bakmaya devam etti.
''Yoruldun. Savaşmaktan, kaçmaktan ve kovalamaktan çok yoruldun. Etrafına bak
kimse yok. Böyle ifadesiz ve sakin kalmak zorunda değilsin benimleyken. Benden
bir şeyleri saklamak zorunda değilsin. Sadece kendini bırak.'' demişti. Kuwala
bir anda omuzlarını düşürdü. Gözleri doldu. Çenesi titriyordu. Üşüdüğü için
değildi. Titreyen çenesinden soğuk gözyaşları Daki'nin sıcak ellerine damlamaya
başlamıştı. Yorulmuştu ama dik durmak zorundaydı. Lider olmak bunu
gerektiriyordu. İstemeden geldiği bu konumda dimdik ve duygusuz olmalıydı.
Sevdiği adama karşı bile dimdik durmalıydı. Başını öne doğru eğdi. Gözyaşları
daha hızlı akıyordu. Kamburlaşan sırtı sarsıldı. Hıçkırıklar devamlı arttı.
Öyle ne kadar ağladığını hatırlamıyordu tek hatırladığı o gece Daki'ye doğru
sokulup onun göğsünde bulduğu boşlukta bütün bu dünyanın yükünden kaçmak için
yeterli olan o alanda uyukuya yenik düştüğüydü. Uyandığında hala Daki'nin
nefesini hissediyor olmak onu rahatlatmıştı. Ölüme ve yokoluşa bu kadar yakın
olduğunu bilirken önemsediği birisinin nefesini hissetmek... Onun için yaşamın
temel kaynağı olmuştu. Hiç kımıldamadı. Kalp atışını dinledi Daki'nin. Ara ara
göğsünden gelen hırıltıyı... bazen dudakların aralayıp kapatırken çıkardı o
zayıf ama yaşam dolu sesi dinledi. Ta ki saçları arasında kalın ve sert
parmakları hissedene kadar. O zaman kımıldandı. Başını kaldırıp yeni açılmış
gözlere tekrar dikti gözlerini.
''Uyandırdım mı?'' demişti Daki. Henüz boğazını temizleyememişti. Sesi
hırıltılı çıkmıştı.
''Uyanıktım.'' dedi. Daki bunu duyduğunda onu kolları arasına alıp günaydın
demek için tutkuyla öpmüştü. Bir süreliğine olsun herşeyden uzaklaşmış
hissediyorlardı.
Öğlen
saatlerine kadar kamp durgun ve sessizdi. Öğlen ise Aleon demir zırhının
şıkırtısı ile Kuwala'nın çadırının önünde belirmişti. Içeride sadece Kuwala
olduğunu bildiği için rahatlıkla girdi. Kuwala sessizce oturmuş haritaya
dikmişti gözlerini. Düşünüyordu. Aleon oan doğru sokulup Kristal şehrin doğu
yakasında ki surun dış kısmıan parmağını koydu.
"Onu burada bulmuşlar. Yarı canlı. Bedeni çıırlçıplak ve paramparça."
Kuwala birden irkilip kalmıştı. Şehrin haritasında ki eldivenli ele sonra elin
sahibine baktı.
''Peki kararın ne?" demişti. Konuşma kısa sürecekti.
"Ne mi?" Aleon bu cevabın ardından karşıda bulunan sandalyeye oturdu.
"Kaçmayacağım! Burada kalıp seninle savaşıp vermiş olduğum sözü tutacağım.''
demişti. Kuwala beklediği cevabı almış olmaktan tatmiş olmuş halde tebessüm
etmişti. Gri gözleri tekrar Aleon'a dikilmişti. Eli nazikçe çenesine
dayanmıştı.
"Dün gece seni çok iyi anladım. Sadece bir süreliğine olsun Daki'yi
kaybettiğimi düşündüm. Bu bile beni ölümden beter hale getirdi. İntikamını
alacaksın ama daha fazla kimseyi kaybetmeden.'' demişti. Aleon sessizdi. Onu
dinlemiş ve başını sallamıştı. Kuwala ile uzun konuşmaları sevmiyordu. Onun
Daki hakkında konuşmasınıda sevmiyordu. Alışamıyordu kardeşinin bir adamla
birlikte olmasına. Gözü yatağa kaydı. Ikisinin bir yatakta yatıyor olması ve
sevişiyor olması garipti. Ve tekrar Kuwala'ya baktı. Sadece ona bakıyordu.
Ikisini bir arada düşünmeden Kuwala'ya baktığında bir lider ve bir Rahom
görüyordu. Daki'yi düşündüğünde kardeşi hala aynıydı. Seron başkentindeki
tüller içinde ki erkek fahişelerden farklı sıradan iki adam görüyordu.
Dudakları yukarı kıvrıldı ve kaşları çatıldı.
''Sözümden dönmeyeceğim. Gitmeyeceğim ve burada kalıp bu zaferi tek başına kazanmadığından
emin olacağım.'' demişti. Ayaklandı. Kuwala onun bu tavrını tanımıştı. Aleon'un
duygularını dışa vurşu Daki kadar başarı değildi. Ama Kuwala alışmıştı. Onun ne
anlatmak itediğini anlayınca başını yavaş yavaş salladı ve çıkması için müsaade
etti.
Saatler
öyle uzun geliyordu ki kamptaki askerlere. Karşılıklı süren bu sessizliğin
sebebini iki tarafta bilmiyordu. Kuwala ordunun baş kumandanı olarak yer
alıyordu. O emir verene kadar hiç kimse ordusunu oynatamazdı. O süre içinde bu
bekleyiş sürecekti. Aleon'dan hemen sonra güneş'in Kızıda gelmiş ve kalacağını
bildirip Kuwala'ya konuşma fırsatı vermeden hışmı ile çıkmıştı. Kuwala şehrin
haritasına bakıyordu saatlerdir. Akela kadınlarının çzidiği bu harita sadece
yerleşimi göstermiyor tünneleri ve lağım kanallarınıda gösteriyordu. Şehrin
altı ve üstü karşısındaydı. Savaşmak için doğru yöntemi bulmuştu. Ama oraya tek
başına girecek kadar güçlü hissetmiyordu. Son günlerde rüyasında sürekli olarak
ölüm habercileri görüyordu. Onu ya da çevresindekilerin haberini taşıyan bu
habercilerden korkuyordu. Londaga'nın gücünü hissedemiyordu.
''Pes mi
edeceksin?'' zihninde yayılan sesle ürpermişti. Bu tanıdık çatlamış ses ve o
ürperti ile sarsıldı. Etrafıan baktı. Melez Piç onun zihnindeydi.
''Pes edecek olsam o gün Darta Tapınağından aksi yöne giderdim.'' dedi. Melez
Piç'in kısık kahkahasını duydu.
''Kimsenin ölmemesi için o haritanın yeterli olacağına inanıyorsan ona
saatlerce ve hatta günlerce bak. Ama eline bri şey geçmeyecek. Sana göstermek
istediğim bri şey var!'' demişti. Kuwala birden bedenini buz gibi hissetti.
Gözleri karardı. Tekrar ışığı gördüğünde surların ardındaydı. Karşısında şehrin
tepeden görüntüsü vardı. Binlerce insan... ama öylece hareketsiz duruyordu.
''Görüyor musun?'' omzuan dokunan elin soğukluğu ile ürperdi. Kulağına üflenen
nefes onu kaskatı kesmişti.
''Senin adamlarıan gerek kalmadı. Onlarda savaşacak.'' demişti. Kuwala'yı
durduğu camdan aşağı doğru itekledi. Aşağıya doğru yaklaştıkça ölü bedenleirn
boş gözleirni görüyordu. Bir çığlık attı ve gözleirni açıp oturduğu yerden
fırladı. Çığlığına içeri askerler gelmişti. Elleri titriyor ve kalbi çok hızlı
çarpıyordu. Ona seslenen askerleri umursamadan çadırdan fırladı.
''Daki!'' diye bağırıyordu. Avazı çıktığınca bağırıp yolunu kaybetmiş gibi
çadırlar arasında dolanıyordu. Eli göğsündeydi. Kalbini sakinleştiremiyordu.
Sesi kısılana kadar yükseltti. Yolunu kesen Ayezi'yi bile görmezden gelip
bağırmaya devam etmişti. Şehir surlarıan doğru yürüken koluan yapışan bir el
onu durdurdu. Daki soluk soluğa onu yakalamıştı. Kuwala onu gördüğünde
şaşkınlıkla bir kaç saniye durdu. Titreyen eli ilerideki surları gösterdi.
''Hepsini öldürmüş.'' dedi. Kelimeler titrek sesi kısıktı.
''Binlerce insan, onlarca çocuk... Hepsini öldürmüş!'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı.
Elin işaret ettiği sur kapısına çevirdi başını. Bütün komutanlar onlara
yetişmişti. Güneş'in Kızı oraya doğru yürüdü.
''Neler oluyor?'' demişti. Onun hareketinden cesaret bulan kendini yanlarıan
attı.
''Herkesi öldürmüş. Hepsini birer ipli kukla gibi kendine asker yapmış.''
Kuwala hala şok içinde konuşuyordu. Konuşurken bedeni buz gibi bir soğuk
saçıyordu.
''Ne yaparsam yapayım her şeyi görecek. O zihnimin içinde...'' demişti. Daki
elinin donmaya başladığını hisseidnce Kuwala'nın kolunu bıraktı. Kuwala
üstündeki kaftanı çıkarıp attı. Kollarını yukarıya doğru sıyırmaya başlamıştı.
''Onu
bulup öldüreceğim. Şu an! Daha fazla beklemeyeceğim.'' demişti. Bir tuzağa
gittiğinin farkında olmayan bri tek oydu. Daki'nin dudaklarının kımıldadığını
gördü ama sert rüzgar kulaklarında çığlık çığlığa dolaşıyordu. Onu duymuyordu.
Daki'nin geriye doğru savrulduğunu fark etti. Kimseyi görmüyordu. Adım attıkça
toprağın buz kestiğini görüyordu. O surlara doğru yürürken okların parlak ucu
grileşmiş güneş ışığı altında parlıyordu. Bal rengi bir çift göz ona bakıyor ve
kırmızı dudaklar yukarı kıvrılmıştı. Seron arması taşıyan zırhın altındaki
geniş omuzlar geriye doğru atılmıştı. Arkaya doğru toplanmış saçlar esen soğuk
rüzgarda daha fazla geriye doğru yapışıyordu.
''İşaretimle...'' demişti. Askerler gözlerini bile kırpmadan sura doğru yüreyen
yürürken buz gibi rüzgarı taşıyan Rahoma dikmişlerdi gözleirni. Arkada kalanlar
oan yetişmeye çabalasada rüzgar onları geriye doğru itiyordu.
''Hazır...'' birden eli havada kaldı. Koşan üç kurt görmüştü. Ve birden Rahomu
önünü kesmişlerdi. Üç kurttan birisi çok iriydi. Beyaz kürkleri diken diken
olmuştu. Ayezi dişleirni bilemiş hırlıyordu. Alfa ve Fohara ise onun iki yanıan
geçmişti. Kuwala durmuştu bri an için. Sırtı kamburlaşmış ve bir çığlık
atmıştı. Kulakları sağır eden bu çığlık
Ayezi dışında herkesi rahatsız etmiş ve okçuların elleri titremeye
başlamıştı. Fohara ve alfa kulaklarını indirip kuyruklarını bacakları arkasıan
sıkıştırmışlardı. Inleyip geriye doğru adım atarken Ayezi ona doğru gelen
Rahomun karşısında duruyordu. Sert esen rüzgar kürkünü okşayıp geçiyordu onun
için.
''Nişan alın!'' Seron komutanın çığlığı rüzgarda dağılıp gitmişti.
Ayezi bir hamle ile atılıp Kuwala'yı sırt üstü yere çakmıştı. Onu yerde bir
süre hırpaladı. Hırıltısı dindiğinde rüzgarda dinmişti. Kuwala öylece yerde
yatmış gri duran gökyüzüne bakıyordu. Ayezi ise hemen yanıan oturmuştu. Bir
pençesi hala Kuwala'nın göğsündeydi. Fohara ise bri hırıltı ile okçulara doğru
dönmüştü. Bri kaç saniye sonra sur üstünde ardı aradıan çığlıklar koptu.
Başları kopan bedneler surdan aşağı düşmeye başlamıştı.
Cohin
şaşkınlıkla olayı izlerken yanından geçen Kantou'yu fark etti. Kantou sakin
adımlarla oraya doğru yaklaşıyordu. Fohara saygı ile başını eğmişti. Alfa ise
ona sırtını dönmüştü.
''Geri dönün!'' demişti. Fohara ve alfa bunu duyunca hızla uzaklaşmaya
başlamıştı. Kantou adımlarını durdurduğunda Kuwala'nın baş ucuna varmıştı.
Ayezi pençesini o zaman çekti. Kantou ona bir süre baktı ve elini uzattı.
Kuwala oturur konuma gelince karşısında çömelip onunla aynı hizaya geldi. Bir
süre ona baktı ve sert bri tokatı suratının ortasına yapıştırdı. Kuwala öylece
ona bakıp kalmıştı.
''Zihnen hazır olmadığı için Ung kralı ve Akela Kraliçesini gönderme kararı
alan sen Kuzey lideri şu haline bak!'' demişti. Kuwala elini yzüüen sürdü.
Burnundan akan kan beyaz teninde ışıldırıyordu.
''Bir piç senin zihninle dalga geçip seni ölüme çekebiliyorsa bu orduların
başında olmayı hak etmiyorsun.'' demişti. Kuwala gri gözlerini ona dikip kaldı.
Kantou kuşağından bir mendil çıkarıp ona uzattı.
''Haddimi aşmak istemem efendi Kuwala ama bir savaştayız. Ölenler, yaralananlar
olacak. Herkes bri şeyler kaybedecek. Ne kadar az kaybeden olursa o kazanacak.
Seni kaybetmek savaşı kaybetmektir.'' dedi. Kuwala öylece kalmıştı. Kantou
ayağa kalktı. Surlara dikti gözlerini.
''Kimseyi öldürmedi. Dün gece arka kapıdan Seron briliklerini içeri aldı. Henüz
savaşacak kadar güçlü değil. Sen olduğun sürecede asla olmayacak.'' demişti.
Ayezi'ye dönüp başını öne doğru eğdi.
''Onu koruduğunuz için çok teşekkür ederim Efendi Ayezi.'' demişti.
Komutanlarda derin bir sessizlik vardı. Kuwala onun gitmesi ile ayağ akalktı.
Mendille burnundana kan kanı silip arkasını döndü. Şaşkınlık içinde bakan
komutanlara sonra Daki'ye dikti gözlerini. Ne diyeceğini bilmiyordu. Başını öne
doğru eğip yürümeye başlamıştı. Daki ona yetişip yanında yürümeye başlamıştı.
''Canın yanıyor mu?'' dedi. Kuwala çadıra girene kadar tek kelime etmedi.
Çadıra girdiğinde ise haritaya doğru yürüdü. Hariya bakıp onu bir hışımla
buruşturup yere fırlattı.
''Kuwala!'' diye çıkıştığında Daki oan doğru yürüyüp kaşları çatık halde baktı.
Burnundan soluyordu.
''Sadece bana yanlış yaptığımı söyle!'' demişti. Daki oan bakıp kaldı. Bir süre
öylece durdular.
''Çok gençsin ve hataların olacak. Bunları kabul etmek zor biliyorum ama...''
''Yanlış mı yapıyroum Daki?'' demişti Kuwala sert bir sesle. Kantou'nun ona
attığı tokatın şokuyla bakıyordu.
''...''
''Sessizliğin yanlış yaptığımı anlatıyor. Ama ben bunları istemedim. Ne Rahom
olmayı, ne Londaga'nın gücünü ne de seninle tanışmayı...'' Daki bir an öylece
kaldı. Pişmalık duyan genç adama bakıp kaldı.
Ne diyeceğini bilemeden öylece kaldı.
''Daki...'' demişti Kuwala ama çoktan Daki sırtını dönüp çadırdan çıkıp gitmişti.
Onun bir pişmanlığı olarak anılmak canını yakmıştı. Bu durumda oan daha fazla
bakmak istemedi. Çekip gitti. Kuwala öylece kalmıştı.
''Ben üzgünüm...'' diyebildi. Başka bir sözcük çıkmadı dudaklarından Daki'nin
çadırdan çıkarken.
Bölüm Otuz
Üç
Ben
Yenildim
Fohara
huzursuzca dolanıyordu. Kuyruğu bir sağa bir sola çarpıyordu. Bir süredir onu
izleyen Ayezi'nin varlığından bile habersizdi.
Ayezi onun sağa sola gidişini izlemekten sıkılıp oraya doğru y ürümeye
başlamıştı. Askerler kampın doğusunda sınırda konaklayan kurt sürüsüne
hayranlıkla bakıyordu. Onlarca kurtu görmek için nöbeti oraya isteyenler vardı.
Ayezi nöbetçileri geçti ve sınırda gezinen Fohara'nın karşısına geçti. Fohara
onu görünce durmuştu. Başını öne doğru eğerek selam verdi. Ayezi gzölerini
sürüye çevirmişti. Alfa kulaklarını dikmiş onları dinliyordu.
''Efendi Kuwala'nın durumu nasıl? Bir kaç gündür onu göremiyoruz.'' demişti
Alfa oraya doğru yürüyerek. Ayezi gözlerini tekrar Fohara'ya dikti.
''Her istediğinizde onu göremezsiniz. Durumu iyi. Londaga'nın hırçın ruhunu
zapt etmek onu yoruyor.'' demişti. Fohara daha bir tedirgin halde oturdu.
Kulakları bri sağa bir sola hareket ediyordu. Çenesi biraz açılmış soluyordu.
''Kantou'nun yaptığı doğru değildi. Onlarca komutan içinde ufak bir kız Rahoma
tokat attı. Bunun bir bedeli olduğunu düşündüğün için mi endişelisin?'' demişti
Ayezi. Fohara tek keliem etmeden ona bakıyordu. Alfa ise onların yanıan gelince
oturmuştu.
''Kantou'nun yaptığı şey doğru değildi ama Kuwala onu cezalandıracak kadar
acımasız değil. Son günlerde olanları biliyor musun?'' dedi. Fohara o zaman
gözlerini yere doğru dikmişti.
''Biliyorsun tabş. Senin o ön görülerin her şeyi görmeyi sağlıyor. '' demişti.
Fohara gözleirni yere dikmiş kulaklarını indirmişti.
''Daki artık Kuwala ile konuşmuyor. Iki gündür çadırdan dahi çıkmıyor. Kampta
ayrılıkçı hareketler başladı. Aleon her saat Kuwala görüşmek için onun
çadırının önünden ayrılmıyor. Bakren özgülükçüleri ve Ung destek birliği
birbirine girdi girecek. Bunun sebebi Kantou'nun attığı tokat değil. Bunun
sebebi Bakrenlerin bri lider bulmuş olması değil mi?'' dedi. Fohara'nın nefes
alışı hızlanmıştı. Alfa şaşkınlık ile oturduğu yerden kalkıp kükredi.
'' Rahoma ihanet mi ettin?'' demişti. Ayezi kükreyen Alfa'ya dikti gözlerini.
''İhanet etmedi. Sadece göz yumuyor. Kendi sahibi için göz yumuyor.'' dedi.
Fohara öylece yere doğru eğilmiş kalmıştı. Askerler onların hırlaşmalarıan
bakıyordu. Cohin orada oluşan kalabalığı fark edince oraya doğru yürümüştü. Fohara'nın
üzerine doğru gelmiş iki kurda baktı. Ayezi daha sakindi. Alfa ise sinirli ve
öfkeliydi.
''Kendi kardeşlerini katleden bu lanetli varlık şimdi Rahoma ihanet planları
içinde ise onu bu sefer boğazlayacağım. " demişti Alfa gür bir sesle.
Sesine diğer kurtlarda doluşmaya başlamıştı.
''Konuşmamakta diretiyorsun ama zaten olanları biliyorum Fohara. Herşeyi
bilmediğimi söylemiştin bana. Ama her şeyi biliyorum. Seni izliyor ve
gözlüyorum. Sadece seni değil onu da...'' demişti. Fohara ne diyeceğini bilmiyordu.
Öylece kaldı. Bir açıklama bile
yapamıyordu.
''Nasıl düzelteceğiz? Bu bir oyun değil. Eğer kaybedersek herkes ölür!'' diye
devam etti Ayezi. Sakinliği Alfa'yı hayretlerde bırakıyordu.
''Hain olanı cezalandırmayacak mısınız?'' demişti. Ayezi başını iki yana
salladı. Ne diyeceği konusunda kararsız olan Fohara'ya doğru bri kaç adım attı.
''Onu öldürmeni istiyorum.'' demişti. Fohara gözleri irileşmiş halde başını
kaldırdı. Korku ile bakıyordu.
''Onu öldürmezsen olacaklar herkesi üzecek. Git ve onu öldür. Bu ona bir uyarı
olsun.'' demişti. Alfa kimden söz eidldiğini çözmek isterken Fohara
yaklanmıştı. Öe doğru eğilip selamladı. Titreyen bir sesle sonunda konuşmaya cesaret etti.
''Ben bunu düzelteceğim. O henüz bir çocuk.'' demişti. Ayezi gözlerini kısmıştı.
''Kim olduğu umurumda değil. Tanrıların oğluna hadsizce davranma cesaretini bir
daha bulamasın.'' demişti. Fohara hızla kampın içine doğru girmeye başlamıştı.
Ayezi onun ardından bakarken Alfa ona doğru sokuldu.
''Kızı öldürecek mi?'' dedi. Ayezi gözleri çadırlar arasında kaybolan Fohara'ya
dikili şekilde duruyordu.
''Sanmıyorum! Ona bir ders verecektir ama. Ne kadar uçarı fikirleri olduğunu
bilirsin. Onun gibi iyi bri askeri kaybetmekte istemiyorum.'' dedmişti.
Tek sonrun
Fohara'nıns akladığı sır değildi kampta. Bölünmeler ve kavgalar gün geçtikçe
artıyordu. Daki'nin kendini Ung tarafına kapatması dikkat çekmiş ve Kuwala'nın
çadırından günlerdir ses çıkmaması herkesi tedirgin ediyordu. Cohin bu konu
hakkında soru sormaya çekinmeyecek tek kişiyi biliyordu ve soluğu onun yanında
almıştı.
Muhon Asha oturduğu yerde içkisini içip silah arkadaşları ile sohbet ederken
Cohin'in geldiğini görmemişti. Yaveri onu fark edip bakmaya başlayınca Muhon
Asha sohbetten başını kaldırmıştı. Henüz öğle vaktiydi ve Muhon asha çoktan iki
testi şarap bitirmişti.
''Cohin gel otur. Bizde geçmişi yad ediyoruz.'' demişti. Cohin pek muhattap
olmadığı askerlere baktı. Yüzündeki endişeyi saklayamıyordu.
''Efendim aslında sizinle özel konuşmam gereken bir konu var.'' demişti. Muhon
Asha sırttı.
''Sarışın kadınla ilgili ise geceye sakla!'' dedi. Cohin Güneş'in Kızından
böyel söz eden Muhon Asha'ya bakıp kızardı.
''Değil. Daha önemli bir konu. Efendi Daki ve Efendi Kuwala arasında ki
sorun." Asha bunu duyunca elindeki bardağı hızla masaya koydu ve ayağa
kalktı.
''Bunu konuşmamamız gerek. Ikisi arasında olan kavga..."
"Bütün kampa yansıyor efendim. Bakren direnişçileri ve Ung askerleri
arasında ki gerginliği görüyorsunuz. Kamp içinde sınır oluştu. Efendi Kuwala
ile konuşacağım."
"Daki gibi inatçı herifin yanıan beni tek göndermeyi aklından bile
geçirme. Kuwala'nın da Daki'nin de yanına ikimiz beraber gidersek
gelirim." demişti. Bir süre çadır içinde tatışmaya başlamışlardı. Cohin
onu yakın dostu olduğu için Daki'ye göndermek istemişti. Daki'nin durumu hiçde
iç açıcı değildi.
''Bir süredir çadırına giren tepsiler tekrar dolu olarak çıkıyor. Hiç takip
etmiyor musunuz? Onu meydanda görmekte zor. Efendi Daki hiç böyle
yapmazdı." Muhon asha kollarını arkasında birleştirdi. Kaşları çatılmıştı.
"Eğer özel bir sebepten dolayı tartıştılarsa buna dahil olmak istemiyorum
Cohin! Üç defadır Kuwala beni çadırına kabule tmedi. Üç defadır sürekli olarak
kapıdan dönüyorum. Daki ise yanına uğradığımda ne konuşuyor ne sorularıma cevap
veriyor. Günlerdir bende olanın
farkındayım. Ama bunu benimle konuşmak istemiyorlar. Sen denedin mi? Yoksa
çekinip kaçındın mı?" Cohin öylece ona bakıp kalmıştı. Kaçtığını kabul
edemedi bir an için.
''Tamam!'' demekle kalmıştı. Kuwala ve Daki'yi beraber ziyaret edeceklerdi. Ilk
olarak görüşmeye gittikleri kişi Daki olmadı. Kuwala'nın çadırının önüne
geldikleirnde Grave'nin diktiği nöbetçiler onları içeri alamayacaklarını
söylemişlerdi. Muhon Asha yetkisini kullanıp içeri girince öylece kalmıştı.
Içerisi oldukça boğucu ve karanlıktı. Ne yapacağını bilemeden öylece bakıp
kaldı. Kuwala'yı gözleri aradı. Onu her zamanki gibi masanın başında
bulmuşlardı. Öylece oturmuş onlara bakıyordu. Elini yumruk yapıp yanağıan
dayamış gözleri bomboştu.
"seninle konuşmamız gerekiyor genç efendi Kuwala!" demişti Muhon
Asha. Oraya doğru ilerledi. Hızlı adımlarla onun yanına varmıştı. Karşısına
sandalye çekip oturdu.
''Daki'ye naptın?'' demişti. Cohin onun kadar cesur değildi. Çekingen şekilde
kenarad duruyordu.
Bir süre sessizlik sürdü ve Kuwala cevap vermedi.
"Sessizliğini korumaya devam etmeye kalkma. Dışarı çıkıp neler olduğunu
görmen için seni dışarıya sürüklemeye başlarım.'' dedi. Kuwala ona baktı.
Gözleirnina ltında oluşan halkalar ve renksiz gözleri ile onu süzdü. Umurunda
değildi. Bir sürede umurunda olmayacak gibiydi. Muhon Asha ona baktı ve
sandalyed eöe doğru eğildi. Hiç bu kadar tepkisiz bir insan görmemişti. Bir
süre buz gibi duran ifadeyi seyretti.
''Ne yaptın sen?'' demişti. Kuwala bunu duyunca gözlerini yere doğru dikti.
''Ben yenildim!'' dedi. Kelimeler hırıltılı şekild eboğazından yükseldi.
Gözleir yere dikili durmaya devam etti.
''Ben Daki'nin karşısında yenildim. Ve kaybettim. Her şeyimi kaybettim.'' dedi.
Sözcükler bomboş çıkıyordu dudaklarından. İfadesizce ve duygusuzca bakıyordu
yere. Zemindeki sert dokuma kilime dikmişti gözlerini.
''Ne oldu da birden birbirinize karşı bu hale geldiniz?'' dedi Muhon Asha.
Kuwala ellerini şakaklarıan dayadı.
''Onun benim için bir pişmanlık olduğunu söyledim. Öylece çıkıverdi ağzımdan.
Bir an için dur bile diyemedne gitmesine de göz yumdum. Olan şey bu!'' demişti.
Cohin öylece kalmıştı. Kuwala bunu nasıl söylemiş olabilir diye düşünüyordu
ikiside. Daki için ölüp biten bir adam nasıl onu pişmanlık olarak görebilirdi
ki...
''Efendi Daki'ye nedne kızdın da bunu söyledin?'' dedi. Kuwala sesini duyduğu
Cohin'e bakmıştı.
''Kızgın değildim ona. Sadece pişmanım. Onunla olduğuma, burad aolduğuma ve bu
içimdeki şeye sahip olduğuma pişmanım. Sadece geçmişe gidip sizi hiç bulmamak
istiyorum.'' demişti. Cohin sessizce olduğu yerde kilitlenmişti. Muhon Asha
dudaklarını kıpırtattığı sırada dışarıdan bir ses yükseldi.
''Kara Kurt Daki kılıcını çekti! Efsuncu Grave karşı!'' diye bir dağınık ses
ile oturduğu yerden fırladı. Neler oluyor demeye kalmadan çadırın perdeleri
hışımla açıldı. Aleon içeri öyel hızlı dalmıştı ki Cohin son adan ayağının
altından çekilebilmişti.
''Kuwala!'' idye kükrediğinde Kuwala bir an için irkilmişti.
''Daki ve o Bakren'li pisliği gidip durdurmazsan kamp paramparça olacak. Eğer
sen yapmazsan Grave ve bütün o topladığın Bakren hainlerini geberteceğim.''
demişti. Kuwala ona bakıyordu.
''Sorun değil. Istediğini öldürebilirsin. Buna bende dahilim.'' demişti. Aleon
bir an duraksadı. Kuwala'ya bakıp aklmıştı. Elindeki kılıç gevşedi. Ağırlaştı.
''Grave ve Daki'yi durdur!'' diye tekrar etti ama o gür sesinden eser yoktu.
Kaşları dümdüzdü.
''Bunlara gerek yok Aleon. Ben de yenildim. Senin gibi bende kaybettim. Ölüm hızlanırsa daha az acı çekeceğimizden
eminim.'' demişti. Aleon kılıcını kınına soktu. Adımları sertti. Postalları
yere çarptıkça hasır kilim dövülüyor gibi toz çıkıyordu. Uzanıp Kuwala'nın
kolunu tuttu. Onu çekiştirip ayağa kaldırdı.
''Demek yenildin ha!'' demişti. Onu çekiştirip çadırdan çıkardı ve sürür gibi
ilerdeki antreman meydanıan doğru çekti. Cohin ve Muhon Asha onlara yetişmişti.
Kuwala'yı kalabalığın önüne doğru sürüdü ve kılıçlarını çarpıştıran,
yumruklarını savuran iki adamın arasıan doğru fırlattığında kılıç sesleri
kesildi. Nefes sesi bile yoktu. Kuwala sendeleyip iki adamın arasında kalmıştı.
Aleon onun karşısınd akollarını birleştirmiş dikiliyordu.
''Öldür hadi iksinide. Madem acıyı azaltmak istiyorsun. Yap!'' demişti. Kuwala
oan bakıyordu. Gözleri yarı açıktı. Yüzü ifadesizdi.
''Yap madem artık savaşmayacaksın!'' demişti. Kuwala ona baktı ve kollarını iki
yana açtı. Soğuk hava hissedilirken kimse kıpırdayamıyordu. Aleon onun Daki'yi
öldüremeyeceğini düşünmüştü ve inatçı
bakışlarını Kuwala'nın üzerine dikmişti.
''Öldüreceğim.'' demişti Kuwala. Sesi rüzgardan bile soğuktu. Elleri yukarı
doğru döndüğünde yerden fırlayan buz sarkaçları bri kaç kişiyi teğet geçmişti.
Sarkaçlar Grave ve Daki'nin başının üstünde ve etrafında topalnmıştı.
''Yap!'' diye inatlaştı Aleon. Kuwala birden elleirni kapatıp yumruk yaptığında
buz sarkaçları Daki ve Grave'i sarıp bir milimlik boşluk bile bırakmadı. Kuwala
ikisinin yanında bu ufak hapishaneye girmişti.
''Efendi Kuwala!'' demişti Grave. Kılıcını belien sokmuştu.
''Bunu yapmayın!'' derken krokusu gözlerien yansımıştı. Daki ise kılıcını
eliyle sardı ve çektiğinde yeşil bir ateş yanmıştı.
''Yapacaksan seninle savaşmadan ölmeyeceğim.'' demişti Daki. Kuwala onun sesini
duyduğunda titremişti. Yeşil alev buzu kesip erittiğind etekrar onları
görüyorlardı. Grave fırsatını bulup kaçtığında Daki ile Kuwala karşı karşıya
gelmişti.
''Madem böyel yapacağız. O zaman son gücüme kadar savaşacağım. En azından beni
öldürürken pişman olmayacaksın.'' demişti. Ikinci kılıcını çekmişti. Kuwala ona
doğru çevirdi bedeni. Ikiside çok halsiz ve yorgundu. Aleon ikisininde
kazanamayacağını biliyordu.
''Onları durdurmayacak mısınız?'' demişti Cohin. Aleon başını iki yana salladı.
''Buna gerek yok. Ayezi herşeyin düzelmeis için ikisininde kılıçlarının
birbriine çarpması gerektiğini söyledi.'' dediğinde Cohin'de rahatlamıştı.
Halsiz ve
yorgunlardı. Ancak yarım saate yakındır dövüşüyorlardı. Etrafları
kalabalıklaşmış ve herkes izleyici olmuştu. Ateş ve buzun bu mücadelesi
herkesin göremeyeceği bir şeydi. İkiside çok iyi dövüşüyordu. Kuwala'nın naif hareketleri
ve Daki'nin hızı... İzlenmeye değer bir gösteriydi. O kadar sabit devam
ediyorlardı ki yüzlerinde yorgunluk ifadesi bile yoktu. Yeşil alev saçan iki
kılıç ve buzların soğukluğu... Kuwala ve Daki birbrileirne hiç acımıyordu. Buz
sarkaçları Daki'nin bedenini sıyırıp zırhını parçaladığında etraf gerilmişti.
Ama bu karşılıksız kalmadı. Birden bri yanık kokusu duyuldu ve Kuwala'nın uzun
örgü saçının büyük kısmı yere düştü. Ensesinden sızan kan beyaz kıyafetini
lekeledi. Daki bir santim ıskalamsa bu darbe Kuwala'nın başını koparıp alacak
kadar güçlüdü. Kuwala elini ensesine koyup acıyla yüzünü buruşturduğunda Daki
bir fırsat bulmuş ve kılıcını savurmuştu. Saldırısı havada kalmıştı. Kılıçlar
elinden düşüp söndüğünde öylece kalmıştı. Kuwala bir şey yapmamıştı. Ona bakıp
kalmıştı. Daki bir süre elleir iki yana açık kalmıştı ve birden dizleri üstüne
çökmüştü. Elleri karnında birleşip başı öne doğru eğildiğind eöksükle gelen kan
yerdeki beyaz saçlara kadar sıçramıştı.
Öksürüğün ardından bir öğürtü yükselmişti. Kan kusuyordu oturduğu yerde.
Kuwala'nın darbelerinden kaynaklı değildi. Bunun başka bir sebebi vardı. Kuwala
bunu biliyordu. Ama ona yardım etmek yerien bir buz mızrak çekti. Mızrak
Daki'nin ensesine doğru inmeye başlamıştı. Kan kusan ve öksüren adamın ensesien
doğru yavaş yavaş iniyordu. Aleon müdahale etmek için kılıcının kabzasını
kavramıştı. Bir o değil. Cohin ve Muhon Asha'd ahazırda bekliyordu. Ancak
buzdan mızrak kar taneleiren dönüştüğünde Kuwala yorgunca yere oturdu. Kan
kusan adama bakareken yorgundu.
''Öldür!'' demişti Daki. Sesi hırıltı ve öksürükle boğuluyordu. Kuwala yerdeki
saçlarıan baktı ve ardından kan lekelerine baktı.
''Zaten ölüyorsun. Zahmet etmeyeceğim.'' demişti. Aşk sadece birbirine söylenen
sevgi sözcükleir değildi. Aşk hırstı, öfkeydi, nefretti ve kindi. Kuwala bu
duyguyu ilk defa yaşıyordu. Sadece o değil Daki'de ilk defa böyle hisseidyordu.
Paramparça etmek istiyordu karşısındaki kalbi. Onu üzdüğü için parçalamak
istiyordu. Kuwala elini karnına doğru koydu.
''Ciğerlerin iflas etmeye başlamış.''
dedi. Aleon onlara doğru yürüdü. Daki'nin yanıan geldiği sırada Daki onu eliyle
durdurdu.
''Umurunda mı?'' demişti. Kuwala yavaşça ayaklandı. Daki'ye doğru yürüdü.
''Acı çekerek ölmeni istemiyorum. Hala bana aitsin.'' demişti. Daki bri an
durdu. Başını kaldırdığında Kuwala ona bakıyordu.
''Bu neyi değiştirecek ki?'' demişti. Kuwala çömeldi. Onunla yüz yüze gelmişti.
''Sadece özür dilerim Daki. '' demişti. Daki birden etrafın karardığını fark
etti ve bilincini kaybetti.
Üç gün kadar
kendine gelemedi. Uyandığında ise tanıdık bir koku vardı. Yattığı yatağın
Kuwala'nın yatağı olduğunu fark ettiğinde irkilmişti. Garip bir utançla
etrafıan baktı. Cohin, Muhon Asha ve Aleon oradaydı. Güneş'in Kızı ve grave ise
daha uzaktaydı. Ona en yakın duran ise Kuwala idi. Bir süre gözleri ile etrafı
taradı ve sonunda Kuwala'ya takıldı gözü. Göğsündeki sancı hareketlerini
kısıtlıyordu.
''Beni kurtardın! Öldürmek istiyordun!'' demişti. Kuwala buruk bri gülümseme
ile ona baktı. Oturduğu sandalyede bir milim bile kıpırdamadan konuşmaya
başladı.
''İnsanların yapamayacakları şeylerden söz ettiğini ve hissettikleri şeyleir
yanlış aktardığını öğrendim Daki!'' demişti. Daki ona bri süre baktı ve tekrar
gözlerini kapayıp konuşmaya başladı.
''Yapabilirdin. Gözlerinde gördüm o öfkeyi!'' dedi. Kuwala kıkırdadı.
''Eğer benim için gerçekten pişmanlık olsaydın kazanırdım Daki! Girdiğim bütün
savaşları kazanıp çıkardım. Bu gün bunca şeyi kaybediyorum. Bunun sebebi seni
kaybetmekten çekiniyor oluşum. Bunca şeyin sebebi senin için kaybediyor
oluşum.'' demişti. Daki gözleirni açıp ona baktı. Aklına Kuwala'nın, onun
yaşaması için UngurPan'ı kurtarışı ve az daha onun yerine Marinoe'yi öldürecek
olması gelmişti. İrkilip gözleri kocaman açıldı.
