Kayıp Masallar 1 (Beyaz Gelincik ve Kara Kurt Masalı)

 




                                                                   

 Bölüm Bir:     Beyaz Gelincik ve Siyah Kurt

 

            Kuzey Dağlarına doğru yolculuğa çıkıldığında orada kar, soğuk, hastalık ve huzursuz insanlar dışında bir şey bulunamazdı. Orada bulunan büyük krallığın büyük hanedanlığının yıkımının ardından orada kalan tek şey buydu. Ardı ardına gelen felaketlerden sonra bir daha güneşi doğmaz olmuştu Kuzey topraklarının. Nehri donmuş ve topraklarını kuşatan buzlar insanlarında kalplerini dondurmuştu. Tapındıkları tanrıları bile onları terk etmişti. Arkalarında yükselen büyük Kara Dağlarda tapınaklar terk edilmişti. İnsanlar onları terk eden tanrılarını terk etmiş ve bir kese buğday için hayvanlar gibi kapışır olmuşlardı.

Eskiden zenginliği ile ünlüydü Kuzey. Büyük gümüş madenleri sayesinde zenginliği artmış ve sürekli ticaret yapar hale gelmişti. Bu zenginlik o kadar artmıştı ki komşuları onları kıskanır ve kinlenir olmuştu. Nefretle bakar olmuşlardı onlara. O kadar zenginleşmişti ki büyük haneden ve insanları bu zenginlik taşkınlıklar yapmaya başlamıştı. Önce tapınanları terk ettiler, sonra ise daha fazlası için aç köpekler gibi birbirlerini öldürmeye başladılar. Hanedan içinde yedikçe doymayan canavarlar oluştu. Sürekli açlık içinde gölgelerde gezinen bu canavarlar akıllarını yıkadı hanedanın asillerinin ve onları birbirine düşürdü bu canavarlar. Öyle şiddetleniyor ki açlıklarını ailede baba oğlunu, anne kızını kıskanır olmuştu. Beşikteki çocuk bile onlara düşman gelmişti.

Bu aç canavarlar onları hanenin duvarları arasında yönetirken tanrılar onlara kızıp ellerini ayaklarını çekti Kuzey topraklarından. Onlar gidince kötü bir ruh sardı etrafı ve bir gece madenler çöktü. İçerideki binlerce insanlar beraber birden kaybolup gitti. Korku sarmış ve tanrıların onları terk ettiği düşüncesi halkı paniğe boğmuştu. Hepsi çığlıklar atarak etrafta dolaşırken hanedanlık bunu duymayacak kadar gölgeler tarafından yönetilir olmuştu. Hepsinin gözünü kan bürümüştü. Hem halkı artık haneye düşman hem hane kendi içinde düşman olmuştu.

Bir gün kar yeni yağmaya başladığında kış kendini gösteriyordu artık. Kışın ne kadar uzun süreceği bilinmiyordu ve artık sefalet onları sarmaya başladığında halk paniklemiş ve sesleri bu sefer daha şiddetli çıkmaya başlamıştı. Öyle şiddetli bağırıyorlardı ki sesler bir araya geldiğinde artık hanedanlık bunu duymaya başlamıştı. Ama geç kalmışlardı... artık duymak onları kurtarmayacaktı. Öfke dolu ve açlıkla sınana halk kızgınlığını göstermek için hanedan konağını ateşe vermiş ve orada gölgeler tarafından dövüştürülen hanedan üyelerini öldürüp başlarını kesip kana olan susuzluklarını dindirilmişti. O gece oradan hanedan üyelerinden sağ çıkan bir kişi vardı ve korku içindeydi.

Hizmetçisi ile konaktan kaçıp karın beyaz bir örtü gibi kuşattığı kızıl çamlarla kaplı ormana doğru gitmişti. Çok fazla yürüyemiyordu. Karnında dokuz aydır taşıdığı çocuk ve kasıklarında şiddetli bir sancı vardı. Peşlerinden çığlıklar atarak gelenlerin seslerini duydukça korkusu artıyor ve kalbi daha fazla bu korkuya dayanamıyordu. birden tetiklendi ve şiddetle son defa çarpıp karların üstüne yığılmıştı. Hizmetçisi onu orada öylece bırakıp kaçmak için hızlanmıştı. Arkadan gelen vahşileşmiş insanlar ise konağın genç hanımını öylece görünce duraklamıştı. Orada ne yapacaklarını düşünürken yaşlı bir adam eğilip kadının boynuna parmak uçlarını dokundurmuştu. Ardından yanına oturup bileğini tutmuştu. Birden kısık gözleri irileşmişti. Karnındaki bebeği fark etmişti. Diğerlerine yakındı ve bebeği kurtarmak istedi. Ona yardım eden iki kadın olmuştu. O gece ormanın ortasında belindeki kör hançerle elleri titrek hekim kadının karnını açıp bebeği çıkarmıştı. Bek bağını kesip kundağa sarmış ve yaşaması için kız olduğu yalanını söyleyip son asil kan olan Rahom soyunu kucağına alıp evine dönmüştü. Ama lanetlenmiş olan Kuzey Halkının başından kıyametler eksik olmamıştı. Kısa süre içinde Kuzey klanları boşalan tahtı almak için savaşa tutuşmuş ve bu savaşın sonucunda asil kana en yakın olduğu bilinen Bakren hanesi oturmuştu tahta. Yönetiminin gaddarlığının yanı sıra baş düşmanları olan Akela (Güney) hanedanlığına itaat edip madenleri açtırmak için tekrar girişimde bulunmuştu. Acı ve açlık o günden sonra dahada artmış ve bunun yanı sıra şiddet de korku yaratmaya başlayıp o elleri bıçaklı halk suskun birer koyun gibi Bakren Hanedanlığının emrine amade olmuştu.

Masal burada bitmiyordu. Öykümüzün en önemli noktası ise Kızıl Çam ormanlarının derinlerinde devam ediyordu. Yaşlı hekim kaçırdığı çocuğu herkesten saklamak için orada bir süre onunla yaşamış ve kendi kızlarını bile unutup onunla ilgilenmek için yanına taşınmıştı. Ne var ki ömrü çok kısaydı. Yaşlıydı ve elleri titrekti. Henüz on yaşına gelen asil soylu bir sabah onu yattığı şiltede soluk almaz halde bulmuştu. Ne yol bilirdi ne iz ne düzen. Cesedi evde tutmaya kalkmış ama sonra koktuğu için bir defasında ölen kuzgun için hazırladıkları mezardan yola çıkarak baba dediği adamı küçük kulübenin arkasına gömmüştü. Sonrasında ise uzun yalnız seneler boyunca herkesten bir haber ormanın derinlerinde o küçük kulübede hayatta kalmaya çabalamıştı. Geçirdiği ateşli hastalık sonucu bir kulağı pek iyi duyamaz haldeydi. Okuma yazma öğrenmişti ve hekimden arda kalan bütün kitapları defalarca okuyup onlardan yola çıkarak bulduğu hayvanlar üzerinde uygulama yapmaya vermişti kendini. Vahşi hayvanlardan bile kaçınmadan onları iyileştirme için girişimde bulunuyordu. Defalarca bu yüzden ısırılmış ve tırmalanmıştı. Konuşmayı unutacak kadar az konuşur olmuştu. Bazen ormanda kendi kendine yemiş toplarken konuşur olmuştu.

Kızıl Çam ormanın kızıl boynuzlu geyikleri ünlüydü ve bu yüzden orada ava gelenlerden bir kaçı onu görmüştü. Bir hayalet efsanesine dönüşmüştü. Sessizce ormanda dolaşan beyaz saçlı bir hayalet. Bir çok defa onunla konuşmak için avcılar ormanda boş boş gezinmeye bile çıkmıştı ama ona rast gelmek imkansızdı. Ürkek ve bir geyikten daha iyi sekerek kaçabiliyordu. Vahşi bir havası vardı ve insanlarla yüz yüze gelmekten korkuyordu. Babası ona o insanlarla konuşmaması gerektiğini söylemişti. Onlarla konuşursa zarar göreceğini anımsıyordu. Bu yüzden kimseyle konuşmamak için kaçınıyordu. Sessizce ormanında dolaşıp hayatını sürdürmeye devam ediyordu. Bir namı vardı ve hayalet olarak yaşamaya devam etmekten başka bir şansı yoktu.

Yedi sene boyunca Kuzey Topraklarının en gizemli yeri olan ormanda tek başına hayatta kalıp on yedi yaşına bastığı bir günde tipi ederken at kişnemeleri onu ormanın derinlerine çekmişti. Duyduğu kişnemelerden hayvanların endişe ve korkusunu sezip üstüne cübbesini giyip dışarı fırlamıştı. Avcıların kurduğu tuzaklara çok hayvan düşüyordu ve buna sinirleniyordu. Kendini ormanın koruyucusu ilan ederek bir sıfat bile edinmişti. Adını bilmedikleri bu adama Tanrılardan Kara Dağları yaratan ve koruyan Darta'nın oğlu olan Londaga diyorlardı. Bu isimden habersizdi. Tanrılara karşı inançları vardı ve dualarını ederdi. Anlamlandıramadığı çoğu şeyi babasından arda kalan kitaplarda bulmuştu. Aynı kitapları o kadar çok okumuştu ki ezberlemeye başlamış ve artık ormandan geçenlerin kaçarken düşürdüğü heybelerinden okunacak, yazılacak şeyler arar olmuştu. Ormanda kendi ürettiği tedavileri yazmak için kağıtları biriktirir olmuştu.

Oraya vardığında bir kaç insan cesedi ve parçalanmış at cesetleri dışında bir şey görememişti. Kan izleri fırtına yüzünden kaybolmaya başlamıştı. Korku ile etrafına baktı. Kızıl Ormanda Kara Kurtlar dolaştığını görmüştü son zamanlarda. Kışın sertleşmesi ile dağdan aşağıya inmeye başlayan kurtlar arkasında çok leş bırakmadan silip süpürüyordu her şeyi. Şimdi ise leşler vardı ve biraz daha yaklaşınca ölü dört kurdu gördü. Kesikler vardı hayvanların üstünde. Bir süre onları yokladı. Ardından dizleri üstüne çöktü. Kurtlar kutsaldı. Geyikler kutsaldı. Ve atlar insana kulluk eden hayvanlardı. Darta ve ormanın koruyucu ruhlarına dua edip onların ruhlarını kabul etmesini istedi. bir hayvanın insan tarafından öldürülmesine sinirlenmişti. Ardından parçalanmış insan cesetlerini gezerken bir kıpırtı ile irkildi. Bir el kalkmıştı devrilmiş atın altından. Ve inlemeli bir ses duyulmuştu. Yardım istiyordu orada sıkışıp kalmıştı ve atı itecek kadar gücü yoktu. Yardım isteyen adam yaralıydı ve dönmek üzereydi. Geldiği kızağındaki malzemeleri indirdi ve çekerek kızağı yaklaştırdı. Tipi sertleşiyordu ve yolunu kaybetmesine sebep olmasını istemiyordu. Bütün gücünü kullanıp atı kaldırmaya çabaladı. Dakikalarca kan ter içinde atı itekleyip kaldırmak için uğraştı. Adam elinden geldiğince ona destek olmak için çabalamıştı ve sonunda kendini sıkıştığı yerden çekti. Nefes nefese kalmıştı ikisi de.

''Kızağa mı bineyim?'' nefesini toparlarken ona kızağı gösteren kişiye sormuştu. Kendini sürüdü ama ona yardım edene kadar kızağa binemedi. Londaga'nın oğlu onun bindiğinden emin olunca kızağı çekmeye başladı. Ağır bir adamdı ve onu çekmek zordu. Her adımda daha da ağırlaşıyor gibi gelmişti. Sert esen rüzgar onu kamçılıyordu.

Kulübeye geri döndüğünde beklenmedik bir şey vardı. Etrafında birileri dolaşıyor ve konuşuyorlardı. Taşıdığı adamla aynı giyinmiş olan bu adamlar korku içinde ve sığınacak yer arıyor gibiydi. Bir süre onlara uzaktan baktı. Ardından kızağı çekerek yavaş yavaş onlara doğru yaklaştı. Üstleri kürklüydü. Ama üşüyorlardı. Kuzeyli değillerdi. Liderleri ise kulübenin verandasında çöküp kalmıştı.

''Birisi yaklaşıyor efendim!'' bağrışmalara aldırış etmiyordu Londaga'nın oğlu. Kızağı çeke çeke geldi. Durup cebinden büyük bir anahtar çıkardı. Veranda basamaklarını çıkarken diğerleri kurtulan arkadaşlarının yanına koşmuştu. Anahtarı biraz önce herkesin zorladığı kilide sokup çevirdi ve kapıyı itekledi. Veranda da oturan adama göz ucu ile bakıp geri aşağıya döndü. Yüzünü saran atkı kar doluydu ve cübbesi başını saklıyordu.

''Onu taşıyalım.'' diye aralarında kararlaştırıp hemen arkadaşlarını içeriye kulübeye taşıdılar. Çok geniş değildi ama bu davetsiz dört misafiri ağırlayacak kadar genişti. Veranda da oturan adamda ayaklanıp içeri girerken ev sahibi kızağını sağlamca bağlayıp içeri elinde bir kaç kütükle girdi. Yanan ocağı körükledi ve odunları attı. Yaralı adamı yatırdıkları sedire doğru dönüp yüzünü saran atkıyı çözmeye başlamıştı.

''Bizi kabul ettiğin için minnettarım. Bunun karşılığını ödeyeceğim.'' Efendileri yani liderleri konuşurken diğerleri saygı gereği ayakta duruyordu. Ama hepsi birden donup kalmıştı. Ne diyeceklerini bilemediler. Karlar dökülerek cübbe çıkınca öylece beyaz saçları beline kadar inen ve saf kan Rahom soyundan olan kişiye kitlenip kalmışlardı. Gri gözlerinin üstündeki beyaz kaşları çatıktı. Sedirde uzanan adamın yanına doğru gitti. Kenarda duran ayaklarına dört ufak tahta tekerlek takılmış masayı sürüdü. Kara Kurdun diş izlerini görmek için onu soydu ve yaralarına bakıp kaldı. Düştüğünde kolunu kırmıştı ve kolu yamuktu. Bacağında ise derin diş izleri vardı. Hemen müdahale etmek için hazırlanmaya başladı. Bir şişe aldı arkada yükselen raflardan. İçinde açık sarı bir sıvı vardı. Temiz bir mendile döktü ve yarı uyanık adamın burnu ve ağzına bir süre bastı. Bekledi ve elinde son bir seğirme olunca mendili çekti. Onu sessizce izlemeye başlamışlardı. Önce kolu düzeltti. Bir kaç hareket yaptı ve iki simetrik tahta arasına alıp dikkatle sardı ve daha kalın bir bezle bütün tahtayı kapatacak şekilde sarmaya devam etti. Daha sonra ise bacaktaki yarayı temizleyip parçalanmış etleri dikti. İşini bitirdiğinde uyuyan adamın sağ kolunu tuttu. Nabzını bir süre dinledi ve yüzünde ufacık bir tebessümle kalktı. Karşıdaki sedirde ve ocağın başında çökmüş adamlara bir süre baktı. Ufak tefek yaraları vardı. Onları tedavi etmek için işe koyuldu. Hava iyice karardığında Kızıl Çam ormanın içinden topladığı şifalı otlardan bir çay demledi. Onlara yiyeceğini sundu ve tek bir kelime dahi etmeden yaralarını sarıp, karınlarını doyurup, kalacak yer verdi. Tütsülenmiş etten yaptığı yahnisine uzun süredir fırtınada cebelleşen adamlar bayılmıştı. Övgüler karşılığında ufak bir tebessüm alıyorlardı. Kulübe iki odalıydı. Birisi bu ilk girişin olduğu yerdi. Hem mutfak, hem bir şifa haneye benziyordu. Diğer taraf ise daha genişti. Oturacak yerlerin yanı sıra duvarda iki sıra tap vardı. Ve daha ufak bir soba vardı. Misafirlerini akşam yemeğinden sonra oraya almış ve ağır yaralı hastayı orada dinlenmeye bırakmıştı. Yaktığı gaz lambasının fitilinden sakin bir çam kokusu geliyordu. Onları rahatlatan bu sessiz yer sıcak ve korunaklıydı. Günlerdir yürümekten ayakları şişmişti kiminin. Botlarını çözüp ayaklarını ovmaya başlamıştı ikisi. Bir süre sessizlik içinde fırtınanın uğultusunu dinleyip gaz lambası eşliğinde kitap okuyan soylu Rahomlu genci izlediler. Erkek mi yoksa kadın mı olduğundan şüphe diyorlardı. Yüzünde tek bir tüy yoktu. Saçları uzundu ama göğsü bir kalas kadar düzdü. Anlam veremediler. Üstündeki kıyafetleri göğüslerini saklıyor olmalı diye düşündüler. Aralarında sessizce fısıldaşmalar başlamıştı. En genç olanları çoktan sobanın dibinde uykuya dalmıştı. Yumuşak kürklerin üstünde mırıltı içinde uyuyordu. Efendileri ise dalgın halde kitabını okuyan Rahomlu genci izliyordu.

''Bu gece hayatta isek sizin sayenizde hayattayız. Adamlarımı ve beni evinize kabul edip yemeğinizi paylaştınız.'' efendileri konuşmaya başladığında dikkati kitapta olan Rahomlu ona göz ucu ile bakmıştı. Kitabı kapatıp oturduğu sandalyenin önündeki masaya bıraktı yavaşça.

''Bana kendinizi borçlu hissetmeyin. Kapım herkese açıktır.'' İlk defa sesini duymuşlardı. Yumuşacık ve toktu. Sakin ve bir o kadar derindi. Dudakları yukarı doğru bükülmüştü.

''Yorucu bir macerada olduğunuz belli. Sizin için yataklarınızı kurmama izin verin.'' dedi. Kalkıp örtüler ve yorganlar olan yüklüğe yürüdü. Şilteleri serdi ve onlar için üç yatak kurdu. Efendileri ve birisi sedirde yatarken diğeri yerde kürkler üstünde uyuyan arkadaşı ile yan yana yatacaktı. Kendi yorganını efendiye vermişti. Onların rahat etmesi için yan tarafta yatacağını söyleyip iki odayı ayıran kapıyı çekip çıkmıştı.

''Bir gece daha dışarıda kalsaydık ölmüştük efendim. Tanrılar bizi onunla karşımıza çıkarmasaydı halimiz beterdi. ''Efendisi ile konuşan sedirde yatan adamdı. Efendisi ise şaşkınlık içindeydi.

''Rahom asili birisinden beklenecek davranış. Büyükler onların kibar ve nazik olduklarını anlatırdı. Gölgeler akıllarını çalana kadar bilinen en yardımsever ve nazik kişilermiş. Onlardan kalmadı sanırdım.'' Yastığa başını koyup gözlerini tavana dikti. Fitil sönünce sessizlik keskinleşti. Sadece fırtınanın uğultusu ve arada ormandan gelen hışırtılar dışında başka bir şey yoktu etrafta.

Yorgunlukla öyle uzun bir uyku çekmişlerdi ki... Uyandıklarında etraf aydınlık ama tipi hala devam ediyordu. Uzun kışın on sekizinci senesiydi. Ve her sene biraz daha sertleşiyordu soğuklar. Artık topraklar Güneyde bile donmaya başlamıştı. Bu kadar sert bir kış yüz yıllar önce görülmüştü. Tekrar böyle bir kış hayra alamet değildi. Bu kışın ne zaman biteceğini kahinler bile söyleyememişti. Yıllardır süren kışın bitmesini herkes beklerken bir savaşın patlak vereceği ise tahmin bile edilemiyordu. Ambarlar tükeniyor ve kıtlıkla hastalıklar baş gösteriyordu. İnsanlar savaşın ve kışın sertliği getirdiği hastalıklar içinde boğulurken her şeyden uzak bu kulübede bulunan beş kişi tipi dinene kadar burada kalmaya devam edecekti. Yemek için sabah tekrar bir araya geldiklerinde ev sahibi açmıştı konuyu.

''Tipi bitip o ayağa kalktığında gidebilirsiniz. Öncesinde yola çıkmak size ölüm dışında bir şey getirmeyecek.'' Teklifi açık ve netti. Onu geri çevirecek halde değillerdi. Bu süre boyunca ona misafir olmayı kabul etmişlerdi. Bu sürede onunla kaldıkları yerde işlere yardım etmek için uğraşmışlardı. Kimi yemek yapmayı denemiş, kimi ise daha ileride bulunan barakadan odun ve yiyecek malzemesi taşımıştı. Tipi bir hafta daha devam etmiş ve bu süre içinde misafir oldukları kişinin adını öğrenmişlerdi. Konuşma yaralı arkadaşları kendine geldiği bir akşam yemeği esnasında geçmişti.

''Size bir hayat borcum var!'' yaraları henüz iyileşmemişti. Elinde bir kase tavşan yahnisi vardı. Sabah barakanın önünde donmuş bir tavşan bulmuşlardı ve onu pişirme fikri sonrası akşama güzel bir yemek yapmışlardı.

''Benim işim bu! Yaşamları kurtarmak.'' yemeğini yavaş yavaş oturduğu yerde yiyen ev sahibi konuşuyordu. Saçları gevşek bir örgü ile örülüp üç defa üst üste katlanmıştı. Bir kurdele yardımı ile ensesinden bağlanmıştı.

''Adınızı öğrenebilir miyim?'' yaralı genç konuşmaya devam ediyordu. Ona ''Efendi'' diye sesleniyorlardı diğerleri. Liderleri bile ona ''efendi'' demişti. Karşısında yemeğini yiyen ev sahibi bunun üzerine ilk defa adını birilerine söylemişti.

''Kuwala! Rahom Kuwala Akanov.'' kendinin ne olduğunu bilmiyordu ama babası ona tam adının bu olduğunu söylemişti. Rahom ne demekti bilmezdi. Sadece ön adı sanıyordu. Akanov soy adı ise babası tarafından aldığı bir soy ad olarak kalmıştı.

''Efendi Kuwala. Adınızın anlamını biliyor musunuz?'' liderleri konuşmuştu bu sefer. Edebiyatta oldukça başarılı bir liderdi. Okur ve iyi dövüşürdü. Senelerdir yetiştiriliyordu. Özel dersler alıyordu. Edebiyat, kılıç ve dövüş üzerine çok ders almıştı. Kuwala adının anlamı oldukça manidardı.

''Sanmıyorum! Babam bu ismi neden koydu bilmiyorum.'' Lider gülümseyip ona dikti gözlerini.

''Şifalı Beyaz Gelinciği biliyor musunuz? Oldukça nadir bulunan bir kış çiçeğidir. Her yaraya derman olduğunu bir hekim olarak biliyor olmalısınız.'' Efendi Kuwala ona bakıp kalmıştı. Şifalı Beyaz Gelincik çiçeğini biliyordu. Ormanda sıkça karın altından fırlayan bu çiçeklerden arardı. O kar tabakasının altından hızla çıkardı. Ve bir kaç gece sonra solup giderdi. Her yıl bir defa çiçekler görülürdü.

''Biliyorum.''

''Adınızın karşılığı bu çiçektir. Kuwala demek narin ve beyaz anlamına gelir. Bir çok kişi Beyaz Gelincik çiçeğinin bu adını bilmez. Ama eski lahitlerde böyle geçiyor adı. Tesna abisi Hammuaş tarafından yaralandığında Kuzey dağlarına büyük Darta'nın yanına gelir. Ölmek üzereyken karların üstünde yatarken birden bu çiçekler açmaya başlar. Ayın olduğu o günde çiçekler öyle hoş bir koku saçar ki, Tesna bu kokuya kapılıp bir kaçını yer. Sabah ise bütün yaraları iyileşmiş halde ayağa kalkar. Darta onu kurtarmak için dağlarında bu çiçeği açtırmıştır. Tesna o gün yeniden dirilip Abisi kötülüklerin Tanrısı Hammuaş ile tekrar savaşır. Ve bu sefer kazanıp barışı getirir. Ve geri dönüp bu çiçeklere beyaz ve narin anlamına gelen Kuwala adın koyar. Bu çiçekler kadar narindir ki dokunduğunda küsüp yapraklarını döker. Ama kokusu bile şifa verirmiş. Onu küstürmemek için nazik olmak gerekirmiş. Küserse yaprakları zehirler. Hem zehri hem ilaç olabilen bir çiçeğin adını koyan anneniz oldukça akıllı bir kadın olmalı.'' Övgüsünün sonunda boş gözler ona bakıp kalmıştı. Lider bir hata yaptığını düşünüp ona sordu.

''İncitici bir şey mi dedim?'' Efendi Kuwala gözlerini ona dikip kalmıştı. Gri gözleri cam gibiydi. Bütün duyguları saklıyordu adeta.

''Annem ben doğarken ölmüş. Adımı babama borçluyum efendi.'' dedi. Yaşı henüz on sekiz bile değildi. On yedisinde genç bir Rahom soylusu... Ama ne olduğunu bilmiyordu. Adının anlamını bile bir yabancıdan öğrenmişti. Bu içinde bir burukluk yarattı. Salınarak masadan kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Lider onu kırdığını düşünüp ayaklandı. aldığı eğitimden dolayı evinde kaldığı adama saygısızlık yaptığını düşündü. 

''Efendi Kuwala nereye gideceksiniz? Dışarıda korkunç bir tipi var!'' Lider onu durdurmak için konuşmaya başlamıştı. Kuwala ise kürkünü omuzlarına atıp yüzünü sarmaya başlamıştı. 

''Size eşlik etmem izin verecek misiniz?'' Ev sahibi efendi Kuwala bir şey demeyince Lider onun peşine takıldı. onunla dışarı fırlamıştı. Kızağını alıp yürürken onu takip etmeye başladı. 

Tipide onu kaybetmekten çekinerek yanına doğru sokularak gidiyordu. bu havada çıkıp dolaşmak fikrinin ne kadar saçma olduğunu anlatmak için konuşmaya karar verdiğinde birden duraksadı. birikmiş kar burada son buluyordu adeta. hissettiği sıcaklık ise ilerideki büyük kaynaktan geliyordu. mağara ağzında kar vardı ama incecikti. Efendi Kuwala oraya girince onu takip ederek içeri girdi. 

İçerisi aydınlıktı. Mağaranın tavanında kocaman bir delik vardı. Efendi Kuwala onun şaşkınlığına gülümseyerek tepki verdi. 

''Burada büyük bir sıcak su kaynağı vardır. Suyunun şifası ise bambaşkadır.'' soyunmaya başlamıştı. uzun saçlarını açmadan soyunup suya girdi. Lider ise etrafı kontrol ediyordu. sıcak mağara bir çok vahşi hayvan için sığınak olabilirdi.

''Merak etmeyin, buraya çok hayvan gelmez.'' Efendi Kuwala onun endişesini giderip suya davet etti. Lider biraz çekingen kalmıştı. Uzun yolculuk ve soğuktan sonra sıcak suyun iyi geleceğini düşünüp soyunup girdi. Efendi Kuwala onun karnındaki yara izine bakıp kalmıştı. 

''Büyük hayvanla mı boğuştun?'' Liderin yara izini göstermişti. 

''Görüp görülecek en tehlikeli varlık yaptı bunu bana!'' Efendi Kuwala ona merakla bakıyordu. 

''Tanrıların kanından yaratılanlar. Yani insanlar.'' Efendi Kuwala bunu duyunca bir kahkaha atmıştı. Sesi mağarada yankılanmıştı. 

''Neden sizi yaralamak istediler?'' Kahkahasını bitirince merakı devam etti. 

''Bir savaştayız. Ve beni öldürmek için ellerinden geleni yapacaklar.'' Karşısında ona boş gözlerle bakan Kuwala'ya dikti gözlerini. 

''Savaşın ne demek olduğunu biliyor musun?'' başını salladı karşısında suyun içinde oturan Efendi Kuwala.

''Savaşlar korkunçtur ve insanlar birbilerini katleder. Son üç senedir süren savaşı duydun mu?'' Gen Efendi Kuwala başını iki yöne sallayınca Lider onu kıskanmıştı. Soyutlanmış dünyasında orman için endişenen ne kadar masum bir adamdı o. Savaş ve katliam ne demek bilmezdi.

''Benide tanımıyorsun o zaman.'' Ona doğru yaklaştı. Aralarında bir metre kalınca duraksadı. Ayakları yere değiyordu.

''Kara Kurt Daki. Beni böyle bilirler. Üç senedir ön cephelerde savşaıyorum. Yakın zamanda tipi başladığında bir grup düşman askeri bizi kovalamaya başladı. Siyah Kurtlara binen adamlar. Onlardan kaçmak için girdiğimiz ormanda kaybolduk. Daha önce savaş bu kadar Ormanın derinliklerine doğru ilerlememişt.'' Genç Efendi Kuwala şaşkınlıkla ona bakıyordu.

''Neden birbirinizi öldürüyorsunuz?'' sorusu oldukça basitti. Cevabıda öyle olmalıydı diye düşündü Kara Kurt Daki.

''Yemek için.''

''Ormanda yeterince yiyecek var. Bunlar yetmez mi?'' Kara Kurt Daki bakışlarını onun üzerinde gezdirdi.  Ne masum bir adam diye düşündü.

''Binlerce insana yetecek kadar yiyeceğin var mı?'' sessizlik başlamıştı. Kara Kurt Daki onu bir süre süzmeye devam etti. Bir mermer heykel gibiydi yüzü. Altın Krallığında gördüğü heykellere benziyordu teni. Tek bir yara izi bile yoktu bedeninde. Dokunulmamış ve kutsal duruyordu. Güzeldi ve göz alıcıydı. Bir Rahomun bu kadar güzel olacağını hiç düşünmemişti. Gölgeler onların akıllarını çelmeye başladıktan sonra herkes onlardan canavar gibi söz etmiş ve Bakren Hanedanlığı onların yok oluşunun şerefine yıkım gecesini bayram ilan etmişti.

''O kadar masumsun ki... Seni insanların kirli düşünceleri ile doldurmayacağım.'' Genç Efendi Kuwala bunu duyunca utançla gülümseyip ona bakmaya devam etmişti. Kara Kurt Daki o kadar çirkin insanlar görmüştü ki... Onların acımasız savaşında yer alan bir general olmaktan utanmıştı. Acımasız ve soğuk insanların aksine burada güzel ve merhametli bir beyaz gelincik ile karşılaşmış olmanın verdiği mutlulukla gülümsemişti.

''Neye gülüyorsun?'' Genç Efendi Kuwala çekingen değildi. Sorularını sormaya utanmazdı.

''Sadece düşüncelerime.'' diyerek geçirştirdi Kara Kurt Daki onu. Bir süre daha sıcak suyun verdiği huzuru orada paylaştılar. Genç Efendi Kuwala onunla konuşmaktan hoşlanmıştı. Sesi sert ama kırıcı değildi. Onda gördüğü şey hoşuna gitmişti. Erişkin bir erkek olan bu adamdan etkilenmiş ama bunu anlamlandıramadığı için sadece onu tanımaya çalışmıştı.

''Sizin adınızın anlamı ne?'' Daki bu anı bekliyor gibi övünçle elini göğsüne koymuştu.

''Can alan yer altının hakimi tanrının adı. Bu ismi bana sevgili annem vermiş. Hırçın ve diğer kardeşlerime göre oldukça azimli olduğumu düşünüp bu adı bana vermiş.'' Genç Efendi Kuwala düşünmüştü. Daki adında bir tanrı duymamıştı. Onun bildiği tanrılar Kuzey tanrılarıydı.

''Hangi Diyardan geldiğimi merak ediyor musun?'' ona biraz daha yaklaşıp yanında durdu. Suya elini sürüp gülümsedi.

''Güneyden geliyorum ben. Büyük UngurPan krallığının soylu hanedanlığının üçüncü oğluyum. Kralımızın emrinde güçlü bir general olacağım. Tıpkı babam gibi.'' Genç Efendi Kuwala ona göz ucu ile bakıp elini sürdüğü suya çevirdi bakışlarını tekrar.

''Bende babam gibi iyi bir hekim olmak istiyorum. Herkes benim için yaşamayı hak ediyor.'' Daki bunu duyunca beynindne vurulmuş gibi donup kalmıştı. Geçmişindne ve soyundan habersiz bu adama hayranlık duymamak elinde değildi. Yüce bir hanedanlığın son üyesiydi ama bir hekim olmaktan söz ediyordu. Güldü. Donuk bakışları yumuşadı ve gülümsedi. Elini uzatıp yanında duran adamın çıplak omuzuna koydu.

''Olacağına inanıyorum. Hekimlerin kalpleri temiz olurmuş. Seninde öyle.'' dedi. Daha sonrasında biraz yüzüp çıktılar. Geri dönmeden önce mağaranın karanlık köşelerinden Genç Efendi Kuwala bir kaç ot yolmuştu. Oraya babası gibi tohumlar ekip şifalı otlar yetiştiriyordu. Kış mevsiminin işgal etmeyi unuttuğu bu ufak vahada şifacılık yeteneklerini geliştirmek için uğraşıyordu.

''Arkadaşınız Cohin'i bu suya getirmeliyiz. Tipi bitince gelirse ayağa kalkacak kadar iyileşir. Bu su onun yaralarını hızla iyileştireceğine eminim.'' demişti. Kara Kurt Daki onu onayladı.

            O günden iki gün sonra tipi durmıştu. Iki gün boyunca Kara Kurt Daki sürekli Genç Efendinin etrafındaydı. Onun yaydığı enerji hoşuna gitmşti. Onunla konuşmak, oturmak, yemek yemek ve hatta odun kırmak bile zevk veriyordu. Onun sohbetini farklı buluyordu. Sürekli bilmediği kelimelerin olmasından dolayı Daki'ye sorular soruyordu. Daki ise ona zevk içinde faklı kelimeler öğretiyordu.  İki gün sonra tipi durunca hepsi beraber tekrar şifalı suya gitmişti. Bu sefer orada huzur değil eğlence hakimdi. Suda debelenen ve şakalaşan kocaman adamların kahkahaları duyuluyordu etraftan. Bu kahkahalara eşlik eden Londaga'nın oğlu Genç Efendi Kuwala'da vardı. Suda şakalaşan adamlar ve saçma davranışları onun alışık olmadığı hareketlerdi.

Eğlenceleri devam ederken Kızıl Çam ormanında dinen tipiden fırsat bulan Kara Kurt Binicileride iz peşine düşmüştü. Onlarda bir o kadar enerjik ve avlarının peşindeydi. Koca kara kurtlara binip onları sürererk elelirndne kaçırdıkları UngurPan Askerleri ve generallerini aramaya koyulmuştu. Genç Efendinin misafirleri ise savaşı unutmuş ve onun büyülü dünyasının aurasında kendilerini kaybetmişlerdi.

''Genç Efendi Kuwala bir şey sorabilir miyim?'' Cohin söz istemiş gibi ayağa kalkmıştı. Su ağırlığını azaltıyordu. Bu yüzden bileğine basabiliyordu. Kolu ise hala iki tahta arasındaydı.

''İyi bir hekimsiniz. Bu yüzdne bizimle gelmelisiniz. Tedavi edilmeye ihtiyacı olan çok kişi var önümüzde. Onların yaralarını sarıp yardım edebilirisiniz.'' demişti. Daki ise birdne hırçınlaşmıştı. Onun buradaki doğallığı bozulacak diye korkmuştu. O bir beyaz gelincikti ve kırılgandı. Naif yapısı bozulursa bir anlamı kalmazdı.

''Böyel bir teklifte bulunmamalısın.'' Sesinin sertliği her zmanakinden farklıydı. Genç Efendi Kuwala bile ürpermişti. Bir kurt hırıltısı gibiydi.

''Sorun değil zaten gelemeyeceğimi söyleyecektim.'' Ortalığı yatıştırma çabası içind ekonuşmuştu genç efendi. Kara Kurt Daki ise ne yaptığını anlayamamıştı. Nedne öyel yüksek sesle bağırdığını anlamlandıramadığı için sessizliğe gömülmüştü. Eve dönüş saatine kadar doğru düzgün konuşmamıştı bile. Geri dönerken kızaktaki arkadaşlarını taşıyan adamlar arkada kalmıştı. Genç Efendi Kuwala ve Kara Kurt Daki ise önden gidiyordu. Yan yana yürürken konuşmuyorlardı. Genç Efendi Kuwala sessizliğe aşinaydı. Ancak Kara Kurt Daki dayanamadı.

''Amacım seni azarlamak değildi.'' Genç Efendi Kuwala onun insanları bilerek kırmadığını anlamıştı.

''Endişe ettiğinizi biliyorum. Biraz fazla cahilim sizin dünyanız için. Bu cehalet beni ölüme sürükleyebilir. Daha adındans öz ettiğiniz krallıkları ve haneleri bile bilmiyorum.'' Daki ona göz ucu ile baktı.

''Adın gibisin. Kırılgan ve küskün bir çiçek. Seni topraklarından uzaklşatırırsam öleceğini düşündüğümü anlamana sevindim.'' Genç Efendi Kuwala gülümsemişti ama yetersizliği canını sıkmıştı. Bu dostunu sevmişti. Onun anlattığı gibi bir dünya olup olmadığını görmek istiyordu. Korkularını geride bırakabileceğini düşünüyordu. Fakat Kara Kurt Daki onun sorumluluğunu almaktan kaçınıyordu. Bunu anlıyordu. Kimsey eyük olmak istemediği için tebessümleri ile cevap veriyordu.

            Bir kaç gün sonra toparlanmıştı askerler ve Kara Kurt Daki. Artık gitmeye hazırdılar. Güneş bulutlar arasından çıkmıştı. Ve ikinci tipi gelmeden oradan ayrılmaları gerekiyordu. Genç Efendi Kuwala çok erken kalkmıştı. Onlar için yemek ve yanlarında götürmeleri için yiyecekler hazırlamıştı. Şifalı ilaçlar hazılrayıp hepsini tek tek etiketlemişti. Son yemekleri olduğunu düşündükleri için masa sessizdi. Cohin bir cesaret konuştu.

''Efendi Kuwala, bizi ağırlayıp kabul ettiğinzi için çok teşekkürler. Yakında yolumuz buralara düşerse tekrar bu yumuşak sedirinizde oturup sizinle sohbet etmek isterim.'' dedi ve şükranlarını sundu. Yolculuğa çıkmalarına az kala hepsi vedalaşmıştı. Kara Kurt Daki ise onunla vedalaşmak için yalnız kalmayı tercih etmişti. Aralarında hızlı gelişen dostluğu bir daha kimse ile elde emeyeceğini düşünüyordu. Bu vedayı unutulmaz kılmak istiyordu.

''Herşey için teşekkür ederim.'' demişti. Verandada dikiliyorlardı. Diğerleri ise arkada daha ufak olan kızağa malzemelerini yüklüyordu.

''Kendine iyi bak Kara Kurt Daki. Savaşı kazanırsan mutlaka bu taraftan geç. Bana savaşı nasıl kaznadığını anlatırsın.'' demişti. Onun için ufak bir paket hazırlamıştı Genç Efendi Kuwala.

''Bu paketin içinde kurutulmuş beyaz glenincik çicekleri var. Yaralandığında çiğne ve yarana koy. Ağrını alacaktır.'' dedi. Uzattığı ufak mavi beze sarılı paketi almıştı Kara Kurt Daki. Sıra ondaydı. bir veda hediyesi vardı aklında. Sadece vermekte tereddüt ediyordu.

''Sana son bir şey öğreteceğim.'' demişti. Genç Efendi Kuwala bilgiye düşkündü. O kadar çok şey öğretmişti ki Kara Kurt Daki ona. Daha ne öğretebilir diye heyecanlanmıştı.

''Sanırım bu dünyada görebileceğim en temiz kalpli adam sensin. Bu yüzden beni yanlış anlamayacağını biliyorum.'' demişti. Eğilmiş ve onu dudaklarındans akince öpüp başını okşayıp ön verandaya doğru yürümüştü. Bunu yaparken hissettiği panik yerini bir dinginliğe bırakmıştı. Bir adamı öpmek.. Onun için imkansız bir durumdu. Altın Krallığında erkeklerle yatan erkekleri gördüğünd etiksindiğini anımsadı. Ama şimdi bir adamı öpmüştü. Kendi kendine gülerek askerlerinin yanına geldi.

            Genç efendi Kuwala ise kalbinin çarpıntısı ile tutunacak yer aramıştı. Daha önce hissetmediği bu duygu bacaklarını birbirine doluyordu. Ne yapacağını bilemedi. Yanakları ve dudakları yanıyordu. Bu yaptığının ne olduğunu anlayamamıştı ama hoşuan gitmişti. Bu duygu o kadar canlandırıcıydı ki... Tekrar istiyordu. Bu hissi yaşamak için tekrar istiyordu. Kendini toparlayıp ön verandaya yürüdü. Am açoktan kızağın uzaklaştığını ve onların yürümeye başlayıp patikaya girdiğini gördü. Eli havada kaldı. Seslenmeyi düşündü ama öylece kalmıştı.

''Baba erkektir, anne ise kadındır. Peki Efendi Daki ne?'' deyip duruyordu oturduğu yerde. Onun bir kadın olmadığını biliyordu. Kendiside değildi. Garip düşünceler içinde verandada hava kararana kadar oturup kalmıştı. Sonrasında içeri girip ocağı ve lambayı yakmadan sedire uzandı. Öylece uyuyup kalmıştı.  Kapısının zorlandığını duyduğunda korku ile uyksuundan uyanmıştı. Ay ışığı içeri süzülüyor ve kapıdan tıkırtılar geliyordu. Dışarıda ise meşale ışıkları vardı. Ne yapacağını bilemeyerek olduğu yerd ekaldı. Babasının paslı hançeri geldi aklına onu almak için ayağa kalktı. Hemen kapının ardına saklandı. Kapının açıldığını duydu ve gıcırdayan tahta geçilip ikinci kapı iteklendiğinde ise hançeri savurmuştu. Bileğini yakalayan elin iriliği ve kalınlığı onu korkutmuştu. Bileğini o kadar şiddetli sıkıyordu ki iri adam kıracaktı.

''Reis buarad birisi var!'' sesinin gürlüğü ve çirkinliği yzüüne yakışıyordu. Uzun sakalı saçlarına karışmış ve kalpağı gzölerine kadar inmişi adamın. Genç Efendi Kuwala'yı kolundan tutup sürüyerek dışarı çıkarmıştı. Sayıları ondan az olan kara kurtlar ve kaba adamlar bahçesinde yer işgal ediyordu. Etrafı kurcalıyrolardı. Onu görünce hepsi duraksamıştı.

''Bir Rahomlu!'' diye yükselmişti sesler. Tıpkı Kara Kurtlar gibi ulurcasına konuşuyorlardı. Ve kurtları onların ulumasına eşlik ederken sesleri mola vermiş Kara Kurt Daki ve askerlerine ulaşmıştı.

''Peşimizdeler mi?'' Cohins ekerek ayağa kalkmıştı. Kara Kurt Daki ise geçtikleri patikaya dikti gözlerini. O anda aklına tek başına kalmış olan Kuwala gelmiş ve gözleri irileşmişti. Aklından geçenler kılıcının kabzasını daha sıkı kavramasına sebep olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm İki         Zincirlerinden Kurtulmuş İki Ruh

 

            Kara Kurt Daki o kadar hızlı gidiyordu ki ona yetişemiyordu adamları. Koşarken soluğu kesilmiyor ve oraya varmak için acele ediyordu. Ne var ki zaman onun her saniye alehine işliyordu. Raya vardığında göreceklerinden korkuyordu. Orada yalnızlığa terk ettiği Beyaz Gelinciği düşünüyor ve kalbi acı ile kıvranıyordu. Vicdanın ağırlığı ve kalbinin acısı bacaklarını gevşetiyordu. Kısa olması için ormana dalıp koşmaya devam etmişti. Raya vardığında şafak yavaş yavaş söküyor ve karşısında yanan bir kulübeden başka bir şey yoktu. Bacakları daha fazla dayanamamış ve olduğu yere çöküp kalmıştı. Kılıcından destek alarak ayakta kalabilmişti. Onu öptüğü veranda ateşler içinde yanarak çatırtılar çıkarıyordu. Günün ışıkları ile etraf aydınlanırken adamları ona yetişmiş ve oldukları yerde kilitlenip kalmışlardı. Beklenmedik bu manzara yüzünden şaşkındılar. Ulumaların yakınlığına rağmen kulübe onlara çok uzaktı. Yetişememişler idi. Cohin etrafa bakmaya başlamış ve kan izi arıyordu. Boğuşma izleri... Ama bulduğu şey insan ayak izleri ve kurtların pençe izleriydi. İnsanların burada olmaması gerektiğini biliyordu. Burası bulunamayacak kadar zor değildi ama patika sayesinde buraya uğramadan geçip gitmeleri gerekirdi.

''Bizi arıyorlardı! Ona ne yapmış olabilirler.'' etrafta bir iz bulmak için dolanmaya başlamışlardı. Liderleri Kara Kurt Daki ise ormanın derinliklerine gözlerini dikmişti. Düşünüyordu. Orada bir yerde onun olduğu hissi ile ayaklandı ve hızla ormana doğru daldı. İç güdüleri onu asla yanıltmazdı. Patikanın ilerisinde izlerin yoğunlaştığını görmüştü. Onları takip edecekti. Adamlarının buna rızası vardı. Onları kurtarmış birisi için kan dökmek şeref olurdu.

''Efendi Kuwala'yı bulacağız ve sürüyü dağıtacağız.'' Komutanlarından sonra rütbesi en yüksek olan Cohin idi. Orada arkadaşlarına emir vermiş ve şafağın ilk ışıkları ile tekrar iri Kızıl Çam ağaçları arasına daldılar.

İki gün bir gece geçirmişlerdi arayışlarında ama bulamıyorlardı. En sonunda kaplıcanın bulunduğu mağaranın yolunu tutmuşlardı. Bir şeyler atıştırıp bir plan yapmayı umuyorlardı. Hava kararmaya başladığında karların eridiği yere yaklaşmışlardı. Birden durdular. Konuşmaların yankısı ve ışıklar onları tedirgin etmişti. Kara Kurt Daki onlara geride kalmalarını söylemişti. Yavaş yavaş mağaradan içeri doğru süzüldü ve geniş kaplıcanın olduğu yere gelince durdu. Oradaydı. Aradıkları adamlar ve narin beyaz gelincik orada duruyordu. Kaplıcanın üstüne doğan aydan uzakta köşede başı önüne düşmüş dizlerini göğsüne çekmiş halde oturuyordu. Birden başını ona doğru çevirmişti. Hissetmiş gibi karanlıkta ona bakan gözlere odaklandı. Kara Kurt Daki ise parmaklarını soğuktan kurumuş dudaklarına dayamıştı. Ona sessiz olmasını işaret ediyordu. Genç Efendi Kuwala iki gündür oradaydı ve karşısında peşinden koşamadığı Kara Kurt Daki'yi görünce gülümsemiş ve gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Beyaz saçlarında kan lekeleri vardı ve o kusursuz bedeninde oluşmuş yaralar. Daki geldiği gibi sessizce geri çıktı. İçeride kurtlar yoktu. Bu onlar için bir fırsattı. Gördüklerini anlatıp içeri direkt gireceklerini söylemişlerdi. Kurtar gece avındaydı. Onlara karşı kazanacakları tek an bu andı. Kurtlar geri dönerse canlı canlı yem olurlardı. Sessizce gölgelerden girip Kuwala'yı oradan almayı planladı. İçeri doğru süzüldüler. Ellerinde kılıçları vardı ve yorgun bacakları kasılmıştı.

''Sessiz olmalısın!'' yanına doğru sokulmuştu Kara Kurt Daki. Karanlıkta fark edilmeden kuytularda yürüyüp onun yanına çökmüştü. Etrafı kolaçan etti. Kaplıcanın keyfini çıkarıyorlardı. Bakren hanedanlığının güçlü birliği olan Kara Kurtlar oldukça vahşiydi ve bir adamları Ung askerlerinden onuna bedeldi. Korkusuz ve kurtları ile dehşet saçıyorlardı. İri cüsseleri ve kılıçlarının büyüklüğüne ulumaları eklenince Ung askerlerinin bacakları titremiş ve savunma hattı iki aydır geçilemiyordu. Onlardan öldürdükleri bir kişi için geri dönüp yüz kişiyi katlediyorlardı. Karanlık sanatlarda ustalaşmış olan bu adamlar büyüleri ile kurtları birer binek hayvan ve savaşçı olarak kullanmayı beceriyorlardı. Oysa eskiden beyaz kurtlar vardı. Beyaz kurtlar Rahom soyuna itaat eden güçlü ve iri hayvanlardı. İktidarlarını sağlayan şey gümüşten önce bu beyaz alfalardı. Şimdi Bakren hanedanlığı ve kara kurtlar kol geziyordu Kuzeyde. Daki'nın unvanı olan Kara Kurt buradan geliyordu. Onlardan binlercesini acımadan biçip geçmiş ve bir kara kurt alfası olduğu söylentisi ortaya çıkınca Güneyli savaşçı lakabı ile övünç duymaya başlamıştı. Kuzeyin efsunları kadar hiç bir zaman başka bölgeler efsunlu olmamıştı. Tanrıların doğduğu bu topraklar parçalanıp yavaş yavaş sindirilmeye başlanmıştı bu savaşta. Ung soyunda payına düşeni istiyor ve bunun için savaşıyordu. Büyüler ve sihirler öğrenip iktidar savaşında güçlü olmak istiyordu. Genç yaşında general olmayı başaran Kara Kurt Daki nadiren büyü gören ve deneyimleyen Ung soyundandı.

Elindeki ufak bıçakla bağlanmış olan düğümü kesmek istedi ama çelik gibiydi halat. Genç Efendi Kuwala ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Kurtuluşuna bu kadar yakınken neden iplerin kesilmediğine anlam veremiyordu. İpler yere çakılmış kazığa bağlıydı. Bu ipi anımsıyordu Daki. Cephede çarpışırken görmüştü bunlardan. Normal bir ipe benzeyen ama çelik kadar güçlü ipler. Kurtların yularları bu iplerdendi. Oldukça kıymetli olan ipi Rahomlu beyaz gelincik için kullanıyorlardı.

''Kazığı çıkaracağım. Sessizce bekle.'' demiş ve çöktüğü yerden kazığı çıkarmaya başlamıştı. Etrafını hançerin ucu ile oyuyor ve bir yandan etrafa bakıyordu. Onu dikkatle izleyen genç Efendi ise duymayan kulağına konuşan adamın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çabalıyordu. Birden tiz bir ıslık sesi duyuldu ve Genç efendi Kuwala bir çığlık atıp başını bacakları arasına kıvırmıştı. Tiz ıslık devam ederken kaplıcadaki adamlar onu fark etmişlerdi. Hızla sudan çıkıp kılıçlarına abanırken Kara Kurt Daki'nin adamları saldırma fırsatı bulamadan Kurtlar adeta üstlerinden atlar gibi geçip gitmişti. Islık sesi ise köşede oturan en kıdemlilerinin elindeki ufak düdükten çıkmıştı. Kurtları çağırmak için çaldığı düdükle beraber içeri doluşmuştu sekiz kadar kurt. Daki ise olduğu yerde kalmıştı. Kılıcını almıştı eline ve ayağa kalkmıştı. Ama mücadele edemezdi. Ölümü saniyeler sürerdi.  

''Şans bizden yana kardeşlerim.'' düdük çalan adam kurtların kuşattığı tarafa doğru adım adım geliyordu. ''Reisimize hem bir Rahomlu sunacağız, hemde Kara Kurt Daki denilen Güneyliyi. En iyi av bu olsa gerek!'' kahkahasının yankısı duyuluyor ve Daki burada duyduğu ilk kahkahayı karalayan sesten tiksinmişti.

''Yapma!'' ince bir ses kulağını doldurmuştu. Sıktığı kılıçlı elini gevşeten sese itaat etmişti.

''Bir şeyi değiştirmeyecek!'' dedi. Genç efendi Kuwala başını yana doğru devirmişti konuşması bitince. Düdük sesinden rahatsız olmasının yanı sıra bu ses kulağından ince bir kan sızıntısına sebep olmuştu. Çok az duyan kulağı iyice duyamaz hale geliyor ve kanıyordu. Kara Kurt Daki elindeki kılıcı yere bıraktı. Olduğu yere çöküp kaldı. Tek güvencesi ise hala yakalanmamış adamlarıydı. Orada sessizce tutsak olacağını düşünüyordu. Yanılmış ve direndikçe daha fazla darp edilmişti. Sonunda ağzı yüzü kan içinde köşeye atılmıştı. Elleri sıkıca bağlanmıştı. Genç Efendi Kuwala onun için endişeliydi ama çok hareket edemiyordu.

Birden aklına burada yaşadıkları anlar geldi. Tatlı sohbetler ve mırıltılı konuşmalar. Daki'nin suyun içinde kımıldanışı ve arada kahkahalar atıp onun cehaletini sorgulayışı aklına geliyordu. Birden dudakları yanmaya başladı. Aklına veda hediyesi gelmişti. Gözleri kocaman açıldı. Omzuna doğru devrilmiş elleri arkadan sıkıca bağlanmış adama çevirdi başını.

''Efendi Daki!'' diye mırıldanmıştı. Cevap alamadı. Kesik nefes sesleri vardı.

''Size verdiğim beyaz gelincik yanınızda ise ondan çiğneyin.'' demişti. Kımıldandı. Başını zor kaldırdı.  Fena şekilde dövülmüştü.

''Göğsümdeki cepte!'' ona doğru eğilmişti. Genç Efendi Kuwala utanmıştı onun göğsüne elini sokarken. Nedensizce hisleri onda utanca sebep oluyordu. Çıkardığı keseden biraz oy aldı ve ona bakan adamın dudaklarına doğru uzattı.

''Çiğnemelisiniz. Ağrılarınıza iyi gelecek. Daha sonra yaranıza koyarız.'' dedi. Daki ona itaat etmeye devam ediyordu. Karşı gelemediği yumuşak ses tonu onu yönetiyordu.

Efendilerini kurtarmak için bir köşeye sinmiş dört adam ise ne yapacağını konuşuyordu. Cohin'i olaya dahil etmek istemediler. Yaraları iyileşmemişti. Girip çıkmak imkansızdı artık. Kocaman kurtlar orada devriye gezerken ölmek istemiyorlardı. Cohin sığındıkları mağaranın dışındaki kaya dibinde kaşları çatık onu dahil etmeyen astlarına sinirle bakıyordu.

''Uyumalarını bekleyip ikisini alıp çıkarız.'' Cohin onların saçma planını dinledikten sonra derin bir nefes aldı.

''Kurtlar orada olduğu sürece şansımız yok. Onları dışarı çekmeliyiz.'' bu sefer konuşmasını dikkate almışlardı. İlerideki derin karanlık ormanı gösterdi.

''Oraya onları çekip peşime takacağım. Bu sırada sizde...'' Astları ona bakıp kalmıştı. Topallıyor ve bir elini kullanamıyordu. Ne kadar dayanabilirdi ki?

''Olmaz.'' Çıkışmıştı ona hepsi yüksek sesle. Ama Cohin'in muazzam bir fikri vardı. Yaktıkları ufacık ateşi gösterdi.

''O zaman mağaranın önünü ateşe verip onları kaçıracağız.'' Bu sefer ona gülmüşlerdi. Planlarını beğenmedikleri gibi kendi fikirleri de çatışıyordu ve ay tepeye yükselirken hala oldukları yerde sayıyorlardı. Ancak içeride olaylar ciddileşiyordu. Kuwala'nın onu tedavi ettiğini yakalamışlardı. Liderleri bunu duyunca ona ders vermekten söz etmişti.

''Biraz eğlenmeliyiz. Seni reisimize götürmeden önce adamlarımın avın keyfini çıkarması gerekirdi. Eğer bir kadın olsaydın bu bambaşka olacaktı. Ama bu sefer daha farklı yollarla eğleneceğiz.'' demişti. Kuwala hırçınlaşan Daki'yi sakin tutmak için nazikçe ayağa kalkmıştı.

''Öfkeniz beni korkutmuyor efendiler.'' demişti. Nazik ve sükut dolu bu ses onları deli ediyordu. Aralarında bağrışarak anlaşan bu adamlar bu sesten tiksinti duyduklarını belli eder şekilde yüzlerindeki her kası germişlerdi. Efendi Kuwala ise oldukça sakindi. Eliyle saçını kulağının arkasına ittirdi.

''Babam hapsedilmiş kalplerin hep öfke ve kin dolu olduğunu söylerdi. Eğer bana zarar vermek sizin ruhunuzu rahatlatacaksa sorun değil. Ama bunun bir bedeli olur. Tanrılar asla bedelsiz bir şekilde kimsenin zarar görmesine izin vermez.'' demişti. Adamlar gür kahkahalar ile onu boğuyordu adeta.

''Senin tanrıların bu toprakları terk etti Rahom! Hammuaş'ın ruhunu hissetmiyor musun topraklarında. Birde en büyük ruhun sizlere ait olduğu söylenir.'' Kuwala onun ne hakkında konuştuğunu anlamıyordu. Sadece ayaklarının altındaki topraktan bir şeyler duyuyordu. Toynak sesleri ve homurdanmaların git gide arttığını duyuyordu ve bu sesin verdiği güveni biliyordu.

İki sene önce bu kaplıcada bir yaralı geyik bulmuştu. Karnı deşilmiş duran kızıl boynuzlu geyik hamileydi ve kaplıcanın şifasını bildiği için buraya gelmiş olmalı diye düşünmüştü. Onun yaraları ile ilgilenmeye başlamıştı. bir Kara Kurt tarafından yaralanmış dişi geyikle ilgilenip yavrusunu doğurmasına tanık olup haftalarca burada onunla kalmıştı. Daha sonra ise boynuzlarının iriliği ile kaplıcaya gelen bir erkek geyik görmüştü. Doğmuş yavruyu ve iyileşen dişiyi alıp gitmeden önce Kuwala'nın karşısına dikilmişti. Ona uzun uzun bakan bu iri hayvan toynağını iki defa yere vurmuştu. Ve bu vuruşun tınısını yine hissediyordu. İki metre olan gövdesinin ağırlığı ve toynaklarının yeri titrettiğini hissediyordu. Beklediği yardım geliyordu.

''Hammuaş'ın ruhu gibi ruhlarınız affedilip kutsanır.'' bunu söylerken sinirlendirmişti onları.

''Neye güveniyorsun bilmiyorum ama o güzel sesini kesecek yolu biliyorum ben!'' deyip liderleri sert bir şekilde onu yakasından tutup çekiştirmişti. Nefesini yüzüne solurken o ifadesiz ve gri gözlere bakmaktan rahatsız olmuştu.

''İğrenç Rahom!'' sesinin ardından kulağında patlayan tokat ile yere doğru devrilmişti. Kulağındaki çınlama o kadar şiddetliydi ki başı dönüyor ve gözleri kararıyordu. Duyduğu toynak sesleri azalıyor ve çaresizliği içinde bir çığlık biriktiriyordu. Babası öldüğünde attığı çığlık aklına geliyor ve boğazına düğümlenen şey her ne ise onu boğuyordu. Gözleri adımları takip ederken hayatında ilk defa bu kadar korktuğunu anımsıyordu. Midesine inen tekme ile boğazına düğümlene çığlık dışarı çıkmış ama o kadar kısık bir inleme idi ki... ''Zavallı ben!'' diye düşündü. Kendini savunamayacak olması ve beklediği yardımın gelmeyeceğini biliyordu. Burada ölme arzusu içini doldurmuştu. Hayatını tehlikeye atan Kara Kurt Daki'nin nasıl yüzüne bakacağını düşünüyordu. Saniyeler o anda dakikalar gibi uzuyor ve etrafta her şey yavaşlıyordu.

''Seni kurtarmamı ister misin?'' duyduğu tok sesin sahibini göremiyordu. Kaplıcanın oradan geliyordu. Bulanık görüntülere rağmen ses netti.

''Seni kurtarmamı ister misin?'' tekrar etti. ''Peki onu kurtarmamı ister misin?'' Kuwala onun kimden söz ettiğini biliyordu. Cevap veremiyor ve ağlıyordu. Konuşmak istese de dudakları mühürlenmiş gibiydi.

''Seni anlıyorum. Acı çekme!'' ses silikleşirken çığlık ve kargaşa sesi ile hırıltılar duymaya başlamıştı. Gördüğü şeyin ne olduğu anlamlandıramıyordu. Etrafta bir kızıllık vardı. Ateşli hastalığa düştüğünde gördüğü kızıllığa benziyordu. Doğrulmaya çalışırken birisi onu tepeleyip gitti ve yere tekrar devrildi. Onu çekiştiren kişinin kim olduğunu bile anlamıyordu. Bu kargaşa midesini bulandırıyor ve kesilmeyen çınlama başını döndürüyordu. Duvarın soğukluğunu hissedince kusmaya başlamıştı.

Daki onu çekerken zorlanmış ve önünde durmuştu. Gelecek darbelerden daha fazla incinmesini istemiyordu. Onun kusmasını bile göremeyecek şekilde şaşkınlıkla olanları izliyordu. İki kızıl boynuzlu geyik içeri dalmıştı. Boynuzlarına takıp takıp attıkları kurtlar kaçışmaya çalışırken toynakları altında kaburgalarının çatırdama sesleri duyuluyordu. Kaplıcanın ardında ise yarı sis perdesi ardında beyaz bir kurt gölgesi dolaşıyordu. Kurtların yanı sıra kılıçlarını çekmiş adamları boynuzlayıp delik deşik ederken çığlık seslerini batıran ulumadan sonra etraf sessizleşmişti. Daki dizlerine devrilmiş Kuwala'ya doğru yaklaşan geyiklere bakıp kalmıştı. Onlardan hiç bu kadar iri olanlarını görmemişti. Daha genç duran yaklaşıp burnu ile Daki'nin saçlarını koklamıştı. Sonra ise eğilip baygınlık geçiren Kuwala'nın saçlarını kokladı. Selam verir gibi iyice öne eğildi. Geldikleri gibi fırlayıp çıktılar. Arkalarında ise kara kurtların ve onların binicilerinin leşlerini bırakmışlardı. Daki onlara bakıp kalmıştı ve dağılan siste silikleşen kurdun sarı gözlerinin onu izlediğini görüyordu. İncecik ve silik bir ulumadan sonra siste kaybolmuştu. Bağrışmalar dindiğinde Daki birden dizlerinde yığılı kalmış adamı hatırladı. Ellerini kullanamadan ona doğru eğildi.

''Tanrılar seni korumak için yüce hayvanlarını gönderdiler. Eğer ölürsen onları kızdırırsın.'' demişti. Yanına gelen adamları içeri doğru giren sert rüzgarı gördüklerini ve çığlıkları duyduklarını söylemişlerdi. Yüce Orman Ruhlarının burada olduğundan bir haber etraftaki leşlere bakıp komutanları ve Genç Efendi Kuwala'yı çözdüler. Kaplıca kan dolmuştu. Cesetlerden akan kan bütün mağarayı doldurmuştu. Keskin sülfür kokusu ise dayanılmaz haldeydi.

''Çıkalım efendim.'' dediler. Birisi Kuwala'yı sırtladı. Efendilerine destek olup dışarı çıktılar. Daki mağara girişindeki toynak izlerinin nasıl birden kaybolduğunu düşündü ve Kızıl Orman Ruhlarına olan inancı artmıştı.

Mağaranın etrafından hemen uzaklaşıp başka bir kaya altı sığınak buldular. Gün doğarken yola çıkacaklardı. Daki gördüklerinin etkisi ile baygın Kuwala'dan bir saniye olsun gözünü ayırmıyordu. Onun kendinden habersiz haline rağmen tanrılar tarafından korunduğunu bilmek içini rahatlatmıştı. Gece boyunca kayanın altında ateşin etrafında dinlenmişlerdi ve gün doğduğunda baygın Kuwala'yı sırtlayıp geri patikaya dönmek için hareketlendiler. Daki aldığı darbeleri atlatmaya başlamıştı. Beyaz Gelincik çiçeği etkili bir ağrı kesiciydi.

''Kampa varmamız uzun sürebilir. Bu sürece sığınacak bir yer bulup Genç Efendi Kuwala'nın yaraları ile ilgilenmeliyiz.'' demişti. Yavaş gidiyorlardı. Öğlen durup dinlenmeye karar verdiler. Kuwala'nın yakılmış ve külden geriye bir şey kalmamış evinin orada oturmuşlardı. Eski baraka hala ayaktaydı ama içi bomboştu. Bir kaç kurutulmuş sebze dışında bir şey bırakmamışlardı orada. Mola veriler ve bu sebzeleri yemeye koyuldular. Daki omzuna yatırdığı Kuwala rahatsız olmasın diye hareket etmiyordu. Nazikçe onu sırtından sarmıştı. Herkes mağarada ne olduğunu merak ediyor ama genç arkadaşı için endişeli efendilerine soramıyorlardı. Yaktıkları ateşte erittikleri kar suyunu paylaşırken  bir mırıltı duydular. Daki omzunda mırıldanan Kuwala'ya çevirmişti başını. Kendine gelmeye başlıyordu.

''Kuwala?''

''Hım...'' mırıldanarak ona cevap vermişti. Dayandığı omuzdan güç alarak gözlerini açtı. Ona bakan koyu yeşil gözleri görünce utançla gülümsedi. Dudakları yukarı kıvrılmıştı ama gözleri yaş döküyordu. Olayın henüz yeni şokunu atlatabiliyordu. bir süre sessizce göz yaşı döktü. Ardından dayandığı omza yüzünü gömüp korku içinde ağlamaya başladı. Gördüğü küller içindeki kulübeyi görmesi ile hıçkırıklarını Kara Kurt Daki'nin omzunda gömmeye çalışmıştı. Daki onu nazikçe kucaklamıştı. Ağlamasına izin vermişti. Yorgun düştüğünde Daki daha fazla ağlamasını istemedi.

''Hala hayattayız.'' demişti. Ama onu daha da mutlu etmek istercesine kelimeleri ardı ardına sıralamaya başlamıştı.

''Ve artık benimle gelmen için bir sebebin var. Seni burada bırakmayacak kadar beni endişelendiriyorsun.'' doğrulmuş adamın yüzünü göğsünden çıkardığı mendille siliyordu. Akan göz yaşlarını kurularken ona gülümsüyordu.

''Seni yanımda götüreceğim ve bu sayede güvende olduğunu bilip asla solmadığından emin olabileceğim.'' Kuwala bunları duyduğunda titreyen dudakları gevşemişti. Gözlerini her kırpışında göz yaşları birer inci tanesi gibi düşer olmuştu. Daki, ona uzun uzun bakmak için fırsat bulmuştu. Narin elmacıkları vardı. Kirpikleri saçlarından biraz daha koyu renkteydi. Gri gözleri parlıyordu. Nemli kirpiklerini her kırpışında ışıltı saçıyordu. Beyaz ince kaşları düzgündü. Taşkınlık yapmıyordu. Köse bir yüzü vardı. Yumuşacık yüzü soğuktu. Dudakları ise ince ve narindi.

''Senden daha güzel bir canlı görmedim ben!'' Daki ona iltifat etmekten çekinmiyordu. Onu büyülemeyi başaran ilk kişiye sevgi ve hayranlık içinde bakıyordu. Küçük bir çocuk gibi korktuğunda ağlamak bile ona yakışıyordu. Kuwala onun iltifatlarından utandığın da solgun yüzünde hafif bir pembelik oluyordu. Kadınların kızıl tozdan yaptığı allıklar gibi duruyordu yanaklarında. Kuwala karşısında ona hayranlıkla bakan adama sarılmamak için kendini zor tutmuştu. Nedensizce onda hissettiği sıcaklığı daha önce kimsede görmemişti. Hep soğuk olan orman bu gün ona sıcacık ve bir bahar havasında gelmeye başlamıştı.

bir süre sonra Kuwala evin külleri üstünde dolaşıp sağ bir şey var mı diye bakınmıştı. Babasından aklan kararmış hançeri bulmuştu onca yığıntı ve kül arasında. Oradan ayrılmadan babasının hançerini kuşağına sıkıştırmıştı. Evin gerisinde kalan taştan örülü mezarlığın orada diz çöküp babasına son vedasını ettikten sonra yola koyulmuşlardı. UngurPan ordusunun kampına çok uzun bir yol vardı ve bu yol boyunca çok konaklayamayacaklardı. Malzemeleri bulduklarında son uzun molalarını verdiler. Kuwala kendisi ve Daki için merhem yaptı. Ağrılarına iyi gelmesi için dinlenmeleri gerekiyordu. Gün doğana kadar büyük bir ağacın altında konakladılar. O gece Kuwala ay ışığı altında tanrılara minnet sunmak için ağacın altından uzaklaşmıştı. Oraya gelen yüce varlıkları hissetmişti. Kızıl Geyiklerin ruhlarını ve senelerdir onu izleyen sarı kurt gözlerini.

Dizleri üstünde çöküp dualar ederken etrafta fısıltılı bir rüzgar vardı. Saçlarını havalandıran bu rüzgarda ruhların ışıltısı parlayıp kayboluyordu. Kuwala bu şükran sunma işi boyunca gözleri kapalı olurdu. Asla etrafındaki ışıklara bakmazdı. Ama bu gece ilk defa onu sarmalayan ışıkları görüyordu. Ellerini dizlerine koydu.

''Senelerdir onlara dua ediyorum ama ilk defa onları görüyorum.'' Kuwala yanına yaklaşan Daki ile konuşuyordu. Daki orman ruhlarının yanıp sönen ışıklarına bakıp sakince Kuwala'nın etrafından dolanmıştı.

''Neden hiç onlara bakmadın?'' Kuwala bunu duyunca buruk bir gülümseme takındı.

''Babam tanrıların görülmekten rahatsız olduğunu ve ruhlarında çekingen olduğunu söylerdi. Onlara bakarsam beni yalnız başıma bırakacaklarından çok korktum.''

''Peki şimdi korkmuyor musun? Kaçıp gitmelerinden ve sana bir daha cevap vermeyecek olmamalarından korkmuyor musun?'' Kuwala ona bakıp gülümserken ay ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Karşısında bağdaş kurup oturmuştu Daki.

''Korkuyorum.'' yüzündeki solgun ifade yorgunluğundan kaynaklıydı. Ne yapacağını bilemez halde öylece duruyordu.