''Ne yapacaksın? Benim için bu savaşı da mı kaybedeceksin?'' demişti. Kuwala
odada bulunan komutanlara, kral ve kraliçeye baktı. Güldü.
''Gerekirse evet. Melez Piçin kaznamasıan izin vermek isterdim. Eğer bu acı
çekmemize engel olacaksa izin verirdim. Ama daha iyi fikirleirm var.'' demişti.
Daki'nin uyuduğu süreçte Kuwala orduların başında bulunan komutanları
çağırmıştı. Artık ondan daha çok korkuyordu herkes. Daki'yi bile ölüme
götürecek kadar gaddar ve acımasızdı. Ona karşı gelmeye kimsenin cesareti
yoktu.
''Bir kurban gerekti bana. Melez Piç'i kendi silahı ile vurmak için bir
kurban.'' demişti. Gözlerinde ki o korkunç ifade Daki'yi ne kadar ürpertsede bu
ifadeyi seviyordu.
''Kim?'' dedi Daki. Kurbanı öğrenmek isterken bir yandan odada ki sessiz
gerginliğe baktı.
''Tieden!'' demişti Kuwala. Öyle hızlı ve karralı bir şekild eçıkmıştı ki isim
ağzından Daki yattığı yerden fırlamıştı.
''bir Rahomu kafes olarak mı kullanacaksın? Kanını?'' dedi. Kuwala başını
salladı.
''Evet! Bana ihanet eden bri adamı kullanmaktan çekineceğimi sanmam. Güçsüzlüğümde
arkamdan iş çevirmek için bri çocuğu oyununa malzeme edecek birisine
acıyacağımı sanmam!'' demişti. Aleon o sırada konuşmaya hızla bir giriş yaptı.
''Darta2nın muhafız kurdu Ayezi ondan şüpleniyormuş. Ve onu General Byega ile
konuşurken gördük. Onu serbest bırakma karşılığında seni zehirlemesini istemiş.
Byega seni zehirlemiş. Hemde bununla!'' derken kılcıı göstermişti. Rahom
kılıcını işaret ediyordu. Sapı kapkara olmuş kılıca bakıp kaldı Daki. Byega
gizlice serbest kalıp Daki'nin kılıcına zehir sürmüş ve Kuwala ile dövüşürken
onu güçsüz hale getirmişti.
''Zehir Fohara'nın kanıyla yapılmış.'' diye devam etti Cohin. ''Eğer, Kuwala'ya
bunları Kantou anlatmış olmasaydı asla zamanında panzehiri alamayacaktın.''
diye ekledi Aleon. Daki şaşkınlık içindeydi.
''Her zaman bana ihanet edecek insnaları düşündüm. Bakrenler olabilir dedim. Ya
da unglar... Ama hiçbir zaman Rahomlardan beklemedim bunu. Beni sırtımdan
vurmalarını beklemedim.'' demişti.
''Kantou'ya ne olacak?'' demişti Daki. Kuwala dışarıya doğru baktı.
''Başı, Fohara'nın başı ile Tieden'in kafesinin önünde duruyor.'' dedi. O kadar
soğuk söylemişti ki sözleri. O gece olanlara şahit olanlar kanları donmuş halde
kalmıştı.
O gece Ayezi ve Fohara bri dövüşe tutuşmuştu daki'nin fenalaştığı günün akşamı.
Ayezi, Fohara'yı bri kaç pençe ile yere sermişti. Onu yarı canlı halde Alfa'ya
bırakıp Kantou'yu bulmaya gitmişti. Onu sürükleyip çadıra getirdiğinde çadır
doluydu. Kuwala yatağın başında Daki'ye ne olduğunu çözmeye çabalıyordu. Kantou
is ekan ve korku içindeydi. Ayezi Kuwala'ya olanları anlatmış ve Kuwala aynı
şeyleri Kantou'dan dinlemek istemişti.
''Yıllarca babam tekrar Kristal sarayı almayı düşledi. Bunun için seni bulmak
ve kullanmak onun fikriydi. Biz sadece kaybettiğimiz iktidarı istiyoruz.''
demişti. Tieden'in Melez Piç'in neden sadece bir kolunu koparttığını anlatırken
hepsi şaşkındı.
''Ona sadece güçlü olduğunu ve hayatta olduğunu göstermek istedi. Geleceğini ve
geldiğinde onun yerini alacağını analtmak istedi. Birer dama taşından farksız
değiliz. Bu oyun bizi aşar!'' demişti Kuwala'ya ve Daki'yi neden zehirlediğini
sözyleidğinde Kuwala zehirli kılıçla Kantou'nun başını almıştı.
''Senin için zararlı olan bu güneyliyi ortadan kaldırmak hedefimize bizi daha
hızlı uluştıracaktı. Eğer o ölürse gerçek amacını hatırlarsın.'' son sözleir bu
olmuştu küçük kızın. Başı bedneindne kopup yere düştüğünde Kuwala Fohara'nın
başını ayaklarının önünde istediğini söylemiş ve Ayezi uluduğunda kopuk baş
Alfa'nın dişleri arasında çadıra getirilmişti. Güneş'in Kızı bunları
hatırladığında irkilmişti. Ufak bir kızın böyle bri oyunda böyle bir planı
soğuk kanlı şekild enalatısı ve Kuwala'nın acımadan onun başını kesip alışı
aklından çıkmıyordu.
''Ben yenildim demiştim Daki. Ama ben sadece kandırılmışım.''
Daki yattığı yerden ona bakıyordu.
''Herşey bir taç için miymiş?'' dedi. Kuwala başını sallayıp ona dğru başını
eğdi.
''Bu kadar değer ve ölümüne savaşılan şey bir taç.'' demişti. Daki gözleirni
kapayıp derin bir nefes aldı.
"Biraz
uyumam gerekiyor. Bunları sindirmem gerek!'' demişti. Ertesi gün ise
anlatılanlara inanmak için meydanda ki kafes edoğru yürümek için yataktan
kalmıştı.
Karşısında demirdne bri kafe siçind eyarı çıplak Tieden ve önünde iki mızrağa
saplanmış başlar vardı. Kantou'nun cansız gözleri babasına bakıyordu.
Fohara'nın kopuk başı ise yere bakıyordu.
''Peki Byega?'' demişti Daki yanında oan eşlik eden Kuwala'ya dönüp. Kuwala
ellerini arkasında birleştirmişti.
''Kaçmış. Melez Piç'in etekleir altında.'' demişti. Daki kopuk başlara ve onlara
bakan Tieden'e baktı.
''Onu gerçekten kullanacak mısın?" demişti. Kuwala oraya doğru yavaş
adımlarla yürdü. Muhafızlar onu selamlamıştı.
''Elbette. Aynısını bana yapsaydı ne yapardın?'' dedi. Daki onlara gözleirni
dikmiş adama dikkatle bakınca ağzının dikilmiş olduğunu gördü. Dudakları
birbirine dikilmişti.
''Sanırım onu öldürürdüm!''
"Hızlı
mı ,yavaş mı?"
"Yavaş
yavaş!"
"işte
bende bunu yapıyorum."
"Ağzını
kim dikti?"
"Ben!"
"Neden
yaptın bunu?"
"Senin
hakkında küfür etti. Bende yavaş yavaş ağzını diktim. İğnenin ucu kırık olduğu
için delmesi zor oldu dudaklarını!"
"Bazen
beni korkutuyorsun!" Kuwala bunu duyunca gülümseyip ona baktı.
"Benim
için sen gerçek bri pişmanlıksın. Sana olan bu sevgim yüzünden yapmamam gereken
şeyler yapıyorum." demişti. Daki istemsizce güldü.
"Seni buna mecbur ettiğim için özür dilerim." dedi. Kuwala başını
tekrar Tieden'e çevirdi.
"Bazen bunu yaparken zevk aldığımı saklamayacağım." demişti. Daki
karşısında gördüğü kişiye hayran kalmıştı. Kendini savunamayan o çocuk gitmiş
ve onu koruyan kocaman bir lider ortaya çıkmıştı. İstemsizce ona daha fazla
aşık oluyordu. Dudakları kıpırdandı. Kuwala onun ne dediğini duyamamıştı.
"Tekrar söyle! Anlayamadım."
"Ben
sana yenildim Kuwala.'' dedi ve gülümsedi.
Bölüm Otuz
Dört
Bir Şeytan
ve Bir Gölge
Melez Piç
ummadığı haberler ile hiç olmadığı kadar yorgun halde oturmuştu sandalyeye.
Byega karşısında deliliğin esaretinden kurtulmuş ama onca kötülüğün altında
ezilmiş olan adama bakıyordu.
''Çok zeki ve kurnaz bri adam. Kimin ne yapabileceğini sürekli tahmn
edebiliyor. Tieden'in canını yakmayı ve onu öfkelendirmeyi seviyor. Sana
benziyor" demişti Byega. Melez piç başını iki yana salladı.
''Bana benzemek mi? O tam bir iblis. Onun kadar kötü olamadığım için kendimden
utanç duyuyorum. " demişti. Byega onun üzüntüsünün sebebini anlayınca
içindeki bütün vicdanı bir kenarı koydu.
''Kara Kurt Daki gibi onun hemen yanında olan adamlara zarar vermek imkansız.
Dah afarklı bri yol denemelisin. Herkes ona sadık. Sadık olmayanlarda artık
korkusundan ihanet edemez. Çok güçlü bri şekild esurların kapısını aşındıracak
ve sen o zaman gölgelerini kullanacak bednele rbulamayabilirsin.'' demişti.
Melez Piç cevap verecekken sarı saçlarını geriye doğru taramış altın zırhı
içindeki adam oturduğu yerden gülmüştü.
"Barbar zihniyetin için seni suçlamayacağım Byega. Ancak sadece gölgeler
bizim gücümüz değil. Onlarca makine yapılıyor. Hepsi ateş kusan ve ölümü
taşıyan makineler." demişti. Byega Seron generaline döndü.
"O makineler onları durdurmaya yetmeyecek. Makineleri parmağı ile yok
edbeilecek kadar güçlü bir Rahomdan söz ediyoruz. Eskisi gibi saf ve çocukta
değil. Yanında kral ve kraliçelerden oluşan bri heyetle savaş planı hazırlayan
bir rahom. Zihnen ve bedenen bu savaşa hazırlanıyor." demişti. Melez Piç
güldü.
"Neden gülüyorsun sen?" diye sormuştu Seron generali.
"Bedenen dedi."
"Nesi komik bunun?"
"Komik olan onun zayıf olması. Bedeni çok zayıf. Ve bri erkeğin altıan
yatacak kadar kadınsı!" demişti. Seron generali duraksadı. Oğlancılık onun
için garip değildi ama Kuzeyin tek gerçek kralı olarak lanse edilen bir adamın
oğlancılıkla aynı anda anılması... Belki de herkesin bilmediği bir sır olduğu
için ona garip gelmişti.
"Bir sevgilisi mi var?"
"Kara Kurt Daki ile iki seneye dayanan bir birliktelikleir var!"
demişti Byega. Seron generalı birdne sırıtmıştı. Ung prensi ve Rahom... Belki
de sanıldığı kadar güçlü ve erkeksi olmayan bu iki kişiyi karalamanın bri
yolunu bulmuştu.
"Dostlarım siz ebir tavsiyede bulunacağım. Savaş sadece bilek gücü iel
kazanılmaz. Bazen aklınızıda çalıştırmak gerekir. " demişti. Sözcükleri
dudaklarından döküldükçe Melez Piç heyecandan tırnaklarını kemiriyor ve
gülüyordu. Byega ise bu şeytani fikre hayranlıkla bakıyordu. Kuwala'ya karşı
içinde garip bir saygı vardı ve bu plan ona çirkin ve bir o kadar korkunç
gelmişti.
"Bunu yapmak yerine onurumuz ile dövüşebiliriz. Rahomu gücümüzle
yendiğimizde bütün kuzey boyunduruğumuzun altına girecek.'' demişti Byega.
Bunun üzerine Seron generali bri kahkaha attı. Kraliçe tarafından özel olarak
gönderilen bu general oldukça ünlüydü. Seronrakaul krallığında adı geçtiğinde
herkes titrerdi. Kraliçenin yakın akrabası olan bu adam burada kuzeyi yönetmek
için gönderilmişti. Melez Piç farkındaydı bunun. Ancak sessiz kalmayı tercih
ediyordu.
"Hangi onurunla? İbne bir çocuk seni kafese kapatıp tasma takıp yol
boyunca bir köpek gibi gezdirdi. Bu yetmiyor gibi kamptan kaçmak için bir
Rahomun yardımını aldın. Sende onur olsaydı o kampta ölümüne savaşırdın zaten.
O yüzden burada nasıl bri konumda olduğunu unutma Byega!'' demişti. Byega ona
bakıp kalmıştı. Seronların kibri ve gücü korkutucuydu.
"Komutanlarım gibi ölümüne savaşmış olsaydınız o madenlerden sağ dönmez
onurunuzla ölürdünüz. Kardeşiniz gibi hain olmadığınızı nereden bileceğiz ki...
O kamptan sağ çıkmış olmak...'' nifak tohumlarını Melez Piç'in zihnine ekmeyi
planlayan general alaycı bakışlarla karşılaştı. Melez Piç oan alaycı bir ifade
ile bakıyordu.
''Topraklarımda senin gibi kendini kurnaz sanan çok adam var. Birisi şu an
Kuwala'nın kafesinde sergileniyor. İstersen sınırlarını bilerek konuş.''
demişti Melez Piç. Cididyeti ile gerçek bri krala benziyordu. Seron Generali
onu henüz etkisi altına alamadığını fark edince geri adım atmıştı. Konuşma
bittiğinde Byega ve Melez Piç başbaşa kalmıştı.
"Baştan beri bunu mu planlıyordun?" byega bu soruyu sorarken masadaki
içki testisini almış ve kaselere içki doldurmaya başlamıştı.
"Planlamak mı? Ben plan yapmam Byega! Sadece bri fırsat buldum. Kuwala
denilen o kevaşe sayesinde gölgeler diyarıan gidilebileceğini fark ettim. Ve
bil bakalım kimi buldum?'' demişti. Byega sakince içkisini yudumluyordu.
Gözlerini ona çevirdi. O küstah gözlere bakmak Melez Piç'in canını yakıyordu.
"Kimi bulduğun pek umurumda değil. Karşımızda korkunç bri düşman var ve şehir
senin gibi zır deli bri adamı başta görmek istemeyecek. Orduyu yarından
itibaren toparlayacağım. Kapıları güçlendirmeliyiz. Seronlar burayı işgal etmiş
gibi. İnsanlar rahatsız ve huzursuz. O general ile ne yapacaksan yap. Ben
şehrimi savunacağım bri başka deliden.'' dedi. Melez Piç gülümsüyordu.
''Umurunda değil demek. Peki. Gidip uyu ve yarın istediğini yap.'' demişti.
Byega onun aklını başıan topladığını görüyordu. Hala deli bakışları ve yarım
akıl sözleri olmasıan rağmen Melez Piç'in çok değiştiğini düşünüyordu. Bunun
nedenini merak etsede bulamayacağını düşünüyordu.
Karısı ve
çocuklarını yarın göreceği için mutluydu. Bri ıslık çalarak eski odasıan döndü.
Herşey olduğu gibiydi. Bir toz bile kıpırdamamıştı. Botlarını çözüp yatağa
kendini attı. Taşta ve toprakta uyumaktan nasırlaşan bedeni yumuşak yatağı
görünce hemen kendini uykuya teslim etmişti.
Gece
yarısı bir uğultu ile uyandı. Odanın köşesinde birisi durmuş ağlıyordu. Mum
ışıklarına arkasını dönmüş ağlayan bir kadın... Byega bir soğukluk hissetti. Ne
yapacağını bilemedi. Önce sessizce o gölgeye baktı. Rüya gördüğünü düşünüp
tekrar başını yastığa koydu. Ancak ağlama sesi artıyordu. Daha fazla
dayanamayıp tekrar gözlerini açıp başını kaldırdığında gölgenin daha yakında
olduğunu gördü. Ne var ki o gölge hala sırtı dönüktü.
"Odama nasıl girdin kadın?'' demişti. Sesi yüksekti. Kadın susmuştu. Byega
kapıya baktı. Hala sürgülüydü. Hep burada olamazdı kadın. Içini saran korkuyu
bastırıp ayağa kalktı.
"Muhafızları
çağırmadan defol."demişti. Kadın hzılı adımlarla arkası dönük halde köşeye
kaçmıştı. Byega ondan gelen kokuyla irkildi. Ceset kokusunu andıran bu koku
dayanılmazdı.
"Defol git şuradan.'' deyip kılıcını almak için arkasını dönmüştü. Tekrar
döndüğünde gölgedeki kadın artık burnun dibindeydi. Gözleri yuvalarından fırlamış
hald eona bakıyordu. Dudakları zorla iki yana gerilmiş ve dehşet içinde
gülümsüyordu. Byega korku ile kılıcını
yere düşürmüştü. Kadının beyaz saçlarından süyah akışkan bir sıvı yere doğru
akıyordu. Elleri Byega'nın boğazını sarmış ve ağlarken gülümsüyordu.
Byega'yı
korkutan şey bu ölü hayalet değildi. Bu hayaletin Melez Piç'in annesi
olmasıydı. Öldürdüğü kadının onu boğuyor olması... Korku içinde boğuşmaya
başlamıştı. Ancak boğazına doğru girmeye başlayan tırnaklar ile kımıldayamaz
hale gelmişti.
"Hala kimi bulduğum umurunda değil mi?" yankılanan ses ve o bulanık
görüntünün Melez Piç'e ait olduğunu biliyordu. Ağzını dolduran kan konuşmasıan
izin vermiyordu.
"Onun seni umursadığını düşündüm. Senden öyle çok nefret ediyor ki. Sen
ölürken gülümsemek istedi. Bende ağzını böyle gerdim. İyi bak." demişti.
Kadının çığlığı duyduğu son şey olmuştu. Gördüğü şey ise kadının zorla gerilmiş
sırıtan yüzüydü. Kopan başı gölgenin avuçları arasından kayıp yere
yuvarlanmıştı.
Sabah ise
hizmetçinin çığlıkları iel Byega'nın kopan başı bedeninin yanında
bulunamamıştı. Kralın bedneindeki gölge bri emir verdi ve baş aranmaya
başlanıldı. Melez Piç'in odası arandı. Yoktu. Odaların kapıları açılıp kapandı
ve bir kapı sonuan kadar açık kaldı. Seron Generalinin kapısı...
Byega'nın kesik başı o odadan çıkmıştı. Bir testi içine konmuştu. Hemen kral
muhafızları onu tutukladı ve Seronlara mektup yollandı. General tutuklanmıştı.
Kraliçeye giden mektupta ise generalin suçunun idam olduğu yazıyordu. Bir kaç
güne cevap gelecekti. Bu süre içinde Melez Piç onu etkisi altıan almaya çalışan
adamla uğraşmak için bolca zaman bulmuştu. Bir gece mahzene indi ve hücrenin
karşısına oturdu. O altın zırhlı general perişan haldeydi.
"Neden
yaptın bunu?"
"Benim
aklımla dalga geçtiğin için!"
"Bunun
için dostunu mu öldürdün?"
"Dostum
mu? Beni bu hale getiren bir adamdı o. Seni öldürmek için onu kullandım. "
"Beni
kimse öldüremez. Kraliçe firarım için elinden geleni yapacaktır." dedi.
Melez Piç gülmüştü.
"Bedenini
öldürmekten söz eden kim? Benim başka planlarım var. Değil mi anne?"
demişti. Seron generali bedeninde hissettiği soğuk kollarla irkildiğinde çok
geçti. Melez Piç onun ruhunu çekip almış ve yerine Byega'nın öldürdüğü
annesinin karanlıktan çekip getirdiği gölgesini koymuştu.
Kral bri
kaç gün sonra Byega'nın hain olduğunu ve seron generalinin kahraman olduğunu
duyurdu. Serbest kalan general artık akıl oyunlarıan giremeyecek bir gölge köle
olarak hücreden çıkmıştı.
Melez Piç
zeki olduğu kadar dikkatli hareket eden bir adamdı. Kraliçeye gneralin mührü
ile bir mektup göndertmişti. Mektubun içeriğinde daha faza makine için uztalar
ve mala ihtiyaç olduğunu söylemişti. Ihtiyacı olan şey makine değildi.
Gölgeleri için insandı. Kristal Sarayın arka kapılarından gelecek olan küçük
kafile alınacaktı. Her türlü güvenlik durumunu anlatmıştı. Kraliçe gelen bu
ikinci mektup ile ülkenin en başarılı ustası ve onun çıraklarını göndermek için
gemi hazırlatmıştı.
Geminin
Kuzey limanlarıan varsması bir hafta sürmüştü. Ufak kafile hemen yola çıkmış ve
ikinci hafta dolduğunda Kristal sarayın önündeki büyük kampı görmüşlerdi.
Girişin orası olduğunu anlamışlardı. Gece çökene kadar beklediler. Kamp
hareketli ve fazlasıyla kalabalıktı. Ama işlevsiz duruyordu. Usta başı olan
kişi kampı yakından takip etmeye başlamıştı. Kuwala kendini ve ordusunu tekrar
toplamıştı. Ay gökte yükseldiğin de kurt sürüsü ulumuş ve bir hareketlilik
olmuştu. Ustabaşı ve adamları gizlenmekte oldukça iyiydi. Kampı gören tepenin
ardındaki kar altındaki ormanda gizleniyordu. Kurtların oraya doğru ava çıktığını
anladıklarında karın altıan gömülmüşler ve sürünün geçip gitmesini
beklemişlerdi. Ustabaşı sanıldığı gibi erkek değildi. Genç bri kadındı.
Babasının işini devralmış bu kadın kurtları görmek için başını çalılar arasında
tutuyordu. Kurtlar yürüyerek geçip giderken karda başka ayak sesleri duydu.
İnsanlara ait olan ayak sesleri kalabalık değildi. Bir yada en fazla üç kişiydi
gelenler.
''Takviye olarak bu av işe yarayacak mı dersin?" konuşan ses narin ve
neşeliydi.
"Endişe
etmeyin efendim. Bir av hayvanı bile getirseler yeterli olacaktır."
demişti. Ayak sesleirnin sahipleri çalıların ardında gözükmeye başlamıştı. Üç
kişiydiler. Birisi beyaz kıs asaçları ya ışığında parlayan Kuwala idi. Diğeri
ise gülümseyen ve neşe ile yürüyen Cohin'di. Sonuncu ise Muhon Asha idi. O daha
keyifsizdi.
''Keşke sizinle gelmeyip Daki ile kampın başında kalsaydım." dedi. Kuwala
duraksadı. Yerdeki kara baktı ve sonra çalılara doğru kaydı gözleri.
"Kalmakta serbesttin. O gelmek istedi ancak yeteri kadar güçlenmedi." demişti. Muhon Asha onun
baktığı yere bakıp ardından bri kaç adım ona yaklaştı.
"Bir şey mi gördün?" dedi. Kuwala
başını iki yana sallayıp gülümsedi.
"Hayır!
Sürüyü beklemek için yer bakıyordum." demişti. Cohin soğuktan ellerini ovuşturdu.
"Efendi Kuwala! "
"Bu
sefer sorun ne Cohin?" demişti Kuwala. Cohin ona baktı.
"Aslında Efendi Daki ile kalsanız daha iyi olurdu. Onun size ihtiyacı var.
Hem yaraları için hem de duygusal açıdan." demişti. Kuwala ilerdeki kurt
izlerini gösterdi.
"Bu sürü başınızda ben olmazsam av olarak sizi alıp getirir. İnan bana
Daki'den çok o zaman sizin ihtiyacınız olur bana. Hem duygusal olarak hem
yaralarınız için." demişti. Muhon Asha istemsizce bir kahkaha attı.
"Rahoma
katılıyorum. Gidip şu sürüyü takip edelim. Burası onları beklemek için uygun
değil. Fazla açıktayız." demişti. Onlar uzaklaşırken çalıların arkasında
ki insanlar sessizliğini korumaya devam etti. Bir süre sonra çıkacak zaman
geldiğini anlamışlardı. Yemekleri az ve adamları yorgundu. Ne kampın içinden
geçebilirlerdi ne etrafından dolanacak kadar cesurlardı. Kampın etrafında gezen
beyaz kurt sürüsü oldukça tehlikeliydi.
"Hanımım
ne yapacağız?" demişti birisi. Genç kadın kaşlarını çatmış ocakları yanan
kampa bakmıştı.
"Bir
yolunu bulacağız!" demekle yetindi kadın. Bir saat sonra sürü tekrar aynı
yoldan geçecekti. Zamanları az ve kurtlar bu sefer bir geyiğin değil onların
kokusunu alacak kadar tok olacaktı.
"Kampın içinden geçeceğiz." demişti kadın. Uzun uzun düşündükten
sonra bu cevabı verebilmişti.
"İntihardan farksız!"
"Her şekild eölümle burun buruna kalacağız. Ağabeyimin yanına ne kadra
hızlı varırsak o kadar güvende
olacağız." dedi kadın. Kampa doğru ilerlemekte kararlıydı. Yolda planını
anlattı. En sığ olan kapıya yanaşmışlardı. Altı kadar ung askeri lazımdı
onlara. Kıyafetlerini ve canlarını alacakları.
"Eğer dikkatli olmazsak hepimiz ölürüz." demişti kadın. Nöbette olan
iki askeri gözüne kestirdi. Onların kıyafetleirni alıp oraya girebilirdi.
Unglar gibi uzun boylu olan bir adamını yanıan aldı. Savaşması zor değildi
askerlerle. Elleirndeki mühimmat yeterli olacaktı. Yavaşça gölgeden sokuldular.
Tek hamlede boğazlarını kesip canlarını aldılar. Bir köşede onları soyup
kıyafetlerini giydiler. Şans onlardan yanaydı. Nöbet değişimine gelen iki
askerde on dakika sonra canlarından oldu. Cesetleirn olduğu yere saklandı ikisi
kıyafet bulup döneceklerine söz veren dört kişi kampın içine doğru ilerlemeye
başlamıştı. Genç kadın uzun ve zayıftı. Zırhın altında göğüsleri dümdüz olmuş
ve bir erkeğe benziyordu. Tedirgindi. Ama karanlıkta onun yüzünü tanıyabilecek
kimse yoktu.
"Mektupta yazanlara bakılırsa artık sadece iki Ung prensi var!"
"Birisi
kral oldu. Bu kişi belli ki Daki değil." demişti kız yanında konuşan adama
bakıp. Daki ile olan eski tanışıklığını gizleme gereksinimi duymuyordu.
"Yakalanırsak sizi kurtaracaktır. Kampta olduğunu duyduk hepimiz."
demişti. Kadın bunu duyuduğunda daha bri tediirgin oldu. Eskiden tanıdığı Daki
şimdi düşündüğü Daki ile aynı ise onunla savaşmak istemezdi. Onu öldürmeyi
düşünmezdi.
"Sizin için bri dosttan fazlasıydı hanımım." demişti adam. Onu göz
ucu ile süzmüştü. Bir duygusal bağları olduğu ortadaydı. Bir prensle
evlenmesine ise bütün aile destek verirken şimdi savaşta daha uç noktalarda
birbirlerine uzaklardı.
Kampın
ortasına doğru ilerlemişlerdi. Dikkat çekmemişlerdi. Herkes kendi işindeydi.
"Dağılıp kıyafet bulun!" emri ile ikiserli olarak ayrıldılar. Çok
değil kısa süre sonra uluma sesleir tepeden gelmeye başladığında korku sarmıştı
onları. Bu uluma kamp için yemek demekti. Onlar içinse kokularını alabilecek
onlarca beyaz kurt...
"Kısa
sürede çıkmalıyız!" yanında ki adam telaş etmişti. Kadın ise korkunun
telaşına düşmemişti.
"Diğerlerine
kıyafet bulmamız gerekiyor. Onları orada bırakamayız.'' demişti. Ancak çok
değil kısa süre sonra hareketlilik başlamıştı. Yemekleirn yapıldığı çadırın
önüne kazanlar kuruluydu ve şimdi altları yakılmaya başlanılmıştı. Saatlerdir
yemek bekleyen askerler yavaş yavaş oraya doğru toplanıyordu. Askerler onlarıda
sürüklemişti. Kuyruk uzun ve aşçılar hzılıydı. Gelecek etten bir parça yemek
için can atıyorlardı. Kurtlar yaklaştıkça kalabalık içinde bekleyen dört kişi
oldukça gergindi.
"Buadan çıkmanın bir yolunu bulmalıyız." diye fısıldadı kadın.
Fısıltısına cevap veremeden herke sbir kenarı doğru çekilmeye başladı. Açılan
koridorda önde kalmıştı. Bir el onu geriye doğru çektiğinde şaşırmıştı.
"Rahomun yolunda durma!" demişti onu çeken el. Kadın o zaman gelen
adama bakıp kalmıştı. Omuzlarıan değmeyen beyaz saçları geriye doğru
taranmıştı. Kaşları beyaz teninde kaybolacak kadar zarifti. Kaftanı ve beline
takılı kuşağının altında kalan siyah cübbesi tek renkli şeydi. Gri gözleri
bulutların ardındaki ay gibiydi. Yanında yürüyen sarışın genç ile beraber
gelirken arkalarından kızaklarla bri kaç kişi geliyordu. Ellerini arkasında
birleştirmişti. Seyretmesi güzel bir adamdı. Genç olduğu yüzünün tazeliğinden
belliydi. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında kime baktığını görmek için
başını diğer tarafa çevirmişti. Kıvırcık saçları arkadan toplanmış, yeşil
gözleri ışıldayan uzun ve yapılı adamı tanıyordu. Kara Kurt Daki. Ung
Prenslerinin üçüncüsü... Onu uzun zaman önce tanımıştı. Neden Rahomun
gülümsediğini bilecek kadar yakından tanımıştı. Ama Daki'nin nedne
gülümsediğini bilemeyecek kadar şimdi ona uzaktı.
"Cohin yemeklerin eşit dağıtıldığından emin ol!" derken sesini
duymuştu Rahomun. Kibar ama bir o kadar
itaat edilesi olan bu sesin sahibi adamın güçlü olduğunu tahmin ediyordu. Adım
atışında adeta yer sallanıyordu. Onu çalıların arasında net görememişti. Şimdi
ise oluşan koridorda yürürken o kadar net duyuyor ve görüyordu ki...
"Aklınız
kalmasın efendim. Ben hallederim." demiş ve kızaklar ile o kazanlara doğr
giderken Rahom, Kara Kurt Daki'nin
yanıan doğru yürümüş ve ikisi kapanan kalabalıkta kaybolup gitmişti.
"Daki..." demişti kadın. Hatırladığından daha farklı gözüken bu adam
hala o güzel bakışlara sahipti.
"Rahomun yaveri gibi yanında dolanıyor belli ki..." fısıltınıns ahibi
adama bakmıştı. Adam onu kolundan çeken kişi ile yer değişip hanımının yanına
geri dönmüştü.
"Fırsatımız varken kaçalım." demişti. Ama kadın onu duymak yerine öne
doğru ilerliyordu. Daki'yi tekrar görmek için hızla kalabalığı yararken
bağırtılar artıyor ve sıra bozulmaya başlamıştı.
"Bekle!"
diye oan bağırana damı duymadı ve birden kendini kalabalığın dışında buldu.
Boğazına doğrultulmuş kılıcın soğukluğu ile olduğu yerde kalmıştı. Nasıl birden
kalabalık bitip kendini Rahomun önünde bulduğunu anlamamıştı. Muhon Asha'nın
soğuk kılıcı boynundaydı.
"Asker!" demişti Muhon Asha. Başı önde kişinin kim olduğunu görmek
ister gibi kılıcı yukarı doğru kaldırmıştı. Kadın cesaret edemedi. Başını
kaldırdığı anda boynun kesileceğini düşünüp kılıcı zorluyordu.
"General Asha bırakın! Belli ki bir şey demek için bu kadar acele
etti." demişti. Rahomun masum sesi ile kılıç inmişti.
"Diniliyoruz!" demişti. Ince sesi erkek olmadığını ele verecek kadar
güzeldi. Konuşamazdı. Cevap dahi veremezdi.
"Konuşacak mısın?" diye sesini yükseltmişti Muhon Asha. Daki is eters
bir şeyler olduğunu sezmiş gibi kılıcını çekmişti. Onunla beraber bir gerginlik
oluşmuştu.
"Komut aldın ve buna cevap vermeyecek misin asker?" diye kükremişti
Muhon Asha. Daki oraya doğru adımlarını hızlandırdı. Kadının tam karşısıan
geldiğinde kılıcını doğrultmuştu.
"Asker birliğini söyle ve komutanın adını bildir." demişti. Ung
disiplininden aciz duran bu kişinin kim olduğunu merak etmişti. Ama sessizlik
sürdü. Daki sorusuna cevap alamayınca kılıcını onun boynuna doğru hızla
savurdu. Fakat kılıcın çarptığı yerden sadece bir demir sıkırtısı duyulmuştu.
Kadının bileğine çarpan kılıç kıyafeti yırtmış ama altındaki gümüş kollukla
çarpışmıştı. Daki bu tanıdık gelen kolluklara baktı ve kılıcını geri çekti.
Birden etrafını saran muhafızlardan çekinmemişti kadın artık. Bu saaten sonra
olabilecek herşeyin sonu ölümle bitecekti. Başındaki şapkayı çekip aldığında
sarı saçları özgür kalmıştı. Koyu mavi gözleri ise karşısında dikilen Daki'ye
sabitlenmişti.
"Kara Kurt Daki! Eski dostunu bu şekilde karşılaman beni paramparça
etti." demişti. Daki oan bakıp kalmıştı. Yıllar sonra onu karşısında
görmek tuhaf bir histi. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi. Öylece kalmıştı.
Düşman vardı kampta ama bu düşman Daki'yi oldukça yakından tanıyordu belli
ki...
"Tutuklayın!"
emrini veren Muhon Asha olmuştu. Kuwala ise şaşkınlıkla kıza bakıyordu. Asha
bununla yetinmedi ve bri çıkış daha yaptı.
"Kimse ayrılmasın ve sıraya girsin. Herkes kendi bölüğüne geçsin. Teker
teker bölük komutanlarının askerleirni kontrol etmesini istiyorum. Yalnız
olmadığından emin olana kadar kimse tek lokma yemek dahi yemeyecek!"
demişti. Kadını tutuklamak kolay olmuştu. Üç asker onu alıp kafeslerin olduğu
alana doğru götütürken düzenli bir kargaşa başlamış ve herkes bölüğüne doğru
ilerlerken Bakren askerleri alandan çekiliyordu. Grave ve Güneş'in Kızı hemen
askerlerini farklı alana toplamıştı. Aleon ise olayı duyup koşup gelmişti.
Denetim
gün ışığına kadar sürmüş ve bu sürede üst komuta merkezide meydanı terk
etmemişti. Üç kişide bulunmuş ve silahlarıan el konulup tutuklanmıştı. Gün doğarken yemeklerini yemeye fırsat bulan
askerler neler olduğunu aralarında atrtışmaya başlamıştı bile.
"Seron askerleri imiş onlar. Kampa sızıp Prens Daki ve Rahom Kuwala'yı
öldürmeyi planlamışlar." inanılan en yatkın dedikodu buydu. Tek konuşma
askerler arasında geçmiyordu. Karargahın ana çadırı olarak belirlenen
Kuwala'nın çadırında komutanlar toplanmıştı. Onlar Kuwala ve Daki'yi beklerken
Aleon, Daki, Güneş'in Kızı, Muhon Asha ve Grave ise iç kısımda konuşuyordu.
"Kim
bunlar?" Kuwala'nın sorusunu cevaplayacak herkes oradaydı. Aleon
sessizliğini korurken Daki öne doğru bri adım atmıştı.
"Seronrakaul krallığının en zengin ailesinin kızı ve onun adamları."
demişti. Kuwala kaşlarını çattı. Kollarını önünde bağlamıştı.
"Buraya bir intihar saldırısına gelecek kadar aptal olmadığı belli. Neden
burada olduğunu öğrenmemiz gerekiyor." dedi. Sormak istediği asıl soruyu
bekliyordu herkes merakla. Daki ile kadının tanışıklığını.
"Peki
sen nereden tanıyorsun onu?" sorunun altında yatan imayı herkes biliyordu
ama bilmemezlikten gelirlerse daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Aleon kızın
eskiden Daki ile nişanlanacağını bilen hayatta ki son üç kişiden birisiydi.
Muhon Asha ve Daki'de bunu biliyordu. Daki sessizce ona baktı.
"Seron krallığı ile bir dönem müttefik ve akraba olmaya karar vermiştik. Kea
ile oraya gönderildiğimd ehenüz on beş yaşlarında onunla nişanlandırıldım. Bu
sadece güç için yapılan bir nişandı." dedi. Kuwala sessizce ona bakıyordu.
Yüzünde ifade aradılar. Kıskançlık, öfek ve hırsa dair bir ifade aradılar ama o
sadece bakıyordu.
"Neden nişanı attın?" demişti Kuwala. Daki'nin nişanı attığından o
kadar emindi ki... Muhon Asha buna şaşırmıştı. Kuwala'nın böyle düşünmesinin
sebebini ararcasıan Daki'ye baktı.
"İstemiyordum. Abim Kea bu evliliği yapmam için çok ısrar etti ancak o
sırada Kuzeye doğru ilerleme başlamış ve Seronların desteğini almamız gerektiği
konusunda ısrarcıydı. Bir süre karargah eğitimi alamk için orad akaldım bu süre
içind enişanlı gibi davranmak bile benim için saçmaydı. Geri döndüşümüzden
sonra nişanın bozulmasını istedim. Bunu o da reddetmedi." demişti. Kuwala
başını ağır ağır salladı.
"onunla konuşmak istiyorum. Belki bizim için çalışmaya ikna edebiliriz.
" demişti. Hepsi şaşkınlıkla Kuwala'ya bakıyordu. Kuwala bunu söyleidkten
sonra emin bir şekilde kaşlarını çattı. Öğleden sonra bir görüşme yapacağım.
Onu hazırlayın ve dışarıda bekleyen komutanlara durumun kontrol altında
olduğunu her saat birlikleirnd esayım yapmaya devam etmelerini söyleyin. Kapı
nöbetçilerini arttırın. Çevre araması için askerlerden bir birlik oluşturun ve
birliklerin yüz metre içindeki her taşın altına baktığından emin olun. Şimdi Muhon Asha dışında herkes
çıkabilir." demişti. Muhon Asha tedirginlikle diğerleirne bakmıştı. Kuwala
ise masasına yöneldi ve bir kadeh şarap doldurmaya başlamıştı. Hepsi çıktıktan
sonra elindeki kadehi Muhon Asha'ya getirdi. Asha şaşkınlık içinde onun
ikaramını kabul edip gösterdiği sandalyeye oturdu.
"Bana
ne soracağından korkuyorum." dedi. Kuwala bunu duyunca gülümsemişti.
"O
kadar korkunç bri adam olduğumun farkında değilim sanırım. Endişen olmasın.
Seninle Daki'nin yakın dostu olduğun için sohbet etmek istedim. Onu Cohin'den
ve Aleon'dan daha iyi tanıyacak kadar yakınsınız." demişti. Muhon Asha
gülümseyen gence bakıp kaldı. Karşısıan oturan adam uykusuz ve yorgundu. Avdan
sonra ve önce hiç uyumamış olmasına rağmen gözleir hala ışıldıyordu.
"Daki2yi tanıyorum ama o tahmin edilemez şeylerle geliyor bana."
"Bu
konuda seninle hem fikirim. Bir gün bir yerden seyiplediği çocuklarının
gelmesini bekliyorum. Elbette bu sorun değil ama mirasımın ortakçısı bu adamın
seyiplediği çocukları yaşatacak bir ortamımız olmayacak." demişti. Kuwala
her geçen gün daha korkutucu ve zeki bir adam oluyordu.
"Daki çapkındı. Bu konuda onunla yarışacak kimseyi tanımam. Istemeden
kadınları elde edecek kadar hoş bir havası vardır. Ancak bunu artık
göremediğimi söylemeliyim." demişti Muhon Asha. Kuwala gülümsedi.
"Onun sadakatinden asla şüphe etmedim. Birbriimizin varlığından
habersizken yaşanmış şeylerde pek ilgimi çekmiyor. Sadece bu kadın hakkında
bilgi istiyorum. Onu avucumuzun içine alıp bizim için silahlar tasarlamasını
istiyorum. Gerekirse Daki'nin onu ikna etmesinide isteyeceğim. Bizim için büyük
bir şans bu!" demişti. Muhon Asha bri an şaşırdı.
"Kıskançlık
krizi geçirmeni beklerdim. Sonuçta o senin... şey, yani..."
"Evet o benim ve bana ait. Bu konuda kimsnein şüphesi olmasın. Geçmişte
onu kaybeden kişilerle uğraşacak kadar alçak ve kopuk bri bağımızda yok. Şimdi
bunu bri kenarı bırak ve bana bu kadını anlat. Ailesini, zaaflarını ve bildiğin
herşeyini." demişti. Muhon Asha şarabından bir yudum aldı. Belki iki saat
ikisi içerd ekaldı. Asha çıkarken brişey anlatmayacağı konusunda söz verip
çıktı. Yorgun ve halsizce onu dışarıda bekleyen yaverine kılıcını verdi.
"Tutukluları hazırlayın. Cohin'e söyle kadın için sıcak su ve sabun ve
düzgün kıyafetler ayarlasınlar. Karnını doyursunlar ve öğleden sonra Rahomun
huzuruna çıkarsınlar." dedi. Emri hızlı ve sertti. Yaveri ve askerler ona
bakıyordu. Muhon Asha bir iblise dönüşen Kuwala'ya hayran kalmaktan başka bir
şey yapamıyordu. Gözüktüğünden çok fazlasıydı. O masum ve saf yüzünün ardında
karşısındakini öldürecek bir zeka ve iblis vardı. Savaşın ortasında kalan bu
genç ve saf ruhun nasıl iki senede çelik gibi olduğunu düşündü. Onun nele
rgördüğünü düşündü ve onu zorla savaşa çeken gücün onu nasıl kutsal bir varlık
haline getirdiğini...
"Olması gereken bu!" diye mırıldandı. Yürürken yolunu Daki kesmişti.
Henüz kendini tam toparlayamamıştı. Ancak askerlerin eğitimlerine katılıyordu.
Salınarak ve düşünceli yüüryen Muhon Asha'nın yolunu kesmişti.
"Ne oldu?" demişti. Asha bir süre ona baktı. Ardından elini Daki'nin
omzuna koydu.
"Onunla işin zor. Kandırılamayacak kadar zeki ve oynayamayacağın kadar
iblis. Bazen sana üzülüyorum." demişti. Daki şaşkınlık ile ona baktı.
"Kuwala'dan mı söz eidyorsun?" demişti. Muhon Asha başını salladı.
"Evet. Sanırım o artık pişip soğumuş. Onu çok iyi eğitmişsin. Gördüğü ve
duyduğu herşeyi analiz etmiş ve gerçek bir lider olmuş." dedi. Daki br an
gurulandı.
"Öyle tabi ki... Sonuçta o hep öğrenmeye hevesli ve zeki bir adamdı."
demişti. Muhon Asha gözleirni yorgunca ona dikti.
"Biraz ürkütücü bir zekası var.
Onunla karşı karşıya kalmaktan çekiniyor insan. Bazen bir iblis gibi bakıyor."
demişti. Daki bri an ciddiyetle ona baktı.
"Bir iblis değil o. Sadece gölgeleri emrine alacak kadar güçlü bir efendi
oldu." demişti. Muhon Asha duraksayıp ona baktı.
"Ne deidn sen?" dedi. Daki gülmüştü.
"Güçleniyor. Gölgelerin onu yönetmeisne izin vermemek için güçleniyor.
Bazen kendini kaybediyor ama güçlenmeye devam edecek. Beyaz Kurtlar burada
olduğu sürece bu büyüde bozulmayacak." demişti. Muhon Asha şşakınlık
içinde bakıyordu.
"Büyü mü?" demişti. Daki başını salladı.
"Buraya geldiğimzi andan beri içerde tutulan bütün gölgeleri kontrol etmek
için uğraşıyor. Savaşı kazanmanın tek yolu onunda bir gölge olmasıymış. Bunun
için çabalıyor." dedi.
"Nasıl
yani?"
"Londaga
nasıl gölgelere ışığı ile hükmettiyse o da hükmetmek için çabalıyor."
"Bunu
neden bize anlatmıyor?"
"Sebebini
anlatsam anlayacağını sanmıyorum Asha! Ama şunu söyleyebilirim ki tek
düşmanımız eli kılıç tutan düşman olacak. Karanlıkta yürüyen ve süzülen
gölgeler olmayacak. Sadece sabret kardeşim. Ve onu sorgulama. " demişti.
Bunu söylerken rahat davransada o da endişeliydi. Fazlası ile endişe ediyordu.
Kurtları ilk bulduğu zaman Ayezi ona bir fikir sunmuştu. Bu ışığı kullanma
fikri tamamen Ayezi'ye aitti. Kuwala o günden sonra her zaman olduğundan daha
soğuk ve karanlık olmaya başlamıştı. Geceleri yaptığı meditasyonlarda ne yaşadığını
asla Daki'ye anlatmamıştı. Sadece bunun yan etkilerine Daki şahit oluyordu.
Kuwala yavaş yavaş acımasız ve karanlık bir kişiliğe bürünüyordu. Her zaman
görmek istediği o saf gülümseme karanlık bir bakışla bozulup gidiyordu. Kuwala'nın bütün benliğini dağıtıyordu bu
plan. Her ne kadar arkadaşına endişe etmemesi gerektiğini söylemiş olsada onun
için ilk endişelenen kişi o olmuştu. Gölgelerin sürekli aklına okyun oynadığını
biliyordu. Sürekli onu kabuslara çekip karanlıkta tutmaya çabaladıklarını
görüyordu. Kuwala'nın pişmanlığı oldunu duyduğunda kırgınlığı pişmanlık olmak
değildi. Onun artık eskiden aşık olduğu adam olmadığını görmek onu kırmıştı.
Dalgın
adımlarla yürürken yüzüne yorgunluk çökmüştü. Onu savaşa çektiğini ve onun bu
hald eolmasının sebebi olduğunu bilmenin verdiği vicdani yükle adımları
yavaşladı. Yemek yemeyi unutmuştu. Başı döner gibi oldu ve tutunacak bir yer
aradığında koluan giren kişi ile ayakta kalmıştı. Cohin oan endişe ile bakıyordu.
Kuwala'nın çadırına yakınlardı. Onu oraya götürmek için hareket etti.
"Sorun yok cohin. Kuwala beni böyle görmesin. Nefes alabileceğim bir yere
gidelim." dedi. Cohin çözüm olarak onu kendi kaldığı çadıra götürdü.
Ağabeyi ile kaldıkları bu komutan çadırı daha büyüktü. Içerd ebri kaç kişi
yatak istiratındaydı. Geri kalan yataklar bomboştu.
"Su
için efendim!" demişti. Daki onun uzattığı sudan bir kaç yudum aldı.
Bedeni yorgundu ve aç karna antremanda bulunmak onu tüketmişti. Zihnen olan
yorgunluğu ise katlanılmazdı.
"Efendi Kuwala ile aranız nasıl?" demişti Cohin. Daki buruk bir ifade
ile ona baktı.
"İyi..." sözcük o kadar sadec ve yavandı ki Cohin kaşlarını çattı.
"Bir şeyler yolunda gitmiyor ve bunu görüyoruz efendim. Bir şeyleri
gizlemeye çabaladıkça siz yıpranıp çürüyorsunuz. Neler oluyor o çadırda ve
neden efendi Kuwala eskisi gibi değil anlamaya çaalıyorum ama aklım
ermiyor." demişti. Daki önündeki suyu alıp bir kaç yudum daha içti.
"Onu bu savaşa sürükledim ve şimdi cezasını çekiyorum. Kaybetmemek için
onu güçlü ve korkusuz yapmak için uğraştım hep. Ama fark ettim ki onu böyle
böyle kaybettim ben. O kulübesine sığındığımzı adamı alıp kalbini söküp yerine
zırhla kaplanmış bir asker yarattım. Bunun gururunu yaşamam gerekiyor değil
mi?" demişti. Cohin onun yüzüne bir kaç saniye bakti. Renksiz ve huzursuz
yüzü kısacık bri süre inceledi ve başını iki yana salladı.
"Siz vaz geçiyorsunuz. Bunu yapmayın!" dedi. Daki cevap vermek istedi
ama veremedi. Yorgunca gözlerini boş yataklara çevirdi.
"Bir süre burada dinleneceğim. Beni soran olursa görmediğini belirt.
Kuwala'd adahil buna." demişti. Ayağa kalkıp boş bulduğu ilk yatağa
kendini bıraktı. Cohin ne yapacağını bilemez hald eona bakıyordu. Savaş
onlardan sadece dostlarını, kardeşleirni ve tanıdıklarını götürmüyordu. Her
geçen gün ruhlarını çürütüyor ve insanlıklarını yok ediyordu. Sevmeyi,
sevilmeyi ve kendileri olmayı unutuyorlardı. Kuwala bunun farkına varmak için
çok genç ve tazeydi. Henüz neleri kaybettiğini göremeyecek kadar öfkeli ve
güçlüydü. Ama kaybettikleri onun görmediği yerdeydi hep. Kalbinin içinde
gizliydi. Sıkıntı ile elini göğsüne her koyuşunda ondan gittikçe uzaklaşan
Daki'nin varlığını unutuyordu.
Bölüm Otuz Beş
Sahipsiz
Ölüler
Öğlen Kuwala tutukluyu
kabul etti ve onun için yemek istetti. Karşılıklı yemek yiyeceklerdi. Kadın
şaşkındı. Ne diyeceğini bilmedi. Sadece sunulan yemekleri içkisini kaldırarark
kabul etti. Kuwala sakince yemeğini yerken aynı zamanda tutuklu olan
kişilerinde yemek için getirilebileceğini söylemişti. İçeride muhafızlar kalmış
ve altı kişinin karşısında Kuwala oturmuş yemeğini yiyordu.
"Daki'nin eskiden nişanlısı olduğunu bilseydim bu kadar kaba
davranılmasına izin vermezdim. " dedi. Kadın şaşkınlıkla ona bakıyordu.
Kuwala'nın soğuk bakışları ve ifadesiz yüzü korkutucuydu.
"Yemek ve nezaketiniz için teşekkürler!" demişti kadın. Kuwala ufak
ama sahte bir tebessüm etti. Cohin içerid eayakta dikilenlerdendi. Daki'nin
çadırda güven içinde uyuduğunu bildiği için buraya gelmişti.
"Bu nezaketimiz bütün misafirlerimiz için geçerlidir!" dedi. Kadın
bunu duyunca kurt ve kız başını ve diğer Rahomu hatırladı.
"Hepsi için olduğundan emin değilim!" demişti.
"Hepsi için geçerli."
"Peki o küçük kız ve kurt, o tutuklu soydaşınız?"
"Onlar hain hanımefendi!"
"Hain mi?"
"Evet! Sevgili dostum Daki'yi zehirlemeye kalkışan bir avuç
hain!" dedi. Kadın donuk bir ifade ona bakmıştı. Kuwala gülümsemeye devam
etti.
"Asla affedemeyeceğim tek şey ihanettir!"kadın ona şaşkınlıkla
bakmaya devam ediyordu.
"Siz affeder misiniz hainleri ve ihanetçileri? Seronlar denildiği kadar
onursuz değil diye umuyorum. Iki senedir sizden çok kişi elleirmde öldü. Onuru
ile ölen adamlar azdı ama yinede vardı!" ekledi. Kadın şaşkınlık içerisind
eonunla konuşan Rahoma bakıyordu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Hepsinin lokmalar
boğazıan dizilmişti.
"Onursuz değiliz Rahom Kuwala!" diye çıkışmıştı yaveri. Genç ateşinin
verdiği çoşku ile eli masaya hızla inmişti. Kuwala onun eline daha sonra yüzüne
baktı.
"Hepinizin olmadığını biliyorum ama leş yiyen köpekler gibi parçalara
bölünen kuzey topraklarına gelmeye devam ediyorsunuz. Arkamızda bıraktığımız
artıklarla beslenmek için koşturuyorsunuz." demişti. Adam kaşlarını çattı.
Masadaki eli yumruk oldu.
"Laflarınızın altında ezilecek değiliz. Korkak değiliz." demişti.
Kuwala bunu duyunca gülümsemesi silindi.
"Korkak değilsin öyle mi? Gerçek korkunun ne olduğunu görmemiş bir adamın
basit sözlerine bakın!" demişti. Adam ayağa kalktı.
"Korkuyu, savaşı ve yokluğu çok iyi biliriz. Sizin gibi
altın işelmeli yastıklarda doğmadık. Ama onurumzu ve cesaretimzi ile..."
"Onu duydun mu Cohin? Altın işlemeli yastık dedi. "
Cohin yanında dikildiği Kuwala'ya bakıp başını salladı.
"Burada ben hiç altın işlemeli yastık görmüyorum. Kara Kurt binicisi Bakrenler
kulübemi yakmadan öncede altın işlemeli yastığım olmadı. Sen görüdn mü evimde
altın işlemeli yastık Cohin?"
"Görmedim efendim." demişti Cohin. Kuwala gözleirni
adamın gözleirne dikti.
"Korkuyu kalbinde hissetmediğin sürece gerçekten bir erkek
olamazsın diyor Bakren soyu. Sen gerçekten hissetmelisin." demişti.
Gözleri beyazladığında adam transa girmiş gibi kilitlenmişti. Kuwala oldukça
sakin şekilde ona bakıyordu. Bir süre sonra adam olduğu yerde titremeye
başlamıştı. Korku iel kıvranıyor ve gözleirnden yaş akıyordu. Dudakları
kıpırdandı. Ve birden çığlık atıp dizleri üstüen çöküp yalvarmaya başladı.
"Dur lütfen!" diyordu. Kuwala onun çığlıklarını duyduğunda transtan
çıktı. Adam korku iel olduğu yerde dizleri üstündeydi. Adam elini kalbien doğru
götürdü. Korku ile dudakları titrerken gözleirnden yaşlar akıyordu. Yaverinin
ilk defa ağladığını gören kadın şaşkınlık içinde kalmıştı.
"Korku bu işte. Cesaret sadece ölümü düşünüp onun hakkında konuşmak değil.
Cesur olan kişiler o korkunun üsütüne giden aptallar değildir. Onlar bu
korkulardan kurtulmak için farklı yollar deneyenlerdir." dedi. Adam
titreyen eli ile içkisini aldı. Kuwala donuk bri ifade ile onlara
bakıyordu.
"Sizden burada kalıp benim ordum için çalışmanızı bir defa isteyeceğim.
Eğer kabul etmezseniz oraya güvenle gitmenizi sağlayacağım. Ancak benim için
çalışırsanız bu savaştan kaybeden olmayarak çıkacağınızı garanti ederim."
demişti. Titreyen adam baktı.
"Onlara gördüklerini anlat." demişti. Adamın dudakları titredi.
"Yapamam!" diye mırıldandı. Kuwala geriye doğru yaslandı.
"Git ve onlara anlat. Daha sonra istediğinizi yapın." demişti.
Arkadaşlarının yardımı ile yaver toparlanmıştı. Ayağa kalktı ama yürüyemiyordu.
Kadın gidecekken durmuştu. Çadırın kapısı önünde arkaya doğru dönüp baktığında
Cohin'in panik içinde eğilmiş olduğunu gördü. Ne olduğunu görmek için döndüğünd
eRahomun beyaz kıyafetinin önün kızıla boyandığını gördü.
"Hekimi çağıracağım!"
"Gerek yok Cohin!" demişti Kuwala. Mendili dudaklarına götürdü.
"Daki'den çekip aldığım o şey hala vücudumda dolaşıyor. Bir süre daha beni
rahatsız etmeyin. Dinlenmek istiyorum." demişti. Cohin onun göğsüne doğru
akmış kana bakıp kaşlarını çattı.
"Efendi Daki şu an komutan çadıırnd auyuyor. En azından onun seninle
kalmasıan izin vermelisin. Bu koyduğunu mesafe ikinizide bitiriyor. Bunu
emrinde bri asker olarak söylemiyorum. Bir dostun sana can borcu olan bir
dostun olarak söylüyorum." demişti. Kuwala başını iki yana salladı.
"Yanımda kalırs adaha geç iyileşir."
"Peki sen?"
"Bana bir şey olmaz Cohin. Toparlarım bir kaç güne. Daki'ye
ihtiyacınız olacak. Onun ayağa kalkması gerekiyor." bunları söylerken
dolan gözleirni saklamak için başını öne doğru eğmişti. Cohin onun ağladığını
fark etmişti.
"Efendi Daki'ye gidiyorum. Ona ihtiyacınız var ve onunda size. Verdiğiniz
emre uymadığım için cezam neyse çekerim." demişti. Kuwala onun birden
bileğini yakaladı. Dişleirni sıkmış ve gözleri yaşla doluydu.
"Bunu yapma!" demişti. Cohin dehşet içinde ona bakıyordu.
"Beni bu halde görmesini istemiyorum." demişti. Cohin bileğine baktı
ve tekrar gözlerini Kuwala'ya dikti.
"O zaman sizinle kalacağım. Beni gönderirseniz gideceğim ilk yer Efendi
Daki'nin yanı olacak. Kampı ayağa kaldırmamı istemiyorsanız sizinle kalmam izin
verin." demişti. Kuwala onun kolunu yavaşça bıraktı. Gözlerini
kapattı.
"Bana sandıktan kırmızı kutuyu getir." demişti. Kadın daha fazla
konuşmayı duyamadan dışarı doğru sürüklendi.
Tekrar kafese dönmüşlerdi. Yaver korku ile olduğu yerde
gözleirni ayırmış dikiliyordu. Aklını kaçırmış gibi bakıyordu.
"Sana ne gösterdi?" demişti kadın. Adam korku iel ona baktı ve olduğu
yere çöküp alnını yere koydu.
"Beni affedin hanımım ama ben o şehre gidemem. Orada olamam. Sizde
olamazsınız. Orası iblis ve gölgelerin yeri. Orası işkence dolu ölümün bizi
beklediği yer." demişti. Kadın şaşkınlık ile ona bakarken arlarında bir
metreden az olan kafeste oturan Tieden onlara doğru çevirmişti başını.
"Gerçek korkuyu görmek istiyorsanız Kuwala'nın gözleirne bakın!"
demişti. Kuwala adını duyan kadın ona doğru döndü.
"Ne demek bu?"
"Sizi sınıyor. Bu kamptan canlı ayrılamayacaksınız. Ona ne istiyors
avermek zorundasınız. Sizi o şehirde bekleyen gölgelerin efendisinden farksız
bir iblis o. Londaga'nın yaptığını yapıyor." demişti. Londaga2nın
anlatılan efsanaleşmiş hikayesinin altında yatan gerçeği az kişi bilirdi. Çoğu
bu hikayeden habersizdi.
"Kuzeyin kurtarıcısı olan Londaga gibi iyi yürekli ise neden ona iblis
diyorsun efendi!" demişti. Tieden histerik bri kahkaha atıp elini alnıan
koydu hızla.
"Kurtarıcı mı? Yoks aonlarca izdırap çeken ruhu bir kafese kapatıp işkence
eden mi? Londaga benim soyumun başıdır. Onun deliliği hepimizd ebri hastalık
olarak devam etti. O gölgeleri adım sesi ile korkutan yücelerin yücesi olan
Londaga'nın gerçek hikayesini dinlemek ister misiniz?" demişti. Kadın başı
ile onayladı. Tieden adeta geçmişe dalar gibi gözlerini karşısındaki iki kopuk
başa kitledi.
"Büyük kaos başladığında gece hiç gündüz olmayacakmış
gibiydi. O kaosun ardından binlerce arada kalmış ruh buraya çekilmişti.
Kendileirne sığınak arayan bu ruhlar burada buldukları her canlının bedenine
yerleşmeye çalıştı. Burası sulu ve kanlı bir etti. Onlar ise o eti cürütmeye
gelen solucanlar gibiydi. Hepsi hızla burada artıyordu. Yüce Darta onları
durdurmak için ışık ve sonsuz şifa suyundan bir varlık yoğurdu. Kalbien kendi
kalbinden bir parça koydu. Gözlerini ulu kurdun gözlerinden aldı. Ve aklını
tanrıların babası güneşin aklından. Darta durduramadığı bu kaosu durdurmk için
aceleci davranmıştı. Bir şeyi unuttuğunu fark ettiğinde geç kalmıştı.
Merhametsiz oğlu kuzeyde adım adım gezmeye başlamadan yanıan merhamet için ulu
kurdun bri yavrusu olan Darta'nın yaveri olarak bilinen Ayezi'yi verdi. Genç ve
tecrübesiz Ayezi efendisine sadık olacağına yemin ettiğinde olacaklardan
habersizdi. Londaga adım attığı yerd eşifa ve huzur götürdü. Arada kalmış gölge
ruhları ikna etmeye hiçbir zaman uğraşmdı. Onları huzura kavuşturmak istemedi.
Sadece onların yarattığı kaosun verdiği çirkinliği bitirmek ve huzur bulmak
istedi. Ruhları teker teker zincirleyip onları gittiği yere sürür oldu.
Binlerce gölgeyi zincire vurup tek bir kılıç içinde topladı. Ve kılıcını
vurduğu yerde ne ruh ne can kalıyordu. Sıkışmış ruhların öfkelenmesiyle daha
çok güç sağladıklarını öğrendiğinde bir karanlık diyar yarattı. Hepsini oraya
hapsetti ve başlarıan Ayezi'yi koydu. Ayezi efendisinin emrini yerien
getiriyordu. Ruhlara işkence edip onların sürekli olarak Londaga2ya güç
sağlamasını istedi. Kuzey rafah ve huzura kavuuştuğunda Darta bu gerçeği
öğrenmiş ve oğlunu sonsuz uyku için çekip almıştı. Emre itaat eden Ayezi'yi ise
ruhların başıan bekçi olarak dikmişti. Londaga'nın ışığı aktarıldığında Ayezi
uyandı ve o karanlık diyarı açtı. Oradan kaçan binlerce onlarca gölge ise
kuzeyde gezinmeye başladı. Melez Piç onları fark ettiğinde ise onları aldı ve
yoğurdu. Kendisi için çalışan birer köle halien getirdi. Işkence etmek yerien
onları besledi ve huzura kavuşacaklarıan söz verdi. Şimdi Kuwala ondaki gücü
almak için uğraşıyor. Bir defasında bizlere kimsenin ölümünü istemediğini
söylemişti. Her ölü Melez piö için bir güç kaynağı olduğu için yaptığını
söyledi ama bunu anlayacak kadar zeki kimse yok. Bu savaşta sen, ben ve onlar
sadece birer kanlı ve sulu bri et parçasıyız. Kurtlar solucanlar yemedne bizi
yemek için diş dişe girmiş durumda. Ne Daki ne başkası ikisi arasındaki savaşta
önemli. Ne sen ne ben kimse önemli değil. Eğer giderseniz sizi Kuwala
öldürecek, kalırsanızda Melez Piç. Sonuçta herkes ölecek. Ve bende bedeni
solucanlar tarafından parçalanan bir başkası olacağım." demişti. Kadın ona
bakıyordu. Anlattığına bakılırs akims ekazanmayacaktı bu savşı. Yarı Bakrenlı
yarı Rahomlu bri delinin kendinden daha güçlü bri başka deli ile savaşında
hepsi birer yemdi ve piyondu. Bunun aksini düşünmek istedi. Yaptığı silahlarla
kazanabileceğini ve ölmeyeceğini. Ancak içinde birşeyler Tieden'in doğruyu söylediğini
biliyordu.
"Kara Kurt Daki'yi daha önceden tanıdığını duydum. Onunla
ilk tanıştığımda o Kuwala için dünyada herşeyden daha değerliydi. Şimdi ise...
" kadın birden aklını saran karanlıktan kurtulur gibi gözlerini
açtı.
"Şimdi ne?" demişti. Ne olduğunu duymuştu. Rahom hala Kara Kurt
Daki'yi önemsiyor ve korumak için uğraşıyordu. Bunu kendi kulakları iel
duymuştu. Ikisi arasında sıkı bir dostluk olduğunu düşünmüştü. Iki silah
arkadaşı ve savaşçı...
"Şimdi sıradan bir asker ve güç kaynağı!" dediğinde kadın gülmeye
başlamıştı.
"Hayatta iki insana inanmam. Bir hainler iki deliler. O yüzden efendi
dediklerin benim için kasabanın delisinin analttığı bir hikayeden ibaret. Ve bu
kampta var olan bir hainin lafları." dedi.
Tieden ona bakıp kalmıştı. Gözleri alev saçıyordu.
"Hain..."demişti ve histerik bri kahkaha atmıştı. Kadın oan bakıp
kalmıştı. Neye inanacağını bilmiyordu. Belki Daki ile konuşması gerektiğini
düşünüyor ama bundan çekiniyordu.
"Daki ile konuşmadan karar alamyacağım!" bu bilgiyi onları kontrole
gelen askere söylemişti.
Bu bilgi gittiği sırada Daki çoktan Kuwala'nın çadırının yolunu
tutmuştu. Oraya geldiğinde hekimin çırağını görmeyi beklemiyordu. Çadıra ilk
giridğinde ufak ikinci koridorda onunla karşılaşmıştı. Çocuk elindeki kan dolu
metal çanağı dışarı doğru götürüyordu. Daki ile göz göze geldi. Yanından
koşarak geçip giden adama bir şey diyemeden onun gözden kayboluşunu gördü. Daki
Kuwala'nın yatağının olduğu yere nasıl geldiğini hatırlamıyordu. İçerde iki
muhafız kaynatılmış su dolu büyük kazanı tahta küvete boşaltırken yaşlı hekim
yatağın yanında Kuwala'nın sol bileğini tutmuş nabzını dinliyordu. Cohin ve
Grave ise ayaktaydı.
"Neler oldu?" demişti. Gözleri yatakta uzanmış Kuwala'ya kaydı. Yüzü
bembeyaz genç ona bakıyordu.
"Ciddi bir durum yok ancak Efendi Kuwala'nın biraz dinlenmesi gerekiyor.
Onun için hazırladım bu ilacı içerse daha rahat uyuyacaktır." demişti
hekim. Yavaşça ayaklandı. Kuwala kasabada tanıştığı babasının arkadaşı olan
hekim dışında kimseye güvenmiyordu. Onun özellikle kampta buunmasını istemişti.
İhtiyar adam gözlerini Daki'ye doğru çevirdi.
"Eğer kendini yormaya devam ederse ona engel olmaya çalışın." dedi.
Daki gözlerini Kenarda duran Kuwala'nın kanlı kaftanıan çevirdi. Göğüs kısmıan
damlamış olan kandan anlamıştı Kuwala'nın kan kustuğunu. Kaşları çatıldı. Sert
adımlarla yatağın yanına gelmişti. Yeşil gözlerinde bir karanlık vardı.
"Herkes çıksın!" diye verdiği emirden sonra ikisinin
kalması bir kaç saniye sürdü. Etraf boşaldığında Daki suya doğru yürüdü.
Kollarını yukarı doğru katlıyordu.
"Bu gece transa girmeyeceksin. Sadece sıcak bir banyo yapıp ilacını içip
uyuyacaksın. Başka bir şey yapmak yok!" demişti. Kuwala doğruldu.
"Buna gerek yok. Kendi başıma yıkanırım." demişti.
Daki elini suya soktu. Bir süre sıcaklığını kontrol etti. Biraz soğuk su ekledi
ve yatakta oturur konuma gelmiş olan Kuwala'nın yanına doğru yürüdü. Eğilip
Kuwala'nın düzgün bağlanmış kuşağını çözdü. Zayıf karnı ve beyaz göğsü açılmıştı.
Kuşağı çıkardı. Kemeri çözmeye başladı.
"Daki kendi başıma yıkanmak istiyorum. Sen dinlenmelisin." demişti.
Daki çömeldiği yerden başını kaldırıp ona baktı.
"Seninde dinlenmen gerekiyor. Birbirimize ölene kadar eş
olacağımızı söylerken her anında yanında olacağımızıda söyledik. Madem
tanrıların gözünde evliyiz o zaman izin ver artık sana yardım edeyim. Beni
korumaya çabaladıkça yavaş yavaş ölüyorsun. Bırak öleceksek beraber ölelim
Kuwala. Bu durumdan yoruldum. Ben sana sarılıp uyumayı sabah yanında uyanmayı
özledim. Tek başına baş etmeye çalışma artık. " demişti. Kuwala titreyen
gri gözlerini ondan alamıyordu. Daki biraz doğruldu. Burun buruna gelmişlerdi.
"Bırak artık yanında olayım. Ben Küçük Beyaz Gelinciğimi
özlüyorum." demişti. Kuwala dudaklarıan dokunan kuru dudakların sıcaklığı
ile gözlerini kapamıştı. Kollarını Daki'nin boynuan doladı. Ona sıkıca
sarılmıştı.
"Seni çok özledim ben Kuwala!" dedi Daki. Kollarını
Kuwala'nın ince beline doladı. Bir süre öyle durdular. Kuwala daha sonrasında
ona izin verdi. Daki onun çizmeleirni çıkardı, kemerini çıkardı. Cübbesini
omzularından alıp bir kaç düğüm iliklenmiş gömleğini söktü. Çekti aldı
omuzlarından. Pantolonunu sıyırdı. Kucağına aldı ve ılık su dolu Küvete onu
oturttu. Kokulu yağlardan yapılmış sabunu güzelce bir beza sürdü ve yavaş yavaş
özlediği teni, adamı yıkadı. Onu seyretmek ve ona dokunmak... Daki ilk gün onu
öptüğü an kadar heyecanlı hissediyordu kendini. Elleri titiriyordu. Londaga'nın
eşsiz çiçeği olan bu adamı kırılgan bir çiçek gibi görüyordu. Onu severken
incitip solduracağından korkuyordu.
Yorgun ve suyun sıcaklığı ile uykuya çekilen Kuwala'yı küvetten
aldı. Kurulayıp giydirdi. Yatağa uzandılar. Kuwala gülümseyip ona doğru
dönmüştü. Tek kelime etmeden derin derin bakıyordu. Daki onun bakışlarına cevap
vermekten asla kaçınmadı. Gri gözler yavaş yavaş kapanana kadar onlardan gözünü
bri saniye kaçırmadı.
Gece yarısı mumlar eriyip söndüğünde Daki ona doğru sokulmuş
adama sarılmış ve uykuya dalmıştı. Bu huzurlu uykuyu boza ise inlemeler olmuştu.
Kolları arasında ki beden can çekişir gibi kıpırdanıyordu. Nefesi kesik kesik
ve sesi boğuktu. Yanan bir kaç mum odayı loşlaştırmıştı. Gözleirni açıp
çırpınan Kuwala'yı gördüğünd eonu uyandırmak için belinden kavrayıp
doğrulttu.
"Kuwala! Ben buradayım!" demişti. Önce inlemeler kesildi. Sonra nefes
alışı düzeldi. Bedeni kıvranmayı bırakıp Daki'nin göğsüne doğru
yığılmıştı.
"Onlar çok acı çekiyor!" demişti. Boğuk sesi hüzünle doluydu. Sıcak
gözyaşları damla damla akıyordu.
"Sadece bir kabustu!" dedi Daki. Kuwala ona doğru daha çok sokuldu.
Bedeni halsiz ve zayıftı. Göğsü yavaş yavaş inip kalkıyordu. Omzuları düşmüştü.
"Acı çekiyorlar. Onları hapsettiği yerde hepsi acı
çekiyor." dedi. Daki ona daha fazla bir şey diyemezdi. Kurduğu bu ruhani bağda
onların acılarını hisseden bu adamın sadece acısını nasıl dindirebileceğini
düşünmeye başladı. Onu kucaklayıp geri yatırdı.
"Onlar bekleyenleri olmadığı için acı çekiyor. Unutulmuş
hissediyorlar." Kuwala yorgunca konuşmaya başlamıştı. "Sadece hatırlanmak
istiyorlar. " demişti. Daki onun keisk kesik nefes alışından bu acının onu
ne kadar halsiz düşürdüğünü anlamıştı.
"Sahipsiz ölüler için dua edelim mi?" Daki bunu
söylediğinde Kuwala şaşkınlıkla ona bakmıştı.
"Bu gece şimdi kalkıp onlar için mumlar yakalım ve dua
edelim. Hatırlanmak istiyorlar. Onlara bunu verelim." demişti.
Muhon Asha ve Aleon yan yana yürüyordu. Çadırlarına geçerken
onlara bir grup askerde eşlik ediyordu. Bir ışık fark ettiler ve durdular.
Binlerce mum yakılmıştı. Rahiplerin ikisi oradaydı. Cohin ve Grave ise ayakta
dikiliyordu. Kuwala ve Daki onlarca mumun önünde diz çökmüş dua ediyorlardı.
Elleri birbirine kenetli halde oturan kişilere Muhon Asha kadar Aleon'da
şaşkınlıkla bakıyordu. Nereden çıkmıştı bu anma bilmiyorlardı ama gökyüzü
inanılmaz durgun ve rüzgar birden sakinleşmişti. Dua bitip mumlar teker teker üflenerek
söndürüldüğünde iki saat olmuştu. Daki ayağa kalktı. Kuwala'nın elinden tutup
onu kaldırdı. Sahipsiz ölülerin ruhlarını anmışlardı. Kuwala elini göğsüne
doğru koydu ve sakince Daki ile çadıra yürümüştü. Aleon ve Muhon Asha'da
onların peşine takıldı.
"Ne oldu da gece yarısı birden bu anmayı düzenlediniz
apartopar!" demişti. Daki onu duymamış gibi Kuwala'nın cübbesini çıkarmaya
yardım etti. Kuwala fazlası ile yorgundu. Yatağa oturdu. Çizmelerini çıkarmak
için eğilecekken Daki hemen çöküp ona yardım etmişti. Yatağ ayatırdı ve üzerini
örttü. İki mum yanmaya devam ederken diğerlerini alıp çadırın ön bölümüne
geçtiler.
"Birisi mi öldü de gecenin bu vakti anma
düzenlediniz?" demişti Muhon Asha. Daki hekimin verdiği ilacı bir kadehe
bir kaç damla boşalttı. Ağrı kesici etkisi olan ilacın üstüne biraz şarap
doldurmaya başlamışken konuştu.
"Gölgelerin huzursuzluğunu dindirdik. Gece boyunca
kıvranıyor. Rahatlamışken şimdi konuşup onu uyandırmayın. Yarın anlatırım.
Gidin yatın." demişti. Aleon ona baktı. Grave ise kadehin dolması ile
şaraba uzanmıştı.
"Aranız iyi mi?" demişti Aleon. Daki ona bakıp kadehi
yavaş yavaş sallamaya başladı.
"Sadece bir süre dinlenmeye ihtiyacı var. Tek başına her
şeyi halletmek istiyor. Buna müsade etmemeye karar verdim Aleon. Ona kırılıp
onu kırmaktan vaz geçtim. Sanırım aramız iyi. Şimdi iyi geceler." deyip
eliyle dışarıyı işaret etti. Yorgundu ancak daha çok sesin Kuwala'yı rahatsız
etmesinden tedirgindi. Onları gönderip yatağa geri döndü. Kuwala'ya ağrı kesici
olan şarap kadehini verdi.
"Rahatça uyuyabilirsin!" demişti. Kuwala yanına uzanan
adama doğru itekledi bedenini. Daki'nin göğsünü sırtında hissedip kıvrıldı.