''Seni terk ederlerse ben seninle kalırım.'' demişti. Kuwala buruk bir gülümseme takındı. Bu gülüşü Daki ona çok yakıştırıyordu. Hüzünlü ve yorgun yüzüne yakışan ifadeyi seyre dalmaktan vazgeçemiyordu. Kalbinde oluşan ağrıya iyi gelen yüzü gece boyu izlemişti.

Ormandan çıkmaya yaklaştıkları gün sessizleşmişti hepsi. Yorgun ve bitaptılar. Kuwala ise şaşkın ve neler olacağına dair heyecanlıydı. Ormanın bu sınırına kadar daha önce gelmemişti. Denizin kokusu kilometrelerce öteden geliyordu. Tanımlayamadığı bu koku ona heyecan vermişti. Daki ise endişeliydi. Saçlarının beyazı ile onun dikkat çekmesini istemiyordu. Duraksadı. Boynuna dolanmış şalını çıkardı.

''Bu şekilde fazla dikkat çekersin.'' demişti. Kuwala ise onun demek istediğini anlıyordu. Beyaz saçları olan insanlar yoktu. Bu saçların bir hastalık olduğunu düşündü. Sevgili babasının da saçları griydi. Ama yaşlı olduğu için böyle olduğundan bir haberdi. Yaşlanmak ne onu bile anlamıyordu.

''Saçlarını şala gizleyeceğiz ama önce biraz kısaltmam izin vermelisin.'' Kuwala bunu kabul etmişti. Ormanda son molalarını Kuwala'nın saçlarını kesmek için vermişlerdi. Daki özenle onun saçlarını açmıştı. Uçları kandan topaklaşmış saçlarını hançeri ile dikkatle kesmeye başladı. Pek yetenekli değildi. Saçlarının yarısını keserken Kuwala tutam tutam yere düşen saçlarına bakıyordu. Bir rütiel gibi gelmişti ona. Ormana son armağanı olarak saçlarını bırakıyor gibi hissediyordu. Saçları kalçasından sırtına kadar inmişti. Daki sıkıca ördüğü saçları topuz yaparak topladı. Tek bir teli es geçmedi. Ardından seyyahların başını sarmasına benzer şekilde siyah şalla sardı saçları. Ona bakmak için geriye doğru çekildi. Kibar yüzü iyice belirginleşmişti. Yüzünde meraklı bir duygu vardı.  

''Bu halini beğendim!'' Daki onun merakını giderecek kadar söz söylemiş olmuştu. Kuwala kesilmiş saçlarını etraftan toplayıp bir ağacın atındaki yumuşak kara gömdü. Ve orman sınırlarını terke etmeye başladığında heyecandan kalbi hızla atıyordu. Ağaçlar azalıp artık görülmez olmaya başladığında bir bataklığa doğru gidiyorlardı. Tek sıra yürüyerek bataklığı geçmeye başladılar. Kuwala uzaklaştığı ormanını göremez olmuş ve güneş battığında ormana göre daha hızlı gittiklerini anlamıştı. Denizin kokusu keskinleşiyordu.

Gece verdikleri mola sabahın ışıkları ile bitmişti. Karın dondurduğu bataklıkta sağlam olduğuna inandıkları yerden geçiyorlardı. Kampa giden en kestirme yoldu bu. Bataklık büyük orduyu geçirmek için tehlikeli ama bir kaç kişi için güvenilirdi. Karın örttüğü beyaz düzlük Kuwala için yeni başlayan hayatına benziyordu. Ardında ne olacağını bilmeden ilerliyordu. Adımlarını takip ettiği adama arada başını kaldırıp bakıyordu. Ona karşı beslediği hisler bu yolculukla artıyor ve kalbinin sesini kulağında duyuyordu. Gün tekrar batmaya başladığında uzaktan gelen dalga sesleri duymaya ve büyük kampın ışıklarını görmeye başlamışlardı. Kuwala yıldızlara benzettiği kampa bakıp kalmıştı. Karanlıkta binlerce ışık parlıyordu. mutluluğunu içinde tutamayıp sırıtmıştı. Diğerleri de bu maceradan sağ çıktıkları için çok mutluydular. Tekrar bu kampı görmekten çok mutluydular. Hızla tepeden aşağı inmeye başlamışlardı. Oradan koşarak inmemek için direniyorlardı. Kampa yaklaştıkça duydukları seslerin aşinalığı ile huzur buluyorlardı. Kuwala yaklaştıkça heyecandan titriyordu. Daki onun heyecanını anladığında onu sırtından öne doğru iteklemişti. Yumuşak ve tok bir sesle gülümseyerek konuşmuştu.

''Evime hoş geldin!'' onu davet eden sesi takip edip kampın giriş kapısına doğru yürümüştü. Boruların sesini duyduğunda ürpermişti. İçeri doğru girerken büyük iki kanatlı kapıdan geçerken, onları karşılayan kalabalık onu korkutmuştu. Bir adın kadar Daki'nin ardına girmişti. Korktuğunu söylemeye çekiniyordu. Bu yüzden sessizce onu takip etti.

''Efendimiz!'' diye yükselen seslerle ardına sığındığı Daki hızla öne doğru adımlar atınca ortada kalmıştı. Onun ileride üstünde demir zırh olan bir adamla kucaklaşmasını seyrederken etrafındakilerin arkadaşları ile kucaklaşmalarına bakıp kaldı. Herkesin bir bekleyeni olduğunu görmek onu mutlu etmişti. Ama aynı zamanda hüzün dolmuştu. Asla böyel bir şeye sahip olamayacaktı.

''İşte o!'' Cohin'in sesi duyulmuştu. Yanında getirdiği kişi ile Kuwala'nın karşısında dikilmişti. Demir zırh içindeki adam ise onun önünde ikiye bükülmüştü. Kuwala anlamsızca selama bakıyordu. Adam ellerini öne doğru uzatmıştı.

''Küçük kardeşimi kurtardığınız için minnetlerimi sunarım.'' Kuwala şaşkınlıkla gülümsemişti. Ne diyeceğini bilemedi. Cohin onun şaşkınlığının kalabalıktan kaynaklandığını anladığında abisi ile giderken onuda yanına almıştı. Kampın içinde yürüyorlardı. Kurulu mavi büyük çadırlar ve yanan ocaklar başında dikilen zırhlı onlarca adam. Hepsinin yüzünde sert bir ifade vardı.

''Ordu mu?'' Cohin'e sormuştu. Dikilen adamları gösterip. Ordu kelimesi onun için çok tazeydi. Ne olduğunu anlamak için bir kalıba koymaya çalışıyordu.

''Hepimiz ordunun parçasıyız. Onlarda ordudan. Bu çadırlar bile orduya ait.'' önüne geldikleri çadırda bir kaç adam vardı. Cohin'i görünce onu kucaklamışlardı. Kuwala ile selamlaştılar.

''Senin öldüğünü sandık!'' Cohin bunu duyunca gülmüştü. İçeri doğru girdi ve Kuwala'yı'da davet etti.

''Yetenekli bir hekim ile yollarımız kesişti. Kendisi Genç Efendi Kuwala!'' demişti. Kuwala ona bakan gözlerden çekiniyordu. Bu yüzden etrafı inceliyor gibi bakınmaya başlamıştı. Cohin onun utangaçlığını biraz olsun kırmak için masaya oturup içmeyi teklif etti. İçki... Kuwala için tadılmamış bir tat.

Denemek için hazırdı. Oturduğu yerde ona uzatılan kil bardaktan bir yudum alamk istedi ama keskin kokusu ile burnunu yakan içkiyi geri masaya bıraktı.

''Daha önce içtiniz mi Genç Efendi Kuwala?'' Cohin'in abisi ona sorusunu yöneltince Kuwala duraksayıp bakıp kalmıştı.

''Su ve çorba dışında pek bir şey içmedim.'' Cohin onun kulübesini anımsadı ve yaptığı hatayı fark edip hızla ayağa kalktı. Önündeki bardağı alıp kafasına dikti. Su testisinden biraz su doldurup tekrar ona uzattı.

''Özürlerimi sunuyorum size. Heyecandan unutmuşum.'' Kuwala verilen suyu içmeye başlamıştı.içkiden arda kalan tat suya sinmiş ve rahatsız eden bir yanı yoktu. Orada bir süre Cohin'in kulübede kaldığı süreyi dinlerken üstüne çöken yorgunluk ile masaya dayanıp uyuklamaya başlamıştı. Derin uykusunda ayakları yerden kesiliyor ve etrafın sessizliği başındaki ağrıları alıyordu. Bazen boğuluyor gibi hissediyor ve sıcaklanıyordu. Ardından bir soğukluk onu sarıp rahatlatıyordu. O bu rüyada süzülürken yorgun ve itkin bedeni daha fazla dayanamayıp çökmüştü. Daldığı uykudan günlerce uyanamayacağından habersiz öylece masaya dayanıp kalmıştı.

O rüyalar aleminde uçarken Daki onu arıyor ve sonunda Cohin'in çadırında sızmış bulmuştu. Uyandırmanın mümkün olmadığı Kuwala'nın ateşinin yüksekliğinden ürkmüştü. Onu kendi çadırına taşımıştı. Hekim istemişti. Hekim gelmeden önce büyük abisi onu ziyarete gelmişti. Yatakta yatan yabancıyı görünce duraksayıp kalmıştı. Hiç soru sormadı. Yaklaşıp siyah örtüyü çekti ve bir süre öylece Rahomlu adama bakmaya başladı.

''O...''

''Bir Rahom soylusu.''

''İmkansız!''

''Değilmiş. Hala onlardan birisi var ve bir erkek.''

''Bu büyük sorunlara sebep olacak gibi kardeşim.''

''Ne olacağını pek düşünmüyorum. Sadece şu ana iyileşmesi gerektiğine inanıyorum. Hayatımı borçlandığım bir adamın ne olduğu pek umurumda değil. İzin verirsen.'' Abisi bunu duyunca çıkmıştı. Yüzleri birbirine çok benziyordu. Abisinin kaşları daha gürdü ve gözleri elaydı. Ama yüz hatları benzerdi. Büyük abisi sürekli dingin bir adam olmuştu. Ortanca abisi gibi değildi. O daha kavgacı ve gürültücüydü. Ortanca abisi ile anlaşamam sebepleri iletişim kurmamaktı. Büyük abisi ise onu anlıyordu ve işine karışmamayı seçiyordu.

Hekim gelip onu tedavi ettiğinde yorgunluk olduğunu dinlenmesi gerektiğini söyleyip yaralarını sarmıştı. Saçlarını görmediği Rahomlunun kim olduğunu anlayamamıştı. Yorgunluktan bu kadar solgun bir teni olduğunu düşünüp geldiği gibi sessizce dönmüştü. Ama önüne geçememişti olacakların. Sonuç olarak kampta hızla yayılan dedikoduları durduramamıştı ve herkes bir Rahomlu gencin kampta olduğunu öğrenmişlerdi. Ordunun baş komutanına kadar giden haber ortalığı kaynatırken Daki görüşmelere kapatmıştı kendini. Yorgun olduğunu söylüyor ve dinlenmek istediğini belirtiyordu. Kaçabildiği kadar kaçtı ve üçüncü gün ana çadıra davet edilmek üzer ekendi çadırında çıkmıştı. İçeri kimse girmesin diye emir vermişti ve kapıya diktiği adamları onunla beraber kurtulan adamlardı. Orada kimseye geçit vermiyorlardı. Hizmetçiler bile içeri girmek için bahane ararken kapı bekçiliği onlar için zor olmuştu. Dedikoduyu herkes kanıtlamak üzere yarışa girmişti. Ama çadırın kapısı büyük general ve komutanlarla beraber Daki dönene kadar aralanmamıştı bile. Onlara kapıları açtılar. Büyük general birinci kandan Ung Kralının akrabasıydı. Kır saçları ve diri vücudu vardı. Zırhının gümüşü her gün cilalanıyordu. Hala heybetliydi. Kara gözleri ve kemerli burnu vardı. Kirli sakalı çenesini ve yanaklarını kaplıyordu. Uykusuz gözlerinin altı çökmüştü.

''Bu sorunla başa çıkmak sorun olacak evlat. Krallığa bir haber yollamamız gerek. Hedef tahtası haline gelmemiz an meselesi.''

''Endişeniz olmasın efendim, onu gören kurt binicilerinin hepsi öldü.'' Kuwala sesleri duyuyordu. Daki'nin sesini duyunca tepki vermek istedi. Ama uyanamıyordu. Suyun altındaymış gibi sesler boğuklaşıyor ve tekrar vücudu yanmaya başlıyordu. Ateşi çok yükselmiş ve artık sesleri de duyamamıştı.

Günlerce ateşle yatakta kıvranıp durmuştu. Hem vücudu hem ruhu bu değişimleri kaldırmada zorlanmıştı. Ama direnmiş ve bir sabah derinden gelen fısıltı ile uyanmıştı. Gözünü araladığında Daki ve birisinin ilerideki sandalyelerde oturmuş sohbet ettiğini görmüştü. Rüya ile karışık gelen son günlerden duyduğu sesler ve gölgelerden kurtulmanın verdiği etki ile yataktan doğrulmuştu. Sessizlik oluşmuştu. Daki kıpırdanıp ayaklanan Kuwala'ya bakıp gülümsemişti. Oturduğu yerden onun yanına doğru geldi. Günlerdir ateşler içinde olan dostunu sonunda ayakta ve hayatta görmek onu mutlu etmişti. Kalkmasına yardım etti. Giyinmesine çok müsaade etmedi. bir cübbe giydirip masaya kadar ona destek oldu.

''Sizinle tanışmak bir şereftir Genç Efendi Kuwala.'' Masada oturan adam ayağa kalkıp onu selamlamıştı. Kuwala bu selamlamaların anlamını bilmiyordu. Oturup onun minnetini kabul etti. Çadırın içinde yanan ocaktan gelen çıtırtılar eşliğinde bir süre sessizce oturdular.

''Adımı size söylemem gerek. Muhon Asha! '' Kuwala onunla tanışmış olmanın mutluluğunu belli etmek için gülümsemişti. Dudakları ve ağzı o kadar kuruydu ki... Konuşursa dudakları çatlayıp kanayacak gibi hissediyordu. Daki'nin önünde duran bardağı aldı. İçinde içki olduğunu bilmeden dudaklarına götürdü. O gün ki gibi keskin kokulu değildi içki. Yumuşak bir kokusu ve kırmızı bir rengi vardı. Bir kaç yudum aldı. Ilık tadı ağzını ve dudaklarını yumuşattı. Geri bardağı masaya koyup geriye doğru yaslandı.

''Burada mı kalacağız artık?'' Sorusunu Daki'ye sormuştu. Onun dışında kimseyle konuşmak istemiyordu. Çekiniyor ve bu hızlı konuşan demir zırhlı adamlardan çekiniyordu.

''Bir süre ana kampta kalmamız gerek. Kampta kalman için krallığa mektup yollandı. Eğer kabul edilirse burada kalırız. Edilmezse beraber uzun yolculuklara çıkacağız gibi.'' Kuwala ona doğru dönmüştü. İnce kaşları çatılmıştı.

''Nereye gideceğiz?'' Daki ona ne diyeceğini bilemedi. Kuzey'in son gerçek kralı olduğunu bilmeyen bu genç efendiye ne diyebileceğini bilemeden ona bakmaya başladı. Yalan söylemek istemiyordu. Ona karşı dürüst olma iç güdüsü ile konuşursa korkabilirdi. Bu yüzden susmayı tercih etti. Sohbetin yönünü Muhon Asha değiştirmeye çalıştı.

''Genç Efendi, tezimiz sizin için yeni kıyafetler dikecek. Kendinizi iyi hissettiğinizde ölçülerinizi almaya gelmeli. Birde sizi koruması için çelikten bir zırh...''

''O demirden zırh ile nefes alamam!'' elini göğsüne koymuştu. Derin bir soluk alıp belini büktü.

''Eğer o zırhı bana giydirirseniz kısa sürede yorgunluktan ve nefessizlikten can veririm.'' Daki onun daha önce bir kılıç bile tutmadığını biliyordu. Gülümsedi.

''Sen bir hekimsin ve savaşmak zorunda değilsin. İstediğini giyebilirsin. Sadece kampta çok bu çadırdan uzaklaşma.'' demişti. Kuwala onun dediğini yaptı. Kendi yıkanmış cübbesini giydi. Kollarının uçlarını bezlerle sıkıca sardı. Kalın botlarını giydi. Cübbesi diz kapaklarından aşağıya kadar iniyordu. Kuşağını taktı. Açlarını göstermekte serbestti. Daki, saçlarını yamuk kestiği için kendisi düzeltti. Bulduğu bir kurdele ile bağladı. Ona verilen Ung sancağında yer alan kartal baskısı olan ikinci cübbeyi giymeyi reddetmişti. Dışarı çıkmadan önce Daki'nin hediyesini almıştı. Cohin yaver olarak ona hediyeyi getirmişti. Kulübede yanmış olan paslı babasının hançeri temizlenip bilenmişti. Onu kuşağına sıkıştırdı ve kampı dolaşmak istediğini söyleyip çıkmıştı. Cohin'in kırık kolu ona eşlik etmesine engel değildi. Beraber gezmeye karar vermişlerdi.

Tahta surlar ardında denizin kıyısına kurulan kamp çok genişti. Sahilde eğitim alan askerler vardı. Ortada ise general ve komutanların çadırları vardı. Kuwala bu kadar kalabalık yerde ilk defa bulunuyordu. Yürürken Cohin ona kampı anlatıyordu. Kuwala ise merakla dinliyordu.

''Kristal Şehri gibi. Ama tahtalardan ve bezlerden yapılmış.'' Kuwala Kuzey'in başkentinden söz ediyordu. Sahile kadar gelmişlerdi. Deniz donmamış, güney yakasında hala sıcak su akıntısı vardı.

''Evet orası gibi ama bu şehir taşınabilir.'' Kuwala şaşkınlık içinde kalmıştı. Ayaklarını bastığı yere bakıyordu.

''Nasıl bir kızak bütün bu toprağı ve insanları çekebilir ki?'' Cohin onun bu sözlerine gülmeden duramamıştı. Kuwala ise onun kahkahasına gücenmişti. Başını başka tarafa çevirdiğinde büyük alayın eğitimine şaşkınlıkla bakıp kaldı. İnce ince kar yağıyordu. Ve kalın zırhları ile talim yapan binlerce askere bakıp kalmıştı. Ellerindeki kılıçları birbirlerine savuruyor ve komutanların emir sesleri yükseliyordu. Oraya şaşkınlık içinde bakıyordu. Binlerce ve sırasını hiç şaşırmayan askere bakarken gülümsemişti.

''Kurt Binicilerini yenecek kadar güçlüler mi?'' oraya doğru yürümeye başlamışlardı. Cohin soruya cevap vermek için beklemişti.

''bütün adamlarımız güçlüdür. Ama kurtları sayesinde bize geçiş vermiyorlar.'' Kuwala kaşlarını çatıp onunla alayın yanından geçmeye başlamıştı. Bir Rahomlu olduğu dedikodularının cevabını hepsi almıştı. Beyaz saçları ile yanlarından geçen Rahomlu efendiye bakıp kalmışlardı. Kuwala'da onlar kadar şaşkındı. Bu kadar çok insanı görmek onu hem mutlu etmiş hem şaşırtmıştı.

''Efendi Kuwala daha fazla ileri gitmeyelim.'' Cohin onu durdurmuştu. Daha ilerisinde askerlerin talim yaptığı yerler artıyordu. Kuwala ise ilerideki alaylara bakıp meraklanmıştı.

''Daki'nin de bu kadar çok askeri var mı?'' Cohin komutanın alayını ona göstermek isterdi. Ama Oraya kadar gitmek doğru olmazdı.

''Gidip onuda görelim. Sonra yemek yeriz.'' demiş ve Kuwala ile yürümeye başlamışlardı. Sahilde çalışmalar yapan alaylardan başlarında kırmızı kurdele olan alaya gelmişlerdi. Alaylar büyüktü. Ama bu kırmızı kurdeleli adamların sayısı iki yüz kadardı. Kuwala onlara bakıp kalmıştı. Zırhsız ve üstsüz kılıç savuruyorlardı.

''Bunlar mı?'' Cohin başını salladı.

''Daha çoktuk ama öldürüldük. Giden bin kişilik alaydan dönebilenler bizler ve onlar.'' Kuwala kaşlarını çatmıştı. İnsanların ölümünü ilk defa sayılar ile anlamlandırıyordu. Orada var olan askerlerin dört katı adam ölmüştü. Şaşkınlık içinde alaya bakıyordu. Onlar ise azimle ve kardeşlerini kaybetmenin verdiği öfkeyle daha hırslı çalışıyordu. Kuwala bir şeyleri anlamaya başlamıştı. Burada bulunan askerler ölmemek için savaşıyordu. Ve öldürmek için yaşıyordu. Bu korkunç gerçekle yüzleştiğinde kafasına oluşan en büyük soru Daki'nin neden savaştığı. Ona sormak istemişti. Net bir cevap alamamıştı. Burası Daki'nin ve bu adamların toprakları değildi.

Daki'nin çadırında dördü yemek yiyordu. Muhon Asha, Cohin, Daki ve Kuwala... yemekte boş bir konuşma vardı. Cohin gibi bir yaver daha vardı ama o kenarda ayakta dikilmeyi tercih ediyordu. Muhon Asha'nın yaveri olan adam sessiz ve korkunç derecede iri bir adamdı. Kenarda durup çadırın girişine bakıyordu. Kuwala kafasında oluşan soru işaretini gidermek için direkt soru sormak istemiyordu. Kaşları çatıkken sertçe kaşığını masaya bıraktı. Ayağa kalktı.

''Bende savaşmayı öğrenmek istiyorum. Bende senin kırmızı bandaj takan birliğinden olacağım.'' bunları söylediği sırada etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı. Daki ona ne diyeceğini bilemiyordu.

''Efendi Kuwala birliğe katılamazsınız.''

''Neden?'' Cohin'e bakarken kaşları çatıktı. Cohin ona bakıp boğazını temizledi.

''Siz hekimsiniz. Hekimler savaşmaz.'' dediğinde Kuwala omuzlarını düşürüp oturdu. Aşlarını çatmıştı. Ona soylu olduğu için sıradan asker olamayacağını söyleyemediler. Söylemeye de niyeti yoktu Daki'nin. Krallıktan mektup gelene kadar ona hiç bir şey anlatmayacaktı. En yakın arkadaşı olan Muhon Asha ile içmek için çadırdan çıkıp yana ocaklar başındaki askerler arasında dolanmaya başlamışlardı.

''Rahom soylusu olduğunu bilmiyor mu?''

''Hiç bir şeyden haberi yok. Savaşın ne olduğunu bile anlamıyor.''

''Neden getirdin onu buraya. Bıraksaydın orada huzur içinde yaşamaya devam etseydi. '' Daki konuşan arkadaşına bakıp yüzünü buruşturdu. Elindeki içki dolu bardağı kafasına dikti.

''Bıraktım ama Kurt Binicileri onu bulmuşlardı. Yalnız başına ormanda kalmasını istemiyorum. Savaş yavaş yavaş Mistik Kızıl Ormana doğru gidiyor. Onu Bakren Hanedanlığı bulursa öldürürler.'' demişti. Muhon Asha uzun yıllardır tanıdığı arkadaşına bakıyordu. O acımasız bir adamdı ve kimsenin hayatı için endişe duymayan bir komutandı. Ona verilen görevleri yaparken asla yitirdiği adam sayısını umursamazdı. Kaybettiği adamların onlarca katı kadar adamında canını alırdı. Düşmanın dizlerini titreten bir komutandı. Sertliği ile diğer birlik komutanları da ondan çekinirdi. Ung soyundan gelen bu komutan ve iki kardeşi oldukça başarılı savaşçılardı. Aralarında hep bir yarış olduğu görülürdü. Üç kardeşin kral soyundan gelmesi ve bu kadar gaddar olması onları erişilmez yapıyordu.

''Ormanda geçirdiğin sürede sana ne yaptıysa kalbindeki bir düğümü çözmüş. Bahanelerin ile kralımızı ve generali inandırabilirsin.'' deyip gülmüştü Muhon Asha. Tanıdığı ve bildiği adamın gaddar ve acımasız ruhunu dizginleyen şeyin ne olduğunu merak etmişti. Hayatı boyunca kimse için endişe duymayan ve saldırı anında kaybetmemek için herkesi feda edebilen komutan geri döndüğünde yumuşacık bir kalp ile dönmüştü. Muhon Asha onun kalbini yumuşata bilen tek kişiye saygı duymuştu.

''Bana bir şey yaptığı yok. Hayatlarımızı borçluyuz...''

''Boşuna dil dökme Daki. İnandıramayacaksın beni. Çocukluktan beri beraber büyüdük ve senin ne halt olduğunu bilirim ben. Canını borçlu hissetseydin seni doğuran annene karşı gelmez ve onun dizinin dibinde olurdun.'' Daki onun dediklerini kabule diyordu. Ama etkilendiği ve hoşuna giden bu adamın içindeki cevheri kimse fark etsin istemiyordu. Sırf bu yüzden krala gidecek mektuba bir satır ekletmişti.

''Sevgili babacığım, eğer Rahomlu misafirimin kampımızda konaklamasına izin vermez isen onun güvenliği için bende onunla kamptan ayrılacağım.'' mektubun son bu satırında babası olan krala koşul sunuyordu. Kralın küçük oğlu olmasına rağmen bir cariyeden doğma olduğu için iki kardeşi kadar soylu sayılmıyordu. Ama nazını geçirdiği annesi ve annesini seven babası olan kral sayesinde şımarık bir çocukluk geçirmişti. Şimdi ise bu satırları yazarken yine annesine güveniyordu.

Güveni sonuçsuz kaldığında ise kampta Rahom soylusunu tutamayacaklarını. Onu krallığa getirmelerini yazmıştı kral. Bunun ne demek olduğunu Daki biliyordu. Eğer krallığa Rahomlu giderse orada öldürülür ve kuzey yine taçsız kalırdı ve Ung Krallığı Kuzeyi ele geçirmek için hala bir sebebe sahip olurdu. Mektubu defalarca okumuş ve generalin emrini söyleyen ulağı çadırdan kovmuştu.

''Senin ülkene mi gideceğiz?'' Mektubu okuyan Kuwala onunla yan yana oturuyordu. Daki ona cevap vermiyordu. Aklından geçen planları düşünürken gülümsüyordu.

''Hayır. Senin ülkeni geri alacağız.'' Kuwala ona şaşkınlıkla bakıyordu. Daki ise senelerdir bağlı kaldığı zincirlerinin kırılma sesini duymuştu adeta. Kalbinin attığını hissederek derin bir nefes aldı.

''Beyaz Gelincik sen bana öyle bir şans verdin ki... Beni esir ettikleri her şeyden kurtulmamı sağlıyor.'' Kuwala onun ne demek istediğini anlamamıştı. Sadece gülümsediğini görünce gülümsemeye başlamıştı. Daki onun sayesinde kaçmak istediği bu kamp ve savaştan kaçabilecekti. Kuwala'nın kucağındaki elini tuttu. Gülümsedi.

Ertesi gün gemilerin bulunduğu sahil kısmına gitmek üzere atlat hazırlanmıştı. Daki gece boyunca yaptığı planı sayesinde harekete geçmişti. Ve çadırın çıkan kargaşa Generalin kulağına gittiğinde sinirden yüzü pancar gibi kırmızıya dönmüştü.

''General! Komutan Daki ve Rahomlu Kuwala gitmiş.'' Onlar bunu fark ettiğinde çoktan Daki ve Kuwala kamptan kilometrelerce uzağa gitmişti bile. General ne yapacağını bilemedi. Kralın emri gereği Kuzey'in gerçek kralını ona göndermeliydi. Muhon Asha'yı çağırttı. Ve bir grup adamla onu bulmalarını istedi.

''Eğer Komutan Daki kendi elleri ile onu teslim etmezse kralımızı çok sinirlendirir. Ve bir prens olması bile onun ceza almasına engel olmaz.'' General, Daki'nin yakın dostuna bunları söylemişti. Muhon ise öylesine bir grup alıp hava kararana kadar dolaşmıştı. Daki'nin kampı sonsuza dek terk edeceğinden haberdar olan iki kişiden birisiydi. Cohin ve Muhon gece ikisinin kaçıp gideceğini öğrenmişti. Ve buna gö zyumup aksine birde onlara içi yiyecek dolu heybe vermişti.

Kuwala ve Daki'nin çekip gitmesini tehlikeli bulsa da birisi soylu bir ruhani gücü yüksek Rahomlu, diğeri ise yarı soylu bir Ung prensiydi. İkisine bir şey olmayacağını düşünerek kendini rahatlatıyor ve bir gün tekrar karşılaşacaklarını hissediyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Üç:       Kara Dağlara Yolculuk

 

            At sırtında iki gün boyunca yolculuk yapmak onları çok yormuştu. Kuwala at binmeyi bilmediği için Daki ile beraber tek bir at sırtındaydı. Onlara eşlik eden ikinci at ise yüklerini taşıyordu. Durmaya karar verdiklerinde Daki beline dolanıp yorgun halde gözleri kapalı bekleyen Kuwala'ya omzu üzerinden bir bakış attı. Henüz yeni ayağa kalkmıştı ve onu yormak istemiyordu. Kuzgunla gelen mektuptan sonra hemen kampı terk etmişti. Babasının emrine karşı geldiği tek an bu değildi. Savaşa katılma arzusu onaylanmadığında süvari birliğine katılmış ve Kuzey Topraklarına vardığında kimliği açığa çıkmıştı. Büyük abisinin kontrolünde olan kampta tutulduğu süre boyuncada rahat durmamıştı. Üvey olan kardeşlerinden büyük abisi dışında diğerleri onu pek sevmezdi. Yarı soylu oluşu nefretlerinin ilk sebebiydi. İkincisi ise anneleri arasındaki geçimsizlikten yansıyan kavgalarıydı.

''Burada duralım. Biraz uyusan iyi olur.'' Daki attan inmişti. Kuwala'yı belinden kavrayıp indirdi. Yanlarında şilte ve battaniyeler vardı. Biraz yemek ve su... Kuwala hemen ateş yakmaya koyuldu. Bu tür işlerde oldukça yetenekliydi. Yerleştikleri yer bir tepenin Kuzey yamacında kaya altı sığınağıydı. Orada atları bağlayıp dinlenmeye karar vermişlerdi. Yolculuk boyunca çok konuşmamışlardı.

''Nereye gidiyoruz?'' Daki onun sorusunu duydu ama pek konuşmaya niyetli değildi. Kafasında tasarladığı planına sadık kalacaktı. Kuwala ise ateşin üstünde pişirdiği kurutulmuş kaz etini yiyordu. ''Kralınız sana çok kızmış olacak.'' Daki bunu duyunca derin bir nefes alıp sırtını kayaya dayadı. Kar durmuştu. Önlerindeki bir kaç hafta boyunca yağmayacak gibiydi. Yaslandığı yere elinde kızarmış etlerle Kuwala'da gelip oturmuştu. Gökyüzü normalden daha açıktı bu gün. Bütün yıldızlar gözüküyordu konakladıkları tepeden.

''İlk defa bu kadar çok yıldız görüyorum.'' Daki yemeğini yerken duraksayıp konuşan adama baktı.

''Neden? Daha önce ormanda görmedin mi?'' demişti. Kuwala ona doğru çevirdi başını.

''Ağaçlar o kadar sık oluyor ki genelde gökyüzünün tamamını kapatabiliyorlar. Geceleri de dışarı çıkmak tehlikeli olduğu için sadece camdan gördüm.'' Bunun üzerine Daki onun baktığı gökyüzüne çevirmişti başını. Öylece gökyüzüne bakıp kalmıştı.

Birbirinden parlak binlerce yıldız simsiyah gökyüzünü aydınlatıyordu adeta. Topraklarındaki bereket ayında yapılan şölen geldi aklına. Binlerce kağıttan yapılma fenerlerin içine ufacık kokulu mumlar konur ve havalandırdılar. Fenerler yükseldikçe tıpkı yıldızlara benzerlerdi. Annesi ile bu gecelerde bir fener bırakır ve dilek dilerdi. Burnuna o hoş mumların kokusu gelmişti. Omzuna doğru çöken ağırlık ile başını çevirince ona yaslanmış Kuwala'yı gördü. O da gökyüzüne bakıyordu. Binlerce yıldızın parlayışını izlerken yavaş yavaş uykuya doğru dalmıştı Genç Efendi Kuwala. Daki gökyüzünü izlemeyi bırakıp onu izlemeye başlamıştı.

Uyandığında omzunda uyuyan Kuwala yoktu. Üstüne doğru örtülmüş battaniyelerin savurup attı. Telaşla etrafa baktı. Ayağa kalkıp kılıcını kaptığında ise duraksadı. Yan tarafta güneşi izleyen Kuwala'yı görmüştü. Oturmuş güneşi izlerken bir şeyle uğraşıyordu. Daki sessizce onun yanına doğru sokuldu. Bir kaç ottan ufak bohçalar hazırlıyordu.

''Bunlar ne?''

''Biraz daha aşağıda bulduğum kayaların dibinde duran yeşim otları. Kanayan yarayı durdurmakta oldukça iyidir.'' hazırladığı bir bohçayı kuşağına bağladığı keseye koydu. Diğer dördünü ise heybeye yerleştirdi. Geri yola koyulmuşlardı. Bu çıplak tepelerde ilerlemek onlar için mantıklı gelmişti. Şehri ve kasabalardan uzakta olacaklardı. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Kuwala ata binmekten hala çok korkuyordu. Bu yüzden Daki'nin beline çok sıkı sarılıyordu.

Yolculukları gece molaları vererek çıplak tepelerde devam ediyordu. Ne Kızıl Orman ne de sahil görünüyordu artık. Sadece çıplak ve bomboş tepeler vardı. Karla örtülmüş bu tepelerde arada kurumuş ve donmuş ağaçlarla karşılaşıyorlardı. Her mola verişlerinde biraz daha yiyecekleri tükeniyordu.

Bir öğlen durmuşlardı. Daki bir kaç tavşan görmüştü. Onları avlamaya karar vermiş ve iz peşine düşmüştü. Var ki bu avın sonunda eli boş dönmüştü. Tavşanlar girdikleri delikte kaybolmuş ve bekleyişleri boşa çıkmıştı. Geri döndüğünde canı sıkılmıştı. Hiç etleri yoktu ve etrafta kardan ve donmuş gövdesi kırılmış ağaçtan başka bir şey göremiyordu.

''Daki!'' Kuwala heyecan içinde bağırmıştı. Kırık ağacın gövdesinin yanında duruyordu. Daki onun yanına koşunca bacağı sıkışmış yaralı tavşanı görmüştü. Kar tavşanları bembeyazdı. Kırmızı gözleri badem şeklindeydi. Ürkmüş hayvanın bacağı kırık ağacın çatlağına sıkışıp kalmıştı korku içinde olduğu yerde titriyordu.

''Akşam taze et...'' Kuwala onun sözünü bitirmesine izin vermedi.

''Doğru olmaz. Savunmasız ve yaralı.''

''Bende çok açım.'' Kuwala bunu duyunca kaşlarını çatmıştı. Ellerini beline koydu.

''Buna müsaade etmeyeceğimi biliyorsun. Hala yiyebileceğimiz şeyler var. Daki onunla ne kadar çatışsa da başarılı olamadı. Kuwala tavşanı sıkıştığı yerden çıkarıp kanayan yarasına yeşim otu çiğneyip koymuştu. Geri geldiğinde Daki oturmuş yüzünü asıyordu. Kuwala ateş yakmak için ağacın kuru dallarını getirmişti. Pek konuşmadılar ve bir ateş yakıp durdular. Atlar da iyi beslenemiyor ve yorgundu.

''Biraz turp kökü var. Onları kaynatacağım.'' Daki et istediğini söyleyip bir çocuk gibi ona arkasını dönmüştü. Kuwala ise pek onu umursamadan basitçe bir çorba yapmak için atın heybesinde başka ne olduğuna bakmaya gitti. Çorbayı yaparken karların arasındaki beyaz tavşanları fark etmişti. Orada zıplayan tavşanlar onlara doğru geliyordu. Bacağı yaralı olan tavşan sekiyor ve geldiklerinde üç tavşan ağızlarında buldukları ufak çam kozalaklarını bırakıp kaçmıştı. Kuwala bu minnet hediyelerine bakıp gülümsüyordu. Daki ise tavşanlara bakıp yüzünü astı.

''İçlerinden birisini kurban olarak hediye etmeleri gerekirdi.'' diye mırıldandı. Kuwala gelen kozalakların yenmeyeceğini biliyordu. Yinede aldı. Yana ateşe atmadan önce onları parçaladı.

''Bu kozalaklar sayesinde ateşi yarın sabaha kadar yakılı tutabiliriz.'' dedi. Daki o kozalakların nereden geldiğini düşünüyordu. Ayağa kalktı ve ilerlemeye başladı. Tepenin bittiği dik yamaca gelince durdu. Aşağıda ufak bir orman vardı. Bu hoşuna gitmemişti. Geri döndüğünde yemek hazırdı. Yamaçtan aşağı inen yol atlar için tehlikeliydi ama Kara Kurtlar için... Tırmanması zor bir yer değildi. Oturup sessizce çorbasını içmeye başladı. Kuwala onun et yiyemediği için huzursuz olduğunu biliyordu. Sert somon ekmekten kopardığı parçayı o kadar sinirli çiğniyordu ki dişini kıracaktı.

''Bir daha ki sefere et buluruz.'' demişti. Daki düşüncelerini anlık terk etmenin şoku ile ona baktı. Et yiyemediği için kızgın olduğunu düşünen Kuwala'ya bakıyordu. Aklında yamaç vardı. Tepelerin bitmesine az kalmıştı. Yakında insanlara rastlama ihtimalleri vardı ve Kara Dağlara ulaşmaları için o tepeleri geçmeleri gerekiyordu. Kafasında kurduğu planda Kuzeyde yer alan büyük ve eski Darta Tapınağına gitmek vardı. Kuwala'nın hanedan geçmişini bulabileceği tek yazılı kaynaklar oradaydı. Ve orada hala inançlı büyük bilginler vardı. Onlara danışmak istiyordu.

''Sorun değil. Bu da çok lezzetli olmuş.'' demişti. Gün yavaş yavaş batarken hava dahada çok soğuyor ve ateşi canlı tutacak olan ağacın donmamış bütün dallarını bitirmişlerdi. Battaniyeler altına girmişlerdi. Daki yanan ateşi izlerken karanlıktaki tıkırtılar ile irkildi. Kuwala ise çoktan uyumuştu. Aynı şilteyi paylaşıyorlardı. Onu uyandırmadan kalktı. Karanlığa doğru ilerleyince birikmiş bir çok kozalak gördü.

''Tavşanlar...'' diye hayıflanırken gülümsemişti. Kozalakları parçalayıp ateşe atmaya başlamıştı. Yirmiden fazla kozalak vardı ve ateşi canlandırabilecekti. Gülümsemesi yüzünden kaybolmaz iken ışıldayan gözleri fark etti. Kuwala onu izliyordu.

''Senin tavşanların donup ölmemizi istemiyor gibi.'' Kuwala onu geri battaniyenin altına çağırdı. Yan yana oturur halde duruyor ve ateşin sıcaklığını hissediyorlardı.

''Onu yemediğin için sana da minnet duyuyor olmalı.'' demişti Kuwala. Daki ise et yerine şu an ateşin ısısını daha iyi bulmuştu. Yana doğru devrildi. Kuwala bunu görünce onun yanına uzandı. İyice ona doğru sokulmuştu. Bir süredir böyle koyun koyuna yatmaya alışmışlardı. Daki onun yatması ile kolunu onun beline doğru attı. Bu şekilde gece boyunca daha sıcak kalıyorlardı.

Gün tekrar donduğunda şaşkınlık içinde kalmışlardı. Atlardan birisi ayakta diğeri ise yattığı yerde donup kalmıştı. Donmuş hayvanlara bakıp kalmışlardı. Dün o kozalakları yakmasaydılar onlarda donacaktı.

''Yürümemiz gerekecek.'' demişti Daki. Atın sırtındaki heybeyi omzuna atmış ve kılıcını beline takmıştı. Kuwala ise sadece şilte ve battaniyeleri almıştı. Sessizlik içinde yürürken Kuwala koyu bulutların geldiği Kuzeye dönmüştü yüzünü. Kaşları çatılmıştı.

''Daki fırtına geliyor!'' demişti. Daki onu duyunca durmuştu. Dönüp koyu bulutlara bakıp kalmıştı. Fırtına hızlıydı ve açıklıkta yakalanmak istemiyorlardı.

''sığınacak bir yer bulmalıyız. Tepelerden inmemiz gerek.'' Kuwala bunu duyunca Doğuda yer alan dağları gösterdi. Kara Dağların başladığı sınıra yaklaşmışlardı. Kara Dağlar Kuzey ve Doğuyu birbirinden ayırıyordu. Dağları görseler bile oraya varmak çok zaman alırdı. Daki ise batıda kalan aşağıdaki düzlükleri gösterdi.

''Orası?'' Kuwala ile orada baya tartışma sonunda dağlara yürüme kararı almışlardı. Fırtınanın içine doğru gidecekler ve kaçışları zor olacaktı. Daki'ye dağlara giden kestirme yamaçları gösterdiğinde onu ikna etmişti. Tepeden inmeden dağlara doğru çevirmişlerdi yönlerini. Fırtına bulutları yaklaştıkça rüzgarın soğuk ve keskinliğini hissediyorlardı. Daki yürümeyi bırakıp biraz aşağıdaki yolu işaret etti. Kuwala oraya bakınca ayak izleri ve kızak izlerinin oluşturduğu patikayı görmüştü.

''Burası kullanılan bir yok olmalı. Bir köy vardır belki...'' Daki bunu söylerken aşağı inmeye başlamıştı. Kuwala onu takip etti. Karda yürümekten daha kolaydı patikadan gitmek. Ezilmiş ve sıkılaşmış kar onlara hız kazandırmıştı. Soğuk rüzgar ve yaklaşan fırtının getirdiği kar artıyor gibiydi. Hava loşlaşıp kararmaya başladığında fırtınanın sesi duyuluyordu. Kar şiddetini arttırmıştı. Dağlara giden patikada yürürken Kuwala arkada kalmaya başladığı için yavaşlamışlardı.

Hava karardığında yürümeye devam etmişlerdi. Daki onun yükünü almak istemişti. Kabul ettiremeyince elinden tutup yan yana yavaş yavaş gidiyorlardı. Kuwala'nın elleri her zamankinden daha soğuktu. Battaniyelere sarılmışlardı. Yüzlerine atkıları sarmışlardı. Fırtına hızlıydı ve onları yakalamıştı. Yürürken keskin soğuk rüzgarın etkisi ile üşüyor ve birbirlerini kaybetmemek için daha yakın duruyorlardı. Fırtınanın içinde adeta çığlık sesleri vardı. Uğultuda patlayan çığlık sesleri rüzgarın kamçı sesiydi. Kuwala ormandaki fırtınalara göre bu fırtınanın açık alanda ne kadar korkunç olacağını fark etmişti. Daki ise uyuşan bacaklarını sürüklüyordu. Gece boyunca patikayı takip etmişlerdi. Nereye gittiklerini anlamaları zordu. Gün doğumunda hava hala karanlıktı. Fırtına güneşin ışıklarını boğazlıyor ve onlara etrafı görecek kadar bile ışık vermiyordu.

Kar vücutlarını sarmaya başladığında ikisi de pes etmişti. Daki bacaklarını oynatamıyordu ve Kuwala artık hareket edemeyeceğini hissediyordu. Oldukları yere oturdular.

''Sığınacak bir yer...'' Daki'nin dişleri birbirine çarparken sesini bastıran fırtınaya öfkeli konuşuyordu. Kuwala ise titreyerek olduğu yerde oturmaya devam ediyor ve onu duyamıyordu. Duyduğu tek şey uğultu ve arada gelen kamçı sesleriydi. bir süre öylece oturdular. Ne yapacakları konusunda tek bir fikirleri bile yoktu. Kuwala etraftaki beyaz bir perde gibi olan fırtınanın taşıdığı karlara bakarken durmuştu. İleride yükselen dağı fark edince birden bacakları güç topladı. Ağını kapatan atkısını indirdi.

''İleride. Dağ ileride. Orada bir oyuk buluruz.'' demişti. Soğuk rüzgarlara Daki'den daha iyi dayanıyordu. Onu ayağa kaldırmak için yanına gitti. Kolunun altına girdi. Heybeyi orada bırakmıştı. Yük olacaktı ve Daki'yi taşımaya çalışırken yardımı dokunmayacaktı. Daki konuşamadı ve onu ayağa kaldıran adam için bacaklarını sürümeye devam etti.

Uzun rüzgar arkalarına geçmişti ve onları itekliyordu. Kuwala dağın içindeki vadiye girdiğinde rüzgarın burada daha sert estiğini fark etmişti. Vadi dardı ve çok yüksekti. Burada ki rüzgar onu yere serecek kadar şiddetleniyordu. Yürümeye devam ederken bir ışık gözüne çarptı. İleride vadinin biraz genişlediği yerdeki ışığa doğru hızlandı. Orada birileri olması düşüncesini silmişti. Sadece sığınacak bir yer olduğu fikri ile heyecanlanmış ve umut dolmuştu. Son gücüyle Daki'yi çekiştirerek oraya doğru gidiyordu.

''Daki! Gözlerini açık tut!'' demişti. Daki üstüne çöken yorgunluktan silkelenmek için çabalasa da yavaş yavaş fırtınanın sesi kulağına bir ninni gibi geliyordu. Kuwala onun uyumaması için konuşmaya çabaladı. Ama her ağzını açışında da sesini boğan kar ve rüzgarla mücadele etmek zordu. Işığa daha fazla yaklaştığını hissetti. Bir oyuktan gelen ışıktı. İçeride kimin olduğunu umursamadan Daki'yi oraya sürükledi. Rüzgar kesilip oyuğa girdiğinde içeride bir koridor ve ışığın geldiği genişleyen yolu gördü. Oraya gitme niyetinde değildi. Buraya sığınabilirdi sessizce. Daki'yi duvara doğru devirdi. Yanına çöktü. Soğuktan yüzü yanmıştı Daki'nin kirpiklerine kadar donmuştu. Onu ısıtmak için ellerini birbirine sürdü. Ve yanaklarına dayadı. Kısık bir sesle konuşmaya başladı.

''Daki!'' nefes alıyordu ama yavaştı solukları. Kuwala tekrarladı.

''Daki!'' Ama nafile. Daki derin bir uykuya çekilmişti. Kuzeyin bu fırtınası onun için çok ağırdı. Kuwala nefesi ile ısıttığı ellerini Daki'nin yanaklarına koyuyordu. Donmak üzere olan birisine nasıl müdahale edileceğini hiç bilmiyordu. Bacak bile kesmeyi biliyor ama donmak üzere olan birisine ne yapılacağı babasının kitaplarında yazmıyordu. Çaresizlik içinde bu sefer daha sert bir sesle bağırdı.

''Daki!'' ona cevap veren Daki olmamıştı. Ama bir kadın sesi duyulmuştu.

''Burada birileri var!'' Kuwala korku ile sesin geldiği ışığa bakmıştı. Elinde meşale ile dikilen bir kadın vardı. Ona bakıyordu. Ve onun ardından gelen birileri. Kadın elindeki meşaleyi duvara doğru koydu. Ve donmak üzere olan Daki'nin yüzüne eğildi.

''Onu ateşin yanına götürün.'' korku içinde bakan Kuwala'ya çevirdi başını. ''Yürüyebilir misin?'' Kuwala doğrulmuştu. İri cüsseli bir adam Daki'yi tek hamlede omzuna atıp mağaranın içine doğru ilerlemeye başlamıştı. Onları takip ettiğinde içeride gördüğü manzara onu şaşırtmıştı. Yaşlı, çocuk, kadın ve erkeklerden oluşan otuz kadar kişiden oluşan bir topluluk vardı. Yakılmış üç büyük ateş etrafında oturuyorlardı. Onları gören bir kaç kişi ayaklanmıştı ve en büyük ateşin yanında yer açmışlardı. Kuwala sırtındaki şilteyi çıkarmıştı. Onu sermek istemiş ama yerdeki kürke yatırmışlardı Daki'yi. Üstündekileri çıkarıp onu üst bedeni tamamen çıplak kalacak şekilde soymuşlardı. Ve ateşin orada bırakmışlardı. Kuwala çekingen halde öylece onlara bakıyordu. Yüzü dışında bütün bedeni kapalıydı. Daki'nin alnına elini koyan yaşlı bir kadındı. Onun ateşine bakmış ve ardından biraz su vermelerini istemişti. Kaptaki sudan bir kaç yudum içirmişti Daki'ye ardından dikilen gence bakıp onu davet etmişti yanına.

''Tanrılar sizi korumuş ki fırtınada kayıp olmadınız.'' Kuwala üstündeki battaniyeyi çıkarıp ateşe dönmüştü yüzünü. Isındıkça içi yanıyor ve ikram ettikleri su ile yanan içini ferahlatıyordu. Biraz uzağında yatan Daki'ye dikmişti kısa süre sonra gözlerini. Dayanamayıp ayağa kalkıp nabzına bakmıştı. Soluğunu dinlemişti. Normale dönmüştü nefesi ve nabzı. Vücudu ise ısınmaya başlamıştı. Esmer hoş teni ateşin kızıllığında Kuwala'nın gözüne daha hoş gelmişti. Utançla onun baş ucuna oturmuştu. Kampta öğrendiği selam verme şeklini taklit etme iç güdüsü ile ayağa kalkıp kadını ve onları bulan daha genç kadını selamlayıp konuşmaya başlamıştı.

''Teşekkürlerimi sunarım efendiler.'' yaşlı kadın güldüğünde dökülmüş dişlerinden arda kalan ön dişi gözüküyordu. Yüzü buruşuktu. Elleri ise lekeliydi. Kuwala bir süre daha sessizce Daki'nin başında bekledi. Eliyle karışmış ve ıslanmış saçları okşadı. Isındıkça başındaki atkıyı söktü. O anda etrafta var olan fısıltılar durmuştu.

''Yüce Darta. Bu yaşımdan sonra tekrar beyaz kurt efendisi gösterdin bana!'' yaşlı kadının heyecanlı ama titrek sesi ile irkilmişti. Gri gözleri ateşte parlarken onu izleyen gözlerle ürpermişti.

''Adını bahşet bana efendimiz.'' yaşlı kadın ayağa kalkmıştı. Na doğru yürüdü. Titreyen bacakları ile yanına oturdu. Kuwala şaşkınlık ve korku ile bakıyordu etrafa. Yaşlı kadın çekinerek onun beyaz saçlarına sonra soğuk yüzüne dokundu. Gözlerinden yaşlar akıyordu.

''Adını bahşet efendimiz.'' diye tekrar ettiğinde Kuwala çekinerek konuştu.

''Rahom Kuwala Akanov.'' konuşurken kadına bakışları değişti. Onun göz yaşlarını görünce korkusu hüzne dönüşmüştü. Kadın doğrulup onu kucaklamış ve göğsüne doğru basıp ağlamaya devam etmişti. Kuwala ona izin verdi ve kendine gelene kadar dokunmadı. Etrafı saran sessizlikte insanlar başlarına toplanmıştı.

''Bunca yıl neredeydin?'' Kadın ona hesap soruyordu adeta. Kuwala ise ellerini tutan kadına bakıyordu.

''Bunca yıl halkın eziyet ve zulüm içindeyken sen neredeydin?'' Kuwala hala kadının ne dediğini anlamıyordu. Yaşlı kadın ise hıçkırıklar içinde konuştu.

''Tanrıların bize kızgınlığı geçti ki seni geri gönderdiler. Efendimiz, bizi terk etmeyin.'' Kuwala onun sakinleşmesini beklerken suskundu. Kadın bir süre sonra ağlamayı bıraktı. Nemli gözlerle onu izlemeye başladı.

''Ben doksan yaşındayım. Hayatımda bir çok defa köyüme gelen Rahom gördüm. Yıllar sonra tekrar görüyorum.'' Kuwala ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı.

''Bana mı benziyorlardı?'' kadın onun saçlarını okşadı. Tekrar Kuwala'nın soğuk ve pürüzsüz yüzünde buruşuk ve nasırlı ellerini gezdirdi.

''Senin gibi saçları beyaz ve yüzleri temizdi.'' Kuwala şaşkınlık içindeydi. Gözleri uykuda olan Daki'ye kaydı. Ardından yaşlı kadına tekrar döndü ve meraklandı.

''Onlar benim akrabam mı?'' kadın gülümsedi soruya karşılık.

''Baban ve babanın babası... Ve ataların onlar senin.'' Kuwala şaşkınlık içindeydi. Babasının saçlarında kırlar vardı ama siyahlarda vardı. Düşünüyordu. Yaşlı kadının gri saçları gibiydi. Daki uyanana kadar onların dediklerini dinleyecek ve daha fazla soru sormayacaktı. Yaşlı kadın onu izlemeye doyamıyordu. Yıllar sonra çektikleri zulme dur diyecek bir Rahom görmek onu mutlu etmişti. Mağaranın sessizliğine eşlik eden fırtınanın sesi dışında tek bir fısıltı bile yoktu.

Kuwala yorgun olduğunu belirtince ona hemen bir yer açmışlardı. Ama o Daki'nin yanına kıvrılıp yatacağını söylemişti. Onun yanına uzanıp gözlerini kapamıştı. Fısıltılar devam edip fırtınanın sesini duyarken bu sesleri bastıran tek sese odaklanmıştı. Daki'nin göğsünün her inip kalkışında aldığı nefesin sesine... Orada uzun süre gözleri kapalı sesi dinledi ve ardından yorgun halde uykuya teslim oldu. Rüyasında gördüğü düş onu uykudan bir çığlıkla uyandırdı.

Rüyada Kızıl Ormanda üstüne doğru gelen karanlıktan kaçmaya çabalıyor ve her adım atışında yerdeki siyah suya daha çok batıyordu. Nefesi kesilir gibi uykudan uyanmaya çalıştığında boğuluyor ve yardım çığlığı atmaya çabalıyordu. Çığlıkla uyandığında ona şaşkınlık içinde bakan gözlerle karşılaştı. Giyinmiş ve biraz ilerisinde oturan Daki ile göz göze gelene kadar sakinleşemedi. Daki oturduğu yerden kalkıp onun yanına gelmişti. Fırtınanın sesi hala şiddetliydi. Oturduğu yerde Kuwala'ya birden sıkıca sarıldı. Saçlarını okşayıp çenesini başına dayadı.

''Güvendeyiz.'' demişti. Kuwala derin bir nefes aldı. Kaşları çatıldı.

''Uzun zamandır rüya görmüyordum. Bu iyi değil. Oradan uzaklaşmayacaktım. Bir şeyler ters gidiyor. Orman huzursuz ve karanlıktı.'' Daki onu bıraktı. Yüzünü avuçları arasına aldı.

''Oraya dönemeyiz. Kamptan çoktan büyük bir birlik peşimizdedir. Ve Kurt binicileri...'' Kuwala onun göğsüne doğru bıraktı başını. Derin derin nefes aldı.

''Başını belaya soktum.'' Daki bunu duyunca gülmüştü.

''Bela mı? Beni kurtardın. Hem zincirlerden hem ölümden. Bu bela demekse sorun değil. Ama sana öğrettiğim bela bu değil. Senin bana yaptığın şey özgür kılmaktı.'' Kuwala bunu duyduğunda tebessüm etmişti. Bir süre daha etraflarındakileri yok sayıp öylece durdular. Daha sonra ise pişen yemeğin kokusuna dayanamayıp ateşe doğru daha çok yaklaştılar.

Daki fazlası ile özlem çektiği etten tıka basa yemişti. Yirmi beş yaşında bir adama göre fazlası ile neşeli ve çocuk olmayı seviyordu. Kuwala onu yemek yiyişini izlerken kendisi yemek yemeyi unutmuştu. Aralarında ufak bir kız çocuğu oturuyordu. Daki ile yerken yarış halindeydiler adeta. Cüssesine göre fazla iştahlı kız eti kemiğinden sıyırıp hızla çiğnerken Daki ona pay kaptırmamak için hızlanmış ve sonunda pes etmişti. Elinin tersi ile ağzını silip şişen karnına elini dayamıştı.

''Nasıl bu kadar çok yiye biliyorsun çocuk?'' diye ona çıkışmıştı. Kız çocuğu ise yemeye devam ediyordu. Kız iştahla yemeğine devam ederken Kuwala önündeki tepsiden bir parça aldığı et ile öylece durmuştu.  Yanlarına gelip yemeğini yemeye başladığında yakının da oturan dün onları bulan kadın konuşmuştu.

''Annemin heyecanın mahsur görün. Yıllar sonra...'' Kuwala gülümsemişti. Kadına döndü.

''Size hayatımızı borçluyuz. Bize yemeğinizi sundunuz ve yatağınızı açtınız.'' Bu lafları Daki ve Ung askerlerinden öğrenmişti. Kadın gülümsedi ve hala yemek yiyen kıza seslendi bu sefer.

''Çok yersen şişeceksin kızım.'' Kız ise annesini duyunca lokmasını yuttu ve ince sesi cevap verdi.

''Büyümek için yiyorum.'' Kuwala ona bakıyordu kız ise kaşları çatık halde Kuwala'ya dikti gözlerini.

''Bana öyle bakma! Eğer hızlıca büyürsem güçlenirim.''

''Neden güçlenmeye ihtiyacın var? Baban ve annen seni korumuyor mu?'' Kız birden durgunlaştı. Kaşları çatıldı ve gözleri doldu.

''Babamı öldürdüler.'' Kuwala bunu duyduğunda ona bakıp kalmıştı. Kızın annesi ise soğuk bir sesle konuştu.

''Bir kaç hafta önce siyah kurt sürüsü ve binicileri köyümüze geldiler. Bütün yiyeceklerimizi almaya kalkıştılar. Kocam köyün reisiydi. Onlara karşı çıktığında öldürdüler ve tekrar geleceklerini söylediler. Bizde orayı terk ettik.'' Kuwala bunu duyunca küçük kızın saçlarına elini koydu. Nazikçe okşadı. Daki ise Kuwala'dan önce uyandığında hikayeyi duymuştu. Kendini ve Kuwala'yı anlatmış ve ona geçmişini öğretmek üzere büyük tapınağa gittiklerinden söz etmişti. Yolları aynıydı ve bu bölgeyi bilen birileri oraya gitmek oldukça akıllıca bir hareketti.

Fırtına dindiğinde toparlanmıştı herkes. Daki ve Kuwala onlarla hareket edeceklerdi. Kuwala bunu öğrendiğinde şaşırmıştı. Ama büyük bir grupla yolculuğun daha iyi şartlarda geçeceğini söylediğinde Daki onu ikna edebilmişti. Kızaklara battaniye ve şiltelerini koymuşlardı. Daki grubu koruyan bir kaç erkekle beraber güvenlik konusunda sorumluluk almıştı bile. Kuwala ise bir kaç yaralı ile ilgilenip kendini kabul ettirmişti. Yolculuk vadide devam ediyordu. Kal dolmuş yolda ilerlemek zordu ama kızakları çeken adamlar sayesinde kadın, yaşlı ve çocuklar rahat gidebiliyordu. Kuwala ve Daki bir kızağı çekme görevini almışlardı. İplerinden tutup çekmeye başlamışlardı. Daki yükün çoğunu almıştı. Ona kızağın ince ipini vermiş ve kendini dahil hissetmesi için bunu yapmıştı. Yorulmasını, hasta olmasını istemiyordu. Ellerinin nasır tutmasını dahi istemiyordu. Bu saplantılı gelse de onun için bu sevmekti. Endişe etmek ve onun iyi olduğunu bilme arzusu sevmekti.

Akşama doğru çoktan vadiden çıkmışlardı ve mola vermişlerdi. Buldukları geniş bir oyuğa yerleşip ateş yakmışlardı.

''Fırtına tekrar başlamadan dağa tırmanmalıyız. Orada büyük tapınağa giden eski yol var. Bir hafta kadar sonra orada oluruz. '' Daki konuşan adamın deri haritada gösterdiği yola bakıyordu. Kimsenin bilmediği bu patikayı ilk defa görüyordu. Ona göre dağa varmak için bir ay gerekiyordu. Ama köylüler bu yolun eskiden beri kullanıldığını söylemişti.

''Güvenli mi?'' Daki kaşları çatık soruyordu.

''Elbette. Burayı bizim dışımızda kimse bilmez. Oraya gitmenin en kısa yolu. Patika bir dağın içinde kendiliğinden açılmış bir yol. Kızakları bırakmak zorunda kalacağımız kadar dar. Ama orada yürüdüğümüz sürece ne fırtına bizi durdurabilir ne de başkaları. Geçit Büyük Darta Tapınağına açılan bir yol!'' Daki bunu duyunca sevinmişti. Bir hafta yürüyüş yeterliydi. Karanlıkta yükselen dağı gösterdi adam.

''Dağa tırmanmak riskli. Bu yüzden fırtına başlamadan geçide girmeliyiz.''

Daki dizinde uyuyan Kuwala'nın saçlarını okşadı. Oyuk sıcak ve güvenliydi. İyi bir uyku çekmesi için onu dizine yatırmıştı.

''Dik yamaçtan çıkarsak yaşlılar gelemez.'' Daki bunu söylerken yükselen dağın heybetine bakıyordu.

''Merdivenler var. Ama çok dikler. Kızakları burada bırakmak zorundayız ve oradan tırmanacağız. Sabahın ilk ışıkları ile tırmanmaya başlamamız gerek.'' Daki düşünüyordu.

''Fırtına izlerimizi silse bile kızakları gören geçidi bulabilir. Onları uzağa bırakmalıyız.'' Bunu söylediğinde onunla konuşan grubun lideri olan adam başını sallayıp düşünmeye başladı.

''Yarın kızları ileriye taşıyıp bırakırız. Bizimle olmanıza sevindik Efendi Daki.'' Daki gülümsedi.

''Bizi kabul ettiğiniz için teşekkürler.'' Gurubun lideri uyuyan Rahoma baktı.

''Onu koruma görevini üstlenerek tanrılar tarafından kutsanmış oldunuz. Genç Rahomun çok uzun yolu var ve bu yolda ona yardım ediyor olmanızın sebebi nedir?'' demişti. Daki ise çekinmeden konuşmaya başladı.

''Sanırım onu çok sevdim. Bu dünyaya ait değilmiş gibi. Onu korumazsam solup gidecekmiş gibi hissediyorum. Daha da önemlisi onunla olmak beni mutlu ediyor.'' deyip gülümsemişti. Kimseden çekinmiyor. Çekinmesine gerek yoktu. Artık ne bir prens sorumluluğu ne bir komutan yükü vardı üstünde sadece Daki olarak Kuwala ile çıktığı macerada onunla hayata doymak istiyordu.

''Ona iyi bir yoldaş oluyorsunuz. Şimdi yatıp dinlenelim.'' Oradan ayrılıp karısının yanına dönmüştü. Daki oturduğu yerde uyuklamaya başlamıştı.

Sabahın ilk ışıklarında yola koyulmak üzere hareketlenmişlerdi. Daki ve bir kaç yetişkin erkek kızakları daha uzağa götürmek için yola çıkacaktı. Kuwala o gideceği sırada Daki'nin kuşağına asılmıştı.

''Seninle geleceğim.''

''Burada kalman daha iyi olur. Yorulmamalısın. Zor bir tırmanış olacak.'' Kuwala'yı ikna edememişti. Onuda yanlarına alıp bir süre yürüdüler. Dağın keskin yamaçlarının eteğine kadar gelmişlerdi. Orada kızakları bırakacaklardı. Boş kızakları gelişi güzel bıraktılar. Geri dönmek için yürümeye başladılar.

''Merdivenleri kar örttüğü için tırmanırken kadın ve çocukları öne alalım.'' Gurubun lideri ile konuşuyordu yetişkin erkekler. Daki ve Kuwala onları dinliyordu.

''Yaşlılar arkada kalmalı.'' grup lideri bunu duyunca reddetmişti.

''Yaşlılar ve kadınlar ile çocuklar bizim önümüzden çıkacaklar. Ben önden çıkacağım. Basamaklarda izlerimi takip edecekler.'' Aralarından birisi grup liderine çıkıştı.

''Yaşlılar bizi yavaşlatırlar. Birisi düşerse sırayı bozarlar ve birileri hayatını kaybedebilir.'' demişti. grup lideri bu riski biliyordu. Kaşlarını çatıp sakalını kaşıdı. Kuwala onları dinlerken Daki'nin yanına doğru sokuldu.

''Yaşlılarla beraber tırmanalım!'' Daki bunu duyunca şaşırıp ona bakmıştı. Kuwala ise kendinden emin bir şekilde tekrarladı.

''Onlardan sonra yaşlılarla beraber tırmanalım.'' Daki ve diğerleri onu net bir şekilde duymuştu. grup lideri ise karşı çıkmaya hazırdı.

''Siz misafirimizsiniz. Risk almanızı istemiyoruz.'' Kuwala yanlarında yürüyen adamlara bakıyordu.

''Onlarla beraber geliriz. Ben önden Daki arkadan çıkar. Bu sayede diğerleri de güvende olur. bir kaç adım gerinizde olacağız.'' Daki derin bir nefes aldı ve Kuwala'nın teklifini reddetti. Onun hayatını riske atmak istemiyordu.

''Grup lideri ile tırmanacağız. Onunla beraber önden çıkmalıyız.'' Kuwala onu reddetmek için konuşacağı sırada Daki sert bir şekilde kaşlarını çattı.

''İtirazın boşa olacak. Önden tırmanacağız.'' Kuwala sessizlik içinde onu takip etmişti. Geri döndüklerinde tırmanışa geçeceklerdi. Anneler çocuklarının bellerine bağladıkları kuşakların diğer ucunu ise kendi bellerine bağlamıştı. Dört kadar emzikli çocuk vardı. Kuwala ve Daki Grubun Lideri ile önden çıkmaya başlamış ve ikili sıra halinde konuştukları gibi yaşlılar ve çocuklar ile kadınlar onları takip ederken yetişkin erkek ve genç erkekler arkadan onları izliyordu. Kar sertleşmişti. Yavaş yavaş merdivenleri çıkarken Daki sessizlik içinde başı önde giden Kuwala'nın elini birden tutmuştu. Kuwala ona bakınca elini daha sıkı tuttu.

''Düşmemen için!'' demişti Daki. Sessizlik içinde tırmanış sürdükçe  çizen merdivenleri tırmanıyorlardı.

Merdiven basamakları iki adımda tamamlanıyordu. Kar yüzünden basamaklar düzleşmişti. Herkes dikkatliydi. Yaşlılar yanlarındaki genç kadınlardan destek alıyordu. Lider onların bir kaç adım önündeydi. Daki yanında yürüyen Kuwala'nın elini tutarken yüzündeki mutluluğu belli etmemek için ciddiyetli bir bakış takınmıştı. Kuwala arada ona bakıyor ve gülümseyip geri başını çeviriyordu. Daki'nin sakalları kendini göstermişti. Tıraş olamadığı için siyah sakalları çenesini kuşatıyordu. Daha erkeksi bir hava takınmış ve yaşı ortaya çıkar olmuştu. Kuwala onun sakallarını görünce kendi yüzüne dokundu. Onun gibi erkek olmasına rağmen sakalları yoktu.

''Üşüdün mü?'' Eli yüzünde iken öylece kalmıştı. Daki onun elini yüzüne götürdüğünü görünce üşüdüğünü düşünmüştü.

''Eğer üşüdüysen atkımı alabilirsin.'' demişti. Kuwala bir bencillikle başını salladı. Daki'nin kokusu olduğunu düşündüğü atkıyı takmak için üşüdüğü bahanesini kullanmıştı. Yolculuğun geri kalanında burnuna kadar saracağı atkıdan gelen Daki'nin tenin kokusunu solumak istemişti. Daki durup boynundaki atkıyı söktü. Onu Kuwala'nın boynuna ve burnuna kadar dolaşmıştı. Tekrar elini tutup yürümeye başladıklarında Lider durup kırılmış merdivenlere bakıp kalmıştı. Kar düşüp merdivenleri görünmez yapmıştı. Öğlen olmuş ve uzun tırmanış durmuştu.

''Yolu açmamız uzun sürer mi?'' Daki bunu sorarken havanın kararacağını hesaplamaktaydı.

''Temizleyemeyiz. Burayı yavaş geçeceğiz.'' demişti. Elindeki uzun sopası ile karı yokluyordu. Arkaya doğru dönüp bağırdı.

''Yavaş yavaş geçeceğiz burayı benim adımım dışında adım atmayın.'' demişti. Yürümeye devam etti. Daki yürürken elini sıkıca kavradığı Kuwala'yı kendine yakın tutuyordu. Herkes yavaş yavaş geçerken birden çığlıklar ile durmuştu ön sıra. Dönüp bakınca insanların yanlara kaçıştığını gördüler. Bir kaç kişi yere düşmüş ve birisi kayarak giderken insanlar onu yakalamaya çabalamıştı. Yaşlı bir adam düşüyordu ve merdivenlerden çığlıklar yükseliyordu. bir tarafı dağın heybeti ile kaplıyken diğer taraf açık bir uçurumdu. Yaşlı adam uçuruma giderken kucağında çocukla bir kadın çığlıklar atıyordu. Lider oraya doğru hızla hareketlenmişti. Ama yaşlı adamın düşüşüne engel olamadılar. Kadın kucağında bebek ile ağlayarak yere çökmüştü. Kaybettiği babası için göz yaşları döküyordu. Liderleri ise onu teselli etme çabası içindeydi.

''Onları biz çıkarabilirdik.'' Kuwala bunu söylerken sinirlenip elini çekmişti.

''Senin yaşamın dışında endişe ettiğim bir hayat yok! Orada olsaydık sende düşebilirdin.'' Kuwala onun bencilliğine sinirlenmişti. Kaşlarını çatmıştı.

''Yavaş tırmansaydık o düşmezdi.'' diye çıkıştı. Daki ise kararının arkasındaydı. Grubu bir sessizlik sarmış halde yola devam ederken sadece babasını kaybeden kızın ağıdı vardı. Kuwala adam düştükten sonra Daki'nin elini tutmamıştı. Gün kararmaya başlarken daha yolları vardı. Şanslarına ay ışığı onlara yol gösterecekti. Daha da yavaşlamış ve basamakları dikkatle çıkıyorlardı. Daki Kuwala'nın önünden gidiyor ama arada ona omzu üzerinden bakıyordu. İyi olup olmadığını kontrol ederken arkadan su ve ekmek gönderilmişti.