Ağrıyan bedenini ısıtmak için ona iyice sokulunca gözlerini yummuştu. Özlemişti
bu şekilde uyumayı. Ayakta kalmak için çabalamadan, yarını düşünmeden, Daki'ye
sığınarak uyumayı özlemişti.
Bölüm Otuz Altı
Mavi Ave Kraliçesi
Günler geçmiş ve zaman
bahara doğru kaymaya başlamıştı. Bir ay daha kamp şehrin surları önünde
beklemişti. Daki hala tutuklular ile görüşmemişti. Bütün enerjisini Kuwala'ya
odaklamıştı. Onu toparlamak için çabalamaya başlamıştı. Beraber kılıç eğitimine
gidiyorlardı. Geceleri Kuwala transa geçtiğinde bir saniye olsun yanından
ayrılmıyordu. Onu toparlarken kopan bağları eskisi gibi güçlü bir hal almay
abaşlamıştı. Kuzeyin efendisi buzdan bir adam değil artık gülümseyen bir adam
olarak karşılarındaydı. Ruhani ve fiziken iyi duruma gelmişti.
Tekrar güçlendiği
yüzündeki hafif tebessümden belli oluyordu. Gri gözlerinin içi gülüyordu adeta.
Akşamları komutanları ile yemek yiyor ve sabah askerlerin eğitimlerini takip
ediyordu.
"Efendi Kuwala
yeterli erzağa ulaşmayı başardık. Askerlerimiz güçleniyor. Savaşabilecek kadar
güçlendiler. Başlasak mı artık?" demişti Grave. Kuwala ağzına götürdüğü
ekmeği masaya koydu.
"Hazır
olduğunuzdan emin misiniz?" demişti. Masada oturan bütün herkese baktı.
Aleon, Güneş'in kızı gibi kral ve kraliçe, generaller, Bakren komutanları ve
Ung komutanları.. herkes o masadaydı. Askerleri görebildikleir yerde oturmuş
yanan ocakların sıcaklığında yemek yiyorlardı.
"Herkes aynı
fikirde. Kuşatmaya başlamalıyız. Uzun süredir içeridekiler aç ve sefil durumda.
Bizimle savaşabilecek kadar güçlü kimse kalmadı. Önümüz bahar. Yavaş yavaş
rüzgarlar diniyor ve hava ısınıyor. Baharın ilk çiçeği açmadan bu toprakları
kurtarmak istiyoruz." demişti.
Kuwala başını yavaş
yavaş salladı.
"O zaman başlayalım. Gün batarken Tieden'i hazırlayın. Sizde kraliçem
geçitleri hazırlayın. Madem artık baharın gelişini kutlamak istiyoruz. O zaman
tanrılara kurbanlarımızı sunalım." demişti. Bir büyü yapılıyordu
haftalardır. Güneş'in Kızı'nın genç efsuncu kızları, Bakren'in güçlü
efsuncuları ve Darta Tapınağı keşişleri bir büyü yapıyordu. Bu güçlü büyü
belkide bütün karanlıktan gelen gölgeleri tek bir şeye hapsadecek kadar güçlü
olacaktı. Ancak başarışızlık bu gölgelerin başıboş birer ruh olmasına sebep
olacaktı.
Gün batarken kampta
sessiz bir telaş vardı. Muhafızlar Tieden'in kafesinin orada sıraya girmişti.
Çürümeye yüz tutmuş iki baş hala mızrakta duruyordu. Muhafızlar kıpırdamıyordu.
Önce Akela kadınları geldi. Kafesin etrafını sardı. Aralarında iki kol mesafe
vardı hepsinin. Tieden zamanı geldiğini fark etmişti. Gözünün önünde çürüyüp
giden kızının başına baktı. Fohara'nın dökülmüş yüzüne...
"Hazır mı?"
diye bir ses duyulmuştu. Ardında kalabalıkla Kuwala yürüyordu. Sarkan kollarını
yukarı doğru katlarken yüüryordu. Güneş'in Kızı onun yanında adeta süzülerek
geliyordu. Altın sarısı saçları rüzgarda dalga dalga sallanıyordu.
"Hazır sayılır. Ancak öfkesini ortaya çıkarmak gerekecek." demişti
Güneş'in Kızı. Kuwala'nın diğer tarafında yürüyen Daki belinden kılıcı
çekmişti. Kılıcı elinde kaydırdığında yeşil ateş parladı. Tutuklu Seronlar
onları görüyordu. Daki bir kaç adım öne geçti. Kesik başların olduğu yere
vardığında kılıcını savurdu ve ateş birden çürümeye yüz tutmuş başları
sarmıştı. Tieden öylece kalmıştı. Bir Rahomun asla bedeni yakılamazdı. Bu onun
ruhuna yapılan saygısızlıktı. Ayağ aklkıp kükrercesine bağırmıştı.
"Sizi aşağılık herifler. Ne istiyorsanız benim bedenime yapın!"
demişti. Daki dönüp Kuwala'ya ufak bir baş selamı vermişti. Kuwala
omzularındaki kolsuz cübbeyi çıkarıp arkaya uzattı. Cohin cübbesyi alınca
durmuşlardı. Sadece Güneş'in Kızı ve Daki onunla kafese doğru yürümüştü. Kafesin
etrafı iyice boşaltıldı. Sadece efsuncular kalmıştı. Kuwala oraya doğru yavaş
adımlarla yürüyordu.
"Bana ne
yapacaksan buna müsade etmeyeceğim." diye haykırmıştı Tieden. Kuwala
dikilen grave'e baktı. Grave kafesin kapısını açmıştı. Haftalardır oradaydı.
Kuwala onun kapısı açılınca adımlarını daha da yavaşlattı. Adeta onlar için
geniş bir alan açılıyordu.
"Teslim olmayacağını biliyorum. O yüzden dövüşmene izin vereceğim."
demişti. Tieden bu dövüşün ölümle kaçış arasında bir kapı olmadığının
farkındaydı. Neden ona dövüşme hakkı verdiğini anlamış değildi.
"Yapmayacağım!"
Tieden'in bu cevabı Kuwala'yı şaşırtmadı. Ona dövüşme hakkını tanımasının asıl
nedenini kimse bilmiyordu.
"Zaten kaybedeceğim. Senin için soytarılık yapmayacağım." diye
ekledi. Kuwala gülümsemişti. Soğuk rüzgarın uğultusu dağları aşmaya başlamıştı.
Efsuncular dışında herkes adım adım geri çekilerek çemberi genişletiyordu.
Rüzgar normal değildi. Sesi adeta savaş çığlıkları atan ölülerin ruhlarını
anımsatıyordu. Kuwala elleirni yana doğru açtığında bir ışık hüzmesi belirdi
alnında. Başı yukarı doğru kalktığında ilk gün onun için açılan gölgeler
kapısını açan ışık yine ortaya çıkmıştı. Tieden ona öylece bakıyordu. Baş Kahin
Sohow ise onun tam olarak nasıl bir büyü yapacağını merak ediyordu. Kimseye ne
yapacağını tam olarak söylememişti. Sadece Daki bütün ayrıntıları biliyordu.
Elinde iki kılıcı vardı ve Kuwala2nın bir kaç adım uzağında duruyordu.
Kılıçları birden alev almıştı. Rüzgar onları yalayıp geçtiğinde Daki'nin iki
kılıcı iki farklı renkte aleve bürünmüştü. Birisi yeşil alevdi. Ung kılıcını
saran yeşil alev yükseldi. Vedaha sonra Rahom kılıcını saran kızıl alev onu
bastıracak kadar şevkle yanmaya başladı. Daki kılıçların alevini kontrol
altında tutmak için gözleirni kapamıştı. Kılıçlardan yanan ısı o kadar
kuvvetliydi ki Soğuk rüzgar onu es geçiyordu adeta. Fırtına yavaş yavaş
artarken Kuwala'nın alnından yükselen ışık artıyordu.
"Şimdi!"
diye bir ses duyulduğunda bir uluma ile
yeri göğü sallayan bir gürültü kopmuştu. Işık kesilip gök kapkara oldğunda
Akale kızlarının hepsi kafesinin üstüne bir geçit açmaya başlamışlardı. Nereye
geçit açtıklarını bilen kişi ise Güneş'in Kızı'ydı. Çemberin başındaydı. Rüzgar
şiddetlenirken geçit genişliyor ve sadece yanan kılıçların alevi eterafı
aydınlatıyordu. Bakren efsuncuları kılıçlarını yakmışlardı. Kuwala'nın başı öne
doğru indiiğinde ışık saçan gözleri yüzünü aydınlatmıştı. Kısa beyaz saçları
dalga dalga savruluyordu. Rüzgar ona doğru dönmüştü. Geçitten esen rüzgarın
çıkardığı uğultu kulakları sağır edecek kadar güçlüydü. Daki dönen rüzgarla
üstüen düşeni yapma vakti geldiğini anlamıştı. Kuwala'nın önüne doğru
fırladığında rüzgar birden durdu. Acı bir çığlık yükseldi. Gelen şey rüzgar
değildi. Kafesin içini dolduran şeyi Daki'nin kılıçları aydınlatmıştı. Simsiyah
duran kafesin içinde binlerce yüz ve sima vardı. Kollar ve bacaklar, gövdeler.
Açılmış geçitten aşağı doğru hızla akıyordu. Kılıcın ilk ışığı ile karşılaşan
yüz ise bir kurdun suratıydı. Hırıltılı ve çirkin sesi ile gürlercesine
bağırdı. Daki'nin gözleir kapalıydı. Kuwala ona gözlerini açmamasını özellikle
söylemişti. Elini Daki'nin omzuan doğru koyup yanıan geçti.
"Yürümelisin!" demişti. Daki adım adım giderken gölgeler ateş çemberi
içinde kalmışçasıan kafesin içine doluyordu. Tieden balçıktan bir suyun içinde
gibi orada çırpınıyordu. Ne yapıyordu Kuwala ona bilmiyordu ama bedeni yavaş
yavaş eidyor gibi hissediyordu.
"Fohara!"
demişti Kuwala. Sesi sakin gözleri hala beyaz ışıkal doluydu. Daki ile adım
adım gittikçe kurt başı geriye doğru çekiyordu.
"Sizin için yeni bir beden buldum. Hanımının ölümüne sebep olan o
beden!" demişti. Ateşe gözünü dikmiş olan kurt başı ona çevirmişti
simsiyah gözlerini. Bir hırıltı ile çatlak bir ses duyuldu.
"Onu bana ver!" derken dişleirnin gıcırtısını duyuyorlardı.
Fohara'nın karanlıkta artan öfkesi Kuwala'nın ihtiyacı olan karanlık enerjiydi.
Daki'yi bırakıp birden öne doğru koştu ve Fohara'nın başına elini koyduğunda
birden herşey durmuştu. Derin sessizlikte alevle rbile donmuştu. Kalp atış
sesleirni duyuyordu insanlar. Gölgeler birbirine yapışmış halde öylece
donmuştu.
"Acıyor!" bu
ince inilti duyulduğunda yavaş yavaş kımıldanmaya başlamıştı bedenler. Kafesin
içini dolduran bedenler birbirinden ayrılıyordu. Tieden onu saran balçıksı
sıvıdan kurtulduğunda kafesin ucuna doğru kaçmıştı. Açılan boşlukta bir çocuk
bedeni belirmişti.
"Efendi Kuwala canım acıyor!" diyordu. Kuwala elini koyduğu başa
baktı. Fohara usulca ona bakıyordu.
"Bana başımı
tekrar verin efendi Kuwala!" demişti. Kuwala açılan boşlukta ona doğru
yürüyen başsız bedene bakıyordu.
"Bana yaşamımı geri verin!" diyordu. Kuwala onun yanıan gelmeisni
sabırla bekledi. Sallana sallana gelen başssız beden ona doğru kolunu
uzattığında Kuwala ayağını yavaşça yere vurmuştu. Beden birden bir bilye tanesi
kadar ufaldı ve bir küre içinde kaldı. Yalnız o değil bri çok beden ufalıp
hızla bilye içine toplanmaya başlamıştı. Kuwala ikinc defa ayağını nazikçe yere
vurduğunda yüzlerce bilyeden arda kalan sadece bir gölgeydi. Kuwala başını
tuttuğu Fohara'ya baktı.
"Sadece uyu!" demişti. Fohara birden var olan hacmini kaybedip daha
iri bir bilye haline gelmişti.
"Geçidi kapatın!" dediğinde rüzgarın sesini tekrar duymaya
başlamışlardı. Kuwala geçit kapanırken elleirni yukarı doğru kaldırmış ve
karanlık yavaş yavaş dağılırken yüzlerce bilye kafesin etrafında bir çember
şeklinde toplanmaya başlamıştı. Daki o zaman gözleirni açtı ve elindeki iki
kılıcı birden yere saplamıştı. Alevler sönerken bilyeler hızla dönüyor ve
döndükçe simsiyah bir çembere benziyordu yörüngeleri. Kuwala parmağını
sıklattığında çemberdeki bilyeler hızla Tieden'e doğru hücüm etmeye başlamış ve
bedenine değen her bilye toprağa düşen yağmur damlası gibi emilip gidiyordu.
Tieden'in acı doğru çığlıkları ve bu olay on dakika sürdü. Kılıçların ateşleri
söndüğünd eve gökyüzü durulduğunda Kuwala gözleri normal hale dönmüş biçimde
ayaktaydı. Daki'nin kılıcını sapladığı yerden yükselen iki zincir Tieden'in
ayaklarını sarmıştı. Güneş'in Kızı kafesin üstündeki siyah is lekelerine baktı
ve kafeste baygın kalan Tieden'e dikti gözlerini.
"Ne olacak
şimdi?" demişti. Kuwala kollarını indirmemişti henüz. Kollarında is
lekesine benzer siyahlıklar vardı.
"Uyanacak ve ne olduğunu göreceğiz!" demişti Grave. Kahin Sohow
birden korku iel geriye doğru çekilip yalpaladı.
"Bu doğru değil. O insan ve sen onu bir efsun için kurban ettin!"
demişti. Şoktan yeni çıkıyordu. Kuwala sakince Sohow'a doğru dönmüştü.
"Kahin Sohow!" demişti Güneş'in Kızı. Sohow ise ellerini birbirine
birleştirip dizleri üstüen çöktü. Yere kapandı ve hıçkırıklar içinde yalvarmaya
başladı.
"Darta beni ve beni takip edenleir affetsin. Biz kara büyü yapıp onun
yasaklarını deldik." diye haykırdı. Darta Tapınağı kahinlerinin hepsi
dizleri üstüne kapanmıştı. Yere kapanıp yalvarmaya ve af dilemeye başladılar.
Herkes bir panik halindeydi. Kuwala ise oldukça sakindi.
"Lanet hepimizi yok edeck!" demişti bir kahin. Ve o zaman Bakren
Efsuncularıda dizleir üstüen çöküp yalvarmaya başlamıştı. Kuwala kollarıan
baktı. Parmak uçlarıan kadar bu siyah is bulaşmıştı.
"Sizi aptallar kalkın ayağa!" diye haykırmıştı Grave. Ama onu
duymuyordu adamları. Sadece yalvarıyordu. Daki tıpkı eşi gibi sessiz ve
sakindi. Ne yaptıklarını bilen ikisi sessizce dikilmiş yerde yalvaranları
izliyordu.
"Bunu yapmak zorundaydık!" diye haykırdı Güneş'in Kızı ama onu duyan
yoktu. Akela Kadınlarıda korku iel geriye doğru çekilmişti.
Kuwala olaya müdahale
edecekken bir şeyle rhissetti ve arkasıan doğru döndüğünde askerlerin yana
doğru çekilerek yol açtığını gördü. Mavi cübbeler içinde birileri onlara doğru yürüyordu.
Aleon bu cübbeleri biliyordu. Içine çöken ürperti ile geirye doğru adım attı.
Daki ise Kuwala'nın önüne geçmişti. Cübbe içinde gelen kişiler Ave
rahipleriydi. Ave ormanın sessiz rahiplerinin burada ne işi vardı? Güneş'in
Kızı düşmanı olan bu grubu görünce kızlarını hemen toplamış ve oraya doğru sert
adımlarla yürümüştü. Ancak durmak zorunda kaldı. Ave rahipleri sandıklar
taşıyordu. Ve önde gelen bir kadın gülümsüyordu. Beyaz tenli ve yeşil gözlü bu
kadın karnı burnunda yürüyordu. Daki onu hemen tanımıştı. Kuwala'yı bırakıp
oraya doğru gitti. Sevgili kız kardeşini karşısında görmek onu şok etmişti.
Aleon ise şaşkınlıktan dili tutulmuş halde duruyordu.
"Abilerim ve Kuzey Savaşının yüce müttefikleri!" demişti genç kadın.
Daki şaşkınlıkla senelerdir görmediği kız kardeşine baktı.
"Ve siz Efendi Kuwala!" demiş ve başını önüne eğip bütün onu takip
eden rahiplerle selam vermişti. Kuwala şaşkındı. Ama Aleon ve Daki kadar şaşkın
olamıyordu.
"Sizlere Ave'nin mavi ormanlarından şifa getirdik." demişti kız.
Yirmi kadar büyük sandık bırakılmıştı yere. Kadın kafese ve zincirlere baktı.
"Yoldayken büyünün gücünü hissedince acele ettik. Bu mühürleme büyüsünü
kaçırmak istemedim. Ancak belli ki bitirmişsiniz. Karanlık ruhların bir bedene
mühürlenmesini görmek biz büyük efsuncular için kaçırılmaz bir deneyim
olurdu!" demişti. Yerde debelenenler durmuştu. Kadın karşısında dikilen
Daki'ye gülümsedi.
...
Çadıra geçmişlerdi.
Kadına eşlik eden iki kişi vardı. Birisi erkek birisi ise kadındı. Karnı
burnundaydı. Aleon oturduğu yerden küçük kız kardeşine bakarken ne diyeceğini
bilemiyordu. Daki'de onun kadar sessizdi. Kuwala ise misafiri için yemek
hazırlatıyordu. Cohin ve Muhon Asha şaşkınlık içinde ung tarafında oturuyordu.
"Beni gördüğünüze bu kadar şaşırmış olmayın. Bir kaç ay önce sevgili kocam
öldü ve bütün Ave Ormanlarının yönetimi karnımdaki varisim ve bana kaldı.
Burada yardıma ihtiyacınız olduğunu Tanrıça Ave rüyalarıam gelip söyledi.
Umarım geç kalmadık. Sizlere yiyecek ve şifalı ilaçlar getirdik." demişti.
Kuwala ne diyeceğini bilemedi. Gülümsemişti.
"Bu yardımınız bizim için çok değerli. Karşılığını..."
"Sizden karşılık
beklemiyorum. Ailemden iki kişi sizin tarafınızda savaşıyor ve size yeminli.
Onların kardeşi olarak benim de yapmam gereken bu!" diyerek kız Kuwala'nın
lafını kesmişti. Sofra doldururken Grave
daha fazla dayanamadı.
"Mavi Ave Halkı ve Rahipleri Akela kadınları ile düşman. Ancak siz onlar
bizim tarafımızda olmasıan rağmen burayı destekleyecek misiniz?" demişti.
Güneş'in Kızı'd abu sorunun cevabını merak ediyordu. Kadın gülümsedi. Tıpkı Daki'ye benziyordu
gözleri. Ancak düz kumral saçları Aleon'un saçları gibiydi. Orta boylu ve hoş
bir kadındı.
"Düşmanlıklar geçmişte kalıyor. Dünya değişiyor ve sevgili eşimin Ave
Kralının bir isteğide halkımızı dünyaya açmaktı. Bu bizim için bir fırsat. Bu
fırsatı eski kan davalarını öne çıkarıp kaçıramazdım." dedi. Kuwala
gülümsemişti.
"Bunu duyduğuma sevindim hanım efendi." demişti. Kadının yanında
oturan adam sert bir yüz ile araya girdi.
"Kraliçe Aisoo!" dediğinde Kuwala gülümseyerek cümlesinin sonunu
düzeltti.
"Kraliçe Aisoo. Tanıştığıma memnun oldum sizlerle!" dedi. Kadın
etrafına bakındı.
"Duyduğuma göre UngurPan'ı siz kurtarmışsınız Seron istilasından. Ancak
babamı kaybetmişiz. Sevgili abim Aleon tahta geçmiş. Onu hep buna layık
görüyordum. Abim Helyan Kea ise ihanet suçundan sizin tarafınızdan öldürülmüş.
Bunu hak edecek kadar gözünün dönmüş olması beni üzdü." dedi. Kuwala ona
bakıyordu. Sakin ve oldukça bilgece konuşan kadın kenarda oturan Daki'ye baktı
ve gülümsedi.
"Abim Daki ise her zamankinden daha mutlu ve huzurlu duruyor." dedi.
Daki gülümsemişti.
"Kaç ay oldu?" demişti Daki. Gözleri kardeşinin karnındaydı.
"Bir ay kaldı doğuma. Bir erkek. Babası kadar güçlü bir kral olacak bir
erkek." dedi. Aleon gülümsemişti.
"Adını düşündün mü?" dedi. Aisoo ona baktı. Abisi ile konuşmayalı
yıllar oluyordu.
"Babasının adını almasını istiyorum. Yaşamım bana sunduğu en büyük hediye
babasıydı. Şimdi ise o olacak. Onun babası ile aynı adı taşımasını
isterim." dedi. Daki ve Aleon ne zaman kız kardeşlerinin evlendiğini merak
ediyordu.
"Peki sen ne zaman evlendin?" soruyu soran Daki olmuştu. Aisoo
gülümsedi.
"İki sene oluyor. Ancak beni oraya gönderdiğinizde henüz on iki
yaşındayken tanıştım oğlumun babası ile. Beni koruyup kollayan bir genç
efendiydi. Ve zamanla önce benim için sadık bir dost, daha sonra beni kalbine
kabul eden bir eş oldu." demişti. Kuwala gülümsemişti.
"İyi bir eşti. İyi bir dost ve ustaydı. İyi bir babada olacaktı. Kuzeyin
soğuk ateşi hastalığı onu bizden alana kadar..." demişti. Kuwala'nın
yüzündeki gülümseme silindi.
"Onu kurtarmak için bir çok hekim çabaladı. Rahipler çabaladı. Ancak
hastalık için için onu çoktan çürütmüştü. Benden istediği iki şeyi yapmak için
çabalayacağıma söz verdim. Oğluma iyi bir anne ve krallığıma iyi bir hükümdar
olacağım." demişti. Kuwala istemsizce gözlerini kadının karnıan
çevirmişti. Daki onun dalgın bakışlarını takip etti. Neden bu kadar hüzünlü ve
dalgın olduğunu merak ediyordu. Kuwala'nın dalgınlığı bir süre daha sürdü. Adı
geçene kadar gözleri Aisoo'nun şişkin karnındaydı.
"Size asker açısındanda yardım getirebiliriz Efendi Kuwala!"
Aisoo'nun ince sesi ile sıçradı.
"Buna gerek yok. Şehir zaten güçsüz durumda. Sadece bir süre gölgeleri
kontrol etmek için çabalamamız gerekecek." demişti Grave. Kuwala başıyla
onayladı. Ellerindeki is izinin geçmesi için bir süre beklemesi gerekiyordu.
Avuçları ve parmak uçları kaşınıyordu.
"Yüzlerce gölgeyi bir bedene mühürlediniz. Amacınızı merak ediyorum. Ancak
bunu bana söylemeyeceğiniz için sadece bir tahmind ebulunabilir miyim?"
demişti. Kuwala tebessüm ile başını sallamıştı.
"Savaşacağınız bakren şehrinde gölgelerin hükmünü hissediyoruz. Onlarla bu
mühürlü olanları mı savaştıracaksınız?" demişti. Kuwala'nın başı aşağı yukarı
sallandı.
"Sayılır Kraliçe Aisoo. Ancak o kadar kolay olacağını sanmıyorum. Mühürlü
oldukları beden öfke ve korku dolu. Başarısız olursak onu diri diri gömmek
zorunda kalacağız." demişti. Aisoo hiç tepki vermedi. Odada soğuk bir hava
oluşmuştu. Kuwala yüzündeki gülümsemeyi sildi. Yemek bitmek üzereydi.
Konuşmalar havadan
sudan oldu ve Aisoo abileirne Ave diyarından söz etti. Oranın ormanından ve
efsunun gücünden söz etti. Daki'nin kılıcı ateşle dirilttiğini öğrenince
heyecanlanmıştı. Kendisi gibi efsunlu bir kardeşe sahip olmanın verdiği hazla
gülümsmeişti. Aleon'un ise o vahşiliğinin kaybolduğunu gördüğünde şaşırmıştı.
Yemeğin sonunda içki getirildiğind eçoğu kişi gitmişti. Sadece yakın ahbaplar
kalmıştı. O zaman Aisoo dayanamadı ve Daki'ye doğru döndü.
"Üzeirndeki bu enerji... Onu bir kadına mı borçlusun?" demişti.
Abisinin çapkın olduğunu bilirdi. Ipe sığmaz maymun iştahını biliyordu kadın konusunda.
Ancak aklına onun bir erkekle olabileceği gelmiyordu. Aleon gülmüştü. Öyle bri
kahkaha atmıştı ki Daki buna eşlik etmek zorunda kalmıştı. Kuwala ise sadece
ifadesizce onlara bakıyordu. Cohin öne doğru başını biraz eğdi. Gülümsemesini
saklamaya çabalıyordu. Muhon Asha duramayıp sonunda konuşmaya başladı.
"Majesteleri, Daki'nin evli olduğunu bilmiyor galiba!" demişti. Aisoo
şaşkınlık içinde ona bakıp kalmıştı.
"Ne zamandır?" demişti. Daki sesini toplayıp konuşmaya başlamıştı.
"Bir senedir evliyim."
"Tanrıların
huzurunda mı evlendin?"
"Evet Aisoo.
Evliliğim geçerli!"
"Peki kim bu
şanssız kadın? Senin gibi bir adamı çekmek için sağlam bir bünye lazım!"
demişti.
"Aslında onunla
tanıştın."
"Nasıl az önce
yemekte burada mıydı?"
"Hala
burada!" demişti Daki. Aisoo etrafa baktı. Güneş'in Kızı'na dikti gözünü.
Etrafta gördüğü tek kadın oydu.
"Bir Akelalı kadın seninle evlenmeyi kabul mu etti?"
"O ben değilim! O
kadar aklımı kaçırmadım." demişti Güneş'in Kızı. Aisoo bunun üzerine
abisine döndü.
"Kim?"
demişti. Daki karşılarında oturan Kuwala'yı işaret etmişti. Derin bir sessizlik
başlamıştı. Kuwala bir tebessüm gösterdi. Aisoo ise nasıl tepki vereceğini
bilemedi. Dili tutulmuş gibi bir abisine bi Kuwala'ya baktı.
"Tanrılar onay verdi mi?" dedi. Aleon bu evliliği öğrendiğind ebu
kadar şaşırmamıştı. Aisoo ise şaşkınlıktan
ne diyeceğini bilemiyordu.
"Verdiler!"
dedi. Aisoo başını hızla Kuwala'ya çevirdi.
"Sizi bir erkek sanmıştım. Bunun için ben affedin hanım efendi. Abimin eşi
olduğunuz için ve onu eş olaraka ldığınzı için tebrik ederim." dedi.
Kuwala birden gülmüştü. Elini dudaklarıan götürdü ve gelen ikinci kahkahayı
bastırmaya çabaladı. Aleon daha fazla dayanamadı. Kaşları çatık halde
sandalyesinde kımıldandı.
"Aisoo, Kuwala zaten erkek. Kardeşimi zbir erkekle evli!" demişti.
Aisoo bunu en son duyacağına inandığı abisine dönüp bakakaldı. Ne diyeceğini
bilemiyordu. Düşünüyordu ama tanrıların yasaklamış olduğu kuralı aklıan
getiriyordu.
"Fakat onlar erkeğin, bir erkekle..."
"Tanrılar onları
kutsadı bile. Ancak bu evlilik bir sır. Biz altı kişinin dışında kimse
bilmiyor." dedi Daki. Aisoo şaşkınlıkla onlara bakıyordu.
"Şimdi biz yedi kişi dışında kimse bilmeyecek!" diye ekledi
Aleon.
"Peki..."
demişti Aisoo. Kuwala dirseğini masaya dayayıp alnını eline dayadı.
"İzin verirseniz biraz dinlenmem gerekiyor şimdi. Sizinle tanışmış olmak
benim için bir şerefti. Sizi hem Ave Kraliçesi olarak hemde Daki'nin kız
kardeşi olarak tanımak..." dedi. Ayağa kalktı. Onunla beraber hepsi
ayaklanmıştı. Aisoo sandalyeden destek alarak kalktı. Yavaşça eğilip selam
verdi. Başını kaldırdı. Kuwala ona gülümsedi ancak gülümsemesi silindi.
Tutunacak bir yer arıyor gibi eli boşlukta dolandı. Fazlası iel enerji harcamış
ve sonunda bedeni dayanamamıştı. Daki bunun farkındaydı. Onu göz hapsinde
tutuyordu. Oan en yakın oturan Cohin hemen Kuwala'yı yakalamıştı. Onu ayakta
tutuyordu. Aisoo pnaikle etrafa bakareken Aleon elini omzuan koydu.
"Endişelenecek
bir durum yok. Sadece bir süre uyuması gerekecek. Sık sık başına gelir." demişti.
Daki oraya doğru yürüyüp Kuwala'nın koluan girdi.
"Seni yatıralım!" demişti. Kuwala misafirine dönüp gülüsedi ve
sessizce çadırın iç kısmındaki kapıya doğru yürüdü. Daki yürüken ona eşilik
ediyor ve konuşuyordu.
"İhtiyarın verdiği ilaçtan biraz içmelisin. Gece ağrın olmaz."
demişti. Aleon kız kardeşinin elinden tutup dışarı doğru yürümeye başlamıştı.
"O gücünü kullandığında
hep böyle mi oluyor? Yoksa hasta mı?" demişti. Aleon kız kardeşinin koluan
girmesini sağladı.
"Kontrolsüzce
gücün kullandığında bu bedeni için iyi olmuyor. Sonuçta oan ait bir güç değil.
Londaga'nın gücü onun bedenini zorluyor. Uyuyup yemesi ve dinlenmesi gerekecek.
Yarın akşama kadar uyurs abri şeyi kalmaz." demişti. Cohin hemen
yanlarında yürüyordu.
"Efendi Kuwala bu
büyü için çok büyük bir enerjiyi dışarı bıraktı. Bu saate kadar ayakta kalmış
olması bile eskisine göre daha iyi olduğunu gösteriyor." dedi. Güneş'in
Kızı başını salladı.
"Doğru. Kuwala
için bu zor bri büyüydü. Yüzlerce gölgeyi etkisizleştirmeyi denemek ve bunu
başarmak. Normalde ağzından ve burnundan kan kusması gerekirdi. Benim
kızlarımdan ikisi hala yataktan kalkamadı." demişti. Aisoo deirn bri iç
çekip elini karnına koydu.
"Revhi'nin
bahsettiği kadar güçlü demek. Bana Rahom soyunun ne kadar güçlü olduğunu
anlatmıştı." dedi. Eşinin adını ilk defa kullanıyordu. Rahiplerin yanında
ondan hep "kralım" ya da "eşim" olarak söz ediyordu. Aleon
gülümsedi.
"Yeğenimin adı
Revhi demek." demişti Aisoo utançla gülümsedi.
"Babası ile aynı adı taşıyacak olması beni hem hüzünlendiriyro hem
gülümsetiyor." dedi. Revhi'nin adını Güneş'in kızı duyunca irkilmişti.
"Kral Revhi
aslında babasına göre iyi sayılacak bir adamdı. Savaşa gittiğimde Akela sur
sınırını bizim için rahat bıraktı. " dedi Güneş'in Kızı. Aisoo birden
durgunlaştı. Yüzüne çöken hüzünün nedeni belirsizdi. Sakladığı sırların
ağırlığı ile adımları yavaşladı.
"Güneş'in Kızı
seninle konuşmam gereken şeyler var!" demişti. Akela kraliçesi şaşkınlıkla
ona bakıyordu. Aleon'un kolundan çıktı. Bir adım arkadan gelen kraliçeye döndü.
"Lütfen!" demişti. Güneş'in Kızı başıyla ona onay verdi çadırına
doğru yürüdüler. Ikisinin özel konuşacağını söyleyip çadırda kimseyi bırakmadı.
Aisoo huzursuzca
oturmuştu.
"Aileni katlettiğini duyduğumda içime bir korku yerleşti. Tanrıların sana
gazabı ne oldu?" demişti. Güneş'in Kızı oturduğu mindere yerleşmişti.
"Sevdiğim dostlarımı benden teker teker almak oldu." demişti. Aisoo
bunu udyunca dehşete kapılmıştı.
"Sevdiğin
kişileri senden almak mı? Tanrılar gaddar!" dedi. Güneş'in Kızı gözlerini
Aisoo'nun karnıan dikti.
"Buraya gerçekten Kuzey Savaşına yardım etmek için mi geldin?"
demişti. Aisoo başını iki yana salladı.
"Buraya onun için
gelmedim. Buraya seni görmek için geldim. Rüyalarımda seni bulmam gerektiğini
söyledi Ave. Biliyorsun Tanrıça Akela ve Tanrıça Ave iki kız kardeşti. Ve bizler onun topraklarında
konaklayan iki yabancıyız. Seni Akela kızı olarak seçti beni Ave kızı olarak
seçti. " dedi. Güneş'in Kızı başını sallamıştı. "Bizle ristemediğimiz
bir kadere sürüklendik. Ve tanrılar bunu izlerken yapacaklarımızı tahmin bile
edemedi." diye ekledi Aisoo. Güneş'in Kızı kaşlarını çatmıştı.
"Ne yaptın sen?" demişti. Aisoo bunu duyunca buruk bir gülümseme ile
ona baktı. Ellerini karnına koydu.
"Onların yaşaması için öldürdüm." dedi.
"Olar mı?"
demişti Güneş'in Kızı şaşkınlıkla.
"Evet. Birisi kız birisi oğlan. İki çocuk var karnımda. Ancak kızımı
öldüreceklerdi. Kralın soyu için bir erkek yeterli olacağı için onu
öldürecekti." dedi. Dolmuş gözleri ve titreyen dudakları... Güneş'in Kızı
karşısında güçlü durmaya çabalayan kadıan bakıp kaldı.
"Kraliçe ve
sadece Revhi gerçeği biliyordu. Ve o oğlunun soyu için bir oğlanın yeterli
olacağını söyledi. Revhi'ye hastalığı bulaştırdım. Ve sonra annesine...
İkisinin yaşamıan karşılık benim iki çocuğumun yaşamı." dedi. Güneşin Kızı
ona şaşkınlıkla bakıyordu.
"Peki benim rolüm ne burada?" demişti.
"Sen bana
rüyalarımda gösterildin. Karnımdaki bu kız senin kızın olacak. Onu doğurup sana
vereceğim. Oğlum ise istediğim şekilde bri kral olacak. Akela'nın bir kraliçeye
ve Ave'nin bir krala ihtiyacı var. Onların kardeşliği bu iki tanrıçanın
düşmanlığını bastıracak. Tarih onları iki dost ve kardeş olarak yazacak. Bunu
kabul etmeni istiyorum. Karnımda ki isimsiz kız senin kızın olarak anılması için
bunu kabul etmeni istiyorum." demişti. Güneş'in Kızı kadife mektubu
hatırladı. Kör Kahin oan bir kız çocuğu bahşedileceğini yazıyordu. Bir kraliçe
olarak onu büyüteceği ve tarihin akışının o çocuğa bağlı olduğunu söylediğini
anımsadı. Karşısında oturan kadın damla damla göz yaşı döküyordu.
"Revhi beni asla
incitmedi. Ama karnımdaki o cana kıyacağını duymak beni deliye çevirdi. Onun
böyle bir şey yapmasıan ve bu günahı taşımasına izin veremezdim. Onu
öldürmekten başka seçeneğim yoktu. Bana verilen bu iki ruhun gelecekte dünyayı
değiştireceğini hissediyroum. Onlar küs olan iki krallığın geleceği
olacaklar." demişti. Güneş'in Kızı onu sessizce izliyordu.
"O kız çocuğunun
hep Marinoe'nin kızı sanmıştım. Ama tanrıların benim için planları
bambaşkaymış. Onu alacağım. Benim geleceğimde onun annesi olmak yazıyordu. Onu
alacağım ve barışı sürdürecek bir kkraliçe olarak yetiştireceğim. Tıpkı annemin
bana öğrettiği gibi." dedi. Aisoo gülümseyip kalmıştı. Elini uzattı.
Güneş'in Kızı onun elini sıkıca tutmuştu.
"Merak etme. Onu kendi kızım yapacağım ve Akela'nin geleceğinde muhteşem
bir kraliçe olacak!" demişti.
Konuşma orada
bitmişti. Güneş'in Kızı o günden sonra Aisoo'nun sürekli takibind eolacağını
söylemişti. Geleceğin Akela kraliçesi o kadının karnında büyüyor ve doğmayı
bekliyordu. Gün gelip Kristal saray kapıları açıldığında Akela ve Ave'nin
hükümsarları anneleirnin kucağında ülkelerine dönecekti. Bunu hisseden iki
kadında o günü bekliyordu.
Bölüm Otuz Yedi
Zincir
"Gelecek kendini geçmişte yaratır." Bu söz
Kuwala'nın hep yanında taşıdığı Kör Kahinin el yazmasında yer alıyordu.
Geçmişte yaşanan her şey gelecekte bir çizik oluyordu. Kuwala el yazmasından
sayfalara bakmaya devam ediyordu.
"Gelecekte
gördüğüm herşey doğru çıkmazken nasıl gelecek kendini geçmişte yaratmayı
başarıyor Daki?" demişti. Daki mum ışığında şehir haritasını inceliyordu.
Ona eşlik edenlerde bu soruyu duyunca dönmüştü. Yeni bir planlama yapılıyordu.
"Son kurtuluş
yolunun sonunu gördüm. Iyi değildi ama şimdi herşey bambaşka durumda. Bu nasıl
mümkün oluyor. Gelecek sürekli değişiyor ise tanrıların bizlere yazdığı kader
nasıl doğru olabilir ki... Ölüm tek gerçek kader diyor Kör kahin. Ne gelecek
doğru ne kehanetler ne kader." diye devam etti. Daki elindeki ince soğayı
bırakıp onu dinlemeye başlamıştı.
"Eğer gelecek
geçmişte yaşananlar ile yaratılıyor ise benim geleceği görmem doğru değil.
Hayat bir zincir gibi. Herkes ve herşey birbirine bağlı. Bir kişi yok olduğunda
baştan yazılıyor. Her şey birbirine bağlı ve bir kişinin hareketi değiştiğinde
gelecekte değişiyor. Herkesin geleceğini görüp onları birleştirmek mi gerçek
kaderi ortaya koyar?" dedi. Daki gülümsemişti. Kuwala'nın böyle sorgulayıcı
konuşmalarını özlemişti.
"Kadere inanıyor
musun?" demişti. Kuwala oan baktı. Kaşları çatılmıştı. Gri gzöleir loş
ışıkta parlıyordu.
"Sanırım hayır.
Kaderimin bir hükümdar olacağına dair yazıldığını söylediler ama bu savaş benim
kuzey için yapacağım son şey!" dedi. Daki gülümsüyordu.
"Peki bu kararı
sana aldıran ne? Bir hükümdar olarak taç giymek yerine buradan uzaklaşmanın
sebebi ne?" demişti. Kuwala düşündü. Kaşları daha çok çatıldı. Eli
çenesine gitti.
"Sen!"
demişti. Daki gülümsedi.
"İşte zincir halkaları.
Ayrı iki dünyadan olan ikimiz bir zincirin halkalarıydık ve birleşip yeni
zincir oluşturmaya başladık. Eğer hiç karşılaşmasaydık bambaşka olurdu. Kader
süreklilik değildir. Bazı olaylar gelecekte ve geçmişte hiç değişmez. Ve bunun
önüne geçmek için geleceği değil geçmişi değiştirmek gerekir bence. Eğer
seninle tanışmamış olsaydık birbirimize karşı savaşıyor olurduk. Ve belki güçlü
olma arzun seni bir hükümdar olarak tahtında görmek isteyenlerce
körüklenecekti. O zaman bambaşka bri gelecek olacaktı." dedi. Kuwala ona
hayranlıkla baktı. Kaşları yukarı doğru kalktı. Dudakları kıvrıldı.
Gülümsemişti.
"Gelecek geçmişte
yazılır. Tesadüfle rise geçmişi sürekli değiştiriyor. Olmuş olaylar üzerinden
görmeliyim o zaman geleceği. " dedi. Daki başını usulca salladı.
"Oluşmamış bir
zincir değil oluşmuş bir zincirin ne kadar sağlam olduğuna bakman gerek. "
demişti. Grave onları dikatle dinleyenlerdendi.
"İstersen
bizlerin geleceğini görebilirsin yani?" demişti Kuwala'ya bakıp. Kuwala
ona çevirdi başını.
"Evet ama sürekli
değişiyor gelecek. Senin hayatının ilerleyişinin her anını kontrol edersem
ancak gördüğüm gelecek gerçekleşir." dedi. Daki ona katılarak başını
salladı.
"Ancak sana
sunulan onlarca seçim var. Yol ayırımların da seçimleri özgür iraden ile
yaparsan sürekli değişir geleceğin." demişti Daki. Kuwala heyecanla el
yazmasını kapattı.
"Her insan bir
ruh taşıyor ve her ruhun özgür bri iradesi var. Onları kontrol etmek ise onları
köle yapmak gibi. Bu yüzden geleceği görmeye ve kesinlik koymaya çabalamak
onlara hükmetmeye çabalamak gibi olur!" demişti. Güneş'in Kızı onları
dikkatle dinliyordu. Düşünüyordu. Nasıl olurda kadife mektup doğru oluyordu o
zaman? Aisoo'nın kızına anne olacağı gerçeğini sormak istedi fakat bu bir
sırdı.
"Kuwala!"
demişti Aleon kaşları çatık halde. Haritanın üzerine kadehini koyup ona
dikmişti gözlerini.
"Savaşın sonunu
gördün mü?" demişti. Kuwala birden ona buz gibi bir ifade ile bakmıştı. Ne
demesi gerektiğini bilmiyordu. Bir süre öylece kaldı.
"Gördün mü?" demişti Aleon tekrar ederek. Kuwala başını yavaşça
salladı.
"Sonucu biliyorsun yani!" diye çıkıştı Grave ona. Kuwala buruk bir
ifade ile onlara bakıyordu. Gördüğü sonucun değiştiğini anlatmak istedi. Ancak
bazı şeylerin değişmediği gerçeği ile karşı karşıyaydı.
"Peki, kazanıyor muyuz?" demişti Muhon Asha. Kuwala soru soran ung
generaline baktı ve başını usulca salladı.
"Kazanıyoruz. Ama kaybettiklerimiz için yas tutuyorduk." demişti.
Kahramanların ismini hatırladı. Büyük Kuzey Savaşı kahramanlarını. Derin bir
nefes aldı. Yüzünde ki soğuk ifade rahatsız olduğunu gösteriyordu.
"Bu kadar yeterli değil mi beyler?" demişti Daki sertçe. Kuwala'yı
ikisinin sıkıştırmasına izin vermeyerek.
"Sadece sonucu merak ettim. Bunca emeğin ce kaybın sonucunu!"
demişti. O sözünü tamamladığı sırada içeri çavuş nefes nefese girdi.
"Uyandı!" demişti.
Tieden'in gölgelerle
dolu bedeni sonunda kendine gelmişti. Bu haber çadırda bir panik yaratmış ve
hepsi toparlanıp meşaleler ile aydınlatılan kafese doğru yrüümüştü. Tieden
zincirli ayaklarını kafesin içinde sürüyor ve hırıltılar çıkarıyordu.
"Onunla konuşacak
mısın?" demişti. Kuwala başını iki yana salladı.
"Ben değil!"
demişti. Karanlıktan çıkıp gelen üç kurt kafesin oraya doğru yürürken Tieden
paniklemiş ve bağırmaya başlamıştı. Ayezi, Alfa ve bir beyaz kurt orada
belirivermişti.
"Sadece ne
olduğunu görmeye geldim." diye devam etmişti Kuwala."Ayezi onların
bekçisi ve gardiyanıydı. Şimdi onları tekrar kontrolü altına alması
gerek." dedi ve bir daha konuşmadı. Kurtlar için demir kafesin kapısı bri
pençe ile parçalanacak kadar basit ve ucuz bir engeldi. Ayezi'nin pençe darbesi
demirleri yere parça parça dökmüştü. Tieden çığlıklar atıyor ve kafesin sonuna
doğru kaçmaya çabalıyordu. Onu ayaklarından toprağa bağlayan zincirle
rgeriliyor ve şakırdıyordu. Ayezi içeri doğru girdi. İki kurt arkasındaydı.
Etrafa bakıp hırlıyorlardı. Ayezi ise oldukça rahattı. Tieden korku ile olduğu
yerde çığlıklar attı. Ayezi'ye saldırmak için hamle yaptı. Ancak bir pençe
darbesi hem yüzünü parçaladı hem onu yere sermişti. Bunun üzerine dizleri
üzerinde doğruldu. Hala boyun eğmemek için çabalıyordu. Bağırıyor ve başını
sağa sola çeviriyordu. Çığlığı kulak tırmalıyordu.
"Hayır!" diye hırıltıyla bağırdı. Ellerini öne doğru koymuştu. Başını
öne doğru eğmiş ve çığlıkları inleme gibi çıkmaya başlamıştı. Kuwala ellerini
arkasında birleştirmiş Ayezi'nin ona diz çöktürmesini izliyordu. Çok değil kısa
süre sonra Tieden'in içine hapsolmuş gölgeler gardiyana diz çöküp onun
üstünlüğünü kabullenmişti. İnlemek durmuştu. Kuwala bunun üzerine kafese doğru
yürüdü. Tieden başını yerden kaldırmıyordu.
"Bize zarar
verme!" dedi Tieden'in boğuk sesi. Kuwala kafese adım attığında büzülmüş
beden biraz daha toparlandı. Kurtlar Kuwala'ya yol vermişti. Kuwala ayaklarının
önünde çökmüş olan adama bakıyordu.
"Size zarar
vermeyeceğim." demişti. Sesi duyan Tieden başını kaldırmıştı. Yüzü kandan
kızıla boyanmıştı. Gözleri ise simsiyahtı.
"Sen bizler için
dua ediyordun. Neden bizi bu bedene hapsettin?" demişti. Kuwala çömeldi.
Karşısındaki bir çift simsiyah göze gri gözlerini dikti.
"Ölüm bile sizi
kabul etmezken sizi kabul ettim ve günahlarınızın affedilmesi için size bir
şans vereceğim." demişti. Siyah gözler dahada irileşti.
"Nasıl? Tanrıları
tarafından yok sayılan bizlere nasıl bir şans vereceksin Londaga'nın
oğlu?" demişlerdi. Kuwala o gözlerden bri saniye olsun gözlerini
ayırmıyordu.
"Bana itaat edip,
benim halkım için savaşacaksınız. Sizi uykunuzdan çekip alan Melez Rahomun
gölgelerine karşı bizi koruyacaksınız." demişti. Derin bir sessizlikte
binbir ses duyulmuştu.
"Bunu
yapamayız."
"Onlar çok
güçlü!"
"Bizi tekrar
kafeslere koyacak!"
"Onunla
savaşamayız. Onu yenemeyiz.."
Sesler ardı ardına
olumsuzluk doluydu. Kuwala onları susturmak istemedi. Ne hissettiklerini merak
ediyordu.
"Onu
durduramayız." cümlesi ortak kararları olmuştu. Kuwala bunun üzerine ayağa
kalkmıştı.
"Sorun değil.
Bunu deneyip kaybederseniz onun kafesine döneceksiniz. Denemezsenizde..."
demişti Kuwala. Ayezi'nin sivri dişleri kızıl ateş ışıklarında parlamıştı.
Göğsünden gelen hırıltı gölgeleri susturmuştu. Fısıltılar sustu ve teker teker
tekrar başladı.
"Deneyelim!"
bunu söylüyorlardı.
Umut pazarlanması en
kolay maldı. Bunun sebebi herkesin ona ihtiyacı olmasıydı. Kuwala umut taciri
olmuştu o arada sıkışıp siyaha boyanmış ruhlara. Onlara kazancın ve kaybın
umuttan daha değersiz olduğunu anlatmış ve onlara satmıştı malını. Onlara
özgürlüğü umut ettirmişti. Yüzyıllardır içlerinde acı çeken ruhlar vardı ve
buna ihtiyaçları vardı. Seronlu kadın onları izliyordu kafesinde oturmuş.
Ruhlar ile anlaşma yapan bir kral...
"Rahom
Kuwala!" demişti kafesin içinden çıkan adama doğru yürüyüp. Parmaklıkları
sıkıca tutmuştu. Onunla konuşmak istiyordu. Daki'yi beklemek ona bir şey
kazandırmamış sadece kaybettiriyordu. Zaman daralıyordu.
"Rahom Kuwala
karar verdim!" diye tekrar etmişti. Kuwala zinciri anımsadı. Her şeyin
nasıl birbiri ile ilişkili olduğunu. Ve bunun geleceği nasıl değiştirdiğini.
"Sizi dinlemek
isterim hanımefendi!" demiş ve dikilen askere dönmüştü.
"Onu bırakın
yanıma gelsin!" demişti. Bir aydır kafesten bir kaç defa çıkmıştı ve şimdi
kapının açılma sesi ona o kadar güzel gelmişti ki... Bu sürede iki adamı
hastalandığı için kafesten alınmış ve sadece birisi dönmüştü. Kuwala olduğu
yerde dikiliyordu. Kadın onun yanına doğru geldi. Kaçamak bakışlarını onu görmezden
gelen Daki'ye çeviriyordu arada bir. Kuwala'nın karşısına geldiğinde dikilmişti.
"Madem umut satıyorsun o zaman bende kendi adamlarıma umut satacağım. Bizi
bırak. Kristal saraya döneceğiz." demişti. Kuwala birden güldü. Alaylı
gülüşü kadını ürkütmüştü.
"Bunun için geç
kaldın. Onca olan şeyi gördükten sonra oraya gidip gördüklerini anlatman için
seni yolcu edemem." demişti. Kadın şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala
ellerini arkasında birleştirdi.
"Bu teklifinden
sonra benim içinde çalışmana güvenemem. O yüzden senin için daha iyi bir fikrim
var." demişti. Kadın korku ile ona bakıyordu. Kuwala kenarda duran Cohin'e
çevirdi başını.
"Elleri ve
ayaklarını prangalayın. Kaçamayacağından emin olun. Daha sonra onu ihtiyar
hekimin yanına götürün." demişti. Zincirin bir halkası olan bu kadının
bekleyişinin ardından olacakları görmüştü. Ve gelecek şekillenmişti onun için.
Krallığının en zengin ve usta mühendisi oydu. Ama artık bir hekimin çırağı
olacaktı. Kuwala onun gözlerine dikti gözlerini.
"Tanrılar bizleri
senin makinelerin gibi tasarladı. Ve onlar bozulduğunda nasıl düzeltiyorsan
şimdi benim yaralanmış ve hasta halkıma yardım edeceksin. " demişti. Kadın
şaşkınlık içindeydi. Kafeste kalan arkadaşlarına ne olacağını bile bilmiyordu.
Onu götüren askerlere direnemedi. Kuwala geleceğin nasıl şekillendiğini
anlamaya başlamıştı. Bir tane gelecek yoktu.
Eğer Seronlu kadın
gerçekten erkenden gitmek isteseydi onları bırakacaktı. Ama şimdi bunu
yapamazdı. Tieden onun en büyük kozuydu ve Melez Piç'in bunu öğrenmesini istemezdi.
Kadının geleceğinde onu usta bir hekim olarak görmüştü. Kristal saray dahil
birçok yere seyahat eden bir hekim... Şimdi düşünüyordu. O zincirden kopan bir
halka olsaydı bunlar olabilecek miydi?
Daki onu derin
düşüncelerinden aldı.
"Onun iyi bir
insan olduğunu sana söyleyebilirim." dedi. Kuwala gülümsemişti.
"Seni sevecek
kadar zeki bir kadın. Hala gözlerine bakmaya çabalayacak kadar cesur. Onunla
iyi anlaşacağımızı düşünüyorum." dedi. Daki şaşırmıştı.
"Ondan nefret etmiyor musun?" demişti. Kuwala gülerek başını salladı.
"Nefret etmek mi?
Zevklerimiz aynı olduğu için ona saygı bile duyuyorum Daki." demişti. Daki
ona hayretle bakıyordu.
"Zevkleriniz mi?" dedi. Kuwala elini Daki'nin göğsüne doğru koydu ve
eğilip kulağına fısıldadı.
"O da benim gibi
sana aşık olmuş. Bu yüzden bile o kadına saygı duyarım. Benim sende gördüğümü
görecek kadar zeki ve zevk sahibi." demişti. Daki ne diyeceğini bilemedi.
Öylece utancıyla kaldı. Yüzünde oluşan tebessüm kızaran kulaklarını
kapatamamıştı.
Bölüm Otuz Dokuz
(38. bölüm resim.)
Kuş Seslerini
Duyuyorum
Gün doğmuştu. Kuwala aldığı karardan memnundu ancak ihtiyar hekim için bu
memnuniyet geçerli değildi. Kuwala onun çadırını ziyarete gitmişti. Bir kaç
hasta asker, o ve seronlu kadın vardı. Kızı ve damadı onunal gelmemişti.
Kasabada kalmışlardı. Genç hekim yamağı olan çocuk ise Kuwala geldikten hemen
sonra içeri girmişti. Elindeki ilaç dolu sandığı nefes nefese sehpaya
bırakmıştı. İhtiyar hekim köşede somurtan seronlu kadını gösterdi.
"Bana dilsiz bir
kadın gönderdin. Ne iş yapıyor ne konuşuyor. Şuna bak. Öfkesinden çadırda ilk
bulduğu şeyle herkesi öldürecek." demişti. Kuwala dönüp sakince oturan
kadına baktı.
"Sanmıyorum!
Söylesene ihtiyar onda sende bir ışık gördün mü?" demişti. İhtiyar
kaşlarını çattı.
"Çabuk anlayacak
kadar zeki. Ama anlamamak için inat ediyor." demişti. Kuwala gülümsedi.
Bir süre daha sohbete devam etti.
"Ave'leirn
getirdiği ilaçları dikkatli kullanırsak şehri kuşattığımızda da ilacımız kalmış
olur." demişti ihtiyar birden konuyu değiştirerek.
"Ne kadar
kalır?" demişti Kuwala. Yaralılar olacaktı. Çok fazla yaralı olacağını biliyordu.
Özel eğitilmiş Bakren ve Seron askerlerine karşı kuzeyin bağımsız ordusu
savaşacaktı.
"Herkesi
iyileştirecek kadar olacaktır. İyileşemeyecek olanın ensesine çakacak kazıklarımızda
olacak!" dediğinde Kuwala ona dehşetle bakmıştı.
"Onları yaşatmaya
çabalamak inan bana acılarını arttıracak." diye ekledi İhtiyar hekim.
Kuwala derin bir iç çekti.
"Sanırım buna
alışmam gerek. Bazen bir ruhu kurtarmak için ona ölümü sunmak gerek."
demişti. İhtiyar gülümsedi.
"Akadnov sana
böyle öğretmedi. Buna alışmak zorunda değilsin. O her ruhun ve bedenin
kurtarılmaya değer olduğunu söylerdi. Onların tanrıların bir parçası olduğunu
düşünürdü. Baban gibi olmaktan vazgeçme. O olmasaydı ne sen burada olabilirdin
ne de biz!" demişti. Kuwala buruk bir gülümseme ile ona baktı.
"Babama olan yaşam borcumu ödemek için hayat kurtarmak istedim. Daki bana
bunun doğru olacağını söylemişti. Bu savaş sonunda bir çok kişiye özgür bir
yaşam ve güzel bir hayat sunmam gerektiğini söylüyor herkes. Onların kralı
olarak kalmamı istiyor."
"Peki sen ne
istiyorsun?" diye sormuştu İhtiyar hekim. Kuwala gülümsedi. Uzaklardaydı
onun istediği.
"Kızıl ormanda
kuş sesilerini duymak istiyorum. Kulübemi baştan yapmak istiyorum. Orada
uyanmak ve uyandığımda Daki'nin ölmeyeceğinden emin olduğum bir hayat
istiyorum. Akşamları sadece sabah güneşin doğup doğmayacağı için endişe etmek
istiyorum. Geceleri bedenimin sancılar çekmemesini ve uyandığımda acı çekmek
istemiyorum. Ait olduğum ormanda en saklı güzellikleri Daki'ye anlatacak uzun
bir yaşam istiyorum. Bir kral bunların hiç birini yapamaz. Onu görüyorum.
Binlerce insanın babası olarak görülmek istemiyorum. Onların yaşamı için kendi
hayallerimi satmak istemiyorum ihtiyar!" demişti. Seronlu kadın ona
hayretle bakıyordu. Basit bir yaşam. Bunca gücü ve bunca hizmeti geriye doğru
atıp bir kulübede yaşama hayali kurmak... Hiç duymadığı bir şeydi.
"Bunu yapmana engel olan ne?" demişti. Kuwala bunu duyunca kaşlarını
çattı.
"Bir varisim yok.
Son Rahomun bedenini gölgeler için bir sandık olarak kullandım. Ve bir evlat
sahibi olamayacağımı biliyorum. Bunu istemiyorum. Yerime geçecek ve benim
ardımdan insanlara umduğunu verecek bir lider lazım. Onlara istediği kralı ve
Kuzey'i bir arada tutan kralı ya da kraliçeyi vermezsem herşey başa
saracak." demişti. İhtiyar ona dolu kadehi uzattı. Elini dizine hızla
koydu.
"Daha önce bir
varisin var mıydı?"
"Vardı ancak onu
ölüm aldı. Iyi bir kraliçe olabilirdi."
"Küçük rahom kızı
mı?"
"Hayır! O değil.
O iyi bir kraliçe olamayacak kadar yönetilmeye müsaitti."
"Ölen Beyaz Kurt
köyü reisi mi?"
"Evet Marinoe!
Melez Piç onu paramparça etmeseydi o benim tek varisim olarak kalacaktı."
dedi. Sesi boğazına takılmıştı. Hatırladığı o anı aklından asla silemiyordu.
İhtiyar ayağa kalktı. Kuwala'nın sağlık durumuna bakacaktı. Kuwala ihtiyarın
hareketi ile ayaklandı. Kaftanını çıkardı ve cübbesini çıkarmak için kuşağını
çözmeye başladı.
"Kuzey'in başında
kalıp hayallerini korumanın bir yolu yok mu?" demişti ihtiyar. Kuwala
cübbesini çıkardı ve gömleğini sıyırdı. İhtiyar onu tekrar oturtmuştu.
Göğsündeki kan toplanmalarının devam edip etmediğini anlamak için ince
iğnelerini aldı. Kuwala'nın karşısına oturdu.
"Olacağını
sanmam. Kuzey'i alırsam ve o tacı takarsam kendi hayatımı onlara adamam gerek.
Bunu yapmak istemiyorum. Bunu yaparsam sadece ben yok olmayacağım." dedi.
Hekim onun soğuk beyaz göğsüne bakıyordu. Morluklar azalmıştı. Deri altı
kanamaların durduğunu analmıştı. İğnenin birini yaşlı hekim genç çırağına
uzattı. Onu ateşte temizlemesini beklerken soluk tendeki ufak kılcal
çatlamalara dikti gözünü.
"Pişman olmak
yerine denemelisin!"
"Pişman
olmayacağım. Bu krallık ve bu topraklar benim için bir kişiden daha önemli
değil. Sadece bu kamp bile benim ondan uzaklaşmama sebep oluyor. Bir krallık
ikimizin arasına dağları getirecek. Pişman olmayacağım." dedi. İhtiyar
temiz suya iğneyi alıp soktu. Ardından Kuwala'ya geriye yaslanmasını söyledi.
İğneyi sağ tarafa doğru sapladı. Ikinci iğne geldi sola sapladı. Nazikçe
batırmıştı iğneleri. Kuwala ufak sızıdan başka bir şey hissetmemişti. Dört tane
iğne göğsüne saplandığında bir şeyler hissetmeye başlamıştı. Normal olmayan bu
kusma isteği ile bir an öne doğru eğildi. İhtiyarın uzattığı metal kabı tuttu
ve kurmaktan öte öksürmeye başlamıştı. Öksürdükçe dudakları arasından kan
geliyordu. Her öksürüşte bir hırıltı yükseliyordu. Dakikalarca öksürdü. Bir
süre öylece eğik durdu ve geri doğrulduğunda bitkince arkasına yaslandı. Demir
kabı uzattı. Kan ve ufak siyah parçalar dolu kabı masaya koydu ihtiyar. Kuwala
derin bir nefes aldı. Sanki daha önce nefes alamıyormuş gibi defalarca soludu.
"Bu yöntemi bana
öğretmelisin!" demişti. İhtiyar güldü.
"Kolay bir yöntem
değil. Öğrenmek için çabalamak gerek." demişti. Seronlu kadın o zaman
konuşmaya başladı.
"Yaptığı şey
senin sinir uçlarını tetiklemek oldu. Göğsünde biriken kanı temizlemek için
kasılmaları sağladı. " demişti. İhtiyar ona doğru dönüp gülümsedi.
"İnsanın yapısını
biliyorsun gibi genç hanım!" demişti. Kadın kaşlarını çatıp ayağa kalktı.
Ihtiyarın masaya bıraktığı kabı almak için oraya yürüdü.
"Ailem tıp ve
makineler konusunda uzmandı. Annem bana insanın yapısını ve organlarına dair
her şeyi zamanında iyi bir hekim olmam için öğretmişti." dedi. Kuwala
gülümsüyordu.
"Bu yüzden mi onu
bana verdin?" demişti İhtiyar. Kuwala başını sallayıp öylece durdu.
Dudaklarındaki kızıl kan beyaz yüzünde ona bir renklilik katmıştı. Kadın ona
bakıp gözlerini kaçırdı.
"İyi bir hekim
olacak!" demişti Kuwala. Hazırlanıp çıkmak için enerji bulduğunda
ihtiyarın genç yamağı hazırladığı karışımı şişelemişti. Kuwala'ya uzatırken eli
titriyordu. Kuwala kemerini bağlayıp şişeyi aldı. Gülümseyip çıktı. İhtiyar
bunun üzerine genç yamağına dönmüştü.
"O senin efendin!
Onun hakkında hayal kurma!" diye genç yamağa çıkışmıştı. Genç yamak
utançla başını eğdiğinde Seronlu kadın şaşkınlıkla ona bakıyordu.
İhtiyar dizlerinde ki
ağrıdan çok ayakta duramıyordu. Yavaşça oturdu.
"Onun kalbinde
birisinin olduğunu bile bile ona karşı böyle duygular beslemek seni sadece
yıpratır evladım. Buna devam etme!" demişti. Genç yamak utançla olduğu yerde
duruyordu başı önünde elleri yana sarkmış haldeydi.
"Belki diyorsun
ama o belki olmayacak bir şey." demişti. Genç yamak bir şey diyemiyordu.
Kuwala'ya karşı hissettiklerinden ustasının haberinin olmasını beklemiyordu.
Sadece onu görmek için bile çabalayan gencin durumuna üzülen ihtiyar derin bir
iç çekti.
"Hayat her zaman
senden yana olmaz. Efendilerine davranışlarında bir kusur dahi olmasın. İleride
gerçek bir hekim olacaksın. Saygınlığın bu adamların elinde. Efendi Daki'ye
karşı kinlenmeye devam edersen Efendi Kuwala'nın sana olan sevgisini de
yitirirsin." demişti. Genç yutkundu ve kaldı. Görülmediğini sandığı her
şeyin ustası tarafından görülüyor olması onu çıplak kalmış gibi hissettirdi.
"Onlar ava
çıktığında çaldığın o kıyafetleri geri götürüp koy. Aynısı tekrar olursa seni
bu kamptan uzaklaştırmak zorunda kalacağım!" demişti. Genç şaşkınlık
içinde ona bakıp kalmıştı. Kuwala'nın ciddi şekilde rahatsızlandığı gün onun
kanlı gömleğini almış ve geri getirmemişti. İhtiyarın bunu fark etmediğini
düşünmüştü. Ancak bunun görülmüş olması ile yüzü kıpkırmızı kesildi.
"Gençsin ve
yanlış kararlar alabilirsin. Bunları sana utanman için söylüyorum. Birazdan av
için çıkacaklar. Birkaç şeyle beraber götür ve onu koy." diye tekrarladı.
Genç başını eğip hemen çadırın sonundaki kendi yattığı bölüme doğru hızlı
adımlarla uzaklaştı. Seronlu kadın elindeki kabu yıkamıştı. Ihtiyara doğru
yürüdü.
"Onun gömleği
çaldığını düşünüyordun neden bekledin?" diye sormuştu. İhtiyar gülümsedi.
"Belki vazgeçer
diye. Ancak erkeklerin hayvani güdüleri onları avlarından vaz geçirmeyecek
kadar kuvvetli kızım. Onu utandırarak terbiye etmekten başka seçenek bırakmadı
bana. Genç Efendi Kuwala onun birliktelik düşünemeyeceği birisi. İlk günden bu
yana onu izlediğinin farkındayım. Sadece yaşamını borçlu olduğunu düşündüğüm
için böyle yapıyor sanmıştım. Ancak daha fazlasını hayal edecek kadar
cürretkar. Bunu yapmaya devam ederse Efendi Daki onun canını alacak. Henüz toy
ve genç bir bedene sahip. Neyin ne olduğunu bilemeyecek kadar cahilde."
dedi. Seronlu kadın ihtiyarın karşısına oturmuştu.
"Bir adamı
sevmesi suç değil. Onun hakkında hayalleri olmasıda..."
"Yanılıyorsun
kızım. Sevdiği kişi sıradan birisi değil. Aşık olduğunu düşündüğü insan onun
ulaşamayacağı birisi. Bunu sende gördün. O sahipli. Onun sahibi ise bu adamı
bir kaç parçaya bölüp kurtlara atacak kadar kıskanç bir aşkın pençesinde. Bunun
duyulması bile Daki'yi çıldırtacak kadar tehlikeli. Genç Efendinin adını bir
küfürle yan yana kullandığı için bir adamı ortadan ikiye ayırdığını ben gördüm.
Bu genç ahmağı öldürmeye bile zahmet etmeden kurtlara parçalatır." dedi.
Seronlu kadın şaşkındı.
"Daki onu o kadar
seviyor mu?" demişti. İhtiyar başını salladı.
"Sende duydun.
Sadece Daki'nin yanında olmak için krallığını geride bırakacak bir adam nasıl
bir aşkla besleniyor olabilir?"
"Sınırsız bir
aşkla. Daki'nin onu bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Ikisinin sıkı dost olduğunu
sanıyordum." dedi Seronlu kadın. Ihtiyar güldü.
"Bir kaç kişi
dışında herkes bunu böyle bilmeli de... Sende böyle bilmelisin. O yüzden
duyduklarını asla diline getirme. Iyi bir hekim iyi bir sırdaştır. Bunu asla
unutma. Gördüklerini diline getirmek seni sadece dedikodu yapan bir cadı kadın
yapar. Duy ve unut. Gör ve unut... ki seni sadece iyi bir hekim olduğun için
sevmesinler. Seni bir dost olarak görsünler. Kalbin temiz kızım. Ne bir öfke ne
bir kin var. Tarafsızsın. Beyazsın... Bu yüzden gerçek bir şifa dağıtan
olabilirsin." demişti. Seronlu kadın adamın konuşmasından etkilenmişti.
Daki'ye karşı olan duygularını bastırmasını sağlayacak bu konuşma onun
geleceğindeki yolun önünü tamamen açmaya başlamıştı.
Bu sırada Daki bir
grupla atları hazırlamış bekliyordu. Kuwala'nın gelişi ile ava çıkacaklardı.
Onlara eşlik edecek ufak manganın yanı sıra Güneş'in Kızı ve Aisoo'da vardı.
Aleon, Cohin ve Muhon Asha'da eşilik edecekler arasındaydı. Kuwala hekimden
çıkıp çadırına uğramış ve ufak bir heybe ile geri dönmüştü. Ata binmekte hala
usta değildi. Ancak Ayezi ile oraya gidemezdi. Kurtlar onlar yokken kampın
güvenliğinden sorumlu olacaktı. Bu sabah avı onlar için önemliydi. Birkaç
gün önce bri yaban geyiği sürüsünün izini bulmuşlardı. En iyi okçulardan oluşan
ekibi almışlardı. Beşi ung beşi ise bakren askeri olan okçular vardı. Birde Akela
ve Ave kraliçelerine eşlik eden ufak bir grup. Kuwala atına oturduğunda Daki
kendi atına atlamıştı. Atlar yavaş yavaş yola koyulmuştu. Aisoo ve Güneş'in
Kızı atlarını daha yavaş sürüyordu. Önde ise Muhon Asha ile Grave gidiyordu.
Birbirlerinin av becerilerini görmek istiyorlardı.
"İhtiyar ne dedi?"
demişti Daki atının üstünde. Kuwala ona döndü. Kaftanın üstüne Daki'nin ona
verdiği siyah kalın atkıyı takıyordu.
"İğne tedavisi
uyguladı. Biraz kustum ve daha iyi hissediyorum. Uyumadan önce ilaç içmeye
devam etmemi istedi. Zamanla eskisinden daha iyi olduğumu söyledi."
demişti. Daki huzurla gülümseyip onu süzdü.
"Bu iyi. Artık
gece kabusları iel sıçramadan derin uyuyorsun." demişti. Cohin ve Aleon
onların hemen önündeydi. Kadınlar ise arkadaydı. Manga ve iki general önden
başlarını alıp gitmişlerdi. Atla geziye çıkmış gibi dolanıyordu arda kalanlar.
"Ciğerlerim artık
eski halinden iyi." diye tekrarlamıştı Kuwala. Elini yumruk yapıp göğsüne
iki defa vurmuştu. Daki gülümsedi. Cohin ise onlara doğru çevirdi başını.
"Av size iyi
gelecek o zaman efendi Kuwala. Kamptan uzak sakin ama kısa bir yolculuk olacak.
Geçenlerde bir göl bulduk. Muhtemelen havalar ısındığı için eriyip ortaya
çıktı. Orayı görmeniz gerek." demişti. Kuwala gülümsedi. Atın yularına
asıldı. Daki ise onun yularlara asılması ile öen doğru eğilmişti.
"Daha iyi bir
fikrim var. Büyük çamı görüyor musun Kuwala?"
"Evet!"
"Oraya benden
önce varırsan istediğin bir şeyi yapacağım." demişti. Kuwala bunu duyunca
gözleri ışıldadı. Sırıtmıştı.
"Kaybedersen sen
benim istediğim bir şeyi yapacaksın!" demişti. Daki'nin gülüşündeki
şeytanilik Kuwala'yı ürkütsede atını şahlandırmış ve koşmaya başlamıştı atlar.
Daki senelerin binicisiydi. Oraya varması Kuwala'ya nal toplatması dakikalarını
almıştı. Kuwala ona yetişecek kadar usta değildi. Kaybedeceğini bile bile bu
yarışa gönüllü olmasına Cohin şaşırmıştı.
İleride koşan atlara
bakıyordu Aisoo.
"Asla büyümeyen
erkekler!" demişti Güneş'in Kızı. Cohin bunu duyduğunda efendisinin
kazanmasının sevincini bir kenarı bıraktı.
"Öyle demeyin
hanımım ne güzel eğleniyorlar." demişti. Aisoo güldü.
"Daki her şekilde
kazanır. Ona at binmeyi ustası öğretmişti. Altı yaşından bu yana atın
tepesindeydi." dedi. Aleon ise ileriye bakıyordu. Çamın altında iki adam
atın üstünde konuşurken birden gözden kaybolmuştu.
"Bunlar nereye
gidiyor?" diye çıkıştığında diğerleride yokuş aşağı inip kaybolan atların
bıraktığı boşluğa bakıp kaldı. Cohin aksi yönü gösterdi.
"Göl bu tarafta
ve General Muhon Asha bizi orada bekleyecekti!" demişti. Aleon omuz silkti.
"Onları kendi
haline bırakın. Canları sıkılınca geri dönerler." diye ekledi ve atını
sürmeye devam etti.
Çamın altında Daki bir
adam Kuwala'nın atının yularından tutmuş ve aşağı inmeye başlamışlardı.
"Nereye
gidiyoruz*" demişti Kuwala. Daki gülümsedi.
"Bir kulübe
buldum geçen günlerde. Orayı görmeni istiyorum." demişti. Kuwala deirn bri
iç çekti.
"Dediğini
yapacağım. Sonuçta yarışı kaybettim. Ama diğerleri endişenecektir!" dedi.
Daki ona dönüp gülümsedi. Atın yularını bırakmıştı. Yavaş yavaş gidiyorlardı.
"Endişenlenmezler.
Güneş'in Kızı gibi mantıklı bir kadın onlarla olduğu için o herifler için sende
endişelenme. En fazla hepsini bağlar ve biz dönene kadar kavga etmeden
durmalarını sağlar." demişti. Kuwala gülümsedi. Daha sonrasında çok konuşmadılar.
Kulübe ağaçların arasında gözüktüğünde Daki atını hızlandırdı. Kuwala'nın atıda
ona uyum sağladı. Kulübenin önüne geldiklerinde Daki atından inmişti.
Kuwala'nın atının yanına geldi. Onu belinden kavrayıp atın üstünden indirdi.
Atları kulübenin verandasının temel direğine bağladı. Bu eski ufak kulübe bir
süre önce terk edilmiş gibiydi. Daki burayı bulduğunda içerinin bakımlı
olmasından anlamıştı.
"Acaba içeride
birisi olabilir mi?" demişti. Daki başını sallayıp verandaya çıktı. Kuwala
onun ardından verandaya çıktığında aklına Daki iel verandada vedalaşması
gelmişti. Kalbi birden hızla atmıştı. Daki kapıyı itekledi. Gıcırtı ile kapı
açıldı. Içerisi boştu. Tek oda olan bu yerde camlar kirliydi. Ancak içerisi
temizdi. Daki onu içeri doğru davet etti elini uzatarak.
"Senin kulüben
kadar güzel değil ama idare eder mi?" demişti. Kuwala etrafa bakındı.
Alçak tavan ve eski eşyalar... Tek oda olan bu kulübe ona nedense cazip
gelmişti.
"İlerid ebunun
gibi bri yerde yaşayabiliriz." dedi Daki. İçeri doğru girip kendini divana
attı. Kuwala içeriyi dolaşıyordu. Rafların olduğu yerde bir kaç kap kaçack
vardı. Bir kaç şişe. Yerde büyük bri testi. Içine baktı. Su doluydu. Bir kap
alıp sudan biraz içti. Daha sonra Daki'ye götürmek için biraz daha aldı. Divana
gelip oturdu. Daki suyunu kana kana içti. Kabı kenarı bıraktı.
"Arada
misafirlerimiz olacağı için inşaa edeceğimzi kulübenin iki ya da üç odası
olması iyi olur. Onlara kalacak yer olur." demişti. Kuwala onun hayal
ettiği kulübeyi dinlemeye başlamıştı.
"Önümüz bahar.
Baharda güzel havanın tadını çıkarmak için geniş bir veranda olur. Yaz yılında
ise orada oturmamız için bir divan inşaa ederiz. Odaları geniş olur. Bir
kitaplık yaparız. Tıpkı babanın kitaplığı gibi. Oraya bir sürü okuman için
kitap getiririm UngurPan ve başka diyarlardan." dedi. Etrafa bakındı.
"Pencereleri
geniş olur. Bu sayede içeriyi temizlerken onları rahatça açabiliriz. Işık
girer. Her cepheye pencere yaparsak gün batımında bile içerisi aydınlık
olur." demişti. Kuwala ona bakıp gülümsedi.