''Durup yemeğimizi yiyelim!'' emri ile grup olduğu yere oturmuştu. Yavaş yavaş yemeklerini yerken omuzlarında ki yükleri indirmişlerdi. Kızaklarda ki yükleri omuzlarına almışlardı. Kürkler ve daha ağır yükler yetişkin erkeklerde idi. Daki'nın omzunda ise sıkıca sarılmış battaniyeler vardı. Yükünü indirip verilen ekmekleri ileri doğru uzattı. Son üç ufak yuvarlak ekmek onlara kalmıştı. Lider onlarla beraber yerken gözü arkasındaki karısı ve oğlundaydı. Onların karınlarını doyurduklarını görene kadar ekmeğini yemedi. Bir kısmını elden ele oğluna gönderdi. Daki ise kendi payını kaldırmıştı. Sadece su içmişti. Sudan bol şeyleri yoktu. Deri mataralarına doldurdukları kar eriyip içilebilir hale geliyordu. Suyunu içerken göz ucu ile oturan Kuwala'ya bakıyordu. Acıktığı ekmeği hızlı yiyişinden anlaşılıyordu.

Kısa süre sonra tekrar harekete geçmişlerdi. Kuwala yürümeye başlamış ve Daki'nin atkısını burnuna kadar tekrar çekiştirmişti. Ona kızgındı ama bunu uzun sürdürmek istemiyordu. Ama nasıl tekrar ona sokulacağını henüz bilmiyordu. Yemeğini yerken Daki'nin çatık kaşlarından ürkmüştü. Bu yüzden sessizce yoluna devam edecekti. Düşüncelerin dalgınlığı ile birden bastığı yer ayağının altından kayar gibi hissetmişti. Ayağı kaydığı için tutunacak yer ararken kaymıştı. Buz vardı ve bunu fark edememişti. Liderin adımı dışında bir yere başlamıştı. Korku ile kaydığını fark ettiğinde tutunmak istemiş ama sadece bir çığlık atabilmişti. Düşeceğini sandığında Daki onu yakalamıştı. İkisi beraber yere çökmüştü. Kuwala onu tutan adama bakıp kalmıştı. Daki'nin korku içinde açılmış yeşil gözleri ona bakıyordu. Üzerine doğru eğilmişti.

''İyi misiniz?'' lider dönüp onlara bakıyordu. Grup durmuş ve Daki'nin hemen ardındaki Liderin karısı ve oğlu şaşkındı.

''Buz var!'' Kuwala bunu kekeleyerek söylemişti. Düşeceğini sandığı için korkuyordu. Bacakları titriyordu hala. Bir adım ötesi uçurum olan bu yerde gece tırmanmanın verdiği korkuyu yeni hissediyordu. Daki'nin boynuna doğru kollarını dolayıp ayağa kalkabilmişti. Dizleri titriyordu ve hareket edemiyordu. Uçurumdan esen rüzgar sanki artmış gibiydi. Öylece Daki'ye dolanıp kalmıştı.

''Yürüyebilir mi?'' Lider beş adım kadar öndeydi. Onlara seslenmişti. Kuwala ise korku içinde hızlı hızlı nefes alıyordu. Daki onu yakalamasa düşeceği düşüncesi ile gözleri kararıyordu.

''Duramayız.'' Lider konuşmaya devam ediyordu. Daki boynuna dolanmış adamın korkudan hızlı atan kalbinin sesini duyuyordu.

''Devam edebilir.'' dedi. Kuwala ise kımıldamak istemiyordu. Daki onu yavaşça kendinden ayırdı. Elini onun beline doğru doladı. Uçurumun olduğu tarafa doğru geçmişti.

''Sorun yok! Bu tarafta ben duracağım.'' demişti. bir kişi için güvenli olmayan merdivenleri ikili çıkar olmuşlardı. Kuwala titreyen dizlerine güç toplamak için adımlar atıyordu. Korku ve yürüyüş onu yormuştu. Yalnız onu değil bütün grup gün doğarken yorgunluktan yürüyemez olmuştu. Durmaları gerekiyordu. İkinci defa yemek ve su için merdivenlere oturmuşlardı.

''Yarım saat kadar bekleyeceğiz.'' dedi lider. Kuwala ve Daki'yi geçip oğlu ve karısının yanına indi. Kuwala oturduğu yerde gönderilen ekmeğini yemeye başlamıştı. Daki gece sakladığı ekmeğinin yanına bu seferde yarım ekmek koydu. Kalanını yemişti.

''Biraz uyumak ister misin?'' bunu söylerken eşlerine sokulan kadınları, annelerine sokulan çocukları izleyen Kuwala'nın elini tutmuştu. İnsanlar kısacıkta olsa uyumak istiyorlardı.

''Merak etme seni sıkıca tutarım.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ona doğru sokuldu. Kolunun altına girip beline doladı kollarını. Başını göğsüne yasladı. Hemen gözleri kapanmıştı. Mola bir saate kadar uzatıldı. İnsanların uyuması gerekiyordu. Lider tekrar toplanacakları zaman gür sesi ile seslenmişti. Uyku sersemi kalkanlar düşmemek için el ele tutuşur olmuştu. Yaşlılar sopalardan destek alarak devam ediyordu. Daki ise ona sıkıca tutunan Kuwala'yı tutuyordu.

Gün tekrar kararmaya başladığında merdivenlerin sonu görülmüştü. Lider gülümsedi. bir kayıpla başardıkları tırmanışın mükafatı olan dar geçit görülüyordu.

''Geldik!'' diye bağırmıştı. İnsanlar heyecan içindeydi. Geçide doğru hızlanmışlardı. Gün tamamen karardığında ise herkes iki kişinin yan yana zor sığdığı geçidin içindeydiler. Yorgunluk ile çökmüşlerdi. Bir yarıktı burası. Dar ve yüksek yarığa kar çok az düşmüştü. Yukarı doğru yarık daralıyordu. Lider herkese dinlenmesini söyledi. Tekerli şekilde yan yana dizilip kürk ve şilteleri serip uyumaya başlayacaklardı. Artık güvendeydiler. Uyumak ve dinlenmek için zamanları vardı. Ama yemekleri çok azdı. Herkese yarımşar küçük somon vermişlerdi. Kuwala yemeğini yedikten sonra uyumak için gözlerini kapamıştı. Daki ise yemeğin tükeneceğini düşünerek yine yarısını yeyip kalanını sakladı. Deriden yapılma ufak heybesinde saklamaya başlamıştı ekmekleri. Olacağını bilemezlerdi.

Dediği gibi geçide girdikleri üçüncü günde yemek tükenmişti. Su ise azalmıştı geçitte kar yoktu ve eritecek kar olmayınca çabuk tükenmeye başlamıştı. Annelere verilmişti son yiyecekler. Emzirmeleri için yemeleri gerekirdi. Sessizlik içindeki yürüyüş öğlen durmuştu. Arkadaki erkelerden birisi hırçınlaşmıştı.

''Bizimle yemeğini paylaş!'' diye bağırdığı kişi kucağındaki bebeği sıkıca kavramış genç bir kadındı.

''Onlar benim hakkım. Saklamıştım.''

''Duydunuz mu? Saklamış!'' Kadının üstüne yürüdüğünde olaya müdahale eden kişi o gece oyukta Kuwala ve Daki'yi bulan Marinoe ismindeki kadındı. Sertçe bir yumruğu annenin üstüne yürüyen adama geçirmişti.

''Ona verdiklerimizin hepsini yemeyip sakladı. Seni dirençsiz herif!'' demişti. Adam burnu kanlar içinde yerdeydi. Dar geçitte çıkan kavga tehlikeliydi. Daki gözünü yukarıya doğru çevirdi.

''Sessiz olmamız gerekiyor.'' demişti. Yerdeki adam bunu duyunca Daki'ye doğru başını çevirdi.

'' Sen karışma. Yanındaki korkak herifi kucaklamaya devam et!'' demişti. Lider oraya doğru geçmişti. Yerdeki adamın burnuna bakması için birilerini çağırdı. Adam ise öfke ile onunla ilgilenen lideri iteklemişti.

''Hepimiz açlıktan bu geçitte öleceğiz. Oraya varamayacağız. Yaşlı herif gibi erken ölmediğimiz de...'' Kuwala aşağıya doğru düşmeye başlayan kara bakıyordu. Daki'nin kolunu tutup yukarıyı işaret etti. Ses arttıkça eko yapıp yukarıda biriken karı harekete geçiriyordu. Bir o değil bir çok kişi yavaş yavaş aşağıya doğru düşen karlara bakıyordu. Tepelerinde yükselen karın aşağıya düşmesi bir felaket olurdu. Marinoe yerdeki adamın üstüne doğru atılıp daha fazla bağırmaması için elini ağzına bastı.

''Hepimizi öldüreceksin.'' diye fısıldamıştı. Dam ise mırıldanmaya devam ediyor ve ondan kurtulmak için bir tekme savurmuştu. Üstündeki kadını atınca daha yüksek sesle bağırdı.

''Geberin gidin!'' o anda bir uğultu duyulmuştu.

''Koşun!'' diye bağıran Daki olmuştu. İlerden düşmeye başlayan karı görmüş ve herkes yükünü bırakıp hızla koşmaya başladığında izdiham çıkmıştı dar geçitte. Hızla koşuyorlardı. Üstlerine yığılmaya başlayan kar onlara yetişmek üzereydi. Bu dar geçide ölmek istemiyordu kimse. Çocukları, yaşlıları umursamadan koşuyordu. Bildikleri kadar hızlı kaçmışlardı. Ama grubun yarısı düşen çığın altında kalmıştı. Kardan kaçabilenler birazcık daha genişleyen bölüme doluşmuştu. Kar geçidi tamamen kapatmıştı. İnsanlar korku içinde kapanan geçidin önünde duruyordu. Daki elinden tutup sürüklediği Kuwala'nın hayatta olduğunu görünce öne doğru ilerledi.

''Onları kurtarmalıyız!'' Marinoe bunu söylerken korku içinde son anda kendini içeri atmanın şokundaydı. Kavganın çıktığı yerin önündeki herkes kurtulmuştu. Ama arkada kalanların çoğu çığın altında kalmıştı. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve erkekler... Etrafta derin bir sessizlik varken burnu kan içindeki adam bir kahkaha attı. O da kurtulmuştu.

''Size öleceğimizi söylemiştim.'' diye bağırıyordu. Daki bu sefer dayanamadı. Ona doğru yürüyüp bir tekme savurdu. Onu yere devirmişti. Kılıcını çektiğinde kimse ona dur dememişti.

''Öldür beni! Zaten hepimiz öleceğiz.'' diyordu. Daki elindeki kılıcı bir süre ona dönük tuttu. Grubun lideri ona doğru gelmişti. Daki'nin önünde durmuştu.

''Yeteri kadar kayıp verdik. Yapma.'' demişti. Daki onu dinleyip kılıcını kınına soktu. Oradan sağ çıkamaya bilirlerdi. Kurtulanlar ölüler için dua ediyordu. Ve suçladıkları adamı grubun içinde dışlamışlardı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Mataralarına kar doldurdular. Bütün kürkleri, ve eşyaları karın altında insanlarla gömülüp kalmıştı.

''Onları çıkaramaz mıyız?'' Marinoe hala direniyordu. Ama tonlarca ağırlıktaki kar çoktan onları boğmuştu. Lider yükselen kar yığıntısını gösterdi.

''Kazamayız. Bunu yapamayız.'' Marinoe hıçkırıklar içinde konuşmaya başladı.

''Çocuklar var orada. Ve büyüklerimiz...'' bebeği ile kurtulamayan kadını anlatırken hıçkırıklar içinde yere çökmüştü. Kuwala onun yanına doğru yürüdü. Liderin ayaklarına kapanmış kadının yanına çöktü. Elini sırtına koydu. Zavallı kadın orada annesini kaybetmişti. O gece ilk tanıştıkları gece ona hayranlıkla bakan yaşlı kadında karın altında kalanlardandı.

''Herkesi kurtaramazsın.'' demişti. Bu sözü henüz dokuz yaşındayken babasından öğrenmişti. Ölmüş bir kaç yavru tavşan için ağlarken babası onu böyle teselli etmişti. Aynı sözlerin Marinoe için işe yarayacağını düşünmüştü.

''Kızın hayatta ve sende...'' diye devam etti. Marinoe doğrulup ona sarılmış ve bir süre daha ağlamıştı. Herkes yasını tutmaya devam ederken orada dinlemeye karar vermişlerdi. Kuwala bu korkunç anı unutamıyordu. Karın herkesi yutuşunu görmüştü. Daki onu çekerken arkasına bakmış ve insanların çığlıklar içinde tonlarca kar altında ezilişini görmüştü. Doğanın acımasız bir katil olduğu geldi aklına. Zayıflara acımayan bir katildi. Güçlenmesi gerekiyordu. Ayaklandı. Herkes bitkin halde otururken bir cesaret ayağa kalktı.

''Devam etmeliyiz. Ve sen!'' derken hala yüzünde korkunç bir gülümseme oturan adama dönmüştü.

''Sen ölülerimize bakacaksın!'' derken üstüne doğru yürümüştü.

''Onu bağlayıp burada bırakacağız. Açlıktan ölsün. Korktuğu şey yüzünden bir sürü arkadaşınız öldü. Cezası bu!'' demişti. Sessizlik kabul edişti aslında. Lider ayağa kalktı. Onunla beraber sona kalan erkeklerde ayaklanmıştı. Buldukları hasır iplerle adamı bağlayıp köşeye atmışlardı.

Yollarına devam ederken adamın ağzını kollarını ve bacaklarını bağlamışlardı. Açlık ve susuzluktan orada can vermesini istiyorlardı. Orada ölenlerin ruhunu onurlandırmak için bu şarttı. Daki yanında yürüyen Kuwala'ya döndü. Acımasızca bu kararı beğenmişti.

''Bir lider gibiydin.'' dediğinde Kuwala ona çevirdi başını.

''Marinoe gibi güçlü bir kadın bize yolcuğumuz da lazım. Onun kendini toplaması için o adam cezalandırılmalı gibi hissettim.'' Daki başıyla onu onayladı. Deri heybesinden çıkardığı yarım ekmeği ona uzattı. Herkesin arkasındaydılar. Onlarla aralarında mesafe çoktu.

''Bunu saklamıştım. Yemelisin.'' dedi. Kuwala ekmeği ikiye böldü ve diğer yarısını ona uzattı.

''Demek istediğini anladım Daki. Bu dünyada bizi kimse önemsemiyor. Kendimi korumam gerek. Seni korumam gerek.'' Daki bunu duyunca başını yavaş yavaş salladı.

''İnsanlar korkak ve sığınacak yer arıyorlar. Yüklerini atacakları kişiler arıyorlar. Güçlü olana kadar onlara umut verme.'' Kuwala başını salladı. İnsanları korumak istiyorsa güçlü olmalıydı.

            Ama nasıl?

Bunları düşünerek yürümeye devam etmişti. Son molalarını vermişlerdi. Gün tekrar doğduğunda geçidin sonuna gelmişlerdi. Herkes yavaş yavaş çıkmaya başladığında karşılarında yükselen tapınağa bakıp kalmışlardı. Geniş ve rahat bir patika onları kucaklıyordu. Tapınak yükselirken etrafını çevirmiş örülü surlar tapınağın sadece kubbesini gösterecek kadar yüksekti. Kuwala Darta Tapınağını babasından duymuştu. Ama ilk defa görüyordu. Gözleri ışıldayarak Daki ile yan yana yürümeye başlamıştı.

''Sen daha önce geldin mi?'' demişti Kuwala. Daki başını sallayıp yürümeye devam etti.

''İlk defa geliyorum. Ama burayı bilmeyen yoktur. Kör Kahin burada yaşıyormuş.'' Kuwala duyduğu isme gülünce Daki ona ciddi bir bakış attı.

''Gülmemelisin. O geleceği ve geçmişi görebilen bir adam. Saygın ve bir o kadar güçlü. Onunla konuşmaya geldik.'' Kuwala gülmeyi bırakıp patikada grubun arkasından yürümeye devam etmişti.

''Neden onu görmemiz gerek?''

''Sana anlatamayacağım ama onun gösterebileceği şeyler için. '' Kuwala denileni anlamamıştı. Sadece sıcak bir yerde uyumak istiyordu ve mümkünse yıkanmak. Tapınağa doğru yaklaşıp büyük surların önünde durmuşlardı. Kapılar ardına kadar açıldığında herkes şaşkındı. Etraf kalabalıktı. Bir çok köyden kaçıp gelenler ve tapınağın genç kahinleri vardı bahçede. Onları karşılayanlardan birisi ileri doğru çıktı.

''Başınızdan geçen felaketleri Yüzce kahin gördü. İçeri gelin.'' demişti. Kuwala içeri girerken onu saran enerji ile bedeni karıncalanmıştı. Uzun zamandır hissetmediği ulumayı duymuştu. Etrafını saran ürperti ile içeri doğru adımlarını geciktirmişti. Bir süredir peşini bıraktığını düşündüğü beyaz kurdun gözlerini hissediyordu. Ürperti ile ilerlerken tapınağın beyaz basamaklarında dikilen adamı gördü. İstemsizce ona doğru gidiyordu. Arkasından seslenen Daki'yi duymadı bile. İnsanları hızla geçip asasından destek alarak ayakta duran yaşlı adamın önünde durdu.

''Beyaz Gelincik ve onun beyaz asil kurdu...'' Yaşlı adam bunları söylerken elini uzatıp onun yüzünü okşamıştı.

''Uzun zamandır seni bekliyordum. Evine geri döndün.'' demişti. Kuwala sessizlik içinde adama bakıyordu. Nedensizce gözleri doluydu. İçini sıkan bir şey vardı ve gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaşlı adamın elinin üstüne elini koydu. Hissettiği acıyı anlamıyordu ama istemsizce ağlıyordu. Birisini kaybetmiş, birilerini kaybetmiş gibi hissediyordu. İsimlerini bilmediği ama ona ait olan bu kişileri hissediyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Dört:    Bütünleşen Bedenler

 

            Bir kaç gün olmuştu. Tapınakta kalan insanlar ile karışmıştı köylüler. Orada binlerce sığınmacı vardı. Köyleri yağmalanmış ve açlıkla, ölümle savaşan onlarca insan bu tapınağa ve rahiplerine sığınmışlardı. Kör kahin hepsine kucak açmıştı. Ama beklediği misafiri sonunda gelmişti.

''İki yüz yıl boyunca buraya gelen iki Rahomsun!'' Sözlerini söylerken içerideki cam kubbenin altında yetiştirdiği çiçekleri ile uğraşıyordu. İçerisi dışarıdan farklıydı. Bir bahar havası var gibi güneşli ve sıcaktı. Onunla konuşmaya cesaret etmişti Kuwala. Bu yüzden dördüncü gün dolup beşinci günün şafağında yanına gitmişti.

''Hissettiklerim, atalarımın ruhları mı?'' Kör kahin dikenleri olan kırmızı çiçeği koklamıştı. Ezbere bildiği bu cam kubbenin altındaki serada saatlerini harcardı.

''Onlardı. Seni bekleyen ruhları sonunda gelişini kutluyorlar. '' Çiçeği yavaş yavaş elindeki makasla budamaya başlamıştı. Hasta olan yapraklarını nazikçe kesiyordu.

''Bir kutlama yapıyorlarsa neden mutsuzlar ve beni de ağlatıyorlar.'' Günlerdir rüyalarında hıçkırık sesleri duyuyordu. Çığlıklar atarak ağlayan sesleri duyuyordu karanlıkta. Son günlerde uyuyamaz olmuştu. Uykusuzluk yüzünden gözleri kızarmıştı. Lokmalar boğazından geçmiyordu. Odayı paylaştığı Daki onun için endişeliydi.

''Ruhları ıstırap içinde çünkü. Sevinçleri bile bir ağıt gibi. Sıkışıp kalmışlar gölgelere. Çekip gidemiyorlar.'' Kahin makası nazikçe yanında bekleyen genç rahibe verdi.

''Son günlerde uykundan uyandırlıma sebebi onların sesleri olmalı. Kara Kurt senin için endişeli.'' bunu söylerken arkada seranın girişinde bekleyen Daki'ye dönmüştü yüzünü.

''Orada dikilme çocuğum. Bu tarafa doğru gel ki seni rahat göreyim.'' Daki bunu duyunca kör adam ve Kuwala'ya doğru yürüdü.

''Kaderiniz birbirine dolanmış. Ne çözülebilir ne koparılabilir. İçinizde beslediğiniz sevgiyi bu kadar güçlü kılan şey ilk duygularınızı paylaşıyor olmaktan öte.'' bunları söylerken ufak kamelyaya doğru yürüyüp onları da peşine takmıştı. Asası gül ağacından yapılmaydı. Ondan destek alarak yürürken topallıyordu. Sağlık durumu iyiye gitmiyor ve ölüm onun çoktan peşine düşmüştü.

''Onların çığlıklarını ve ağlamalarını durdurmak için ne yapmam gerek?'' Kahin bunu duyunca gülümsemişti.

''Yolun çok uzun değil. Senin geleceğini göremeyeceğim. Sen olgunlaştığında ben göçmüş olacağım. Ölümü uzak tuttum hep ama şimdi senin gelişin ile son görevimi yerine getirme zamanı geldi. Sana atalarının unuttuğu gücü vereceğim.'' Kuwala onu heyecan içinde gözünü kırpmadan dinlerken Daki kuşkulu bakıyordu.

''Onların yüz yıllardır terk ettiği güç seni seçmiş durumda.'' bunu söyledi ve kuşkulu bakan Daki'ye döndü.

''Endişeni gidereyim çocuğum.'' Öne doğru eğilip ağrıyan dizlerini ovmaya başladı.

''Zor bir yol! Kısa olduğu için tehlikeli de. Bir dönüşü olmayan ve incecik bir ipin üstünde gidilecek bir yol. Ama zamanımız çok az. Bir kaç hafta sonra benim yaşamım son bulacak ve Kış mevsiminde doğan sen bir güneş gibi parlayacaksın. Bunu başarmak için güçlendirmelisin bedenini ve zihnini.'' Kuwala onu dikkatle dinlemişti. Ama sorular vardı hala aklında.

''Bana uyku uyutmayan bu sesleri susturmadan nasıl güçlenebilir bedenim?'' Kahin gülümsemişti. Yüzü Daki'ye dönüktü. Ayağa kalktı ve başını ağır ağır salladı.

''Sen cevabı biliyorsun Kara Kurt Daki! Gördüklerim her zaman gerçekleşir. Senin içinde zamanı geldi.'' Daki onun ne demek istediğini orada anlayamamıştı. Ne yapabilirdi ki... Sihri yoktu ve ruhlarla konuşamazdı. Kuwala'ya nasıl yardım edeceğini düşündü. İlk gün cevabı bulamadı. İkinci gün ise cevap yine yoktu. Uykularından sıçrayıp gece boyu oturan Kuwala'ya eşlik etmek dışında elinden hiç bir şey gelmiyordu. Sabahları onu yemek yemeye zorluyordu.

Dördüncü günün akşamı biraz içki içme fırsatı bulmuştu. İçkiyi buraya beraber geldikleri grup lideri bulmuştu. Eski arşivde saklanmış şarap oldukça güzeldi. Daki'nin aklına bu şaraptan Kuwala'ya içirmek geldi. Zihni ve bedeni güçlü olmazsa gücü kazanamaz ve bunun sonucu ölüm olurud. Bir gün önce kahine gitmişti.

''Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana bir ipucu vermeniz gerek.'' Kahin bunu duyunca onun yanına gelmişti. Elini Daki'nin yüzünde gezdirmişti.

''Cevabı bulamazsan ben öldüğümde burayı karanlıktan koruyan büyüler kaybolacak ve geriye sadece bir harabe ve ölü bedenler kalacak. Zamanın azalıyor.'' Ona bunları söyleyip ağır ağır uzaklaşmıştı. Daki cevabı bulamadığı için çok içerse Kuwala'nın derin bir uyku çekeceğini düşündü. Liderin odasına onu getirmiş ve içkiyi önüne koymuştu.

''Bundan içersen uykuya teslim olursun.'' demişti. O kadar kararlıydı ki lide rbile içkisini içmeyi bırakmıştı.

''Kırmızı şarap insanı uykuya çeker. Tadı yumuşak ve acı değil.'' Kuwala bunları duyduğunda sandalyeye oturup bir kadeh içti. Sessizlik vardı ve Daki onun kadehini yeniledi. Lider böyle hayal etmemişti. Hoş bir sohbet ve neşe dolu anlar bekliyordu. Misafirlerinden biriside Kuwala sessizlik içinde ikinci kadehi içerken Marinoe olmuştu. Kızı ile gelmişti odaya. İçkiyi görünce masaya bir sandalye çekip kurulmuştu. Ortamdaki ciddiyete bir anlam koyamadan kadehini doldurmuştu.

''Neden burası bu kadar sessiz?'' diye sorduğunda Daki atılganlıkla konuşmuştu.

''Kuwala'nın derin bir uyku çekmesi için içmesi gerekiyor. '' demişti. Kuwala ise ikinci kadehin dibine geldiğinde yüzünü buruşturmuştu.

''Daha fazla içmek istemiyorum.'' diyerek kadehi ters çevirmişti. Daki tekrar çevirmesin diye elini üstüne koymuştu. Daki ise ısrarla devam etti.

''Kör kahin zamanımız kalmadığını söyledi. Dolunayın ilk gününde başlamanız gerekiyormuş. Bu gece ve ertesi gecemiz kalmış. Sonra altı günlük büyük dolunay başlayacak. En az iki gece iyi uyuman gerek.'' Hızlı ve telaşlı konuştuğunda kaşlarının çatıldığını Kuwala öğrenmişti. Dudakları geriyor ve bazı kelimeleri yutuyordu Daki böyle konuşmalarda. Onu susturmak için elini birden onun ağzına kapattı.

''Tamam.'' demişti ve kadehi düzeltmişti. İyice sarhoş olup ayakta duramaz hale geldiğinde ise yanakları kızarmış ve sandalyede dik duramıyordu. Testinin yarısına yakınını Daki ona içirmişti. Sonunda uyuklamaya başladığında Daki keyifle bir kadeh içki içmişti. Onu omzuna atıp yatağına götürmüştü. Derin bir uykuda olduğunu belliydi. Kendinden geçmiş gibi uyuyordu. Daki mumu söndürüp kendi yatağına uzandı. Güldü.

''Cevabın şarap olması çok komik. Kör Kahin ne diye bana söylemediyse. İçki yasak mı acaba onlara? Bu yüzden mi açıkça diyemedi?'' Gülerek uykuya dalmıştı. Cevap bu değildi. Bunu acı bir şekilde öğrenmişti. Derin uykusundan onu uyandıran Kuwala'nın bağırtısı ve çırpınışları olmuştu. Yataktan kalktığında Kuwala'nın yerde çökmüş kustuğunu görmüştü. Gece boyunca ateşi çıkmış ve inlemeler içinde yatmıştı. Sabah iyice zayıf düşmüştü. Rengi atmış ve uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Daki kendine olan öfkesini dışarıda çıkarmıştı. Saatlerce kendi kendine odun kesmiş ve kan ter içinde öğlen geri dönmüştü. Kuwala ile konuşacaktı.

''Bunu yapmanı istemiyorum. Yarın dün doğarken ayrılacağız buradan. Seni sonsuza kadar koruyabilirim. Doğuya doğru gideriz ve oraya yerleşiriz.'' Kuwala onu solgun gözlerle dinliyordu. Marinoe ve kızı onların yan odasında kalıyordu ve ziyarete gelmişti.

''Ölmeni istemiyorum. Bu yüzden yarın gideceğiz. Kör Kahin bana cevabı vermeyecek kadar bencil bir ihtiyar!'' öfkesini bastırmaya çabalıyordu. Kuwala onu sessizlik içinde dinledi. Söz hakkı ona geçtiğinde ise konuştu.

''Yapmak istiyorum. Bu benim kaderim.'' Daki bunu duyunca sinirlenmişti. Bedeni bu kadar zayıf olan birisinin bu çalışmayı kaldıramayacağını düşünüyordu. Eskisine göre daha kırılgandı. Uykusuzluk onu çok zayıflatmıştı.

''Kaderin değil. Kaçabiliriz kaderimizden. Ben yaptım, sende yapabilirsin.'' Kuwala mırıltılı bir sesle konuştu. ''Yapmak istemiyorum.'' Daki bunu duyduğunda donup kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Öylece bakıyordu. Ölümüne tanık olmak istemiyordu ama...

Aşk bu. Ne halde olursa olsun, o kabul ediyordu. Onu son bir kere görmek ve ona dokunmak istemişti. Marinoe ve kızından izin istedi. Onları gönderdi. Kuwala ile konuşmak ve onuna açıkça aşkı anlatmak istemişti. Yatağın yanına oturdu. Gün ışığına benzer efsun etraftaydı ve bir sıcaklık vardı odada. Her şey sahte ama gerçekte olması gerektiği kadar gerçekti.

''Bir sabah uyandığımda tanrıların beni duymasını istemiştim. Hayat beni hayal edemeyeceğim kadar şaşırtsın! Demiştim. Ve ardından bir kaç ay geçmişti. Kızağı çekerek gelip bize evini açmıştın. O akşam fitilden yayılan ışıkta kitap okuyuşun ve duruşun ile beni şaşırtmıştın. Tanrıların beni duyduğunu anlamıştım. '' Kuwala onu dinliyordu.

''O gün seni incitmek istedim. O kadar güzel ve dokunulmamış duruyordun ki... Seni incitmeyi çok istedim. Ama yattığın yere geldiğimde Cohin'e bakmak yerine durup sana baktım. Her şeyden habersiz saf ve o kadar huzurlu uyuyordun ki... İçimdeki öfke söndü. Kalbimin içinde başka bir şey vardı. Hayatımda ilk defa bu kadar garipti içimdeki duygular. Anlaşılmaz ve beni tahrik ediyor.'' Bunları söylerken bir saniye bile gözlerini Kuwala'dan ayırmıyordu. Yorgun ve narin yüzü izlerken onunla konuşmak zordu. Ama arsızlaşmak istedi. Onu kararından vazgeçiremezdi. Kaybetmekte istemiyordu.

''Dinle Kuwala sana sevmenin ne demek olduğunu anlatmaya çabalamayacağım. Ya da birisine karşı duyulan bu şiddetli arzuyu. Konuşmak beni sadece bir aptal gibi göstermeye devam edecek. Seni ikna etmeye çalıştığımı düşünüyorsun. Kısa ama dolu dolu geçen bir süredir seni tanıyorum. Bu yüzden sadece bir kez daha veda etmeme izin ver. Burada kalıp ölümüne şahit olmak istemiyorum. Bu zayıf vücudun ve zihninle öleceğini söylemeleri yeterince canımı sıkıyordu.'' Kuwala'nın soğuk elini sıkıca tutuyordu.

''Veda mı?'' Kuwala bunu söylerken doğrulmuştu. Beyaz ve püzüsüzsüz teni açıktaydı.

''Veda... Senin öldüğünü görmezsem bir arayış içinde olmaya devam ederim.'' Kuwala Daki'nin eli altındaki elini çekmişti. Gözlerinde yaşlar birikiyordu. Çenesi titredi.

''Bencillik bu!'' Şiddetle çıkmıştı kelimeler dudaklarından. Öfkeliydi ve ona umut veren adamın gidecek olmasını sindiremiyordu. Titreyen çenesinden yaşlar süzülürken öfkeyle yumruğunu sıkmıştı Kuwala.

''Senin kaderinin önünde durmak istemiyorum. Geri çekileceğim. Eğer yaşarsan beni bulursun...'' Kuwala bunları duydukça öfkeyle yanaklarına kan toplanıp kızarıyordu. Bu nasıl bir vedaydı? İlk veda hediyesi gibi yumuşak ve sıcak değildi. Öfkelenmişti. Yattığı yerden fırlayıp Daki'nin üstüne doğru atılmıştı. Onu göğsünden yatağa doğru devirip sertçe bir kaç defa Daki'nin göğsüne vurmuştu. Kolları güçsüzdü. Daki yüzü kızarmış ve ağlarken onu yumruklayan adama bakıp kalmıştı. Kırılmış ve öfkeli Kuwala'yı ilk defa görüyordu. Gözlerindeki grilik kan kırmızısına dönmüştü.

''Bencilsin Daki...'' Defalarca bunu söylemiş ve vurmuştu. Sonunda yorulup Daki'nin bacakları üstüne oturmuştu. Bir çocuk gibi ağladığını saklamak için ellerini yüzüne kapamıştı. Sarsılan omuzlarından cübbesi kaymış ve içeri doğru süzülen ışıkta mermer gibi parlıyordu teni. Daki tekrar düşündü. Terk etmek mi? Bunu yapabileceğini nasıl düşünmüştü. Onu koparıp buralara kadar getirmişti ve şimdi öylece bırakacaktı.

''Özür dilerim...'' sesi hiç olmadığı kadar titrek çıkmıştı. Kuwala'nın duymaya alışık olduğu o enerjik ve pürüzsüz sesten bambaşkaydı. Kulaklarını dolduran bu kırılmış sesi duyunca gözlerini açtı.

''Beni öpmeni istiyorum...'' aynı kırılmış ses devam ediyordu.

''Beni öpebilir misin?'' elini uzatıp Kuwala'nın bileğini tutmuştu. Onu kendine doğru çekip üstüne devirmişti. Göğsüne gömülmüş Kuwala hala ağlıyordu. Daki daha cüretkar olmak istemişti. On günleri olduğunu düşünüyordu. Onu kaybetmekten deli gibi korksa da daha cüretkar olmalıydı.

''Bunu yapmak istemiyorum.'' Kuwala boğuk bir sesle yüzünü gömmüş konuşuyordu. İç çekti. Bir süre öylece durdular. Sadece Daki değildi bu günü son günmüş gibi hisseden. Kuwala'da korkuyordu. Bir daha Daki'yi göremeyeceği korkusu ile bir cesaret doldu göğsüne. Ne utancı kalmıştı o anda ne de çekingenliği Doğrulup ellerini Daki'nin göğsüne yaslamıştı. Neden korkuyordu ki... Daha önceleri bedeninde hissettiği o garip sancıyı tekrar hissediyordu.

''Gözlerini kapatman gerek.'' deyip elini Daki'nin gözlerinin üzerine koyup bedenini kaydırmıştı yavaşça. Eğilip onu öperken Daki tarafından izlenmek dışında bir utancı kalmamıştı. Kısacık bir bakış attı. Daki yeni tıraş olmuştu ve esmer teni yumuşacık duruyordu. Koyu dudakları ise dümdüzdü. Eğildi ve nazikçe dokundurdu dudaklarını dudaklarına. Hissettiği sıcaklık ile ikinci defa bunu tekrarladı. Beline doğru dolanan el cübbesinden içeri doğru sokulmuştu. Sıcaktı ve kılıç kullanmaktan nasırlaşıp sertleşmişti. Beline doğru sarılan eller onu Daki'ye doğru çekip yapıştırmıştı. Dudakları ise üçüncü öpücüğü verdikten sonra Daki tarafından şiddetle öpülüyordu. Birden Daki doğrulup onu yatağa doğru devirmişti. Yeşil gözleri ışıltı saçıyordu. Onu bir kaç defa daha öptü. O kadar doyumsuzdu ki Kuwala'nın dudağını ısırıp üzerine doğru çökmüştü. Kuwala rahatsız olmuyordu bundan. Sadece vücudu hiç olmadığı kadar ısınıyordu. Boynuna ve köprücük kemiklerine dokunan dudaklar bedenini uyarıyor ve ısı dayanılmaz derecede artıyordu. Daki'nin bedenin ağırlığı ile nefes alışı hızlanıyordu. Başını geriye doğru atmıştı. Kuşağını çözmüş adamın nazik dokunuşları onu çileden çıkarıyor ve dayanılmaz bir sıcaklığa maruz bırakıyordu. Kendine ait olduğuna inanamayacağı iniltiler süzülüyordu dudaklarından. Nedensizce Daki'nin adını sayıklıyor ve ona yalvarıyor gibiydi. Bir hışımla onu kendine doğru çekmiş ve parçalarcasına onu soymaya başlamıştı. Bedenine doğru dolanıp daha şiddetli öpüyordu. Bu sancı ve ısı onu bambaşka bir hale getirmişti. Bir erkeği bu kadar arzulamak ve onun adını sayıklamak normal mi diye düşünüyor ama aldığı keyif onu düşüncelerden dağıtıyordu. Kalçalarında dolaşan ellerin sertliği ve yakıcı derecedeki esmer tenin verdiği mutlulukla gülümsemişti. Daki onun gülümsemesini görünce dudaklarına doğru yaklaşmıştı. Yanakları kızarmış Kuwala'nın dağılmış saçları ve parlamış gözlerine bakıyordu. Sırtına batan tırnakları ile vahşi bu güzelliği sonsuza dek böyle görmek istedi.

''Beyaz gelinciğim...'' diye mırıldanıp onu öpmüştü. Orada solan gözlerle gülümseyen Kuwala'yı kimsenin görmeyeceği şekilde görmek onu iyice baştan çıkarmıştı. Sahip olduğu bedenin sahibinin sadece ona ait olduğunu bilmek ise bitmez tükenmez bir enerji vermişti ona. Kulağını dolduran iniltiler ona bir ozanın çalgısından çıkan narin bir müzik gibi geliyordu. Bedenine sarılıp titreyen adama sahip olmak onu özel kılıyordu. Sonuna kadar gidecekti. Duramazdı ve onu ilk gördüğü anda öldürme isteği ile vahşileşti. Arasına sokulduğu bacakların onu kenetlemesine izin verdi.

Hızlandıkça müzik coşuyor gibiydi ve altında titreyen adamın dokunuşları ise onun ki gibi sertti. Bir çok kadınla yatmıştı. Bir çoğuyla sevişmişti ama ilk defa bir bedene sahip oluyor gibi hissediyordu. Isırıkları ile onu mühürlemek ve ona ait olduğu bilinsin arzusu içindeydi.

Erkekliği ile onu mühürleyip damgaladığını hissettiğinde yığılıp kalmışlardı. Öylece birbirlerine dolanıp kalmışlar ve hareketsizce sıkıca sarılmışlardı. Kuwala'nın inip kalkan göğsüne dayadığı başında gezinen parmakların verdiği hisle gözlerini kapadı.

''Beni bırakmanı istemiyorum.'' demişti. Bu bir yakarıştı. Sahip olduğu adamı kaybetmemek için yalvarıyor ve göz yaşları döküyordu. Dağınık saçlarında gezen eller durmuştu. Yavaş yavaş inip kalkan göğsün içindeki kalp ise hızlanmıştı. Duyuyordu. Gerilmiş davulun derisini döven tokmaktan çıkan ses gibiydi kalbin sesi. Hiç daha önce bu kadar yakından bir kalbi duymamıştı.

''Senin için yaşayacağım.'' bunu söylerken fısıltı gibiydi Kuwala'nın sesi. Daki'nin bencilliğini anlıyordu. Onun neden bu kadar bencil davrandığını şimdi fark etmişti.

''Aşk bu di mi?'' Elleri daki'nin tıraş edilmiş çenesinde gezinmeye başlamıştı. Daki doğrulup onun yanına doğru devrildi. Kuwala ona doğru sokulmuştu. Üstlerine çektikleri örtünün altında Daki'ye sarılmıştı.

''Bu...'' Daki onun nefesini göğsünde hissediyordu. Kuwala yavaş yavaş uzun zamandır hissetmediği bir huzurun içine doğru çekiliyordu. Uyku onu Daki'nin kolları arasında kuşatıyordu. Daha fazla direnemedi uykuya ve göz kapakları kapandı. Nefesi yavaşlayıp omuzları gevşedi. Onu saran sıcak ve iri bedene daha çok sokulup uyumaya başlamıştı.

Tekrar gece ay doğana kadar orada öylece uyumuşlardı. Daki cevabın bu olduğunu öğrenince utanmıştı. Kör kahinin her şeyi görüyor olması onu utandırmıştı ama pişman değildi. Sonunda incitmeye çekindiği ve dokunamadığı adama sahip olmuştu. Bütünleşmek buydu... Anlatıldığı gibi birisi ile sevişmek ve ona sahip olmak, onun sahip olması buydu. Gülümseyerek kollarında uyuyan adamı izliyordu. Kapı çalınca irkildi. Toparlanmak için doğrulmuştu.

''Büyük kahin sizi çağırıyor.'' bir rahip kapının dışından seslenmişti. Daki kapıya doğru ilerledi. Pantolonuna kuşağını sarmıştı.

''Efendi Kuwala uyuyor.'' demişti. Rahip bunu duyunca devam etti.

''Sadece sizi çağırıyor Efendi Daki. Konuşmak istiyor.'' demişti. Daki temizlenip hemen giyinip Seraya inmişti. Kör Kahin şarap getirtmişti. Kamelyada oturmuş onu bekliyordu. Daki biraz utanarak onun yanına gitti. Uzatılan kadehten bir kaç yudumu sessizlik içinde içmişti.

''Hazır! Bunu hissediyorum. Cevabı bulmanız geç oldu ama sonunda başardınız.'' Daki başını yana doğru çevirmişti. Kuwala'yı onun dışında başkasının gördüğü düşüncesi ile kızmıştı.

''Sadece hissederim. İkinizin bir beden olduğunu hissettim.'' demişti Kör Kahin. Yanlarında dikilen Rahipler başları önde bekliyordu. Daki derin bir nefes aldı.

''Biraz daha uyuması gerek. Bedeni buna hazır değil.'' Kör kahin gülümsedi. Şarabından bir yudum aldı. Buruşuk dudakları yukarı kıvrılmış oturmaya devam etti. Cildinde ihtiyarlığın verdiği lekeler oluşmuş ve saçları ağarmıştı.

''Onun zihnini güçlendirmesi gerekiyordu. Gideceği yerde bedeni işe yaramaz. Onu tekrar bedenine döndürmek için bir sebep gerekiyordu. Bu sizin sıcaklığınız oldu. Onu uyandırın ve güzelce hazırlayın. Ay en tepede olduğunda büyük mihrapta buluşalım.'' sözlerini söyleyip kalkmıştı. Daki şaşkınlık içinde kalmıştı. Kadehinde kalan şarabı kafasına dikti ve hızla geri odasına çıktı. Uykudan yeni uyanmış Kuwala gözlerini ovuşturuyordu.

''Seni hazırlamalıyız.'' Daki bunu söyleyip onun kıyafetlerini toparlamıştı. Kuwala ise hatırladıkları ile utançla kızarmış yüzünü saklamak için başını öne eğmişti. Yataktan çırılçıplak çıkmaya çekinip örtüye sarılmıştı. Daki onu hamam indirmeye çabalarken onunda Örtüye sarılı halde onu sırtlamıştı. Güzelce yıkanacaklardı. Hamamda su ısıtılmış ve üç rahip onları bekliyordu. Bembeyaz kıyafetler getirmişlerdi. Güzel kokuları olan sabunlar ve yumuşak bezler. Daki Kuwala'yı örtüden ayırmayı başarıp tahta küvete sokabilmişti. Sabunla bezi köpürtüp onu yavaş yavaş yıkarken Kuwala sessizce ona izin vermişti. Küvetten çıkmadan önce rahiplerden çıkmalarını istemişti. Daki onu kurulamış ve giydirmişti. Cübbesinin kuşağını bağlayıp ona bakmaya başlamıştı. Islak saçlarını ipek bezlerle kurulayıp hazır olduğunda ay tepeye yükselmeye başlamıştı. Çok zamanları kalmamıştı. Kuwala onu elinden tutup durdurmuştu. Ona doğru sokulmuştu. Beline kollarını dolamıştı. Daki'den bir karış kadar kısaydı. Parmakları ucunda yükselip onu öpmüştü.

''Sen uyanana kadar yanında olacağım.'' demişti. Kuwala bunu duyunca gülümseyip onu bıraktı. Tek kelime bile etmediler. Mihrap seranın bulunduğu kubbenin altındaydı. Seranın üstündeki büyük asma kattaydı. Raya kadar sessizlik içinde çıkmışlardı. Kuwala gibi bembeyaz giyinmiş olan dokuz rahip vardı. Ve Kör kahin...

''Bu başladıktan sonra duramayacağız Rahom.'' Kör kahin onun elini tutup Dokuz rahibin ortasına doğru çekmişti. Yüzleri örtüler ile kapalı rahiplerin örtüler üstünden gözleri bağlanmıştı.

''Biliyorum.'' Kuwala soğuk bir sesle konuşmuştu.

''Yeterince kendimi toparladım. Hazırım.'' demişti. Kör kahin onu ortada bulunan kırmızı mindere oturtmuştu. Bacaklarını bağdaş yapmasını söylemişti. Elindeki tahta kutudan çıkardığı kasenin içinde kırmızı bir sıvı vardı. Daki insan kanını kokusundan tanırdı. O sıvı kandı.

''Verilen sunakları kabul et Tanrıların babası.'' bunu söylerken işaret parmağını bandığı kırmızı kanı Kuwala'nın alnın ortasına sürmüştü Kör kahin. Orada Daki dışında başka sivil yoktu.

''Rahoma geçmişini ve atalarının yüce güçlerini bahşet. Kilitli kapılarını aç ve özgür kıl.'' demiş ve geriye doğru çekilip çemberde yer alan boş kırmızı mindere oturmuştu. Ellerini tıpkı rahipler gibi yere koyduğunda Daki ürpermişti. Buz gibi bir esinti vardı ama mumların alevi titremiyordu bile. Her rahibin önünde yanan mumlar aksine daha da artıyor gibiydi. Mum ateşlerinin ışığı arttıkça soğuk rüzgar daha da sertleşiyor gibiydi. Bir gök gürültüsü duydu Daki. Kubbenin üstünden inen ışık Kuwala'nın yukarı doğru kaldırdığı alnına doğru inmişti. Daki ürperti ile olduğu yerde kalmıştı. Işık çok inceydi ama aşağıya doğru yıldırım gibi akıyordu. Kuwala'nın kapalı gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Daki ilk defa Kuwala'nın söz ettiği mırıltıları duydu. Bir kadın sesi duyuyordu. Suyun içindeymiş gibi boğuktu.

''Güzel çocuğum.'' diyen kanın sesi birden çığlıkla şiddetlendiğinde Daki'nin dizleri titremişti. Durduğu yere çökmüştü. Çığlık o kadar güçlüydü ki... Ellerini kulaklarına kapatmıştı. Omzuna dokunan elle irkildiğinde Kör Kahinin yanında sürekli dolaşan genç rahibi görmüştü.

''Efendi Daki buradan çıkmanız gerek.''

''Yapamam. Kuwala'yı yalnız bırakmayacağıma söz verdim.'' Genç rahip ona ciddi bir ifade ile bakıyordu.

''Bu ayin çok tehlikeli ve zordur. Günler sürebilir. Burada duyduklarınız ruhlar dünyasının dokuz kapısının sesi. Ve tanrıların katının sesleri. Bu sesler bir ölümlü için yasak sesler.'' dedi. Daki kaşlarını sertçe çattı.

''Ben Ung prensiyim. Yarı bedenim ölümlülere ait. Kuwala'ya bekleyeceğime dair söz verdim.'' genç Rahip bunu duyunca onun yanına oturdu. Bacaklarını altına alıp ellerini dizlerine koydu.

''Sizinle bekleyeceğim. Efendim bu insanları korumamı öğütledi. Sizde dahil.'' demişti. Orada otururken kadının çığlıkları durmuştu. Işık şiddetle akarken Kuwala'nın göz yaşları artmış ve dudakları aralanmıştı.

''Neden?'' diye fısıldamıştı. Daki merak ediyordu. Tanrıların kapısından süzülen bu ışık ona ne gösteriyordu bilmek istiyordu. Dokuz rahip ve Kör kahin onunla bu ışığı paylaşıyor ve onun gördüklerini görebilen kişilerdi. Kuwala dudakları aralanmış halde kalmıştı öylece. Daki onun yüzündeki parıltıyı izlerken dalmıştı. Tek bir fısıltı bile yoktu. Sadece soğuk bir rüzgar vardı. Mum ışığını sarsmayan bu hayalet rüzgarı hisseden tek kişi olmanın verdiği korkuyu yaşıyordu.

''Kubbe açılıyor.'' Bir kadın sesi basamakları hızla çıkıyordu. Nefesi kesikti. Daki oraya döndüğünde Marinoe'yi gördü. Marinoe ise şaşkınlık içinde ayine bakıyordu. Elleri titriyordu.

''Işık var ve kubbe açılıyor. Bizi görebilecekler...'' demişti. Düşüncelerinde yanılmıyordu. Her yerden inen bu ışık görülebilecek kadar güçlüydü. Tapınağı sarmalayan ve dışarıdan koparan büyü kalkmaya başlamıştı. Kör Kahin son ruh enerjisini bu ayine vermişti. Kubbenin açılması ve ışığın şiddetlenmesini görenlerden birisi ise tıpkı kör kahin gibi kendini büyü ve sihre adamış bir Kara Kurt binicisiydi. Bakren hanedanlığına itaat eden adamın saçlarının yarısı ak yarısı karaydı. Oturduğu yerde gözleri şiddetle açılmış ve tiksindirici bir gülümseme ile ona bakan adamlara gülümsemişti. Günlerdir transtaydı ve sonunda Rahom soyundan olanı bulmuştu.

''Büyük Darta'nın huzurundaki Kör Kahinle. Orada tanrıların gösterisini izliyor.'' konuşurken ağzından kudurmuş bir köpek gibi salyalar saçıyordu. Boncuklu ve taşlı küpeleri başını bir deli gibi salladığında şıkırdıyordu. Dağınık cübbesinin eteklerini toplamıştı.

''Güçsüz düştüler. Uyanamayacağı bir rüyada hepsi. Onları parçalamalıyız.'' Konuştuğu kişi onun odasını ziyaret eden Bakren Hanedanlığının lideriydi. Kuzeyin kralı olduğunu söyleyen kişiydi. Siyah gözleri gecede parlamıştı.

''Gidin ve getirin. En hızlı kızaklarla en hızlı kurtları gönderin.''  Emri veren kral gülümsemişti.

''Bir kadın olsaydı onu cariyem yapmak isterdim.'' büyücü gülerek ona doğru sokuldu.

''Efendim, o pek güzel bir adam, onu bana verirseniz sizin için çığlıklarını kulağınızda şarkıya çevirecek işkenceler yaparım.'' Büyücü boynunu bir akbaba gibi tutuyordu. çarpık parmaklarını ovuşturuyordu.

''Seni melez piç! '' demişti kral gülerek. Büyücünün annesi bir Rahom kadınıydı. Babası ise bilinmiyordu. Onu herkes Melez Piç olarak çağırırdı. çirkin ve sapıktı. sarayda köleler bile onu itip kalkardı. efendisine sadık bir köpek olarak bilinirdi. Üstü başı dağınık ve saçları kirli karışık dolaşırdı sarayın koridorlarında. Güçleri ona kilometrelerce uzaktakileri görme yeteneği vermişti. Bakren kralı onu besleyip güçlerinden faydalanmak için sarayda yaptığı tacizlere ve sapkınlıklara göz yumuyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Beş:      Melez Piç'in  Masalı

 

            Bir gece vakti sarayın içinden çıkan at arabası çok hızlı gidiyordu. O kadar hızlıydı ki şehrin sokaklarında dolaşanlar çığlıklar atarak önünden çekiliyordu. Atları kırbaçlayan arabacı korku içinde arkasına bakıyordu. Beş kadar atlı onu kovalıyordu. Araba her sarsılışında içeride yaralı kadının bağırtısı geliyordu. Yanındaki hizmetçileri onu sakin tutmaya çalışırken arabacı atları daha hızlı kırbaçlıyordu. Atlıların onu yakalamasını istemiyordu. Şehrin surlarından çıktıktı ve hızla arabayı Kızıl Ormanlara doğru sürmüştü. Gecenin karanlığında o kadar hızlı gidiyordu ki... Kış henüz başlamamış ama hava soğuktu. Rüzgar ağzının içini kurutuyordu. Atlar ise çatlayıp ölecek gibi hızlı hızlı soluyordu. Atlılar onun peşini kolayca bırakmayacaktı. Araba Kızıl Ormanlara doğru surat ile giderken kadının çığlıkları yükseliyordu. Bacaklarını parçalayarak çıkmaya çalışan bebeği daha fazla tutamazdı.

Yaklaşık bir sene önce Rahom kralının kız kardeşi ortalardan kaybolmuştu. Onunla evlenmesi gereken kız kardeşi Bakrenli bir muhafız ile kaçtığı söylentileri şehri sarmıştı. Kral kız kardeşi ile evlenip saf Rahom kanında çocuklar doğurmak istiyordu. Bir çok cariyesi ve kölesi vardı. Genç kuzeni ile sürekli aynı yatağı paylaşıyordu ama kız kardeşi ile evlenip onunu kraliçe yapmak istemişti. Kız kardeşi çok güzel ve nazikti. Onu koruyan Bakren muhafızı ile kaçması ise abisi ile evlenmemek içindi. Muhafız ona bir hayat sunmuştu. Ama üç ay kadar önce kralın adamları onları Bakren bölgesinin liman köyünde bulmuştu. Kız kardeşini almak için bizzat oraya gitmişti. Ufak balıkçı kasabasında etraf kuşatılmıştı. Limana yakın yerdeki üç evden birisinde olduğunu biliyorlardı. Sessizce evleri talan ederken onları bulmuşlardı. Aynı yatakta uyuyorlardı. Onları yerlerde sürüyerek dışarı çıkarmışlardı. Kral öfkeli değildi. Aksine suratında sakin bir gülüş vardı. Onları dizleri üstüne çökerttiğinde gözleri yerinden fırlamıştı. Evlenmek istediği kız kardeşinin karnı şiş ve büyüktü. Ona öylece bakıyordu. Onu hamile bırakan Bakrenli muhafız ise hırçın ve tehditkar konuşuyordu. Kral derin bir nefes aldı.

''Ondan bir piç peydahlaman beni üzdü!'' kral sakinliğini koruyarak konuşmaya devam ediyordu. Henüz on sekiz yaşında tahta geçmişti. Şimdi ise yirmilerinin başındaydı. Eski kral kendini bir küvette boğmuş ve bu şüpheli ölüm sonrası büyük oğlu tahta oturması gerekirken ateşli hastalıktan ölen büyük oğul sonrası bu hasta ruhlu kralı tahta çıkarmışlardı. Rahom soyunun çöküşüne sebep olacak hastalıklı kral orada yüzünde ifadesiz ve korkunç bir gülüşle kardeşine bakıyordu. On altı yaşındaki kız kardeşi korku içindeydi.

''Yalvarırım. Ona ve bebeğime zarar verme! Seninle geleceğim!'' yakarışları boşunaydı. Abisinin yüzünde gördüğü bu gülüşün sonunda birilerinin öldüğünü biliyordu. Kral o gün kılıcını çekmemişti. Aksine Bakrenli muhafızı elleri ve kollarından dört ata bağlatmıştı. Atları kırbaçlatmaya başladığında köylülerin gözleri önünde uzuvları koparak ve çığlıklar atarak ölmesini seyrettirmişti hamile kız kardeşine. Onun yalvarışlarını ve çırpınışlarını izlerken çığlıklar atarak ölen muhafızı keyif içinde izlemişti. Bakren hanesi o zamanlar Rahom hanesinin muhafız birliğini yetiştirirdi. Öldürülen muhafız oldukça başarılı bir gençti. Bakren hanesinin liderinde onay almış rütbeli bir adamdı. Buna güvenerek kızı kaçırmış ve saklanmayı başarabilmişti. Ama kendi soydaşları tarafından ata bağlanarak parçalanmıştı.

O gün kralın içindeki şeytani karanlık yatışmamış ve bebeği düşürmek için kendi hamile kız kardeşine tecavüz etmişti. Ama bebek düşmemiş ve kız ona yalvarmıştı.

''O suçsuz! Onu doğurmama izin ver. Senin kölen olurum.'' Bu sözleri kral duyduğunda intikamını almak için kafasında bir plan tasarlıyordu. Kız kardeşini affetmiş gibi davrandı. Saraya döndüler ve aklında daha güzel fikirler vardı onu gerçekleştirmek için beklemeye başladı. Doğmuş bebeği öldürecek ve bunu kız kardeşine izletecekti. Bu planın heyecanı içinde kendini baskılamıştı. Ama doğum sancıları gelmeye başladığında işler değişmişti.

Dişleri arasında bir bez sıkıştırmış kan ter içinde debeleniyordu. Onun doğumu için odaya gelen ebe ve yardımcıları doğacak şeyin neye benzeyeceğini bilmiyorlardı. Bazen kralın öfke krizleri geçirip kızı bayılana kadar dövdüğü sarayda herkes bilirdi. Yine yüzü gözü parçalanmış ve suyu gelmişti. Dokuzuncu aya yeni girmişlerdi. Ebe şaşkınlık içinde rahimden gelen kana bakıyordu.

''Doğuramadan öleceksin!'' derken ne yapacağını düşünüyordu. Kral çocuğu sağ istediğini söylemişti. Anne ve çocuk sağ olacaktı. Doğumdan sonra onunla evlenecekti. Ebe üstünde oluşan baskı ile sancılar içinde kıvranan ve dişleri kilitlenmiş kadına bakarken içeri bir adam girdi.

''Seni götüreceğim. Lordum sana sahip çıkacak. Kardeşimiz için seni ve çocuğu koruyacağız.'' demişti. Gelen kişi öldürülen genç muhafızın sevgili arkadaşıydı. Bebeğin öldürüleceğini duymuş ve kadını kaçırmak için plan yapmıştı ama zamansız doğum onun planlarını alt üst etmişti. Yatan kadını kucakladığında Ebe onun peşine takılmıştı.

''Kanaması var dayanamaz!'' adam koşarak geçiyordu koridorları. Dışarıda hazırladığı arabaya yetişirse Bakren bölgesine hızla varabilirdi. Oraya gitmesi gerekiyordu. Lordu bu çocuğu ve kadını istemişti. Melez çocuk onun için koz olabilirdi.

''Ebe sende bizimle geleceksin.'' deyip peşinden sürüdüğü ebe ve yardımcıları ile kadını at arabasına bindirmişti. Atları kırbaçladığında onu fark edip atlılar peşine takılmıştı.

Kızıl ormana varmalarına az kalmıştı ve kadının çığlıkları arabadan yükselirken peşlerinden gelen muhafızlar Bakren muhafızı değildi. Rahom soyunun son günlerde kral tarafından şehirden seçilmiş güçlü erkeklerden oluşan muhafız birliğinden beş adamdı. Arkaya doğru bakarken birden arabanın tekeri yüksek bir kayaya çarpmış ve atlar şahlanır iken araba taklalar atarak orman sınırında darmaduman olmuştu. Doğum sancıları içinde çığlıklar atan kadın ve ebe arabadan çıkmayı başaran tek kişiydi. Arabacı ise üstüne doğru düşen atın çarpması ile yere yığılmıştı. Görüntüler bulanıkken ayağa kalkıp kılıcını çekmişti. Çocukluğundan bu yana ailesinden alı konuşup savaşmayı, dövüşmeyi öğrenmişti. Bakren hanesini onurlandırmak için Rahomlara hizmet etmişti. Onların mavi kurdelelerini takmıştı. Alnındaki kalın Rahom damgalı kurdeleyi söküp atarken görüşü netleşiyordu. Kadın ve ebenin önüne durmuştu. Yüzünü kaplayan alnından akan kanı elinin tersi ile silmişti.

''Beni aşarsanız onları alırsınız.'' demişti. Hanesini onurlandırmalıydı. Babası onu Bakren hanesine gönderirken bir öğütte bulunmuştu. Lordu ne derse onu yapacaktı. Sorgulamayacak ve düşünmeyecekti. Sadece yapacaktı. Şimdi lordunun istediği bu bebeği götürmeliydi. Doğduktan sonra bebeği kaçırma planları yıkılmış ve çocuğu annesinin karnında götürmesi gerekiyordu.

Kadının ıkınırken çıkardığı çığlıklar ormana doğru kayıyordu. Ormanın sessiz ruhları olanları izlemek için gelmişti. Meraklıydılar. Bir kadının sancılarını ilk defa duyuyor ve görüyorlardı. Ve beş adama karşı tek başına dikilen yaralı adama bakıyorlardı. Fısıltılarla içinde konuşuyorlardı. Kimisi bu dövüşe müdahale etmek istiyor kimi ise karışmamak istiyordu. Onlar fısıldaşır iken kılıçlar birbiri ile çarpışıyordu. Direnen adam görüşünü kapatan kanı sürekli silmeye çabalıyordu. Eğitimleri yeterli olmayan adamları durdurmaktan öteye gitmeliydi. Öldürmeliydi. Kılıcını sol eline aldı. Bir Bakren savaşçısı kılıcı sol eline aldığında tüm gücünü kullanmaya hazırlanıyordur. Bir ayağını geriye doğru çekti. Oldukça başarılı savaşçılardı hepsi. Hızlı, çevik ve keskin kılıçlarla dans eden savaşçılar. Yüz yıllardır savaş geleneklerini bozmamış ve eğitimlerini değiştirememişler idi.

Kılıcını onlara doğrulttu. Arka kabzasına sağ avuç içini dayamıştı. Dans etmeye başlayacaktı. Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Sadece düşmanın kalbinin sesini duymaya konsantre oluyordu. Ona doğru yaklaşan genç kalp seslerini işitirken ayakları saatler önce yağan yağmurda ıslanmış toprak üstünde dans etmeye başlayacaktı. Parmak uçlarına yükselmişti. Siyah saçlarının bir tutamı yüzüne dökülmüştü. Beş yaşından bu yana yirmi üç sene savaşmak üzerine eğitim almıştı. Ustaları ona kılıçla dans etmeyi ve ağırlığını hiçe sayıp bir gezgin akrobat grubu gibi esnek, bir kara kurt kadar sert darbeler vurmayı öğrenmişti. Parmak uçları üstünde yükseldi ve zıpladı. Ona doğru koşan adamlar yavaşlamıştı adeta. Esnekliği ve hızına yetişemezdi bu toy savaşçılar. Üstlerinde atlayıp arkalarına geçti. Bir savaşçının kalbine girdi. Girişi gibi çıkışı da nazikti. Savaşmak onlar için sanattı. Dans etmek gibiydi. Gözleri kapalı senelerce çalışmalar yapmıştı. Kaslarına yüklediği enerji esneyip katılaşıyor ve  her kılıç darbesi nazikçe düşmanın canını alıyordu. Parmak uçlarında yükseldiğinde, dönerek aralarından geçtiğinde ve cübbesi her savrulup dinginleştiğinde bir can alıp atan kalp seslerini susturmuştu. Son darbeyi vurduğunda kılıcının ucundaki kalp delinip sahibi yere yığılmıştı. Ve o anda minicik bir kalbin sesini duymuştu. Sessiz gecede kalp atışının sesini bir bebek sesi almıştı.

Annesinin bacakları arasından sıyrılıp ebenin sardığı kundakta ağlıyordu. Gözlerini açtı. Kılıcını kınına soktu. Ebenin kucağından bebeği aldı. Saçının yarısı ak yarısı karaydı. Bir gözü tıpkı babası gibi siyah, diğeri ise annesinin gözü gibi masmaviydi. Bakren savaşçısını ona bakıp gülümsemişti. Yeni atmaya başlayan bir kalbin sesini duymak huzur vericiydi. Bebeğin annesi olan Rahomlu güzel kıza baktı. On altı yaşlarındaki güzel kadını bir süre izledi.

''Onu kucağıma almak istiyorum.'' demişti. Doğrulup bebeğini kucağına almıştı. Bakren muhafızı oturup onlara bakmaya başladı. Ebe kadın ise yorgun halde olduğu yerde oturuyordu. Ağlayan bebeği susturmak için Rahomlu kadın memesini çıkarıp onu emzirmeye başladı. Yüzünde huzurlu bir tebessüm ile sütünü verdiği bebeğe bakıyordu.

''Babasına benziyor.'' demişti. Sesinde bir özlem vardı. Bir süre daha onu emzirmişti. Daha sonra Bakren savaşçısı onlara doğru yaklaştı. Kadının yanına oturdu. Ona bakıyordu.

''Bakren senin gibi bir kadın için uygun değil. Orada sana yapacakları şeyleri düşünmek bile istemiyorum. Sevgili dostuma onu özlediğimi söyle.'' demişti. Ebe kadın şaşkınlık içinde kalmış onlara bakıyordu. Rahomlu genç annenin dudakları arasından bir kan süzülüyordu. Bakren Savaşçısı hançerini onun arkadan kalbine saplamıştı. Elini çekip kucağındaki bebeği aldı. Ayağa kalktı. Ebe kadına doğru yürüdüğünde ebe kadın korku ile bağırmıştı.

''Sizi görmedim efendim. Canımı bağışlayın lütfen.'' demişti. Bakrenli muhafız kılıcını çekip onun başını yerinden koparmıştı. Konuşmasına ve çocuğun doğup Bakren sınırlarına götürüldüğünü söylemesini istemiyordu. Bir at aldı ve dört nala koşturmaya başladı kundağı ile sırtına sardığı bebekle. Ormanı geçerken ruhlar onu izliyordu. Ve fısıldaşıyordu.

''Ne korkunç bir kader yazdı ona...'' fısıltıları o kadar şiddetliydi ki Bakren savaşçısı bunları duyuyordu. Ruhlar fısıldamaya devam ederken mırıltılı bir kadın sesi duyuldu.

''Bize ver o çocuğu. Kaderi bu ormanda çıkarsa korku ve karanlık dolu olacak.'' Bakren savaşçısı kılıcını çekmişti. Atını hızlandırmış ve yanından geçen ışıklara kılıcı ile vuruyordu. Onları geçmek için koşturdu atını ve ormandan çıktı. Orman Ruhları asla yanılmazdı. Kahinler gibiydiler. Doğan çocukların kaderini görürlerdi. Bakren'e götürülen melez çocuğun babası bilinmez olarak geçecek ve annesini bir fahişe olarak anlatacaklardı ona. Bu kaderi bilmeyen savaşçı ise lordunun ve hanesinin şerefini kurtarırmışcasına dimdik giriyordu içeriye.

Aradan geçen otuz sene sonunda ise kaderli bir şekilde üstünde Bakren generali zırhı ile sarayın bahçesinde duruyordu. Kurtlar ve kızaklar hazırlanırken atlarda hazırlanıyordu. Onların emrine girmiş kara kurtların etrafında sekerek bağırarak dolaşan adama bakıyordu. Otuz sene önce kurtardığı o umut dolu çocuk kocaman bir adam olmuş ve şimdi ağzından salyalar saçarak aklını kaçırmış halde dolaşıyordu. İçini kaplayan pişmanlık ile kalbine bir sancı çöktü. Onu bu hale nasıl getirdiklerini düşünüyordu.

Gece gündüz dövülen ve sürekli aşağılanan bu çocuğu neden koruyamadığını düşünüyordu. Kalbindeki ağırlık ile dışarı doğru yürümüştü. Melez Piç onu görünce korku ile ayakları dolanıp yere düşmüştü. Zavallı çocuk diyordu. En çok korktuğu kişi bu Bakren savaşçısıydı. Onu hatırlıyordu. Onun yüzünü hiç unutamıyordu. Onu ilk gördüğünde henüz yeni doğmuş bir bebekti. Ama o yüzü hiç unutamıyordu.

''Hazırlan ve kılıcını al!'' Bakrenli savaşçı ona emir verirken üstüne doğru yürümüştü. Onu ürkütmekten nefret etse bile bunu yapmak zorundaydı. Eğer ona yumuşak davranırsa hakkında çıkacak dedikodular çocukların ve karısının canından olmasına sebep olurdu.

''Gerek yok ki... ben uzakta olacağım.'' Bakren savaşçısı bunu duyduğuna sevinmişti. Ama sevincini sert yüzü gizledi. Yerdeki birikmiş kara bir tekme atıp onun yüzüne doğru savurdu.

''Seni aptal. Kalk yerden ve bir Bakren gibi onurlu dur!'' deyip yanından geçip gitmişti. İçindeki acıyı tarif edemiyordu. Elli yedi yaşına gelmişti saçlarına aklar düşmüştü. Hala en iyi savaşan Bakren savaşçısıydı. Lorduna hizmet emekten onur duymuş ve şimdi onun oğluna hizmet edecekti. Düşünceler ve hatıralar onu seneler öncesine çekti. Melez Piç 'e bir isim verilmemişti. Herkes onu ''Piç'' olarak çağırıyordu. Sürekli dayak yeniyor ve bir canavar olduğu söyleniyordu. Kimse ile oyun oynayamazdı. Genelde hayatını boğazına bir tasma takılmış halde mahzende geçiriyordu. Konuşması iyi değildi. Aklı yarım çalıştığı söyleniyordu. Ama kahinler ondaki gücü görmüş ve lorda iyi bir köpek olması için eğitilmesi gerektiğini söylemişti.

Bir gün mahzenden gizlice kaçıp Bakren şehri dışındaki nehirde oynamaya gitmişti. Herkes onu ararken gün batana kadar suda eğlenmişti. Henüz altı ya da yedi yaşlarındaydı. Nehirde balıkları kovalamış ve suda oynamaktan yorulunca nehir kıyısında uzanıp uyumuştu. Gün batmaya yakın onu bulduklarında onu eğitmekten sorumlu olan efendi sinirden deliye dönmüştü. Yedi yaşında küçük çocuğu saatlerce kırbaçlayıp onu iki gün aç susuz yatırmıştı. Boğazında ki tasmasının zinciri mahzenden dışarı uzanacak şekilde arttırılmış ve artık dışarı ancak bir kaç adım çıkabilir olmuştu. Sürekli dayak yiyor ve yavaş yavaş bu arsızlığa dönüşüyordu.

Kaçmaya çabalıyor ve dayak yedikçe gülüyordu. Bakren Savaşçısı onu görmeye geldiğinde on iki yaşına gelmişti Melez Piç iyice aklını kaçırmıştı. Sürekli gördüğü sanrıları bağırarak anlatıyor ve bu yüzden daha fazla dayak yiyordu. Ama artık kırbaçtan ve dayaktan korktuğu için histerik kahkahalar atarak af dileniyordu. Bakren savaşçısı onu bu halde gördüğünde ne yapacağını bilememişti. Lorduna yalvarıp onu eğitmek istediğini söylemişti. Ne var ki aklını kaybetmeye başlamış Melez Piç artık iflah olmazdı. Sürekli korkak ve saldırgan bir şekildeydi. Deli gibi gülüyordu. Bakren Savaşçısı onu evine almış ve genç karısı bu çocuğa acımıştı. Sıska ve dayaktan her yeri morluklar dolu çocuğa bakmak istemişler ama onun saldırganlıkları kontrol edilemez hale geldiğinde Bakren Savaşçısı çileden çıkmıştı. Bir gün karısının üstüne atlamıştı Melez piç. On üç yaşlarında genç erkek olmaya başladığı yıllarda hala onu eğitmeye çabalıyordu. Ama o gün karısının çığlıkları ile geldiğinde onu yaka paça dışarı çıkarıp öldüresiye dövmüştü. Lordundan af dileyip onu geri eğitmenlere vermişti. Dayak ve korku ile onu acımasız ve sadık bir köpeğe çevirmişlerdi. Kristal Saray alındığında ve Kuzey'in kontrolü alınırken de onun kilometreler ötesindeki görüşü kullanılmıştı. Sadakatine karşılık ona ödül olarak genç kadınlar verilmişti. Artık onu kendi istedikleri hale getirmişlerdi.

Bunları düşünürken kalbindeki sancı ile duvara dayanmıştı Bakren Savaşçısı. Mırıldanmıştı.

''Orman ruhları yanılmaz...'' Orada öylece dururken bir fısıltı hissetmişti. Kristal sarayın geniş avlusundaki karanlık koridorda dolaşan bir beyazlık görmüştü. Bir kurt gölgesine benzeyen bu beyazlığa korku ile yaklaştığında bir kurt ve bir insan gölgesi gördü. Bir şeyi seyrediyor gibi dolaşan bu ruh geçmişe bakıyordu. Yanındaki kurdun ensesine koymuştu elini. Ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Ve ruh içeri doğru ilerlerken arkadan Melez Piç'in çığlıkları duyulmuştu.

''Geldi. Onu gidip parçalayalım.'' demiş ve bir kurdun ensesine doğru sıçrayıp yapışmıştı. O da görmüştü dolanan ruhu. Ruhun sahibi olan Kuwala göründüğü gibi sessizce kaybolmuştu. Sarayın derinlerine doğru ilerlerken Bakren savaşçısı onun peşine takılmıştı. Hızla merdivenlerden inerken gördüğü ruhu izliyordu. Onun dışında kimsenin olmadığı mahzene doğru indiğinde duraksamıştı. Sevgili arkadaşı ve Rahomlu kadın. Mahzende konuşuyordu.

''Onun olamam. Seninim ben...'' fısıltılar duyuyordu. Öldürdüğü kadının ruhunu görmek korku vermişti. Ne yapacağını bilmiyordu.

''Küçük kuzenim ile evlensin. Ben istemiyorum.'' Konuşmalar devam ederken Kuwala'nın ruhu mahzenin arkasına doğru ilerlemişti. Bir çok ses ve silik ışıklar vardı.

''Ne arıyorsun burada?'' gürültülü ses Bakren Savaşçısını ürkütmüştü köşeyi dönüp bakınca gördüğü kişi onu şaşkınlığa uğratmıştı. Kralın en küçük kuzeni kocaman bir genç kadındı. Karşısında Kralın sadık küçük erkek kardeşi vardı.

''Karnımda taşıdığım çocuk bana sanrılar gösteriyor. Buradan kaçıp gitmeliyiz. Bu gölgeler beni delirtmek üzere. Kralımız aklını kaçırdı.''

''Düzgün konuş, bir duyan olursa canımızdan oluruz.'' Kadın ona doğru sokulmuştu. Karnındaki şişlik büyüktü. Beyaz ruhta tıpkı Bakren savaşçısı gibi olduğu yerde onları izliyordu.

''Umurumda değil. Gördüğüm sanrılar da kan ve karanlık var. Oğlumuzun kaderini göremiyorum. Efendimiz gölgelerde kayboldu ve herkes aklını kaçırıyor. Kaçıp gidelim.'' Adam ona sertçe çıkışmıştı.

''Kralı öldürüp tahtı alacağım. Abimin deliliğine son vereceğim.'' Kadın ona yakarır gibi sarılmıştı.

''Oğlumuz yetim ve öksüz kalacak. Bu taht lanetten başka bir şey getirmiyor. Bırakalım...'' Adam kararlı şekilde gri gözlerini kadına dikmişti. Onun saçlarını okşamıştı.

''İnsanları kurtarmak için yemin ettik biz. Abimin deliliğine son vermek zorundayım.'' Beyaz ruh onlara doğru ilerledi ve kadının nazikçe yüzünü okşadı.

''Anne...'' dediğinde birden sanrı buharlaştı ve yerini bir karanlık almaya başladığında eline bulaşan karanlık ile ürpermişti. Döndüğünde gözlerinden ışık saçılıyordu. Koşarak kurdu takip etmeye başladı. Bakren Savaşçısı ona yetişmek için koşmuştu. Birden olduğu yerde kilitlendi. Ona bakan kişiye şaşkınlık içinde bakıyordu. Kalbinden kan sızan öldürdüğü Rahomlu kadın onun önünde dikiliyordu. Göz yaşları içindeydi. Dudakları arasından süzülen kan simsiyahtı.

''Oğlumu bana geri ver...'' ağlamaktan yorgun sesi mahzende yankılanırken beyaz ışığı karanlığa dönüşüyordu. Sesi keskin ve çığlık atarcasına çıktı.

''Onu benden çaldın. Oğlumu bana ver!'' Bakren Savaşçısı onun karanlık enerjisi ile kalbine saplanmış bir şey olduğunu hissetti. Görünürde bir şey yoktu ama acı çekiyordu. İçeri doğru gelen ayak sesleri ile birden gölgeler kayboldu. Kristal sarayın gölgelerini ilk defa görmüştü gerçeklerdi ve acı doluydular. Yanına gelen adamları onu kan ter içinde eli göğsünde bulmuşlardı.

''Efendim çığlıklar duyduk...'' Bakren savaşçısı yürümeye başladı.

''Sorun yok. Burayı mühürleyin. Kimse girip çıkmasın. Nöbetçileri arttırın. Şüpheli bir şey gören olursa bana gelsin.'' demişti. Merdivenleri çıkarken kadının çığlığını kulağından silemiyordu. Bu gece garip şeyler oluyordu. Tekrar avluya çıktığında gökte yükselen ince ışığı görüyordu. Bir Rahom varlığından söz edilirdi. Kızıl ormanda Londaga'nın ruhu olarak gezen beyaz saçlı bir Rahomdan söz edilirdi... Ama onu bu kadar yakından görmek ürkütücüydü. Yandan bakılınca tıpkı Melez Piç'e benziyordu. Sadece daha genç ve daha temizdi. Işığa dalgınca bakarken arkasından yaklaşan kişi ile ürpermişti. Omzuna doğru çenesini dayamış olan Melez Piç sırıtıyordu.

''Onu gördün mü? Param parça etmek istedin mi? Ben istiyorum.'' dudaklarının kenarından akan salya Bakren Savaşçısının zırhını ıslatıyordu.

''Senin Kara Kurtlarla gitmiş olman gerekiyordu.'' Diye çıkışmıştı ona. Melez Piç ise geriye doğru çekildi.

''Byega! Ben istediğim yere istediğim zaman giderim.'' deyip sekerek ana avlunun kapısına doğru yürümeye başlamıştı. Gerçek bir deliydi. Aklı yarım çalışır ve ne yaptığını pek kimse anlamazdı. Sakallarını bazen tıraş ederken yüzünü keser ve öylece çığlıklar atarak gezerdi. Bedenine acı vermek onun en büyük zevkiydi. Aklını kaybetmeye başlarken yaşadığı acıları yaşamaya çabalaması ise kendini hala insan gibi hissetme iç güdüsüydü. Byega yani Bakren Savaşçısı ve generali onun için üzülüyor ve bir noktada kendini suçlu hissediyordu. Karısı defalarca ona görevini yaptığını söylese de kuşatma ve işgal sonrası sürekli gördüğü Melez Piç onda kalp ağrısı yapıyordu. Bu sancıya çözüm olarak onu görmekten kaçınmayı tercih ediyordu. Başka ne yapabilirdi ki?

Melez Piç kurtlara yetişmek için aldığı atla onların ardından yola koyulmuştu. Bir kaç gün sürecek yolculukta onlara atının yetişemeyeceğini bildiği için kendi bildiği geçitlerden gidip tapınağı uzaktan izleyecekti. Nefret ettiği Kuwala'nın canını yakma arzusu ile deli gibi kahkahalar atmaya başlamıştı. Deliliğinin altında yatan karanlığın çevrelediği hüzün ve korku ile bu kahkahalar histerikleşiyor ve şehirden çıkarken çığlıklar atarak bağırıyordu.

''Onu bacaklarından atlara bağlayıp ikiye böleceğim...'' Babasının öldürülüşünü bilmemesine rağmen en zevk aldığı ölüm buydu. Kolları ve bacaklarından bağlanıp atlar tarafından parçalanan insanları izlemeyi severdi. Kalbi deşilip başı koparılan insanları izlemeyi sevdiğinden daha çok severdi. Kuwala'yı ve Rahipler bulmasının ödülü olarak ona verilen fahişeyi bacaklarından yatağa bağlayıp iplere asılarak tüm gücüyle çekiştirip ikiye ayırmış ve kadın korkudan öldüğünde onunla ilişkiye girmişti. Öldürmek ve ölümleri izlemek ona huzur ve zevk veriyordu. Bu zevki almadan en ereksiyon yaşayabiliyor ne de bir kurban kesip kanı ile yüzünü boyamadan uzakları görebiliyordu. Kan ve acı onu besleyen tek şey olmuştu. Her yediği kırbacın verdiği acıyı başkasında gördükçe kahkahaları kulakları tırmalar durumdaydı. İsyancı olarak şehirde ayaklanan kişilerden yakalananların işkencelerini izler ve bundan haz alırdı.

Elindeki kırbaçla atını kamçılarken düşünüyor ve hayvanı daha sert kamçılıyordu. Zavallının derisini parçalayana kadar vuruyor ve kahkahalar atarak yükselen dağlara doğru gidiyordu. Ama en çok hayal ettiği şey Byega'yı öldürmekti. Onu acılar içinde boğarak etrafında dans etmek ve onunla eğlenmek istiyordu. Bu öfkesinin sebebini hatırlamıyordu ama o yaşlı generalin can verirken çekeceği acıyı düşlüyordu. Kralı ona bir söz vermişti. Eğer Kuwala'yı ve Ung Prensini canlı getirirse istediği iki kişiyi öldürebilirdi. Birisi Byega diğeri ise Kuwala olacaktı. Onun yarı soydaşı ve neden nefret ettiğini hatırlamadığı generale yapacağı işkencenin zevki ile erkeklik organı dikleşmiş ve kırbacı her vuruşunda kendini tatmin edercesine kahkahaları yüksek inlemelere dönüşmüştü. Deliliğinin en korkunç yanı buydu. Kralı bile ürkütürdü. Aklına koyduğunu yapana kadar durmayan bu adam çirkinleşir ve çirkinleştikçe de vahşileşir idi. Kanın kızıllığını görene kadar ne aklı ne de bedeni boşalabilirdi.

''Tanrıların oğlunu öldürmek istiyorum.'' diye bağırmaya başladığında Kara Dağlardaki Tapınağa giden geçitlerden birine yaralı atını sokmuştu. Gün doğmaya başlamış ve Kurtlardan daha hızlı oraya gidiyordu. Tehlikeli görmüyordu yolculuğunu. Ölmek onun için sorun değildi. Ölürken acı çekmek ise arzuladığı şeydi. Halk onu gördüğünde kaçışır ve yaklaştığı yeri boşaltırdı.

''Yarım akıllı sapık.'' adını hakkıyla kazandığı için bundan onur duyardı. Kötü olan şeyler onun için yüceltilmiş güzelliklerdi. İnsanlara baktığında gördüğü nefret onu besleyen ve büyüten idi. Korkusu ise ona sevgi ile bakılması idi. Bir hatıra geldi aklına. Kırbacı şakırdamayı bıraktı. Geçide girerken yükselen doğal taşların içinde o anı ile boğuşmaya başladı.

Bakren lordunun kalesinde tasmasından yeni kurtulmuştu. Bir hizmetçi kız vardı orada. Narin elleri ve zarif dudakları olan kızı parçalamak ve onu kirletme hissi vermişti. Ona saldırmak ve çığlıkları ile mutlu olma arzusuna kapılmıştı. Vahşiliğini ona bulaştırmak istedi. Ama yapamadı. Yapamıyordu çünkü kızın ona sevgi ile gülümsemesi kan arzusunu baskılıyordu. Onu parçalamak istediği ellerindeki yaraları nazikçe saran kızın ufak ellerini ısırmak istese bile bir korku sarıyordu onu. İnsanlığını anımsatan duygular ile çevrelenmiş ve düştüğü boşlukta karanlık onu korkuya boğmuştu. Bu korku bir cinnete dönüştüğünde ise kıza olan bu garip sevgisini fark eden eğitmenler kızı cezalandırmak kırbaçlayacaklardı. Kırbacın ne kadar acı verdiğini bilirdi. Eti parçalayışını ve yaraların dikilmezse iltihap kapacağını. Bu korku ile cinnet onu kuşatmış ve kızı elleri ile boğmuştu. İlk defa o gün öldürmek ona iğrenç gelmişti. O gün kızı suçladı ve onu parçalayıp Bakren'in kara kurtlarına attı. Sevgi dolu bakan gözlerini ise çıkarıp içi bal dolu kavanoza atmıştı. Hala dururdu o gözler. O gözlere baktıkça böyle bakan insanları öldürmek için içini saran nefretle besleniyordu.

''Onun suçuydu. Bakmasaydı öyle!'' diyerek ruhunu saran pişmanlığı bastırdı. Hatırayı kafasından sildi ve atını tekrar kırbaçladı.

''Seni hantal hayvan daha hızlı git!'' Sözcükleri ve atın acılı kişnemesi dar geçitte yankılanmıştı.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Altı:      Tanrıların Kuwala'ya Gösterdikleri

 

            Kuwala anlında ki kanın soğukluğu ile irkilmişti. Gözleri açıktı ama gördüğü şey sadece karanlıktı. Başını birisi sertçe yukarı doğru çektiğinde alnı yanmıştı adeta. Alnına dokunan eli hissediyordu. Sıcak ve yakıcı bu elin sahibini göremiyordu. Duyduğu gök gürültüsü sesinin yerini şimdi bir sessizlik almıştı. Karşıya doğru bakınca hep onu izlediğini düşündüğü kurdun gözlerini görüyordu. Kurt hırıltılar içinde ona yaklaşırken bir kadının sesi duyuluyordu uzaktan. Kurt dibine kadar gelip onun önünde durmuş ve başını eğip göz göze bakmaya başlamışlardı. İki metre büyüklüğündeki beyaz kurdun dişleri arasından kan sızıyordu.

''Seni uzun zamandır bekliyorum.'' sızan kan yere döküldükçe siyah akışkan sıvıya dönüşüp kımıldanarak kurttan uzaklaşıyordu. Kuwala ona bakarken gözlerinden yaşlar akıyordu.

''Neden?'' demişti. Kurt derin siyahlıkta açılan beyazlığa doğru döndü. Ona doğru başını yavaşça çevirdi.

''Sana göstermek istediklerim var! Beni takip et ve yanımdan ayrılma.'' demişti. Boşluğu geçtiklerinde Kuwala kendini Kızıl Ormanın kıyısında bulmuştu. Beyaz kurt normal bir kurt boyutundaydı. Kalabalık şehir ve köy halkı birisinin peşinden koşuyordu ve durmuşlardı. Kuwala heyecan içinde seneler sonra babasının verdiği coşkuyla gülümsemişti. Ama yerdeki kadının karnını bir hançerle açtığını görünce ürperti ile kalmıştı. Kadının karnından çıkardığı bebeğin göbek bağını kesip islenmiş cübbesine sarmıştı bebeği.

''Bir kız! Bir kız doğurdu Rahomlu hanım.'' demişti. Kurt, Kuwala'nın elinin altına doğru soktu başını. Hırıltılı sesle konuştu.

''Dünyaya geldiğin ilk an. Anneni gör ve ona iyi bak. Kalbi senin ruhuna ve korkuya dayanamayıp çatladı.'' Kuwala yerde yatan ruhu çekilmiş kadına bakıyordu. Ona bakarken bebeği kucağına alıp şehre doğru giden adama bakıyordu.

''Babam neden annemi gömmüyor? Neden onu bırakıp kaçtı?'' Kurt sakince ileride açılan boşluğa doğru yürümeye başladı.

''Baban o değil! Babanı görmek istersen beni izle.'' demişti. Kuwala onun ardından boşluğa girdiğinde geldiği yer Kristal sarayın büyük avlusuydu. Hava karanlıktı. Sadece ay ışığı avluyu aydınlatırken kurt onun elinin altına girdi.

''Bana sıkıca tutun. Ruhunun bu karanlıkta kaybolmasını istemiyorsan elbette.'' demişti. Kuwala onun ensesindeki kürkü tutmuştu. Kurt mahzene doğru yürürken etrafta dolaşan gölgelerin sesleri Kuwala'yı rahatsız ediyordu.

''Bunlar ne?'' Kurt hırıltı ile güldü. Merdivenlerden inerken.

''Onlar senin soyunu karanlığa çeken gölgeler. Bizleri terk eden ataların bu ruhlarla lanetlendi. Amcan ve onun izinden gidenler bu ruhlar tarafından aklıları ile oynanacak ve senin dışında hepsi insanlar tarafından öldürülecek.'' Kuwala onu korku içinde dinlemişti. Mahzenin köşesine geldiğinde az önce cansız gördüğü kadın bir adamla konuşuyordu. Sesleri perdeleyen gölgeler onları rahat bırakmıyordu. Kadının konuştuğu adamın gözleri tıpkı Kuwala'nın gözleri gibi griydi.

''Babam mı?'' Kurt usulca başını salladı.

''Sevgili baban ve kralın erkek kardeşi. Bir prens olarak delirmeden önceki son hali. Daha sonrasında gölgeler onunda aklını bulandıracak ve cinnet geçirecek.'' Kurt o kadar sakin konuşuyordu ki... Kuwala korku ile yutkunmuştu.

''Anneme dokunabilir miyim?'' demişti. Bunu söylerken elini uzatmış ve birden kadının yanağına dokunduğunda kurt öfke ile hırlamıştı.

''Gölgelerin doldurduğu bu yerde sakın ona bir şeye dokunma. Çıkalım buradan!'' diye ona çıkışırken Kuwala eline bulaşan siyahlığı silkelemişti. Kurdu koşar adım takip ederken mahzenin merdivenleri sonundaki boşluktan fırlamıştı. Hala saraydaydı ve bu sefer görkemli kabul ve taht odası olan yerdeydi. Yüksekliği yirmi metre olan dev onlarca sütun üstünde duran tavan ve yerdeki cilalı mermeri ile göz alıyordu.

''İnsanlar iyi ve kötü olarak adlandırılamayacak kadar karmaşıktır.'' Kurt hırıltı ile konuşuyordu. Onu takip etmesini işaret edip salonun sonundaki merdivenlere yöneldi. ''Onlar tanrıların bile aklını karıştırmıştır. Siz Rahom soyu Darta sorundan geliyordunuz. Ve bu soyu korumak için beş klan kendi içinde evlenerek kendi saflığını bozmadan yüz yıllarca bu Kuzey'de hüküm sürdü. Kuzeyi korumak için benim atalarım olan kurtların ruhları ile beraber hareket etti. Ama sonra bizi unuttular ve topraktan, Hammuaş'ın karanlık kanı karışmış topraktan çıkan gümüşe ve altına tapar oldunuz.'' Geçtikleri yerde bir çok ruh vardı. Kimisi delicesine kahkahalar atarak yerdeki altınları sayıyor, kimi ise hıçkırıklar içinde ağlayarak ellerindeki kana bakıyordu. Kuwala onlara şaşkınlık içinde bakıyordu. Tıpkı onun gibi beyaz saçları olan bu kadın ve erkek ruhlarının sırtlarında karanlık gölgeler vardı.

''Eskiden bu sarayda dolaşan ruhlar beyaz sakin kurt ruhlarıydı. Atalarını karanlıktan koruyup onlara doğru yolu gösterirdik. Ama şimdi görüyor musun onları?'' Kuwala tırabzanlara yaklaşınca kabul salonunda onlarca ruhu gördü. Hepsi siyah gölgeler içinde çırpınıyordu. Hep duyduğu çığlıkların sahipleri şimdi orada boğuluyordu.

''Onları öldüren şey ne köylüler ne de gölgelerdi. Kendi açlıkları ve doyumsuzlukları atalarını ve tanrıları utandırdı. Lanetlendikleri anda gümüş ve altın olan her şeyi düşlediklerin de bu gölgeler sırtlarına bindi. Öldüklerinde bile hala ruhları onlar tarafından ıstırap çektiriliyor.'' Kurt konuşurken Kuwala ruhların içinde annesi ve babası olduğunu öğrendiği yüzleri arıyordu. Kadının yüzünü göremedi. Ama babası tahtın yakınında yerde kıvranıp sessizce ağlıyordu.

''Annem nerede?'' Kurt bunu duyunca ona doğru döndü. Ardından başını yukarıya doğru kaldırdı. Yukarı çıkmaya devam ettiler. Bir kapının ardına geldiklerinde Kurt ona dönmüştü.

''Kürkümü tut ve sakın bırakma.'' Kapı açılıp içeri girince Kuwala elini burnuna götürmüştü. Çürümüş et kokusu odayı sarmıştı. Midesini bulandıran koku ile geride duruyordu. Gözleri ise karanlık masada mum ışığında oturan kadındaydı. Kadın orada oturmuş ve ölü bir hayvanın karnını deşiyordu. Deşerken dudakları oynuyor ve boğuk bir sesle bir şarkı söylüyor gibiydi.

''Sana hayat biçenler, tarlara sülünler ekenler, karanlığa hükmedenler...'' Birden sesi kesilmişti. Derin kahkahası duyulmuştu. Başında dikilen gölge onlara doğru dönmüştü. Tıpkı kadına benzeyen bir bedene sahipti. Örgülü saçları ve elbisesi onu anımsatıyordu. Onlara doğru dönmüş gölge adım adım onlara yaklaştı ve bir duvara çarpmış gibi durmuştu. Gölgenin karnı da şişkindi. Diğerleri gibi şekilsiz değildi.

''O neden diğerlerine benzemiyor?'' Kuwala soğuk kanlılığını korumaya çalışarak soruyordu. Kurt ise dişlerini sıkmış gölgeye hırlamıştı.

''Annen sezgileri güçlü bir kadındı. Ruhları görür ve onları duyardı. Onu esir etmek isteyen gölgeyi görüp onu kendine bağlamıştı.'' Kuwala şaşkınlık içinde kalmıştı. Kurdun kürkünü bırakıp içeri doğru ilerledi. Gölgenin yanına doğru yürümüştü. O gölgenin içinde hissettiği şey o kadar tanıdıktı ki... Nedense ona doğru gitmeye çekinmiyordu. Kurt ise geride duruyor ve hırlıyordu.

''Beni korumak için kendi ruhunu kirletmeyi kabul etmiş.'' Kurt bunu duyunca Kuwala'nın yanına doğru adım adım ilerledi. O ilerledikçe gölge geriye doğru sürükleniyordu.

''Seni korumak için yapmadı bunu. Kendini korumak için yaptı. Senin ruhunun gücü onun kalbini ve seni yeterince besliyordu. Kocasının aklını kaybetmesi ile yalnız kaldı. Kendisi de ona katılmak için senin ruhunu bastırmaya çabaladı. Elindekine bak!'' Kuwala kadına doğru yürüyüp elindeki öldürdüğü hayvana baktı. Bir tavşandı. Beyaz kar tavşanın karnını oymuş ve iç organlarını yere doğru dökmüştü.

''Bir büyü yaptı burada. Sandalyesine oturup bir tekerleme söyleyerek adak adadı ve senin ruhunu bastırıp kendisine bağladığı gölge onun zihnindeki karanlığı büyüttü ve büyüttü. Dön ve bak!'' Kuwala birden istemsizce arkasını dönünce gölge ile burun buruna kalmıştı iğrenç koku ile kalbi hızla atıyordu. Parçalanacakmış gibi atan kalbi ağrıyordu.

''Senin ruhunu daha dünyayı görmeden kirletmeye kalkıştı annen!'' Kuwala elini acıyla kalbine koymuştu. Gözyaşları akıyordu. Dizleri üzerine çöktü. Gölgenin ayaklarına kapanmıştı adeta. Kurt ise tekrar kapıya doğru çekilmiş ve onu oradan izliyordu.

''Karanlıkla seni boğmaya çalışmıştı. Bunu hatırlıyor musun?'' Kuwala bu acıyı daha önce hissetmişti. Ama o kadar bulanıktı ki etraf ne zaman yaşadığını anımsayamıyordu. Doğmamışken böyle bir acı yaşayabilir miydi?'' başını döşemelere dayadı ve bir çığlık attı. Yanan kalbinin sızısı ile attığı çığlıkla birden etraf kaymış ve kendini nemli toprakta bulmuştu. Bir çocuğun kahkahalarını duyuyordu. Kızıl Ormanda koşan çocuğun kahkahaları ona doğru yaklaşıyordu. Çocuk birden şaşkınlık içinde onun dibinde durmuştu.

''İyi misiniz efendim?'' Kuwala bunu duyduğunda başını kaldırmıştı. Üstü başı yamalı çocuk elindeki tahta kılıçla tepesinde dikiliyordu. Saçları kazınmıştı. Alnındaki yarada ise pansuman lekesi vardı.

''Efendim sizi büyük anneme götürebilirim. O çok iyi bir şifacıdır.'' demişti. Kuwala günlük güneşlik yere şaşkınlıkla bakarken kurdu aradı. Yoktu...

''Kan var üstünüzde.'' çocuk ona elini uzatmıştı. Kuwala göğsündeki kana bakıp kalmıştı. Beyaz kıyafeti üstündeki kan kalbinin üstündeydi. Taze ve hala sıcak kana elini koydu. Güneş o kadar parlaktı ki... Nereye gittiğini bilmiyordu. Göğüsünde ki acı ile çocuğun elini tutmuş yürüyordu. Ormanın derinliklerinde bir açıklığa geldiğinde ise duraksamıştı. Çocukluğu geçtiği kulübe oradaydı. Dışında ise bir kadın vardı.kaynayan kazanı karıştırıyordu. Kuwala çocuğun elini bırakıp korku ile geriye doğru çekildi.

''Adın ne senin?'' dediğinde çocuk ona bakıp gülümsemişti.

''Ottour Akanov efendim. Siz Rahom musunuz?'' Kuwala bunları duyunca nefesi kesik kesik çıkmaya başlamıştı. Çocuk ise tahta kılıcını sallayıp gülümseyip devam etti. ''Sizi korumak için savaşçı olacağım.'' Kuwala göz yaşları içinde onu kurtaran ve babalık yapan adamın çocukluğuna bakıyordu. Ağlayarak dizleri üstüne çöktü.

''Niye bunu gösteriyorsun bana?'' Kurt onu duyuyor ama kendini göstermiyordu. Çocuk ise endişe ile onun yanına doğru yaklaştı. ''Efendim, büyük annemi çağıracağım...'' Kuwala korku ile başını sallayıp onun elin tuttu.

''Yapma. Kalkma yardım eder misin?'' demişti. Çocuk onu ayağa kaldırmıştı. Kuwala şifalı kaplıcanın yolunu tutmuştu. Çocuk onun nereye gittiğini tahmin etmişti. ''Efendim kaplıcada yaranız iyileşir mi?'' Kuwala gülümseyip gözyaşları içinde yürümeye devam etti. Ottaur Akanov'u görmek onu parçalamıştı.

''Büyük annem eskiden o kaplıcada tanrı Darta'nın yıkandığını söyledi. Orasının şifası oradan gelirmiş.'' Kuwala çocuğu dinlerken sesin uzaklaştığını hissetti. Arkada kalan çocuk ona korku içinde bakıyordu. Kuwala ise ne olduğunu soracakken kaplıcanın oradan duyduğu sesler ile başını tekrar çevirdi. Başında kristale benzeyen tacı ile dikilen adam az önce kazanı karıştıran yaşlı kadının karına bir kılıç sokmuştu. Kadın ise olduğu yerde titriyordu. Deli Rahom kralı bir kahkaha attı.

''Tanrıların yıkandığını söylediğin su bana şifa getirmedi yalancı koca karı.'' demişti. Kuwala şaşkınlık içinde kaldığında çocuk hızla kaçmıştı. Dikilen adam ise Kuwala'ya doğru yürüdü. Onun yanında durunca sırıtmıştı. Gözleri deli deli bakıyordu. Bir kahkaha attı ve ardından çığlığı ile Kuwala ellerini kulaklarına götürdü.

''Bunları niye bana gösteriyorsun?'' Çığlık dindi ve tekrar karanlık yerde buldu kendini .Kurt karşısında oturmuştu. Pençelerini üst üste atmıştı.

''Fedakarlık ne görmeni istedim. Ruhunu karanlığa vermek için çırpınan ve seni boğmaya çalışan kadın mı fedakar yoksa senin soyun tarafından tek ailesi öldürülmesine rağmen seni alıp büyüten adam mı?'' Kuwala öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Yutkunamadı. Boğazı yanıyordu adeta. Gözlerinden akan yaşları eliyle sildi.  

''Buraya bak!'' Kurt hırıltılı yüksek sesle konuşmuştu. Kuwala eğdiği başını kaldırınca Kurt ona bulanık boşlukta beliren bir görüntü gösterdi. İnsanlar saraya doğru giriyor ve kan etrafı sarıyordu. Çığlıklara tan Rahomlu soylular teker teker öldürülüyordu. İnsanların çığlıkları hem korku hem zafer doluydu.

''Senin soyunu öldürenleri görüyor musun?'' Kuwala oradan bir saniye gözünü ayırmıyordu. Ateşin içinde çırpınanlara ve kılıçtan geçirilenlere bakıyordu. Ve birden babası olan Rahom gözükmüştü. Bir şehir muhafızı tarafından kafası gümüş bir vazo ile parçalanırken çığlıklar atıyordu. Kuwala oraya tepkisizce bakıyordu.

''Babanın öldürülüşü canını yakmıyor mu?'' Kuwala başını iki yana salladı.

''O babam gibi gelmiyor.'' Kurt esneyip ayaklandı. Ona doğru yaklaştı. Yanında durup görüntülere bakmaya başladı.

''Gölgelerin geldiği Hammuaş'ın kanı o kadar güçlüdür ki... onların geçtiği yerde durmak bile insanı bir bataklığa çeker. Orada sana benzeyen adam buradan bakınca neye benziyor?'' Kuwala başı ezilen adama bakıyordu.

''Bilmiyorum. Sadece yabancı geliyor. Bana babamı gösterir misin?'' Kurt onun yanına oturdu.

''Benimle otur.'' demişti. Kuwala karanlığa çöktü. Bulanık boşluk büyüdü. Ardından görüntü belirdi. Eski kulübesinde ki halini gördü. Henüz ufak bir çocuktu. Ormanda düşüp dizlerini parçalamıştı. İhtiyar Akanov ise onun dizlerine pansuman yaparken hayıflanıyordu.

''Daha yavaş yürümelisin. Bensiz bir daha uzaklaşma.'' Kuwala bu günü hatırlıyordu. Meraklanıp kendi başına ormanın içine dalmış ve kaybolduğunu düşüp paniklemişti. Düşüp dizlerini yaralayınca oturduğu yerde ağlamaya başlamıştı. İhtiyar Akanov onu bulunca sevinçten daha çok ağlamıştı. Yüzünde bir tebessüm oluştu. ''Şimdi Tanrıların yanında mı?'' Kurt onu izliyordu.

''Tanrılarla içip sarhoş halde eğleniyor. '' Kuwala gülümseyip bu sefer hüzünle değil mutlulukla akan gözyaşlarını saklamadı.

''İnsanlar böyle mi?'' Kuwala bunu sorarken binlerce görüntü ortaya çıkıyordu. İnsanların cinnetleri, mutlulukları ve kabusları... Karanlık yüzleri ve aydınlık yüzleri... Her görüntüye bakarken derin bir nefes aldı. Yorgun halde Kurdun kürkünü okşadı.

''Onlar bencil ve kendi arzuları için çirkinleşen varlıklar. Tanrıları ve sizleri unutacak kadar çirkinler.'' Kurt onun elinin altına doğru başını soktu.

''Onları anlamak zordur. İstediğin kadar burada kalabilirsin. Onlar bizleri anlamayacak kadar korkunç varlıklar.'' Kuwala babası ile olan anılarını izlerken gülümseyerek kurdun başını okşuyordu. Kurt ise başı okşandıkça ağzından siyahlaşmış kan döküyordu. Kuwala görüntüye her bakışında gevşiyor ve rahatlıyordu. Özlediği anıları aklına geliyordu.

''Sizinle dağlarda gezinelim mi?'' Kurt bunu söylerken Kuwala ayaklandı.

''Kulübeme gidelim. Orayı benim için tekrar yarabilir misin? Bom boş ve babamın çocukluğundaki gibi gün ışığı dolu olsun. Toprak kokusu da olsun.'' Kurt başını eğip bir boşluk açtı. Kuwala oraya doğru girdi. Her şey istediği gibiydi. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Kurt ile yürüyüp içeri doğru girdi. Son hatırladığı gibiydi. Kitapları yerinde ve sedirde yatağı kuruluydu. Yürüyüp kitaplarına yöneldi. Oturup sessizce kitaplarını okumaya başladı. Gün karardı ve doğru. Kurt ile kaplıcaya gitti. Ormanda gezindi. Onunla konuşup hatıralarını anlattı ona.

''Burada istediğim kadar kalabilir miyim?'' Kurt başını sallamıştı.

''Arzu ettiğin kadar kalabilirsin. Gidip besleneceğim. Sende gidip uyu.'' demişti. Kuwala bunu duymuş ve bir uykudan uyanır gibi sedirden kalkmıştı. Güneş içeriyi aydınlatıyor ve toprak kokusu duyuluyordu. Ön verandanın kapısını açınca kurdu orada uzanmış buldu. Karşıdaki tavşanların koşturmasını izliyordu sessizce.

''Dinlendin mi?'' demişti kurt. Kuwala onun yanına oturup bağdaş kurdu. Elini atıp kurdun yumuşak beyaz kürkünü okşadı. Bir süre sonra kaplıcaya yıkanmak için yola koyulmuştu Kuwala. Kurt onun peşine takılmıştı. Kuwala soyunup suya girmişti Kurt ise kaplıcanın biraz uzağına devrilip uyuklamaya başlamıştı.

''Buraya gelip suyun sıcaklığında kürkünü temizlemelisin.'' Kurt bunu duyunca irkilip ona bakmıştı. Ardından karnındaki siyah lekelere bakıp doğrulmuştu.

''Kendimi bu şekilde temizlemiyorum. Bir tanrı olsam da bir hayvan gibi yalanmak benim huyumdur.'' Kara lekeyi yalayıp temizlemeye başlamıştı. Kuwala gülmüş ve suyun sıcaklığı ile gözlerini kapamıştı. Bir şeyin eksikliği ile elini kalbine götürdüğünde kurt hırıltı ile konuştu.

''Gün batımını görmek ister misin?'' Kuwala bunu duyunca sudan çıktı. Başını sallamıştı. Giyindikten sonra tepelerde bulmuştu kendini. Güneş kızıl ormanın ardında kayboluyordu. Kuwala gülümseyerek bu sıcak görüntüyü izliyordu.

''Güneşi hiç böyle görmedim.'' Kurt ona çevirdi başını. ''İstersem güneş sonsuza dek burada durur.'' demişti. Kuwala gülüp ayaklandı.

''Gerek yok. Gidip uyumak istiyorum. Çok yoruldum.'' dedi. Kendini yatağında ulumuştu bu sözleri söylediğinde. Tekrar uyanmış, yıkanmış ve güneşin batışını izleyip tekrar uyumuş, tekrar uyanmış yıkanmış ve güneşin batışını izlemişti.

O kadar çok bunları yapmaya başlamıştı ki kendini rahat hissediyordu. Mutluydu ve endişesi yoktu ama bir şey yanlış gidiyordu. Bir şey eksikti. Neyi unutmuştu? Sıcak ve güzel yuvası, hiç göremediği bahar ve huzur... Bunlar hep sahip olduğu şeylerdi. Bunları düşünürken gün batmış ve kendini yatakta bulmuştu. Gözlerini kapatınca ince bir ses duydu. ''uyan...'' ses o kadar derinden geliyordu ki... Gözlerini aralamak istedi. Zorla gözlerini açınca olduğu yerde kalmıştı. Simsiyah ve akışkan bir suyun içinde yatıyordu. Üzerine doğru çökmüş gölgeler onu kuşatıyor ve bir kurdun yüzüne benzer bir gölge ona kırmızı gözleri ile bakıyordu. Hırıltılı kurdun sesi değildi onu uyandıran.

''Uyu!'' Kurt hırıltı ile mırıldanmıştı. Kuwala uykuya doğru çekilmiş ve kendini kaplıcada bulmuştu. Kurt ona bakıyordu. Karnından ve ağzından siyah parçalar yere dökülüyordu. Kuwala korku ile kaplıcadan çıkmıştı. Kurt ise ona bakıyordu.

''Gün batımını izleyelim.'' Birden kendini tepede bulmuştu. Kurt parçalanıyordu adeta. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Yanlış olan neydi bilmiyordu. Ama kurdun yaralı olduğunu düşünüyordu. O derinden gelen ses birden kulaklarında daha şiddetli çınladı.

''UYAN!'' tekrar gözlerini açtığında karanlık sıvının içinden fırlamaya çabaladı. Kurt onun bedenin üstüne çökmüştü. Beyaz tüyleri simsiyah akışkan sıvı ile kaplıydı.

''Direnme. Seni öldürmek için uğraşan insanların eline bırakamama seni.'' Kuwala birden dinginleşmişti.

''Çok yorgunum.'' Kurt onun üstüne doğru akışkan bedenini sürükledi.

''Merak etme. Burada istediğin kadar dinlenebilirsin.'' demişti. Kuwala derin bir sessizlik ve karanlığın içinde hissediyordu kendisini. Uykunun verdiği ağırlık ile gözleri kapanıyordu.

 

Dışarıda ise rahipler çemberi bozmuyordu. Daki oradan ayrılmak zorunda kalmıştı. Tapınağı savunmak üzere erkeklerin ve savaşmak isteyen kadınları silahlandıracaktı. Kimisinin kılıcı vardı. Kimi ise elindeki ucu sivriltilmiş rahiplerin kullandığı sopaları almıştı. Yeterli sayıları vardı. Kapılar açılmadığı sürece içeri kimse giremezdi. Gün doğup tekrar batmıştı ve hala ayin devam ediyordu. Marinoe kararlı bir şekilde Daki ile burayı savunmak istediğini belirtmişti. Çocukları, kadınları ve yaşlıları tapınağın en arkasında kalan büyük arşivin oraya götürmüşlerdi. Gün tekrar kararırken Daki süren ayini izlemek için geri dönmüştü. Ellerini dizlerine koyup orada oturan genç rahiple beklemeye başlamıştı. Hala soğuk hayalet rüzgar süzülüyor ve ışık yavaş yavaş akıyordu. Daki derin bir nefes aldı.

''Ne zaman gözlerini açacak?'' Genç rahip bunu duyunca oturmuş ve etraftaki seslere alışmış adama çevirdi başını.

''Dokuz kapı açıldığında savaşmaya başladı. Eğer kazanırsa oradan çıkacak. Tanrılar onu izliyor ve gücünü hak edip etmediğini yoklamak için onu sınıyor. Ona hep istediği şeyleri ve özlem çektiklerini sunuyorlar. Aldanıp orada kalırsa yavaş yavaş bu ışık kaybolacak ve geri dönemeyecek. Ama burada ki amacını hatırlarsa...'' Daki birden yumruk yaptığı elini dizine vurmuştu.

''Hatırlayacak. Onun unutmasına imkan yok...'' Genç Rahip başını geri ışığa doğru çevirdi. Işık daha da incelmişti.

''Sanmıyorum Efendi Daki! Işık yarın ay doğduğunda tamamen kaybolmaya başlayacak. Eğer o dönemez ise her şey son bulacak. Efendim ve dokuz kardeşim onun tanrıları görmesi için kendilerini adak olarak sundular.'' Daki bunu duyunca şaşırmıştı. Dün geceden beri hareket etmeyen yere kapaklanmış bedenlere dikti gözünü.

''Öldüler mi?'' Genç rahip buruk bir gülümseme ile başını eğdi.

''Kapılar açıldığı anda öldüler. Onlar Efendi Kuwala'nın başaracağına inanarak burada canlarını adak olarak tanrılara sundular. O başaramazsa burası yerle bir olacak. Ve yüz yıllarca bu kanlı savaş devam edecek. Efendim bana hep başaracağını anlatırdı. Ama ışık hızla inceliyor. Yakında kapılar kapanacak.'' Daki onun dediklerine öfkelenmişti. Dişlerini sıktı. Çığlık seslerini bastıracak kadar şiddetli bir sesle bağırdı.

''Kuwala benim için dönecek!'' Sesi öyle yankılanmıştı ki birden çığlık sesleri kesilmiş ve fısıltılar dolmuştu. Çılgın kahkahalar ve bağrışmalar durulmuştu. Genç rahip bağıran adamın ruhani bir kandan geldiğini anımsadı. Elini dudaklarına götürdü.

''Efendi Daki sessiz olmazsanız onları rahatsız edeceksiniz.'' demişti. Daki sessizleşmişti. Sessizlik öyle derindi ki... Ne ruhlar bağırıp çığlıklar ve kahkahalar atıyor ne de Daki ve Rahip konuşuyordu.

Güneş tekrar doğup batmaya başladığında Kara Kurt sürüsü tapınağa yaklaşıyordu. Kurtlar o kadar hızlı koşuyordu ki rüzgarları karları savuruyordu. Dağa korkusuzca tırmanıyorlardı. Ay en tepeye vardığında Tapınağın kapısında olacaklardı. Onlardan önce gelen Melez Piç ise tapınağı görebileceği bir yükseklikte kendine yer yapmıştı. Gözlerini kapayıp tapınağı dolaşmaya başlamıştı. Kılıçlarını ve ucu sivri sopalarını hazırlayan insanları gördükçe sırıtıryordu.

''Kan dökülecek çok kan!'' diye mırıldanmıştı. Başını kestiği atın kanı ile bütün yüzünü boyamıştı. Onun mırıltısı öyle derinlere doğru gitmişti ki Kuwala birden bu mırıltıyla irkilip gözlerini açmıştı. Boğuluyor gibi çırpınmıştı. Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordu. Çırpındıkça aşağıya doğru batıyordu ve birden düşmeye başladı. Düştüğü yerde Kurt karşısında oturmuş boşluklarda beliren görüntülere bakıyordu. Kuwala onun yanına doğru koştu.

''Beni kandırdın. Sen tanrı değilsin!'' Kurt sakince kalktı. İki ayağı üzerine dikildi. Kolları uzadı. Ayakları belirginleşti. Kalın ensesi gevşedi. Kürkü döküldü ve birden ona doğru döndü. Kuwala adeta kendi yansımasını görüyordu.

''Tanrı değilim. Senin içindeki kurdum.'' Kuwala korku ile geriye doğru çekilmişti. Çırılçıplak ona bakan kendisinden korkmuştu. Gözleri sarıydı ve dişleri keskindi.

''Sana istediğini verip duruyorum ama uykumu bölüyorsun. Söyle nereye gitmek istiyorsun. Bu oyundan sıkıldım. Seni kandırmayacağım.'' Kuwala ona dikkatle bakıyordu. Kurdun bu yeni formunda eksik bir şey vardı. Tıpa tıp ona benziyor ama bir şey eksikti. Kuwala ona doğru bir kaç adım attı ve birden üstüne doğru koşup onu yere devirip üzerine çullandı.

''Nesin sen? Neden beni o suda boğmaya çabalıyorsun. Ses duydum. Çok kan akacak dedin.'' Kurt birden ona şaşkınlıkla ve panikle bakmıştı.

''Ne duydun?'' Kuwala onu yere çivilemek için göğsüne sertçe bastırıyordu.

''Kan dökülecek gibi bir şey dedin. Duydum! Ne olacağını göster bana!'' göğsüne bastırdığı adam birden eriyip kayboldu. Öylece zeminde oturup kalmışken arkasında beliren kişi endişeli şekilde yürüyordu.

''İmkansız bu. Sen kimi duydun!'' Elini boşluğa daldırdığında kalı dağlarda oturan Melez Piç'in görüntüsü belirmişti. Birden onu görüyormuşcasına göz göze geldiklerinde korku ile görüntüyü dağıttı.

''Geri dön ve babanla bekle!'' Kuwala bunu duyunca ayaklandı. Tam görüntüye doğru gidecekken birden başka bir ses duydu.

''Benim için geri dönecek!'' Bu sesin sahibini tanıyordu adeta. Kalbinde oluşan yanma ile irkildi. Kurt formuna geri dönen varlık ise öfke ile dişlerini bilemeye başlamıştı. Boyu yine iki metreye ulaşmıştı.

''Geri dön. Sana kimse zarar vermeyecek!'' Kuwala boşluğa elini sallayıp onu dağıttı. Arkasında derin bir karanlık başlamıştı. Kurda doğru döndü.

''İstemiyorum. Bir şey eksik ve bana onu veren kadar dönmeyeceğim.'' Kurt ona nefretle bakıyordu. Birden tekrar kürkü döküldü. Bu sefer karşısında başka bir beden oluşmuştu. Kuwala bu tanıdık yüze doğru hızlı adımlar attı. Daki'nin yüzünü takınmış varlığı bir süre süzdü. Nereden tanıyordu onu? Kalbine çöken sancı ile elini göğsüne götürdü.

''Geri dönelim!'' Sesi tanıdıktı ama yabancıydı. Kuwala birden irkildi. Bedenini saran sıcaklık ve yanma ile irkilmişti. Kulaklarında duyduğu gürültü ona bir şey hatırlatıyordu. Dudakları titredi. Ardından geriye doğru bir kaç adım attı.

''Nereye gideceğimizi biliyorum. Nereye istersem oraya beni götürecek misin?'' Kurt tekrar eski formuna dönüştü.

''Tek bir hakkın olacak. Ve oradan geri dönmeyeceksin.'' bir sürü görüntü belirmişti. Kimisi kristal saray, kimi gün batımına, kimisi kızıl orman ama hepsi hatıralara açılan geçitler idi. Kuwala onlara bakıp dolaşmaya başlamıştı. Unuttuğu ne vardı. Gitmesi gereken bir yer vardı ama unutuyordu. Yavaş yavaş hatırlar olan görüntüler arasında dolaşmaya başladı.

O hatıralarda dolaşırken birden tapınağın kapısı gürültü ile parçalanmıştı. Ateşler içinde yıkılmıştı kapı ve duvar. Daki bu siyah ve ateş saçan tozun eseri olan patlamayı duyunca ayaklanıp kılıcını kapmıştı. Kuwala uyanan kadar burayı korumalıydı. Dışarı doğru fırladı. Bekleyenlere öğrettiği düzene geçmelerini emretti. Gelenleri durdurmak için önce mızrak kullanacaklardı. Ama dumanın ve ateşin ardından fırlayan simsiyah kürklü kurt bir pençesi ile on adamı duvara doğru fırlatıp ulumuştu. Ona katılan on beş kurt daha vardı. Daki ne yapacağını bilmiyordu. Savaşacaktı. Daha önce böyle bir sürü ile savaştığında bin adamının yarısını katletmişlerdi. Hepsi eğitimli askerler olmasına rağmen ölmüşlerdi. Ve şimdi bu köylüler ne yapabilirdi ki? Sadece ölümlerini geciktirmek için kaçabilirlerdi. Daki kılıcını eline aldı ve diğer elini yanındaki titreyen adam uzattı.

''Kılıcını ver!'' demişti. Onu diğerlerinden ayıran en büyük özelliği iki kılıcı aldığında bir kıyım makinesine dönüşüyordu. O gün tipide kurtları doğramıştı ve ancak o şekilde hayatta kalmışlardı. Kılıcı eline aldı ve başını kaldırıp tepedeki aya ve kubbeye inen incecik kalmış ışığa baktı.

''Bu gece ikimizde öleceğiz ya da yaşayacağız... Yer altının karanlık tanrısı bana güç versin.'' deyip başını indirmişti. Kaşları çatılmış ve yeşil gözleri ay ışığında ışıldarken korku ile geri çekilen adamların açtığı yere doğru yürümeye başlamıştı. Kılıçların kabzasını o kadar sıkı tutuyordu ki kasılan kasları boynunu germişti.

''Benimle beraber bir çoğunuzu yer altına götürmek için heyecanlıyım.'' demişti. Bir prens olarak doğmak sadece unvan demek değildi. Ona tanrıların yarattığı asil kanın yetenekleri de bahşedilmişti. Ung soyu, Bakren soyu gibi kılıçla dans etmezdi. Onlar kadar esnek savaşmazdı. Güneyin sert ve vahşi yapısında savaşırdı. Ungların prensleri kılıçlarını öyle sert kullanırdı ki... Vurdukları taş duvarlar bile ikiye ayrılırdı. Daki'de muazzam bir kuvvetle doğmuştu. İki kılıca hükmediş biçimi her zaman babasının gurur duyduğu bir yeteneği olmuştu.

Kılıçları arkaya doğru çevirip koşmuştu. Hızlıydı. Karşısında dikilen iki adamın başlarını koparacak kadar hızlı ve güçlüydü. Adamların kafalarını kesip yere düşmesi ile ona ve etraftakilere saldırmaya başlamışlardı. Daki üstüne atılan kurtlarla mücadele ediyordu. Onların kalın derilerini insan derisi kadar kolay kesemiyordu. Boğuşarak bir kaçını kışkırtmış ve bir tanesini yere devirmişti. Onu parçalamak için etrafını kuşatan üç kurda baktı ve gözleri etrafı taradı. Beceriksiz savaşçılar olan köylüler adeta katlediliyordu. Daki derin bir nefes aldı ve hızla kurtlara doğru koştu. İkinci kurdun boğazına sapladığı kılıcı çekerken kılıç kırılıp kabzası elinde kalmıştı. Hızlı düşündü ve kabzayı hayvanı gözüne sapladı. Panikleyen kurt kendi kanında boğuluyor ve diğer kurtlara çarpıyordu. Daki bunu fırsat bilip insanları zevk içinde katletmeye başlamış kurtlara ve binicilerine doğru koştu. Tek bir kılıcı vardı yerden ikinci bir kılıç almak için fırsat bulduğunu sandığı anda üzerine doğru atılan iki adamla yerde yuvarlanmıştı. Birisini tekmeleyerek köylülerin içine doğru fırlatmıştı. Diğeri ise boğazına çökmüş ve onu boğuyordu. Marinoe gibi bir kaç güçlü köylü direniyordu. Daha zayıf olanlar ise içeri doğru kaçmıştı. Onlar direnmeye devam ediyordu. Ölseler de hala biraz olsun o kurt binicilerini yaralamış ve onlara doğru pençe savurup her atlayışlarında içerinden birini alan kurtları durdurmaya çabalıyordu. Marinoe cesur bir kadındı ve korkusuzca öne doğru atılıp kılıcını başkasına savuran binicinin sırtına saplayıp çekmişti. Marinoe birisni öldürmenin verdiği şaşkınlık ile doğrulduğunda ayı kapatan karanlığın üstüne doğru zıpladığını gördü. Vahşi kurt ona doğru zıplamış ama dokunmamıştı. Daki tüm hızı ile köşeye doğru sığınmış köylülerin önüne atılmıştı. Kurdun pençesini keskin Ung Çeliğinden yapılma kılıcı ile tek hamlede koparmıştı. Üstü başı kandı. Az önce çıplak elleri ile bir adamın gözlerini oyup boynunu kırmıştı. İnsan kanı ve kurt kanı kokusu bütün bedenine sinmişti. Yerde onlarca köylü cesedi vardı. Daki elinin tersi ile kanayan burnunu sildi. Boynunu sağa sola doğru çevirdi. Sırtını kamburlaştırıp kaslarını sıkıştırmış binicilere doğru pozisyon almıştı

''Bir kaçınızın daha canını almadan can vermeyeceğim.'' demişti. Dediğini yapmak niyetindeydi.

 

           

 

Bölüm Yedi:     Yüce Londaga'nın Mirasının Sahibi

           

            Marinoe gibi arda kalan güçlü köylü savaşçılar ile bir savaş çığlığı atıp kafa kafaya tapınağın büyük avlusu olarak bilinen bahçesinde çarpışmaya başladıklarında Kuwala sonunda ne istediğini bulmuştu. Yüzünde sinsi bir gülümseme vardı.

''Bende bir insanım. Senin gibi değilim. Bencilce şeyler istiyorum.'' Kurt yattığı yerden ona bakıyordu. Kuwala ise ona doğru yürüdü. Gözlerinde bambaşka bir bakış vardı. Hatıralar arasında gezinirken eksik olan şeyi anımsamıştı. Bir sıcaklık... bir koku ve bir nefes...

''Buraya insanları kurtarmak için geldim. Kendimi kurtarmak için gelmedim. Geri dönemem gerek. Atalarım gibi senin gölgelerine telsim olma niyetinde değilim. Bedenime dönmek istiyorum.'' Kurt gülmüştü. Ayaklandı. Daha da irileşmişti adeta. Bir görüntü gösterdi. Tapınaktaki çarpışmayı ona gösteriyordu.

''Geç kaldın. Çoktan kaybettiler. Ve bak...'' derken sönen ışığı gösterdi. Işığın kayboluşunu gören sadece Kuwala değildi. Daki'de birden duraksayıp ışığın silikleşip birden yok olduğunu gördü. O anda kılıcı elinden düşmüştü. Kuwala teslim olmuş gibi kılıcını bırakan Daki'ye bakınca kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Eksik olan şey onun nefesiydi, onun kalbinin sesi ve onun sıcaklığıydı. Onun eksikliğini nasıl unutabilmişti. Birden kurda doğru hışımla döndü. Üstüne doğru yürürken kurt küçülüyordu. Kuwala ise öfkeden titreyerek konuşuyordu.

''Seni yalancı gölge! Beni kandırabileceğini sandın. Eğer ki beni üzmek için o görüntüyü göstermese idin inanırdım. Ama şimdi hatırlıyorum. Beni orada bekleyen Daki'yi ve insanları hatırlıyorum. Bana ait olanı geri ver! Kalbimi çaldın benim. O benim...'' demişti. Uzun zamandır yorgunluğunu ve hissizliğini anımsıyordu. Orada onu kuşatan gölge kadının kalbini çaldığını hatırladı. Bu yüzden göğsünde kan lekesi vardı. Ona kurt olarak gözüken şey bir gölgeydi ve tanrılar onu atalarını sınadığı gibi gölgelerle sınamıştı. Kurdun kalbine doğru elini hızla soktuğunda birden bedeni titremişti. Diğer elini daldırdığında ise gözleri yanmaya başlamış ve bir ışık görüyordu.

Az önce solup giden ışık şiddetle birden artmaya başlamış ve her zamankinden daha belirgin halde kalınlaşırken Kurtlar, biniciler, köylüler ve Daki ışığa doğru bakıp kalmıştı. Büyüdükçe etrafı aydınlatıyor ve bu aydınlık onları kör ediyordu.

Daki ışığın tekrar canlanması ise enerji dolmuştu. Dizleri üstündeydi ve kılıcından güç alıp ayağa kalktı. Az önce onu dizleri arasında çiğnemek ve bir parça koparmak isteyen kurda doğru kılıcını savurmadan önce elinin üstüne koydu kılıcını. Parmaklarını kapayıp hızla çekti. Kanıyla beraber kılıç parlamıştı. Daki korkunç bir kahkaha attı.

''Yaşayacağız!'' dedi ve kılıcını savurmaya başlamıştı. İleri doğru koşuyordu. Onu parçalamak isteyen kurda doğru salladığında kılıç daha da ışıldıyordu. Adeta Rahomun saçılan ışığı onu besliyordu. Kurdu beş parçaya bölüp vahşice uludu. Kuwala'nın yaşadığını ve döndüğünü gösteren ışığa bakıp bir kurt gibi uludu ve dişlerini sıktı. Kanaması vardı, gücünü serbest bırakmak onun için doğru değildi. Ama şimdi Kuwala'yı korumak için bütün vücudundaki damarlara daha hızlı akmaya başlamıştı kan.

''İçeri!'' Marinoe olacakları sezmiş gibi herkesi tapınağın içine doğru gönderiyordu. Kurtlar ışık sönmeye başladığında kendilerine geliyordu ve hırlaşıyorlar idi.

''Parçalayın!'' Sağ kalan biniciler emri verdiğinde Daki'nin üstüne doğru kurtlar atılmıştı. Efendilerinin emri ve öldürülen kurtların intikamı için Daki'yi parçalamak istiyorlardı. Daki'nin yeşil gözleri kıvılcımlar saçıyordu. Dudakları yukarı kıvrılmıştı. Kılıcını saran ışık yeşil bir aleve dönüşüyordu. Marinoe onun böyle bir efsuna sahip olduğunu bilmiyordu. Daki bu gücü kullanmayı Kara Kurtları izleyerek öğrenmişti. Onlara binen ve büyü gücü olan bazı Bakrenli Savaşçılar kılıçlarını kendi kanları ile ıslatıp enerjilerini verdiklerinde kılıç turuncu bir ateş çıkarıyordu. Onların yaptığını yapmak için uğraştığı sürede bir gün başarmış ama alev yeşildi ve o kadar sıcaktı ki... Ona bakarken gözlerinin yandığını hissediyordu. Bu gücünü Ung hanesinden ve krallığına mensup herkesten saklamıştı. Çünkü Unglar savaşın büyü ile değil akılla kazanacağını kafaya takmışlardı. Daki ise büyü kullanan Bakrenli ve diğer düşmanlarını ancak böyle yeneceğini anlamıştı. Yakın dostu Muhon Asha bile onlar gibi düşünüyordu. Bu yüzden bu gücünü kullandığı ikinci seferdi. Her yaratılmış soylu kanda büyü olduğu ama bunu ortaya çıkarmanın önemli olduğunu bilirdi bütün krallık ve haneler. Unglar güçlerini reddetmiş soydu. Onlar gibi gücünü reddeden Rahom'lar lanetlenerek ölmüştü. Unlar karanlığı ve aydınlığı reddetmiş ve tanrılar gibi olmaktan kaçınmışlardı. Daki kılıcını onlara doğru yöneltti. Histerik bir kahkaha attı. Yanan ateşin ısısı kurtların geriye çekilmesine sebep oluyordu.

Marinoeve bir kaç kişi içeri girmeden merdivenlerde onları izliyordu.

''Efendi Daki'de bir büyücü mü?'' Marinoe yanan yeşil ateşten gözlerini alamıyordu. Kılıcını sıkıca kavramıştı.

''Bilmiyorum. Ama dayanamaz. Kanaması var.'' demişti. Yanında dikilen köy lideri olan Denle derin bir nefes aldı. Aklına karısı ve çocuğu geldi. Kara Kurtlar oraya girmemeliydi. Onları korumak için savaşma arzusu ile kaşlarını çattı.

''Efendi Daki'ye yardım edeceğiz. Kurtlarla o savaşırken diğerleri ile biz...'' dedi. Marinoe liderine baktı. Başını kararlılıkla salladı ve koşmaya başladı. Beş kadar adam kalmış ve Marinoe ile harekete geçenlerinin sayısı ondan fazlaydı. Tecrübesiz savaşçıların sayı üstünlüğü fark etmezdi. Yılların savaşçıları onları orada boğazlayacaklardı. Marinoe ile oraya koşan kişilerden üç kişi kalan kadar öldürmüştü hepsi. Başları ve uzuvları kopmuştu. Kimisi can çekişmeye devam ederken Marinoe savaşıyordu. Denle ile sırt sırta vermiş savaşıyordu. Güçlü bir kadındı. Savaştan kaçmazdı. Kocasını öldüren Kara Kurt binicisini yakalayıp boğazını kesmişti. Bu sayede diğerleri kaçabilmişti Lider Denle onun gibi güçlü bir kadının lider olarak köyü götürmesini istemiş ama yıllarca liderlik yaptığı insanlar onu istemişti. Denle'nin liderliği için ısrar edip bu güçlü kadının onlara lider olamayacağını söylemişlerdi. Şimdi köylülerle aralarında duran tek kişi Marinoe idi. Eğer düşerse içeri girecek ve herkesi öldüreceklerdi.

''Dikkat et!'' Marinoe omzuna doğru savrulan kılıcı fark ettiğinde geç kalmıştı. Omzuna saplanan kılıçla elindeki kılıcını düşürüp dizleri üzerine çökmüştü. Denle onu korumak için önüne fırlayıp kılıç savuruyordu.

''Efendi Daki!'' diye bağırıyordu. Daki kendinden geçmiş halde kurtlarla mücadele ediyordu. Bazen onu pençeleyen bazende yaralanıp çekilen on kadar kurt ile tek başına boğuşuyordu. Buna rağmen Denle bencilce ondan yardım talep etmişti. Daki kılıcını bir çığlık atıp savurduğunda iki kurdun bedeni ortadan ikiye yarılmıştı. Dizleri titriyor ama ayakta kalmak için uğraşıyordu. Marinoe ve Denle'ye döndü. Onları sıkıştırmışlardı.

''Kadını en son öldüreceğim.'' Marinoe'nin üstüne doğru gelen adam az önce Marinoe'nin kılıcı tarafından yaralanmış olandı. Daki oraya doğru kılıcını savurdu. Konuşan adam ikiye yarılıp bedenini yeşil bir alev sarmıştı. Ama bu hamle onun bir kurt tarafından omzundan ısırılıp yere çökertilmesine sebep olmuştu. Kılıcı ileri doğru fırlayıp alevi sönüyordu. Zaman donmuş gibiydi adeta. Kılıcın yavaş yavaş uzaklaşıp yeşil alevinin sönüşü ile sırtlarını kabartmış kızıl gözlü kurtların ona doğru gelişi durmuştu. Canın acısı durmuş ve bedeninden sızan ılık kan ile öylece yerde duruyordu. Şişmiş damarlarına pompalanmış kan yavaşlıyor ve kalbinin sesi yankılanıyordu kulaklarında.

Gözlerini gökyüzüne dikmişti. İçini ürperten bir esinti vardı ama gökyüzünde asılı olan bulutlar kıpırdamıyordu bile... nefes almak için göğsü inip kalktığında üstüne çöken kurtlar geriye doğru çekilmişti. Bu hayalet rüzgarın sahibinin Kuwala olduğunu biliyordu. Doğrulup ona bakmak istedi ama bedeni kıpırdamıyordu. Öylece kalmıştı. Kuwala ise yavaş yavaş tapınağın merdivenlerinden iniyordu. Gözlerinin rengi kaybolmuş ve bomboş bir beyaz ışık vardı. Saçları esen hayalet rüzgarda savruluyordu. İnsanlar onun geldiğini gördüğünde meraklanıp çıkmışlardı. Adımını attığı yerde ince bir buz tabakası oluşuyordu. Elleri yanlara doğru hafifçe açılmıştı. Onu takip eden rüzgarda uğultu vardı. Yaklaştığı yerde kurtlar nereye kaçacaklarını bilmiyorlardı. Kulaklarını indirmiş kuyruklarını bacakları arasına kıstırmıştı. Geriye doğru çekilirken birbirlerine sokuluyorlardı. Ulumaları yerine mırıltılı köpek sesine benzer seslere bırakmıştı. Hayalet rüzgar iki metre boylarında beyaz bir kurda dönüşüyordu. Kuwala bir süre kurtların üstüne doğru yürüdü. Kan kokusu kutsal tapınağı kirletmişti. Korkudan ağzı köpükler saçan kurtlar öylece duruyordu. Kuwala kurtların binicilerine doğru adımlarını evirdi. Beyaz kurt gölgesi hala Kara Kurtların önünde dikiliyordu. Kuwala adım adım onlara yaklaşırken ardında bıraktığı ince buz yavaş yavaş eriyor ve yeni adımlarında ortaya çıkıyordu.

''Darta'nın sunağını kirlettiniz!'' bunu söylerken sesi de etrafındaki rüzgar gibi soğuktu. Biniciler kılıçlarını çekip ona dönmüştü. Kuwala ise kollarını yanlara doğru açmıştı. Elleri açık şekilde toprağa bakıyordu. Yavaşça çevirdi. Serçe parmaklarından başlayarak yumruğu kapanmıştı. Tekrar yavaşça açtığında adamlar korku ile çırpınmaya başlamıştı. Onları saran soğukluk bedenlerini uyuşturup oldukları yere sabitliyordu. Bacaklarından başlayan soğuk bedenlerini tamamen kuşattığında Kuwala yumruklarını tamamen açıp ellerini yere çevirdiğinde ise hepsi donmuştu. Çığlıklar atarken öylece kalmış ve mermerden yapılmış heykeller gibi cansız ama gerçeklerdi. Ellerini hızla birbirine vurduğunda ise donmuş bedenler tuzla buz olmuştu. Ellerinin şakırtısından çıkan sesle beraber Beyaz kurt oturduğu yerden zıplayıp siyah kurtları iki pençe darbesi ile yere sermişti. Kana bulanmış pençesini yere koymadan belirdiği gibi kaybolmuştu. Etrafı ölüm sessizliği sarmıştı. Kuwala gözlerini kapadı ve açtığında gri gözleri belirmişti. Alnındaki kurumuş kan lekesi kendi kendine silinip kayboldu. Kuwala ona korku ile bakan Marinoeve Denle'ye bir süre sessizce baktı ardından yerde hareketsiz yatan Daki'nin yanına doğru yürümeye başladı. İnsanlar yavaş yavaş avluya doğru çıkıyordu.

Melez Piç birden gözlerini korku ile açtı. Öldürdüğü atı tepeleyerek geçide doğru koştu. Gördükleri onu ürkütmüştü. Hızlı hızlı yürüyor ve kendi kendine sayıklıyordu.

''Korkunç! Korkunç! Londaga ona gücünü vermiş! Ne korkun!'' Yürüyüşü koşturmaya dönüştü ve bağırmaya başladı.

''Londaga dirildi. Kuzeyin soğuk fırtınası, Darta'nın oğlu dirildi!'' Bağırtısını bir kahkaha takip etti. Gecenin sessizliğinde kahkahaları etrafı dolduruyordu. Londaga dirilmiş ve yüzlerce yıl sonra ilk defa bir Rahom mirasına sahip çıkıyordu. Darta'nın oğlu Londaga Rahomların en büyük atası sayılabilirdi. Kuzey'in soğuk rüzgarlarını eğitmiş ve burada babası Darta'nın yarattığı insanlar yaşasın diye bu rüzgarları kontrol eder olmuştu. Ormanın ruhları ile, beyaz kurtlarla ve Rahomların ruhları ile rüzgarları ve soğuk buzu zapt etmişti. Babası Darta tarafından Kara Dağlardan aşağıya gönderilmiş ve orada Kuzey'i ehlileştirmişti. Kuwala'ya köylüler ormanda gördüklerinde Londaga'nın ruhu derlerdi. Şimdi ise Bu ruh bir bedene bürünmüştü. Sihri görünür ve kontrol edilebilir durumdaydı. Mirasını yüce atası sayılan Londaga'dan devralıp onun kutsal Kurdunu arındırmıştı.

Kuwala o günden sonra oldukça sessizdi. O gün gücünü kazandığında uyanmış ve yetişebildiği kadar hızlı yetişmişti. Ama hem Daki hemde bir çok kişi ağır yaralar almıştı. Onlarca ölü vardı. Ve artık Kör Kahin yoktu. Ölüleri yakmak için ayinler yapılmıştı. Üç gün aralıksız süren yakmalar bitmeye yakınken Daki hala yaraları sarılı halde bilinci kapalı uyuyordu. Kurtlar tarafından ağır yaralanmıştı. Bunun yanı sıra kullandığı büyü yaralı bedeninin enerjisini tüketmişti. Kuwala onu tedavi etmek için gerekli her şeyi bulmuştu. Ruhu ve bedeni tam dinlendikten sonra uyanmasını doğru buluyordu. Bu sürede tapınağın kırık kapısı onarılmaya başlanmıştı. Ve Kör Kahin yerine onun yetiştirmesi olan ve hep yanında dolaşan genç rahip getirilmişti. Kuwala'dan onur almak istemişti. Kuwala bunu kabul etmemişti. Onu onurlandırma yetkisi olmadığını düşünüyordu.

Kendine hizmetkar yaptığı beyaz kurt ruhunu gölgelerden arındırmıştı. Tanrılar tarafından atalarına verilen ve Kuzey'in ruhunu temsil eden buzun efendisi olmak için ilk adımları atmıştı. Ve artık kim olduğunu biliyordu. Ne olmak istediği konusunda ise hala çekingendi. Daki'nin baş ucunda oturmakla geçirdiği zamanlarının kalan kısmını arşivden getirttiği Kuzeyin önemli olaylarını okuyarak geçiriyordu. Bir kaç gün daha böyle geçirdi. Daki'nin yaralarını pansuman ediyor ve bazı yaralarını seradan getirttiği bitkilerden yaptığı ilaçlarla tekrar sarıyordu. Kör Kahin şifalı bitkiler yetiştirmişti senelerce. Marinoe'ye ilaç tariflerini yazmış ve köylülere uygulasın diye vermişti. Erkeklerin sayısı oldukça azalmıştı. Çoğu ölmüştü. Bu yüzden kapının inşaatı da yavaş gidiyordu. Kuwala onlar için endişe ediyordu. Onları koruyan kahin kendini adak olarak sunmuştu ve geneli kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan bu köylüleri koruması gerektiğini düşünüyordu. İç çekti ve elini yanağına dayadığı sırada Daki mırıltılı bir sesle konuştu.