"Mum da
yakabiliriz. Pencereleri dert etmek zorunda değilsin." demişti. Daki bunu
duyunca oan döndü. Başını iki yana salladı.
"Hayır! Yüzüne
güneşin son ışığı vurduğunda o heyecanını gördüm. Hep o mutluluğu ve heyecanı
görmek istiyorum." demişti. Kuwala istemsizce güldü.
"Bunu istiyorsan
sana bir şey demeyeceğim." demişti. Daki'nin bu kadar ince düşünmesi onu
mutlu ediyordu.
"Tavanı böyle
üçgen olmasın. Düz olması daha rahat olur. Yağmurlarda ve karda direkt içeri su
sızmaz. " demişti. Kuwala onun bu kadar planladığı hayali düşünüyordu. Ve
imparatorluğu, krallığı geride bırakmaktan pişman olmadığını tekrar hissedince
gülümsedi. Dudakları nazikçe yukarı kıvrıldığında Daki ona bakıp kalmıştı.
"Bu hayali bile
seni mutlu ediyorsa onu inşaa ettiğimde daha mutlu olacaksın. Kendi sebzelerimiz
için ufak bir bahçe bile yapacağım." demişti. Kuwala ona doğru döndü.
"Beni mutlu eden
kulübe değil Daki. Senin bunca şeyi anlatırken yaşadığın heyecan."
demişti. Daki ona bakıp kaldı. Ne diyeceğini bilmiyordu.
"içinde sen
olmadığın sürece anlattığın hiçbir şey bana güzel gelmiyor. Seninle olduğumu
düşündüğümde o batı penceresi, ufak bahçe ve kitaplık güzel geliyor..."
demişti. Daki bir an kendini daha fazla tutamadı. Kuwala'nın üzerine doğru
eğilip onu divana yatırdı. Genç yüzün saflığına ve güzelliğine ilk defa bakıyor
gibi detay detay baktı. Aylar olmuştu bedenleri birbirine dokunmayalı. Ondan
yayılan sıcaklığı Kuwala hissediyordu. Kollarını nazikçe üstüne eğilmiş vahşi
gözlerle ona bakan adama sardı. Kendine doğru çekip dudaklarını dudaklarına yapıştırdı
Kuwala. Daki çekiniyordu. Onu incitmek ve yaralamaktan çekiniyordu. Kuwala ise
her şeyin yolunda olduğunu söylercesine onu öpmüştü. Özlediği tenin sıcaklığını
ve ağırlığı bedenin üstünde hissetmek onu şevke getirmişti. Daha tutkulu öptü.
Dudaklarını nefes almak için bile Daki'nin dudaklarından ayırmıyordu. Daki işin
nereye gideceğini bilidği için bir an durdu. Nefesini nefesin de
hissedecekkadar yakın olduğu adamın saçlarını okşadı.
"Henüz
iyileşmedin. Bekleyebilirim." demişti. Kuwala ise onun boynuna kollarını
daha sıkı dolayıp bedenini onun bedenine doğru sertçe yasladı. Kulağına doğru
yaklaştırdı dudaklarını.
"Ben beklemek
istemiyorum Daki." demişti. Daki bunu duyduğunda bedenini saran titreme ve
sıcaklık ile onu çekip oturur konuma gelmişti. Kucağında oturan adamın boynuna
saran şalı çekip almıştı. Boynuna dudaklarını dayamıştı. Sıcak ve hoş kokan
boyunda dudaklarını dolaştırdı. Kuwala belindeki kolların onu daha sıkı
sarmasını ister gibi bedeni Daki'nin bedeninden ayırmıyordu.
"Seninle olmayı
özledim." demişti. Daki kulağındaki bu mırıltılı sesiyle Kuwala'nın
belindeki ellerini aşağı doğru kaydırdı. Artık iradesini kaybetmiş bir kurttu.
Onu arzulayan bu adamın karşısında bütün iradesini kaybetmişti. Kuwala'nın
dudaklarını şakaklarında hissetti.
"Nazik olmanı
istemiyorum. Vahşi bir kara kurt olmanı istiyorum." diye fısıldamıştı
Kuwala. Daki bunu duyduğunda onu divana doğru yatırmıştı. Elleri birer pençe
gibi hızl kıyafetlerini söküp alıyordu üstünden. Kuwala onun sert davranışları
ile kendinden geçmek için can atıyor gibi onun bedenini kıyafetlerden
kurtarıyordu. Göğsünde Hissettiği öpücükler kasıklarında hissettiği dudaklara
dönüşüyordu. Bedeni böyle alev alev yanmayalı yıllar olmuş gibi hissediyordu
adeta. Bacaklarında hissettiği titreme bedenine yayılıyordu. Bir çelik kadar
sert ve sıcak pürüzlü beden bedenine doğru dokunduğunda titremişti.
Dudaklarından çıkan iniltinin sebebi kalçasında hissettiği parmaklardı.
Gözlerini ona bakan yeşil gözlere dikti. Dudaklarını parçalarcasına öpen bu
vahşi kurdun bedenine ve sadece onun dokunabileceği bölgelerine dokunmanın
verdiği zevk ile kendini kasmıştı.
Bacaklarını Daki'nin
beline doladı. Kolları ise onun boynundaydı.
"Daha fazla
dayanamıyorum." demişti. İnilti ile karışık haz dolu Daki'nin bu sesi
Kuwala'nın bedenini gevşetmesine sebep olmuştu. Hissettiği acının ardından
gelen o zevk ile bedeni kontrolünden çıkmıştı adeta. Kendi başına hareket
ediyor ve üste çıkmak için Daki'yi divana devirmişti. Daki'nin bileklerini
yakalamış ve onu geriye doğru devirmişti. Sıra ondaydı. Şimdi o bir vahşi kurt
olmuştu. Vücudunun kıvraklığı ve kalçalarını her oynatışı onun için inleyen
Daki'yi ortaya çıkarıyordu. Kısa ama nefes kesen öpücükleri ile onu
kıvrandırmayı seviyordu. Hekim olduğu bedenin ateşinin arttığını ve titremelerin
yakın olduğunu anlamıştı.
"Henüz
değil!" demiş ve yavaşlamıştı. Daki onun başına buyruk bu halini daha çok
seviyordu. Kuwala ellerini Daki'nin göğsüne dayamış ve yavaş yavaş devam
ediyordu inip kalkmalarına. Ancak kendisi de sınırına gelmişti. Bu vahşi
eğlenceli oyunları orada son bulmamıştı. Birbirilerinin üstünde hakimiyet
kurmak için divanda süren sevişme bir süre daha devam etmiş ve ikiside
yorulduğunda durmuşlardı. Kuwala kendini sıcacık Daki'nin göğsüne bırakıp
gözlerini kapatmıştı. Onun nefes sesini dinlemeyi seviyordu. Daki ise terden
nemlenmiş ve ferah bir koku saçan beyaz saçlarla oynuyordu. Buradan ayrılmak
istemiyorlardı. Bir kaç gün burada bu divanda böyle kalmak istiyorlardı ama
sessizlik devam ediyordu. Kuwala dinlediği nefes sesine eşlik eden kalbin
sesini bir ozanın çalgısının tıngırtısına benzetti. Ona bir kahramanın
şarkısını söyleyen bu sesi sonsuza kadar duymak için her şeyi verirdi.
"Duydun mu?"
Daki bunu söylediğinde kalbinin atışı hızlanmıştı. Kuwala başını kaldırıp ona
baktı.
"Neyi duydum
mu?" demişti. Daki parmaklarını dudağına götürdü ve sessiz olmasını
söyledi. Kuwala sessizce beklerken birden Grave'in madenlerde yaptığı kuş
sesine benzeyen ıslığın daha canlısını ve daha çoğunu duymuştu. Heyecan ile
doğrulmuş ve divanın arkasındaki cama bakmıştı. Daki onunla beraber doğruldu.
Kucağında oturan adamın gömleğini yerden almıştı.
"Göç ediyorlar.
Geri dönüyorlar." demişti. Kuwala onun verdiği gömleğini hızla giydi.
İkiside hızla giyindi. Dışarı çıktıklarında çam ağaçlarında siyahlı kırmızılı
ufak kuşların cıvıldaması artmış ve kanat sesleri yankılanmıştı. Kuwala
verandanın ucuna doğru koştu. Çamlarda cıvıldayan kuşları heyecanla izlemeye
başladı.
Daki onun yanına
gelmişti. Kollarını Kuwala'nın beline dolayıp çenesini omzuna koydu. Ellerinin
üstünde Kuwala'nın ellerini hissetmişti. İlk defa bahar görecek olan bu adamın
heyecanını hissetmenin verdiği huzurla gülümsedi.
"Onları duyuyor
musun? Bize baharı müjdeliyorlar." demişti. Kuwala heyecanla gülümsedi.
"Duyuyorum. Kuş
seslerini duyuyorum Daki. Onları sonunda duydum. Tıpkı anlattığınız gibi.
" demişti. Daki verandanın kenarına konan kuşu görmüştü. Kuwala bu kadar
yakınlarıan konan kuşa bakarken heyecandan titremişti.
"Çok küçük ve
güzel..." diye fısıldamıştı. Daki onun hayranlıkla izlediği kuşa baktı ve
gülümsedi.
"Henüz bir yavru.
Yakında erişkin olup kendi yuvasını kuracak." demişti. Kuwala bunu duyunca
başını çevirip omzuna çenesini koymuş adamın yüzüne yüzünü yasladı.
"Bizde yuva
kuracağız. Tıpkı kuşlar gibi..."
"Tıpkı onlar gibi
özgür ve mutlu olacağız..." diye tamamlamıştı cümlesini. Orada bir süre
daha kaldılar. Daha sonra gölün oraya döndüklerinde manga çoktan yirmiden fazla
av ile dönmüştü. Hem geyik hem tavşan avlamışlardı. Kuwala heyecan ile atını
durdurdu. Aşağıya inmek için yeltendi. Ama Daki ondan önce onu indirmek için
harekete geçmişti. Kuwala'nın yüzündeki heyecanı hepsi görüyordu.
"Komutan
Grave!" demişti. Grave oturduğu yerde okların ucundaki kanı siliyordu.
"Buyrun genç
efendi Kuwala?" demişti. Kuwala onun yanına doğru gidip heyecanla oturdu.
"Daki ile ne
gördüğümüze inanamazsın!" demişti. Grave ve diğerleri şaşkınlıkla
bakıyordu. Kuwala tıpkı madenlerde Grave'in ellerini birleştirdiği gibi
birleştirip dudaklarına götürdü.
"Senin seslerini
çıkardığın kuşları. Kırmızı ve siyah lekeleri olan o kuşları gördük. Bir tanesi
yanımıza kadar geldi. Ufak bir gagası vardı ve siyah parlak gözleri. Sesleri
tıpkı senin ellerine üfleyerek yaptığın gibiydi. Ama daha canlıydı!"
demişti. Hepsi onun bu çocuksu heyecanına hayret ve mutlulukla bakıyordu. Ave
ormanlarında Aisoo bu kuş seslerini çok duymuştu.
"Demek ki bahar
sonunda Kuzey'e ulaştı." demişti. Kuwala heyecanla bunu söyleyen Aisoo'ya
döndü.
"Evet. Sonunda
baharın ne olduğunu görebileceğim. Sonunda bende, bizde kuşlar gibi özgür olabileceğiz."
demiş ve bakışlarını ayakta dikilen Daki'ye çevirmişti. Gözleri heyecandan ve
mutluluktan ışıldıyordu Daki bu bakışları ve bu çocuksu heyecanı görmenin
verdiği mutlulukla gülümsedi ve başını salladı.
Bölüm
40
Ölüler
Listesinin Sahibi
Bahar
kendini hissettiriyor günler artık daha uzun geliyordu. Soğuk rüzgarlar yerini
ılık rüzgarlara bırakmıştı. Toprağı saran kar eriyip yerini kara çamura
bırakıyordu. Geceleri esen ve akan suyu buza çeviren rüzgar yerini ılık
rüzgarlara bırakıyordu. Sert kışın hızla yerini taze bahar alıyordu. Baharın
doğayı canlandırması gibi Kuwala'da canlanıyordu. Gözleri ışıldıyor ve heyecan
ile kampta dolanıyordu. Sabahları kalkıyor hazırlanıyor ve hemen çıkıyordu dışarıya.
Önce sürüyü kontrol ediyor ardından Tieden'in yanıan gidip onunla iletişim
kurmak için transa geçiyordu. Günlük rutini bu hale gelmişti bir kaç hafta
içinde. Daki ise orduyu hazırlıyordu. Atak için hazırlanacaklardı. Güneş'in
Kızı gökyüzünü izliyordu her gece. Yıldızların ve tanrıların aynı yerde
toplandığı gün ilk oku atacaklardı. Güneş'in Kızı yıldızları okuyor ve
bekliyordu. Doğumun yıldızların dizileceği güne denk düşmesinden korkuyordu.
Dertli
halde kızları ile yıldızların haritasına bakarken Aisoo içeri girmişti.
Güneş'in Kızı onu görünce gülümseyip yanıan buyur etmişti. Aisoo yavaşça onun
yanına doğru gidip yumuşak mindere oturdu.
"Doğumun
yaklaştığını hissediyorum. Geceleri durmuyorlar. Burada doğuramam onları. Bunu
yaparsam iki tane olduğunu görecekler." demişti. Güneş'in Kızı elini
Aisoo'nin karnıan koyup gözleirni kapadı.
"Sabırsızlar
çünkü geleceği hissediyorlar. Bir kaç gün sonra Güneş uykusuna çekildiğinde ilk
ok atılacak ve o zaman senin çığlıkların kapıları açmak için ileri geri giden
koçbaşının sesine karışacak. Bunu görüyorum Aisoo. O çocuklar burada doğacak.
Bir Seronlu kadının kucağıan doğacaklar. Bu ben değilim. Bu başka bir
kadın" Aisoo deirn bri nefes ladı ve Güneş'in Kızı'nın elinin üstüne elini
koydu.
"Abim
Daki'nin eski nişanlısı. Doğumu onun yapması doğru olur mu? Bir düşman olmasına
rağmen bir şifacı o!" demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi.
"Endişeni
anlıyorum Aisoo. Ancak o Seronlu bir kadın. Ona güçlü olmayı öğrettiler.
İnsafsız olmayı değil. Onun içind ekötülük olsa Kuwala başını kesip alırdı.
Bunu korkusuzca gözünü kırpmadan yapardı." demişti. Aisoo birden
gülümsedi. Aklına kuşlara sveinen Kuwala gelmişti.
"Henüz
kendisi çocuk olan bir liderin peşinden gidiyoruz." demişti. Güneş'in Kızı
gözleirni açıp güldü.
"O
çocuk sayesinde bu zamana kadar ayakta kaldı krallığım. Annemin ölümü ile
batacak ve yanacak olan krallığımı o kurtardı. Ve bana kaybetsemde
unutamayacağım bir dost verdi. Şimdi onun sayesinde anne olacağım. Bana onun
kader zinciri seni getirdi. Senin kızın benim kızım olacak ve gelecekte barışın
temsilcilerindne birisi olacak." demişti. Aisoo derin bir nefes aldı.
"Onun
bir iblis olduğunu söylemişti Ave rahipleri. Onun Londaga'nın ruhunun karanlık
bir yansıması olduğunu. Acımasız ve gaddar olduğunu... Ancak o kuşları gördüğü
için heyecandan gözleri ışıldayan bir çocukmuş." dedi. Güneş'in Kızı
başını iki yana salladı.
"O
gerçek bir iblis. Gözünü kırpmadan öldürebilecek kadar yetenekli bri savaşçı.
Sadece Kara Kurt yanındayken bri çocuk gibi davranıyor. Onun yanında Kuzey'in
efendisi olmaktan kaçabiliyor. Ona zorla dayatılmış gücün verdiği öfkeden
kurtuluyor. Savaş başladığında tarihte eşi benzeri görülmeyecek bir güç çıkacak
ortaya. Onu son defa bu kadar güçlü göreceğiz. Son defa onun bu kadar hırçın ve
öfkeli olduğunu katdedecek Darta rahipleri. Son defa Kristal Sarayda gürleyen
bri Rahom olacak. Ve o gün tarihin bir sayfası kapanacak. O gün yeni bir kuşak
için temiz bir sayfa açacak bu kampta nefes alan herkes." dedi. Aisoo ona
hayranlıkla bakıyordu.
"Tek
bri amaç için bri araya gelmiş onlarca insan. Bunu o mu sağladı?" dedi.
Güneş'in Kızı başını salladı.
"En
uzun gece başlayıp Ay gökyüzünde asılı kaldığında bunca gücün bir kaosu
bastırmak için nasıl çılgınlar gibi savaştığını göreceksin. Doğum sancılarının
sana attırdığı he rçığlık bri savaşçının çığlığı olacak. Onlar doğacak olan her
ççocuk ve onlar için çığlık atan her anne için orada gürleyecek. Ve kapılar
kırıldığında... Sana gösterecek kızlarım. Sana o savaşı göstereceğim. İleride
oğluna bu krallığın ve bu barışın nasıl kazanıldığını anlatman için
göstereceğim." demişti. Aisoo gözlerini kapamıştı.
"görmek
istiyorum. Nasıl kazandıklarını? Nasıl başardıklarını görmek ve anlatmak
istiyorum..." dedi.
Anlatılacak
masalın anlatıcısını seçmişti Güneş'in Kızı. En uzun gecenin en kanlı savaşın
ve tarihte bir def agörülecek kan donduran gücün anlatıcısı seçilmişti.
Karnında Kuzey'in geleceğinde yer alan iki çocuğu taşıyan bu kadın anlatacaktı
hikayeyi. Herkese anlatacak olan ise o değildi. O bir kralın kulağıan
fısıldayacaktı. Tüm diyarlara bu hikayeyi yayacak olan kişi ise onun için kalbi
yanıp tutuşan Cohin'di. Şimdi Güneş'in Kızı ona verilen son kadersel görevini
yerine getirmek için hazırlanıyordu. Kaybolup gitmedne bu masalı birileirnin
anlatmasını sağlamak istiyordu.
"Sohow'a
söyleyin bu güen kadar yazdıklarını bana getirsin!" demişti. En baştan
okuyacaktı bütün hikayeyi. Nasıl başladığını ve nasıl bittiğini. Narin bir
beyaz gelinciğin nasıl bir vahşi kara kurta aşık olup onun peşinden gelip bunca
şeyi başardığını en baştan okumak istiyordu. Yüzünde hüzünlü bri gülümseme
vardı. Sabah Kuwala'nın oan verdiği liste aklına geldi. Aisoo'ya baktı.
"Ölmeyeceksin
ve sen anlatacaksın bu hikayeyi. Ölecek olanlar içinde anlatacaksın."
demişti. Listede bu savaşın sonunda kimin yaşayacağı yazıyordu. Kuwala kendi
adınıda koyduğu bu listeyi sabah onu çadırına çağırıp vermişti. Aralarında kısa
bir konuşma geçmişti. Daki henüz uyuyordu.
"Bu
liste kimin öleceğini gösterdikleir liste. İsimler var. Askerleirn ve
sevdiğimiz bazı dostlarımızın. Hepsinin adını yazdım. Ve sonunda gördüğüm kendi
ölümüm için olan kısımıda. Ben o isimlerin sahiplerinin ailelerine
gidemeyeceğim. Ama sen yapabilirsin. Onlara yardım et ve onlara hikayelerini
analt. Neden savaştıklarını, ne için bunca acıya katlandıklarını ve neden...
Neden onları geride bıraktıklarını. Sohow en baştan bu yana benim masalımı
yazdı. Onu al ve Daki'ye ver. Ona beni unutmaması için onları ver. Neden onu
geride bırakmak zorunda kaldığımı bilsin." dedi. Güneş'in Kızı uzatılan siyah
zarfı geri iteklemişti.
"Gelecek
değişir! Bunun doğru olduğunu sanmıyorum."
"Değişmedi.
Her şeyi denedim ama olmuyor. Eğer bu zarfı almazsan... Eğer bunu yapmazsan
orada yazan bütün isimler değişecek. Aisoo'nun adı oraya geçecek. Sana kızını
emanet edecek olan kadının yetim kalan oğlunu alamayacaksın ve gelecek
kararacak." demişti. Güneş'in Kızı bu sözler üzerine zarfı almıştı.
İsimler ebaktı. Kimisini tanır kimini hiç bilmezdi. Yüzlerce isim yazılı uzun
listede en sonra Rahom Kuwala Akanov adını görünce duraksamıştı. Hala o titrek
el yazısı aklıan geliyordu. Ne yapacaktı. Liste değişmeli miydi? Geleceği az
çok o da biliyordu.
Elini
göğsüne götürdü.
"Bunu
niye bana yapıyor?" demişti. Bildiği bir gerçek vardı ve onu saklamak için
başkasının üsütüne veriyordu yükü. Aisoo bunalmış kadına ve onun gözünü diktiği
zarfa bir süre baktı.
"Bu
kampta anlamadığım çok şey oluyor. Nedne bu kadar derin düşünüyorsun?"
demişti. Güneş'in Kızı ona döndü.
"Hayatından
bir an için vazgeçmek zorunda olsaydın iki çocuğunuda bana bırakır
mıydın?" dedi. Kadın şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Güneş'in Kızı başını
sallayıp ayaklandı.
"Unut
gitsin! Gidip hazırlıklara başlamamız gerekiyor. Burada istediğin kadar
kalabilirsin. Kızlar seninle ilgilenir. O garip rahiplerin yanına gitmek
zorunda değilsin." demişti. Aisoo onun ne sakladığını bilmiyordu. Ama o
zarfta ne yazdığını merak ediyordu.
...
Çok
fazla çadırda duramadı. Daralıyor ve arada gelen sancıları uzanmasıan engel
oluyordu. Çadırdan çıktı ve kampta dolanmaya başlamıştı. Abisi Aleon ile
karşılaşmıştı. Aleon komutanları ile toplantıyı yeni bitirmiş ve Muhon Asha ile
yürüyordu.
"Aisoo!"
demişti. Kız kardeşini korumasız kampta gezerken görmek onu tedirgin etmişti.
Buradaki adamlar kadından yoksun olarak aylardır hareket halindeydi. Askerleirn
ne kadar gözünün döneceğini biliyordu. Güçsüz bir kadına saldırabilecek adamlar
olabilridi. Hepsini teker teker tanımıyordu.
"Neden
çadırında değilsin?" demişti. Aisoo gülümseyip etrafa bakındı.
"Sadece
etrafı dolaşıyordum. Endişelenme kendimi koruyacak kadar yetenekliyim."
demişti. Omzularıan attığı cübbenin bri kenarını çekince beline takılı uzun
hançeri gösterdi.
"Bununla
kendimi korumayı bana öğrettiler." dedi. Aleon onun kocaman bir kadın
olduğunu görünce duraksamıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Gülümseid ve onlarla
beraber gelmesi için ısrarda bulundu.
"Nereye
gideceksiniz?" demişti. Aleon yürümeye başlamıştı bile.
"Kuwala
ile toplantı yapılacak. Orada olmak istersin belki. Sonuçta seninde askerleirn
bulunuyor bu kampta." dedi. Aisoo daha iyi bir şey bulamadı ve onların
peşine takıldı.
"Olur!"
demişti. Yürüken düşünüyordu. En uzun gece mevsim dönümünün olacağı geceydi. O
gec ekış artık tamamen sona ermiş olacak ve bahar takvimi başlayacaktı. Çocukları
baharda doğacak ve bu kan denizi durulacaktı. Güneş'in Kızı'nın ona sorduğu soru
geldi aklına. Ona iki çocuğunuda bırakabilirdi. Ancak sadece kadınların olduğu
Akela surlarının ardında erkeklerin hadım olarak kadınlara hizmet ettiği
gerçeğini düşününce çocuğu için bunu doğru bulmuyordu. Çadıra giden sadece
onlar değildi. Grave'in sesini duydu. Başını kaldırdı. Iki admala onlarda
çadıra doğru yürüyordu.
"Zamanında
bitirmişsiniz toplantıyı Kral Aleon!" dedi. Gözleirni yanında yürüyen
Muhon Asha'ya çevirdi. Omzuna bir yumruk vurdu. Aisoo zamanında düşman olan bu
iki komutanın birbrileirne karşı bu kadar şakacı ve yarışçı olmasıan
şaşırıyordu. Bakren ve ung soyu kuzey için ölümüne savaşırken şimdi bu iki
soyun komutanları savaşı bitirmek için omuz omuza gidiyordu.
"Sizin
toplantınız bitti mi?" demişti Muhon Asha. Elini omzuan koyup ovaladı.
"Bitti.
Düzenimiz ve saldırı planımız hiç değişmedi. Her zaman Rahomu çemberd etutarak
ilerlemeye devam edeceğiz." demişti. Bakren askerleri Rahomu konuma
konusunda kararlı ve istikrarlıydı. Daki bile onların bu korumacı tavrına
alışmıştı.
"Güzel.
Bizde genel saldırı planımızı hazırladık!" demişti Aleon. Grave onlarla
gelen Aisoo'yu görüp selamladı.
"Merhaba
majesteleri." demişti Aisoo onun selamını nazikçe bir tebessümle
karşıladı. Onlar yavaş yavaş çadıra doğru yürüyordu. Aisoo tanıdık gelen koku
iel arkasıan bakınca Güneş'in Kızı'nın beş kadar koruması ile hızlı adımlarla
çadıra doğru yürüdüğünü gördü. Oraya doğru o kadar sert ve hızlı adımlarla
giridyordu ki önündekiler kaçışır gibi yol verdi. Aisoo ona seslenecekken o
kimseyi görmeden çadıra doğru gitmeye devam etti. Kaşları çatıktı. Ardından ise
Cohin koşuyordu.
"Majesteleri!"
diye bağırmış ama ona yetişmede kötüydü. Aleon yanlarından geçecek olan
Cohin'in kolunu yakalamıştı.
"Neden
sinirli?" dedi. Cohin telaşlıydı.
"Genç
Efendinin onu kristal saray saldırısında kamp içind ebırakmasıan öfkeli!"
demişti. Kolunu kurtarıp koşarak çadıra doğru gitti. Korumalar Güneş'in
Kızı'nın girişine engel olamamıştı. Diğerleride koşup çadıra girmişti. Güneş'in
Kızı öfke ile yumruğunu masaya vurmuş ve bağırarak konuşmaya başlamıştı.
"Ben
ailemi öldürdüm sana ihanet etmeyeceğimi göstermek için. Sana sadık kaldığımı
bilmen için bile bile Marinoe'yi ölüme sürükleidm. O şehirde onu öldüren adamı
öldürmem için bana söz verdin. Ölümlerin listesini bir zarfa koyup eliem verdin
ve susmamı söyledin. Şimdi bu kampta oturup savaşın sonunu izlememi mi
istiyorsun? O aklından ne geçiyor senin ha?" demişti. Kuwala oturduğu
yerde ona dehşet iel bakıyordu. Daki ise çoktan ayağa fırlamıştı. Güneş'in Kızı
kaşlarını öyle sert çatmıştı ki alnında deirn bri yarık oluşmuştu. Öfke ile
konuşurken bedeni sinirden titriyordu.
"Aklından
en geçtiğini bana söylemez isen neyi koruyacağım ben daha? O pisliği ellerim
ile boğup her parçasını lime lime edecekken neden önüme geçiyorsun?" diye
gürledi. Kuwala dehşetle bakan gözleirni kapadı ve açtığında derin bir sakinlik
vardı.
"Anlat!"
diye gürlemişti Güneş'in Kızı. Kuwala
ise ona bakıyordu. Gri gözleirnd ebir durgunluk vardı.
"Sadece
kampta kalıp burada kalanları koruyacaksın. Yaralılar olacak ve onların korunmaya
ihtyacı olacak!" dedi. Güneş'in Kızı bunu duyunca daha bir çıldırdı.
Histerik bri kahkah atıp masayı tutup savurdu. Masa kapı eşiğinde dikilenlere doğru
uçup yerde paramparça olurken Daki kılıcına uzanmıştı. Kuwala ise oturduğu
yerden hala ona bakıyordu.
"Burada
kalmak mı? Savunmandan emin değilsen benide o şehre sokacaksın! Oradan dönerken
kaybettiğim dostumun intikamını alacağım." demişti. Aisoo korku ile
Aleon'un bir adım gerisine çekilmişti.
"Düzgün
düşünemiyorsun!" dedi Kuwala sakin bir sesle.
"Düşünmeme
izin mi veriyorsun?"
"Seni
nedne götürmediğimi çok iyi biliyorsun!"
"Ailesini
öldüren lanetli bri kraliçe olduğum için mi? Bir anne olarak hayatta kalmam
için mi? Yoksa siz erkeklerin arkasında kalıp kız kardeşleirmden birisini
paramparça eden o herifi öldürürken izlemem için mi? Niye?" demişti.
Kuwala ona sandalyeyi gösterdi.
"Hiç
biri!" dedi. Hepsi kulaklarıan inanamıyordu. Anne olmak kelimesi en çok
onları şaşırtmıştı. Güneş'in Kızı'nın hamile olabileceği düşüncesi ile öylece
kaldılar. Kimden diye sorguluyordu herşeyden habersiz erkek grubu. Aisoo ise
elini karnıan koymuştu.
"Sebebi
ne o zaman?" dedi Güneş'in Kızı. Sandalyeye oturdu ve bacak bacak üstüne
attı.
"Anlat!
Bu sefer herkesin duyacağı şekilde anlat!" dedi. Masanın kırıklarına basıp
geldi diğerleir oraya doğru. Aleon direkt sandalyeye oturmuştu.
"Ne
anlatması erekiyor?" demişti. Kuwala derin bir nefe saldı.
"Bir
çok gelecek gördüm. Bir çoğunda kazandık. Ama çoğumuz ölüp gitti. Hepsini
görmek istedim. Tek tek... Herkesin durduğu yerde zincirin nasıl kopruğunu
görmek istedim. Ve tek bir seçenek kaldı bana. Yaşaması gerekenlerin yaratacağı
yeni zincirde barışın olduğu gelecekte yaşaması gerekenlerin olduğu geleceği
seçtim. Bizim unutulup gidecek olan masalımızı ve kahramanlığımızı, dostluğumuzu,
sevgimizi anlatabilecek kişileri seçtim. Bizlerin, bu yerde bulunan herkesin
nasıl canla başla o geleceği yarattığını anlatacak kişilerin sağ kalması için
seçtim onu. Bir liste yaptım. Orada ölecek olanların isimlerini teker teker
yazdım. Ve o kişilerin öldüğü gelecekte barış mümkündü... Bunun için
gelemezsin. Sen gelirsen herşey değişiyror. Herşey değişiyor. Düşmanlıklar ve
kanın olduğu gelecek devam ediyor. " dedi. Güneş'in Kızı gzöleirni ona
dikti. Kaşları çatıktı.
"Ben
kimin yerine hayatımı veriyorum d abu kadar değişiyor gelecek? Bu bana ismini
söylediğin kişi değil. Bu kim?" demişti. Kuwala ona baktı ve hepsinin
yüzünd egözleirni gezdirdi. Bir acı vardı gözleirnde. Ruhunu deşen bir kör
bıçaktı bu sorunun cevabı. Orada bulunan herkes bu cevabı duyduğunda onu
dinlemeyi bırakacak ve bunu en başta Daki yapacaktı.
"Kimin?"
diye tekrar etti Güneş'in Kızı. Kuwala elini göğsüne doğru koydu.
"Bunu
bilme hakkı olan sadece sensin. O yüzden diğerlerinin duymasını
istemiyorum." demişti. Güneş'in Kızı birden kendini karanlık bir yerde
buldu.
"Burası
neresi?" demişti. Büyü yapmayı denedi ama bu imkansızdı. Ellerind eo gücü
hissedemedi. Karanlıkta ona doğru açılan pencereye baktı. Birden durdu. Yanık
kokusuna karışmış zifir kokusu... onu bastırmak için akan oluk oluk kanın
kokusu burnunu sardı. Sesler.. Kılıç sesleri ve çığlıklar... Pencereye doğru
yürüdü ve alev alev yanan sokaklar hızla akıp gitti. Paramparça olmuş
sütünların olduğu taç salonuna gelmişti. Kristal sarayın lanetli duvarlarını
saran karanlık yeşil ateşle booğulurken Tieden'in azgın çığlıkları kulaklarını
kanatıyor gibi hissetti. Tahtında ölü gibi oturan Bakren lordunu gördü ve generaller.
Gözleri bomboş bakan generaller. Kuwala ve Daki'nin yalnzı olarak o salona
girdiğini görmüştü. Kılıç sesleri arttı ve tek kollu Melez Piç belirmişti.
Kuwala onunla Tiden'i kullanarak mücadele etsede başaramadı. Göğsünden içeri
giren kapkara kılıçlar generallerin kılıçlarıydı. Bedeni kan içinde yere
düşerken Dkai'nin yeşil alevleri güçlenmiş ve etraf birden alev alev yanmaya
başlamıştı. Güneş'in kızı sıcak ile geri geri çekildi ve birden karanlıkta
tekrar buldu kendini. Diğer pencere açıldı. Ve içeir bu sefer hepsi beraber
girmişti. Aynı şekilde savaştılar. Generalleri oyalayan diğer komutanlar
sayeisnde Kuwala daha güçlü mücadele etiyordu. Ancak birden ona doğru fırlayan
kılıçı görmüştü birisi. Sarı saçları kızıl kaftanında bukle bukle iniyordu. Bedenini
saran zırh takırdadı ve oraya doğru bri portal açtı. O an göğüsnd ebri yanma
hissetmişti. Kuwala'nın önüen çıktığında onu çekemeden kılıç sırtından girip
göğsünden çıkmıştı. Bu acıyla elini göğsüne koydu ve uyanmak istr gibi
gözlerini kapadı tekrar açtığında göğsü yanıyordu. Oturduğu sandalyede nefesini
toparlamaya çabaladı. Gzöleirni yere dikmişti. Kesik kesik nefes alıyordu.
"Bunu
..." elini göğsündne çekip baktı. Kan görmüyordu ama göğsü acıyro ve
yanıyordu.
"Burada
kalmalısın!" dedi. Güneş'in Kızı gülmeye başlamıştı.
"Bildiğim
bri saldırıyı artık durdurabilirim. Bunun olmasını istemiyorum." dedi.
Kuwala ona baktı. Ayağa kalktı ve birden elini onun başına koymuştu. Güneş'in
Kızı ikinci defa transa girdiğinde daha uzun sürmüştü. Kuwala gözleirni onun
başına dikmişti. Güneş'in Kızı ise titremeye başlamıştı ve birdne korku ile
Kuwala'nın bileğini yakalayıp kendini sandalye ile geriye attı.
"Mümkün
değil!" demişti. Başını iki yana salladı.
"Sadece
iki olasılık mümkünd eğil. Daha fazla zincir ve gelecek olmalı. Mümkün
değil!" dedi. Kuwala ona bakıyrodu. Yüzünd ebuz gibi bri ifade vardı.
"Fedakarlık
nedir? Bir isimden bir krallıktan bir gelecekten vaz geçmek mi? Senin bu zamana
kadar yaptığın şeylerin hepsi fedakarlıktı. İsminden, ailenden, krallığından ve
geleceğinden vaz geçtin. Bu barışı sana emanet etmek için çok sebebim
var!" dedi. Güneş'in Kızı oan bakıp kalmıştı. Dkai olan bri çok şeyi
biliyordu. Sadece o olduğu yerde sakindi. Ayağı ile yerdeki kırılmış testi
parçalarını sağa sola itekliyordu.
"
Bir gün Mariona, Daki, Aleon, Cohin, Grave, Muhon Asha ve nice isimle
runutulacak ama anlatılan bri masal olacak. Bir çok kişinin yaptığı fedakarlık
sonucu kazanılmış dünyada anlatılan bir masal. Kaybolup gitmemiş, koca karı
ağzında çürümemiş bir masal! Yalnız onu sana emanet edebilirim." dedi.
Güneş'in Kızı olduğu yerde kalmış titriyordu. Ne diyeceğini bilemeden öylece
titriyordu.
"Kalacağım.
Arkada kalacağım ve o gün geldiğinde hazır olacağım!" demişti. Kuwala
gülümsedi. Oan doğru bri kaç adım attı. Eğilip elini uzattı.
"Bunları
görmek zorunda kaldığın için özür dilerim. Sert güçlü ve çetin bir kadınsın.
Seni bir kaç laf ile tatmin edemezdim." dedi. Güneş'in Kızı onun elini
tutup ayağa kalktı.
"Gidip
dinleneceğim. Dahil olmadığım bir savaşın planlarını dinlemek istemiyorum.
Cohin bana eşil eder misin?" demişti. Cohin onun uzattığı elini tuttu.
Çadırdan çıkmasıan yardım etti. Aleon ise oturduğu yerde şaşkınlık içindeydi.
Düşmüş sandalyeye baktı ve ayakta dikilmiş olan Daki'ye.
"Ne
çeviriyorsunuz?" demişti. Kuwala gülümsedi.
"İç
taraftaki masaya geçelim. Sadece planlarınızı duyup ona göre genel savaş planı
oluşturacağız." dedi. Hepsi oraya yönelmişken Daki Kuwala'nın yolunu
kesti. Onlar ilerlerken kısık bir sesle konuşmaya başlamıştı.
"Eğer
gösterdikleirn olmaz ve sen başaramazsan bende arkandan geleceğim."
demişti. Kuwala gülümseyip ona baktı. Elini Daki'nin yzüüne sürdü.
"Bunu
yapacağını biliyorum. Ama gerek kalmayacak. Darta şahidim olsun ki onu
hapsettiğim yerden geri geleceğim. Başka bir yol yok Daki. Bedenimi ben dönene
kadar koruyabilecek tek kişi o! Güneş'in kızı" demişti.
Bölüm
41
En
Uzun Gece
"Gölgeler
kalbimin üzerine düşüyor. Ayı biel bu gece kararttım. Gözlerimi kapayacağım ama
uyumayacağım. Son defa kılıcımı çekip düşmanın üstüne yürüyeceğim. Bekliyorum
kapıların açılmasını. Bekliyorum ateşin beni kavurmasını. Tüm bedenimin savaşta
paramparça olmasını. Ölümü huzurla bekliyorum. Gölgeler kalbimin üzerine düştü.