''Canın neye sıkıldı...'' Kuwala onun bu zayıf sesini duyduğunda oturduğu yerden irkilip yatağın yanına koşmuştu. Elindeki parşömenleri yere atmıştı aceleden. Daki'nin birden üstüne doğru atılıp sarılmıştı. Sarıldığı gibi hızla doğrulmak zorunda kalmıştı. Daki yaralarının verdiği sızı ile inlemişti. Kuwala doğrulup ellerini yukarı doğru kaldırdı.

''Unuttum. Heyecandan ben...'' Daki onun konuşmasına izin vermeyip onu kendine doğru çekip sarıldı. Göğsüne doğru yatırdığı adamı sıkıca sarmıştı. Bir süre öyle durdular. Kuwala bedenini yatağa doğru çekip Daki'nin yanına doğru yerleşti. Ona doğru sokuldu.

''Yaptıklarını anlattı Marinoe! Nasıl savaştığını ve o kılıcı...''Daki'nin tuttuğu sargılı eline bakıyordu. Daki sessizce uzanmaya devam etti. Kuwala ise onun elini kendine doğru çekip ufacık bir öpücük kondurdu.

''O yeşil ateşi bir daha ki sefere bende görmek istiyorum. Marinoe ve Lider Denle senin nasıl öfkeli bir kurda benzediğini anlattı. Efsanelerde yer alan savaşçılar gibi dövüştüğünü anlattı. '' Bunları söylerken Daki birden gülmüştü.

''Dışarıdan o kadar etkileyici gözüktüğümü bilmiyordum. Sadece kan kokusu alıyordum ve üstüme gelen her şeyi ikiye ayırmayı düşünüyordum.'' dedi. Kendisi ile alay ediyordu. Asla böbürlenme yanlısı bir adam olmamıştı. Ruhani gücünü açığa çıkarmasını sağlayan şey kibirden yoksun oluşuydu. Asla abileri gibi kibirli Ung Prensi olmamıştı. Her zaman alttan alan ve kendini ispatlamak için çabalamayan bir adamdı. Şımarık ama mütevazi... Kuwala onun bu huyunu öğrenmişti. Yaptıkları ile övünmeden sessizce kendi işine bakardı Daki. Ama bu gün Kuwala onu övmek, şımartmak ve mutlu etmek istiyordu.

''Orada yaptıkların sayesinde çocuklar ve kadınlar hayatta. Eğer sen olmasaydın onlar ölmüş olurdu. Onların gözünde bir kahramansın.'' dedi. Kuwala onu görmek için dirseklerinden yardım alarak doğrulmuştu. Daki ona dikti yorgun ama parlayan yeşil gözlerini.

''Onların gözünde ne olduğum umurumda değil. Senin için ne olduğumu umursuyorum.'' Kuwala bunları duyunca gözlerini yukarı doğru çevirdi.

''Bir sevgili...' Daki onun beline doğru elini atmıştı. Arsızca yaralarını ve dikişlerini umursamadan hızlı hareket etmişti.

''Bu kelimeyi sana öğretmemiş idim.'' dedi. Kuwala gülümsedi.

''Parşömen okuyordum. Orada öğrendim. Çok sevmek ve çok değer vermek. Sevgilisi için yatağa düşen bir şairden söz ediyordu parşömen. Tıpkı senin gibi!'' Kuwala onu tahrik etmeyi başarmış ve Daki doğrulmaya kalktığında Kuwala yataktan fırlamıştı.

''Dişlerini alana kadar heyecanlı şeyler yapmamalısın. Yaraların daha kötü olur dikişler yırtılırsa.'' derken Daki'ye dikmişti gözlerini. Ona karşı gelemezdi Daki. Başını yana doğru çevirdi. Kuwala onun boşluğundan fırsat bulup eğilip kirli sakalları çıkmış yanağa bir öpücük bıraktı. Geri sandalyesine doğru çekilmişti. Daki ise böyle ilk defa annesi dışında birisi onu öptüğü için şaşkınlık içindeydi.

''Bunu da parşömenden mi öğrendin?'' dedi. Kuwala omuz silkti. Yerdeki parşömeni eline aldı.

''Hayır! Sadece öpmek istedim. Ve dudakların yastığa yakındı. Bu yüzden yanağından öptüm.'' Kuwala'nın sesindeki hoş tını ile gülümsemişti Daki.

Onlar için hayat sanki daha güzel gelmeye başlamıştı. Bu tapınakta uzun bir süre kalma fikri Kuwala ve Daki'nin ortak düşüncesi olmaya başlamıştı. Burayı koruma altına alıp kendilerine ev olarak seçebilirlerdi. Bunu konuşmak için bir kaç gün beklemişti Kuwala.

''Burayı korumak ve evimiz yapmak mı?'' Dedi Daki. Sargılarını değiştirme işini kendisi yapmak istemişti. Onu ziyarete artık arkadaş oldukları Denle ve Marinoe ile çocuklar gelmişti. Marinoe'nin kızı ve Denle'nin kızı oldukça yakın arkadaş olmuş ve Daki'yi onlarda görmeye gelmek istemişti. Kuwala oturduğu sandalyede elindeki parşömeni ona doğru çevirerek gülümsedi.

''Burayı Kör Kahin gibi bir kubbe ile koruyabilirim. Bir çok şeye baktım. Antik büyüler ve tarih kayıtları var. Bu büyü bir yeri kötü ruhlara karşı geçilmez kılıyor.'' dedi heyecanla. Daki gülümsemişti.

''Neden olmasın. Burada kalacaksan bende kalırım. Kendini daha da geliştirir ve güçlenirsin. Savaşmayı öğretirim buradaki insanlara. Kendi evimizi yaratırız.'' Kuwala ondan destek alınca sevinçle oturduğu yerden sıçrayıp sargılarını değiştirmek için çabalayan Daki'nin yanına attı kendini. Marinoe ise kaşlarını çatmıştı.

''Kadınlar ve çocukların sayısı fazla. Ve artık sizin burada olduğunuzu biliyorlar. Eğer bir ordu buraya gelirse ne yapacağız?'' Bu gerçeği duymak Daki'yi tedirgin etmişti. O ışık Kuzeyin en uzaklarından bile görülmüştü. Kuwala'nın Rahom mirasını aldığını bütün kahinler görmüş olmalıydı.

''Marinoe doğru söylüyor. Burasını sadece büyü ile koruyamayız. Aynı zamanda erkeklerin sayısı çok az!'' Kuwala sargıyı nazikçe ve yavaşça sarmaya devam ediyordu. Yeni odaları oldukça genişti ve kendi kütüphanesi bile vardı.

''Kristal Sarayın uzağında başka bir yere gidebiliriz.'' Marinoe bunu söyleyen Denle'ye çevirmişti başını.

''Doğru! Son günlerde Yılan armalı Akela orduları Kristal saraya kin güdüyor. Onlara katılıp Akela Surları ardına geçebiliriz.'' Demişti. Daki bunu duyduğunda sinirlenmişti. Düşmanları olan Akela yılanlarına sığınma talep edemezdi.

''O yılan kadınlardan asla yardım alamayız. Onlar sarı yılanlar gibidir. Zararsız ve soğuk dururlar ama zehirliler.'' Denle onun bu çıkışına şaşırdı.

''Efendi Daki, Ung ve Akela soyu bir defe müttefik olmuştu.'' dedi. Daki derin bir nefes aldı. Karnındaki diş izlerine sürülen siyah sıvı yarasını sızlatmıştı.

''Bir süre burada kalmaya devam edelim. Sonrasında hareket etmemiz gerek.'' Kuwala bunu söylerken hepsi suskundu. Bir kaç gündür okumalar yapıyor ve aklında bir şeyler canlanıyordu. Daki'nin bandajlarını bu suskunluk içinde değiştirdi. Ayağa kalktı ve gülümseyip Daki'nin dalgalı dağınık saçlarını eliyle karıştırıp daha fazla dağıttı.

''Arşivde olacağım. Yıkanmak istediğinde beni çağır!'' demişti. O çıktığında Denle boğazını hafif bir öksürükle temizledi.

''Efendi Kuwala'nın planları var gibi. Sürekli okuyor ve büyük haritanın üzerinde gezinip düşündü. '' Marinoe Kaşları çatık ve kararlı duruşunu bozmadı.

''Savaşmaktan kaçmayacak birisi o!'' dedi. Daki ona bakıp kenarda duran içi şarap dolu çanağı eline aldı. Kafasına dikip derin bir nefes aldı.

''Kaçsın istemiyorum. Ama yaralanmasını da istemiyorum.'' dedi. Marinoe kararlılıkla ayağa kalktı.

''Sizinde yeteneğinizi geliştirmeniz gerek. Buradaki rahipler büyüye dair her şeyi biliyorlar. Onlardan yardım alabilirsiniz.'' dedi. Köşede kendi kendilerine Daki'nin kılıcını inceleyen çocuklara seslendi.

''Gidip sizi yıkayalım.'' dedi.

 

Londaga'nın Ruhu Dönmeden önce Ung Ordu Kampı...

 

Muhon Asha içmiş ve fazlası ile sarhoş olmuştu. Kendi yaveri ve Cohin ile çadırında sızmaya yakınken kamptaki artan gürültü ile çadırdan çıktı. Günler önce beliren ışığın kaybolduğunu söylüyordu insanlar. Şimdi ise korku ile herkes yönünü en kuzeye Kara Dağlara doğru dönmüştü. Oradaki ışık göz alacak kadar parlak ve büyüktü şimdi. Muhon Asha gözlerini ovuşturup elini yüzüne sürdü. Bir çok komutan ile generalde dışarı çıkmıştı.

''Cohin orası neresi?'' Muhon Asha bunu sorarken Cohin yönü hesaplamıştı.

''Büyük Darta Tapınağı efendim.'' Muhon Asha bunu duyunca bir kahkaha atmıştı. Kahkahasını duyan herkes ona dönmüştü. Güldükten sonra kusmasını izlediler. Cohin onu sırtlayıp içeri doğru çekiştirmeye çabalamıştı. Muhon ise alkolün etkisi ile bağırmıştı.

''Daki sonunda dediğini yaptı! Görüyorsun değil mi? Londaga'yı uyandıracağım deyip duruyordu. Kuzey'e gönlünü vermiş bir Güneyli delinin teki!'' Çok yüksek sesle bağırıyordu. General onu sert bakışlarla süzüyordu. Muhon ise ayakta durmaya çabalayarak bağırmaya devam ediyordu.

''Savaşı kaybettik dostlarım. Kuzey'in gerçek sahibi geri döndü. Toparlanıp krallığımıza dönmeliyiz.'' Cohin telaş içinde onun ağzını kapatmaya çabalıyordu. General çoktan onlara doğru yürümeye başlamıştı. İçtiğinde ağzının ayarı kalmayan Muhon Asha yine kendini kaybetmişti. Konuşuyor ve dile getirdikleri krallığını suçlayan laflara dönüşüyordu.

''Öldürdüğümüz her masum için Londaga bizden birisini alacak. Şimdi kendi kendimizi korku içinde yeme zamanı. Büyük UngurPan Krallığı korkudan titreyip, dizleri üzerine çökene kadar Londaga tarafından parça parça bölünüp lokma lokma yenecek.'' Yaveri sonunda onun kafasına kılıcının kabzası ile hızla vurduğunda Muhon kendi kusmuğu üstüne yığılmıştı. İki yaver onu çadıra doğru çekerken General kalabalıkta onlara ulaşamadan öylece kalmıştı. İnsanlar ise duydukları ile korkuya kapılmış ve git gide parlaklığı artan ışığa bakarken bir grup asker bağırmaya başlamıştı.

''Hepimiz öleceğiz!'' Londaga'nın ruhunun yüceliği ve gücü bütün krallıklar tarafından bilinirdi. Darta'nın kıymetli oğlu Tesna gibi Güney'in en yüce tanrısından bile daha büyüktü. Hammuaş ve Tesna'nın savaşından sonra Kuzey'i egemenliği altına alamayan Tesna'nın yapamadığını yapıp bu toprakları ehlileştirmişti. Tanrıların en eskileri olan Darta ona sınırsız bir savaş yeteneği vermişti. Korkulan ama saygı duyulan yüce Londaga tekrar dirilecek şekilde derin bir uyuya yatırıldığında artık insanlar kendi krallıklarını kurmaya başlamıştı. Darta gibi dağlara zincirli bir tanrı değildi. Hammuaş gibi kötülüğün tarafında yer alan bir tanrıda değildi. Kurtlar gibi özgürce dolaşan ama gücü kötülüğü emrine sokacak kadar güçlüydü. Böyle bir gücün kandan, etten ve kemikten oluşan birisinde olması korku veriyordu. Londaga'nın yeniden bir bedende dirildiğini duymak... Ung Askerleri gibi büyüden uzak tutulmuş insanlar için korku ve kaosun başlangıcıydı.

''Askerlere yerlerine geçmelerini söyle!'' General sert bir şekilde emir vermiş ve Muhon'un çadırına gitmişti. Işık tekrar sönmeye başladığında General çoktan Muhon'un yanındaydı. Kendi kusmuğu ile kaplı yatakta baygın yatan adama tiksinti ile baktı.

''Efendim içince böyle saçmalar. Affınıza sığınıyorum general!'' o iri cüsseli yaver dizleri üstüen çökmüştü. General ise artık efendisiz kalan Cohin'e dikmişti gözlerini. Daki'nin en yakınında yer alan kişi oydu.

''Kara Kurt Daki, üçüncü Prensimizin aklından neler geçiyor? Bunu sen bilmezsen başkası bilemez.'' sesini yumuşak tutarak kolu hala sargılı Cohin'i masaya davet etmişti. Cohin çekinerek oraya gidip izin verilince oturdu.

''Rahom'u kaçırdığı yetmiyor gibi onun ruhuna Londaga'nın ruhunu katmak için ne tür karanlık büyülerle uğraşarak neslini ve atalarını lanetliyor?'' Cohin başı önde generali dinliyordu. General ise Krala vereceği hesaptan korkuyordu. Cohin derin bir nefes aldı.

''Komutanım kara büyü ile uğraşmadı. O sadece dostu olan Rahom'un öldürülmesinden çekiniyordu. Eminim bununla bir alakası yoktur.'' General sabrı zorlanmasından hoşlanmayan bir adamdı.

''Komutan Muhon Asha'nın dediklerini kendi kulaklarımla işitmeseydim sana inanmayı bende isterdim. Eğer kendi krallığını riske sokan bir hareket yaptıysa bir hain olarak başına ödül konulur ve onu avlayacak ilk kişide kendi abileri olur. Amacım Prens Daki'yi korumak. Onun kadar yetenekli bir savaşçı görmedim ve cesareti sayesinde bir çok mücadelede galip geldik. Saygı değer iki prensimiz onu canından etmeden önce onu girdiği bu yoldan döndürmek istiyorum. Prens Daki senin yakın dostun olduğunu biliyorum. Muhon Asha gibi inatçı bir herif bana yardımcı olmaz. Boş yere çıkıp onu arıyormuş gibi dolanıp etrafta gezindiğini bilmediğimi sanma.'' Cohin ona bakıyordu. General bir baba gibi konuşuyordu.

''Gençsiniz ve hatalar yaparsınız. Hanginizi bu güne kadar yaptığı hatalar yüzünden yargılayıp size asla ceza vermedim. Bir çok defa ufak tefek hatalarınızı es geçtim ama bu ışık ve Daki'nin adının aynı yerde geçmesi büyük sorunlar yaratabilir.'' Cohin onunla sakince konuşan Generale karşı dürüst olmak istiyordu. Sakince nefes aldı. Sarılı ve boynundan sarkan askıya takılı koluna baktı.

''Efendi Kuwala ve efendim arasında sıkı bir dostluk oldu. Efendi Kuwala bizi ağırlayıp onun düşmanı olmamızı umursamadan bize yardım etti. Efendim onu hiç getirmeyecekti. Ama Kara Kurtlar tarafından saldırıya uğradığını gördüğümüzde onun için endişe ettik. Kendini savunamayacak kadar iyi birisi. Ona sadece kendini savunmayı öğretmek istiyor bunun için geçmişini öğrenmesi gerektiğini düşünüyordu. Ve...'' Birden hızla açılan çadırın perdesi ile irkildi. İçeri doğru saçları yukarıya toplanmış çelik zırhındaki zincirlerin şıkırtısı etrafı çınlatan kişi onun sözünü kesti.

''Bunun için Onu Darta'nın sunağına götürdü.'' Cohin korku ile ayağa kalkıp selam vermişti. Iki numaralı prens onlara doğru geliyordu. İki kardeşinden daha vahşiydi. Çelik zırhının parlaklığı, keskin koyu kahverengi gözleri ile babası gibi gözleri yeşil olmayan tek prensti. Sert bir çehresi vardı ve saçları abisi ve kardeşine göre düzdü. Postalları yere o kadar sert basardı ki alay onun geldiğini sert adımlar ve zincir şıngırtısından anlardı. Abisinin yumuşak tavırlarından nefret ederdi. Daki'den ise hiç haz etmezdi.

''Birliği toparlayın ve Darta'ya yürütün. Daki ve Rahom'un cezalandırılması için yakalanmasını emrediyorum. Rahom orada öldürülsün. Cesedi ise muhafaza edilip krallığa gönderilecek.'' Generalde yağa kalkmıştı.

''Prens Aleon!'' General onu adıyla selamlamış ve onun ardından hızla giren birinci prensi görmüştü. İlk defa onuda kızgın görüyordu.

''Prens Helyan Kea!'' Prens Helyan Kea onu görmezden gelip kardeşinin önüne dikilmişti.  

''Yerini bil ve benim emirlerime uy!'' demişti. Kardeşlerin hepsi aynı kampta olduğu için aralarında bir iktidar savaşı vardı hep. Daki kendini bu savaştan uzak tutmak için hep kamp dışı görevlere gitmeyi tercih etmişti. birinci ve ikinci prens arasında çok bir yaş farkı yoktu. İki yıl kadar küçük bir fark vardı. Ama karakterleri tamı tamına zıttı. Prens Helyan Kea oldukça sakin, uysal ve nazikti. Prens Aleon ise kaba, sert ve yüzü asıktı. Bunun temel sebebi olarak küçük kardeşlerinin sorumsuz, vurdum duymaz tavırlarını ortaya koyuyordu.

''Verdiğin emirler o sorumsuz Daki'yi korumaktan bir işe yaramıyor. Adamlarımı alıp onu geri getireceğim. Cezasını çekip gerçek bir prens olmayı öğrensin.'' Abisine çıkışan Aleon kaşlarını çatıp yüzünü ekşitmişti.

''Babamın vereceği emirde bundan farksız olacak. Rahom'u kaçırdığında onun peşine düşmemiz gerekirdi. O aptal başına aldığı derdin farkında bile değil. Büyü ve ona benzer zırvalıklar Rahomlar gibi bizi de lanetleyecek.'' Prens Aleon aslında bütün Ungların korkusunu dile getirmişti. Büyünün onları lanete çekeceğinden çekiniyor ve tanrılara eş olduklarını düşünen herkesin böyle lanetlenip yer yüzünden silineceğini düşünüyordu.

''Babamın emri gelmedi. Eğer birliğin ile bu kamptan çıkarsan sende hain olarak anılacaksın.'' Büyük prens Helyan Kea bunu kardeşine söyleyip Generale döndü.

''General Foo benim emirlerim dışında başka birisinden emir almayacaksınız.'' dedi. Prens Aleon bunu duyduğunda sinirle çadırı terk etmişti. Prens Helyan Kea ise bir sandalyeye oturdu.

''Daki'nin durumunu öğrenmesi için iki gözcü gönderin Darta sunağına ya da her neresi ise oraya gidip neler döndüğünü öğrensinler. Elçi olarak gitsinler ve Rahom'la konuşmak istediklerini söylesinler. Babama gözcüler dönene kadar haber verilmeyecek.'' Demişti. General onun karşısına oturmuştu. Cohin'den içki istedi.

''Prensim, adamlarımızdan oraya giden yolu bilen sadece Prens Daki'nin adamları. Onlar kadar Kuzeyi bilenler yok. Gidende geri gelmez.'' demişti. Prens tek eli ile içki dolduran Cohin'e baktı. Ve yatakta sızmış olan Muhon Asha'ya.

''Senin bir abin vardı değil mi?'' bunu Cohin'e söylerken dolmuş kadehini aldı. Cohin başını salladı. Prens Helyan Kea ona bakıp gözlerini kıstı. Aklından geçenler tehlikeliydi. Sakin yapılı prens kardeşlerine göre fazlası ile stratejik düşünebilen ve tahminler yapıp düşmanını tanımayı seven bir adamdı. Kılıç sallamaktan öte stratejileri ile savaşmayı tercih ederdi. İki kardeşinin de savaşın sadece kılıçla ve güçle olacağını düşünmezdi. Tıpkı annesi gibi savaşın bir zeka işi olduğunu düşünürdü. Babası gibi kaba bir adam değildi. Bu yüzden onunla pek geçinemezdi. Annesinin öğretileri ona daha doğru gelirdi hep. Bunun üzerinden ilerleyerek çok iyi bir diplomasi yöntemi geliştirmişti. Karşı tarafı daima tek başına bırakıp yönetimi altına alırdı. UngurPan topraklarından kopmak isteyen bir çok bölgeyi bu şekilde kontrolü altına alıp babasının gözünde ona eşlik eden parlamento üyelerinden birisi haline gelmişti. Kuzey'e geliş sebebi kardeşlerinin burada büyük sorunlar çıkarıp savaşın kontrolden çıkmasını engellemekti. Daki çoktan bunu başarma yoluna girmişti. Aleon'un aksine Daki abisine saygı duyar ve onun lafını dinlerdi. Ama son aylarda iyice kendini boşlamış bir komutana dönüşüp abisinin kuralları dışına çıkmış ve Kuwala sayesinden zincirlerinden kurtulup özerkliğini ilan etme yoluna girmişti. Helyan Kea bunun fazlası ile farkındaydı. Kardeşinin kampta Rahomlu ile nasıl bir bağı olduğunu çözmeye çabalamış ama gördüğü şey sadece ondan kaçan ve uzaklaşma çabasına giren bir çocuktu.

''Darta sunağına gidecek olan kişilerden birisi Yaver Cohin olacak. Yolu o gösterecek. Oldukça iyi bir haritacı olduğunu duymuştum.'' Bunları söyleyip kalkmıştı Prens Helyan Kea. Zekice bir hareket yapmıştı. Cohin abisine bir şey olmasın diye geri dönecek Daki'nin tek adamıydı. Onun yolu bilmesi ve gidip geri dönecek tek kişi olması sayesinde Prens Helyan Kea planını koruma altına almıştı. Onun çıkışı ile General Foo ayaklanmıştı.

            ''Geri dönmez isen Prens Helyan Kea abini hain ilan edecektir. Bir kaç güne yola çıkarsın hazırlan.'' demişti. Cohin korkuya kapılmıştı. Oraya giderse efendisinin yanında kalmak isterdi. Ama burada bırakacağı abisinin ölmesini istemiyordu. Sabah Muhon Asha'nın ayılmasını bekleyip onunla konuşmak istedi. Muhon Asha dün yaptığı konuşmadan dolayı onu bu hale düşürdüğünü fark etmişti. General ve Prens Helyan Kea ile konuşup kendisi gitmek istedi ama ret almıştı. Aksine bu ufak gruba katılacak kişilerden biriside Prens Aleon olmuştu. Abisini ikna etmeyi başarıp oraya Daki'yi ikna etmek için gitmek istemişti. Prens Helyan Kea için bu büyük sorundu. Ama kardeşine dur dese bile gideceğini biliyordu ve bir kardeşinin de hain olarak anılmasını istemiyordu. Öfkeli ve ateşi sönmeyen bir deli olarak gördüğü kardeşine dur diyemedi. Onu kafileye tek başına katmıştı. Ung Prensi, Yaver Cohin ve Prens Helyan Kea'nın en sadık iki savaşçısı ile iki gün sonra kafile harekete geçmişti. Fırtına ve tipinin olmayacağını söylemişti Kahinler onlara. bir hafta kadar süreleri vardı. Oraya ulaşmaları kısa sürsün diye Cohin oldukça iyi bir yol belirlemişti. Kara dağların arkasına sahilden geçip oradan atları yürütebilecekleri patikalar olduğunu biliyordu. Köylülerin bu patikaları sıkça kullandığı bilgisini bir kaç sene içinde öğrenmişti. Daki'nin en sağlam adamı olma sebebi ise oldukça iyi bilgi toplayan ve bunları savaş stratejisine yoran kişiydi. Cohin abisine bir şey söylememiş ve keşif gezisi olduğunu herkese söylendiği gibi söylenmişti. Muhon Asha ile kısa bir görüşme yapmışlardı.

''Abin bana emanet. bir şeyler ters giderse onu buradan sağ çıkaracağım.'' Muhon Asha ona bunu garanti edince sarılıp vedalaşmışlardı. Senelerdir aynı kampta aynı masada içmişlerdi ve şimdi iki iyi dost olarak vedalaşmışlardı.

 

Londaga'nın ruhu döndükten sonra Bakren Hanesi Kristal Saray...

General Byega'da herkes gibi ışığa bakıyordu. Bu ışığın parlaklığı bir çok gölgenin avluyu boşaltmasına sebep olmuştu. Byega öylece ışığa bakarken gönderilen adamların yenildiğini anlamıştı. Oradan kimse sağ dönmeyecekti. Yapılacak tek şey Londaga'nın ruhunu taşıyan Rahomlu'nun buraya gidip hanedanlığa zarar vermemesi için güvenliği arttırmaktı.

''Şehrin kapılarını kapatın!'' emri vermişti ve içeri doğru girip lordunun yanına yürüdü. Onu bulduğunda Lordu kristal sarayın kabul odasının işlemeli camından Kara Dağlardaki ışığa bakıyordu.

''Oraya senin gibi güçlü bir adam göndermem gerekirdi.'' General Byega selam verip ayağa kalkmıştı. Lordu ise geri ona doğru döndü. Başında taşıdığı kristal tacı ve altın zırhı ile ışıldayan genç lorduna baktı.

''Sadık köpeğim de ölmüş müdür?'' yorgunca konuşmuştu. Bu savaş herkesi yoruyor ve kimse neden savaştığını hatırlayamaz konuma geliyordu. Bakren hanesi elde ettiği, Gümüşler ve altınlar sayesinde yenilmez olmuştu. Ama bu yenilmezlik onları sürekli tedirgin ve paranoyaklık içine sürüklüyordu.

''Ona bir şey olacağını sanmıyorum. Tanrılar o deliye birden fazla can vermiş.'' General Byega bunu söyleyince gülmüştü lordu. General konuşmaya devam etti.

''Şehrin kapılarını kapattırdım efendim. UngurPan ordusu ile savaşan cephelere de haber göndereceğim. Eğer UngurPan onun gibi bir güce sahipse artık daha ciddi savaşmamız gerekecek. Komutanları olan Kara Kurt Daki ile gezen bu Rahomlu başımıza büyük bela açabilir.'' demişti. Lort derin bir nefes alıp tahtına oturdu.

''Büyüyü reddetmiş olan Ungların böyle bir gücü görüp yeminlerinden dönmesine şaşırmadım. Akela yılanları ile işbirliklerini bozduğumuz gibi bunu da bozarız. Beni endişelendiren şey Rahom'un varlığının artık herkes tarafından bilinip bir iç kargaşaya öncülük etmesi.'' dedi. Kristal sarayın bulunduğu Patvira şehrinde son günlerde isyancıların çıkardığı ufak tefek kargaşalar halk için korku verici olmaya başlamıştı. Bakren Hanedanlığını dışarıdan sarsmak mümkün olmayınca Akela Yılanları içeri sızıp şehirde ayaklanmalar çıkarmaya çabalıyordu. Şehir isyancılarını maddi olarak destekleyen Akela kraliçesinin önünü kesmek için son günlerde fazlası ile evlere baskın yapılmış ve bir çok kişi tutuklanmıştı. Ama yetersizdi. Akela kraliçesi kindar bir kadındı ve Unglar ile olan anlaşması bozulduğu için öfke kusuyordu. Kocasını kaybettikten sonra savaşa dahil olmuş ve müttefik olmaktansa kuzeyden bir parça da o istemişti. Bataklık ve Kara Dağlar arasında ki krallığını büyütmek istiyordu. Bakren'in hala dostları vardı ama birisi Kuzey Denizi denilen dalgaları hırçın denizin ardında kalan Altın krallığı olarak bilinen Seronrakaul krallığı, diğeri ise Akela'nın ardında kalan Ave'nin Diyarı olarak bilinen Mavi Ormanlar diye geçen ve Akela zulmünden kaçmak için Bakren'le anlaşan ufak bir hanedanlıktı. Tarafsızlığını koruyanlar genelde Kuzey Deniz'i ardında kalanlardı. Bakren Lordu son günlerde Kurt binicilerini kontrol edemediği için onların yerine kendi savaşçılarını geçirmeye çabalıyor ama bunda başarılı olamıyordu. İşler karışıyor ve kontrolün elinden kaydığının farkındaydı. Yanında olan Generallerden sadece babasına hizmet etmiş Byega'ya güvenmeye başlamıştı.

''Bu hanedanlığı Kuzey'in efendisi yapmak için babamla çok uğraştık ve şimdi elimden kaymasını istemiyorum. Senin gibi çok adam fedakarlıklar yaparak bu işe girdi. Senin gibi sadık bir adamı generalden daha öte bana danışmanlık yaparken görmek istiyorum. Senden çekinen köpeğim ile beni bu kargaşadan çıkarmanı istiyorum. Seronlara mektup gönder ve Ordularına karşılık onlara neler verebileceğimi yazmama için bir araştırma yap. Daha fazla Kurtlara güvenemeyiz. Onların Rahom karşısında şansı yok. Kurtların Londaga'ya hizmet edeceği gerçeğini herkes bilir.'' Lort dediklerinde haksız değildi. Kurtlar ve Kuzey'e ait olan her şey Londaga'ya hizmet ederdi. Onun gücü karşısında direnemezdi.

''Emredersiniz.'' General bunu söylediğinde Lordu ona çevirdi başını.

''Seronların burnu havada kralını ikna etmek için sen gideceksin. En hızlı gemiler  ile Kuzey Denizine açılacaksınız. Onlara en iyi adamımı göndererek dostluğumuzun nişanını taşıdığımızı göstermeliyiz.'' dedi. Babasına göre genç lordu oldukça politik bir adamdı. Sadece kılıcın gücüne inanmazdı. İnsan sayısının gücünü bilirdi ve bir çok savunma hattında sayı ile zafer elde etmişti.

''Elbette Lordum. '' demişti. General Byega son günlerde lordun pek iyi uyuyamadığını ve sarayın gölgeleri ile kuşatıldığını görüyordu. Karanlık ile anlaşma yapan bir adamdı. Babası öldükten sonra hanedanlığı eline alıp Kuzey'i ele geçirmişti. Bu süreçte büyük bir mücadele vermişti. Ona itaat etmeyen Bakren kanı taşıyan ufak hanedanlık ve tarikatları dize getirirken savaşın ortasında kalmıştı. Yorgun bir hükümdardı. General Byega onu korumak istemesinin en büyük sebebi zamanında beraber eğitim almış olduğu bir arkadaşı olmasıydı. O henüz on altı yaşlarındayken Byega ondan on yıl daha büyüktü. Genç Bakren soylusunun yeteneklerine hayran kalmıştı. Ve ileride onun yüce bir kral olacağını kahinler söylemişti. Ona hizmet etmekten onur duymuştu Byega. Eski Bakren lordundan daha soğuk ve acımasızdı. Bu sayede Bakren geleneklerini korumuştu. Yüzyıllar sonra herkes Bakren soyunun ne kadar güçlü olduğunu görmüş ve Rahom gölgesinden sıyrılmış bu soyun nasıl güçleri ile Kuzey'i yönettiğini izlemişti. Savaşa rağmen madenleri çalıştırabilen ve ticaret yapabildiklerini gören Seronlar onlarla ticaret için ittifak kurmuştu.

''Rahomun tekrar bizi yönetimi altına almasına izin vermeyeceğim.'' demişti Byega. Soyunun onursuzca Rahomlar tarafından bir kılıç olarak kullanılmasından hep rahatsız olmuştu. Çıldırmış kralın ardında durup onu kollarken işlediği günahları bu şekilde sileceğine inanıyordu. Patvira şehrinin eskiden önünde Rahom kelimesi yer alırdı. Patvira antik dilde yeniden doğumu temsil eden bir kelime idi. Rahom'un yeniden doğuşu anlamına gelen şehrin adını sadece Patvira olarak kullanma kararı almışlar ve Bakren'in yeniden doğuşu anlamı taşıması için Patvira'yı Bakren adı ile anılır hale getirmeye çabalıyorlardı. On yedi sene kısa bir zamandı ama artık Patvira'nın önünde Rahom adı yoktu. Bakren'in izini Kuzey'e kazımak istiyordu. Her Bakren soyundan gelen gibi bunu istemek onun doğasıydı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sekiz:   Onların Girmesine İzin Verme

 

            Uyanan ruhla beraber bir çok hanedanlık tedirgin olmuştu. Madenleri ve topraklarını istedikleri Kuzeyin gerçek sahibi dönmüştü. Haber kontrol edemeyecek kadar hızlı yayılmış ve köylerde bile artık Londaga'nın geri döndüğü fısıldanır olmuştu. Bunlardan habersiz olan Kuwala ise kendini Arşive adamıştı adeta. Daki ise yaralarının iyileşmesini bekliyordu. Bu sayede özlemini çektiği Kuwala'yı esir alabilecek kadar güçlenecekti. Onlara doğru yürüyen Ung habercileri ve tehlikeden habersizdi tapınaktaki köylüler. Ancak tek sorunları ona doğru gelen tehlike ve Ung elçileri değildi. Kör Kahin'in en yakınında yer alan ve yeni baş kahin olan Sohow sabah acele ile arşive gelmişti. Daki ve Kuwala orada kalmışlardı gece. Yorgun, yarı çıplak birbirlerine sokulmuş yatıyorlardı serdikleri şilte üstünde.

''Efendi Kuwala, Efendi Daki büyük bir sorun var!'' diye içeri dalmıştı. Yattıkları yerden ilk fırlayan Daki olmuştu. Eli yerdeki kılıcına gitmişti. Kahin Sohow onları öyle görünce utançla arkasını dönmüştü.

''Ambarda görmeniz gerek şeyler var.'' demişti. Kuwala saçlarını geriye doğru toplayarak yattığı yerden doğrulmuştu.

''Birazdan geliyoruz.'' demiş ve hızla giyinip onları kapının ardında bekleyen Kahin Sohow ile ambara doğru yürümüştü. Ambara yakın mutfak ve el değirmenlerinin odluğu yer vardı. Kahinler ve Rahipler bu değirmende arpadan un yapıyordu. Bu un sayesinde sert somon ekmeği ve çorba yapılabiliyordu. Kadınlarda mutfaktan çıkmış ambarın önünde duruyordu. Ellerinde yemeklik malzemeleri taşıdıkları hasır sepetler vardı. Kahin onlara çekilmelerini söyleyip arkasında Daki ve Kuwala ile ambara girdi. Yakılmış gaz lambaları içeriyi aydınlatıyordu. Soğuk ambar Tapınağın en arkasındaki bölümde yer alıyordu. Kendi içinde ufak bir köy gibi düzene sahip tapınak için burası önemli bir noktaydı. Rahipler burada tahıl ve yiyecek depolamışlardı. Kör Kahin olacakları tahmin edip her zamankinden fazla yiyecek depo ettirmişti. Ama onunda göremediği aksilikler gün yüzüne çıkıyordu.

Daki esneyerek kahini takip ediyordu.

''Seni bu kadar korkuya düşüren şey nedir?'' Kahin Sohow arpa depolanmış yerin önünde durdu. Bir kaç çuval kesilip yere dökülmüş ve iç karartıcı gerçekle karşılaşmıştı. Küflenmiş arpalar yerlere saçılmıştı. Öndeki çuvallara kadar sıçramıştı küf. Daki şaşkınlık ile oraya doğru adımlarını hızlandırdı.

''Kaç çuval? Kaç çuval küflenmiş?'' derken dikilen bir kahinin elindeki lambayı kapmıştı. Eğilip çuvalları saran yeşilimsi küfe bakıyordu. Arpalar kararmıştı.

''Önlere kadar sıçramış. Arkada çatının bir kısmı çatlamış. İçeri su sızmış. Eriyen kar suyu olabilir. Küflenme yapmış çuvallar. Tahminen bin çuvalda küf kaptı.'' Kuwala bunu duyunca kalmıştı öylece. Bin çuval arpa buradakileri uzun süre idare edebilirdi. Şimdi ise... Ellerindeki bütün arpa bozulmuştu.

''Bu durumda onları çıkarıp yakacağız. Diğerlerine sıçrasın istemiyoruz. Yüz çuval buğday unu var. Onlarında yarısı ıslanıp hamur olmuş ve küflenmiş.'' dedi kahin Sohow. Ambardaki raflarda kuru sebze ve kurutulmuş et vardı ama bir kaç gün içinde hemen tükenebilecek şeylerdi.

''Onları çıkarmalarını söyleyin. Temiz ve küf bulaşmamış bir tane arpayı bile atmayın. Her çuvalı dökün ve temiz bulunanı ayıklayın.'' Daki bunu söylerken yığılı çuvallara bakıyordu. Yeşil küf bir çoğunun üstünü sarmıştı. Hiç bir şey çıkmazdı bunlardan. Bunu biliyordu ama umudunu yitirmedi.

''Küfe dikkat edin ellerinizi ve ağzınızı sarın. Ambardan çıkarın. Çatlağı kapatalım.'' dedi. Çuvallar dışarı taşınmaya başlarken sabah kahvaltısı için bir çok kişiye dünden kalan ekmek ve çorba verilecekti. Her zamankinden daha az olacağı kesinde. Çuvallar çıkarılınca Seranın orada herkesi toplamış ve konuşma yapılacaktı. Daki ve Kahin Sohow bu görevi üstlenmişti. İnsanlar neler olduğunu merak ediyordu. Dışarı çıkarılan çuvalları görmüş ve az az verilen yemeğin sebebini merak ediyorlardı. Kıtlık konusunda oldukça tecrübeler edinmiş insanlar yemeklerinin tükendiğinin farkındaydı. Ama umut dolu halde toplanmışlardı. Daki onlarla konuşacak ilk kişiydi kötü haber verme konusunda oldukça yetenekli olduğunu düşünüyordu. Ölülerin haberini de hep o verirdi.

''Öncelikle bir şeylerin farkında olduğunuzu biliyorum. Ambardaki çatlak yüzünden ambardaki arpanın tamamını kaybettik. İki çuvaldan fazla arpamız yok. Buğday unumuz da oldukça sınırlı durumda. Ve etimiz bizi sadece bir hafta kadar idare edebilir.'' dedi. Derin bir sessizlik vardı. Yemek yoksa yaşamda yoktu. Tapınak eski koruma kalkanına sahip olmadığı için soğuk ve ısınmada problem olmaya başlayacaktı. Sonrasında ise hastalıklar başlayacaktı ve ölümler onu takip edecekti.

''Bir çözümünüz var mı Efendi Daki?'' soruyu soran kişi bir kolu kurtlar tarafından koparılmış erişkin bir erkekti. Daki kafasında bir şeyler düşünmüştü.

''Tapınağın açıldığı geçitlerin sonunda köyler...'' Adam bağırdı.

''Köyler yakıldı, orada yaşayan kimse kalmadığı gibi yiyecek bir şeyde yok.'' Daki lafını kesen adamın haklılığını bildiği için yumuşak bir sesle devam edecek iken Marinoe atıldı.

''Köylerden alamıyorsak Bakrenlerden alırız!'' birden derin bir sessizlik oluşmuştu. Bakren savaşçılarına saldırmak intihar etmek gibiydi. Onlarla mücadele edilemezdi. Marinoe kaşlarını çatmıştı yine. Soğuktan yanmış yanakları kırmızıydı. Dudakları kuruydu. Kara gözleri keskin bakıyordu.

''Beyaz Kurt Köyünün yakınında bir Bakren Kışlası vardı. Her köyün yakınında olması gerekiyor. Biz Beyaz Kurt Köyüne dönemeyiz. Yolu kar kapattı. Ama en yakın köyün orada kışlayı basıp yiyecek alabiliriz. bir gece baskını yaparız. Hızla yüklenir çıkarız. Açlıkla sınanmak yerine kılıçla ölmeyi tercih ederim ben!'' Daki gülümsemişti. Kadının savaşçı ruhu ve cesaretine hayrandı. Onun bu çıkışlarının UngurPan topraklarında bir soylu kadın yapsaydı en yüksek mevkide general olabilirdi.

''Savaşacak kim var da konuşuyorsun sen Marinoe!''Kolu kopuk adamda öne doğru yürüyüp ona çıkışmıştı. Aynı köyden geliyorlardı. Beyaz Kurt köyü diğer köylerden daha prestijli bir köydü. Orası Rahomların yüz yıllar önce sürekli ziyaret ettiği be Krallığın kurulmaya başladığı ilk yerdi.

''Ben varım ve bir çok kadın var. Senin iki kolunla yapamadığını onlar tek eliyle yapabilecek kadar güçlüler!'' Marinoe'nin baskın sesi yankılanıyordu etrafta.

''Günlerdir değirmen taşı çevirmiş o kadar güçlü kadınlar var ki... Yaralarına rağmen, senin çamaşırını yıkayıp, yemeğini veren ve senin nazını çeken karının gücünü hiç mi görmüyorsun. Sana sapasağlam iki evlat doğurmuş!'' Sesi yükseldikçe kadınlar ona destek veriyordu. Daki gülümseyerek bakıyordu onlara. Savaşçılık ruhunu onlara Marinoe öyle stratejik aşılıyordu ki, hepsinin göğsü kabarıp, kanı hızlı akıyordu.

''Onlar anne ve çocukları açlıkla hastalıkla ölmesin diye vahşi birer savaşçı olabilir. Biz Kuzeyin güçlü kadınlarıyız. Saçından tel düştü diye ağlayan yumuşak güney fahişeleri ile karıştırma bizi. Sen pek alışıksın onların nazına.'' Adam morarıyordu adeta. Son zamanlarda güneyden gelen fahişeleri Daki'de biliyordu. Kamplar dışında para kazanmak için seyyar genel evler kuran pezevenkler vardı.

''Prens Daki biz savaşmaya hazırız. Küflenmiş arpalar için yas tutacak değiliz. Elime kılıcımı ver kızım için çocuklar için sırtıma taşıyabileceğim kadar arpayı yükleyip döneyim.'' dedi. Daki ona gülümseyerek bakıyordu.

''Yapabileceklerini biliyorum Marinoe. Endişeniz olmasın. Bir plan hazırlayacağız. Gücünü yeterli bulduklarını seç Marinoe. Riskli seçimler yapma. Sana güveniyorum. Gönüllü olacaklar öne doğru çıksın.'' demişti. Kadınların hepsi öne doğru çıkmış ve onların çıkışı ile utanan erkeklerde bir kaç adımı çekinerek öne doğru atmıştı.

''Bu zorluğun üstesinden geleceğiz, tanrılar ve Londaga'nın ruhunun sahibi Rahom bizimle.'' Kahin onları dahada rahatlatacak bu sözleri söylemişti. Daki geri dönerken tedirgindi. Kurtlar ve güçlü savaşçıların olduğu kampa saldırmak mı? Bu delice fikirden o da çekinmişti. Ama imkansız değildi. Yapabilirlerdi. Denle onu koridorda yakalamıştı. Beraber yürümeye başladılar.

''Efendi Daki, Marinoe'nin bu çılgın fikrini desteklemiş olmanız beni endişelendiriyor.'' dedi. Daki derin bir nefes aldı.

''İnsanların aç kalmayı düşünmesini engellemek için yaptım. O kadınların hepsini paramparça yaparlar. Marinoe güçlü ve cesur bir kadın ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemem. Kuzey Kadınlarının cesareti olsa da güçsüz oldukları sürece boşa harcanmış canlar olacaklar. Marinoe'ye haber vermeden güçlü ve yaralı olmayan savaşabilecek erkekleri topla. Çocukların annelerine ihtiyaçları var.'' dedi. Arşive dönmüştü. Kuwala orada değildi. Avluya çıktı orada da yoktu. Tapınakta gezinerek onu ararken kapıda nöbet tutanların yanından geçerken durduruldu.

''Efendi Daki, Rahom dışarı çıktı.'' demişti nöbetçi olarak dikilen köylü. Daki kaşlarını çattı.

''Nereye gitti?'' dedi. Nöbetçi omuz silkti.

''Bilmiyoruz Efendi Daki. Bir şeye bakması gerektiğini söyleyip çıktı. Durdurmak...'' Daki onun lafını kesip kapı açmalarını istedi. Onun izi kaybolmadan peşine düşmeliydi. Alıp başını nereye gitmiş olabilir diye düşünürken izini bulmuştu. Ayak izleri geldikleri patikadaydı. Onu gördü. Çok uzaktaydı ama koşarak yetişebileceğine inanıyordu. Koşmaya başladı ama Kuwala patikadan çıkıp yamaca tırmanmaya başlamıştı. Daki ona yetişmek için hızlanmak istedi. Ama Kuwala ondan çok ilerideydi. Yamaca ise bir keçi gibi rahatça tırmanıyordu.

''Kuwala!' diye bağırdığında onu durdurmuştu. Daki hızlanıp onun yanına doğru tırmandı. Kuwala ise onu beklerken oturmuştu. Yukarı doğru tırmanan adamı izliyordu.

''Nereye gidiyordun?'' Daki onun durduğu yere varmak üzereydi ve konuşuyordu.

''Misafirlerimiz var. Onlara bakacağım.'' Dedi Kuwala. Son bir adımı kalan adama elini uzattı. Daki'yi yukarı doğru çekti. Sessizce tırmanıp yukarı vardıklarında başka bir patika gözüküyordu. Kuwala gülümsedi. Yüklendikleri arabaları çeken öküzleri ile gelenleri gösterdi.

''Onları hissettim. Kara basarken çıkardıkları sesleri duyuyordum.'' Daki irkilmiş halde ona baktı.

''Böyle şeyleri bana söyleme. Korkutucu geliyorsun.'' dedi. Yüz kadar köylü ve elli kadar öküz arabası onlara doğru geliyordu. Yüklü arabalara Daki bakıp meraklandı.

''Tapınağa mı geliyorlar?'' Kuwala usulca başını salladı.

''Yiyecekleri var. Onları alırız ve bir süre daha idare edebiliriz. Sonrasında dediğiniz gibi güçlenip Bakren kamplarını yağmalarız.'' Daki onun omzuna elini koyup başını eğdi.

''Yağmalamak kelimesi korkunçtur.'' Kuwala gülümsedi.

''Sen kullanıyorsun ve bence doğru kelime bu. Hem öldüreceğiz, hem yiyecek ve eşyalarını alacağız.'' Daki öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu.

''Bir gün sonra tapınakta olurlar. Patika uzun. Bu sarp kayalıkları aşamayacakları için bir günümüz var. İnsanlara soralım ve beraber karar verilim.'' demişti Kuwala. Daki onun zamanla kendini nasıl geliştirdiğini görüyordu. Okuyor, dinliyor ve izliyordu. Öğrendikçe kendi düşüncelerini yaratıyordu. Kendi düşünceleri oluştukça özgürleşiyordu.

''Elbette. Geri dönelim ve bunu hemen konuşalım. İnsanlar kabul edecektir. '' dedi. Geri aşağı doğru inmeye başladılar. Kuwala aşağı vardığında nefesini toplamak için karların üstüne doğru kendini attı. Üşümüyordu, karın soğukluğunu hissetmiyordu o günden sonra. Soğuk onun için normal geliyordu. Arşivde ocak bile yakmıyordu. Pencereleri havalansın diye açtığında fark etmişti bunu. Soğuk ona bir anlam ifade etmiyordu. Isınma gereksinimi hissetmiyordu. Dün gece Daki'nin vücudunun sıcaklığı onu rahatsız edip daraltmıştı adeta.

''Hastalanacaksın.'' Daki bunu söylerken ona doğru elini uzatmıştı. Kuwala ona üşümediğini ve sıcağın iyi gelmediğini söylememişti. Daki'nin bedenin sıcaklığını kaybetmekten çekindiği için sessizdi.

''Sorun değil. Karın yumuşaklığı hoşuma gitti. Hasta olursam bana bakarsın!'' demişti. Daki onun yanına oturdu. Bir süre öyle sessizce uzakta yükselen tapınağa baktı.

''Aklından ne geçiyor bazen çok merak ediyorum. Öyle bir yere gözünü dikip bakıyorsun ve derin derin nefes alıyorsun.'' Kuwala doğrulurken konuşmuştu. Daki ise tapınağı izlemeye devam ediyordu.

''İnsanlar umut bağladıkça sorumluluğumuz artıyor. Tek istediğim hayatta kalacak kadar güçlü olman ve hissetmen idi. Ama şimdi bizden bir şeyler bekliyorlar. Yeni zincirler takıyorlar gibi hissediyorum.'' dedi Daki. Kuwala onun baktığı tapınağa bakıyordu sessiz bir şekilde.

''Orada onlara lider olacak Denle ve oldukça cesur bir savaşçı olan Marinoe var. Zamanı geldiğinde onları kendi halinde bırakıp gidebiliriz.'' Daki hafifçe tebessüm etti. Ne kadar sıradan ve masum düşünceydi. Kuwala'dan böyle sözler duymayalı günler olmuştu.

''Neye gülüyorsun?'' Kuwala ona doğru çevirmişti yüzünü. Daki avucunda topladığı karı havaya doğru fırlattı.

''Nereye gidersek gidelim insanlar bizden bir şey bekleyecekmiş gibi hissediyorum. Komik geldi bir an için.'' Kuwala düşen kar tanelerini izlemeye başlamıştı. Daki ikinci defa elindeki karı havaya doğru savurdu. O da izliyordu bu yarattığı kar gösterisini.

''Niye böyle düşünüyorsun ki? Kimseye kim olduğumuzu söylemeyiz.'' Daki üçüncü defa elindeki karı yukarı doğru savurdu.

''O kadar kolay olacağını sanmıyorum. Peşimizden gelecekler. Bakren Hanedanlığı, UngurPan askerleri ve daha bir çoğu... Seni, beni arayıp duracaklar. Kaçtığımız hayatlara bizi çekecekler.'' Kar taneleri düşmeyi bıraktığında bu sefer Kuwala elini yukarı doğru çevirmişti. Birden kar taneleri belirip düşmeye başlamıştı. Yavaş yavaş üstlerine yağıyordu. Kar tanelerini izlemekten hoşlandığını fark etmişti Daki'nin. Sihrini kullanıp kar yağdırıyordu üstlerine. Daki hayranlık ile düşen kar tanelerine bakmaya başladı.

''Onları yok edersem bizi rahat bırakırlar mı?'' Daki başını yavaşça salladı. Kuwala başka bir şey düşündü. Hayatta değer verdiği babasını kaybetmişti. Şimdi ikinci defa güvenip, sevdiği birisini kaybetmek istemiyordu.

''Onları nasıl durdurabilirim?'' Daki omuzlarını yukarı doğru kaldırdı. Deriden yapılma parmakları kesik eldivene kar taneleri birikmeye başlamıştı.

''Bir yolu vardır. Onlara bizi rahat bırakmalarını söylesek ve ne istiyorlarsa almalarını söylesek ikna olurlar mı?'' Daki birden kahkaha atmıştı. Kuwala'nın bu masum düşüncesini söylerken kralların yüzünü düşününce kahkahası artmıştı.

''Ne diye gülüyorsun?'' Kuwala kaşlarını çatıp ona doğru eline aldığı karı fırlatmıştı. Daki ise gülmeye devam ediyordu. Kuwala onun üzerine atılıp yüzüne elindeki karı sürüp onunla bir süre karda debelendi. Yorulunca yan yana uzandılar. Kuwala'nın yağdırdığı kar durmuştu. Bomboş ve gri gökyüzünde uzun uzun baktılar. Daki yanına uzanmış olan Kuwala'nın elini sıkıca tuttu.

''Çözümü bulacağım.'' Kuwala onun parmaklarını kendi parmakları ile kenetledi.

''Beraber bulacağız. Tek başına yapmanı istemiyorum. Bu işte beraberiz. Ve hep beraber olacağımızı söyledin. Tek başına çabalamanı istemiyorum.'' Daki gülümsemişti. Kuwala ise birden irkilmişti. Duyduğu ayak sesleri ile birden doğrulmuştu. Büyük patikaya kadar yuvarlanıp karda oynamışlardı. Şimdi patikanın yanındaki kar birikintisi üstündeydiler. Kuwala patikaya giren ayak sesleri ile aniden kalkıp gelenlere dikmişti gözlerini. Dört kişi yaklaşıyordu. Daki onun baktığı yöne doğru bakmak için doğruldu. Gelenlerin yüzleri sarılı ve kapalıydı. Atlarının eğerinden tutmuş yürüyorlardı.

''Kim bunlar?'' Daki kılıcını çekip doğrulmuştu. Kuwala ise elinin birisini arkasına alıp yumruk yapmıştı. Soğuk esen hayalet rüzgar dağılmış saçlarını savuruyordu. Patikaya doğru indiler. Gelenler ile karşı karşıyaydılar. Aralarında on metre vardı. Daki kılıcını onlara doğrultmuştu. Kürkleri ve cübbeleri altında kim olduklarını anlamak zordu.

''Daha fazla yaklaşmadan yüzünüzü açın!'' demişti. Daki'nin sesi yankılanıyordu boş patika ve dağlarda. Karşılarında elinde bir harita ile duran adam deri haritayı kıvırıp yanındaki atın heybesine doğru sokuşturdu. Cübbesini indirdi.

''Efendim!'' dediğinde Daki kılıcını geri kınına sokmuştu. Kuwala ise yumruğunu gevşetmişti. Onlara dikmişti gözlerini. Hayalet rüzgar hala arkasında esiyordu. Onlara doğru koşar adım gelen kişi Cohin'di. Daki şaşkınlık içinde kalmıştı. Onu burada görmeyi beklemiyordu. Günlerdir yolda olduğu kirli sakalından belliydi.

''Efendim.'' demiş ve Cohin onu selamlamıştı. Ardından birbirlerini kucaklamışlardı. Arkadan gelenlerde cübbelerinin başlıklarını indirmişti. Daki birden gelen kardeşi Aleon'u görünce gerilmişti. Kuwala onun gerginliğini fark etmiş ve yumruğunu dahada sıkınca hayalet rüzgarın esintisi atları ürkütmüştü. Hayvanlar kontrolsüzce kişneyip şahlanıyordu.

Kuwala Cohin'i görmezden gelir gibi geçmişti. Kahverengi gözleri olan Prens Aleon'a doğru bir kaç adım attı. Onu takip eden rüzgar içlerini ürpertiyordu. İki asker kılıçlarını çekmişti. Prens ise kılıcına yeltenmeden duruyordu.

''Savaş için gelmedim!'' sözleri sakin çıkıyordu. Yolculuk boyunca sakindi ve şimdide sakin bir şekilde konuşuyordu.

''Daki'yi huzursuz ediyorsun.'' Kuwala bunu söylerken rüzgarın ürpertisi devam ediyordu.

''Onun beni huzursuz ettiği kadar etmiyorum. Kardeşler arasında böyle ilişkiler olur Rahom!'' demişti. Kuwala birden yumruğunu açtı. Rüzgar aniden kesilmişti. Daki'ye doğru başını çevirip ona baktı. Ardından geri Prens Aleon'a döndü yüzü.

''Yüzün ona hiç benzemiyor.'' Aleon gülmüştü. İlerlemeye devam etti.

''Daki ile hiç bir konuda benzemeyiz. Onunla sürekli aramızda bir çekişmeye sebep olur bu.'' Kuwala'nın önünde durup ona baktı. Bir süre Rahom Kuwala'yı süzdü ve ardından başını eğip kardeşine baktı.

''Misafirlerinizi böyle mi ağırlıyorsunuz?'' demişti. Daki iç çekip önüne düşen saçını nefesi ile geriye doğru savurdu.

''Tapınağa girmeniz doğru olmaz.'' demişti. Prens birden kılıcına yeltenince içini titreten rüzgarı hissetti. Prens Aleon sakince elini kılıcından çekti.

''Sakin ol Rahom. Kılıçlarımızı teslim edeceğiz.'' dedi. Kuwala onu baştan aşağı süzmüştü.

''Gerek yok! Sizi ağırlayacağım, benim topraklarımda misafirlerim olarak bulunuyorsunuz!'' demişti Kuwala. Arkasını ona doğru döndü. Daki bile ona şaşkınlıkla bakıyordu.

''Topraklarımda ki kalan sürenizde huzuruma çıkmanız beni şereflendirdi.'' deyip yürümeye devam etmişti. Prens Aleon ne diyeceğini bilmeden öylece kalmıştı. Cohin ise gülümseyip yanından geçen Rahom'u selamlamıştı. Daki'nin yanında durdu Kuwala.

''Kardeşin sana benziyor.'' diye fısıldamıştı. Daki şaşkınlıkla ona bakıp yürümeye başladı.

''Neresi benziyor?'' diye sorarken Kuwala'ya sokulmuştu. Kuwala güldü.

''İkinizde korkunca deli gibi bakıyorsunuz.'' Daki ona bakıp kalmıştı. Alay ettiğini düşünüp kaşlarını çattı.

''Sana güldüğüm için bana böyle alaycı şeyler söylüyorsan...'' Kuwala onun kolunu tutup onu kendine doğru çekti. Kulağına doğru fısıltı ile konuştu.

''Evet!'' demişti ve Daki'nin önüne doğru geçip yürümeye başlamıştı. Ama içini huzursuz eden bir şey vardı ve onu inanılmaz derecede rahatsız ediyordu. Kapıya vardıklarında muhafız olan iki köylü bağırdı.

''Efendi Daki ve Efendi Kuwala döndü.'' Onları kapıda karşılayan Marinoe ve Denle olmuştu. Kahin Sohow ise onların ardında duruyordu.

''Misafirlerimize oda ve sıcak su verin.'' demişti Daki. Giren dört adam ise etrafa bakınıyordu. Cohin Daki'ye doğru sokuldu.

''Efendim sizinle konuşabilir miyim?'' diye fısıldamıştı. Daki hiç istifini bozmadı.

''Beni takip et!'' demişti. Onları izlemişti Cohin. Prens Aleon ve adamlardan ayrı olarak yürüyorlardı. Marinoe ise Daki'nin yanındaydı.

''Efendi Daki, Gönüllüler arasından en güçlü olanları seçtim. Ama silahımız...'' Kuwala bunu duyunca Marinoe'ye doğru dönmüş ve geri geri yürümeye başlamıştı.

''Endişe etme. Kimsenin Bakren kampına inmesine gerek kalmadı. Yarın kapımızda elli kadar öküz arabası olacak.'' Denle şaşkınlıkla kalmıştı. Marinoe ise Kuwala'ya doğru hızla bir kaç adım attı.

''Nasıl?''

''Buraya gelen köylüler var. Arabaları tahıl ve yiyecek dolu. Onlar sayesinde bir süre burada rahat edebileceksiniz.'' Marinoe istemsizce gülümsemişti.

''Tanrılar bizi koruyorlar Efendim. Bu haber herkesi çok sevindirecek.'' Kuwala ona gülümsedi.

''Gidip onara söylemelisiniz. Herkes kabule derse kapılarımızı onlara açacağız.'' birden yüzündeki gülümseme silindi. Kalbine saplanan acıyla eli göğsüne gitti. Adımları duraksadı ve öne doğru eğildi. Acıyla bir çığlık atmıştı. İki büklüm yere doğru çöktüğünde Daki ona doğru koşmuştu. Sesi tapınakta yayılmıştı. Acıyla attığı çığlığın ardından bir mırıltı ile devam etmişti.

''Yapma!'' gözlerini saran beyaz ışıkla Daki'nin kolları arasında kalmıştı. Bedeni titremiş ve buz kesilmişti.

''Kuwala! Mari hemen Kahin Sohow'u çağır!'' Son duyduğu kelimeler bunlardı.

Gözlerini açtığında kendini yine o karanlıkta bulmuştu. Az önce ruhunu çekip almıştı Beyaz Kurt. Şimdi koca pençesi ile onu yere sabitlemişti. Yüzüne doğru hırlıyordu.

''Efendimin bu kadar aptal olması canımı sıkıyor. Sana tehlikenin ayak seslerini dinletiyorum ama sen...'' Kuwala nefes alamıyordu. Kurt ise daha sert göğsüne bastırıp hırıltı ile devam etti.

''Senin kadar aptal birisinin beni kandırmış olması canımı sıkıyor.'' Sertçe bastırdı. O bastırdıkça Kuwala'nın Dünyada kalan bedeninde dudakları arasından kan sızıyor ve nefesi kesiliyordu. Kahin Sohow yatakta yatan Kuwala'ya ne olduğunu anlamaya çalışırken Kuwala birden sarsıldı ve kan kusuyordu. Onu yan çevirmeseydiler kendi kanında boğulacaktı.

''Ruhunu çekip seni buraya getirmek zorunda bıraktın beni. Boşuna enerji kullandırma bana bir daha.'' Sert pençeni çekmişti. Kuwala nefesini toparlamak için doğruldu. Öksürüp derin soluklar almaya başlamıştı.

Kurt beliren görüntüyü gösterdi ona. Tapınan gece vakti alevler içindeydi cesetler ve zırhlı bir sürü kişi vardı. Görüntü kaydı. Ve yerde yatan ölü Daki'nin yüzü belirdi. Kuwala korku ile oraya bakıyordu. Başında yas tuttuğu Daki'nin üstü başı kan içindeydi. Kara Kurtlar vardı etrafında ve ağlıyordu.

''Neden oldu bu?'' Titreyerek soruyordu Kurda bunu. Kurt ona öfke ile döndü.

''Onların büyüsünü görmeyecek kadar körsün sen. Tekrar bak.'' Görüntüdeki kurtlar öküzlere dönüşüyordu. Sonra tekrar Kara Kurtlara.

''Ölecekler. Hepsi ölecek ve sende...'' Kurt bunu söylerken öfkeliydi.

''Senin aptallığın yüzünden tekrar hapis olacağım bu karanlığa. Seni aptal! '' hırıltısı gürlemeye dönüşüyordu. Derin derin soludu kurt. 

''Sana bu güçleri düşüp kalktığın o Ung soyundan gelen ölümlü için harca diye vermedim.'' Kuwala ona bakıp kalmıştı. Kurt öfkeden ağzından köpükler saçıyordu adeta. Doğrulmaya çabaladı. Bedeni halsizdi ve hareket edemiyordu. 

''Bu güçleri ben kendim kazandım.'' diye konuştu. Kurt ise sinirle dolaşmaya başladı. 

''Sen kazanmış olabilirsin ama bu güçlerin sahibi olan tanrının kaderi de artık senin.'' Kuwala bunu duyunca ona bakıp kalmıştı. Kurt burnundan soludu. 

''Eğer Londaga gibi insanları korumaz ve onların ölümüne sebep olursan ataların gibi delilik ile lanetlenecek ve öleceksin.'' Kuwala ona bakıp kalmıştı ve gözünü bile kırpamıyordu korkudan. Delirmek mi? Henüz bunun olmasını istemiyordu. Daki'nin ölmesini istemiyordu. Aklını kaybeder ve Daki'yi kaybederse nasıl  onunla mutlu bir hayat kurabilirdi ki... Doha net bir sesle konuştu. Ve ''Beni geri gönder onları uyarmalıyım.'' dedi. Kurt ona doğru yürüdü. Pençesini kaldırdı ve indirmeden önce gürledi.

''Onların girmesine izin verme!'' karanlığa doğru sürüklenmişti yankılanan gürleme ile...

Kuwala birden nefes nefese yattığı yerden fırladı. Gün kararmış ve yanan fitilin ışığında Daki'nin yüzünü gördü. Kontrol edemediği öksürük ile sarsılarak iki büklümdü. Daki onu kendine getirmeye çabalarken Kuwala kesik kesik kurdun son söylediklerini tekrar ediyordu.

''Onların girmesine izin verme...''

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Dokuz:             Bir Akraba... Rahom Tieden...

 

            ''Aklını mı kaybettin?'' İçeri doğru girmiş olan Prens Aleon bu kelimeleri söylüyordu. Kardeşinin yanına doğru yürüdü. Az önce olanlar kan dondurmuştu. Kardeşi için endişelenip onu görmek için sonunda odaya girebilmişti. Oda her zamankinden daha kalabalıktı. Daki'nin elleri titriyor ve ağlıyordu. Elinden akan kanı durdurmak için Marinoe ona yardımcı olmaya çabalıyordu.

''Aklını mı kaybettin Daki?'' Aleon bu sefer daha sert bir sesle ona bağırmış ve iki eli ile şoka girmiş Daki'yi sallamıştı. Kendisi de korkmuştu ve hala bacakları titriyordu. Gördükleri karşısındaki şaşkınlığını atlatıp kardeşinin yanına ilk defa bir abi olarak gitmişti.

''Daki bana bak!'' Şok içindeki kardeşinin kendine gelmesi için onu sallıyordu. Daki ise sessizce göz yaşları dökmeye devam ediyordu. Aleon onu ilk defa bu kadar çaresiz ve korkmuş görüyordu. Çocukluğundan bu yana sürekli aptal gibi sırıtıp dik başlı kardeşi omuzları düşmüş sessiz sessiz ağlıyordu. Onu bu halde görmek kalbindeki ateşi biraz olsun dindirmişti. Birden eli havaya kalkıp Daki'nin yüzüne sert bir tokat indirdi. Tokadın sesi ile etraftaki herkes ona bakmaya başlamıştı. Daki ise birden ona vuran adamın omzuna doğru devrilmiş ve hıçkırıklar içinde ağlamaya başlamıştı. Dakikalar önce Kuwala'nın karnına kılıcını sokmuştu. Bunun şokundan çıkıp hıçkırıklar ile abisi Prens Aleon'un omzuna yaslanıp ağlamaya başlamıştı. Kuwala ile ilgilenen beyaz saçlı adam yanındaki başka bir adamdan yardım alıyordu. Dakikalar önce gerçekleşen kabusun şoku bütün tapınağı sarmıştı.

''Durumu ağır ama ölmeyecek!'' Beyaz saçlı adam bunları söylerken yarayı kapatıyordu.

''Duydun mu?'' Aleon kardeşini kolları arasında sarmıştı. Daki kısık bir sesle konuşmaya başladı.

''Ben ne yaptım böyle?'' Titreyen çenesi ve akan göz yaşları sesini boğuklaştırıyordu.

''Yapman gerekeni yaptın. Az daha bir sürü insanı öldürecekti. Onu pişman olacağı şeylerden kurtardın.'' Aleon için konuşmak zordu. Kelimeleri seçerken dikkat etmeye çalışmak ise huyu değildi. Ama şu an oldukça dikkatli konuşuyordu.

''Elini sarmalarına izin vermelisin. Enfekde olmadan izin ver yaranı kapatsınlar.'' Daki bunu duyunca doğrulmuştu. Titriyor ve üşüyordu. Kuwala'yı kılıcı ile yaralamanın verdiği şoktan kurtulmak onun için çok zordu. Bunu yapabilecek son kişiydi ve yapmıştı. O anda düşünmeden kılıcını çekip Kuwala'ya saplamıştı.

Orada olanlar Daki'nin aklından saniye saniye geçiyordu tekrar. Kuwala uyandıktan sonra dışarda ki sesleri işitmişti. Ağzında ise aynı kelimeler dönüyordu. ''Onların girmesine izin verme...'' ayağa fırlamıştı ve iki güne yakın baygın kalmasına rağmen oldukça çevikti. Gözlerini saran ışık etrafı görmesini engelliyordu. Köylüler ve öküz arabaları tapınağa doğru yeni giriş yapıyordu. Kurdun ona gösterdikleri ile birden büyük avluya fırlamıştı. Ayaklarında ayakkabıları yoktu. Göğsü açıktı. Onu takip eden hayalet rüzgar o kadar hızlı geçmişti ki tapınağın avlusundaki insanlar ürperti ile titremişti. Beliren beyaz kurt vahşice gözleri kızıla dönmüş halde belirip birden bir kaç öküzü pençelerine takıp savururken Kuwala ellerini yana doğru kaldırmıştı. Göğsünden gelen hırıltı ile konuşuyordu. Dudaklarının arasından sızan kan ve kamburlaşan sırtı ile bir canavara benziyordu.

''Onların girmesine izin verme...'' hızlı adımlarla yürürken Marinoe onun önüne çıkmış ama Denle onu çekip almıştı. Bastığı yerde buz oluşuyor ve diken diken yükseliyordu. Saçları havalanmıştı. Ardından endişe ile seslenen Daki'yi duymuyordu. Karşısında korku ile kaçışanlara bakıp bağırmıştı.

''Hepinizi öldüreceğim.'' Öyle yüksek sesle bağırıyordu ki sesi etrafı inletiyordu. Gözlerinden çıkan beyaz ışık koyulaşıp rengi siyaha dönerken etrafı korkunç bir soğuk sarmıştı. Buz öndeki bir kaç kişiyi dondurmaya başlamış ve öküzleri parçalayan kurt uluyordu artık. Kürkü siyaha dönmüş ve vahşice insanların üzerine atıldığında ondan daha küçük olan bir kurt onun önüne atılmıştı. Onu durdurmak için yüzüne bir pençe indirmişti. Etrafa saçılan siyah akışkan sıvılar hızla geri sersemleyip gerilemiş kurdun üstüne doğru çekiliyordu. Marinoe'nin bağırtısı etrafı sarmıştı.

''İçeri doğru geçin!'' Kapının orada bir izdiham başlamıştı. Aleon neler olduğunu görmek için dışarı fırlayınca iri siyahla beyaz arası karışmış dev kurdu durdurmaya çalışan bir beyaz kurt görmüştü. Birbirlerinin üstüne atılıp hırlaşıyorlardı. Beyaz kurdun ardında gördükleri ise onu ürkütmüştü. Tıpkı Rahom gibi saçları beyaz ama otuz beş yaşlarında bir adam vardı. Gözleri parlıyordu. Ve etrafını saran soğuk rüzgarla hırçınlaşmış Kuwala ise öfke ile bağırıyordu. Öldürmekten söz ediyor ve etrafını saran dikenleşen buzlar artıyordu. Buzların kökünde beliren kızıllık ise kandı. Ölmüş öküzlerin ve bir kaç insanın kanı... Daki oraya gitme konusunda tereddüt ediyor ve korku ile ne yapacağını düşünüyordu. Kuwala aklını kaçırmış gibi köylülere saldırmış ve birden ortaya çıkan bu Rahomlu adam ise onu şaşkına çevirmişti.

''Bu ne?'' Aleon kardeşinin yanına gelip sormuştu. Daki kılıcının kabzasını sıkıyordu. Tereddüt edince ya da endişelenince yaptığı bu hareketi biliyordu Aleon.

''Kuwala!'' Daki bağırarak basamakları inmiş ve içeri kaçışan insanların arasından sıyrılmaya çalışmıştı. Daha yüksek sesle bağırdığında sonunda Kuwala onu duymuştu. Kurdu ise bir an efendisinin boşluğu ile beyaz kurdun dişlerini boynunda hissedip yere doğru çökmüştü.

''Ne yaptığına bak!'' Daki ona doğru yaklaşırken soğuk rüzgar içini titretmişti. Ne olmuştu da Kuwala birden böyle delirmişti? Aklını kaçırıp gözleri gerçeği çarpıtır olmuştu? Cevabı kilometreler ötedeki Melez Piç'in beynindeydi. Daha önce sesini duyurduğu ruhlar kapısını görmeye devam etmiş ve orada uyuyan Beyaz Kurdu yakalamıştı gölgeleri ile. Onu sarıp efendisinin aklı ile oynaması için yönlendirmeye başlamıştı. Zahmetli bu işin sonunda meyvesini almış ve Kuwala'ya Daki'nin ölümünü gösterip onun zihnini ele geçirmişti. Ruhlar kapısının aralığından sızan gölgeleri Kuwala'nın bütün aklını simsiyah etmiş ve gerçekten uzaklaştırmıştı. İçeri gelen öküzleri, Kara Kurt olarak, girenleri ise biniciler ve Bakren savaşçıları ile görüyordu. Hala onun zihninde idi. Onun gördüğü Daki'yi nasıl değiştireceğini ise çok iyi biliyordu.

''Öldü o!'' diye fısıldamıştı önünde yanan mumlara ve fısıltısı Kuwala'nın kulaklarında yankılanmıştı.

''Sen Daki değilsin. O öldü. Sen gölgelerin oyunusun.'' derken gözleri öfke ile koyulaşıp simsiyah olmuştu. Daki kılıcını kınına sokup ona doğru uzatmıştı ellerini.

''Hayır! Kimse ölmedi. Benim...'' cümlesi bitmeden Kuwala gördükleri ile sarsılmaya başlamıştı. Karşısında kanlar içinde bir gölge görüyordu. Ve kurdunu yere mıhlamış olan kurdun dişlerinin verdiği acıyı hissediyordu. Ellerinin rengi değişip morarmaya başlarken öfke ile bağırmaya başlamıştı.

''Hepinizi geberteceğim.'' Bu bağırtının ardından bir çığlık atmıştı. Başını gökyüzüne doğru çevirmiş ve damarları şişmişti. Çığlığı öyle yüksekti ki herkes kulaklarını kapatıp olduğu yere çökmüştü. Gökyüzündeki ayın önünü simsiyah bulutlar kapatıyor ve yıldırımlar bulutlar arasında parıldıyordu. Çığlığın ardından öyle yüksek bir gök gürültüsü duyulmuştu ki yer sallanmıştı adeta. Daki bedenini saran soğukla titriyor ve Kuwala'nın etrafını saran rüzgarın gri rengine bakıp kalmıştı. Buz etrafa doğru yayılıyordu. Korkutucu bir güç vardı etrafta. O kadar gergindi ki etraflarını saran enerji kalplerini zorluyordu. Yer sallanırken Kuwala ikinci bir çığlık atmış ve birden içeri kaçamayan insanlar oldukları yerde kalmıştı. Bedenleri hızla donuyordu. Daki bacaklarını saran soğuğu durdurmak için kılıcını hızla çekip elinde sıktı ve çekti. Yeşil ateş gri rüzgarı aydınlatıp etraftaki buzları eritmeye başlamıştı. Daki gök gürültüsünü bastırmak için bağırdı.

''Kuwala dur!'' ama sesi Kuwala'ya ulaşmıyordu. Onun duyduğu tek şey Melez Piç'in fısıltısıydı. Ona fısıldıyordu. Sürekli öldürmesini fısıldadıkça Kuwala korku ile gücünü arttırıyordu. Buz merdivenleri tırmanmaya başlamış ve Marinoe kapıları kapatmaya çabalıyordu. Denle ve Prens Aleon'da ona yardım etmek için uğraştı. Beyaz saçlı adam ise ellerinde beliren ışıkla Kuwala'ya doğru yürüyor ve Daki'ye bağırıyordu.

''Kılıcını kullan!'' Daki emir almış bir asker gibi birden kılıcını savurup gri rüzgara girmişti. Kuwala'nın histerikleşmiş kahkahalarını duyuyordu. Gök o kadar hırçın gürlüyordu ki... Birazdan yarılacaktı adeta. Daki yaklaşırken yalvarır bir sesle konuştu.

''Kuwala durmalısın.'' Ama onu duymuyordu. Gözleri simsiyahtı ve ellerini bir birine vurmak için hazırlamıştı. O alkış sesi duyulduğu anda buzun sardığı her şey tuzla buz olacaktı. Daki çaresizce bakarken birden beyaz saçlı adam bağırdı.

''Karın boşluğuna sapla kılıcını.'' Daki duyduğu şeyi emir almış bir asker gibi birden yapmıştı. O anda zaman donmuştu adeta. Yanan yeşil ateş usulca donmuş ve kılıç tuzla buz olurken Kuwala'nın kahkahaları susmuştu. Rüzgar dinmiş ve etrafı öyle derin bir sessizlik kaplamıştı ki... Bu sessizlik kulakları sağır ediyordu. Daki önünde düşüp buzun üstüne serilen bedene ve boş kabzaya baktı kaldı. bir kaç adım geri çekildi. Yerdeki yaralı kurt bedeni kaybolmamıştı. Onun başında dikilen mavi gözlü kurt ise başını kaldırıp tekrar siyah bulutlar ardından çıkmaya başlayan dolunayı selamlarcasına ulumuştu.

Düşüncelerden Daki'yi çıkaran şey beyaz saçlı adam olmuştu. Onun yanına oturup elini Daki'nin omzuna koymuştu.

''İnsanların hayatını kurtardın.'' Daki ona bakmamıştı. Marinoe'nin sardığı eline dikmişti gözlerini. Artık ağlamıyordu. Buz gibi bir ifade ile oturuyordu.

''Karın boşluğundan yaraladın onu. Kılıcının ateşi gölgeleri savuşturdu. Bunu yapmasaydın ölecekti.'' Beyaz saçlı adam onu rahatlamak için konuşmuyordu. Gerçekleri anlatıyordu.

''Duydun mu?'' Aleon dalgın kardeşini kendine getirmek için konuşmuştu. Daki ise başını kaldırıp şiltede cansız gibi yatan Kuwala'ya dikti gözlerini. Bir süre onu izledi ve dudakları oynadı.

''Abi!'' demişti. Aleon'a ilk defa abi diye sesleniyordu. Aleon ise ona bakıp kalmıştı. Daki'nin canı yanıyordu. Bu kadar düşkün olduğunu bilmiyordu Rahomlu'ya kardeşinin.

''Nişanlın öldüğünde kalbine bir acı çökmüş müydü?'' Aleon ona bakıp kaldı. İki sene önce nişanlı olduğu bir kız vardı. Mevki sahibi olan bir ailenin kızı değildi. Sıradan basit bir köylü olan kız ile nişanlanmış ve onunla evleneceği konusunda ısrar etmişti. Ne var ki kız bir gün kendini zehirleyip intihar etmişti ve Aleon o gün kimi suçlayacağını bilmesine rağmen susmuştu. Helyan Kea kızın kendini öldürmesini sağlamış ve aile şereflerini korumuştu aklınca. Aleon bunu hatırlayınca yüzü ekşidi. Kaşları çatıldı.

''Rahomun öldüğünü sanmıyorum. Daha çok uyuyor gibi...'' Aleon bunu söylerken kelimeler boğazına takılıyordu. Cohin oturduğu yerden daha önce birbirleri ile bu kadar konuşmamış iki kardeşi izliyordu.

''Nişanlını abim öldürdü.'' dedi Daki. Senelerdir sakladığını sandığı bu sırrı söylemişti. Aleon alaycı bir şekilde güldü.

''Helyan Kea'nın yaptığını biliyorum.'' Daki bunu duyunca ona dönmüştü. Şaşkındı.

''Kızmadın mı? Abimi öldürmek istemedin mi?'' Daki ilk defa sevginin ne kadar derin olabileceğini öğreniyordu. Aleon bir tebessümle ona bakmıştı. Kendisin bu kadar benzeyen Daki'den nefret ediyordu ve bu nefretin karşılığı kadar da büyük bir kardeş sevgisi vardı içinde. Abisinin sahte yüzünden daha sıcak bulduğu Daki'nin yüzüne bakınca gülümseyip kalmıştı.

''İstedim ama biz kardeşiz. Zamanla bazı şeylerin üstünü örtmen gerekir.'' dedi. Daki ona boş gözlerle bakıp başını yavaşça salladı.

''Kuwala'yı bu hale getirenleri bulup derilerini yüzeceğim. Çığlıklarını duymadan üstünü örtmek istemiyorum. Bunu yapmazsam bir şeylerin üstünü kapatamam.'' Aleon oldukça sakindi.

''Yapabilirsin. Ona bunu yapabilecek olan senin kanından değil sonuçta. Bu şansını kullan!'' demişti. Ayağa kalkıp Daki'nin dağılmış saçlarının üstüne elini koydu.

''Helyan Kea gibi bir adinin kardeşi olarak ben yeterince şansızım.'' dedi ve odadan çıktı. Nişanlısı gelmişti aklına ve içini bir hüzün kaplamıştı. Abisinin yaptığını unutmaya çabalasa da üstünü kapatamıyordu. Daki'nin iyi bir prens olmasını ve tahta oturmasını istiyordu. Helyan Kea bu şekilde yeterli acıyı çekerdi. Ona sert davranarak onu eğitebileceğine inanmıştı Aleon. Ama bu gün gördüğü şey bambaşkaydı. Her zaman gördüğü alaycı ve vurdum duymaz Daki'den eser yoktu. Büyümüştü. İlk defa yaşının adamı olmuştu. Nemlenmiş gözlerini elinin tersi ile silip gülümsedi ve tekrar kaşlarını çattı. Ona verilmiş maskeyi koruması gerekiyordu. Sert ve acımasız prens olduğu sürece Helyan Kea onun yumuşak yanını göremeyecekti. Yürümeye devam ederken arkasından seslenen kişi ile durdu.

''Prens Aleon!'' ona seslenen kişi az önce Kuwala'yı tedavi eden ve dışarıda ki yaralı kurdun başında nöbet tutan kurdun sahibi olan Rahom gibi beyaz saçları olan adamdı. Aleon duraksayıp ona baktı. Adam ona yetişmişti.

''Ruhunuzun incinmişliğini görmemek elde değil ama sizinle konuşmam gerek!'' Aleon ona bakıyordu. Kaşları çatıktı. Adam ise sanki bu tapınağı avucunun içi gibi biliyormuşcasına aşağı inen merdivenlere yürüdü. bir gaz lambası kapmıştı.

''Aşağıda sağlam bir şarap mahzeni var!'' dedi. İçeri doğru Aleon onu takip etmişti.

''Rohom soyundan mısınız?'' Adam bunu duymuş ve gülmüştü. Geçtikleri şarap rafından bir testi kapıp arkada duran masaya yürümüştü.

''Öyleyim! Rahom olmaktan gurur duyan bir adam değilim ama.'' Prens Aleon onun yürüdüğü masaya yürüyüp dört sandalyeden birisine oturdu.

''En son buraya geldiğimde genç bir delikanlıydı. On iki sene önce kızım burada doğmuştu ve bu masada Kör Kahinle kutlama yapıyordum. Şimdi de sevgili Kuzenim olan Kuwala için geliyorum. Fakat beni karşılama şekli canımı sıktı.'' Şarabı tozlanmış bardaklara doldurmadan birazı ile bardakları çalkaladı. Kaba bir vücudu vardı. Saçları yukarı doğru kabaca toplanmıştı ve daha kısaydı.

''Başka kişiler olduğunu bilmiyordum Rahom soyundan.'' Adam bunu duyunca güldü.

''Kuwala'nın da varlığından daha yeni haberdarsınız. Dert etmeyin. Soyumuzdan dört kişi kaldık. Kuwala, kızım, ben ve o gölgelerde kaybolmuş zavallı ruh.'' Şarap kadehini Prens uzattı.

''Benimle ne konuşmak istiyorsunuz?'' Adam kadehini ona doğrulttu.

''Önce tanışalım. Ben Rahom soyundan Aobain'in soyundan gelen Sammen'in oğlu Tieden.'' Prens Aleon uzun süre sonra ilk defa kraliyet tanışma usulü ile birisi ile tanışmıştı. Kaldırılan kadehe kendi kadehini dokundurdu.

''Ung ikinci soydan kraliçe Yagnafil'in birinci soydan Kral Yohano'dan olma üçüncü çocuğu ve ikinci erkek oğlu Aleon.'' demişti. Tieden gülmüştü.

''Ungların kadın adını önce söylediğini bilmezdim. Annenin soyunu mu benimsiyorsun?'' Prens Aleon güldü.

''Evet! Babamın birinci soyu Helyan Kea ve Daki. Ben annemin ailesinden ikinci soydan olmayı tercih ettim.'' Tieden şaşırmıştı. Hırslı ve iktidar peşinde olduğunu duyduğu prensin bu lafı onu şaşırtmıştı.

''Tacı reddettiniz!''

''Mecbur kaldım. Nişanlımın öldürüldüğünü duydunuz. Bu saatten sonra o tahtta oturursam önce kendi abimin kanını akıtmaktan korkuyorum.'' Tieden gülümsemişti.

''Büyük babam Aobain gibi sende taht savaşından kaçıyorsun! O da tahtı iki erkek kardeşine bırakıp çekip gitti.'' Aloen şarabından bir kaç yudumu soluksuz içti.

''Kaçınıyorum. Kardeş katili olmak istemiyorum. Şanımı duymuşsunuz ama bu kendimi korumak için gerekli olan...'' Tieden onun daha fazla kendini açıklamasını durdurmak için gülümsedi. Konuşmaya başladı.

''Kardeşinden nefret ediyor olsaydın orada onunla konuşmaya çabalamazdın. Büyük hanedanlıklar da kardeş bağları hep kopar ve parça parça olur. Kan olur ve kırgınlıklar ile bu kanın akışı durmaz. En doğrusunu yapıyorsun. Buraya geliş amacın kardeşini yoklamak mıydı?'' Aleon başını salladı. Tieden kadehini tazeledi.

''Doğrusu bizden olan birisi kan bağının gücünü kullanarak az daha kardeşini, seni ve beni öldürecekti. Bu sorunu seninle konuşacaktım. Ama şu an düşününce merhametli bir adamsın ve kardeşinin canını tehlikeye atan şeyleri çok çabuk yok etme arzusu içine girmenden çekiniyorum. Bu kişi onun sevgilisi Kuwala olsa bile!'' Aleon alışamadığı bu kelime ile irkilmişti. Kardeşi Daki'ye soğuk davransa da Helyan Kea'nın tahta oturmasını istemiyordu ve onun bir erkekle düşüp kalktığı gerçeğini sindirememişti.

''Sevgilisi demek doğru olmaz.'' dedi Aleon. Tieden tebessüm etti. Ona doğru eğildi.

''Bildiğimiz gerçekleri çarpıtmayalım Prens Aleon. Kardeşinin sevgilisi Kuzenim Kuwala onun için büyük bir tehdit. Bu sorunu gidermek için burada olduğunun farkındayım. Bu yüzden seninle açık ve net konuşacağım.'' Prens Aleon etraftaki gergin havayı hissediyordu. Loş ışıkta Tieden'in gri gözleri ışıldıyordu.

''Ona zarar veremeden kurdum seni iki parçaya bölecektir. Bu yüzden kafandan geçenleri dizginle ve Helyan Kea gibi sinsi bir yılanın hanedanlığını zehirlemesini istemiyorsan bizimle iş birliği yapmaya başla. Kimin beyaz kimin siyah olduğu belirsiz bu yerde senin kendi rengini ortaya koyman gerek. Yoksa buradan geri dönmek için çıktığın yolculukta bedeninden ruhunu acıyla ayırırım. Kuzeyde yeterince kan akıttınız. Yıllardır bu günü bekledim ve sonunda sizin gibi parazitli hastalıklı hayvanları buradan sürmek için bir şansımız oldu. Eğer Kuwala ya da Daki'ye bir zarar vermeye kalkarsan birazdan göreceklerinin daha acısını yaşayacaksın!'' demişti. Kuzeyin ufak bir sırrı vardı. Londaga'nın ruhu bir bütün değildi. Ve her Rahom onunla doğardı. Onu bastırmak, yönetmek ve hangi renge bürüneceğini seçmek ise güçlerine bağlıydı. Doğan her Rahom Londaga'nın ruhundan bir parça taşır ve yeteneklerini kendisi geliştirirdi. Kimisi Kuwala gibi buza hükmederdi, kimi ise Melez Piç gibi karanlığa boğulup rüzgarı dinleyip uzakları görürdü ya da Tieden gibi kurtlara hükmetme yeteneğine sahip olarak doğardı. Prens Aleon ve nice Kuzeye gelen yabancı buranın gizemli güçlerinden habersizdi.

''Özünde iyi bir adamsın. Her doğan çocuk iyidir, hayat onları şekillendirir ve kim olacağını seçmeye zorlar. Sende kendi sert masken ardında kırılmış ve yıpranmışsın. Ama korkularının sonucu birilerini öldürmene izin vermem. Kuzeyin sahipsiz olduğunu sanan Unglar, Bakren Hanedanlığı ve Akela gibi çıkarcı yalancılar, Altınla kendini şımartmış Seronlar artık gerçekle yüzleşecek. Bu toprakları biz ehlileştirdik. Üstümüze yağan lanete rağmen ayakta kaldık. Bizden alabileceğiniz artık sadece bu!'' Prens Aleon birden korku ile kalmıştı. Baktığı şarap kadehinde çığlıklara tan adamlar vardı. Kristal sarayda insanlar birden param parça oluyordu. Be birden korku ile kaçan Melez Piçin yüzü belirdi. Çığlıklar atarak kaçıyordu. Birden kolu kopmuş ve çığlığı ile karanlık ışıltı saçan gözü belirince kadeh paramparça olmuştu Prensin elinde. Mum alevi titrediğinde Tieden ayağa kalkmıştı.

''Kuzey hiç bir zaman sahipsiz kalmadı. Kalmayacak da. Bakren gibi haddini bilmeyen bir grup süvariden cesaret bulanlar bu gece sarayda gördüklerinden ders almaz ise daha acımasız olmaya başlayacağım.''dedi Tieden. Prens Aleon ona koku ile bakıp kalmıştı kahverengi gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yutkundu. bir şey diyemiyordu. Üstüne dökülen şaraba çevirdi gözlerini. Az önce olanlar gerçekti. Transa geçip Kuwala'nın zihni ile oynayan Melez Piç'e bir uyarı vermişti Tieden. Ona ulaşana kadar kurdunun ruhu bir çok muhafızı parçalamıştı. Ve en son onun bir kolunu koparıp atmıştı. Bakren sarayında kıyamet kopmuş gibi bir kargaşa oluşmuş ve Melez Piç gördüğü kurdun mavi gözlerine bakıp kalmıştı. Kolunun acısıyla değil onun gözlerinde gördüğü öfke ile panikleyip çığlıklar atmıştı.

''Ruhların gücünü doğru kullanmazsan laneti bir veba gibi bütün haneyi kuşatır. Ama doğru kullanırsan güç sağlar. Sizin gibi güneyin korkak insanları bunu anlayamadığı için kaçtı gitti. Delirmiş amcam Feshan gibi Rahomlar vardı evet ama hala gücünü doğru kullananlarda vardı. Onları da öldüren bu insanları cezalandırmak için yanıp tutuştum. Fakat bunun asıl suçlusu burayı karıştıran siz yabancılardınız. Masum olanların çekip gitmesi için bir süre daha bekleyeceğiz.'' dedi ve merdivenlere yürüdü. Aleon orada kitlenip kalmıştı. Rahom soyunun bu korkunç gücü gece dinlediği masallardan daha ürkütücüydü. Kilometrelerce öteden onlarca insanı parçalamıştı. Ve bunu bir kaç saniye içinde yapmıştı. Aleon elini kalbine koydu ve derin derin soludu. Kuwala'yı öldürmek mi? Bunu bir daha düşünmesi gerekiyordu. Kardeşini korumak için yapması gereken Kuwala'yı korumaktı. Rahomların inançlarını pek bilmezdi ama güçlerinin efsanesi masallarda anlatılırdı. Londaga'nın gücünün parçasını taşıdığını fark etti Tieden'in. Tıpkı onun gibi parmağını bile oynatmadan birilerini öldürebiliyordu. Destanda yazan satırlar aklına geldi.

''Kuzeyin sert toprağı yumuşasın diye kızıl geyikleri parçaladı Londaga'nın dişi kurdu. Londaga tek parmağını oynatmadan kan toprağı yumuşattı.'' Bu destanı her çocuk bilirdi. Bir mani gibi okunur ve çocuklar bu masalsı destanla keyif bulurdu. Ama gerçekti. Bir kış masalı değildi. Gerçekten parmağını oynatmadan insanları öldürenler vardı. Testiyi alıp kafasına dikip başını geriye doğru attı.

''Gölgeler onun kokusunu alınca korkudan titriyordu. Londaga adımını attığı yerde beyaz bir ışık bırakıyordu. Buz o kadar sertleşiyordu ki kırılmaz bir kristale benziyordu.'' Destanın devamı olan satırları sesli söyledi ve tekrar şaraptan içip boş testiyi yere doğru fırlattı.

''Kaltak Londaga!'' deyip başka bir şarap aldı raftan. Çaresiz bırakılmıştı yine. Ama bu sefer bir şansı vardı. Rahomun adımlarını izlemek gibi bir şans sunulmuştu ona. Ölümden ve kardeşlerinin soyunun ölümünden kaçınması için Rahomlar ona bir şans sunmuştu.

''Kahrolası Kuzey!'' dedi ve bitirdiği ikinci testiyi parçaladı. Üçüncü testiyi alıp oturdu. Kuzeye itaat etmek mi? Unglar için utançtı. Başka şansları yoktu. Onların topraklarını kuşatmışlardı ve şimdi geri adım atmak zorundaydılar. Daha da ötesi Bakren soyu ile mücadele etmeleri için Rahom soyu ile bir olmak zorundaydılar. Üçüncü testiyi bitirip yere fırlattı ve bağırdı.

''Rahom sürtükleri!'' dedi. Dördüncü testiye geçmişti ve iki litreden fazla şarap içmişti. Soğuk şarap içini yakan düşünceleri bastırıyor ve mantığını köreltiyordu. derin derin soludu ve dördüncü testiyi bitirip merdivenlere doğru fırlattı testiyi.

''Bizi kendinize fahişe etmenize izin vermeyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz!'' diye bağırdı ve testinin kırıldığı yerde dikilen kadına bakıp kaldı. Marinoe ona bakıyordu. Kırılmış testi parçalarını ayağı ile itekleyip ona doğru yürüdü.

''Kuzey topraklarında Kuzey'e küfür edersen bunun sonucu idamdır!'' Aleon bunu duyunca alaycı şekilde güldü.

''Öyle mi? Sus da bana şarap ver!'' dedi. Marinoe emir verilecek son kadındı. Duymuş olmasına rağmen Aleon'e bakıyordu. Kollarını bağdaştırdı ve lambanın loş ışığında yeterince sarhoş olduğunu düşündüğü Prense baktı. Başını iki yana salladı.

''Siz Unglar vurdum duymaz piçlersiniz. Kırdığın testileri yapmak için çok emek gerekir. Daha fazla şarap istiyorsan bunun için de ödeme yapman gerekiyor.'' Prens Aleon bunu duyunca altın kesesini çıkarıp ona doğru fırlattı.

''Al! Şarap ver! O kesede görmediğin kadar para var!'' dedi. Marinoe derin bir nefes aldı. Ayaklarının dibine düşen altın kesesine bir tekme vurdu. Kaşlarını çatmıştı. Aleon ona bakıyordu. Marinoe ise raftan kaptığı şarap testisini birden ona fırlatmıştı. Aleon oturduğu yerden hızla fırladı.

''Manyak kadın! Ne yapıyorsun?'' dediğinde Marinoe yerdeki keseyi işaret etti.

''Nasıl davranırsan karşılığı budur.'' dedi. Merdivenlere döndü.

''Yemek istiyorsan yukarı çık ve burada bizimle eşit olduğunu unutma seni Ung Sürtüğü.'' dedi. Aleon bunu duyunca onun üstüne doğru yürüdü. Bir Kuzeyli kadının ona küfür etmesini sindiremedi. Ona doğru gitti ama yere kapaklanmıştı. Kusuyor ve kendi kusmuğunda söverek debeleniyordu. Marinoe bir süre onun zavallı halini izledi. Ardından yanına doğru yürüdü.

''Zavallı herif! Kalk seni yıkayıp yatıralım. Efendi Daki'nin abisi olduğun için seni burada kusmuğunda boğulmaya terke demem.'' dedi. Prens Aleon'un kolunun altına girdi. Aleon Otuz yaşına yaklaşmıştı. Ve şu an bir kadın tarafından hamama taşınıyordu. Ung Prensi olması ve otuz yaşına yakın bir erkek olması dışında her şey normaldi. Onu durdurmak istedi ama hali yoktu. Şarap onu mahvetmişti. Ung maltası ile yapılan içkiye göre yumuşak bu şarabı ayağa kalkana kadar hissetmezdi içen. Ayağa kalkınca sarhoş olurdu. O kadar tatlı ve davetkar bir içkidir ki içeni masadan kalkamazdı. En son baygınlık geçirirdi. Sarhoş halde dolanırdı. Prens Aleon korkusu ve öfkesi ile bu tatlı şarabın ağına düşmüş ve şimdi hamamda bir kadın tarafından soyulup yıkanıyordu. Sıcak su onu gevşettikçe şarabın etkisini kanında hissediyordu.

''Soğuk su ile yüzünü yıkayacağım!'' Marinoeonu böyle uyarmasına rağmen soğukla birden sıçrayıp ayaklanmıştı. Çıplaklığı ile elini cinsel organını kapatmak için kullanmış ama Marinoe umursamaz halde onu geri oturtmuştu. Onu temizleyip tapınaktaki insanlardan ricayla aldığı kıyafetleri giydirip odasına kadar eşlik etmişti. Aleon ona nazik davranan bu kaba kadına bakarken içinde garip bir duygu oluşmuştu. Bunun korkusu ile birden Marinoe'yi itekleyip odanın kapısına tutundu.

''Tamam yeter! Çekile bilirsin!'' dedi ve içeri girecekken Marinoe onu içeri doğru itekleyip tepesi atmış halde bir kaç küfür salladı. Prens Aleon ise yere kapaklanıp öylece kalmıştı. Marinoe ona bir süre baktı ve iç çekip onu güçlükle yerden kaldırdı. Yerde serili şilteye kadar taşıp yatırdı. Prens Aleon bayılmış kalmıştı. Marinoe onun saçlarını kurutmak için omzundaki ipek bezi kullandı. Uyuyan adamın düz siyah saçlarını nazikçe kurulayıp üstünü sıkıca örttü. Ocağa biraz odun attı ve kendi kendine gülümseyip söylendi.

''Siz Güney erkekleri kadınlarından daha yumuşak insanlarsınız!'' demişti ama içini saran sıcaklık ile gülümsemeye devam ediyordu. Mahzene sırf Prens Aleon'u merak ettiği için indiği gerçeğini sindirmiş ve şimdi gülüyordu. Doğru değildi bu düşündükleri. Anneydi ve kocası ölmüştü. Güneyli bir erkekten hoşlandığı bilinsin istemedi. Kocasının ölümüne sebep olanlar Bakrenler kadar Güneyli askerleride. Kendini toplayıp yüzündeki gülümsemeyi silip dışarı çıktı. Kaşlarını çatmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On:       Dört Köşeli Masa'da Konuşulanlar...

            Kuwala'nın yatırıldığı odada bir masa vardı. Eskiden Kör Kahinin üstünde yazı yazdığı bu masanın bacakları çok kısaydı. Sandalyelerle oturmak mümkün değildi. Ancak bu dört köşesi olan masayı kullanmak için etrafına koyulan ufak kırmızı minderlerin üstüne oturabilirlerdi. Masa yıllar sonra ilk defa bu kadar kalabalık bir grup ağırlıyordu. Üç gün olmuştu. Tieden'in Aleon'u mahzene çekip tehdit edişinden, Kuwala'nın aklını kaçırıp insanları yaralamasından  ve Daki'nin kılıcını onun karnından geçirmesinden bu yana üç gün olmuştu. Tieden artık et ve kemiğe bürünmüş halde olan Kuwala'nın kurdunu arındırmak için büyük avluyu kapatmış ve bu sabaha kadar onunla ilgilenmişti. Ardından yaralı kurdun yaralarını sarıp onu içeri almıştı. İnsanlar Rahom Kuwala'dan ve kurdundan çekinmeye başlamıştı. Kurt büyük serada yanında ondan daha ufak kurtla kalmaya başlamıştı. Gelen gıda sayesinde bir süre daha insanlar refah içindeydi. Ama o gece donarak ölen kişiler için hala yas tutanlar vardı ve bu gergin, hüzünlü havadan dolayı tapınak derin bir sessizliğe gömülmüştü. Tapınaktaki sessizlik etrafta koşturan genç kahinlerin ayak sesi ile bozulduğunda Tieden masaya bir kaç kişiyi davet etmek için genç kahinleri hareketlendirmişti. Kuwala'nın başında uykusuz nöbet tutan Daki, akşam yemeğini yiyen Aleon, yorgun uyuyan Cohin, tanrılara dua eden Sohow, kızının saçlarını ören Marinoe, karısı ve kızıyla yemek yiyen Lider Denle ve son olarak kendisi ile masanın etrafında oturuyorlardı. Yanan ufak ocak üstünde kaynayan su ve bitkilerden çay hazırlayan on iki yaşındaki kızı ile Kuwala'nın odasının bu ince duvarla ayrılmış bölümünde meşe ağcından yapılma kısa bacaklı masanın etrafındaydılar. Odada gömme bir dolap, iki kitaplık, yerde üstünde kuş motifleri olan bir kilim vardı. Geniş pencerelerinin panjurları kapalıydı. Odayı ikiye bölen ince duvarın ardında ise Kuwala'nın yattığı geniş yatak ve Daki'ye uyuması için kurulmuş bir şilte üstünde yatak vardı. Ayakları yüksek ama ufak bir masa, yatağın yanındaki pencerenin önündeydi ve bir tabure yatağın yanındaydı. Daki üç gündür o tabure üstündeydi.

''Yemeklerinizi yediğinizi umarak sizi bir çay sohbetine çağırmak istedim. Kuzenim Kuwala'nın yakın dostları ve dostlarının akrabaları olarak hepinizle bir arada konuşmak istememden dolayı bana kızabilirsiniz. Ama pek zamanımız olmadığını hepiniz çok iyi biliyorsunuz.'' Aleon karşısında oturan adama ufak bir kaçamak bakış atmıştı. Mahzenden bu yana Aleon odasından doğru düzgün çıkmamıştı. Bu işin kargaşası ve aklını kaçırdığını düşündüğü Rahomla çatışmak istemiyordu.

''Efendi Kuwala'nın durumu nasıl? Ne oldu öyle? İnsanlar açıklama bekliyorlar ve onlara ne diyeceğimi bilmiyorum. Beni aydınlatın Efendi Tieden!'' Kahin Sohow nezaket ile o masada konuşan ilk misafir olmuştu. Tieden kızının getirdiği fincanlardan birisini aldı. Kuru yeşim otları ile demlenmiş bu çay oldukça hoş kokuyordu. Güzel kokusunu ise yeşil çay yapraklarına borçluydu. Fincanları dağıttı kız ve köşede ocağın yanına oturdu.

''Durumu iyiye gidiyor. Bir süredir ruh kapıları açıkmış ve ona saldıran gölgeler yüzünden sanrılar gördü. Ama kapattım. Artık Kurdu kapılar arasında sıkışmadan özgürce onun yanında olacak. Vücudu ve ruhu tam bir benlik sağlayamadığı için bedeni yavaş yavaş ölüyormuş. O kadar soğumuş ki... Kalbi bile düzgün atmamış. Artık arınmış durumda. Ruhunun parçası olan kurdunu arındırdım ve iyileşmeleri için dinlenmeleri gerekiyor. Ama ayağa kalkacaktır. Bu yaralar onu öldürmez. Erkekleri erkek yapan yara izleridir. Daha da güçlenerek ayağa kalkacak!'' dedi. Daki yorgunca onlara bakıyordu. Masada konuşulanlar umurunda bile değildi. Sadece çayını içip Kuwala'nın yanına dönmek ve uyandığında orada olmak istiyordu. Burada neden oturduğunu sorguladı. Ayaklanacağı sırada bacaklarının uyuşukluğu ile kıpırdayamadı. Dört gündür uykusuzdu. Yorgunluktan gözleri yarı açık halde karşıda boğuk boğuk konuşanlara bakıyordu.

''İyileştiğinde ne olacak? Kuzey'i almak için harekete geçecek miyiz? Artık onu eğitecek sizin gibi güçlü bir Rahom var.'' Lider Denle konuşuyordu. Daki ona çevirdi başını. Konuşmak için dudaklarını araladığı sırada kelimeler ağzının içinde yuvarlandı adeta.

''Savaşmayacak!'' Doğru çıkan tek kelime buydu. Daki yorgunca tekrarladı. ''Savaşmayacak. Ona zarar gelmesini istemiyorum. Yeterince yaralandı. O böyle bir hayat düşünmemişti. Bende!'' Kelimeler ağzından güçlükle çıkıyordu. Karşısına düşen abisine ve Tieden'e baktı. Boş gözleri onları süzdü ve alaycı bir nefes verdi.

''Onunla Kızıl Ormandan çıkmadan önce yanmış kulübesi önünde ona zarar gelmeyeceğini söyledim. O anki yüzü aklıma geliyor ve şu an arkada yarı ölü adamı düşünüyorum. Yeterince acı çekti. Artık savaşmayacak, savaşmayacağım. Ayağa kalktığında onu alıp gideceğim.'' dedi. Son sözcükleri daha ardı ardına gelmişti.

''Daki! Üzgünsün ve acın taze... Mantıklı düşün. Nereye gideceksiniz? Her yerde sizi arayacaklar ve bulduklarında öldürecekler. Babam senin onunla...'' Lafı devam ettiremedi. Aleon elini alnına götürdü.

''Babam seni onunla görürse... Ve yaptıklarınızı bilirse. Başta onu sonra seni öldürür. Bu günahın bedelini biliyor musun?'' Daki ona boş gözlerle bakıyordu. Aleon kelimeleri seçmek yerine birden sert bir şekilde eski tavrıyla konuşmaya başlamıştı.

''Gidebileceğiniz bir yer mi var sanıyorsun?''

''Vardır! Buradan uzak denizlerin ötesinde vardır...''

''Güney Denizi ve Kuzey Denizi savaş gemleri dolu. Nasıl geçeceksin?''

''Karadan gideriz.''

''Sizi öldürmeleri an meselesi olur. Pekte güçlü değilsiniz. Olanları kendi gözümle gördüm. Aklı ve ruhu dengesiz genç bir Rahomla ne kadar gidebilirsin.'' Daki'yi sıkıştırdıkça onun gözlerindeki öfkeyi görüyordu.

''Dengelenebilir. Bana ihtiyacı var! Ona yardım edebilirim.'' Aleon birden kahkaha atmıştı. Elini sertçe masaya vurdu.

''Sana mı? Onu eğitecek bir efendiye ihtiyacı var onun. Bu herif gibi!'' elini kaldırıp Tieden'i göstermişti. Daki onun gösterdiği ele denk düşen Tieden'e gözlerini çevirdi.

''O eğitilecek bir köpek değil! O sadece Kuwala!'' Aleon birden hiddetle ikinci kahkahasını atmıştı.

''O Kuwala dediğin adam burada onun gücünü uyandırmadan öncede kaldı. Karşında herkesin peşine düşeceği ve bir av hayvanı gibi davranılacak Kuwala var. Aklını kaçırmış soyunun topraklarını istila eden onlarca kişi tarafından onu avlarken keyif duyacak kişiler tanıyorum. Sen onu Kuwala olmaktan çıkaralı çok zaman oldu.'' Daki'ye doğru sesi yükselmişti Kardeşini alıp gitmek istiyordu. Gerekirse orduyu bu topraklardan çekecekti. Bir Ung kanını korumakla yükümlüydü. Bu durumda Kuwala ve Daki'nin bağını koparmalıydı. Daki bir süre ona gözlerini dikmiş halde cevap vermeden bekledi. Ardından masaya doğru iki elini koydu. Öne doğru eğildi.

''Burada oturmuş neyi konuşuyoruz ki? Birden gelip burada abilik görevini yapma gereksinimi mi hissettin? En başından beri gelmen hataydı.'' Aleon ona küstahça bakıyordu. Tieden ise çayından yudumlayıp gülümsedi.

''Siz Ung soyu kaba ve hoş görüsüz adamlarsınız. İki kardeşin birbirine böyle garip davranışları beni rahatsız ediyor. Kara Kurt Daki!'' başını çevirip Daki'ye doğru gözlerini dikti. Devam etti. ''Abinin sözünü kesmemelisin. Ayrıca inan o kadar korkunç bir adam değil. Seni korumak için uğraşırken çirkinleşebilir. Burada Kuwala'ya ne olacağını konuşmuyoruz. Savaşmak isterse savaşır, gitmek isterse gider. O benim kanımdan ve onu eğitmek beni sorumluluğum. Senin değil! Hiç biriniz onun sahibi değilsiniz.'' Daki ilk defa Tieden'e sinirlenmişti. Gözlerini kısmıştı. Cübbesinin ucunu avucunun içinde o kadar sıkı tutuyordu ki elli kilitlenmişti adeta. Kaşı yukarı doğru kalkmıştı.

''Efendi Kuwala için doğru olanı bildiğini sanman kadar saçma bir şey yok.'' Cohin Daki'den önce davranmıştı. Kaşları çatık ve sinirli duruyordu. Normalde asla yapmayacağı şeyi yapmıştı. Konuşanlar soylular olunca susup efendisinin yanında dururdu. Ama bu gün ona da masada yer verilmiş ve onlarla eş seviyede olduğunu biliyordu. Rütbe, yaş, kan, ırk yoktu. Sadece masa başında bir kaç kişi toplanmış konuşuyordu.

''Düşüncelerini duymak isterim.'' Tieden genç Cohin'e söz hakkı vermişti. Cohin sargıda ki kolunu tuttu.

''Efendi Kuwala'yı tanımıyorsunuz. Onunla çok uzun zaman geçirmedim ama insanlığın sınırlarının zorlandığı savaşta ölümden kurtardı beni. Şu an konuşabiliyorsam ona borçluyum. Efendi Kuwala'nın insan olduğunu unutuyorsunuz. Ne Prens Aleon'un dediği gibi bir av hayvanı, ne Marinoe Hanımın dediği gibi bir savaşçı, ne de sizin dediğiniz gibi eğitilirse istediğini yapacak kadar tecrübeli... O sadece yalnız ve bu yalnızlıkta ona eşlik etme cesareti gösteren Efendim Daki ile baş başa kalmak istiyor. Onları konuşurken duyuyordum yolculukta. Efendi Kuwala Kızıl Ormanda kalmaktan ve ona sığınan insanlara ve hayvanlara yardım etmek istediğinden söz ediyordu. Bunun içinde savaşın bitirilmesi gerektiğine inanıyordu. O saf bir kalbe sahip. Bizim gibi kir içinde değil. Tertemiz ve o ormanda Efendim Daki ile huzurlu bir hayat istemişti. Sabah kalkıp kaplıcaya gitmek istediğini, ormanda dolaşmak istediğini ve baharın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğinden söz ediyordu. Bu masada oturan herkes ona zarar veriyor. Alınmayın efendim ama sizde!'' Gözleri Daki'ye dönüktü.

''Onun güçlenmek istemesinin en temel sebebi Efendim Daki ile huzurlu yaşamak için savaşı bitirmekti. Biz oraya gittiğimizde bir savaşın varlığından bile haberdar değildi. Ona sığınan yaralanmış hayvanlarla ve bizimle ilgilenen bir hekimdi. Kendini Hekim Akanov'un oğlu sanan ve kadın ne erkek ne bilmeyen bir insandı. Tecrübesiz ve gerçekten bir çocuk gibiydi. Yalan söylemeyeceğim. Bende şaşırmıştım. Bir insan nasıl olur da bu kadar saf kalabilir diye. Ama kalmış ve bu yaşına kadar kendi başına gelmişken sizin savaşınızda çürüyüp gidecek. Kaçacak olsa da nereye kadar dayanabilir ki? Kızakları çekerken bile hemen yorulup oturup soluklanmak isteyen ve saatlerce dinlenen birisiydi o. Onun hayatını hep beraber kirlettiniz.'' Tieden gözlerini kısmış kollarını bağdaştırmıştı.

''Kendi suçunuzu bölüştürüp yükünüzü hafifletmeye çabalamayın.'' Cohin ise aynı sakinlikle devam etti.

''Suçumuz orada saldırıya uğramak ve kendime gelip yardım istemekti. Suçumuz tipide Efendi Kuwala'nın kulübesine sığınıp peşimizden gelen Kara Kurt binicilerinin onun evini yakıp kül etmesine sebep olmaktı. Ama sizde suçlusunuz. Ruh gücünüzün yüksekliğini benim gibi sıradan bir insan bile sezebiliyor. Belli ki Kuzey toprakları ile bağınız vardı. Onun varlığından haberdardınız ama gelip de onu korumadınız. Onun Londaga'nın mirasını aldığını öğrendiğinizde köyünüzü toplayıp buraya geldiniz. Sizin suçunuz kanınızdan olana sahip çıkmamaktı. Bizim suçumuz onunla karşılaşıp evini canını tehlikeye atmaktı. Beyaz Kurt köyünün suçu ondan umutlanıp üstünde bir yük oluşturup onu koruyucu görmekti. Ve Prens Aleon'un suçu ise Efendi Daki ile konuşmak yerine sürekli kafa kafaya vuruşup bizi, Efendim Daki'nin kamptan uzaklaşmak için bin adamla Kızıl Ormana götürmesi oldu. Hepimiz onun yaralanmasına, kırılmasına, incinip yorulmasına neden olduk. O yüzden burada oturup Efendi Kuwala'nın üzerinden konuşma hakkımız yok. O henüz on yedi yaşında. Bunun hanginiz farkında? Bir hafta sonra anne ve babasının ölümlerinin ve Rahomların yok oluşunun yıl dönümü ve onun doğum günü. Ama siz bunu umursamıyorsunuz. Kendi güçlerinizi yarıştırmak, ispatlamak için çabalıyorsunuz. Tanrılar boşuna soy kanlarını lanetlemiyor. Kiderin niz yüzünden elinizde silah yapmayı düşündüğünüz adamların ne hale geldiğinden habersiz yaşıyorsunuz. Kuzenin olan Efendi Kuwala belki doğum gününde anne ve babasının ölümünü hatırlayacak, doğduğu için huzursuz olacak. Siz hiç doğduğu için pişman olan bir çocuğun nasıl hissettiğini gördünüz mü?'' Gözleri dolmuştu. Elini göğsüne koymuştu. Gençti Cohin. Henüz yirmi iki yirmi üç yaşlarındaydı. O doğarken annesi ölmüş ve babası ile abisi onu büyütmüştü.

''Bu masada oturup konuşacağınız şey Kuzey'in nasıl dingin eski haline döneceği olmalı. Bakren onu karanlıktan aydınlığa çıkaracağını söylerse ben onları desteklerim. Senelerdir bu savaşın içinde dönüyorum. Öldürüyorum, ölen arkadaşlarımı gömüyorum ve yıpranmış halde devam ediyorum. Eğer sizde savaşı durdurmak istiyorsanız harekete geçecekseniz bu masada onu konuşun. Efendi Kuwala'nın gücünü, geleceğini ve Efendim Daki ile olan aşkını değil.'' Konuşmasını bitirip hepsinin üstünde koyu gözlerini gezdirmişti. Daki'nin cübbesini sıkan eli gevşemişti. Genç bir oğlanken tanıştığı Cohin'in bu kadar büyümüş olması ona garip gelmişti. Kardeşi gibi gördüğü Cohin bu gün herkesi susturup konuşmuştu. Tieden ise ne diyeceğini bilmiyordu. Hırs mı yapıyordu? Korumaya çalıştığı şeyi gerçekten silaha mı dönüştürme çabasına girmişti? Neden Kuwala'nın varlığını bir insan varlığı gibi göremediğini düşünürken yumuşak bir ses onları dağıttı.

''Kuwala Abi için üzülüyorum. Onun için gerçekten üzülüyorum.'' Tieden'in kızı konuşmuştu. Ellerini dizlerine koymuş ve bacaklarını altına kıvırmıştı.

''Büyük babamın sana yaptığını ona yapmandan çekiniyorum baba!'' dedi. Sammen oğlu Tieden'i eğitmek için ona baba olmamıştı. Sadece bir usta gibi davranmış ve en sonunda öleceğini anladığında oğlunun eline bakmamak için dışarıda oturarak hayata gözlerini yummuştu. Onu oğlu gibi görmediği için Tieden hep içinde bir eksiklik yaşamıştı. Çocukluğundan bu yana aldığı sert eğitim onu katı ve gaddar bir adam yapmıştı.

''Gereksiz bir kibirniz var hep! Kanınızın getirdiği onur için yaşadığınızı söylüyorsunuz ve bu yüzden insan olduğunuzu unutuyorsunuz. İnsanlığınızı yitirdikçe aklınızdaki mantık, kalbinizdeki sevgi kayboluyor. General Foo bize hep bunu derdi. Eğer insan olduğunuzu unutursanız bir hayvandan farksız olursunuz. Ve karanlık daima bizi kendine köle yapmak için bekliyor. Söyleyin bana efendilerim bu masada ne konuşacağız?'' Cohin onlara sormuştu. Tieden bir süre sessizce düşündü. Ardından derin bir nefes aldı.

''Savaşmayacağız. Savaşı durduracağız madem bu işe ortak olacak bu masada olan herkes.'' Prens Aleon'a dikmişti gözlerini. Prens Aleon ise kaşları çatık bakıyordu ona.

''Kuzey'den çekilmekten başka bir şey yapamayız. Bunun içinde zaman lazım ve babamı ikna etmek için...'' Kahin Sohow onun sözünü kesmişti. Dudaklarına yakın çayı geri masaya bırakmıştı.

''Seronrakaul'a doğru yola çıkan Bakren askerleri vardı. Kahinler onları görmüşler. Ellerinde mektupla at sırtında limana gidiyorlarmış. Geri çekilirseniz bu savaşı kaybeden taraf olacaksınız. Tanrılar Hammuaş gibi karanlığın dizginlerini elinde tutan kötü tanrıyı yenmek için bir araya gelmiş. Bizimde gelmemiz gerek.'' Prens Aleon onları anlıyordu ama ikna etmeleri gereken kişi Ung Kralıydı.

''Abimin yapabileceği bir şey yok. Ancak babamı ikna edebilirsek bu gerçek olur.'' Tieden ona doğru döndü.

''Kralınızı ne ikna eder?'' Aleon daha atılganca davranıp konuşmaya başladı.

''Babam büyüden ve sihirden haz etmez. Bu yüzden ona gerçek kanıtlar sunmak lazım. Seronlara giden mektubun cevabını alıp babama göndermeli ve Seronların buraya girerse kaybedeceğimizi bildiğinden emin olmak gerek. Sonrası Kuzey ile iş birliği halinde gelişecektir. Ama ona elle tutulabilir kanıtlar lazım. Mantıklı bir kral ve akıllı bir baş generaldir. Bir şeylerin o da farkında!'' Sustu. Daki derin bir nefes aldı.

''Sorun babam değil. Helyan Kea, büyük abimiz. Onu ikna etmek bir domuzu çamurdan çıkarmak kadar zordur.'' Aleon'un yüzü düşmüştü birden rengi attı. Helyan Kea adını duyunca vücudundaki her kıl ve tüy diken diken oluyordu.

''Onu ikna etmeye gerek yok. Babama direkt gideceğim.'' Daki ona bakıp kalmıştı. Babaları ile konuşmaktan kaçınan Aleon oraya gitmekten söz ediyordu. O kötü ve kabus saçan Aleon tapınağa girince arınmış ve bir aziz gibi olmuştu. Bunu düşünürken gülüp başını sallamıştı.

''Ung tarafında değilim. Bu yüzden oranın kararlarına çok karışmayacağım.'' Tieden ona dönüp bakmıştı. Daki'nin ne tarafta olduğunu biliyormuşcasına konuştu.

''Rahomların hep muhafızları olmuştur. Kuwala'nın muhafızı olmakta senin kaderin.'' Daki bunu duyunca gülmüştü. Öyle iştahlı kahkaha atmıştı ki gözlerinden yaş gelmişti.

''Ne muhafızı olmaktan söz ediyorsun sen? Kuwala'nın muhafızı falan değilim ben. Onun ilk olarak dostu ikinci olarak ta sevgilisiyim.'' Tieden bile kabullendiğini düşünse de bunu birden duyunca sindiremiyordu. Sadece bir gönül eğlencesi olduğunu umuyordu. Bir süre sonra Kuwala sorumluluklarını anlayan yetişkin bir Rahom haline gelince bu gönül eğlencesi ikisi arasında sade bir dostluğa dönüşmesini bekliyordu. Bedensel hazlardan arınmış bir Rahom olmazsa Kuzey toprakları hep sallanacaktı. Ve onu idare eden kişinin yetersizliği ile yine parçalanacağını düşünüyordu Tieden. Cohin'in anlattıkları bu düşünceler ile kafasından silinmişti.

''Gelip geçici gençlik heveslerinden başka bir şey değil bunlar. Ama karışmayacağım. '' Dedi Tieden. Daki sanki o hiç konuşmamış gibi daha önce ki düşüncesini anlatmaya devam etti.

''Ung topraklarında hak istemiyorum. Bu yüzden orası için savaşacak ta değilim. Benim savaşım bir tarafla değil. Bir çok tarafla. Bu gün Cohin'in dediklerini düşünüyorum ve kendimle bile savaşmam gerekiyor. Burada Beyaz Kurt lideri Denle var! Prens Aleon var. Rahom soyunun en rütbelisi sen varsın ve kahin Sohow. Sizlerin bu konuyu konuşması gerek. '' dedi. Planlara karışmak istemiyordu. Ve bu noktada kendi rütbelerini söküp atmıştı.

''Haklısın Daki! Bu konuyu ordularını yönetebilecek adamların konuşması gerek.'' kaçan kardeşini kısacık sözlerle aşağılayıp devam etti Aleon; ''Rahom Tieden dediklerimde samimiyim. Babamı ikna etmek için bir kanıt. Bunu sağlayabilir misin?'' dedi. Rohom Tieden sessizce oturan Lider Denle'ye dikmişti gözlerini.

''Elde edebilir miyiz Denle? Yollarını kesip mektubu açmalarına izin vermeden alıp gelebilir mi senin Beyaz Kurt köyünün insanları? Bu savaşta senin ve köyünün gücünü kullanması gerekmez mi?'' Denle itaat etmesi gerektiğini biliyordu. Beyaz Kurt köyü asla bir Rahoma hayır diyemezdi. Ancak o kurt köyünün eski liderinin karısı Marinoe oldukça deli bir kadındı. Orada Denle'nin elinde kalan son bir kaç yetişkin erkeği zorla ölüme göndermesini istemiyordu Mairnoe. Rahom'un bakışlarını sevmemişti. Sevmemekte haklıydı Marinoe çünkü onlara bakarken birer hizmetçiden başka bir şey görmüyordu Tieden. Bir Rahom'un kibri Kızıl Çam ağacını bile orta yerinden çatlatırmış derlerdi. Tieden babası tarafından tam bir Rahom olarak yetiştirilmişti. İstemsizce emir veriyor ve Kuzeyin ona hizmet etmesini bekliyordu. Köyünde bu emirleri bir defa ağzından çıkar ve her şeyi hazır olurdu. Ama Büyük Darta Tapınağında emir verebilen tek kişi Marinoe olduğunu bilmiyordu. Burada herkes rica minnet ile iş yaparken Marinoe bazen çok sert davranır ve emirlerini o kadar yüksek sesle söyler ki yapılmazsa ardından bir ceza geleceğini belirtirdi sesi.

''Rahom Tieden!'' Marinoe boğazını temizleyip dirseğini masaya yaslamıştı. Lider Denle'nin yardımcısı olduğunu biliyordu herkes Marinoe'nin. Rahom Tieden'de. ''Açıkcası köyümüzden arda kalan insanlarda erkek sayısı çok az. Ve onlarda ölürse bir çok işimiz aksayacak. Ve çoğu zaten yaralı. Savaşacak erkek yok!'' Tieden'e bunu söyleyip elini belindeki kılıca götürdü.

''Savaşacak kadınlar var. eğitimlerini bizzat verdiğim güçlü kadınlar var ve bir plan yapacaksanız Liderimiz Denle'den size verebileceği askerler sadece kadın olacaktır!'' dedi. Tieden ona bir süre baktı. Gördüğü şey dik başlı ve zeki bir kadındı. Bir hizmetçiden öte.

''Sorun değil. Kuzeyin kadını da erkeği kadar güçlüdür. Sen savaşmayı nereden öğrendin?'' Marinoebunu duyunca yavaşça kaşlarını çattı.

''Henüz küçükken babam öğretti. Kendisi eski Rahom muhafızıydı. Daha sonrasında kocamla kılıç kullanmayı geliştirdim. '' Lider Denle onun sözünü kesti.

''Kocası köyün gerçek lideriydi. Bakren Beyaz Kurt köyünü düşürdükten sonra altı ay esir tutulduk. Marinoe Bakrenlerden birini öldürüp anahtarları aldığı için şu an buradayız. Köyün lideri ben değilim Rahom Tieden!'' Tieden başını ağır ağır salladı.

''Bir kadını lider olarak ortaya çıkması doğru olmaz. İnsanlar onu dinlemez ve dikkate almaz. Savaşçılığın ve cesaretin ile yüce bir komutan olursun. Ama bir lider için doğru insan değil.'' dedi. Marinoe omzu silkti. İncinmişti ama umursamaz davranması gerekiyordu.

''Lider olmayı düşlemedim zaten. Sadece kızımın büyürken bir savaşın içinde kendini bulmasını istemiyorum. Bunun içinde elimden geldiğince savaşırım.'' dedi. Üstünde hissettiği gözlerle başını çevirince Prens Aleon'un onu izlediğini gördü. Bu arzu dolu bakışlar yanlıştı ve Prens Aleon'da bunun farkına varınca dikkatini dağıtmak için başını başka tarafa çevirdi. Marinoe ise konuşmasını sürdürdü.

''Eğittiğim kadınların içine son günlerde erkeklerde katılıyor. Burada çocukları ve yaralıları koruyacak güçte bir ordu kuruyorum. Ama isterseniz mektubu almak için yola düşeriz.'' Tieden onu eli çenesinde bir süre izledi. Uzun zamandır bu kadar güçlü bir kadın görmemişti.

''Bu orduyu görmek isterim. Ona göre kararımı bildiririm.'' dedi. Marinoe başını eğip oturmaya devam etti. Birden çıkıp gelen bu Rahom'un emredici ve tapınağın sahibi gibi davranmasından rahatsızdı. Ama susmaktan başka bir şey yapamazdı. Konular bitmişcesine bir sessizlik başlamıştı. Cohin köşede oturan küçük kıza çevirdi başını.

''Kağıt, mürekkep ve divit var mı?'' demişti. Hepsi ona bakınca Cohin kızın getirdiği kağıtları önüne koydu.

''Bazı şeyleri yazıya dökmek gerekiyor. Bu gün konuşulanları yazmam sorun olur mu?'' dedi. Tieden başını iki yana salladı. Cohin kırık kolu yüzünden yazı konusunda beceriksizdi. Kahin Sohow onun hemen yanında oturuyordu. Uzanıp elindeki titreyen diviti aldı. Kağıtları kendi önüne çekti. Kağıda yavaş yavaş yazmaya başladı.

''Yüce Darta Tapınağı. Efendiler, Rahom Tieden, Ung Prensi Aleon, Beyaz Kurt köyü Lideri Denle arasında yapılan konuşmalar sonucunda birleşme kararı alındı. Prens Aleon'un kardeşi Efendi Daki tarafsızlığını ilan ederek ara bulucu olması uygun görüldü. ..'' O yazıyor yanında oturan Cohin eğilmiş onun yazdıklarını sesli okuyordu. Arşivde bunun gibi binlerce kağıt vardı. Her şeyin yazılıp kaydedildiği bu tapınakta anlaşmaları kağıda dökülecekti. Masada çok şey konuşmamışlardı ama bir karar varmışlardı. Cohin okumaya devam etti.

''Rahom Soyu ve Ung soyu arasında yapılacak barış karşılığında iki tarafta koşulsuz yardımı almayı ve vermeyi kabul etmiş oldu.'' Cohin bunu okudu ve göz ucu ile masayı taradı. Anlaşmayı Kahin Sohow anladığı kadar yazdı, Cohin okudu. O gece oraya adlarını yazıp kanları ile anlaşmayı mühürlediler. Bu süreç için önemli masa konuşması sonunda bitmişti. Tapınakta birbirine öfke ile bakan gözler ve korkular bir süre dinecekti bu anlaşma sayesinde. Ama Marinoe'nin sinirini bozan tepeden inme Rahom ile arasının gerileceği, Daki'nin Kuwala ile ilişkisi hakkında abisi ile yapacağı tartışmalar kaçınılmazdı. Ama asıl büyük olayın kararını o masada Denle vermişti. Kendisinden daha yetenekli Marinoe'ye saygı duyuyor ve onun Rahom tarafından aşağılanmasından rahatsız olmuştu. Bir kadın olduğu için onu lider görmeyen rahoma kendince cevap vermek için çoğunluğun kadın kaldığı köy ahalisini toplayıp yeni bir lider seçmeleri konusunda konuşacaktı. Cesur ve atılgan, korkusuz lider olacak kişi şüphesiz Marinoe olacaktı. Gece bitmişti düşünceler içinde hepsi için.



 

Bölüm On Bir:             Tanrılarla Sessiz Bir Düğün

 

            ''Kendin olarak kalabilmek, Dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, Artık hiç bitmez!'' Uzanıp saçlarıyla oynayan Kuwala'nın elinin üstüne elini koydu. Kuwala elindeki ufacık el yazmasından bir şeyler okuyordu Daki'ye. Daki ise onun uzandığı yatağının aşağısına oturmuş halde deriden yapılma botlarının kayışlarını düzeltiyordu. Kuwala oturduğu yerden Daki'nin dağılmış saçı ile oynamaya başlamıştı. Daki ise onun elinin üstüne elini koydu. O gece masa sohbetinden hemen sonra Daki odanın iç kısmına geçince uyanmış ve onları dinleyen Kuwala'yı görmüştü. Kuwala her şeyi net hatırlamıyordu. Çoğu şeyin karanlık ve boğucu görüntüler olduğundan söz etmişti. Uyanalı henüz iki gün olmuştu. Sıkılmasın diye Daki ona arşivden okuyabileceği el yazmaları getirmişti. Ve yanında ona eşlik edip Kuwala'nın ona kitap okumasını dinliyordu. Olanlar hakkında çok konuşmamışlardı. Kuwala henüz kurdun et ve kemiğe büründüğünden habersizdi.

''Bir kral kendi ile olan savaşını kazanamazsa asla gerçek bir kral olamaz.'' Kuwala bir gün önce tanıştığı kuzenin dediklerini anımsadı. Elinin üstündeki elin ağırlığı geçti. Daki botlarının kayışlarını sıkılamıştı. Ayağa kalktı. Yatağın yanına oturdu. Kuwala onun kürkünü giydiğini gördü.

''Bir yere mi gidiyorsun?'' Daki başını sallayıp Kuwala'nın üstüne doğru eğildi. Onu öpmek için bir hamle yapmıştı ama Kuwala cevap almadan ona asla ödül verecek birisi değildi. Elini Daki'nin alnına bastırıp onu durdurdu.

''Nereye?''

''Halledilmesi gereken işler var.'' Kuwala kaşlarını çatıp ona baktı. Ne tür bir işten söz ettiğini anlamaya çalışıyordu.

''Marinoe kadınları ve erkekleri eğitiyor. Onlara bakmam gerek. Marinoe'ye bu konuda yardımcı olmam gerek. Nasıl asker eğitileceğini bilmiyor.'' Kuwala hala elini Daki'nin alnında tutuyordu. Ondan kaçan Daki'nin neyi olduğunu düşünüyordu. Buna cevap bulamamak kendini kötü hissetmesine sebep olmuştu.

''Bende gelmek istiyorum. Tüm gün bu yatakta geçirmek bana göre...'' Daki tekrar yatağa oturdu. Kuwala'nın boşta kalan elini tutup aşağı doğru indirdi.

''Yaranın iyileşmesi gerekiyor!'' Kuwala başını iki yana salladı. El yazmasını karnına doğru koyup başını iki yana sallamıştı.

''Sorun yok bence. Yürüyebilecek kadar kendimi iyi hissediyorum. Sürekli yatmak kaslarımın ağrımasına sebep oluyor. Biraz dolaşırım ve...'' Daki onun burada tek başına canın sıkılacağını anlayacak kadar zekiydi. Bu yüzden çıkmak istiyordu odadan. Ama çıktığında yürümek onu daha kötü hale getirecekti birde tanışması gereken kurdu vardı. Buna hazır değildi. Neler olduğu konusunda hiç fikri yoktu.

''Madem öyle o zaman seni avluya çıkaracağım. Orada oturmana izin vereceğim. Ama yürüyüp kendini yormanı istemiyorum.'' dedi. Kuwala gülümseyerek bunu kabul etmişti. Eskisi gibi soğuk işlemez değildi bedeni. Aksine tıpkı bir insan gibi soğuk onu etkiliyor ve titretiyordu. Daki onu kalın giydirmişti. Cübebisnin üstüne kürk vermişti. Ayakkabılarının kayışlarını sıkıca bağlayıp onu ayağa kaldırmıştı. Tapınağın arka avlusunda çalıştırıyordu Marinoe insanları. Oraya gitmek için dümdüz bir koridor ve bir kaç basamak merdiven vardı. Kurdun yattığı seraya oldukça uzak bu koridorda yürümeye başlamışlardı. Bu koridorun paralelinde Kuwala kendini kaybetmiş ve bu korkunç olaylar olmuştu. Daki bunu hatırlayıp sütunlar ardında gözüken koridora bakıyordu. Kuwala ise yavaş yavaş onun bir kaç adım ötesinde yürüyordu.

''Kılıcın değerli Ung Çeliğinden dövülmüştü. Onun gibi güçlü bir kılıç olmadan Yeşil Ateşe dayanmazlar.'' Daki bunu duyunca çimdiklenmiş gibi sıçrayıp ona doğru çevirmişti başını. Kuwala ise gülümseyip ona baktı. Ardından koridoru parmağı ile gösterdi.

''Oraya ve geçmişe takılmak pek doğru olmaz. İleri bakmalıyız. Yoksa tökezleyip duracağız!'' Daki elini saçlarına götürüp başını kaşıdı. Kuwala olduğu yerde durmuş Daki'nin yanına doğru yavaş adımlarla yaklaştı. Nazikçe kolunu tutup başını öne doğru eğip gülümsedi.

''Olan oldu. Önemli olan hala aynı yaşamın içinde yan yana olmamız. Bir savaşta olduğumuzu hep bana anlattın. Ve savaşta yaralar alınır. Dövüşülür ve ölenler olur. Bunları bana sen anlattın. Ama devam etmek gerektiğini söyledin. Çünkü bir savaşın asla kazananı olmaz dedin. Herkes kaybeder! Kimisi abisini, kimisi babasını, kimi oğlunu, kimi kız kardeşini ya da sevgilisini. Ama herkes kaybeder. En az kaybeden çabuk toparlanır. Biz henüz bir şey kaybetmedik. Ve kaybetmemek için çabalayacağız. Ama eninde sonunda birileri ve bir şeyleri kaybedeceğiz. Bu olduğunda üzülmek yerine ilerlemek gerekiyor.'' Daki onun gülümseyen yüzüne bakıyordu. Yandan daha güzel duruyordu yüzü. Burnun yukarı doğru kıvrılışı ve çenesinin kıvrımının belirginliği... Daki uzanıp onun saç bandından kurtulmuş bir tutam saçı kulağının arkasına iliştirdi. Kuwala'nın dudakları yukarı doğru daha çok kıvrılmıştı.

''Bana asla zarar vermeyeceğini biliyorum. O yüzden kaybettiğin şeyler için yas tutmaya devam ederek kendine acı çektirme.'' sesinin mırıltısında bir sıcaklık vardı. Daki istemsizce gülümsemişti. Kuwala elini belindeki sert kuşağa koydu. Başını Daki'ye doğru çevirdi.

''Sen acı çekmeye devam edersen bende acı çekerim. Bunu ikimize yapmaya devam edersen bir süre sonra birbirimizi kaybetmeye başlarız. Bunu istemiyorum.'' Kuwala'nın dudakları kapandığında yüzünde tebessüm yoktu. Gözlerinde sadece korku vardı. Daki için endişelenmiş bir ruh vardı. Daki ona ne diyeceğini bilmiyordu. Sessizlik ve durgun bakışmaları bir süre daha devam etti. Aralarındaki mesafe oldukça azdı. Bedenleri fazlası ile yakındı. Bakışarak anlaşacak kadar kuvvetlenmişti aralarındaki ilişki.

''Daki!'' koridoru inleten ses Aleon'a aitti. Zırhı vardı üstünde. Elinde ise kılıcı. Onlara doğru yürürken iki askeri yanındaydı. Ve Marinoe onunlaydı. Kuwala elini çekip bir kaç adım öne doğru yürüdü. Aleon ile konuşma yanlısı değildi. Daki ise yanlarına gelmelerini beklemişti.

''Efendi Kuwala sizi ayakta görmek beni çok mutlu etti. '' Marinoe bir kaç adım ileride olan Kuwala'yı selamlar iken konuşmuştu. Kuwala ona ufak bir baş selamı vermek için dönünce Aleon'un bakışları ile karşılaştı. Aleon bakışlarını çevirince Kuwala oldukça neşeli bir sesle konuştu.

''Seni görmekte beni mutlu ediyor Marinoe!'' demişti. Çıkışa kadar ki sonraki yürüyüşte ufak tefek konuşmalar olmuştu. Aleon bir karar almış ve mektup eline geçene kadar burada asker eğiteceğini söylemişti. Onu ikna eden kişi yoktu. Zorlayan hiç yoktu. Ama Marinoe ile köylüleri birer asker yapma düşüncesini kafasına koymuştu. Marinoe bu teklifi reddetmemişti. Müttefik olarak ilk birlikte çalışmaları bir nevi anlaşmalarını yerine getirdiğinin belirtisi olacaktı.

''Marinoe'nin nasıl dövüştüğünü marke ediyorum. Kocan Bakren muhafızı mıydı?'' Marinoe kıyafetinin sarkık kollarını bandajla sarıyordu. Dövüşürken onu engelleyeceğine inanıyordu.

''Değildi. Kurt Köyünün reisinin oğluydu. Kuzeyli kendisi benim gibi. Beyaz Kurt köyü eskiden bu yana yeteneklidir dövüşmek konusunda. Bakren soyundan önce Rahomları biz korurduk. Ve Bakren hanesinin kız kaçırma meselesinden sonrasında bu vazife için oraya eğitime giden babası ona dövüşmeyi ve kılıç kullanmayı öğretti. Babamda orada muhafız eğitenlerden idi.'' Kız kaçırma meselesi halktan gizlenen Melez Piç'in annesi ve babasının yasak aşkının iki hanenin birbirlerine saldırmak için kullandığı bahaneydi.

''Denemek isterim.'' Marinoe ona ufak bir düello davetinde bulunan Aleon'un kılıcına baktı ve başını iki yana salladı.

''Ung Çeliği ile dövüşemezsiniz. Kör kılıçla!'' demişti. Aleon bir kadınla dövüşeceğini hiç düşünmemişti. Daki orada Marinoe'nin dövüşü alacağını düşünüyordu. Bakren muhafızlarına ve binicilerine karşı direnebilen bu kadının Aleon karşısında da şansı vardı. Kuwala'nın oturduğu ufak taburenin yanında dikilmeye başladı. Eğitimi bekleyenler bu düelloyu izlemek için avlunun gerisine çekilmişti. Marinoe kılıcını eline aldı ve ağırlığı tarttı. Kılıcın ağırlığını eşitlemek için ayaklarına belli bir açı vermişti. Bir elini geriye doğru almıştı. Aleon ise kılıcını sıkıca tutup dimdik durmuştu. Savunma halinde başlayacağını gösteren bu duruş Marinoe'nin yeterince canını sıkmış iken bir elini arkasına alması ile Marinoe daha çok sinirlenmişti.

''Bir kadınla dövüşecek isem gücümü dengelemem lazım.'' demesi ile kılıcına çarpan kılıç ile sallanmıştı. Marinoe ona öyle hızlı saldırıp arkasına geçmişti ki Aleon ne olduğunu anlayamadan ense kökünde bir soğukluk hissedip ileri doğru sıçramıştı. Bu sefer Marinoe savunmada kaldığını göstermek için ayaklarını kapatmıştı.

''Ukala ve beceriksiz bir adama göre prens unvanını sadece soy kanına borçlusun!'' demişti. Çekinmiyor ve onun unvanını umursamıyordu. Onu basit bir güneyli olarak görüyordu. Aleon ona bir kaç kılıç hamlesi ile saldırdı ama saldırılarını engellemişti Marinoe! Aleon ona atakta bulunduğunda her defasında kılıcı ona dokunmadan Marinoe geriye doğru onu engelliyordu. Kılıcını elinde tarttı ve kaşlarını çattı.