Ay karardı ve kılıcım benimle bir bütün. Savaşacağım. Savaşacağım! Soyumun bana
verdiği güç ile kanımın son damlasıan kadar savaşacağım. Simsiyah olmuş bri
kalple herşeyi karartacağım. Ayı kararttığım gbii gözümü karartacağım. Dansım
kılıcımın gücü olsun. Her adımım düşmanımın nefesini kessin. Utancımı gizleyeceğim.
Ölümün peşimden geldiğini bilerek utancımı gizleyeceğim ve savaşacağım. Ben bir
Bakren askeriyim. Yıllarca soyumun bana verdiği gücü korudum ve onun için
savaştım. Şimdi yine savaşacağım. Son ateş sonup tekrar güneş üstümüze doğana
kadar o ateşle yanacağım."
Ağız
birliği yapmıştı Bakren askerleri. Onarlı sıra halinde kılıçlarını tutmuş sol
elelri ve havaya kalkmıştı. Sağ ellerini ise yumruk yapıp kalplerinin üstüne
koymuş her bir söz bittiğinde sertçe göğüslerine vuruyordu. Ay gökte
yusyuvarlaktı. Karanlığı aydınlatıyordu. Ordunun bölükleri sıraya girmiş ve
komutanları başlarındaydı. Grave yanında çavuşu ile bu savaş öncesi ezgiye eşlik
ediyordu. Kuwala sesleri dinlerken Güneş'in Kızı'nın çadırındaydı. Onun ve
kadınlarının burada kalacağından emindi. Şimdi onunla konuşması gerekiyordu.
Aisoo'da o çadırdaydı. Daki içeri girmiş ama kenarda bekliyordu. Güneş'in Kızı
karşısında dikilen gence baktı. Birden uzanıp onu kucakladı. Kendini o olaydans
onra toparlamış ve mantıklı hareket etmeye başlamıştı. Kampa kızlarını
yerleştirmiş ve ondan habersiz bir kuş bile uçamazdı. Haftalar çabuk geçip bu
gün gelmişti.
"Sana
teşekkür edecek ve minnet duyacak çok kişi olacak!" demişti. Kuwala ona
sarılmıştı. Kendisi kadar güçlü bu kadına emanet edeceği şey çok önemliydi.
Bedenini oan bırakacaktı.
"Bir
çok kişi senin sayende bu zaferin kazanıldığını bilemeyecek! Bu yüzden beni
affet!" dedi Kuwala. Güneş'in Kızı onu bırakıp gülümsedi.
"Sen
benim bir çocuk sahibi olmamı sağlıyorsun. Krallığıma barışı sağlıyorsun. Affedilecek
bir şey yapmıyorsun. Sadece onun acı çektiğinden emin olmamı sağla."
dedi. Kuwala başını sallayıp gülümsedi.
"Sağlayacağım.
Gün doğmaya yakın bedenimi almak için kapıları aç. Daki senin için onu
koruyacak. O andan sonra geçitleri aç ve Cohin'in salonda ki herkesi infaz
ettiğinden emin ol!" dedi. Cohin oradaydı. Olacak şeylerden haberdar olan
dördüncü kişiydi. Aisoo'nun oturduğu yerin bir kaç adım ötesindeydi. Başını
eğdi.
"Orayı
paramparça edecek kadar güçlü bri patlayıcı çaldım. Siz çıktığınızda orası
tuzla buz olacak!" demişti. Daki gülümsemişti.
"Bu
plan sadece burada olanlar tarafından bilinecek. Kuwala'nın o kristal sarayın
duvarları arasında öldüğünü herkes kabul edecek!" demişti. Cohin başını
sallayıp;
"Merak
etmeyin efendim!" dedi. Planları saldırıdan öte bu savaşı sonsuza dek
durdumaktı. Kuwala bunun için akıllara durgunluk gelecek bir yol keşfetmişti.
Planını yaptığında baharın geldiğini öğrendiği o gündü. Güneş'in Kızı ve
Cohin'in dahil olacağı bu planda ikisi dşında kimseye güvenemeyeceği gerçeği
iel karşı karşıyaydı. Gücün akıllarını başlarındana lamyacağı iki kişi vardı.
Onlardan birisi Güneş'in Kızına sadık bir eş olarak ileride ilk defa Akela
kralı olacak Cohin, diğeri ise anne olduktan sonra krallığını cohin'e emanet
edecek olan Güneş'in Kızı idi. Kuwala planını ve gördüklerini Dkai'ye
anlatmıştı. Onu ikna etmek zordu. Kuwala'nın öleceğini, bir süre olsun ölü
olarak kalacağı gerçeği Daki'nin kabul etmekte zorlandığı bri durumdu. Onu ikna
ettiğinde planını yavaş yavaş işlemiş ve o gün Güneş'in Kızı atağa geçtiğinde
oan gördüklerini geleceği göstermişti.
İkna edilmesi zor olan Güneş'in Kızı hemen planı uygulamaya koymuş ve
Seron krallığına bir geçit açıp Cohin'i orada ahzenlere indirmişti. Oldukça
yanıcı ve patlamaya müsait olan dev ateş toplarından kilolarca çaldırmıştı. Ve
hepsi Güneş'in Kızı'nın çadırında geçitten saraya gitmeyi beklemeye başlamıştı.
Herşeyden habersiz olan Melez Piç ve müttefiği Seornlar ise savaş şarkılarını
dinleyip kapıların güçlendirilmesini istemişti. Ay tepeye yükseldiğinde Kuwala,
Ayezi ve Beyaz Kurt sürüsü ile ordunun dizildiği tepenin aşağısında ki düzlüğe
inmişti. Daki atının sırtında ona eşilik ediyordu. Komutanlar ve krallar
bekliyordu. Kuwala meşaleleirn yandığı Kristal saray surlarıan dikti gözünü. Bu
gece oldukça uzun bir gece olacaktı. Ama sonunda zafer gelecekti onun için.
Sadece ölümlerin olmasını engelleyip Melez Piç'i tuzağıan çekmeliydi. Birden
bri kükreme duyuldu. Ve zincirlerini şangırtadan Tieden ortaya çıktı. Kurtların
ardından dört ayağı üstünde bir hayvan gibi koşuyordu. Ayezi'nin hemen yanında
ki sürünün yanında durmuştu.
Atları
ile diğerlerde Kuwala'nın yanıan gelmişti. Aleon onun yüzündeki tebessüme bakıp
atının yularlarıan asıldı.
"Neden
yüzünde garip bri tebessüm var?" demişti. Kuwala ileride surlarında
ateşleir parlayan şeyre baktı.
"Kapılar
açıldığında herşey bitecek. Ve gün doğduğunda bu huzuru senind eyüzünde bir
tebessüm olarak göreceğiz Aleon!" demişti. Aleon şehre dikti gözlerini.
Gecenin karanlığında gerçekten bri kristal gibi parlıyordu.
"Bu
gülümsemeyi yüzümd egörmek istemem!" demişti. Kuwala gülümsedi.
"Beni
dikkatli dinleyin!" demişti. Sesi yankılanıyordu. Ayezi'nin kürkünü
okşadı.
"Plnada
bir değişiklik var. Sizinle ana surda savaşmayacağım. Tieden , ve sürü benimle
atka girişe gidecek. Surları aşarken size komuta edecek kişi Daki. Onunla
gireceksiniz ve saraydan öte sokaklarda kimseyi bırakmayın." demişti.
Hepsi bu plan değişikliği ile şaşkındı. Plan gereği ana kapıyı aşıp saraya
doğru ilerleyeceklerdi. Grave kaşlarını çattı.
"Sizi
korumak bizim görevimiz. Ordumla size eşlik edeceğim." demişti. Kuwala ona
çevirdi başını.
"Beni
korumak için emrimdesin madem şimdi sana burada kalmanı emredeceğim. Eğer
burada kalıp askerlerinle şehri alamaz isen o zaman benid ekorumuş sayılmazsın
general Grave. Artık koruman gereken kişi Daki. Onun saraya vardığından emin
olun. Sarayın etrafında ki sokaklara kimsenin yaklaşmadığından da..."
dedi. Daki ona bakmıştı. Diyeceği bir şeyle rvardı ama kelimeler boğazına
diizlmişti. Kuwala ona bakıp gülümsedi ve gözlerini kapadı. Ayezi ulumuştu.
Kurtlar hızla koşmaya başladığında ordudan davul ve boru sesleri yükselmeye
başlamıştı.
Kristal
sarayda halk korku ile evlerine ve sığınaklara gizlenirken Seron ve içerde
kalan içlerine gölgeler yerleştirilmiş Bakren askerleri şehirde yürümeye
başlamıştı. Kapılara doğru gidiyorlardı. Melez piç oturduğu yerden gelen
ordunun attığı çığlık sesini dinliyordu.
"Sonunda
karşıma gelecek cesareti topladın." demişti. İçlerine gölgeleri hapsettiği
onlarca komutana ve generale bakıp gülümsedi.
"Onun
ruhu benim tacım olacak!" dedi. Olacakları düşünüyor ve Kuwala'nın planını
anlamaya çabalıyordu.
"Bir
grup askeri ile kapımı aşındırmayacak kadar düşünmüş olmalısın. Bu göz
boyamaların bana sökmeyecek!" dedi. Ayağa kalkıp taç odasının yüksek
penceresine yürüdü. Gelen ordunun büyüklüğü korkutucuydu. Yavaş yavaş
sokaklarda mumlar sönüyordu. Meydanda sadece askerler kalmaya başlamıştı.
İçlerindeki gölge askerler onları ürkütüyordu.
"Ana
kapıyı koruyun!" emri ile hareketlilik başlamış ve çalan davul sesleri
kalp atışlarını bastırmaya yetmiyordu.
"Gün
doğsuğunda zafer bizim olacak!" diye konuşuyordu komutanlar ancak onları
saran korku üstleirne doğru yağmaya başlayan oklarla şiddetlendi.
Önce
davuls esleir kesildi. Sonra bağırtılı savaş ezgileri. Ve gecenin sessiz
karanlığında sadece bir vınıldı duyuldu. Alevli oklar surları dövmeye
başladığında içeriden yükselen bağırtılar kontrolsüzlük sadece yaşayanları
etkiliyordu. Gölgelerin hükmü altında olanlar bedenlerine saplanan okları
çıkarıp yanan alevleri söndüp dikilmeye devam ediyordu. Bir sorun komutanı
dikilen ve yanan adamlara baktı. Kılıcını çekip ayağa dikildi.
"Mancınıkları
gerin!" demişti. Mancılıklar gerildi. Katrana bulanmış dec barut dolu
küreler ateşe verildi ve fırlatıldı. Surlardan gelen onlarca barut dolu küre
düştüğü yeri alev alav yakarken Ordudan kopan grup karanlıkta ilerliyordu.
Surlara varıp merdivenleri dayayıp koşbaşı ile kapıyı düvmeye başlayacaktı.
Daki karşı saldırı geldiğinde kılıcını çekti.
"Düzene
geçin!" emri verilmiş ve ordu paniklemeden ayrılmıştı. Dört kola ayrılan
ordunun önünde giden Bakren efsuncuları gelen küreleirn yönünü değiştiriyor ve
kayıp sayısını azaltıyordu. Daki atının eğerini sıkıca kavradı ve ayaklarını
vurduğunda at koşmaya başlamış ve kılıcınınn yeşil ateşi geceyi aydınlatmaya
başlamıştı. Kulağında deirn bri ıslık sesi vardı. Duyduğu şey çarpışmanın
kargaşası değildi. O gün surda ıslık çalan Grave'in ıslık sesiydi. Onunla atını
koşturan Grave'e döndü. Islık çalıyor ve üstleirne gelen güller başka yönlere
düşüyordu.
"Kazanamayacaksak
da kaybetmemiş gibi öleceğiz!" Ungların bu meşur lafını hatırladı. Atı
sura yaklaştığı sırada birden ayağa kalktı. Unglar çok iyi at binicisi değildi.
Ama o binmeyi bri ungdan öğrenmemişti. Ona bunu öğreten kişi ung soyundan
olsada zamanında oraya ataları başka yerdne gelen bri adamdı. Atının üstünd
ekoşarken Kuwala'nın ona verdiği kılcıını çekti ve yeşil ateş büyüdü. İki
elinde kılıcı ile atının üstünde giderken bağırdı.
"Kaybetmemiş
gibi öleceğiz!" sesi öyle gürdü öyle savaş doluydu ki... Atlar hızlandı.
Çığlıklar arttı. Ön saldırı komutansında olanlar için sur dibien varan bakren
efsuncuları ikinci işareti almış ve birden toprak oynamaya başlamıştı. Toprak
sarsılıp karın altında kımıldayıp bir rampa gibi yükselirken Daki ve Grave'e
yetişiyordu diğerleri. Daki gülümsedi ve yanında kılıcını çeken efsuncuya
baktı. Atlar rampaya girmiş ve hızla koşarken zaman adeta donmuş gbiyiydi. Suru
tırmanan iki at içeri doğru girip surun diğer tarafıan düşmüştü. Atlar
düştüklerinde boyunları kırılmıştı. Efendileirnin onları ölüme sürüklediğini
bile biel koşmuş ve düştükleri yerde kendileir ile bir kaç kişiyi daha
öldürmüşlerdi. İçeri ilk giren Grave ve Daki olmuştu. İçeri gridikleir anda kıyıma
başlamış ve daha kılıcını çekememiş olanları kaylatmişlerdi. Onları hzıla
doğğrayıp mancınıkları durdumak için iki kola ayrılmışlardı. Yeşil ve kızıl
alev surun içinde gittiği yeri gösteriyordu. Kara Kurtların ulumasıan eşlik
eden Daki'nin savaş nağraları ve kılıcının sesiydi. Kılıcının alevleri kesilen
deriyi eritp yakarken karşısıan çıkanlar can havli ile saldırıyor ama onun
keskin kılcıına ve tekniğine karşı koyacak kimse yoktu.
Aleon
surdaki yeşil ateşi görmüştü. Bu Ungların içeri grimesi için işaretti. Elini
kaldırdı ve atını hızlandırdı.
"Şimdi!"
demiş ve atlara bağlı koş başı ileri geri gidip kapıyı dövmeye başlamıştı.
Kapının ardında onları bekleyende habersizce kapıyı tüm hzıları iel dövüyrolardı.
Dkai kapının yanında ki mancınıkları Grave ile imha ediyrodu. Hızlı ilerlemeye
çabalasada askerler onu kuşatmak için çabalıyordu. Grave ona doğru döndüğünde
arkasından gelenleri görmüştü. Çok fazla kişi onu kuşatmak ve düşürmek için
üstüne doğru taaruza geçmişti. Grave
ona doğru giden askerleri durdurmak için oraya doğru koştu. Zıplamış ve
metrelerce uzağa onun olduğu yere iniş yapıp gelenleri doğramaya başlamıştı.
Daki düzeni bozan bu adama sırtını dayamış ve nefes nefese durmuşlardı.
"Yapman
gereken mancınıkları bozmak. Niye geldin?" demişti. Grave zıplayışla çok
enerji kaybetmişti.
"Genç
Efendi Kuwala'ya seni koruyacağıma söz verdim! Mancınıklardan yeterince imha
ettim." dedi. Daki gülmüştü.
"Lanet
olası Bakrenli. Ben snein komutanınım. Kuwala'nın emri benim sözümü
dinlemendi." dedi. Gelen askerleirn etraflarını sarmasını beklemişlerdi
adeta. Daki ona doğru gözleirni kaydırdı.
"Eğil
dediğimde eğileceksin." demiş ve birden ona doğru dönüp bağırmıştı.
"Eğil!"
diye. Grave yere çökmüş ve yukarıda oluşan Alev girdabının sıcaklığı ile
gözleirni kapamıştı. Yeşil alevin parlaklığı ve sıcaklığı ile herkes
duraksamıştı. Daki kılcıçlarını döndürmüş ve girdap çevresindeki herkesi yakıp
parmaparça etmeye başlamıştı. Sur şimdi kızıl alevle değil Yeşil alevle
aydınlanıyordu. Girdap durup ateş etrafı sarmaya devam ederken Daki gülmüştü.
"Korumaya
ihtiyacım yok Bakrenli Grave." demişti. Grave şaşkınlıkla kalktı ve
çevredeki ölü ve canlı canlı yanarken kendini surdan atanlara baktı. Onları
bilerek etrafına topluyor olmasına şaşırmıştı.
"Aşağıda
kapının orada buluşalım!" dedi. Grave bu sefer onune mrini dinlemeye
kararlıydı. Daki'nin korunmaya ihtiyacı yoktu. O planlı hareket eden yetenkli
bri savaşçıydı. Ancak aynısını kapıdan içeri girmek üzere olan Unglar için
söylemek zordu. Daki aşağıda kapının girişinde kurulmuş bri pusu olduğundan
korkuyordu. Bu yüzden hızla oraya inmeye çabalıyordu. Hızla mancınıkları geçip
merdivenleri inerken Ung askerleirnin kapıyı kırdığından habersizdi. Kapı
birden açılmış ama bunu aşan koş başı değildi. Aleon olayı fark ettiğinde çok
geçti. Kapının önüne yığı askerler arasında bri kargaşa başlamıştı. Çığlıklar
etrafta yükselirken Cohin onlara doğru hızla koşan Kara Kurt sürüsünü görmüştü.
Nromalden daha saldırgan ve azgın duran kurtların bilinci farklı durumdaydı.
Bedenlerini dolduran gölgeler onları daha iri ve güçlü hale daha öfkeli konuma
getirmişti. Onlarla baş edecek kadar güçlü değillerdi ve kıyım başlamıştı.
Birinci
Kısım Sonu ...
İkinci Kısım : Bir Masalcı
"Bir çok kişi o
geceyi hatırladığında akıllarına en son an gelir. O kocaman kristal sarayın
saniyeler içinde gürültüler ile yıkılıp tozlarının geceyi daha bir karanlık
yaptığından söz eder. Ama o gece bambaşka bir şey oldu. O saray yerle bir
olmadan önce kanla dolacak sokaklarda elinde kılıçları ile kahramanların çığlıkları
duyuldu. Kara kurtları deşip geçen elinde yeşil alevi parlayan kılıcı ile Kara
Kurt Daki ve onun yanında koşan onlarca kahraman. Sokaklarda içleri gölgeler
ile dolmuş saldırmaya hazır bedenlerin karşısında tenleri onların koyu kanı ile
bulanıp, yerler cesetlerle dolana kadar savaştılar. Ve bir tarafta ise yanında
yarattığı canavarı ile herkesi kurtarıp o gece bir daha kimsenin göremeyeceği
bir lider ölüme doğru adım adım gidiyordu çocuklarım. Onlar sakince adımlarını
atıp kristal saraya doğru yürürken karşılarına çıkanı keskin dişleri ile asil
ve sadık koruyucusu Ayezi ile onu takip eden efsanevi beyaz kurt sürüsü
parçalıyordu. Onu görenler anlatır. Gecenin tek ay ışığı onun üstündeydi.
Yürürken saçları kardan daha beyaz olan bu adamı izliyordu ay ışığı. Tanrılar
oturdukları tahtından kalkmış gökten yeri izlerken onun ışıltısını görmek için
ayın tek ışığını ona verdiklerini söylüyorlardı. Asil ve güçlü Londaga'nın
ruhunun sahibi ve Kara Kurt Daki'nin bulunmaz Kuzey Çiçeği o gece öleceğini
biliyordu. Ama Kuzey bir daha o kaosa yenik düşmesin diye kendini feda edecek
kadar cömert bir kalbi vardı." Oturduğu yerde derin bir nefes aldı
Güneş'in Kızı. Oturmuş onlarca kişi onu dinliyordu. Yetim kalmış çocuklar
vardı. O artık sadece kadınları almıyordu. O savaştan bu yana beş sene geçmiş
ve sevgili kızı eteğinin dibindeydi. Ve diğer tarafında sevgili oğlu. Aisoo'nun
ona emanet ettiği iki güzel çocuk.
"O gece içeride
kan ve gölgelerin çığlığı ile doluymuş her yer. Kuzeyin Tek gerçek kralı oraya
girip bunca karanlığı etrafına toplamış olan Melez'i öldürmek için harekete
geçtiğinde diğerleri ona yetişmiş ve sadece içeri kadar girebilen Kara Kurt
Daki olmuştu. Ve onun bedenini alıp dışarı çıkaran da o olmuştu. O gece o kadar
korkunç bir çatışma olmuş ki... Yer defalarca sallandı. Kız kardeşim Aisoo o
gece sevgili çocuklarımın annesi sancılarının erken gelmesini sebep olan
sarsıntı ve gürültünün içinde bağırmıştı. Sadece şunu diyordu 'özgürlük' o gece
herkes gibi bağırıyordu. Yer sallanıp gölgelerin korkunç enerjisi ile zayıf
ruhlar ezilirken birden her şey durulmuştu ve sonra o gürültülü patlama
duyulmuştu. " etrafta derin sessizlik olmuştu. Güneş'in Kızı hafif bir
tebessümle gözlerini terasa yöneltti. Bahar geçmiş ve yavaş yavaş yaz
geliyordu. Tatlı bir esinti vardı.
"Bir savaşın
ardında kalan harebeyi gördüğünüzde bilin ki orada çok kahraman ölmüştür. Orada
çok hayat sönmüştür gelecekte başka ışıklar parlasın diye. Rahom Kuwala
Akanov'un söndürdüğü ışığı bugün hepimizin bu aydınlık geleceği görmesi için
yanmamızı sağladı. Onun için tutulan yas dönemi tekrar başlayacak ve bri kaç
gün sonra sokaklar sessizliğe gömülecek. Bu yasın kimin için tutulduğunu bilin
istiyorum çocuklarım. En uzun gece yapılan en uzun savaşın hikayesinin gerçek
kahramanlarını bilin istiyorum. Şimdi bana Rahom Kuwala tarafından verilen
gerçek görevimi yapacağım ve size kaybolmuş bri masalı anlatacağım. "
dedi. Hepsi ona bakıyordu. Çenesi titredi. Gözleri doldu.
"Hayatını bir
küçük kulübeye sığdırmış kocaman kalbi olan genç bir çocuktu. Henüz on yedilerinde
onu bulan kişi Ungur Pan prensi Kara Kurt Daki olmuştu. İkisinin dostluğu ve
sevgisi bir çok kişinin dilinde farklıdır fakat aslını ben size söyleyeyim.
Öyle birbirini severdi ki bu iki adam ölümün bile onları ayırmasına izin
vermeyeceklerin yemin etti ve tanrıları bri düğünde buna şahit tuttular. Rahom
Kuwala'yı bir kahraman yapan ve onu güçlü hale getiren kişi Kara Kurt Daki idi.
Kırılgan Kuzey Çiçeğini güçlü bir kurda çevirmiş ve ona bütün kalbini vermişti.
Ve Kuzey içeği ise karşısında ki yabani kurdu dizginleyip onu sevgisi ile
yaralarını sarmıştı. İlk defa güney ile kuzey bir arada olmuştu onlarla. İkisi
sayesinde bu gün beş krallığın başına da iyi insanlar oturuyor." dedi.
Içeri doğru giren kişiyi hissedince dönmüştü Güneş'in Kızı. Cohin gülümseyerek
oraya doğru geliyordu. Ikizler onu görünce ayağa fırlamış ve "baba"
diye bağırıp onun kucağına tırmanmaya başlamışlardı. Cohin ise yüzünde buruk
bir tebessümle ona bakıyordu.
"Misafirler
gelmeye başladı. Yas günü için." dedi. Güneş'in kızı beş senedir tek bir
misafiri bekliyordu. Ama onun gelmediğini hissetmişti.
"Peki Daki?"
dedi. Cohin başını iki yana salladı.
"Kral Aleon onun
gelmediğini söyledi." demişti. O gece olanları Güneş'in Kızı'nın ağzından
değil gerçek hikayeciden duyalım birde. Sohow o geceyi izlemişti. Hepsini
yazmış ve Darta tapınağına koymuştu. Yazanlar şuydu;
"Kuzey'in gerçek
efendisi içeri girdiğinde Melez Piç onu generalleri ile bekliyordu. Kaosun
kokusu ortamı ağırlaştırmış ve ışıklar gölgelerin kıpırtasına dayanamıyordu. Kurtları
uluyor ve Kuzey'in efendisi ona verilen gücü son defa kullanmak üzere serbest
bırakmaya başladığında etraf donmuştu adeta. Kurtlar parçaladıkları gölgelerin
üstünde gölgeler kurtların üzerindeydi. Melez Piç ve o dışında herşey donmuştu.
Kimse bilmez ama orada o gece saatlerce ikisi karşılklı dikilip kalmıştı.
Konuşmuşlar ve bazen vuruşup dövüşmüşlerdi. En sonunda ise Kuzey'in kurtarıcısı
tekrar kendi ruhunu feda etmek için Kuwala'nın bedeninden ayrılmıştı. Bedeni
beyaz bir ışıktı ve ışık etrafta ki gölgeleri yakıyordu. Tieden'in ağır
bedeninde toplanmış olan gölgeler dışarı doğru çıkıp onları sararken Londaga
Kuwala'nın bileğinden yakalmıştı ve Melez Piçi tutup birden ruhlarını çekip
götürdüğünd eiçeri giren kişiler geride sadece iki boş ceset bulmuştu. Hala
kalpleri atan cesetlerin ikisinide almışlardı. Sonrasında ise planlandığı gibi
Bakrenlı Grave bütün bir sarayı havaya uçurmuştu. O gece Aisoo erken gelen
doğum sancılarının ardından şiddetli kanaması durmamıştı. Oğlunu ve kızını
kucağına aldığında abisi Daki sevgilisi kollarında onların çadırına gelmişti.
"ölümümden sonra
onlar sana emanet!" demişti Güneş'in kızı'na. Onlara emanet ettikten sonra
son nefesini vermeden önce abisine bakıp gülümsemişti ve sadece şu sözcükler
çıkmıştı ağzından "Bekle! O uyanacağı zaman seni çağıracak!" demişti.
O gece çok kişi ölümdne kurtulmuştu ve Kuwala'nın verdiği listedeki kişilerin
çoğunun ölümünü Aisoo ödemişti. Bunu hissetmişti ve ölüme kendi güçlü ruhunu
verip bir amaca hizmet etmenin verdiği huzur ile ölmüştü. Melez Piç'in cesedi
binlerce zincir vurulmuş bir tabut içinde tutulmaya başlanmıştı. Kuwala ise
yaşam fonksiyonları bozulmaması için Güneş'in kızı'nın yarattığı boşlukta
tutulmaya başlanmıştı. O geceden sonra kimse o çadırda olanları konuşmamıştı.
Ama Londaga'nın huzurundan Kuwala'nın dönüşünü bekleyen iki kişi vardı. Ve bu
bekleyişin sona ermesi için her gün Darta'ya yalvaran. En uzun gece henüz
bitmemişti onlar için."
Yazanlar gizliydi.
Mühürlenmiş olan bu parşömen ileride birileri tarafından bulunacaktı elbet ama
şu an Kuzey'in Akela'nın ve Ave'nin birleştirici olan Güneş'in Kızı ile Ung
Diyarında dinlenmede olan Kara Kurt Daki dışında kimse bilmeyecekti gerçeği.
İkinci Kısım Sonu
Üçüncü Kısım: İçeride
Kuwala etrafın karanlığında
parlayan güneşi görmeye başlamıştı. Heryer dümdüzdü. Gün ışığı etrafı
aydınlatmay abaşladığında karşısında kaçmaktan yorulmuş olan Melez Piç oturmuş
soluklanıyordu. Kuwala yerdeki kuma dokundu ve onun karşısıan oturdu bağdaş
kurdu.
"Yoruldun mu?" dedi. Melez Piç ona bakıp güldü.
"Sanki sen yorulmadın. Yıllardır beni bu karanlıkta kovalamaktan bıkmadın
mı?" dedi. Kuwala başını iki yana salladı. Ona dikti mavi gözlerini.
Yanlarıan doğru gelen Ayezi ikisinin arasıan oturmuştu.
"Süre doluyor. Briinizin dönmesi için karar verme zamanı!" demişti.
Melez Piç karşısında oturan Kuwala'yı sağlam tek eli ile göstesterdi.
"Onun döneceğiniikimizd ebiliyoruz yalaka köle!" demişti. Kuwala
oldukça sakin bri ifade ile doğan güneşin ışıkları ile aydınlanan uçsuz
bucaksız çöle benzeyen yere baktı.
"Acı çekecek ve yaptıklarının cezasını çekmek için tanrılar tarafından
cezalandırılacaksın. Ama bir yolu daha var!" dedi. Melez Piç başını iki
yana salladı.
"Beni yakalayıp zorla itaat etmemi istedin. Ama bunun yerini cehennemin
bin kırbaçlı şeytanı tarafından işkence edilmesini tercih ederim!" dedi.
Kuwala ona bakıp gülmüştü.
"İnatçı domuz. Senelerdir burada benden kaçıp duruyordun. Ikinci defa gün
doğuyor. Üçüncüsünü ikimizde göremeyeceğiz." dedi. Melez Piç yüzünü astı.
"Ne diye böyel bri saçmalık yapıp beni bu aptal yere kapattın. Londaga'nın
güçlerindne vaz geçmek uğruna!" dedi. Yer sallanmıştı. Kuwala gelen deve
döndü. Karanlık gölgelerin hepsi bir insan bedeni gibi oraya doğru yürüyordu.
"Senden intikam almak isteyen çok kişi var!" demişti. Melez Piç gelen
devi görünce ayağa kalktı.
"koşmaya devam edeceğim. Ve süre dolunca onların gücü yetmedne cehenneme
hep beraber çekileceğiz!" demişti. Kuwala birden oturduğu yerden fırlayıp
onu boğazından yakaladı.
"Bu sefer öyle olmayacak. Birilerine canın yanacağıan söz verdim. Zamanım
doluyro ve seni bırakmayacağım!" dedi. Dev yavaş yavaş yaklaşıyordu.
Kuwala Einden kaçmaya çalışan Melez Piç2in saçlarına yapışıp onu yere itti.
Üstüen oturup bri elini boğazına dayadı.
"Hazır mısın?
Hesap vakti geldi!" dedi. Melez Piç boğazını saran elleridenkurtulmaya
çabalayıp onu üstünden atmay açabaladığında Kuwala yaklaşan devden gelen iğrenç
koku ile yüzünü buruşturmuştu. Birdne doğan güneşin ışığı kayboldu. Senelerdir
bu uçsuz bucaksız yerde üç gün olarak geçmişti. Kuwala peşine takılan
gölgeleirn oluşturduğu devle beraber Melez Piç'i günlerdir kovalıyordu. Onu
şimdi yakalamış ve üçüncü gün battığında sürenin dolacağını bildiği için
elindne kaçırmay aniyetli değildi.
Dev onların üstüen
doğru çullandığında iğrenç siyah katransı sıvı her yerileirni sardı ve bütün
ışık yok olup onları siyah sıvının içine çekti. Kuwala sonunda Melez Piç'in
boğazına sardığı elleirni bıraktı. Ve sıvının yoğunluğu içinde beklemeye
başladılar. Altın rengind esarı bri ışık parladı. Melez Piç onlara gelen ışığa
bakıyordu.
"Kuwala!" demişti titrek ışık. Marinoe'nin sesini tanımıştı Kuwala.
Ilk hak onundu. Melez Piç'in bedenien doğru yaklaşırken ışıktan huzurlu bir ses
yayıldı.
"Teşekkürler." birden bütün o siyah sıvı altın renginde parlamaya
başladı ve Melez Piç gözleir ışıktan yanıyor gibi çığlık atmıştı. Ama
bağırmasıan sebep olan şey sürekli ışıkların onun içindne geçip gitmesi ve
geçerken bedenini delik deşik etmeleriydi.
"Onu bize verdiğin için teşekkürler!" dedi derin bir ses. Ve ardından
histerik kahkahalar duyuldu. Kuwala yavaş yavaş nefesinin daraldığını hissetti
ve ışıktan gözleri ağrımaya başladığında yavaş yavaş gözleir kapanmay
abaşlamıştı. Bir rüya görüyrodu. Gök yüzünd ekadar uzanan kalın kapının başında
dikilen birisi vardı. Kuwala ona doğru yürüdü. Kapının üstünde anlayamadığı
antik yazılar vardı. Dikilen adam dört kolluydı. Bir eliyle mızrak tutuyordu.
Diğerinde ise uzun bri kılıç vardı.
"Geçip gidecek misn öylece?" dedi. Kuwala kendisi ile konuşan kişiye
bakıyordu. Adamın beyaz gözlerine dikkatli baktığında binlerce yıldız vardı iri
gözleirnin içinde yanıp sönüyordu.
"Yıllarca yok etemk istediğin kişinin parça parça olmasını izlemek
istemiyor musun?" demişti. Kuwala kap kadar uzun adama baktı. Oraya doğru
salınarak yürüdü.
"Görevimi yerien getirdim. Benim için yeterliydi. Daha fazla burada kalmak
istemiyorum!" dedi. Adam on abakmak için eğildi ve gürültü ile yere çöktü.
Iki elini dizleirne dayadı. Dev mızrak ve kılıç ise hala havada duruyordu diğer
iki elinde.
"Geri dönmek için nedenin nedir?" dedi.
"Beni bekleyenler
var!"
"Seni bekleyen
kişiler yok!"
"Hayır var. En
azından hala o benim döneceğim günü bekliyor!"
"Unglu prens mi?
Evet hala seni bekliyor! Ama başka kimse seni beklemiyor. Öldüğün gerçeğini
hepsi kabul etmiş durumda. Ve senin için anma törenleir yapıyorlar."
"Bunu biliyorum.
Benim için yakılan mumların ışıklarını gördüm."
"Işıkları
görebilecek kadar şanslısın! Burada istediğini elde edebilirsin. Dilersen onuda
buraya getirebilirsin. Sonsuz yaşamı düşleyen sen onu burad
apaylaşabilirsin!" demişti. Kuwala karşısında ki dev tanrıya baktı. Ölümle
yaşam arasında ki kapının bekçisi olan bu tanrının onu geri göndermesi için
gerçekten çabalaması gerektiğinin farkındaydı.
"Sonsuz bir yaşam dilemiyorum!" dedi. Tanrı ona bakıp kalmıştı.
"Yaşayanların tarafında ki eşinle burada sonzu bir yaşam istemiyro
musun?" dedi. Kuwala başını sallamıştı.
"İstemiyroum. O tarafta onunla kısada ols agerçek ve huzurlu bir yaşam
istiyorum. Hayal ettiğimiz kulübeyi yapmayı ve uyandığımda yanımda olmasını.
Sabahların ve akşamların arasında kalan zamanda onunla geçirmek istiyorum
günlerimi. Bu tarafta zaman durmuş gibi. Ne acıkıyrosun, ne hisseidyorsun ne de
kalbinin attığını duyuyorsun. Bu tarafta onu atan kalbini duyamam. O zaman onun
benim için atan klabini asla tekrar dinleyemem. Bu yüzden dönmek
istiyorum." dedi.
"Bencil bir insansın Kuwala!"
"Evet bencilim
tıpkı her insan gibi!"
"Hayatında
yaşadığın olaylar seni bencil bri insan olarak biçimlendirmiş. Senin seçilme
sebebin insnalardan daha üstün olmandı!"
"Bizi biçimlendiren hayatımızdaki olaylar değil, bu olaylar
karşısında geliştirdiğimiz inançlardır. Beni bencil yapan inandığım aşk
oldu. Onu hiç bir şey için feda etmemeye karar verdiğimd ebenim inancım
Daki'nin kalbi oldu. O yüzden geri döneceğim!" demişti. Tanrı gürültülü
bir kahkaha attı.
"Siz sefil insanlar. Hepiniz aynısınız. Sana bahşettiğim şey sonsuz yaşam
ve bilgelik. Burada onuda
yaratabilirsin. Bri tanrı olup sonsuza dek istediğin sevgiyi ve tatmini
yaşabilirsin!"
"İstemiyorum. Onun sevdiği ve beraber
fedakarlık yaparak yarattığımız dünyama dönmek istiyorum. Orada onunla kısada
olsa yaşamak istiyorum!" dedi.
"Garip mahluklar sizi. Yolculuğun bitti mi şimdi?" dedi. Kuwala ona
baktı. Ellerini arkasında birleştirdi.
"Bitti. Büyük bri yolculuğa ufacık bir adımla ve güçlü bir aşkın peşinden
giderek başladım. Kırıldım, yıprandım, hayattımda görmediğim kadar korkunç
şeyle rgördüm. Insnalığın nasıl dehşete düştüğünü ve karanlıkla boğulduğunu
gördüm. Kaosun insanı nasıl bir canavar yapacağını gördüm. Bazen bende o kaosun
içinde bir canavar oldum. Bana verilen gücün altı ezildim. Kaybettim. Insnaları
kaybettim. Dostlarımı kaybettim. Arkadaşlarımı kaybettim. Ama aynı zamanda
kazandım. İnsnaların hayatlarını kazandım. Dostluk kazandım. Sevildim ve
sayıldım. Ama en önemlisi benim için atan bir kalp kazandım. O gün verandada
ilk defa yaşadığımı fark ettim. Aşık olmak yaşamay abaşlamak onu anladım. Hep
hayatımın gece ve gündü zgibi aynı olacağını sandım. Ama onunl atanıştığımda
bazı gecele rçok uzun oldu. Bazı gündüzler bitmez oldu. Bazen acı çektim, bazen
o kadar mutluydum ki... Sanki bir daha hiç o kadar mutlu olamayacağımı sandım.
Kıskandım. Kızdım. Ağladım. İnsan olduğumu hissettim. Gülmeyi öğrendim ağlamak
gibi onunda normal olduğunu öğrendim. Birisi için endişe etmeyi ve birisini
korumanın ne demek olduğunu öğrendim. Siz tanrılar gibi olmak istemiyorum. Bri
insan gibi yaşamak istiyorum. Etim kanasın, kalbim ağrısın istiyorum. Nefes almak,
yağmur yağınca ıslanıp hasta olmak istiyorum. Ona sarıldığımda soğukta o sıcak
tenin yaydığı sıısda uyumak istiyorum. Bazen güçsüz olmak ve beni korumasını
beklemek istiyorum. Kaybetme ve bazen kaznamak... bunlar insanlar için sizleirn
verdiği yetenekler. Bend eonlar gibi olmak istiyorum." dedi. Tanrı ona
buruk bri gülümseme ile baktı.