''Sürekli kaçacak mısın Marinoe Hanım?'' Marinoe gülümseyerek ona bakarken Aleon onun zayıf noktasını görmeyi amaçlamıştı.

''Size saldırırsam gururunuzu inciteceğimden korkuyorum Prens Aleon!'' dedi Marinoe ve gülümsemeye devam etti. Kuwala onları oldukça dikkatli izliyordu. Orada bir dövüş, müsabaka ya da düello görmüyordu. Birbiri ile atışan ve flörtleşen iki insan görüyordu. İstemsizce gülümsedi. İkisi de güçlüydü ama kılıçlarını oyun oynar gibi savuruyordu. Bir süre daha bu oynaşma devam etti. Aleon onları dikkatle izleyen Kuwala'yı görünce paniklemişti. Oradaki zevkli dövüş aniden ona korkutucu bir zayıflık gibi geldi. Birden sert bir hamle ile Marinoe'nın kılıcına vurup elinden düşürmesine sebep olmuş ve kılıcı boynuna dayamıştı. Marinoe şaşkınlıkla ona bakarken Aleon maskesini yüzüne taktı.

''Kuzey kadını asla Güney erkeğine eş olamaz.'' Marinoe bunu söylerken boş bakan gözlere bakıp kılıcı eliyle boynundan itti. O az önceki hoş ve eğlenen adamın kayboluşuna anlam verememişti. Aleon duygularından rahatsız olmuştu. Onları gösterirse yara alacağını düşündü. Orada düello bittikten sonra Aleon kimin nasıl kılıç kullandığını görmek istedi. Ve çalışmalar başladı. Kuwala bir süre orada köylüleri eğiten üç kişiyi izledi. Ardından oturduğu yerden yavaşça kalkıp içeri doğru yöneldi. Aleon'un gördüğü iki yüzünden hangisinin gerçek olduğunu anlamıştı.

''Daki'ye benziyor!'' kendi kendine söylenip gülmüştü. Koridorda yürüyüp arşive doğru yöneldiği sırada boş seraya doğru gitmişti adımları. Orada onu çeken her ne ise adımları oraya daha hızlı gidiyordu. İçeri girince onu çeken şeyi görüp kalmıştı. Çocuklar vardı. İki beyaz kurt... Bir süre kapıda oraya baktı. Çocuklar korkusuzca kurtların etrafında oyun oynuyordu. Büyük olan kurt Kuwala'ya oldukça tanıdık geliyordu. Kurt ona doğru başını çevirdi ve kürkünü okşayan çocukları unutup ayaklanınca çocuklar ufak çığlıklar atarak geriye doğru çekilmişti. Kapıda dikilen efendisine dönmüş ve sarı gözlerini ona dikmişti. Gölgeler arasına sıkışmış kurdu burada et ve kandan oluşmuş halde ona bakıyordu. Kafasında bir ses yankılandı.

''Gölgelere karşı yetersiz kaldım.'' Kuwala kurda doğru bir kaç adım attı. Kurt ise kulaklarını indirmişti. Kuyruğunu bacakları arasına almıştı.

''Sana hizmet etmek için yeteri kadar güçlü değilim.'' Kurdun sesini duyuyordu. Kuwala ona baktı ve adımlarını hızlandırdı. Kurdun yanına geldi. Oturuş ve başını bükmüş yere bakan kurdunu af etiğini göstermek için elini uzattı. Kurdun yumuşak alnına elini koydu. Gülümsemişti.

''İkimizde kaybettik. Ama ölmedik!'' Kurt bunu duyduğunda başını yerden kaldırmıştı. Kuwala bunu fırsat bilip kendini suçlayan kurdunun ruhunu sakinleştirmek için boynuna sarıldı. Kürkünü nazikçe okşadı.

''Benim dünyama hoş geldin Ayezi!'' demişti. Kurduna bir isim vermişti orada. En azından aklından geçen bu ismi ona söylemişti. Kurt koca başını Kuwala'nın omzuna doğru bırakıp adını kabulleniyordu. Kuwala onu bıraktığında Marinoe'nin kızı, Denle'nin ufak kızı yanına doğru gelmişti.

''Efendi Kuwala onun adı Ayezi mi?'' demişti. Kuwala gülümseyip çocuklara baktı. Kurt kendini yere bırakınca çocuklar onun ipekten yumuşak kürkünü okşamaya devam etmek için etrafına toplanmıştı. Bir o değil diğer kurdu da seviyorlardı. Kuwala ileride ayinin düzenlendiği yere gözlerini çevirdi. Orada birisi oturmuş aşağıyı izliyordu. İlk bakışta kim olduğunu çözemedi ardından Tieden'in kızı Kantou olduğunu gördü. Oraya doğru gitmek için ayaklandı. Merdivenleri çıkmak onun için zordu. Buraya son çıkışından bu yana uzun zaman geçmiş gibi hissediyordu. Son basamakta oturan Kantou'nun yanına oturup elini karnına koydu.

''Burada ne yapıyorsun?'' Kız ona bakmıştı. Beyaz saçları iki örgü şeklinde omuzlarındaydı. Mavi gözleri ise aşağıdaki çocuklara bakıyordu. Cevap vermedi. Sadece bakmaya devam edip yanağını eline dayadı.

''Onlarla arkadaş olmayı düşündün mü? Çok iyilerdir.'' Kuwala onunla konuşmaya çalışmıştı. On iki yaşında bir kıza göre fazla sessiz ve büyümüş bir ruhu vardı. Kız ona çevirdi gözlerini annesi gibiydi gözleri, saçları ise babası gibi. Yarı Rahom ama Kuzeyin eski soyundan gelen annesi sayesinde bir Rahoma benziyordu.

''Onlar benden korkuyor!'' Kuwala'ya bunu söylerken sesi çekingendi. Kız başını geri aşağıya çevirdi.

''Köyde onlarla oynamam yasaktı. Şimdide benimle oynamazlar. Dert etmeyin efendi Kuwala ben burayı daha çok sevdim. Her yeri izleyebiliyorum.'' Kuwala ona bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Onlarla oynamak istemediğini anlıyordu. Başka bir şey düşündü.

''Okuma bilir misin pek?'' Kız usulca başını sallayarak bu soruya cevap verdi. Kuwala bunun üzerine sanki ağrısı varmış gibi elini karnına götürdü.

''O zaman abin olarak bana yürüyüşümde eşlik etmeni isteyebilir miyim?'' kız gülümseyip ayağa kalmıştı elini uzattı. Kuwala yaşına göre uzun olan kızın elini tuttu. Ayaklandı ve merdivenlerden indiler. Kuwaa geldiği kapıya yönelmişti. Ayezi ise orada uzanmış çocuklar ile oynamaya devam ediyordu. Efendisinin çıktığını görünce peşine takılmış ve Tieden'in kurdu da Ayezi'nin peşine takılmıştı. Çocuklar ise kurtlarla oynamak için onların peşinden geliyordu. Bu ufak konvoy arşivde bitmişti. Çocuklar buraya ilk defa geliyordu ve Kurtları takip ederek içeri girmişti. Kuwala içerideki iki kahinden ocakları yakmasını istedi. Çocuklar onunla gelmiş ve artık çıkışları yoktu. Kuwala bir süre sonra istediğini başarmıştı. Kantou ve çocukları kaynaştırmanın yolunu tesadüfen keşfetmişti. Çocuklar kurtla oynarken bir süre sonra kahinler onlara sessiz olmalarını söyledi. Ve onlarda uğraş olarak el yazmalarına bakmaya başlamışlardı. Ve sonunda Kantou onlara bir hikaye okurken bulmuştu kendini. Çocuklar merakla etrafına toplanmıştı. Kuwala Ayezi ve Tieden'in kurdunun yanına oturmuştu. Çocuklara Kuzey hikayeleri okuyan Kantou'yu dinlemeye başlamıştı. Kantou kuruyan boğazını ıslatmak için kahinin getirdiği çaydan bir yudum almak için durunca çocuklar heyecan içinde bağırmıştı.

'' Sonra ne oldu?'' Kantou hemen heyecanla onu dinleyen çocuklara kitabı okumak için dönmüştü. Bir adamın karısını öldürüp tekrar bir Mavi tilki olarak dünyaya gelişini anlatan bu masla o kadar heyecanlandımıştı ki çocukları hepsi merakla dinliyordu. O bitince bir başkasına geçmişti.

''Fohara onun hep yalnız kaldığını söylemişti. Oysa oyun oynamayı çok severmiş.'' Kuwala aklında yankılanan sesin Ayezi'nin sesi olduğunu anlamış ve bu sese alışmaya başlamıştı.

''Fohara kim?'' Kuwala bunu sesli söyleyince gözleri kapalı ocak başında uyuyan daha küçük olan kurt gözlerini aralayıp ona bakınca Kuwala kurdun adının Fohara olduğunu öğrenmişti. Kuwala mutlulukla hikayeyi okuyan kıza bakarken kapıda beliren Daki'yi gördü. Daki içeri doğru girdi. Çocuklar gelen Daki'ye bakıp tekrar masalı dinlemeye döndüler. Daki Kuwala'nın Ayezi'ye yaslanmış oturduğunu gördü. Önce şaşırdı ardından yanına gidip oturdu. Kurdun ona zarar vermeyeceğini biliyordu.

''Kurdun ile tanışmışsın!'' Daki bunu söylerken kurdun kürkünü okşamıştı. Onunla Kuwala'dan önce tanışmıştı. Kuwala gülümseyip Ayezi'nin yumuşak kürküne iyice yaslandı.

''Bir adı var artık. Ona Ayezi diyorum. Kuzey ışığı demekmiş. Kendini gölgelerde sanan bir ışık olduğunu anlamsı için bu ismi verdim. ''Ayezi bunu duyunca homurdanıp başını başka öne doğru çevirmişti. Daki masal okuyan çocuklara döndü.

''Onlara bakıcılık mı yapıyorsun? Sessizce avludan çıkmışsın.'' dedi. Kuwala saç dipleri terli ve alnında tane tane ter oluşmuş Daki'nin yüzüne elini koydu.

''Kantou'nun okumasını dinliyorum. Çok iyi bir okuyucu. Gidip terini silmelisin. Hasta olacak gibisin.'' Daki yüzündeki elin üstüne kendi elini koydu. Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı.

''Bir süre dizine uzanmak istiyorum.'' demişti. Kuwala onun reddetmedi. Üzün verdi. Daki başını Kuwala'nın dizine koydu. Kantou'nun sakin sesini dinlerken saçlarını ile oynayan Kuwala'nın verdiği huzurla yorgunluk bir araya geldi ve onu derin bir uykuya doğru çekti. Önce Kantou'nun sesi kayboldu. Ardından etrafın ışığı ve daha sonra saçlarında dolaşan parmakların verdiği his. Orada saatlerce Kuwala'nın dizinde uyumuştu. Kahinlerden birisi onun için bir örtü getirmişti. Kuwala o uyanmasın diye kıpırdamadan saatlerce orada oturmuştu. Çocuklar masalları dinlerken yemek için gitmişler ve etraf yavaş yavaş loşlaşmaya başladığında kahin Kuwala'nın okumasına devam edebilmesi için gaz lambalarını yakmıştı.

''Efendi Daki için bir yastık getirebilirim. Sizde yemeğinizi yersiniz.'' demişti kahin. Kuwala başını iki yana sallayıp çocuk gibi dizinde uyuklayan Daki'nin saçlarını okşadı.

''Sorun değil. Koca bir kafası var gibi görülse de hafif.'' demişti fısıltı ile kahine. Kahin ile gülüştüler ve o da yemek için çıktı. Artık ikisi dışında başka kimse yoktu arşivde. Kitaplıklar yükselirken camı yalayıp geçen rüzgarın sesi geliyordu. Kuwala elindeki el yazmasına odaklanmıştı. Ameliyatlar hakkında yazılmış bu el yazmasını kahinlerden birisi ona getirmişti. Kuwala'nın iyi bir hekim olduğunu Cohin herkese anlatmıştı. Kahin de onun dikkatini çekeceğini düşünüp bu el yazmasını vermişti. Kuwala sayfaları uzun uzun inceliyordu. O kadar dalmıştı ki dizinde gözlerini açmış onu izleyen Daki'yi bile fark etmemişti. Bir ara aşağı satırlara bakarken onu izleyen yeşil gözlerin ışıltısını görmüştü. El yazmasını yana doğru çekince Daki gözlerini kapamıştı ama Kuwala çoktan onu yakalamıştı.

''Uyuyor gibi mi yapacaksın?'' Daki sessizliğin korursa inanacağını düşündü. Ama Kuwala onu yakalamıştı. Kuwala elini yavaşça Daki'nin yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarına sürdü.

''Uyumadığını biliyorum.'' demişti. Daki bunu üzerine gözlerini açtı.

''Seni izlediğimden habersizken o ciddi yüzün hoşuma gitmişti. Bu yüzden gözlerimi kapadım.'' dedi. Kuwala ona bir süre baktı. Ardından elini karnına doğru götürdü.

''Karnın acıktı mı? Gidip yemek yiyelim.'' Daki bunu duyunca doğrulmuştu. Dağılmış saçlarını kurdelesini çözüp toparladı ve tekrar bağladı. Çenesini kaşıyıp ayaklandı. Oturan Kuwala'da ayağa kalkmak istedi. Uzun süredir oturduğu için bacakları uyuşmuştu. Birkaç adım atıp esnedi. Kurtlar bile yemek için arşivden çıkmıştı. İkisi mutfakların olduğu yere doğru yavaş yavaş yürüyordu. Mutfak akşam yemeğinden sonra haftada bir çamaşırları yıkadıkları yere dönüşüyordu. Büyük çamaşır kazanları kuruluyor ve kadınlar burada sohbet ederek çamaşırlarını yıkıyordu. Bu gün çamaşır günü yapmışlardı. İçeri doğru Daki süzülünce kadınların seslerini duymuştu. Kimisi şarkı mırıldanıyor kimisi konuşuyor kimileri ise kahkahalar atıyordu. Kapı aralığından Kuwala'da Daki'nin ardından girmişti. Eteklerini ve paçalarını yukarı sıyırmış kadınlar onları fark ettiğinde toplanmak istemişti. Daki ise gülümseyerek etrafa bakıyordu. Denle'nin karısı oturduğu yerden onların yanına geldi.

''Bir şeye mi ihtiyacını var efendiler?'' dedi. Daki elini midesinin üstüne tutup çamaşır kazanlarına baktı.

''Bir şeyler yemek için gelmiştik. Bu gün kazan kaynattığınızı bilmiyorduk.'' demişti. Kuwala çamaşır yıkayan kadınlara bakıp gülümsedi. Kadınlar onlara bakıyordu. Denle'nin karısı ise gülümseyip derin bir nefes aldı. Tezgahların olduğu ve kap kaçağın bulunduğu köşeyi gösterdi.

''Yerde gömülü dolap var. Onun içinde bu günden artan ekmek ve biraz lapa olacaktı. Başka bir şey yok! Hazırlayacak zamanımızda yok!'' demişti. Kuwala oraya doğru geçerken çalışan kadınlara gülümseyip selam veriyordu. Yerdeki taşa gömülü dolabın kapaklarını Daki açtı. Oldukça ağır kapakları açınca yarın sabah için hazırlanmış ekmek, koca bir güveç içinde yahni ve biraz lapa görmüşlerdi. Kuwala eğilip dolabın yanına oturdu. Aşağıya elini atıp bir somon ekmek aldı. Daki ise eline aldığı tahta kaba güveçten dolduruyordu.

''Lapa koyma! Onu yemeyiz.'' Kuwala onun yemek doldurduğu kabı izliyordu. Eline vurup kepçeyi aldı.

''Etlerinden koyma hep. Kurumuş biberlerde lezzetli oluyor!'' kadınlar ikisinin fare gibi dolaplardan yemek aşırmasını izlemişti. Denle'nin karısı gülerek onlara doğru döndü. Ellerini beline dayamıştı.

''Güveci bakır kaba koyun. İki dakika ateşte ısıtın. Soğuk soğuk midenizi ağrıtır.'' demişti. Kuwala bunun üstüne Daki'nin elindeki tahta kaba baktı.

''Böyle yeriz değil mi?'' dedi. Daki onaylayınca Kuwala son kepçeyi koydu. Daki elindeki kapı yana koyup eğilip güvecin kapağını güzelce örttü ve üstüne taşı koydu. Kuwala elindeki ekmekten parça parça yiyordu. Daki geri dolabın kapaklarını örtüp sürgüsünü çekti. Çamaşırları köpürttükleri el yapımı kokulu sabunlar ve kadınların sesleri eşliğinde oturdukları yerde yemeklerini yemeye başlamışlardı. Bir ara kızlar onlara masa getirmeyi teklif etti. Ama yerde bağdaş kurup göçebeler gibi yemeyi tercih ettiklerini söylemişlerdi. Yemeklerini yerken Kuwala elindeki ekmeği güvecin donmuş suyuna banıp duraksadı.

''Sen uyurken aklıma ne geldi biliyor musun?'' demişti. Daki dişindeki et parçasını çıkarmaya odaklanmıştı. Ona göz ucuyla bakınca Kuwala güldü.

''Yakında Bakrenler şenlik yapacakmış. Bunu neden yaptıklarını bilmiyorum ama onların neyi kutladığını öğrenmek isterim.'' Daki bir an duraksadı. Kuwala'nın doğum günü ve Rahom soyunun ölüm günü aklına geldi. Eli öylece ağzında kalmıştı.

''Nereden duydun bunu?'' Kuwala elindeki ekmeği ağzına atıp hızla çiğneyip yuttu.

''Kahinler konuşuyordu. bir kaçı gösteriyi kaydetmek için dağdan inecekmiş. Onlara katılıp neyi kutladıklarını görmek iy olmaz mı? Beş gün sonra!'' Daki öylece kalmıştı. Yüzündeki bütün mutluluk silinmişti. Donuk bir ifade ile Kuwala'ya bakıyordu.

''Beş gün sonra bir yere gidemezsin.'' Bunu söylerken sesi oldukça sertti. Kuwala dışında etrafta herkes şaşkınlıkla ona bakıyordu. Daki doğrulup kaşlarını çattı.

''Beş gün sonranın ne önemi var? Sen biliyor musun?'' Daki bu soruya cevap vermemişti. Gözlerini kısıp düşünmeye başladı.

''Beş gün sonra Bakren hanedanlığı yükselişini kutlayacak.'' bir kız cevap vermişti. Kuwala konuşan kıza baktı. Ardından Daki'ye çevirdi başını Daki ise derin düşünceler içine girmişti. Kafasında düşündüğü şeylerin verdiği heyecanla gülümsedi.

''Beş gün sonra ikimizin gitmesi gereken bir yer var.'' dedi. Kuwala ona ne sorduğunu unutup tabağın dibindekileri kaşıklamakla meşguldü. Başını kaldırıp ona baktı. Daki sırıtmıştı.

''Bırak kahinler tarafsızlığıyla gidip gösteriyi kaydetsinler. Seninle çok ciddi bir işimiz var. o güne kadar büyün gücünü ve kuvvetini toplaman gerekiyor.'' kaşları çatılmıştı. Ciddiyetle ayağa kalktı.

''Eğer zayıf olursan geri dönüşü olmaz anladın mı?'' Kuwala onu dinlerken irkilmiş halde elinde tabak ile kalmıştı. Daki derin bir nefes aldı.

''Bu görev hayatımız değiştirebilir.'' Bunu söyleyip gitmişti. Çünkü beş gün boyunca uğraşması gereken hazırlıklar vardı. Kuwala'nın ilk defa doğum günü kutlanacaktı. Ve bu kutlama sürecini Daki oldukça önemsemişti. Kimseye ne yaptığını söylememişti. Sabah erkenden ortadan kaybolur ve akşam yorgun gelir olmuştu. Kuwala ona neler olduğunu sormasına rağmen cevap alamamıştı. Daki oldukça ciddi duruyordu. Ona hazırladığı hediyeyi o kadar dikkatli yapıyordu ki... Neler olduğundan habersiz olmasını istiyordu. Kuwala tedirgindi. Beş günün dolmasına iki gün kala iki kahin kayıt için dağdan inmeye hazırlanmıştı. Kuwala bu süreçte arşivde okumalar yapmış ve arada çocuklara da kitap okur olmuştu. Beşinci günün sabahı yine arşivde iken Daki'nin ona dün gece dediği aklına gelmişti.

''Bu gece güzelce dinlenmeni istiyorum. Yarın akşam seni alacağım. Bu işi halletmemiz gerek.'' demişti. Kuwala bunları düşünürken yanına gelen kişiyi fark etmemişti. Oturduğu yerde bir el yazmasının eskimişliğinden rahatsız olup onun bir kaç sayfasını yeniden yazıp değiştirmeye karar vermişti. Yırtılmış sayfaları tekrardan bir araya getirip yazmaya başlamıştı. Kantou çocuklara kitap okurken bir anda susmuştu. Kuwala onun suskunluğu ile başını kaldırdı. Baktığında Aleon'u görmüştü. Aleon onun oturduğu masanın karşısındaki sandalyeyi çekip oturdu. Ne yazdığını baktı.

''Daki'yi gördün mü? Son günlerde ortalarda yok!'' demişti. Kuwala bir süre düşündü ve Aleon ile nasıl iletişim kuracağı konusunda kararsızdı.

''Dün odada gördüm en son. Sabah benden erken uyanıp çıkmış. Akşam buraya uğrayacağını söylemişti.'' derken elindeki diviti bırakmıştı. Gümüş uçlu diviti düzgünce tutucuya oturttu.

''Geldiğinde onu aradığını söylerim.'' diye ekledi. Aleon kaşları çatık ona baktı. Derin bir nefes aldı.

''Gerek yok! Onu bulurum ve ben söylerim.'' Kuwala kalkacak olan adama bakıp birden sert bir sesle konuştu.

''Seninle ilk geldiğinde sert konuştuğum için mi bana bu kadar kötü bakıyorsun? Sadece nasıl iletişim kurmam gerektiğini bilemiyorum. Artık müttefik olduğumuz için bu konuyu çözmek istiyorum.'' Aleon bunu duyunca geri oturmuştu.

'' Sorun senin konuşma tarzın falan değil. Sadece bu ilişkiniz benim bildiğim bir şey değil. Bana ters bir surum. Bu noktada size gülüp onay vermemi bekleme bende. Daki'nin böyle şeylere karşı yönelimi yoktu. Karşısına çıkmamış olmasaydın da olmazdı. O yüzden seni hala kabul etmiş değilim. Konuşulup çözülecek bir şey değil. '' dedi. Kuwala onu bir süre baktı. Ardından ellerini birleştirdi kucağında. Parmaklarını parmaklarının üstünde dolandırıyordu.

''Bizim yaptığımız şey yanlış mı?'' Aleon onun bu masumca sorduğu soruya bir kahkaha ile cevap vermişti.

''Yanlış ve suç. Nerede görülmüş iki erkeğin birbirini sevdiği. Sizin yaptığınız şey çok...'' Kuwala'ya bakınca devam edemedi. Öylece ona şaşkınlık içinde bakıp kalmış olan adamla göz göze kaldı. Kuwala başını önüne eğmiş ve kalmıştı. Daki'nin abisinin bu düşüncede olduğunu öğrenmek onu yıkmıştı. Yaptıkları şeyin yanlış olduğunu hiç bir zaman düşünmemişti. Sadece Daki'yi seviyor ve onunla olmaktan mutlu oluyordu. Bunun insanlar tarafından yanlış olarak görüldüğünü asla aklına getirmemişti.

''Dediğim gibi sizin yaptığınız Yanlış. Bunu yapmaya devam ederseniz ikinizde suçlu olarak görüleceksiniz.'' diye devam etmiş Aleon. Kuwala ise başı hala önünde konuştu.

''Neden yanlış?'' Aleon ona verebileceği cevapları düşündü ve çocuksu gördüğü bu adam nasıl bir şey söylerse onu vaz geçirebileceğini fark edince kaşlarını çattı.

''Bir erkek ve bir kadın birlikte olduklarında çocukları olur ve aileleri genişler. Soyunu sürdürür. Ama siz bunu yapamazsınız. Sen Daki'ye çocuk verebilir misin?'' Kuwala bunu duyunca şaşkınlıkla başını kaldırdı. Kadının doğurganlığını asla anlamamıştı.

''Belki verebilirim.'' Aleon bu cevabı duyunca sinirden gülmeye başlamıştı. Ayağa kalktı.

''Bir erkek çocuk doğuramaz. Buna uygun değildir. Tanrıların kurallarına karşı gelebileceğini mi sanıyorsun. Birde verebilirim diyor!'' demiş ve çıkmıştı. Kuwala o saatten sonra derin bir düşünceye hapsolmuştu. Daki'ye çocuk vermek bu kadar önemli miydi? O çocuklarla anlaşamazdı bile! Ayrıca bir kadın gibi doğum yapamayacağını biliyordu. Daki asla ondan çocuk istediğini söylememişti. Bir kadının çocuğu emzirmek için göğüsleri vardı ve çocuğu doğurmak için vajinası. Bunların kendisinde olmadığını düşündü ve gerçekten bu yüzden Daki ile birlikte olmayacağını düşünmek onu karamsarlığa çekmişti. İki erkek bu yüzden mi bir arada olamaz diye düşündü. Ve iki kadının birlikte olmasını sorun yapmazlardı. Çünkü ikisi çocuk doğurabilirdi. Anlam vermediği bu ilişki düzenine kafa yorarken yazmayı unutmuştu. insanlar doğurgan bir kadının bir erkekle olmasını normal görürken onların aşık olduğunu ve birbirlerini sevdiğinin ispatı olarak bir çocuk görmek istiyordu. Anladığı buydu ve bunun için ikisinin birbirini sevdiğini ispatlaması için bir çocukları olması gerektiğini kanaatine vardı. Aleon'a gidip bunu söyleyecekti. bir çocukları olursa ikisinin birlikte olması sorun olmaz mı diye soracaktı. Ancak kafasını düşüncelerden kaldırdığında hava kararmıştı bile.

Koridorda hızlı hızlı yürüyüp Aleon'u ararken yolunu Cohin kesti. Onu Daki'nin çağırdığını söyleyip ana avluya çıktılar. Ve ardından tapınaktan ayrılıp karanlık patikada yürümeye başladılar. Patikanın sonuna geldiklerinde yollar ayrılıyordu. Cohin sessizce onu götürüyordu ve elindeki gaz lambası ile yolu aydınlatıyordu. Kuwala hala Aleon'a vereceği cevabı düşünüyor ve bir çocukla onay alınabileceğine inanmıştı. Ve bu onayın Aleon'dan alınacağını sanarak ona bunu anlatması gerektiğine inanmıştı. Daki ile döndüklerinde bunu konuşacaktı. Çocuk sahibi olmak için yetimlerden birisini nüfusuna alabileceğini ve onu Daki'nin çocuğu yapabileceğini düşündü. Düşünceler içinde gittiği yerde onu bekleyen bir kamp ateşi görmüştü. Orada Daki'nin yalnız olması gerekiyordu. Ama Aleon bile oradaydı. Kantou, Denle, Denle'nin karısı ve kızı, Marinoe, Tieden'de ve Marinoe'nin kızı... Hepsi oradaydı ve yemekler vardı. Kuwala onları uğurlama için orada olduklarını düşündü. Daki ise onun geldiğini görünce heyecanla elindeki çırayı kenarı da duran Aleon'un eline tutuşturup yanına doğru yürüdü. Cohin hızlı adımlarla diğerlerinin yanına geçmişti.

''Onlarda mı bizimle gelecek?'' Kuwala bunu söylemişti. Daki ise gülümseyip ona bakıyordu.

''Uğurlamak için mi buradalar?'' Daki daha fazla onun konuşmasına izin vermedi onu sıkıca kucaklayıp kendine doğru çekti. Kuwala ise şaşkınlık içinde ona tepki veremeden kalmıştı. 

''Bu gün senin için çok özel bir gün. Bu günü kutlamak için toplandık.'' Kuwala gülümsemeye çabalayarak Daki'ye sarıldı.

''Neden özel?''

''Sen bu gün bu dünyaya gözlerini açtın. Tanrılar seni yaşamını sürmen için bu topraklara gönderdi ve ruhunu kutsadılar bu gün. Bunu kutlamak için toplandık.'' dedi. Kuwala arkada ateşin başında ve soğukta bekleyenlere bakıp kaldı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Birisinin dünyaya gelişini kutlamak mı? Bunun için o kişiyi çok sevmek gerekirdi. İçine hücum eden duygularla boğuşmaya başlarken gülümsemeye devam etmişti.

''Tieden bana Kuzey geleneği olarak açık havada bir ateş etrafında toplanarak kutlama yapıldığını söyledi. İçilir, konuşulur ve hediyeler verilirmiş.'' Kuwala'yı peşine takmış diğerlerinin yanına getirmişti. Kuwala öylece gülümsüyordu. Hayatında ilk defa doğumu için onu birileri kutlamıştı. Cohin koşup onu kucaklamış ve ardından Ung selamı verip gülümsemişti.

''Dünyada olduğunuz her gün bu ateş etrafındaki ruhunuz gibi huzurla geçsin.'' demiş ve ona ufak bir el yontması bilye vermişti.

''Abim bunları kendisi yapardı. Bana şans getirdiklerine inandım. Size de şans getirecek.'' demişti. Kuwala avuç içindeki el oyması desenlerle süslü bilyeyi mutlulukla kabul edep gözleri dolu dolu Cohin'e sarılmıştı. Ardından gelen kişi Marinoe olmuştu. Kuwala'yı kendinden ilerde gördüğü için sarılmadı başta. Elindeki ufak ipek mendile sardığı paketi verdi.

''Sizin sevdiğiniz tatlı ekmekten ellerimle yaptım.'' demişti. Hediyelerin önemi el yapımı olmasıydı. Kuwala ipek mendile sarılı ekmeği kabul etti. Ardından birden Marinoe'ye sıkıca sarıldı.

''Bunu afiyetle yiyeceğim. Çok teşekkür ederim.'' demişti. Marinoe'nin kızı ise annesinin vekaletindeydi. Sadece doğumu kutlayıp selamını vermiş ve ardından kucaklamışlardı. Denle ve ailesi birlikte iki hediye sunmuştu. Kuwala'nın okumaya düşkünlüğünü bilen Denle onun için elleriyle ucu püsküllü ve bir kaç kağıdın tutkalla birleştirilmesinden oluşan kitap ayracı yapmıştı.

''Bitimek için çok çabalamadan yarıda bırakabilir ve geri bıraktığın gibi bulabilirsin. Kahinler verdi bu fikri bana!'' demişti. Kuwala ucunda mor püskül olan ayraca bakıp gülümsemiş ve Denle'ye tekrar sarılmıştı. Denle'nin karısı ise ilerde ufak seyyar masanın üstünde duran yemeği gösterdi.

''Sizin için kurutulmuş biberden yahni yaptım.'' demiş ve yemeği sevdiğini düşündüğünü belirtmişti. Kızının da yardımcı olduğunu söylemişti. Kuwala en çok Tieden'in hediyesine bakıp kalmıştı. Tieden ona bir kılıç vermişti. Kendi kullanmadığı bu kılıcın Rahom soyunun elinden çıkan son kılıç olduğunu belirtip onun önünde diz çöküp sunmuştu kılıcı. Dedesinin prensliğini sembol eden Rahom mührü olduğunu göstermiş ve bu kılıcın artık onda durması gerektiğini söylemişti. Kuwala onunla kucaklaşmamıştı. Sadece saygı ile gülümsemişti. Kantou ile kucaklaşmış ve Kantou ona hediye olarak bir şey getirmediğini söylemişti. Sadece isterse ona kitap okuyabileceğini belirtmişti. Aleon bu olayın son anda dahili olan kişiydi. Buna rağmen bir hediye bulmuştu. Kuwala'nın yanına geldi. Kaşları çatıktı.

''UngurPan'da doğum zamanı ve günü kutlanırken o kişiye hayatı anlatması verilebilecek en güzel şey budur!'' dedi. Elindeki siyah kaplı defteri uzatmıştı. Daki şaşkınlıkla oraya bakıyordu. Bu doğruydu. Unglar hayatın boş sayfalar gibi olduğunu ve her deneyimin yaşamı yaşam yapan unsurlar olduğunu söylerdi.

''Deftere yazacağın isimler ve tarihler senin yaşamını anlamlı kılan kişi ve günler olmalı.'' dedi. Kuwala nasıl tepki vereceğini bilemedi. Bir süre uzatılan deftere baktı ve bir Ung gibi başını eğerek selam verdi ve defteri kabul etti. Aleon kaşları çatık onu onaylamıştı. Sıra Kuwala için en önemli kişiye gelmişti. Daki için bu gün çok önemliydi. Günlerdir ahşap atölyesinde bir şeylerle uğraşmıştı. Gülümseyerek Aleon'un ona geri verdiği çırayı eline aldı. Kuwala'ya döndü.

''UngurPan her yıl dönümünde gökyüzünü binlerce ışıkla aydınlatır. O gün yakılan her ışık hayatta kavuşulmuş bir dileği simgeler.'' demişti. Çırayı yanan ateşe doğru uzattı. Kuwala onun ateşte aydınlanan gölgeli yüzünden kendini alamıyordu. Loş duran yeşil gözlerine bakıyor ve göz bebeğini etrafını ince bir halka gibi saran bu yeşillik ateşte ışıldıyordu adeta. Birkaç adım gerileyip daha karanlıkta duran bir yere elini attı Daki. Bir fener çıkarmıştı. İncecik ipek mendille etrafı kapatılmış ve ortasında bir mum olan feneri ona doğru getirmiş ve yanan çırayı Kuwala'ya uzatmıştı.

''Sen benim gerçekleşen dileğimsin. Senin de bir dileğin gerçekleşsin istiyorum bu gece!'' demişti. Kuwala ne diyeceğini bilmeden uzatılan çıraya ve tebessümle ona bakan Daki'ye dalıp gitmişti. Bir dilek dileyecekti ve mumu yakacaktı. Daha sonra fener gök yüzüne yükselecekti. Çıranın ateşi ve Daki dışında kimseyi görmüyordu yaşlarla dolan gözleri. Derin bir nefes aldı. Aklından bir dilek geçirdi ve muma yaklaştırdı çırayı. Mum yandı ve eline aldığı fener yükü azalarak yukarı doğru süzülmeye başladı. Açık gökyüzünde tanrılara ve yıldızlara dileği taşıyan bir elçi olarak yukarı doğru süzülmeye başlamıştı. Işıldıyor ve ipekten beyaz kumaşı onu bir yıldız gibi gösteriyordu. Birden dayanmayıp yanında gökyüzüne bakan Daki'nin elini tutup gözyaşları içinde bir elini de yüzüne kapattı. Daki onu hemen sarmalamış ve göğsüne doğru basmıştı.

''Teşekkür ederim...'' demişti Kuwala. Daki ise ona hazırladığı asıl sürprizi göstermek için onu yavaşça kendinden ayırıp çevirmişti. Tapınaktan binlerce fener havalanıyordu. Günlerdir Daki fenerler yapıyor ve UngurPan'da o gece yükselen fenerlerin oluşturduğu manzarayı ona göstermek istemişti. Binlerce fenere onların yanından havalanan ilk fener öncülük ediyor ve oraya doğru sekiz fener de gidiyordu. Daha sonra Aleon'un feneri de yükselmişti. Kuwala onu sıkıca sarmış ve kendine yaslamış Daki'den destek alarak siyah gökyüzüne doğru yeryüzünden yükselen ve yıldızlara haber taşıyan fenerleri izlemeye başlamıştı. Daki o gece ona bir sürpriz daha yapacaktı. Fenerler yükselirken Daki onu diğerlerinin şaşkınlığından fırsat bulup biraz daha ileri doğru götürmüştü. Daha yüksekten iyi göreceğini söylemişti. Ama aklından başka bir şey geçiyordu. Durdukları yerden Kuwala yükselmeye devam eden fenerlere bakarken Daki onun elini sıkıca tutmuştu. Mor ince ipi serçe parmağına bağlayınca Kuwala ona doğru çevirmişti oturduğu yerden başını. Daki ise kendi serçe parmağına bağlı diğer ucu gösterdi.

''Bu bağ ikimizin sonsuza dek birlikte olacağını sembolleyecek. Bundan sonra seni benden beni senden başkasının almasına izin vermeyeceğiz. Biz artık bir bütünüz, bir bedeniz. Seni çok seviyorum...'' Kuwala şaşkınlık içindeki serçe parmağındaki ipi görmek için elini kaldırmış bakıyordu. Bir süre öylece durdu ardından Daki'nin boynuna doladı kollarını. Onu hiç öpmediği kadar arzu ile öpmüştü. İki ruhun ve iki bedenin tek olması tanrılar tarafından onaylanmak... Dileği bu gece gerçek olmuştu. Yıldızlar ve tanrılar onu çabuk duymuştu.

''Seni asla benden almalarına izin vermem.'' Kuwala bunu söylerken artık Aleon'un onayına gerek kalmadığını anlamıştı. Daki ile zaten bir bütündü. Birisinin onları onaylamalarına ihtiyaçları yoktu. Onlar iki ayrı ruh değil, birbirlerini tamamlamış tek bir ruhtu. Kuwala daha sıkı sarılıp bütün bedenini Daki'ye yasladı.

''Bu gün anne ve babamın yok olup bütün kaderimin değiştiği bir gündü. Benin doğumum ailemin yok oluşu... Bunların bu gün için önemi yok. Bu gün önemli olan tek şey senin burada bana bu kadar yakın olman. Başka bir şeyin bu gün anlamı yok. Sadece senin benim olmanın anlamı var.'' Kelimeleri fısıltılı ve dudakları Daki'nin dudaklarından çıkan nefesi hissedecek kadar onun dudaklarına yakındı.

''Her gün bir başka günden daha yakın olmanı istiyorum bana. Hiçbir gece birbirimize sarılmadan uyumayacağız. Söz veriyorum.'' Demişti Daki onu öpmeden önce. O gece tanrıların iznini aldıklarına inanmışlardı. Ve kendilerince bir evlilik yapmışlardı. Sözler verip aşklarını bir mor iple bağlamışlardı. O gece evliliklerine şahitlik eden yıldızlar ve Tanrılar olmuştu. Çıktıkları yükseltide ruhlarını bir bütün saymaya yemin ederken ikisine sadece onları onaylayan tanrıları eşlik ediyordu. Tanrılar tarafından bu dünyaya sevmek ve sevilmek için gelen ruhları bir arada görülüyordu.

''Sen benimsin ben seninim.'' sözcülerini aynı anda söylerken onları yıldızlar alkışlıyordu kırpışarak. Tanrılar arada nefeslerini verip onları tebrik ediyordu. Kuwala düşünüyordu. Onay alması gereken kişiler tanrılardı ve onlarda bu gece onlara onay vermişlerdi. Gökyüzündeki ayı öyle parlak hale getirmişlerdi ki ikisini aydınlatıyor ve birbirlerini kucaklamalarını, birbirlerin öperek kutsamalarını izliyorlardı adeta. Tanrılar ile yapılan bir düğün hiç bir fani tarafından lanetlenemezdi artık. Daki bunları biliyor ve artık korkusuzca tanrılar tarafından kabul edildiğini göstermek istiyordu. Ailesi ve ya hanedanlığı, başka insanlar için çirkince gözüken bu aşk onları baştan çıkaran bir tutkuydu. Arzuları ise onları birbirine bağlayan Mor ipin anlamı gibi güçlüydü. Tanrılar ruhları çiftler halinde yaratmış diyen ama hala sevmekten kaçınan kişilerin aksine onlar tek olarak var olduklarını kabul ederek orada sevmeyi, aşık olmayı kutluyorlardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On İki:  Kırmızı Kadife Zarf

 

            Kuzey son aylarda savaşa ara vermiş gibiydi. Rahom'un ortaya çıkışı ile taraflar geriye doğru adım atar olmuştu. Herkes elinde olanı koruma çabası içindeydi. Sadece kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Bakren hanesi kutlaması neşe dolu geçirememişti. Kutlama esnasında şehirdeki üç ambar alevler içinde kalmıştı. Kolunu kaybeden Melez Piç ise konuşmuyordu. Oturduğu yerden günlerce kalkmadan sallanıp kendi kendine mırıldanıyordu. Akşam saati Kristal saraydan başlayan eğlence konvoyu şehrin sokaklarını gezerken birden büyük gürültüler kopmuştu kayıtçı olan kahinler neler olduğunu görmeye gittiğinde iki kadın kılıçtan geçirilmişti. Birisi ise üstüne saldıran Bakren muhafızlarına kafa tutar gibi gülüyordu. Yerde yatan kadınların önünde duruyordu.

''Kız kardeşlerimin cesedine dokunamazsınız. Hepimiz ait olduğumuz ateşe döneceğiz.'' demiş ve iki kadını bacaklarından sürükleyip yaktıkları ambara doğru girmişti. Çığlıkları sessizlik içinde alevlerden geliyordu. Kahinlerden birisinin dili tutulmuş kendini canlı canlı yakan kadına bakıp kalmıştı. Şehre girmek çok zordu. Kahinler bile her şeyleri aranarak alınmış ve peşlerine muhafızlar takılmıştı. Gelenekleri yazmak için burada olduklarını belirten iki mühür verilmişti onlara. Daha sonra diğer ambar alev almış ve bir kargaşa çıkmıştı. Orada da tıpkı bu üç kadın gibi siyahlara bürünmüş yüzleri peçeli kadınlar vardı. Bakren muhafızlarından birisi yanındakine fısıldamıştı.

''Onu canlı ele geçireceğiz.'' demişti. Bu gün gelen kahinlerden biri Baş Kahin olarak atanan Sohow'du. Muhafızları duyacak kadar hassas kulakları vardı. Yanında tutuk kalmış olan kahini geride bırakıp ileride kılıçlarını çekmiş yanan ambarı söndürmelerine müsaade etmeyeceklerini söyleyen kadınlara yaklaştı. Elindeki yazı tahtasını onu durdurmaya çalışan muhafıza verdi ve birden üç kadını çekip alevlere doğru atlamıştı. Tahminleri seven bir kahindi. Kör kahin onun bu tahminler üzerine kurduğu yaşamını silmesini söylerdi. Ama bu gün tahminleri ile hareket ediyordu. Birden alevlerin sıcaklığı dindi ve boğazında soğuk kılıcı hissetmişti. Ambarın içine girdikten saniyeler sonra kendini Kristal şehrin oldukça uzağında bulmuştu. Büyü... Orada siyahlara bürünmüş kadınlar Akela kadınlarıydı. Ve ambarların içine açılan geçitler koymuşlardı. Kahin Sohow birden güldü.

''Doğruymuş demek ki... Kartal Pençesinde taşınan yılanların sırrı buymuş!'' dedi. Akela kadınları oldukça enteresan ve efsunları unutmamış kadınlardı. Erkekleri hadım olan bu krallığın kadınları acımasız ve zehirli olarak bilinirdi. Efsunları o kadar sır doluydu ki bir çok krallık ve hanedan onlardan çekinirdi. Hepsi tek bir kraliçeye itaat eder ve onun emri ölümse bunu yerine severek getirirlerdi.

''Darta Tapınağının Baş Kahini Sohow. Efendim Yüce Görüşlü Kahinin ölümünün ardından dünyamızda olanları kaydetmek benim görevim artık.'' Bunları söylerken ayaklanmıştı. Sırtına bağlı heybeyi çıkardı. Kadınlar kıpırdamadan onun boynuna kılıcını dayamış duruyordu.

''Yıllar önce efendim bana bir mektup verdi ve adının Güneş'in Kızı olduğunu söylediği bir kadına vermemi istediler.'' Kılıçlar birden inmişti. Kahin kırmızı mektubu dikilen kadınlara gösterdi. Kadınlardan birisi elini havaya kaldırdı ve bağırdı.

''Geçitleri kapatın!'' bu emirle beraber geçitler birden yavaş yavaş kapanmaya başladı. Geçitlerin iki yanında oturan kızlar ise oturdukları lotus pozisyonunu bozup ayaklanmıştı.

''Sizi Hanım Efendiye götüreceğiz. Heybe ve eşyalarınızı almamız gerek.'' demişti. Kahin çekinmeden önce heybesini, sonra kürkünü, cübbesini ve botlarını, gömleğini söküp verdi. Altında bir pantolonu ve onu tutan kuşağı kalmıştı. Birden mavi halka halka ışıklar belirdi. Ve geçidin ardında aydınlık bir oda görüldü. Odada büyük bir sekizgen mas ave üstünde kuzeyin ve geri kalan bütün toprakların oyularak yapılmış bir haritası vardı. Kahin Sohow şaşkınlığını gizleyemedi. Etrafta binlerce mum vardı. Tavandan sarkan büyük bir avize ve onu çevreleyen bir sürü mum daha.

''Hanımım!'' konuşan kişi Kahin Sohow'la içeri giren kızdı. Yüzünü Sohow gördüğünde şaşırmıştı. Kızın gözleri mavi ve dudakları zarifti. Akela kadınları güzellikleri ile savaşçılıkları ve sinsilikleri kadar övünürdü. Diğer giren kadınlarda bir o kadar güzeldi. Kimisi kızıl saçları ile beyaz tenleri ile dikkat çekerken kimi ise sarı güzel saçları ve kavruk tenleri, bal sarısı gözleri ile dikkat çekerdi. Akela kadınları tek bir soydan oluşmazdı. Seron'un en güneyi ve Rahom Patvira'nin en kuzeyine kadar bir çok kadından oluşan bir topluluktu. Gücüne ve ruhuna inanan her kadına kapıları sonuna kadar açıktı. Kadınların hamile kalması yasak değildi. Aksine soylarını sürdürmek için dışarı çıkarlardı surlardan ve güçlü adamlardan hamile kalıp dönerlerdi. Doğan çocuk erkek olursa onu ya belli yaşa gelinde surlardan kovarlardı ya da hadım edilmeyi kabul eden çocuk burada kadınlar ile yaşamaya onlara hizmet etmeye devam ederdi. Kahin Sohow buluşacağı kadın olduğunu anladığı Güneş'in Kızı adlı kadını hemen tanımıştı. Altın sarısı uzun saçları bukle bukle omzuna dökülüyordu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Mavi gözleri ise mum ışıklarında parlıyordu.

''Hanım efendi!'' dedi ve yerlere kapanarak onu selamladı. Kırmızı kaftan içindeki kadın gülümsemişti. Onun yanına doğru gelip elini ona doğru uzatıp selamını kabul etti. Kahin Sohow bu kadının hikayesini biliyordu. Seron krallığından kaçan prensesin Akela kraliçesine sığınıp onu annesi olarak benimseyip en büyük savaşçı kızlarından olduğu hikayesini Kör Kahin ona anlatmıştı. Ve yazdığı mektubu verirken kırmızı kadife zarfa koymuştu.

''Onun üstündeki kaftan ile mektubun rengi tutacak ve onu böyle tanıyacaksın.'' Kahin Sohow bunu anımsamış ve ayağa kalmıştı.

''Kör Kahinin ölümünü hissettim. O bizim için büyük bir adamdı. Annemiz Kraliçemiz onun için yasını tuttu. Eminim canını vermek için nedenleri vardı.'' Kadın yumuşacık sesi ile konuşuyordu. Kahin Sohow onu takip edip büyük kabartma haritaya doğru yürüdü. Her ayrıntısı ile bütün dünya ufaltılmış ve bir masaya sığmıştı. Büyük Darta tapınağına baktı Kahin Sohow.

''Efendim canını yüce Rahom için verdi. '' Bunu söylerken aşağıda ışıldayan ve üstünde bir çok bayrak dikilmiş Kristal Saray ve şehrini gördü.

''Yüce Rahomunuzun uyanışı bizimde içimizde bir heyecan yarattı. Kendisinin henüz on sekizlerin de genç bir oğlan olduğu doğru mu?'' Kadın bunu söyleyip gülümsemişti.

''Öyle! Uzun süre masumiyetini muhafaza ederek Londaga'nın ruhu ile bütünleşecek kişi olarak seçildi. Onun yüce kurtlarını hizmetine aldı, kuzeyin soğuk rüzgarlarını avuçlarının içinde dans ettirecek kadar güçlü!'' Güneş'in Kızı gülmüştü.  

''Son yaşanan olayı duydum ve bana pek güçlü gelmedi. Bir Ung'un yeşil ateşi göğüsünü delip geçti diye fısıldadı ruhlar bana. Gölgeler onu ve kurdunu esir etmiş. Kendi soyundan olanı bile tanımamış!'' Kahin Sohow alaycı konuşan kadına baktı. Ardından gülümsedi.

''Onu dağlayan kişi Ung Prensi Kara Kurt Daki olduğunu da fısıldadı mı size ruhlarınız? Ya da tekrar dirilip kurdunu ete ve kemiğe bürüdüğünü?'' Güneş'in Kızı şaşkınlıkla ona bakmıştı.

''Ung Prensi mi? Kara Kurt Daki sizinle tapınakta mı?'' Kahin Sohow başı ile onaylayıp tapınağın minicik gözüken kubbesine uzanıp elini sürdü.

''Yalnız o değil, Prens Aleon'da bize eşlik ediyor. Bunları size konuştuğunuz ruhlar söyleyemez çünkü onları tapınağa almadık!'' Güneş'in Kızı gülmüştü.

''Kızlarım senin tapınağına saygı için girmiyor. İstediğimiz yere istediğimiz anda girebileceğimizi üstadın çok iyi bilirdi. Buraya neden geldiğini söyleyecek misin?'' dedi. Kahin Sohow ona elindeki mektubu gösterdi.

''Yüce Kahinin benden bir isteği vardı ve bunu Güneş'in Kızına ulaştır demişti. Nasıl bir geçmişiniz var bilmem ama bu mektup sana ait. Bende onu teslim etmek için bulduğum ilk fırsatı değerlendirdim. Açık geçitler ve yanan ambarları gördüğüm gün seninle karşılaşacağım söylenmişti. Bu mektubu okuduğunda vereceğin kararda ya benim dönüşüm ya benim ölümüm olacakmış!'' Güneş'in Kızı mektubu alırken yere oturan kahine baktı.

''Ölüm olasılığına rağmen buraya bunu vermeye mi geldin?'' Kahin başını sallayıp gözlerini yanan onlarca mum ile tavandan sallanan avizeye çevirdi.

''Bu dünya değişmeye başladı ve burada bende kendi üstüme düşen görevi yapacağım. Yüce Londaga'nın mirasının alınması ile bütün dünyanın sallanacağı kehanetlerde yüz yıllar önce yazılmıştı. Güneş'in Kızı mektubu açıp köşeye doğru çekildi. Bir süre gözleri mektupta dolaştı. Ardından mavi gözleri irileşti ve boyalı tırnakları yüzünde gezinmeye başladı. Okumaya devam ederken odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. Mektubu katlayıp geri çıkardığı kadife zarfa koydu. Kaşları çatılmıştı.

''Kahin'e kıyafetlerini ve eşyalarını verin. Ben dönene kadar karnını doyurup isterse hizmet sunun.'' dedi ve apar topar odadan çıktı. Yazan mektubu düşünürken Akela Kraliçesinin huzuruna çıkmıştı. Yükselen tahtta oturan yaşlı kadın onu karşısında görünce meraklanmıştı. Yılan amblemleri taşıyan ahşap tahtta oturmuş ihtiyarlıktan beyazlamış saçlarını bir kız tararken bir başka kız hanımının artık titreyen ve ağrıyan bacaklarını ovuyordu.

''Güneş'in bana verdiği armağanım nedir bu korkun? Bu telaşın?'' Kraliçe ağır ağır konuşurken kız koşmuştu. Şaşkınlık içinde elindeki kadife mektubu uzattı. Kızlardan birisi alıp okumaya başlamıştı.

''Uzun zaman önce bir Seron prensesin özgürlüğü için kaçtığı ve bir kraliçenin onu alıp cesur bir kadına dönüştürdüğünü görmüştüm. Bu cesur kadının uzun süredir Kristal Şehrinde ne aradığını biliyorum. Şehri yavaş yavaş tarayıp içeriye kaos saçtığını gördüm. Orada sana anlatılan kristal ve dünyayı izleyebilen bir göz olduğunu duydun ve onu aramaya başladın. Ama o göz artık yok! Londaga tekrar dirilirken gözünü aldı götürdü oradan. Aradığın göz artık kan ve ete bürünmüş durumda. Sevgili Güneş'in Kızı seneler önce adını terk edip Surların ardına özgür bir kadın olarak geldiğinde kraliçe bana geldi ve senin kaderini okumamı istedi. Bu mektup sana ulaştığına göre kaderin okunmaya başladı. Kuzey artık bir bütün olmaktan çok uzak. Hastalıkla kaplı bir vücut gibi parça parça dökülüyor. Bu vücudu toplamak için bir lider seçildi. Ama onun ruhu herkesin ruhundan daha karışık. Kalbi bir başka atıyor ve bu onun yolculuğunda bir çok engele sebep olacak. Halklara ve hanelere düşmanlık beslemeyen senin gibi ruhların toplandığı Surların ardında saklanmış Akela'nın kadınlarının lideri olmanın zamanı geldi. Sevgili annen olan kraliçe bu mektubun geleceğini biliyordu. Bu mektubu okurken düşüncelerine boğulma. Sadece bu mektubu kraliçeye de okut. Zamanında okuduğum kaderi o biliyor ve artık zamanı geldi. Size pek sevgili oğlumu gönderdim. Onun bu vazifesini gerçekleştirdikten sonra ki kaderini göremedim. Canı size bağlanmış... Zamanı geldiğini bilmeli ve kaderini kabullenip Tanrıların ve Tanrıçanız Akela'nın seçtiği Rahom'a doğru yolda ilerlerken yardım etmek senin kaderin. Bu yolculukta sana Kuzeyli ve güçlü bir kadın eşlik edecek. Onu bulmak ve onunla beraber Surları yükseltmek ve parçalanan Kuzeyin hastalığını durdurmak için kanın verdiği yetkiyi kullanma zamanı geldi. Mektubumda söylemem gereken bir başka şey ise karnında bir çocuk taşıyamayacaksın. Ama sana bir evlat bahşedildi. Onu korumaktan ve kendi öz evladın saymaktan geri kaçınma. Her çocuk doğduğunda günahsız ve masumdur. Onların kaderlerini karşılaştıkları ruhlar yazar. Sende bir kralın kaderini yazacaksın. Yeni Dünyada benim gibi yaşı geçmiş adamlar tutunamayacak. Sevgili annen kraliçe bu gece bana eşlik edecek. Ona son vedanı...'' Okuyan kız duraksamıştı. Kraliçe ise gülümseyerek konuştu.

''Kadim dostumun son sözlerini yarıda bırakma kızım oku!'' dedi. Kız yutkunup tutuk halde okumaya devam etti.

''Ona son vedanı etmeli ve güçlü bir kraliçe olarak kız kardeşlerine öncülük etmelisin. Yeni dünyada iz bırakacak diğer kardeşlerin ile kısa sürede buluşacaksın. Elveda ve sevgiler... Tanrılar ruhlarınızı kutsasın bu sessiz gecede.'' Mektup bitmiş ve kraliçe dışında hepsi donuktu kızların. Kraliçe ise ölümün hafifliğini bir kaç haftadır üstünde hissediyordu.

''Zamanı geldi demek! Tanrılar beni bu gece davet ediyorsa onlara katılacağım. Kızlarımın hepsini buraya toplayın. Artık devir değişiyor ve herkes olması gerektiği yere gitmeli.'' dedi. Emri üzerine bütün kızları geniş ve büyük taht odasına toplanmaya başlamıştı. Taht odasındaki kızlar kraliçenin kendi yetiştirdiği kızlardı. Hepsine veda edecekti. Güneş'in Kızı onu sahiplenen annesi olan kraliçenin yanında dizlerinin dibinde oturuyordu.

''Sevgili kızlarım tanrılar bu gece beni bir düğüne ve bir şenliğe çağırdılar. Seslerini duyuyor ve artık süremin dolduğunu huzurla söylemek istiyorum sizlere. Bir kraliçe zamanı dolunca onu var eden tanrıçası Akela'nın yanına giderken gülümser. Sizinde yas tutmamanız değil benim Tanrıça Akela ile buluşacağım günü kutlamanız gerek. Bu gece yerime geçecek ve yeni kraliçeniz olmasını uygun gördüğüm Güneş'in bana armağanı olan kızım, adını ve kanını bırakıp gelmiş ve sizlere kız kardeş olmak için elinden gelen en iyisini yapmış kızımın yeterliliğini size soracağım. Onu kraliçeniz olarak isteyip istemediğinizi söylemenizi isteyeceğim.'' dedi. Ön sıralardan başladı ayağa kalkmalar. Herkes belli bir düzende ayağa kalkmıştı. Öndeki zırhı ışıldayan kız elini yuvaya kaldırıp hızla göğsüne doğru indirmişti. Öne doğru eğilmişti.

''Kraliçemiz Güneş'in de bize armağanıdır.'' demişti. Ve ardından herkesin ortak sesi yükselmişti.

''Annemizi Tanrıça Akela kutsasın! Kraliçemiz bizi kutsasın!'' kelimeleri sert ve ahenkliydi. O gece Akela tahtı el değiştirmiş ve kraliçe olan Güneş'in Kızı annesi tarafından kutsanıp kız kardeşleri tarafından kabul edilmişti. 
Gün doğana kadar Güneş'in Kızı kraliçesinin başında durmuştu. Gece bitip gün yavaş yavaş surlara doğru doğmaya başladığında Güneş'in Kızı tuttuğu elin soğukluğu ile dökülen gözyaşlarını sildi. Dikilen kızlara doğru döndü.

''Kraliçemizi annemizi pek sevgili kadim dostunun yanına götürmeden önce onu Akela'ya teslim edeceğiz. Davulları çalın ve tören için hazırlanın.'' demişti. Davullar saatlerce dövülmüştü. Akela'nın efsanevi metrelerce yüksek surlarında çalınan davullar Kuzey'i inletir olmuştu. Kuzey ile aralarına giren bu devasa surlardan duyulan sesin ardından surlarda büyük ateşler yakılmıştı. Ama en büyüğü Kraliçenin süslenmiş ve güzelce giydirilmiş bedenin bulunduğu ateşti. Bütün kızlar yüzlerinde gülümseme gözlerinde yaş ile anneleri ve kraliçeleri olan bu kadını son yolculuğuna uğurlamıştı. Bir kraliçe ölür ve yerine yeni bir kraliçe sessizce gelirdi. Bu ölen büyük kraliçenin çocuğu olmamış ve onun yerine kendisi bir kız evlat olarak ona sığınan Güneş'in Kızını evladı saymıştı. Onu bir prenses gibi yetiştirmiş ve onun kraliçe olması için eğitimini verirken bir usta olmuştu. Gözü arkada kalmadı. Kızı onu geleneklere göre uğurladı. Davullar gün batana ve ateşler sönene kadar Akela ve ölen kraliçeleri için çaldı. Etrafı inletti. Kuzeyin dağlarında yankılanıp her yerde bu uğultulu davul sesi duyulana kadar devam etti. Gün bitip ateş sönünce davullar durdu. Kraliçenin külleri altından bir kaseye konulup mühürlenmişti. Kızının yapacağı son bir işi vardı. Onu yapıp gelecek ve tacını giyecekti. Üç gün yas tutulacaktı ve kraliçe ile Tanrı Akela'nın buluşması kutlanacaktı.

Üç gün sonra güneş tekrar doğarken onu hala aynı odada bekleyen kahinin yanına gitti. Elinde altın kasesi ve arkasında siyah kaftanlar giymiş kızları ile odaya girdi.

''Annenizin Tanrı Akela ile buluşmasının şerefi kutlu olsun!'' Kahin Sohow onların geleneklerine göre taziyelerini sundu. Güneş'in Kızı bunu kabul edip elindeki Altın kasesini sıkıca sardı.

''Kör Kahin'in mezarı ile kendi mezarı birleşsin isterdi. Ona olan saygısı ve aşkı bir evlat doğurmaktan bile onu alı koydu. Beni Tapınağına kabul et ki annemin son arzusu gerçekleşsin.'' dedi. Kahin Sohow başını eğdi. Artık Akela kraliçesi olan kızın isteğini yerine getirecekti. Kör Kahin'in tutkulu aşkı olan Akela kraliçesini bilirdi. Ama ettikleri yemin bir kadının ve erkeğin bedeninden onları uzak tutardı. Efendisinin kraliçeye nasıl bir aşk beslediğini hisseder ve onun yeminine sadakatine şaşıp kalırdı. Ama şimdi anlıyordu. Onların aşkı bambaşkaydı. Gülümsedi. Geçidi açmak için hazırlık yapmaya başlayan kızlara baktı.

''Güneş'in Kızı ve tebaaları tapınağıma hoş geldiniz.'' demişti. Işıldayan geçidin diğer tarafında Tapınağın karla kaplı avlusu gözükmeye başlamış ve nöbetçiler mızraklarını çekmiş halde görüldü.

''Gelenler var!'' Bağırtılar duyuluyordu. Kahin Sohow geçidin diğer ucunda görülünce duraksamıştı hepsi. Tieden dışarı fırlamış ve Akela'nın yaydığı enerji ile duraksamıştı. Kurtlar ise geçide dikkatle bakıyordu. Sohow dışarı doğru adım attı. Onu kırmızı kaftanı ve altın sarısı bukleli saçları ile Güneş'in Kızı ve tebaaları takip etti. Oraya acele ele gelenler şaşkınlıkla bakıyordu.

''Efendi Kuwala'yı uyandırın.'' Marinoe bunu söylerken kadınlara gözünü dikmişti. Daki ise elindeki kılıcını kınına soktu. Az önce idman yapıyorlardı ve kargaşayı duyunca koşup gelmişlerdi.

''Kuwala'yı uyandırmaya gerek yok. Kahin Sohow bize misafirlerinin kim olduğunu söyler misin?'' Daki konuşurken öne doğru çıkmıştı. Güneş'in Kızı onu hemen tanımıştı. Uzun zamandır takibinde olan bu adamı bir çok defa uzaktan görmüştü. Elindeki altın kaseyi yanındaki kıza uzattı onlara doğru gelen Daki'nin önünü kesti. Karşı karşıya durdular. Daki karşısındaki yüzün Seron soyuna ait olduğunu çıkarabiliyordu. Bir Seron gibi mavi gözlü ve altın sarısı saçları vardı. Boyalı dudakları ve açık teni...

''Seronrakaul Krallığındansın sen!'' Daki bunu söylerken kılıcını çeken Marinoe olmuştu.

''Marinoe Hanım kılıcınızı çekmenize gerek yok! Misafirlerimiz bir ölünün ruhunu taşıyorlar.'' Kahin Sohow ortalığı sakinleştirmek için konuşmaya başlamıştı.

''Güneş'in Kızı! Senin burada olman beni çok şaşırttı. Onu bin bir parçaya böle bilirsin Marinoe!'' Aleon bunu söylerken kollarını katlayarak merdivenlerden iniyordu. Daki bu isme aşinaydı. Akela ile ittifak olduklarında bu isim çok anılmıştı. Akela onları yarı yolda bırakırken Güneş'in Kızı isimli komutanın başka bir planı olduğu için ve arayışında onlara ihtiyaçları olmadığını söyleyen bir mektup almışlardı. Daki şaşkınlıkla kadına baktı. Kadın ise gülümseyerek üstüne doğru gelen Aleon'a bakıyordu.

''Senin burada olduğunu söylediklerinde inanmamıştım. Sevgili abiniz Helyan Kea'da buralarda mı?'' Aleon gözlerini kısıp bir süre bakıştılar.

''Annem yani kraliçemin küllerini Kör Kahinin küllerine teslim etmek için buradayım. Sizi rahatsız etmeden bu işi halledip gideceğim.'' dedi. Marinoe birden duraksadı. Kadının gücünü gösteren bu Akela kadınlarını neden ağırlamayacaklardı ki... Onlardan bir şeyler öğrenebilirdi.

''Akela, Beyaz Kurt Köyünün düşmanı değil. Unglar bundan rahatsız ise kendileri dışarı çıkabilir. Ve siz Efendi Daki kendi rütbenizi kendiniz reddettiniz. Akelalı Hanımlar kabul edilmiştir Kahin Sohow!'' dedi. Kılıcını geri yerine sokup idman için arka avluya doğru yürümeye başlamıştı. Denle onunla dün konuşmuş ve onun lider olması için neredeyse yalvarmıştı. Marinoe bunu reddetmiş ama Denle'den daha çok kişi onu dinliyordu artık.

''Efendi Daki izniniz...'' Kahin Sohow konuşacakken Daki omzu silkti.

''Tarafsızlığımı ilan etmiştim. Marinoe'nın dediği gibi misafirlerimizle bizim sorunumuz yok. Sorunu olan Unglar gidebilir.'' dedi. Arkasını dönüp avludan ayrıldı. Güneş'in Kızının aklı karışmıştı. Ung Prensi kendi rütbesini reddetmişti ve bir köylü kadını kendinden üst tanıyordu. Karşısında dikilen Aleon'a dikti gözlerini yine.

''Kardeşlerinden birisi prensliği reddetmiş. Hemde en çok güvendiğin kardeşin! Adına üzülüyorum Aleon!'' dedi. Aleon ona karşı kişisel bir kin güdüyordu. Ung ordusunu ilerletirken Helyan Kea'nın söz hakkını elinden alabilen Akela birlikleri vardı. Bu sayede Helyan Kea söz hakkını kaybedip pasifleşmeye başlamıştı. Ama birden Akela geri çekileceğini ve bir arayışta olduklarını söylemişti. Bu durumda Aleon bir çok mektup yazmıştı Güneş'in Kızına. Onun sözünü hatırlatıp sürekli yardım etmeleri gerektiğini söylemişti. Ama Güneş'in Kızı ona bir mektup bile yazma gereksinimi hissetmemişti. UngurPan'ı kendi kaderine terk etmişti. Helyan Kea'nın başa çıkamadığı tek kişi Güneş'in Kızıydı. Onunla yarışacak kadar kurnaz değildi. Aleon bunu değerlendirmek istemiş ama yarı yolda bırakılmıştı.

''Kardeşimin girdiği yolu anlayamayacak kadar bencil bir kadınsın sen! İşini hallet ve sığınıp kendine bahaneler ürettiğin surlarına geri dön.'' demişti Aleon. Onun ayağının bastığı yere tükürüp hışmıyla içeri girmişti. Kahin Sohow şaşkındı. Aleon ile kişisel bir sorunları olduğunu bilmiyordu. Sadece Unglar ile bir sorunları var sanıyordu.

''Aleon'un hafızası kuvvetli. Her şeyi hatırlayan adamları pek sevmem.'' demişti Güneş'in Kızı. Daha sonra Kahin Sohow'u insanların meraklı bakışları arasında takip edip arkadaki sunakların orada kalan mezarlığa gelmişlerdi. Son zamanlar da buraya ufak tefek çok anıt yapılmıştı. Ölülerini anmak isteyen köylüler buraya kendilerince ölülerini hatırlatacak anıtlar yapmıştı taşları üst üste koymuş ya da isimlerini kütüğe işleyip koymuşlardı. Üstlerine yağan karlar temizlenmişti. Birileri sürekli buraya bakım yapıyordu. Güneş'in Kızı Kör Kahin'e ait olduğunu gördüğü işlenmiş mezar taşına doğru yürüdü. Donmuş toprağı açmaları için iki kahin gelmişti. Akela kraliçesinin küllerinin olduğu altın kaseyi almıştı eline. Yarım saat içinde açabilmişlerdi mezarı tekrar. Küllerin döküldüğü taşın üstünü kapatan taşı çekip açmışlardı. Bir kaç avuç kül orada duruyordu. Yeniden kar yağmaya başlamıştı. Güneş'in Kızı elindeki altın kaseyi açtı. Mezarın başına eğildi. Gözleri yaşlıydı ama ona annelik yapan kadının son arzusunu gerçekleştirmenin verdiği mutlulukla gülümsüyordu.

''Akela seni huzurunda görsün anne! Sevgilin ile aynı gökyüzünü aynı yıldızı paylaş...'' demiş ve üç turda külleri diğer küllerin içine dökmüştü. Ellerini birleştirip son duasını etmiş ve taşı kendisi tekrar kapatmıştı. Altın bukleli saçlarına kar taneleri tutunuyordu. Gülümseyerek toprağın kapatılmasını izledi. Bir kişi ise mezar taşını devirmiş taşa kraliçenin adını kazımaya başlamıştı.

''Güneş'in Kızı bu akşam yemeğinde bize eşlik edecek mi?'' Kahin Sohow bunu sorduğu sırada kadın gülümsemişti.

''Pek istenmiyorum buralarda. Ancak teklifinizi kabul etmekte içimden geliyor.'' dedi. Kahin Sohow onun teklifi kabul ettiğini var saydı.

''Siz ve tebaalarınızın bu akşam misafirim olması beni ve kardeşlerimi onurlandıracaktır. Birde Rahom Kuwala ile tanışmanızı isterdim. '' dedi. Güneş'in Kızı'da onunla tanışmak istiyordu. Ve bu tanışmayı bir resmi tanışma olarak görmek istemiyordu.

''Rahomlar ile tanışmak biz Akela kadınlarına göre bir iş değil. Darta kendi kızı Akela'yı pek sevmezdi. Rahomlarda Akela kadınlarını pek sevmez. Bir gün rastlaşırız elbette. Ama öncelikle anlatılan ve Kuzey'de olan her şeyin kaydedildiği arşivi görmek isterim. İleri görüşleriniz sayesinde gitmeden olanları gören sizlerin Kuzey'in tarihini işlediği yeri ziyaret etme şansım var mı?'' Kahin Sohow onu reddetmedi. Aksine beraber tapınağa girdiler. Siyahlar içindeki kızlar arkalarında yürümeye başladılar. Tapınakta yaşamaya başlayan köylüler yanlarından süzülüp geçen kadına bakıyor ve hayranlık duyuyordu. Kahin Sohow ise onun Kör Kahin tarafından neden seçildiğini düşünüyordu. Şu güne kadar Kahinin yazdıklarının hepsi doğru çıkmıştı. Ateşkesler, müttefikler ve Kuzey'in geleceğine dair işledikleri doğruydu. Kaba taslak yazılmış bu gelecekten gelen haberleri okumuştu Kahin Sohow. Onları okurken sadece hanedanlıkların isimlerini yazmıştı Kör Kahin.