"Darta'nın oğlu olduğun nasıl belli. Onun
gibi insanın özellikleirne hayran ve onlar gibi yaşamak isteyen birisisin.
Geçmene izin vereceğim. Uzun bri ömür dileyeceğim sen ve eşin için. Ama bir
fedakarlık daha yapman gerekecek!" dedi. Kuwala ona bakıyordu.
"Bir daha asla ama asla bu tarafa geçmeyecek ve sana verilmiş bütün
yetenekleirni kaybedeceksin. Ne zaman bir ruhani güç seni ziyarete gelirse onu
ağırlamak orunda kalacaksın!" dedi. Kuwala elini göğsüne koyup öne doğru
saygı ile eğildi.
"Elbette! Bu o tarfa dönmek için yapabileceğim bir fedakarlık!" dedi.
Tanrı gürültü iel güldü. Ona baktı ve ayağa kalktı.
"Kapıyı açacağım. Gözleirni kapat ve dümdüz
yürü. Duyduğun seslere aldırış etmeden git!" dedi. Kuwala gözleirni
kapamıştı. Ve gürültü iel kapının iki kanadığının açıldığını duydu.
"Seni izliyor ve tekrar buraya geldiğinde
seni karşılamak için bekliyor olacağım. Git şimdi!" demişti. Kuwala
gözleir kapalı yürümeye başladı. Kapının gürültü ile kanadığını duymuştu.
Sesler vardı. Birileri konuşuyordu. Kimi zaman kavga eder gibi bağrişlar
geliyor kimi zamanda fısıltı ile birileri birşeyler anlatıyordu. Duymamak için
yürümeye devam etti. Dümdüz yol o kadar uzun gelmişti ki... Ne zmanadır
yürüdüğünü bilmiyordu. Sadece bir yerden gürültülü davul sesleir geliyordu.
Bedeni uzun aradan sonra sanki ilk defa tanıdık bri sıcaklık içindeydi. Nefes
alamıyro gibi hissetti. Bri sıvı vardı etrafını saran. Ve yürüdğü yol kayboldu.
Sanki deirn bri suyun içine düşmüş gibi hissetti. Çırpınmaya başladı. Gözleirni
açtı ve bir çığlık attığında ciğerlerine dolan suyu hissediyordu. Etrfa
bulanıktı. Birileri koşturuyordu ve sarı bri camın ardında hareket eden
kişileri görüyordu. Kulaklarıan dolan ses ise kalbinin çarpma sesiydi.
"Uyandı!" bu ses ile bütün herşey durmuş gibi geldi. Su çekilip
giderken zaminin soğukluğunu hissetti. Bedenine örtülen ipekten kaftanın
yumuşaklığı ile sarsıntılı öksürükleir durmuştu. Saçları ve tırnakları
uzamıştı. Bedeni sanki zayıf düşmüş gibi kasları titriyordu.
"Hoş geldin!" demişti yumuşak bri kadın
sesi. Tanıdık bus esi duyduğunda başını kaldırmış ve Güneş'in Kızı'nı görmüştü.
Islak saçları ve bedenin çıplaklığını unutup ayağa kalkmaya çalıştı. Kasları
çok zayıftı. Senelerdir o suyun içind ederin bir uykudaydı. Güneş'in kızı
eğildi onun yanıan oturdu. Sıkıca ona sarıldı.
"Geri döndün sonunda!" demişti. Kuwala
ona sarılamayacak kadar bedenini zayıf hissediyordu.
"Daki?" demişti. Sesi kısıktı. Seneler
sonra ilk defa konuşmuş ve dediği tek kelime Daki olmuştu.
"Geliyor. Onu alması için gönderdim
kızlarımı. Uyanacağın işaretleri gelmeye başladığında onu çağırmak için yola
çıktılar. Yakında burada olur!" demişti. Kuwala gün ışığının acıttığı
gözleirni eliyle kapadı. Ipek kaftana sarıldı.
"Çok açım!" demişti. Güneş'in Kızı
gülümsedi ve ona bakıp kenarda dikilen kızlarına döndü.
"Majesteleirni duydunuz. Yemek hazırlansın ve
sıcak bir banyo." dedi. Kuwala karşısında ki kadına baktı.
"Kaç sene oldu?" demişti. Güneş'in Kızı
gülümsedi.
"Çok uzun bir gece ve beş sene!" dedi.
Bölüm sonu...
Bölüm Kırk Dört
Final
1. kısım: Yeniden
Doğmak
Beşinci yıldı ve
Kuwala'nın ölümü ile Kuzey'e karşı yaptığı fedakarlığın anılması başlamıştı.
Bir hafta sürecek etkinlik başladığı ilk gün bri kız koşarak gelmişti. Ve suyun
içinde deirn uykuda olan Kuwala'nın klap atışlarını hızlandığını söylediğinde
Güneş'in kızı masada misafirleirni bırakıp fırlamıştı. Oraya vardığında
oluşturulan kalkan kırılmaya başlamış ve Kuwala tekrar nefes almaya başlamıştı.
Kalkan kırılıp su boşaldığında Kuwala tekrar gözleirni açmıştı. Güneş'in Kızı
onun uyandığını anladığı anda Daki'yi alması için iki kişi göndermişti.
Ung sarayında inzivada
olan Daki onu alamya gelen kızların portalının sarı ışığını gördüğü anda kalbi
hızla atmaya başlamıştı. O gün oraya vardığında saat gece yarısına varmıştı.
Misafirleirn hepsi garip bri koşuşturma olduğunun farkındaydı. Ama meraklarını
gideremiyorlardı. Akşam için yapılan yemekte Cohin'i Aleon sonunda kıstırmış ve
konuşması için çabalamaya başlamıştı.
"Karın ne haltlar
karıştırıyor Cohin?" demişti. Muhon Asha'da onun kadar meraklıydı. Ona
doğru sokulmuştu. Bakren beyi olan Grave onlara eşlik ediyordu.
"Söylesen kraliçe
nedne telaşlı ve bize eşlik etmiyor?" diye o da çıkışmıştı. Cohin ne cevap
vereceğini bilmiyordu. Aleon tanıdık bri koku ile bri tazı gibi burnunu havaya
dikti. Ve ayak sesi Cohin'i sıkıştırdıkları koridorda yayılmaya başlamıştı.
Dört adam şaşkınlık ile oraya doğru yanında iki kadınla yürüyen Daki'yi
görmüşlerdi. Daki oldukça durgun bir ifade ile yürüyordu. Dalgındı. Onları
görmezden gelecek kadarda telaşlıydı. Aleon Cohin'in yakasını bırakıp yanından
yürüyüp gidne kardeşine bakıp kaldı.
"Bu herif beş
senedir saraydan dışarı adım atmamıştı. Nele roluyro lan?" demişti ve oraya
doğru koşar adım gittiğind eonu iki kanatlı büyük kapıdan girerken görüp içeri
telaşla daldığında radından gelenlerde şaşkınlık içind ekapının orada kalmıştı.
Daki onlardan bir kaç adım ilerde öylece karşısında oturan kişiye bakıp
kalmıştı. Grave şaşkınlığın etkisi ile öne doğru bri kaç adım attı.
"Tanrılar şahidim
olsun bu bir rüya! Imkansız!" demişti. Kuwala onları görmüyordu.
Karşısında dikilen Daki'y ebaktı. Elini ona doğru uzattı.
"Beş senedir
uyuyordum. Kaslarım yeteri kadar güçlü değil. Yanına gelemeyeceğim."
demişti. Güneş'in kızı onun yanında gülümseyerek dikiliyordu. Daki bri kaç adım
attı ve ardından birdne koşup oturan adamın belien sarılıp olduğu yere çöktü.
Ona sıkıca sarılmış ve göz yaşlarını onun kaftanın eteğine dökmeye başlamıştı.
Kuwala onuns açlarını okşadı. Her zaman hatırladıkları kişiden daha zayıf olan
bu kişinin Kuwala olduğundan emin olmak için oraya doğru bri kaç adım
atmışlardı. Gerçektende oydu. Gri gözleri, beyaz saçları ve o aptal
gülümsemesi...
"Nasıl?"
dedi Aleon. Şaşkınlıktan dili tutulmuş gibi öylece kalmıştı.
"Bir süredir
diğer tarafta Melez Piç'i avlamaya çalışıyordum. Sonunda onu yakaladım
Tieden'in ruhuna ve bedenine hapsettiğim gölgeler sayesinde." dedi. Beline
sraılmış olan Daki'nin yüzüne bakmak isteyerek onun omzularını tuttu.
"Lütfen seni
görmeme izin ver!" dmeişti. Hala zayıf ve kırılgandı kasları. Daki ona
bakmak için dözleir üstünde doğruldu. Kuwala oturduğu sandalyed egülümsemişti.
Onun için kısa geçen bu süreçte Daki sanki bira zyaşlanmış gibi gelmişti. Gülümseyip
onun yüzüne dokundu.
"Artık ihtiyar
bri adam benziyorsun!" dedi. Daki istemsizce güldü. Ona bakıyordu.
"Beş koca sene
uyanmanı bekledim!" dedi. Kuwala ona bakıyordu. Dolmuş gözlerden
mutlulukla süzülen yaşları nazikçe sildi.
"Tanrıların beni
göndermesi uzun sürüdğü için onları lanetleyebiliriz. Ama uzun bri yaşam
kazandım bizim için." dedi. Daki gülümseid. Doğruldu. Ona bakmaktan
kendini alamıyordu.
"Dönmek için
güçlerimden vazgeçtim. Ama buan değerdi." dedi. Daki ona bakıyordu.
"Burada yanımda
olduğun sürece bir daha o lanetli güce ihtiyacın olmayacak!" demişti. İki
aşığın hasret gidermesi uzun sürecekti. Bunu bilen Güneş'in Kızı şok içind
ekalmış adamlara döndü.
"Çıkalım
mı?" demişti. Hepsi şaşkınlık içinde çıkarken Güneş'in Kızı gülümseyip iki
kanatlı kapıyı kapattı.
"Bu nasıl mümkün
oldu?" demişti Aleon. Güneş'in kızı ona bakıp gülümsedi.
"Beş sene önce bu
günü planlayan Kuwala idi. Kendini toparladığında o size anlatır. Ancak onun
dönüşünden kimsenin haberi olmayacak. Onun ölümünü saygıyla andığımız bu
günlerde yasımıza devam edeceğiz." dedi.
...
"Kara toprak ve
aydınlık ay! Son her zaman yeni bir başlangıçtır. Ölüm için yazılmış olan bu
sözleri düşündüm. Ve yeniden doğmak istedim. Yeniden doğuşumun bir bedeli oldu.
Artık eski yeteneklerim yok. Buzun soğukluğu, Londaga'nın gücü yok. Ama geri
dönmenin huzuru var içimde. İnanıyorum ki kalan ömrümde bundan asla pişmanlık
duymayacağım. Sadece hayalini kurduğum ve en başından beri istediğim yaşamı
elde etmek için bana verilen bu şansı kullanacağım. Artık huzurlu krallığımızı
tehdit eden tek bir karanlık gölge bile kalmadı. Olması gerektiği gibi Kuzey
krallığı, imparatorluğu huzur içinde Güneş'in Kızı tarafından, Rahom halkıyla,
Bakren halkıyla, Akela halkıy ve Mavi Ave halkı ile güçlü birlikteliğini sürdürecek
şekilde yönetilecek. Artık nebir kral, ne bir lider ne de bir Rahom olarak
devam edeceğim yaşamıma. Sadece bir eş, bir yoldaş ve bir şifacı olarak bu
süreçte yaşamımım kalan yıllarını Kızıl Ormanda harcayacağım. Bu süreçte
sizlerle tekrar bir araya gelmek, yıkılmış diyarların yeniden büyüdüğünü görmek
beni mutlu edecek. Parçalanmış Seron krallığının Sant yönetimi altıan geçmiş
olması beni endişelendiriyor olsada eminim ki bu kutsal birliktelik onlarıda
ehlileştirmeye yetecek. Başarılı bir İmparatorluğun yönetiminde Güneş'in
Kızı'na maddi ve manevi olarak destek
sağlayan eşi Cohin'i tebrik ederim. Hayatını kurtardığım ilk insandı o benim
için. Bir dost, bir kardeş ve benim dünyamda doğruyu her zaman gösteren bir
yolcuydu. Kararlarının ardında dururken asla çatık kaşlarını düzeltmeyen ve bu
savaşta bir çok kişyi kaybeden eşimin kardeşi, benimde kardeşim olan Aleon'un
krallığında yönetimi boyunca huzurlu ve güçlü bir dönem diler onu Kuzey'i
baştan kurarken yaptığı fedakarlıklar için ödüllendirmek isterim. Bıraktığım
kitap bir çok efsunun kullanılması ve içindeki güçleri açığa çıkarmasına
yardımcı olacaktır. Kız kardeşi, babası, abisi, askerleri ve biricik aşkı
Marinoe'nin kaybını geri getiremem ama daha fazla kayıp olmaması için
atalarının unuttuğunu tekrar hatırlatması için bu kitabı kullanabilir. Teşekkür
edip özür dileyecek çok kişi var. Yaşanılan uzun gecede kaybedilmiş çok insan
var. Hepsini bu satırlara sığdırmak isterdim. Herkesin bir parçası ile yeniden
diirlen bu topraklarda güneşin doğup, buzların eridiği daha nice yıllar görecek
çocuklar olacağını bilmek beni mutlu ediyor. Bunca var ettiğimiz şeyin en güzel
mükafatı, yıllarımı geçirdiğim ormanın bana tekrar verilmesi ve her şeyin
başladığı o yerde yeniden bir kulübe inşa edecek bir eş bulmuş olmamdı. Bunu
hiç bir şeye değişmem. Sizler gibi nice dostlar kazanmış olmak ise benim için
en büyük hazine oldu. Kızıl ormandan, Krizstal saraya kadar sürne bu yolculukta
çok kişi kaybettik ama çok kişide kazandık. Tekrar görüşürüz elbet bir gün. Çok
büyük olmasada bir gün sizleri kulübemizde bir yemeğe davet etmemi istedi Daki.
Bizim hayatta kalan tek ailemiz sizlersiniz. Adını saymadığım nice kişide
davetli bu güzel yemeğe. Eski günlerin acı tatlı her anını hatırlamak için bir
gün bir araya geleceğiz. O güne kadar hepiniz esen kalın. "
Herkese iletilmiş olan
bu mektup Kuwala'nın ölümün altıncı senesinde okunmuştu. Onun ailesi olarak
adlandırdığı herkes oradaydı. Onların kurduğu aileleri... Hepsi mektubu okurken
Cohin'e bakıyordu. Mektubun son satırlarında bitince korkunç bir sessizlik
patladı. O gün Daki ve Kuwala yalnız kaldıklarında geri onları görmeye
geldiklerinde yoklardı. Hiç biri peşlerine düşmedi. Ikisininde Kızıl Ormana
gideceğini biliyorlardı. Orada bir kulübe inşa edip kalna hayatlarını bir arada
geçireceklerini. Şimdi onları davet eden bu mektupla heyecanlanmışlardı.
"Ne zaman gideceğiz?" dedi Grave. Oturduğu yerdne kalkmıştı. Hala
kabul edilemez gibi gelsede Daki ile Kuwala2nın tanrılar tarafından eş
görüldüğü gerçeğini sindirmeye başlamıştı. Kuwala'nın yaşadığı gerçeği belli
kesim dışında kimseye söylenmiyordu. Kızıl Ormanda onların varlığı ruhlar
tarafından bir perde ile gözlerniyordu.
"Yedinci ölüm yılında, tanrıların verdiği o tarihte onları ziyarete
gideceğiz." demişti Güneş'in Kızı. Kadehini kaldırdı. Yanında çocukları
vardı. Bir oğlu ve bir kızı. Onlar için Kuwala bir efsane kadar uzak bir
kahramandı. Onunla tanışacak olmak... Belki de o salonda anne ve babalarından
hikayeyi dinleyen bir çok çocuk için inanılmazdı. Aleon sonunda evlenmişti.
Onunla evlenen kişi ise Sant Diyarının nüfüslü bri kadınıydı. İki krallığın
sükunetiiçin evlilik yemini etmişler ve kadın krallığını Seron krallığı ile Ung
diyarına bağlamaya karar vermişti. Ailesi ise Ung diyarını çoktan kabul
etmişti. Grave hala bekar ve hayatını at üstünd egeçiren bri ordu komutanıydı.
Güneş'in Kızı'nın ordusuna komutanlık yapıyordu. Hem kadınları hem erkekleri
eğiten bir Bakren lordu olmuştu aslında. Ve Muhon Asha... sonunda evlenmişti.
Kaderinde o ölüm gözüküyordu hep. Ama bu ölüm onu değil hastalıktan karısını
almıştı. Oğlu ile Ung krallığından bağımsız yaşamaya karar vermişti. Her zaman
Kuwala'nın ölüm yıl dönümü için Aleon ile yola çıkardı. Onun dışında balıkçı
kasabasında hayatına devam ediyordu. Yaveri ise onun yerien Ung kumandanı olmuş
ve yükselişi tahmin bile edilemeyecek kadar hızlı olmuştu. Krallığın
sokaklarında dinginlik ve huzur demir yumruk denilen bu adamın elindeydi. Daima
komutanını ziyarete giden evli ve iki çocuk babasıydı. Kızlarının annesi olan
kadın sessiz bir kadındı. Kahin Sohow ise Darta tapınağında hala bir keşiş
olarak devam eidyordu hayatına. Bir çok eğiteceği çocuk vardı. Orada tarihi
kaydediyor ve depoluyordu. Onunla çalışan Akela Kadınları ile diyarlarda yolculuk
yapıyor ve Beyaz Kurt Köyü'nin orada tekrar kurulmasına izin vermişti.
Hayatları devam ediyordu hepsinin. Kaybettikleirnin yerine kazandıklarını
koymaya başlamışlardı. O günden sonra yedinci ölüm yılını beklediler. Ve
yedinci ölüm yılında çanlar çalarken Kızıl ormanda hiç olmadığı kadar bir
hareketlilik başlamıştı. Kimse saraya gitmemişti. Gidenler sadece krallık
kafileleri olmuş ve sıradan at arabaları yola çıkmıştı. Hepsini gidecekleri
yere götüren bir kutsal ruh vardı. Onlara adeta yol gösterir gibi önden giden
iri boynuzlu geyikler dört ayrı koldan gelen misafirleri bir kulübeye kadar
götürmüştü. Cohin orayı biliyordu. O kış günü geldikleir ve sonra alevler
içinde kalmış olan kulübenin yerind eşimdi yenidne inşa eidlmiş daha güzel bir
kulübe vardı. Ancak aynı anda gelmeyi başarmış bu muhafızları beyaz iri bir
kurt karşılamıştı. Ayezi olduğundan şüphe etmedikleir kurt onların karşısında
durmuş ve başını öne eğip selamlamıştı hepsini. Bedeni şekil değiştirip afacan
bir çocuk biçimi almıştı. Hala Kuwala'yı korumak için dünyada kalması hepsini
şaşırtmıştı. Misafirleir getiren ruhlar yavaş yavaş silinip giderken Afacan bri
çocuğa dönüşen Ayezi kulübeye doğru yürümüştü. Bedeni çıplaktı.
"Geldiler!" diye bağırmıştı. Tıpkı Kuwala gibi beyaz saçları vardı. Dışarı
çıkan kişi Kuwala olmuştu. Kolları yukarı doğru katlanmış, üstünde sıradan bir
köylünün kıyafetleri vardı. Saçları arkaya doğru örülmüştü. Gözleri parlıyordu.
Elinde ufak bri kaftan vardı. "Buraya gel ayezi!" diye bağırmış ve
ormana doğru yön değiştirip koşa çocuğa bakıp kalmıştı. Ardından misafirlere
dönmüştü. Hepsi ona bakıyordu. Yeniden doğduğu o gün kü hali yoktu. Yanakları
aldı, yüzünd eren, gözleirnd eışıltı vardı. Biraz kilo bile almıştı. Onlara
doğru yürüken elindeki kaftanı verandanın korkuluğuna bıraktı. İlk kucakladığı
kişi Cohin olmuştu. Sıkıca sarıldı eski arkadaşına. Ardından iki ufak çocuğa
baktı. Tıpkı ölen anneleri Aisoo gibi keskin bakışları vardı. Ama babalarına
benzeyen açık kumral saçları... Cohin ve Güneş'in Kızı gibi sarışın iki anne
babadan olmayacağı aşikar çocuklardı. Kuwala daha sonra Güneş'in Kızına
sarıldı. Sarılacak çok kişi vardı ama onun dikkatini Aleon çekti. Yanında karnı
burnunda sarışın bir kadın vardı. Onlara doğru yürüdü. "Bir kız babası
olacaksın!" demişti Aleon gülümsedi. Kuwala kadının karşısında dikilip
elini tuttu. "Güzel bir kızın olacak Sant kadını!" demişti. Kadın
gülümsedi. "Biliyorum. Adının Marinoe olmasını istiyorum." demişti.
Kuwala gülümsedi. Gözleri dolmuştu. Fakat dikkatlerini dağıtan şey ormandan çocuğu
yakalayıp omzuan atmış halde çıkan oldu. "Kuwala şu pasaklıyı..."
birden sustu. Ona bakan bir sürü göz ve tanıdık sima ile kaldı. Ayezi biel
susmuştu. Daki oraya doğru yürüdü. Omzundan çocuk formunda olan Ayezi'yi
indirdi. Ayezi hemen Kuwala'nın eteklerine kaçmıştı. Daki önce abisi Aleon'a
sonra Muhon Asha ve daha sonra Cohin'e sarıldı. Ne diyeceğini bilmiyordu.
"Geleceğiniz gün bu gün müydü?" demişti. Kuwala onun kadar
şaşırdırdığını belli etmemişti. Güneş'in Kızı güldü. "Evet! Açıkcası
tanrılar ölümün yedinci yılında sizin yolunuzu tutmamızı istedi. Ve ölümünün
yedinci yılı bu gün Kuwala!" demişti. Kuwala bacağıan sarılmış olan
Ayezi'ye baktı. Sonra gülümsedi. "Gidip misafirle riçin güzel bri şeyler
avlar mısın?" demişti. Ayezi ona baktı ve gözlerini irileştirdi.
"Yapam ama ben hala bir çocuğum. Daki gitsin!" demişti. Daki ona
bakınca Kuwala'nın bacağını bıraktı. "Gidiyorum!" demişti. Kuwala
misafirleirni içeri almak için yol gösterdi. Büyük bir salon vardı. Yükselen
kitaplıklar. Kahin Sohow oraya bir sürü kitap getirmişti zamanında. Onun
dışında kimse uğrayamamıştı. Güneş'in Kızı oturduğu yerden yükselen raflara
baktı. "Darta'nın kurdu, o bir çocuk gibi neden sizinle yaşıyor?"
demişti. Daki kapının kenarında dikiliyordu. Gözleirni Kuwala'ya dikti. Kuwala
gülümsedi. "Aslında bunu açıklamak zor. Buraya geldiğimizde o da geldi ve
bizimle kalmak istediğini söyledi. Yaralıydı. Muhtemelen Darta gitmesine izin
vermeyince gökten atladı. Geri dönemiyor. O yüzden bizde onu aldık." dedi.
Daki iç çekti. "yabani bir çocuk az kalır. Şımarık bri velet! Rahat
bırakmıyor bizi." demişti. Ne kadar iç çeksede Ayezi'nin çocuk formunu
seviyordu Daki. Kuwala gülümsedi. "Şarabımız yok ama güzel bir bitki çayı
demlemiştim. Onu getireyim." dedi Salondan çıktı. Cohin raflara bakıyordu.
"O gün geldiğimi yere benziyor." demişti. Ocağın yanında bulunan iki
sandalyeye dikti gözünü. Üstü kürklü ve örtülü sandalyeler Daki ve Kuwala
için tasarlanmıştı. Akşam yemeği için
hepsi beklemeleri gerektiğini biliyordu. Kuwala ve Daki yemeği dışarıya
hazırlamak istedi. Büyük bir masa vardı. Daki yeni bitirmişti. Uzun arkası
olmayan banklar yapmıştı. Erken geldikleirni düşünsede her şeyin hazır olduğu
hafta gelmişlerdi. Kuwala demlediği çayı süzüyordu. Daki ona doğru sokuldu.
"Gidip Ayezi'ye bakacağım. O kurt ne kadar iyi avcıda olsa bir çocuk gibi
sürekli oyuna dalıyor." demişti. Kuwala gülümsedi. Daki eski dostlarını ve
kardeşlerini de ormana dolaşmaya davet etmişti. Cohin oğlunu aldı, Muhon
Asha'da oğlunu almıştı. Grave ve Aleon yalnız katılacaktı. Onlar gittiğinde
kadınlar ve Kuwala evde kalmıştı. Kuwala onlara çay ikaram edip oturdu.
Güneş'in Kızı onu baştan aşağı süzdü. "Mutlusun!" demişti. Kuwala
gülümsedi. "Evet. Bir şey soracağım." demişti. Güneş'in Kızı ona
bakmıştı. "Iries, Darta tapınağında güçlü bir keşiş ve Beyaz Kurt köyünün
lideri olmuş. Hiç onunla haberleşebildiniz mi?" demişti. Güneş'in Kızı
gülümsedi. "Evet. Yakında burada olur. Sohow ve o yakında burada
olur." demişti. Kuwala sessizce oturan Santlı kadına baktı. Kadın Iries'i
tanımıyordu muhtemelen. Çok değil kısa süre sonra kapı çalmış ve Sohow ile o
gelmişti. Kuwala kapıya bakıp kaldı. Marinoe'nin daha genç hali karşısında
duruyordu adeta. Kız kocaman bri genç kadın olmuştu. Gülümserkene linde bir
bohça vardı. "Efendi Kuwala!" demişti. Kuwala sesi biel Marinoe'ye
benzeyen kıza bakıp kaldı. On yedi yaşında olmalıydı Iries. Kuwala ona baktı ve
birden sarıldı. Marinoe gibi güçlü bakan bir kadındı. Sohow ise gülümsedi.
Iries'i bırakıp gidecekti.
Bölüm Kırk Beş
Final
İkinci Kısım: Kara
Kurt ve Beyaz Gelincik
Daki haklı çıkmıştı.
Ayezi avlanmak yerine kaplıcaya yakın yerde bir kelebekle oyuna dalmıştı. Eski
formuna göre daha ufak bir kurt formunda kelebekle oynuyordu. Daki ona kızmış
ve avlanmak için yola çıkmışlardı. Ayezi onunla gitmiş ve söz verdiği gibi
avlanmış. Büyükçe bir geyik avlamışlardı. Kızıl Ormanın meşhur geyik etinden
tatma şansları olacaktı. Geri döndüklerinde masa hazırdı. Kuwala fenerleir
yakmıştı. Güneş'in Kızı ve Sant kadını onlara yardım ediyordu. Ve bri kişi dah
avardı. Aleon karanlıkta yalnış gördüğünü düşündü. Marinoe'yi animsatan kişiye
baktı. Ardından oraya doğru elindeki ok kılıfını bırakıp yürüdü.
"Marinoe!" demişti. Kız ise annesinin adını duyması ile dönmüştü.
Aleon'nu anımsıyordu. Hatta onu bir ara takip dahi etmişti. Gülümsedi.
"Majesteleri!" dedi. Aleon karşısında Iries olduğunu anlamıştı. Ama
ona sarılmadan edemedi. Iries gülümsemişti. Onu kucaklayan adama baktı.
"Yaşlanmışsınız majesteleri!" demişti. Aleon ne diyeceğini bilmiyordu.
Senelerdir haber alamadığı bu kızın büyüyüp Marinoe'ye benzemesine şaşırmıştı.
"Sen... sende kocaman bir kadın olmuşsun!" dedi. Iries gülümsedi.
"Doğru. Kahin Sohow sayesinde büyüdüm ve güçlendim. Şimdi annemin yarım
kalan işini devraldım. Köyüme liderlik yapmay abaşladım geçen senden bu
yana!" demişti. Aleon ona bakıyordu. Dolan gözlerini elinin tersi iel
sildi. "Anneni kurtaramadım. Özür dilerim!" demişti. Iries güldü.
"Olan he şeyin farkındaydım Majesteleri. Merak etmeyin o şimdi huzurlu.
" demişti. O akşam yemeği eski anıların hatırladığı, bazen gülündüğü bazen
gözlerin dolup sessizliğin başladığı anlarla dolup taşmıştı. Kaybettikleri
dostları, aşkları anlatırken sesler titremiş, yolculukları anlatırken sesleri
heyecanla yükselmişti. Ve duygular özgür kalmıştı. Aleon'un eşi sakince onları
dinlerken Kuwala kadına bakıp gülümsemişti. "Aleon gerçekten iyi bri
yoldaş ve dost oldu bizim için! Bazen ona kızdım, hatta öldürmek dahi istedim
ama onun sayesinde bu kadar ilerleyebildik!" demişti. Kadın gülümsedi. Ülkesine
gelip isyanları bastıran orduda Aleon'un ordusuydu. Onu ve ailesini kurtaranda
Aleon'un ta kendisiydi. Elini karnıan koydu.
"O sadece biraz fazla tutkulu bir adam! UngurPan'da size itaat ettiğini
bana söylediğinde buna inanmadım!" demişti. Aleon kaşlarını çatıp başını
yana eğmişti. "Hey! O zamanlar ya ında dev bir kurdu olan ve ellerinden
efsun çıkaran bir adamdı. Şimdi saçları örülü bir keşiş gibi durduğuna bakma.
Sinirliyken gerçekten korkutucu olabilir. O zamanlarda gücü ile yüzlerce
kişilik orduları yok edebilirdi!" dedi. Kadın şaşkınlıkla baktı. Ayezi ise
kadına dönüp yanında oturduğu Daki'yi kenarı doğru iterek öne doğru eğildi.
"Ben hala istediğimd egüçlü bir kurt olup seni parçalayabilirim."
demişti. Kimse onu ciddeye almadı ve güldü. Ufak bir çocuktu. Iries ise
gülümseyip Ayezi'ye bakmıştı. Onunda kaybettiği çok kişi vardı. Ama neşeli ufak
bir çocuk olmuştu.
Shbetler edilip
getirilen fıçılarda ki içkiler tükenidikçe kahkahaların dozu artıyordu. Grave
ve Muhon Asha hala çekişiyordu. Herkes eski günlere dönmüştü adeta. Laflar
dönüp dolaşıp ilk karşılaşmalara gelmişti. Muhon Asha ayağa kalkıp bağırmıştı.
"Grave'i ilk gördüğümde bu Bakren piçini neden sağ bırakmışlar diye
düşünmüştüm. Sonrasında omuz omuza kılıç salladık diyip güldü. Grave hepsindne
daha yaşı ileriydi. Güldü. "Peki, Kuwala sizinle ilk karşılaştığımda ne
düşündüğümü bilmek ister misiniz?" demişti. Hepsi merakla Muhon Asha'ya
baktı. Muhon Asha güldü. Ona doğru kadehini uzattı.
"Daki ile seni gördüğüm anda o çadırda dedim ki, Aleon hepimizin ağzına
sıçacak. Ve kesin öldürecek onu dedim. Sonra Daki'nin sana aşık olduğunu
görünce ikinizinde tanrılar tarafından kutsanmanızı diledim!" demişti.
Herkes gülüyordu. Cohin gülmeyi bırakıp söz aldı. "Ben efendi Kuwala'yı
ilk defa gördüğümde keisnlikle öldüğümü düşündüm. Atın sıcaklığının soğuğa
dönüştüğünü ve beni almaya gelen ölüm perisinin o olduğunu düşündüm. Ve birden
gözümü sıcak bri döşekte açtığımda şaşırdım." dedi. Kuwala gülümsedi.
"Hayatını kurtardığım ilk insan sendin." dedi. Daki ona doğru döndü.
"Hey ilk o sayılmaz. Biz ondan önce gelmiştik kapına." dedi. Kuwala
iç çekti. "Açıkcası o yaralı olmasaydı sizi içeri almazdım." demişti.
Daki gülümsedi. "Peki sen ilk defa Kuwala'yı gördüğünde ne düşündün?"
demişti Güneş'in Kızı. Daki soru ile birden durgunlaştı. Etraf derin bir
sessizliğe gömülmüştü. Hepsi onlara bakıyordu. "Şey sanırım bu adama bizi
eve almayacak galiba! Diye düşündüm." dedi. Kuwala ona bakıp kaldı. Daki
başını yana doğru eğip karşısında oan bakan gri gözlere kilitlendi. "Ocakta
ateş yanıyordu. Içerisi çok sessizdi. Isınmaya yeni yeni başladığım anlardı.
Adamlarım katledilmiş, Helyan Kea bizi ölüme sürmüştü. Bir hain vardı. Yaverim
ölüm döşeğinde ve peşimde bir sürü kara kurt vardı. O an bunca şeyi unutmuştum.
Ocağın hemen yanında sandalyeye oturmuş sakince kitabını okuyan Kuwala'ya bakıp
kalmıştım. Yüzü sakindi. Parmakları satırları takip ediyordu. Bir bilge gibi
her kelimenin ardından gözlerine deirn düşünceler doluyordu. Arada çıtırdayan
odun sesine nefes sesi karışıyordu. Beyaz saçlarını tamamlayan gök yüzünden
daha gri gözleri... Dudaklarında garip bir tebessüm vardı. Sanki halime gülecek
ama gülmesini bastırmak için dudaklarını sımsıkı kapatmış gibiydi. O an göz ucu
ile bana bakmıştı. Sanırım o an gerçekten ona aşık oldum ben. Gözleri bir kaç
saniye bana baktı... Fakat seneleri gördüm ben o bakışta. O seneler içinde her
şeyi unuttuğumu, mutluluğu ve gerçekten yanında durmak istediğim
birisini." dedi. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Sadece bir bakışa aşık
olmak mı? Ve bunu çekinmeden tekrar tekrar anlatmak istemek... Kimse bu kadar
güzel aşık olamazdı. "Sanırım onu tehlikeye atacağımı düşündüğüm gün
gitmeye karar verdiğimizde bir daha göremeyebilirim diyerek öptüm onu. Bana
karşılık vermemesi arkama bakmama engel olmuştu. Öylece ne yapıyorsun sen der
gibi gözleri kocaman olmuş bakıyordu. Saf ve bu dünyadan olmayan bakışlarının
ağırlığından kaçmak için ormana dalmıştık. O ateşin dumanını ve kurtların
ulumasını duyana kadar iyi olacağına inanıp yoluma bakmak istedim. Bu dünya
için fazla saf ve temizdi. Güzeldi, kırılgandı ve kimseye ait olamayacak kadar
yabani bir ruhtu. Onu arzulamak bile tanrılar tarafından lanetlenmeye yetecek
kadar günah gelmişti. O ulumalar ile kızıl kan gözleirme indi sanki... Onu
bulduğumda tekrar bırakmayacağımı söyledim. Ve hala bana baktığı her an o ilk gün
göz ucuyla bana baktığı halime dönüyorum. Suçlu, utangaç ve bir o kadar
heyecanlı hissediyorum." dedi. Kuwala elini dudaklarına götürmüş ona deli
divane aşık olmuş adamın gözlerine bakıyordu. Sevilmek... Sevilmenin verdiği o
his... Dolan gözlerinden yaşlar akıyordu. Daki yanında oturan adama bakıp
kaldı. Onu ağlatan şey sözleri olamazdı. Onun hatırmak istemediği bri şeyi
dillendirdiğini düşünüp korkuyla bakmıştı. Kuwala'yı kucakladı. Başını omzuna
bastı. "Kötü şeyleri hatırlatmak istemedim." dedi. Kuwala burnunu
çekti. Ona sarıldı. "Mutlu olunca ağlayabileceğie hala alışamadım."
demişti. Kuwala derin bir nefes alıp doğruldu. "Bu dünyada benim tek
varlığım sen oldun. Bana yaşamayıi sevmeyi öğrettin. Aşık olmayı, ağlamayı,
kızmayı, bazen vurmayı bazen kaçmayı... Sen beni ben yaptın. O gün geri
döndüğün için teşekkür ederim. " demişti.
...
O gece hatırladılar,
tekrar aşık oldular, tekrar dost oldular ve tekrar tekrar kazandıkları zaferi
kutladılar. Ve her yıl bunu yapmak istediler. Sabah gün doğarken herkes yavaş
yavaş uyandığında dağılıp geri hayatlarına döndüler. Kızıl ormanın ortasında
sessiz bir kulübede birbirine kimsenin aşık olmadığı kadar aşık iki kahramanın
kaybolup gidecek masalını bıraktılar.
Kuzey'in kayıp
masalının unutulan kısmı Kuwala'nın bir erkek olması oldu. Bir masal anlatıldı.
Birbirine çok aşık iki kişi vardı. Ama bunlardan Daki, şeytanın oğlu olarak
geçen yeşil gözleri ile dehşet saçan bir iblis olan Kara Kurt'tu. Kuwala ise
Darta'nın güzelliği dillere destan kızı
Beyaz Gelincikti. Yıllarca anlatıldı. Nasıl aşık oldukları ve aşklarının nasıl
bir kuzeyi sarıp savaşları kazanmaya yettiği. Herkes onları tutkuları ile andı.
Aşkları ile hatırladı. İnanmak istedikleri kadar güçlü, dillendiremedikleri
kadar tutkulu ve bir o kadar masal olarak hatırladı. Yüz yıllarca kuzeyde,
güneyde, batıda ve doğuda bu masal kaybolmadan anlatıldı. Onlar huzurla
yaşarken, yüz yıllar sonra çocuklar onların aşkını ve kahramanlığını dinleyerek
uyudu.
Son...
Yorumlar
Yorum Gönder