''Misafirlerinizi ağırlamak zor olmuyor mu?'' Güneş'in Kızı bunu sormuştu derin düşüncelere dalmış Kahin Sohow'a. Koridorda yürüyorlardı. Yükselen sütunlar arasında naif sesi yankılanmıştı.

''Misafir değil onlar. Darta'nın çocukları. Herkese burada yetecek kadar yatak ve yemek var. Düzen sağlandı ve hepsi burayı ufak bir şehri olarak görmeye başladı. Çocuklara ders veriliyor, erkek ve kadınlara kılıç kullanmayı öğretiyorlar. Bir kaç öküzümüz var. Kılıçları dövebilecek demircimiz, kapıları tamir edecek marangoz... Aş yapan kadın, iş yapan erkekler var! Onlar bize bakıyor gibi.'' dedi. Güneş'in Kızı şaşırmıştı.

''Sabah bizi kabul ettiren kadın kimdi? Kurt Köyü Lideri mi?'' Kahin Sohow başını iki yana salladı.

''Lider olmayı hak eden ama savaşçı ve özgür olmayı isteyen Marinoe Hanım! O buranın gayri resmi lideri aslında. Sözünü Rahom Kuwala'da dinler çocuklarda dinler. Kendisi hem dövüşür, hem okur, hem yazar... annedir ayrıca. Burayı basmaya gelen kurtlarla ve Bakrenlilerle dövüşürken Efendi Daki ile omuz omuza savaştı. Yaraları vardı. Ama yaralarını dağlayıp herkes için devam etti. Güçlü ve cesur kadındır.'' Akela'lı Güneş'in Kızı gülümsedi.

''Bizler gibi yani. Eğer Akela'ya gelmiş olsaydı güçlü bir general olurdu.'' Kahin Sohow bunu reddetti.

''Kendisi iyi bir eş ve iyi bir kız evlatmış. Ama ailesi öldürülünce savaşmayı seçmiş. Akela'da öyle bir kadın olur muydu? Sanmıyorum. Sonuçta bizi biz yapan yollarımızın kesiştiği ruhlar ve olaylar!'' demişti. Güneş'in Kızı düşündü. Haklıydı Kahin Sohow! Marinoe gibi Kuzey'in sert kadınları savaşmayı isteyerek seçmezdi. Onlar mecbur kalmadıkça annelik yapar ve iyi bir eş olmaya çabalardı. Ama ailelerine zarar gelirse... savaşmaktan kaçınmazlardı. Akela kadınları gibi savaşmak için var olduklarına inanmıyordu Marinoe. O var olanları korumak için savaşıyordu.

Arşivin kapısına gelince Ayezi ve Fohora ile karşılaştılar. Kapının açılan iki kanadının yanına yatmışlardı. Ayezi başını kaldırıp Güneş'in Kızına baktı.

''Rahom Kuwala'nın kurdu Ayezi! Bu da Rahom Tieden'in kurdu Fohora.'' diye onları tanıtmıştı Kahin Sohow.

''Rahom Kuwala içeride olmalı. Yoksa Ayezi gelip kapının önüne yatmazdı.'' demişti. Kapıyı ileri doğru itekleyince çocukların masal dinlemek için Kantou etrafına toplandıklarını gördü. İki kattan oluşan ve sarmal merdivenlerle ikinci kata çıkan arşiv kitaplıklarla bölüm bölüm ayrılıyordu. İçeri doğru girerken ilk karşılaşılan geniş alana kürkler serilmiş ve Kantou ile çocuklar burada okuma yapıp eğlenebiliyorlardı. İçeri giren kadın ile Kantou susmuştu. Kırmızı kaftanı ve altın sarısı saçları ile gülümseyen mavi gözlere baktı.

''Burada son zamanlarda çocuklar okumalar yapmaya başladı. Bu sayede Kuzey'in tarihini öğrenmiş oluyor. Rahom Tieden'in kızı Kantou.'' ardından Kantou'nun yanına oturmuş onlara bakan yaşı on olan Marinoe'nin kızını gösterdi. Ve devam etti. ''Marinoe Hanım'ın Kızı Iries .'' dedi. Iries tıpkı annesi gibi kahverengi saçlara ve koyu gözlere sahipti. İsimleri söylenen kızlar onlara bakıyordu. Kantou ilerideki kitaplıkların oluşturduğu koridoru gösterdi.

''Efendi Kuwala'yı arıyorsanız orada. Ama rahatsız edilmek istemedi.'' dedi ve kitabına devam etti. Kahin Sohow bunun bir fırsat olduğunu düşünüp Güneş'in Kızı'na döndü.

''Belki tanışmak istersiniz.'' demiş ve onu peşine takmıştı. Tebaaları ise kızların olduğu yerin biraz ilerisinde beklemeye başlamıştı. İlerleyip köşeyi döndüler ve ardı ardına kitaplıkların oluşturduğu koridorlar gözüktü.

''Dışarıdan oldukça ufak duruyor tapınak. Ama içi gerçekten beni şaşırtacak kadar büyükmüş.'' Güneş'in Kızı şaşkınlığını böyle dile getirmişti. İlerlemeleri durdu. Kuwala bir çok kitabı yere yığmış ve hala bir çok kitabı yere indirmeye devam ediyordu. Yeni uyanmışa benzemiyordu. Aksine saçları dağılmış ve dünden kalma gibi üstü dağınıktı. Yanındaki kahin ellerini birleştirmiş halde başını eğmişti.

''Efendi Kuwala öyle bir el yazması olduğundan emin misiniz? Sizin için bütün arşivi aratıyorum. Ama yok.'' Kuwala parmakları ucuna kalkıp büyük bir el yazmasını çekip aldı. Ağırlığı ile yere hızla bırakınca büyük bir gürültü çıkmıştı.

''Ayezi bana daha önce yazıldığını söyledi. Daha Kuzeyin ilk zamanlarında yazılmış. Eğer onu bulursam bir çok cevaba da ulaşabilirim. Deriden yapılma ve üstünde Üç yapraklı bir çiçek damgası olacak. Onu kendim de gördüm.'' demiş ve raftan tutunup ilerde ki el yazmalarına uzanmıştı.

''Efendi Kuwala dünden beri arıyorsunuz. Bırakıp gidin ve uyuyun artık.'' dedi. Kuwala elindeki ufak kitabın üstüne baktı. Onu yere doğru bıraktı.

''Kahin Sohow'un elbet bilgisi vardır. Sahi daha gelmedi mi o?'' demişti. Kahin yerdeki bir kaç kitabı alıp raflara koymaya başladı.

''Efendi Daki'yi çağıracağız artık. Kendinize zarar vermek üzeresiniz. Kitaplıklara öyle asılmamalısınız. Kırılırsa...''Kahinin yakarışlı sesini susturan Kahin Sohow'un sesi oldu.

''Kitaplıklarda değil aradığınız el yazması. Efendimin sandığında!'' Kahin Sohow bunu söyleyince Kuwala elindeki tabı geri rafa koydu. Aşağı doğru atlayıp konuşan Sohow'a doğru döndü.

''Kahin Sohow ona ihtiyacım var. İçinde ruhani enerjiyi eğitmeye dair bir çok bilgi varmış. Ben düşündüm ki...'' Birden durup Kahin Sohow'un yanında dikilen kadına baktı. Bir süre onu izledi ve ardından yüzüne düşen saç tutamını kulağının arkasına aldı. Gri gözleri ışıldıyordu.

''Seronrakaul krallığından çıkıp Bataklık surları ardına sığınmış olan bu kadın kim Kahin Sohow?'' demişti. Güneş'in Kızı onun insanların içini ve taşıdıkları geçmişi okuyabilmesine şaşırmadı. Londaga'nın gözü vardı artık onda, kulağı, ruhu, kalbi ve enerjisi vardı onda.

''Akela'nın yeni kraliçesi Güneş'in Kızı ben. Sizinle tanışmak bir onur Rahom Kuwala!'' dedi. Kuwala kaşlarını çatmıştı. Ona bir süre baktı ve ardından Daki ile Aleon geldi aklına.

''Unglar burada Akelalı kimseyi istemiyor. Neden onu içeri aldınız?'' Sorusunu sorarken sertti. Kaşları çatıktı. Ellerini arkasında birleştirdi.

''Ölü bir ruh taşımışsınız buraya kadar. Göreviniz bitmiş. Neden hala buradasınız?'' Hisleri ile konuşuyordu Kuwala. Güneş'in Kızı ona bakıp kalmıştı. Bir Rahom olduğunu belli eden sözleri vardı Kuwala'nın. Bir kaç adım atıp çatık kaşları ile Güneş'in Kızını süzdü. Ardından derin bir nefes aldı.

''Aklınızdan geçenleri dilinize getirmelisiniz. Neden hala buradasınız?'' diye tekrarlamıştı Kuwala. Güneş'in Kızı onun gözlerindeki parlaklığa baktı. Aradığı ileri görüş ondaydı ve artık birisine ait olan bu gözü aramayı bırakmalıydı. O göz sayesinde hata yapmadan Akela'yı bataklığından ileriye taşıyabileceğini düşünüyordu. Şimdi ise bütün hayalleri eriyip gidiyordu.

''Bu akşam yemeğimizde misafirimiz olacaklar. '' dedi Kahin Sohow. Kuwala kadının gözlerinin içine gözlerini dikmişti. Bir süre öylece baktı ardından ellerini arkasında birleştirdi.

''Kör Kahinin sandığını gösterin bana. Burası senin evin istediğini ağırlayabilirsin.'' demişti. Kahin dağınık kitaplara bakıp Kahin Sohow'u selamladı.

''Geliyorum Efendi Kuwala lütfen daha fazla etrafı dağıtmayın. Uyumadığınızı Efendi Daki'ye söylemek zorunda bırakmayın beni!'' demişti. Kuwala son günlerde o kitapla kafayı bozmuştu. Bir çok efsunun nasıl yapılacağını anlatan bu kitaba ihtiyacı vardı. Güneş'in Kızı acele ile oradan çıkan Rahoma baktı. Onun daha olgun olmasını bekliyordu. Karşısında genç bir erkek beklerken daha çocuksu bir ruhla dolaşan bir Rahom bulmuştu.

''Her zaman böyle midir?''

''Aslında değil. Genelde derin derin düşünür ve Efendi Daki dışında kimse ile pek konuşmaz. Genelde odasına kapanır ya da burada saatler geçirir. Sorumluluklarını anlamak konusunda ona yardımcı olması için meditasyonlar öneriyoruz ama sadece oturup okuyor. Son olaydan bu yana onunla doğru düzgün konuşma fırsatını kimse bulmadı. '' Güneş'in Kızı yerdeki el yazmalarına bakıyordu.

''Efendi Daki ile pek bir yakınlar. Açıkçası Rahom ile konuşacağım bir kaç şey var. Bunu annemin vasiyeti olarak göreceğim. Akşam yemeğinde onunla karşılaşabilir miyim?'' Kahin Sohow düşündü. Daki ve Kuwala yemeklerini herkesle yemezlerdi. Genelde herkes yemeğini yedikten sonra mutfakta kendi kendilerine yemek yerlerdi. Ya da odaya isterlerdi yemeği.

''Akşam yemeğini herkesten sonra yerler. Odalarında yeme olasılıkları daha yüksek. Efendi Kuwala herkesle yemek yemiyor. İnsanlarla iletişimi zayıftır.'' demişti. Güneş'in Kızı gözlerini kapadı. bir kaç saniye öyle durdu ve ardından gülümsedi.

''Bu akşam bizde yemeğimizi yedikten sonra onları ziyaret edeceğim.'' dedi ve arşivde dolaşmaya devam etti. Güneş'in Kızı bir şey planlıyordu. Ona yazılmış mektubun anlamını çözmek istiyordu. Surların ilerisine bataklığın ilerisine halkını götürmeyi planlıyordu. Bunun için ihtiyacı olan ileri görüşün artık bir sahibi olması onu yıldırmamıştı. Aksine onu mutlu etmişti. Kullanmasını bilen birisi olursa ve onunla müttefik hatta daha ilerisi dost olursa onlara yardım ederdi. Sadece derdini dinlemesi gerekiyordu. Yemekten sonra bir süre bekledi ve zamanı geldiğine inandığında odasında oturan kızlardan tapınağın mutfağına bir geçit açmalarını istedi. Geçit açılmaya başladığında mutfağın loş ışığında bir mavi daire belirdi. Hızla dönüyordu. Daireyi genişleten kızların elleri daire çiziyordu boşlukta. Daire genişledikçe geçit genişledi. Geçidi fark edenler kadınlar olmuştu. Şaşkınlıkla geçidin açıldığı yerden uzaklaştı. Yere gömülü dolabı talan eden Daki ve Kuwala'da durmuştu. Orada yemek için ağız tadına uygun bir şeyler bakınıyorlardı. Kuwala elindeki ekmeği bırakıp şaşkınlık içinde ileri doğru bir kaç adım atmıştı. Kitapta yazan zaman ve mekanı kıran bu geçidi kim yapıyor merak ediyordu. Kör Kahinin sandığından aldığı üç yapraklı çiçek damgalı el yazmasında yazan bir efsundu bu. Böyle bir geçidi açmak için senelerce eğitim görmek gerekirdi. Dışarı doğru süzülen kadına bakıp kaldı. Kırmızı kaftanı ve altın sarısı bukleleri...

''Kapatabilirsiniz.'' demişti ve geçit var olduğunun aksi yönüne dönüp kaybolmuştu. Daki oturduğu yerden bakıyordu. Kadın ise onlara doğru yürüdü. Kuwala'yı cezbettiğinin farkındaydı. Ama ona hala düşman gibi bakan Daki'nin gözlerine bakamıyordu.

''Sizinle konuşmak için bu davetsiz ziyaretimin kusuruma bakmayın. Ama daha fazla geciktiremem bu konuşmayı!'' dedi. Kuwala kaybolmuş geçidin ardında bıraktığı boşluğa bakıyordu.

''Bunu nası yaptın?'' diye atılmıştı. Daki'ye döndü heyecanla.

''Gördün mü? Sana anlattığım gibi. Bunu yapabilmek için doğru enerjiyi yakalamak gerekiyormuş. Ve hatta...'' cübbesinin geniş cepinden küçük el yazmasını çıkardı. Sayfaları hızla çevirdi. ''Zaman ve mekanı bükmek ve istenilen yere ulaşmak için etraftaki ve bedendeki enerjiyi doğru odaklamak gerek. Bunun için uzun meditasyonlar gerekir!'' heyecanla başını Daki'ye çevirdi. Daki daha önce geçit açan Akela kadını görmüştü.

''Bunu nasıl yaptınız?'' Kuwala kadının yanına yürümüştü. ''Bana da öğretir misiniz?'' diye ekledi. Kadın ona bir süre bakıp kaldı. Daki oraya doğru bir kaç adım attı.

''Buraya bir şey konuşmaya geldiğinizi söylemiştiniz. Sizi dinliyoruz!'' dediğinde Kuwala hızlı adımlarla Daki'nin yanına doğru çekilmişti. Ona doğru fısıldayarak konuştu.

''Eğer bunu öğrenirsem mektubu...'' Daki kaşlarını çatıp ona bakmıştı.

''Kuwala!'' diye çıkıştı. Kuwala başını yana doğru çevirip susmuştu. Daki ona sert çıkışmak istemiyordu ama güvenmediği yeni Akela kraliçesinin yanında planları konuşma yanlısı değildi.

''Londaga'nın gözlerine ihtiyacım var. Surlara gelip oranın geleceğini görmesi gerek.'' dedi. Etrafı derin bir sessizlik kapladı. Daki bir süre kadına baktı ve anlamsızca gözlerini kıstı.

''Ne demek bu?''

''Rahom Kuwala'nın görüşü artık Londaga'nın görüşü. Akela'nın geleceğini görmesi gerek. Bu konuda sizden yardım istiyorum. Surlara gelip bana miras kalan şehrimin akıbetini söylemesine ihtiyacım var. '' Kuwala ona bakmıyordu. Güneş'in Kızı ise bir kaç adım attı ileriye doğru.

''Eğer surların akıbetini söylersen sana istediğin bu efsunu öğretebilirim.'' dediğinde onun dikkatini çekmişti. Başını çevirip oraya doğru baktı.

''Geçitler açmamı sağlayabilir misin?'' dedi. Atılganlığını Daki durdurmak için onun önüne doğru geçti.

''Yo! Hemen evet demeyeceğiz. Sana ve tebalarına güvenmiyorum. Sinsiliğiniz adınızın hep önünde.'' dedi. Güneş'in Kızı ona kızgın olan Ung Prensine bir süre baktı. Onları yarı yolda bırakmışlar ve bu yüzden Bakren Hanedanlığı Ung Askerlerinin kampını sahile kadar çekilmeye zorlamıştı. Büyük kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmışlardı.

''Daki...'' Kuwala sızlanarak konuşuyordu. Onun lafını kesip önüne atılan Daki'yi kolundan tutup yanına çekti.

''Akela kadını ile bende konuşmak istiyorum.'' dedi. Daki bir süre ona gözlerini dikti. Ardından konuşması için geriye çekildi.

''Size güvenmiyorlar ve sebepleri var. Yüz yıllarca paralı suikastçılar olarak iş yapmışsınız. Haksız değil Daki! Ama ben size şans vermek isterim.'' dedi. Sonrasında ise bir teklif yapmıştı ve Güneş'in Kızı bu teklifi dikkatle dinlemişti. Seronrakaul krallığına gidip orada Bakrenli bir generale teslim edilecek mektubu alıp getirmesini istemişti Kuwala. Bu sayede işler hızlanacaktı. Seronrakaul krallığı kilometrelerce ötedeydi ve oraya gitmek zordu. Bunun için çok büyük güç sarf etmek gerekirdi. Güneş'in Kızı teklifi düşüneceğini söyledi.

''Size zamanı ve mekanı bükmeyi öğretmekten vaz mı geçiyorsunuz bu teklifinizle?'' demişti. Kuwala ise başını iki yana salladı.

''Bu işi yaparsanız size olan güvenimi kazanmış olacaksınız. Bu bir güven ilişkisi. Bende size yardım edeceğim.''

''Bu durumda ben sizin sözünüze nasıl güveneceğim?''

''Bana güvenmemeniz için bir neden yok. Ama siz Akela Kadınlarının adında güvensizlik yatıyor. Kendinizi kanıtlamanız gerek! Bunu yaparsanız sizinle anlaşabiliriz.'' Kuwala bunları söyleyip ona dikmişti gözlerini. O sabah gördüğü çocuktan eser yoktu. Onu açıkça şartları altında baskılayan bir adam görüyordu karşısında. Ne istediğini ve ne alması gerektiği konusunda kararlı ve avantajlarını bilen bir adam... Güneş'in Kızı bir kaç dakika düşündü.

''Kabul edeceğim. Ama bana mektubun neye benzediğini tarif etmeniz ve nerede bulacağımı söylemeniz gerek.'' demişti. Kuwala elindeki kitaba baktı ve gülümsedi. Yarın öğlen saatlerinde serada buluşalım. Size nerede, nasıl ve kimde olduğunu açıkça söyleyeceğim.'' demişti. Güneş'in Kızı geri dönerken kapıları kullanmış ve etkileyici girişini unutturmuştu. Avantajlı başladığı işte bütün fırsatını kaçırdığını düşünmek onu sinirlendirmişti.

Daki ise gururlanmıştı. Gülümseyerek kendi şartlarını öne süren ve Seron mührü taşıyan bu mektubun önemini hatırlayan Kuwala'nın yüzünü elleri arasına aldı. Kuwala ise Daki'yi etkilemiş olmanın verdiği mutluluğu çabuk unuttu.

''Kahin Sohow'dan yardım almamız gerek. Gelecekten bazı şeyler görmek için bu el yazması yeterli değil. Gidip onunla konuşmalıyım.'' dedi. Yemeğini bile bitirmeden acele ile Daki'yi peşinden sürüyerek Sohow'un odasına girdi. Sohow aklını toplamak ve yaşananları yazmakla meşguldü. İçeri giren Rahoma bakıp selamlarını sundu. Kuwala ise el yazmasını göstermişti.

''Bana yardım etmen lazım!'' dedi. Sohow için ona yardım etmek öncelikli göreviydi.

''Kör Kahin gibi gelecekten parçalar görmem gerek. Bunun için bana yardım eder misin?'' dedi. Sohow bir süre ona baktı ve şaşırmıştı. Ona doğuştan verilen bu yetenekten habersiz Kuwala'ya şaşkınlıkla bakmıştı.

''Biliyorsunuz ki sizde Londaga'nın gözleri var. Geleceği zaten görüyorsunuz.'' demişti. Kuwala bir an durgunlaştı. Anlamamıştı. Ama sormaya çekindi. Daki onun yanına geldi.

''Kahin Show Londaga'nın görüşünü nasıl kullanacağımızı biliyor musun? Bu konuda bize yardım etmen gerek.'' dedi. Kahin Sohow ayağa kalktı. Cübbesinin eteklerini elleri ile düzeltti. Onu takip etmelerini istedi. Londaga'nın görüşü nasıl kullanılır bilmiyordu. Ama bir şeyden eminde. Efendisi Kör Kahin daima dışarı çıkardı. Avlunun ortasına oturup dışarıda konsantre olup meditasyon yaparak geleceği görebilirdi. Bunu denemek için aynı şeyi uygulamaya karar verdi. Dışarıya çıktılar yere bacakları on santim olan tahtayı getirtirdi. Kuwala'ya yapacaklarını anlatmaya başlamış ve onun sessizce gece vakti ruhlarla bütünleşip geleceği göremeye neyi görmek istediğine odaklanmasını söylemişti.

Bir saat boyunca uğraştı ama üşümekten ve boşa zaman geçirmekten başka bir şey elde edemedi. Dişleri birbirine vuruyordu ve titriyordu. Daki daha fazla kenarda kalmayı kabul etmedi. Kuwala'nın oturduğu tahtaya çıkıp yanına oturdu. Elindeki kürkü onun omuzlarına atıp sıkıca onu sardı.

''Bu iş böyle olmayacak. Kahinlerinden Seron kralının mektubu ne zaman teslim edeceğini görebilecek kadar iyi olan var mı?'' demişti. Sohow onlara bakıp başını iki yana salladı.

''Zamanı belli olmayan ve bilinmez olanı ve uzaktaki geleceği göremeyiz. O yetenek sadece efendim Kör Kahinin ruhuna verilmişti.'' dedi. Kuwala ısınmak için Daki'ye daha çok sokuldu. Onlar konuşurken tahtaya binen ağırlıkla şaşırmışlardı. Ayezi sessizce gelip dar tahtaya pençesini bastı.

''Ne görmek istiyorsun?'' sesi Kuwala'nın aklında yankılanmıştı.

''Seronların mektubunun nerede olduğunu! Ama bunu yapamıyorum.'' dedi. Ayezi pençesini çekip dikildi.

''Senin gücün benim gücüm. Eğer öğrenmek istediğin bir şey varsa benden iste!'' Kuwala kafasındaki sesi duymuştu. Doğruldu. Ayezi'ye doğru ayağa kalktı.

''Londaga'nın gözleri ile görmek istiyorum.'' demişti. Kurt başını eğdi. Onun isteğini kabul etmişti. Ayezi'yi onun dışında kimse duyamazdı.

''Kara Kurt Daki'nin yanına dön. Kendini güvende hissettiğinde sana rehberlik yapacağım.'' demişti. Kuwala geri Daki'nin yanına oturdu. Ayezi tahtaya çıktı. Tahtanın ayakları gıcırdadı. Ayezi Kuwala'nın gözlerini görmek için eğilmişti. Gözlerini onun gözlerine dikti. Bir süre bakıştılar. Kuwala, Ayezi'nin gözlerinde bir boşluk gördü. Ve boşluk yavaş yavaş derinleşip büyüyüp onu içine doğru çekti adeta. Çekildiği boşluk ruhların onu davet ettiği derinlikti. O yaşayıp ölmüş olanların ruhu tarafından davet edilirken bedeni yanında oturan Daki'ye doğru devrilmişti. Bundan sonrası gün doğana kadar sürecek bir bekleyişti. Daki soğukta kalmanın doğru olmadığını düşündü. Kuwala'yı kucakladı ve ayaklandı. Zayıf olduğu için onu taşımak zor değildi. Onu yatağına yatırmışlardı. Ve gün tekrar doğana kadar beklemişlerdi. Kuwala günün ilk ışıkları ile esneyerek uyanmıştı. Yüzünde bir gülümseme ile uykudan kalkar gibi kalkmıştı. Gezintisi oldukça rahat geçmişti. Görmek istediği ne varsa görmüştü. Bir gerçekle yüzleşmişti. Ayağa kalktı. Daki bir saat kadar önce oturduğu yerde uyuklamaya başlamıştı. Geleceği gördüğünde ona Ayezi önemli bir şey göstermişti. Kuwala gördüklerinin etkisi ile gülümsedi.

''Eğer bir kere yollarınız ayrılırsa bir daha birleşmeyecek! Asla kısa sürede zamanı ve mekanı bükmeyi öğrenemeyeceksin. Ama Güneş'in Akela'ya bahşettiği kızı senin müttefiğin olacak. Akela kadını sana mektubu getirecek ve sende ona surlarının geleceğini anlatacaksın şimdi izle.'' demişti Ayezi. Ona görüntüler göstermiş ve unutmaması için yavaş yavaş izletmişti. Seronrakaul krallığının başkenti Sant Şehrindeki büyük sarayda ona adım adım mektubun yerini göstermişti. Daha sonra ise Akela'nın geleceğini izletmişti. İki gelecek göstermişti. Bir Rahom ile olan birlik sonrası bir de Rahomsuz olan birliği. Ve Rahom'a bağlılık yemini etmeyen Akela'nın geleceği parlaktı.

Kuwala eğilip Daki'nin saçlarını öptü. Üstünü örtüp odadan sessizce çıktı. Güneş'in Kızı ile erken bir görüşme yapması gerekiyordu.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Üç: Vedalar

Akela kadınları o sabah tapınağı apar topar terk etmiş ve iki gün sonra bir elçi göndermişlerdi. Elçinin elinde Seron mührü olan bir mektup vardı. Mektup açılmamış ve okunmamıştı. Mektubu teslim etmek istedikleri kişi Kuwala olmuş ve elçi bir haber taşıyordu. Kuwala onunla görüşmeyeceğini söylemişti. Akela Kraliçesi ne derse desin kararında kesindi ve onların kaderini etkilemek istemiyordu. Akela'nın geleceğini söylemiş ve mektubu almıştı. Artık daha fazlasının olmasını kabul edemezdi. Tek seferlik bu anlaşma bitmişti mektubu teslim aldıkları anda. Ama onun görüşmeme isteği Daki'nin bile tuhafına gitmiş ve neler olduğunu sormak için dayanamadı. Onu ikna etmek isteyen kişiler çoktu. Aleon bile elçinin ne haberi taşıdığını merak ediyordu.

''Konuşmayacak mısın?''

''Hayır! Anlaştığımız gibi ona geleceğini söyledim ve mektubu aldık. Şimdi Prens Aleon'un gitmesi gerek. Daha fazla beklemesi doğru olmaz. Yakında büyük bir fırtına gelecek ve gecikmeleri Cohin'in sevgili ağabeyinin canını tehlikeye atabilir.'' Kuwala bunları Daki'ye hızlıca söylemişti. Neyi duymaktan kaçınıyordu Daki merak etmişti. Elçi olarak gelen kıza konuşmanın olmayacağını söylemeye gitmeden önce Kuwala'nın durduğu yere doğru hızlı bir kaç adım atıp onunla burun buruna geldi. Ona dikmişti gözlerini. İki gündür Kuwala ona dokunamamıştı. Gün boyu idman yapıyor ve yorulup hemen uyuyordu Daki. Bu anlık yaklaşma ikisi içinde herşeyin olabileceği andı.

''Neden Akela Elçisini geri çeviriyorsun?'' Daki'nin yeşil gözleri koyulaşmış ve sorgularken başını eğmişti. Kuwala ona bir süre baktı. Bir süre bakışlara direndi ama daha sonra teslim olmuş halde Daki'nin yüzüne avucunun içini dayadı.

''Akela'nın kaderi benimle aynı çizgide giderse sonu yıkım ve felaket olacak. Onların yok oluşuna sebep olamam. Kraliçe Güneş'in Kızı benim yanımda olmak isteyecek. Bunu gördüm ve duymak dahi istemiyorum.'' Daki onun endişesini anlıyordu. Ölüme sebep olmak istemiyordu. Yüzündeki elin sıcaklığı ile gözlerini kapattı.

''Bazen yıkım ve ölüm aslında yeniden var olmak ve doğmaktır. Surlar ardında hapsolmuş o kadınlar surların ötesinde daha iyisini sunacağını düşünüyorlar. Senin yanında olup Kuzey'in topraklarında yer almak istiyorlar.'' Daki konuşması bitince gözlerini açtı.

''Belki de bazen gördüklerimizi değil hissettiklerimizi yapmalıyız.'' demişti. Kuwala ona bakıp kaldı. Daki'nin mantıklı konuşması ve derin bakışları onu ikna etmeye yeterdi. Elçiyi kabul edeceğini söylemişti. Odasının kapısını Daki açtı ve elçiyi içeri aldı. Kız teslim edeceği mektubu yere dizleri üstüne çöküp uzattı. Diğerleri de gelmişti. Daki mektubu aldı. Kuwala ince duvarın önünde dikiliyordu. Kız başını kaldırdı ve ayağa kalktı.

''Kraliçem sizin saflarınızda yer alacağını söylemek istedi. Surlara doğru yürüyen Bakren askerleri olduğunu biliyorsunuz. Ve Mavi Ave ormanında diğer tarafımızdan geliyor. Bu savaşta tek başımıza suru koruyabileceğimizi biliyoruz. Ama daha fazlasını yapıp sizinle Kuzeyi tekrar almak istiyor. Tek arzusu ise verimli bir toprak ve surların ötesinde bir şehir!'' dedi. Kelimeleri net ve eksiksiz söylemişti. Kuwala ne diyeceğini bilmeden öylece bakıyordu. Yüzünde gergin bir ifade vardı. Ellerini arkada birleştirdi. Öne doğru hafifçe salındı. Daki onun gerginliğini anlıyordu. Ona nasıl yardım edeceğini düşünürken Kuwala dudaklarını araladı.

''Kraliçen ile Ungların kararını duymadan görüşmek istemem. Ancak ona bir haberimi iletmeni istiyorum. Kabul ederse burada savaşmak için çaba sarf eden kadınları eğitmesi için göndereceğim. Başlarında ve benim yetkime sahip Marinoe hanım olacak!'' demişti. Fırsatları gören ve bunu kendi çıkarına çevirebilen Kuwala yine aynı şeyi yapmıştı. Arkada birleştirdiği elleri gerginlikle titriyordu. Kız ayağa kalktı.

''En kısa sürede cevabı ileteceğiz efendim.'' dedi ve çıktı. Ona eşlik eden kahinler de çıkmıştı. Marinoe ise şaşkındı. Ne diyeceğini bilemeden bakıyordu.

''Sana fikrini sormadan bunu dediğim için üzgünüm. Gitmek istemez isen...'' Kuwala'nın lafını Marinoe hızla kesti. ''İsterim efendim. Doğru kılıçlar ve doğru bir savaş sanatı! Bütün herkes için en doğrusu olacak. Prens Aleon'un ayrılışı eğitimi zorlaştıracaktı.'' demişti. Kuwala gülümsedi. Aleon konuşan kadına baktı ve kaldı. Ne diyebilirdi ki... Savaşmaktan keyif aldığı bir kadın tarafında övülmüştü. Marinoe'nin tarzını çözmüş ve onun katı laflarının ve sert küfürlerinin altında aslında teşekkür yattığını zamanla öğrenmişti. Denle odanın köşesindeydi. İleri doğru bir kaç adım attı.

''Efendi Kuwala!'' demişti. Kuwala ona baktı. Denle ise gözlerini yere dikmişti. ''Savaşacak mısınız? Bu savaşta Kuzey'i almak için savaşacak mısınız?'' diye ekledi. Kuwala ona bakmıştı. Durgun bir sesle cevap verdi. ''Londaga'nın mirası bana bunun için verildi. Savaşacağım.'' Denle bunu duyunca Marinoe'ye doğru döndü. ''Beyaz Kurt Köyü daima Rahom'un yanında olmalıdır. Ama bizler savaşmak istemeyenler bir karar aldık. Senin ve seni takip edenler gibi cesur değiliz. Bu savaş bizi yeterince yordu Marinoe!'' demişti. Odayı derin bir sessizlik sarmıştı. Denle elini uzatıp Marinoe'nin omzuna koydu.

''Seninle Beyaz Kurt Köyünün onurunu taşıyacak olanlara lider olarak sen öncülük edeceksin. Bu hakkın artık! Gitmeden önce bunu herkese duyuracağım. Bu akşam yemeğinde kendini hazırla. Ve...'' Kuwala'ya doğru çevirdi başını. ''Rahomun onayını alıp uzun yıllar sonra gerçek bir lider atayacağız. Bu savaşta en çok kaybeden sen oldun. Şimdi başkaları kaybetmesin diye savaşmaya gönüllü oluyorsun. Sen gerçek bir lidersin Marinoe. Kız kardeşim gibi seviyorum seni. Kocan benim kardeşimdi. Ve büyük annen benimde annem gibiydi. Ben daha fazla kaybettiğimi görmek istemiyorum. Korkakça gelecek ama çok düşündüm. Ve seni izledim. Ben senin yaptığını yapamam.'' demişti. Bir süre sessizlik oldu. Marinoe birden Denle'ye sıkıca sarıldı. Onu kucaklayıp başını omzuna gömdü. ''Kaybetmemek için savaşacağım Denle! Sende burada kaybetmemek için yaşayacaksın. '' demişti. O akşam Beyaz Kurt Köyü'ne yeni lider oldu Marinoe. Bu sefer onu alkışlar ve ıslıklar ile karşıladı halkı. Rahom olarak Kuwala onu kabul etmişti. Ve ikinci olarak Akela surlarına eğitim için konuşma yapılmış ve gönüllü sayısı kadınlarda beklendiğinden fazlaydı. Tieden'in köyünden bir çok kadında savaşmayı öğrenmek istiyordu. Tapınakta yaşamaya başlamış yüze yakın kadın savaşmayı öğrenmek ve ailelerini korumak için kılıç sallamak istiyordu. Kuwala sayıya şaşırmıştı. Otuz kişinin ancak çıkacağını düşünüyordu. Oturduğu yerde öylece gönüllü olan kadınlara bakıp gülümsedi. Kuzeyde onlar gibi yüzlercesi vardı. Korkmak yerine artık savaşmak isteyenler vardı. Kuwala öylece orada konuşan insanlara dalıp gitmişti. Oturduğu masada Cohin, Marinoe, Aleon, Tieden, Daki, Sohow, Denle ve ailesi ile çocuklar vardı. Kalabalıktı sofraları. Onun dalgın hali kimsenin dikkatinden kaçmamıştı. Daki ona doğru eğilip kulağına fısıldadı. Beyaz Kurt Köyü şarkılar söyleyerek yeni liderlerini kutluyordu. Daki o gürültüden kaçınarak biraz yüksek sesle konuşmaya başladı.

''Canını sıkan nedir?'' Kuwala yanağını yumruk yaptığı eline dayayıp Daki'ye baktı. Gülümsemişti.

''Yorgunluk var üstümde. Sabah gergindim. Şimdi ise fazla mutluyum. Bunun yorgunluğu.'' demişti. Daki bu gün kendini formunda hissediyordu. Kuwala'nın bardakla oynayan elinin üstüne elini koydu. Kuwala onun bedenin yaydığı sıcaklığı hissedince utançla yanakları kızarmıştı. Daki onun masadaki mum ışığında parlayan gözlerine dikmişti gözlerini. Ne istediğini söylemesine gerek yoktu. İkisi de aynı arzuyu paylaşıyordu. Kuwala gülümsedi ve ardından bu gülümseme ufak bir kahkahaya dönüştü. Masadaki Kuzeyin kadife yumuşaklığındaki şarabından biraz fazla içmişti. Kutlama yapıyorlardı ve şaraptan dalgınlıkla ne kadar içtiğini bile bilmiyordu. Bittikçe birisi yenilemişti. Daki onun elini aşağıya çekip parmaklarını parmaklarına kenetlemişti. Kuwala mor kurdele bağladıkları günü hatırlayıp eline baktı.

''Efendi Kuwala neye gülüyorsunuz?'' demişti Cohin. Kuwala, Daki'nin sıkıca tuttuğu eline bakıp gülüyordu. Kuwala'nın hemen yanında oturan Marinoe ikisine bakınca el ele tutuşmuş ve Kuwala'nın buna kıkırdadığını görmüştü. İstemsizce gülümseyip Kuwala ve Daki ile göz göze gelmişti. Kuwala elini çekmek istedi ama Daki onun elini bırakmayıp Marinoe'ye gülümsemişti. Saklamaya gerek duymuyordu Daki. Onların ilişkisini bir çoğu hemen hemen nasıl bir boyutta olduğunu biliyordu. Cohin ise Daki'nin yanında oturmuştu. Yuvarlak bu yer sofrasında masanın yüksekliği kırk santim var yada yoktu. Cohin eğilip onların ellerine baktı ve onların gülüşmesine katıldı. Sadece onların sofrasında kahkahalar yoktu. Bütün masalardan gülüşmeler yükseliyor ve birileri güzel sesi ile şarkılar söylüyor başkaları bildiği kadar eşlik ediyordu. Kuwala bir kaç kadeh daha içtikten sonra her şeye gülmeye başlamıştı. İlk defa bu kadar keyif almıştı içkiden. Daki'nin elini tutmasının verdiği güven ile içmiş ve içmişti. Sonunda bir çok sofra boşalırken Daki onu yatmaya götürmek istedi. Kendisi de içmişti ve ilk defa Kuwala ona ağır gelmişti. Onu kaldırmaya çabalarken birden kendini yerde bulmuştu. Kuwala ile yerde bir süre oturdu ve kalkmak için toplanmaya çabaladılar. Cohin çoktan sızmış ve Kahin Sohow gitmişti. Marinoe dayanıklı bir içiciydi. Aleon ise içmiş ve yarı uyur konumdaydı. Çocuklar ise Denle'nin karısı ile gitmiş ve bir saat kadar önce uyumuşlardı. Etrafın boşluğunda Daki'nin düşerken çıkardığı ses yankılanmış ve ardından Kuwala'nın kahkahası yankılanmıştı. Gülmekten kendini alamayan Kuwala yerde yuvarlanmış ve sonunda ayağa kalkan Daki tarafından toparlanmıştı. Daki kendi dengesini sağladığından emin olduğunda Kuwala'yı bu sefer belinden yakalayıp omzuna tuz çuvalı atan bir köylü gibi atmıştı. Kuwala taşınmanın verdiği rahatlığı kullanmaktan çekinmiyordu. Bastığı yeri göremez haldeydi ve gülmekten gözleri yaşarmıştı. Daki sofrada kalanlara döndü.

''Geceniz huzurla geçsin. Biz yatıyoruz.'' demişti. Ona cevap veren kişi Marinoe ve Tieden olmuştu. Aleon ise ağzında bir şeyler gevelemişti. Denle ise uyuklayan Cohin'i dürtmekle meşguldü. Onlar içip anlamsız sohbetler etmeye devam ederken Daki yorgunca Kuwala'yı yatağa atmıştı. Kuwala gözleri kapalı onu attığı şekilde kalmıştı. Daki ise masada üstüne kimin döktüğünü hatırlamadığı şarap lekesine bakıp gömleğini çıkarmaya başlamıştı. Kuwala gözünü aralayıp onu yarı çıplak görünce hemen yataktan fırlayıp Daki'nin beline dolanmıştı. Ağzından kelimeler yarım çıkarken konuşmaya başlamıştı. Bir şeyler geveledi. Daki ise sadece onun mırıl mırıl konuşmasını duyuyor ve kuşağını açmaya çalışan ellere bakıyordu.

''Kuwala çok sarhoşsun. Yatmalısın.'' dedi ama kendisi de durmak istemiyordu. Dönüp Kuwala'nın dudaklarında buldu kendini. Şaraptan daha tatlı olduğunu düşündüğü dudakları öperken kontrol edemez haldeydi kendini. Yatağa doğru devirmişti Kuwala'yı. Onu kendinden daha şehvetli görmek zor rastlanılan anlardandı. Genelde ilk hareketi Daki yapmaya alışık iken bu sefer baştan çıkarıcı olan Kuwala olmaya başlamış ve Daki'nin bedenini kendi bedenine kilitlemişti. Kollarını boynuna bacaklarını bacaklarına kilitlemiş ve onu nefessiz bırakacak kadar uzun uzun öpüyordu. Daki kasıklarında hissettiği elle irkilmişti. Kuwala ise gülüp onu yatağa devirmişti.

''Bu gece benim dediğim olacak... '' dediğinde onu durduran eli diğer eli ile yakalayıp yukarı doğru çekmişti. Daki birden güldü.

''Peki!'' demişti. Kuwala onun bu sefer uyumasına izin vermeyecek kadar ateşliydi. Sırıtıp Daki'ye eziyet edip onu umursamadan uyuduğu günlerin acısını çıkarmak istiyordu. İyi bir hekimdi ve vücudun sinir noktalarını uyarmayı çok iyi biliyordu. Ameliyatlarında elinin yumuşaklığını şimdi Daki'yi baştan çıkarmak için kullanmayı seçmişti. Daki şaşkınlık ve kasılmalar içinde avurtlarını parçalarcasına ısırmıştı.

''Bunu nereden öğrendin sen ha?'' dediğinde Kuwala gülümsemişti. Masum ve çocuksu bakışlar yerini cazibeli ve baştan çıkarıcı bakışlara bırakmıştı. ''Bunu senden öğrendim...'' demişti. Daki ereksiyon oluyor ama içinde sıkışıp kalıyordu. Göğsüne Kuwala'nın bıraktığı yumuşak öpücükler ile bedeni daha fazla titriyordu. Kara Kurtları dize getiren Bakren'e korku saçan ve Ungların gururlu prensi şimdi Kuwala'nın içinde olmak için adeta yalvarıyordu. Gücü dillere destanken şimdi çaresizce Beyaz Gelinciğe dokunamadan ateşi yükseliyor ve onu kendine çekmesine rağmen bedenindeki kontrolsüzlük yüzünden kolları düşüyordu. Kuwala daha fazla ona işkence etmek istemedi. Yeterince iki günün acısını çıkardığına inanmıştı. Elleri bir süre daha Daki'nin kasıklarında dolanmış ve sonra onun rahatlamasına izin vermişti. Daki bir kaç saniye soluklandı. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Kuwala'nın gaz lambasının sarı ışığında parlayan vücuduna baktı ve hızla onu yakalayıp yatağa yüzü koyun çevirmişti. İri ellerinden Kuwala'nın kurtulmasına imkan yoktu. Biraz korku, biraz neşe içinde bağırmaya başlamıştı.

''Uykum var! Bırak da uyuyayım Daki!'' diye bağırıyor ama Daki şimdi onu duymazdan geliyordu. Kuwala kahkahalar içinde ona yalvarıyormuş gibi davranmayı bıraktı. Daki'nin sıcak öpücükleri sırtındaydı. Ensesine doğru onun nefesini hissederken kırkırdamıştı. Daki'nin diken diken çıkan sakalını hissediyordu. Kalçalarında dolaşan elle irkilen ve uyarılan vücudunu bırakmıştı. Sonrasında konuşmamışlardı. Nefes sesleri ve mırıltılar odayı sarmıştı. Kuwala onu yakan bu bedene daha yakın olmak için aceleci davransa da Daki onu yavaşlatmış ve onu yatağa sırt üstü çevirmişti. Bacakları arasına girip göğsünü göğsüne yaslamıştı. Bir beden olmuşcasına nefesleri eşti. Kuwala bu yavaş ve narin hareketler ile az önce kıvranan Kara Kurt gibi inilti içindeydi. Durmasını söylememek için dudaklarını ısırıyordu. Daki onun bu halini görünce hızlanıp kontrolünü tamamen kaybetmiş ve sırtı yukarı doğru çekilip vahşi bir kurt gibi göz bebekleri büyümüştü. Kuwala onu durduramamış ve Daki adeta bir canavara dönüşmüştü. O gecenin verdiği sarhoşluk ve zevk ile ikiside sınırlarını zorlamış ve kaldırmışlardı.

Ertesi güne Kuwala yataktan kalkamamıştı bile. Uykudan uyanamamış ve hamama bile gidememişti. Öylece yatağa gömülmüştü. Bir ara Daki onu zorla kaldırıp yemek yedirmişti. Sonrasında Kuwala'nın rahatsızlandığını söyleyip odaya küvet ve sıcak su getirmişti. Cohin ona sıcak su dolu kapları taşırken yardım etmişti. Odanın arka kısmına uğrayıp Kuwala'ya nasıl olduğunu sormak istemişti. Kuwala örtülerin arasından kolunu çıkarmıştı. Omzu ve kolu dışarıda yüzü koyu yatıyordu. Yastığa koyduğu başı yan dönmüştü. bir kaç tutam saç yüzüne düşmüştü. Gözlerini aralayıp ona bakan Cohin'e baktı. Zorlukla elini kaldırıp selam verdi. Yanağına baskı yapan yastığa rağmen konuşmak için yan döndü.

''Kolunu açmalıyız. Kemik kaynaşmıştır.'' dedi. Cohin elini askıdaki koluna koydu. Ardından yorgunluktan kolunu kaldıramayan Kuwala'ya bakıp gülümsedi.

''Sorun değil. Bu gün Marinoe Hanım açar kolumu.'' dedi. Daki onların sesini duyup içeri doğru girmişti. Kuwala yataktan güç bela doğruldu. Örtüler düşünce dün gecenin izlerini taşıyan beyaz teni gözükmüştü. Cohin onun vücuduna bakmaktan çekindi. Elini koluna koyup geriye doğru bir kaç adım attı. ''Kampa döneceğiz yakında. Orada açsalar daha iyi olur aslında. Sizde banyonuzu yapıp dinlenin.'' demişti. Kuwala elini saçlarına daldırdı. Ona yatağı göstermişti.

''Haklı olabilirsin.'' dedi. Cohin'in ardında kirişe yaslanmış Daki'yi görmek için yana doğru eğdi bedenini. Gülümsedi. Cohin dönünce Daki ile karşılaşmıştı. Selam verdi. ''Ben gideyim efendim. Yasemin kokulu sabunlar varmış. Onları tahta küvetin yanına koydum. Suyu boşaltmak için geliriz.'' dedi ve çıktı. Daki endişe ile kaçan Cohin'e bakıp yanından geçerken elini omzuna koydu.

''Sen olmasan ben ne yaparım Cohin!'' demişti. Cohin gülümseyip baş selamı verdi. Dönüp Kuwala'ya selam verip çıktı. Koridorda yürürken gülümsüyordu. Burada sürekli kalmak isterdi. Onu bekleyen abisi ve general Foo olmasaydı geri dönmezdi. Daki'nin dostluğu ve buranın savaştan uzak huzurunu biraz daha hissetmek istiyordu. Ama bu akşam yola çıkmaları gerekiyordu. Unglar ile Kuzey iş birliği yaptığında tekrar Daki ile omuz omuza savaşacağını düşündü. Bunun için mücadele edecekti. Aleon'un odasına girdi. Aleon hala dün gecenin etkisi ile sızmış haldeydi. Askerler her zaman olduğu gibi dışarıda kapıda nöbet tutuyordu.

''Prens Aleon!'' demişti Cohin. Aleon onu duyunca gözlerini aralamıştı. Cohin gülümseyip ona asabi halde bakan prense baktı. ''Yola çıkmadan hazırlanmalısınız. '' dedi. Aleon yataktan hızla doğruldu. Uyuşmuş vücudunu hareketlendirmek için kollarını ve bacaklarını gerdi. ''Sana toparlanman için yardım eden var mı?'' dedi. Cohin başını sallayınca Aleon kapıya doğru seslendi. Gelen askere emir verdi. ''Yaver Cohin'in toparlanmasına yardımcı olacaksın.'' demişti. Cohin bu durumda onu geri çeviremezdi. Çok eşyası yoktu ama Aleon'un ısrar etmesinden çekiniyordu. Aleon ona bakıp kaşlarını çattı. Ciddiyetle duruyordu. ''Akşam üstü görüşürüz.'' demişti. Aleon'un veda etmek istediği birisi vardı ama nasıl veda edeceğine dair bir fikri yoktu. Aklına nasıl veda edeceği gelmedi. Bu yüzden kendini bir süre odaya kapattı. Gitmeden önce son kez sıcak suyla banyo yapmaya karar verdiğinde gidişine iki saat vardı. Bir süre hamamda sıcak suyun etkisiyle gevşemişti. Bazı şeyleri düşünmek için kendine zaman ayırmıştı. Sadece bir veda edecekti. Bundan kaçmak ona saçma gelmişti. Giyinip çıkmıştı hemen. Düz saçlarından sular damlayarak Marinoe'yi bulacağından emin olduğu küçük avluya çıkmıştı. Oradaydı ve tek başına idman yapıyordu. Ona öğrettiği gibi kılıçla dengede kalmak için sert hamleler yapıyordu. Başarılı ve hızlı öğrenen bir kadındı. Ung stilini öğrenmeyi reddetmemişti. Aleon onun dikkatini çekmek için hafifçe öksürmüştü. Marinoe onu duyunca dönüp baktı. Aleon bir kaç adım atıp avluya çıktı. Üşümüştü. Sıcaktan saçları ve bedeni nemli çıkmak zatürre olmaya davetti. Marinoe onun haline bakıp kaşlarını çattı. Konuşacakken Prens Aleon bir Ung'u selamlar gibi belini kırıp öne doğru eğildi. ''Marinoe! Burada geçirdiğim sürede bana öğrettiklerin ve yardımların için çok teşekkür ederim.'' sesi titremişti. Utanç değildi. Sadece korkuyordu. Marinoe gülümseyerek ona bakmıştı. ''Bana öğrettikleriniz için ben teşekkür ederim Prens Aleon. Sizin sayenizde ordu disiplinini anladım ve anladık!'' demişti. Aleon resmiyetten kaçınmak için ona adı ile hitap etmişti unvansızca. Ama Marinoe bunu kabul etmek istememiş ve ona prens unvanını vermişti. Aleon ona bir süre baktı. Ne kaybedeceğini düşünüyordu. Kaybedecek pek bir şeyi kalmamıştı. Sonuçta bir daha nerede karşılaşabilirlerdi ki... Marinoe Akela cephesine gidecekti ve o sahil cephesinde olacaktı. Bir kaç adımı hızla atıp Marinoe'ye sarıldı. Kardeşlerine bile sarılmaktan çekinmiş iken şimdi Marinoe'yi sıkıca sarmıştı. Onu göğsüne doğru bastı.

''Sen çok güçlü bir kadınsın. Böyle kalmaya devam et!'' dedi. Marinoe nasıl tepki vereceğini bilmiyordu. Aleon onu saçlarından öpüp bıraktı. Tekrar eğildi ve selamlayıp hızla arkasını dönüp çekilip gitti. Utançla karışık duygularını bastırmak için odaya gidip yol için hazırladığı içkiyi açtı. Arkada bıraktığı Marinoe ise orada kitlenip kalmıştı. Ne olduğunu anlıyor ama bundan ürküyordu. Aleon ile geçirdiği zamanlarda gördüğü Aleon'u son defa görmüş gibi hissedip içinde bir burukluk oluştu. Ona bir veda hediyesi vermek istedi. Zaman geldiğinde Büyük avluda atları hazırdı. Yükleri yüklenmiş ve son vedalaşmalar için toplanmışlardı. Cohin uzun uzun herkesle vedalaştı. Askerler ise atların başında bekliyordu. Aleon kardeşi ile bir Ung gibi vedalaştı. Dostça selamlaştılar. Aleon ile Kuwala bir süre karşı karşıya kaldı. Aleon kaşlarını çatmıştı. ''Mektubu ulaştırıp ben kardeşimi tekrar görene kadar onun hayatta kalmasından sen sorumlusun. '' dedi. Kuwala başını eğip onu selamladı. Marinoe ile en son vedalaşacaktı ama çekiniyordu. Atına doğru yürürken Marinoe fırlayıp öne çıkmıştı. Kolundan söktüğü bandajı ona uzattı. Hep taktığı bu kırmızı ve eskimiş bandajlardan birisini ona uzatmıştı. Kıyafet kolunu savaşırken bununla toplardı.

''Tekrar karşılaştığımızda bunu senden alacağım.'' dedi. Aleon uzatılan eski bandajı kabul etmiş ve sessizce ona gözleri ile söz vermişti. Bir Güneyli olan Prens ve onun yüzünden ailesini kaybetmiş kadın orada sözleştiler. Yolculuk vakti geldiğinde atlarına binip çıktılar. Dört nala uzaklaşırken arkada sessizliğe gömülmüş gibi duran bir tapınak bıraktılar. Hava göz gözü görmeyecek şekilde karardığında dağdan inmişlerdi. Durup kamp kurmaya karar vermişlerdi. Cohin tek eliyle bile ateş yakacak kadar becerikliydi. Onlara verdikleri yemeklerden yediler. Bir süre sessizce oturdular. Askerlerden birisi uyuklarken diğeri tuvaletini yapmak için uzaklaşmıştı. Cohin yanan ateşi izlemeye dalmıştı. Tapınağı özlemeye başlamıştı bile. Elindeki rengi soluk kırmızı bandaja bakan Aleon'a dikti gözlerini. '' Marinoe hanım size değer veriyor!'' demişti. Aleon tepkisizce bandaja bakmaya devam etti. Bir süre daha sessizlik oldu. Cohin hafif bir öksürükle boğazını temizledi. ''Prens Aleon! Size bir şey sormak istiyorum.'' dedi. Aleon'un dikkatini çekmişti. Aleon ona çevirdi ateşte daha koyu duran kahverengi gözlerini. Saçlarını geriye doğru yatırmıştı.

''Neden Efendi Daki'nin mutlu olmasını istemiyorsunuz?''

''Bunu nereden çıkardın?''

''Onun değer verdiği kişiden nefret ederek onun canını yakıyorsunuz!''

''Nefret mi? Bu az kalır! O Daki'nin aklını yıkamış sanki. Erkek olduğunu unutturmuş ona.''

''Niye böyle düşünüyorsunuz ki? Efendi Kuwala ile beraber iken çok mutlu. Onu uzun süredir bu kadar huzurlu görmemiştim. Siz Efendi Daki'yi seversiniz. Sarayda ikiniz ne kadar anlaşamasanız da aranızda kardeşlik bağı vardı. Şimdi niye ona bile bile işkence ettiniz?''

''Daki'nin krallığının başına geçmesi gerek! Bir erkekle düşüp kalkarsa nasıl bir kral olacak? Arkasından ona oğlancı diyecekler. İktidarı sarsılacak!''

''Efendi Daki kral olmak istemiyor!''

''Onun isteklerine bakarsak o ipsiz bir adam olacak!''

''Sizde öylesiniz...''

''...''

''Bana öyle bakmayın sinirli sinirli... Sizde tacı, annenizin hanesinin soy adını alarak reddettiniz. Efendi Kuwala'nın soy adını alarak o da reddediyor. Neden bu sizi kızdırıyor ki... Sizi örnek alıyor.''

''Saçmalık!''

''Hayır saçmalık değil! Efendi Daki daima sizin gibi oldu. Kendi özgürlüğü için savaştı. Prens Helyan Kea'nın baskısını en baştan reddettiği için sadece daha cesur davranıyor. Sizin gibi sevdiğine uzaktan bakıp bir kurdele ile yetinmiyor!''

''Yaver Cohin!''

''Prens Aleon...''

''Lafların haddini aşıyor. Karşında kimin olduğunu unutuyorsun.''

''Haddimi aşmıyorum. Efendi Daki'ye işkence ettiğiniz gibi kendinize işkence etmeyin diye konuşuyorum. Marinoe Hanıma bakışlarınızı herkes gördü. ''

''Nasıl bakmışım ben ha?'' Aleon öfkeden kızarmıştı.

''Ona sahip olmak için hassas ve nazik bir adam gibi davrandınız. Adeta gözleriniz ona bakarken parlıyordu. İdmanlarda onunla nasıl dövüştüğünüzü gördük. Demiz çizmeli o prens yerini dans papuçları giymiş gibiydi.''

''Senin çenen düşmüş. Varlığın ve sözlerin beni etkilemeyecek!''

Cohin gülmüştü. Aleon ise sinirle kaşlarını çatmıştı.

''Sözlerim umurunuzda değilse ne bu öfke Prens Aleon. Sizinle aynı kampta çok uzun süre kaldım ve Efendi Daki'ye benziyorsunuz. O yüzden ne derseniz deyin. Sözlerimin haklılığı sizi sinirlendiriyor. Efendi Daki ve Efendi Kuwala gibi bir gün mutlu olmak istiyorsanız bazen cesur davranmanız gerek.''

''Yat uyu artık. Bu aptal konuşmaya katlanamıyorum. Sağlam olan kolunu kırmama az kaldı.''

''Susacağım ama bir şey daha söylemem gerek!''

''Ne!''

''Tapınak hepimizi değiştirdi. Normalde beni çoktan tekmeleyemeye başlamıştınız. Ama sözlerime sabahtan beri kulak verip tepki veriyorsunuz. Marinoe Hanım sizin kalbinizin buzlarını eritmiş. Kader sizi bir araya getirdiğinde bu sefer ona aşkınızı itiraf edin.'' dedi. Aleon ona sinirle ve kızarmış halde bakarken bandajı elinde sıkıyordu. Cohin ayaklanıp yana serilmiş şiltesine uzandı.

''Tanrılar rüyanızda Marinoe Hanımı göstersin size!'' dedi ve arkasını dönüp uyudu. O uyudu ama Aleon bütün gece Marinoe'yi düşünüp durmuştu. Cohin'in haklılığı canını sıkınca bütün uykusu kaçmış ve tatsız bir gece yaşamıştı. Sabah gün doğduğunda sinirle tekmeler atıp uyandırmıştı üçünü. Yolculukları uzundu ve ona düşünecek çok zaman verilecekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Dört :    Kuzey Yasaları


Bu sırada mektubun çalındığı Seronrakaul sarayın da harekete geçmişti. Akela kadınını gören olmuş ve mektubun onlar tarafından alındığı haberi duyulunca Seron hanesi sinirden deliye dönmüştü. Saraylarına izinsizce giren Akela'ya karşı tepki olarak Bakren hanesini desteklemede daha ısrarcı olmuş ve Bakrene gidecek gemilerin sayısı ile asker sayısı artmıştı. Seron kralı oldukça kibirli ve küstahtı. Kendini Güneş'in ve tanrıların babasının oğlu saymış ve ilahi kudretini kullanacağına dair söylentilerle savaşın akıbetini değiştireceği söylentileri etrafı doldursun diye şehrinde dedikodular yaymaya başlamıştı. Bu dedikodular önce krallığına sonra diğer krallıklara yayılacaktı. Onların bu hazırlıklarına karşı aynı akşam Akela'ya giden Marinoe ve ufak ordusu ile UngurPan topraklarına doğru uzun yolculuğa çıkan Prens Aleon'un ve başka Kuzey topraklarının savaşmaya hazır insanları vardı onların göndereceği orduya karşı. Kuzeyin soğuk iklimi yavaş yavaş ısınmaya başlayacaktı. Savaşın geldiğini toprak bile hissetmiş ve kan yutmak için yumuşamıştı. Kuzeyin yasaları vardı ve yıllar sonra bu yasalar hatırlanır olmuştu. Kan ve toprak onları bir araya getirendi. Kuzeyin soğuk iklimi ve donuk insanları savaşmak istiyordu. Aç karınlarını doyurmak için köle gibi Bakrene çalışmak istemiyordu. Bu sesler köylerde yayılmaya başlamış ve madenlere yakın köylerde ilk tepkiler başlamıştı. Bir sabah bir adam isyan etmiş ve onları gün ağarmaya başladığında uyandırıp madenlere götürecek askerin suratına bir yumruk atmıştı. Her şey bir yumrukla başlamıştı madenlerde.

''Siz Kuzeyin yüz karası pisliklere itaat etmeyeceğim.'' demişti. Onlarında Rahomdan haberi vardı ve artık güvendikleri bir güç vardı. Bakren askeri onu tutuklayıp meydanda günlerce kırbaçlatmış ve bir öğlen arkadaşlarının kırbaçlandığını görenler isyan etmeye başlamıştı. Yemek kaplarını fırlatmışlardı. Bağırıp ellerine geçenlerle askerlere saldırmış ve savunmasız yakalanan Bakren askerlerinden bir çoğunun kafasını taşla ezmişlerdi. Kimi kendi kılıcıyla öldürülmüştü. Madenlerde genel bir isyan başlatmışlardı. Bu direniş başladığında Prens Aleon çoktan Kampa varmış ve bir gemi ile geldiği gibi hızla ayrılmaya karar vermiş ve Helyan Kea ile görüşmeyi reddedip geldiği sabah ufak bir haberci gemisi ile denize açılmıştı. Yanında sadece gemiyi kontrol edecek on kişilik tayfa ile hızla ayrılmış ve maden isyanından habersizdi. İsyan haberleri çabuk yayılmış ve insanlar bundan güç bulup kılıcını okunu ve yayını kapan oraya yürümüştü. Bir direniş hattı oluşmuş ve isyan haberleri Tapınağa kadar ulaşmıştı. Gözcü olarak çıkıp gelen kahinlerden birisi olayı anlatmış ve duyduklarının şaşkınlığını dillendirir iken şu sözleri söylemişti.

''Rahomun onları koruyacağını ve Kuzeye tekrar bahar getireceklerini söylerlermiş. Madenleri kapatmış ve dar geçidinden Bakren askerlerini geçirmez olmuşlar. Hanedanlık oraya takviye yapamıyor çünkü başka yerlerde de ayaklanmalar başlamış.'' Sözlerini herkes duymuştu. Bu sözler odada bulunan Kuwala'yı ürkütmüştü. Bir şey söylemeden bir kaç hafta kendi normal gördüğü hayatına devam etmişti. Okumuş ve yazmıştı. Yemiş ve uyumuştu. Ama bir sabah burnuna gelen bir koku ile uyanmıştı. Midesini bulandıran bu koku ile yataktan Daki'yi tepeleyip ahşap zemine kusmaya başlamıştı. Dayanılmaz bu koku onu delirtiyordu. Çürümüş et ve kan kokusunun nereden geldiğini bilmiyordu ve midesindeki bütün her şeyi boşaltana kadar öğürerek kusmuştu. Daki onu kendine getirmişti. Yüzünü ıslak bezle silip onu oturtmuştu. Zemini temizlemek için kova ile su getirmiş ve bir köşede kokudan sızlanan Kuwala'yı oturtup zemini temizlemeye başlamıştı.

''Sen almıyor musun kokuyu? Korkunç bir çürük et ve kan kokusu...''

''Sanırım almıyorum. ''

''Nereden geliyor bu koku ha?'' demişti. Ayağa fırlamıştı. Kokuyu içeri taşıyan pencereyi itekleyip açtığında Daki birden burnunu tutmuştu. Midesi bulanmış ve kusmamak için kendini kasmıştı. Koku o kadar ağır ve yoğundu ki ne olduğunu anlayamadı ve ayaklandı. Panjurları kapatmak için oraya koştu.

''Dışarıdan gelen bu koku ne?'' demişti. Keşif için dışarı çıkmaya karar vermişti. Bir kaç kişi aldı yanına. Kuwala'da bu keşfe katılacaktı. Haftalardır tapınak kapısı açılmamıştı. En son keşif için bir kaç kahin ile köylü ayrılmıştı. Onların dönmesine henüz vardı. Gerek duymadıkça kimse dışarı çıkmayacaktı. Tapınak her zamankinden daha savunmasızdı. Kadınların çoğu Akela'ya gitmişti. Çocuklar, yaşlılar ve erkekler vardı ama erkek nüfusu oldukça azdı. Kapıyı açtıklarında korku ile geriye doğru çekilmişlerdi. Karşılarında onlarca çürümüş ceset vardı. Nereden geldikleri belli olmayan cesetlerden gelen ağır koku ile irkilmişlerdi. Ayezi bile hırlamış ve kokunun tiksintisi ile geriye çekilmişti. Hepsi burnunu tutup geriye doğru çekilmişti. Kimisi ise dayanamayıp kusmuştu. Kuwala elini ağzına basıp cesetlere doğru yürüdü. Üstlerindeki kıyafetler köylü kıyafeti olan bu insanların parçalanmış ve çürümeye başlamış bedenlerine baktı. Tekerlek izleri ile onları yeni taşıdıkları belliydi. İçlerinde çocuklarında olduğu cesetlere bakmaya devam etti. Aralarından geçerken sayısı yüzden fazla cesedi buraya kimin taşıdığını anlamıştı. Bakren Hanesi onu kışkırtmak için uğraşmıştı. Yakın köylerden birisinde yaşanan bu katliamı buraya taşımaya erinmemişlerdi. Tekerlek izlerinin tazeliği ile izleri izlemeye başladı. Tapınak kapısına cesetleri taşıyan arabaların izlerine bakarken elini havaya kaldırdı. Ayezi birden korku ile şoka girmişlerin yanından hızla geçmiş ve efendisinin yanına gitmişti. Onu sırtına alıp hızla izleri takip etmek için koşmaya başlamıştı.

''Aklından geçen nedir?'' Koşarken izlerin dün geceden kalma olduğunu anlamış Kuwala ile konuşmaya çalışıyordu.

''Onların sağ dönmesine izin verecek değilim.'' dedi. Aşağı doğru koşmaya devam ediyordu Ayezi. Kuwala onun kürküne sıkıca tutunmuştu. Dağdan o kadar hızlı iniyordu ki. Bir insanın bir günde kat edeceği yolu bir saatte gitmiş ve Bakren kampı ile karşılaşmışlardı. Kampı görüyorlardı onlarca at arabası kamp çadırlarının oradaydı. Kuwala Ayezi'nin kürkünü bırakıp indi. Yürümeye başladı.

''Ayezi kampın arkasına dolan. Önce onlarla konuşacağım.'' dedi. Ayezi onun emrine uymuş ama ruhani görüşünü açmıştı. Efendisinin canı tehlikeye girdiği anda saldırmak için onun adımlarını izlemeye başlamıştı.

Kuwala sakince kampa doğru yaklaştı. Onu fark eden muhafızlar kılıçlarını çekmişti. Kuwala ise buz gibi bir ifade ile onlara bakıyordu. Ellerinde çektikleri kılıçlar yanmaya başlamıştı üç askerin. Kuwala oraya adım adım yürürken gökyüzünde kara bulutlar toplanıyordu.

''Neden onları öldürdünüz? '' Sesi yumuşaktı onu takip eden rüzgara göre. Askerler bağırış çağrış içinde toplanmış ve atları huzursuzluk içinde kişnerken Kuwala'nın göz bebeği yavaş yavaş beyazladı. Esen rüzgar kılıçların ateşini bir muma üfler gibi söndürmüştü. Kuwala için orada bulunan elli kadar askeri yok etmek kolaydı. Ama hepsini öldürmeyecekti. Bir ikisini sağ bırakmak ve ona mesaj veren Bakren Hanesine bir mesaj yollamak istiyordu. Kaçındığı savaşa artık girmesi gerekiyordu. Ellerini iki yana açtığında rüzgar o kadar şiddetlenmişti ki nefes almalarına engel oluyordu. Etrafı saran rüzgarın bulanıklığı ile nereye kılıçlarını salladıklarını göremiyorlardı. Bir kampçı gibi onları döven rüzgardan kaçamıyorlardı. Kolları ve bacakları kilitleniyordu. Rüzgarın her savurduğu kampçı da bedenlerinden bir parça kopuyor gibiydi. Çığlıkları ve bağrışları azaldıkça ölenlerin sayısı artmıştı. Bedenlerini donduran ve parça parça eden rüzgarın etrafa savurduğu kan ve uzuvları Ayezi sakinlik içinde izliyordu. Efendisinin rüzgarı iplere bağlı bir kukla gibi parmakları ile kontrol edişinden gurur duymuştu. Rüzgar dindiğinde geriye on kadar adam kalmış ve bir kaçı yaralıydı. Korku ve dehşet içinde Kuwala'ya bakıyorlardı. Çadırları arabaları uçup parçalanmıştı. Atlardan bir çoğu bu rüzgarda telef olmuştu. Ayezi bir atı boğazlamış ve uzun süre sonra karnını doyurmak için bu iri atı bir kenarı çekmişti. Kuwala hayatta kalanlara bir süre baktı.

''Bakren Hanesine içinizden üç kişi haber taşıyacak. Burada olanları tek tek anlatacak ve Rahomun halkını korumak için harekete geçtiğini söyleyeceksiniz. Sizin yanan ateşiniz benim soğuk rüzgarlarıma dayanmadığını, sizi param parça ettiğimi, ve bu göreceğinizi anlatacaksınız.'' dedi ve bir adım ileri doğru gitti. Birden keskin buz saçakları kanlı karın altından yükselip yedi kişiyi havaya yükseltti. Bedenlerine girip onları askıda bıraktı. Şanslı olan hemen ölmüştü ama diğerleri bedenlerindeki son damla kan akana kadar çığlıklar içinde kıvranmıştı. Kuwala korku ile titreyen üç askere baktı. Onlara doğru adım adım yaklaşırken göz bebekleri normale dönmeye başlamıştı. Kandan kızıla boyanmış toprakta titreyen askerlerle arasına bir kaç adımlık mesafe koymuştu.

''Dediklerimi anladınız mı?'' dedi. Ancak aniden Ayezi'nin kafalarını bir pençe ile koparıp önüne iki bedeni düşürmesi ile Kuwala'da şaşırmıştı. Ayezi o kadar hızlıydı ki... Kuwala bile onun geldiğini anlamamıştı. Üstüne doğru sıçrayan kana bakıp kaldı. İki beden başsız halde yere düşerken Ayezi sağ kalanı kokladı.

''Birisi yeter. Onları yaşatırsan merhamet ettiğini düşünecekler.'' dedi. Kuwala konuşan Ayezi'ye bakıp kaldı. Başını sallayıp yüzüne sıçrayan kanı elinin tersi ile sildi.

''Gidip hanene anlat olanları. Peşinize düşeceğimi ve artık saklanmayacağımızı söyle!'' dedi. Adam korku ile koşmaya başladı. O kadar hızlı koşuyordu ki... Aldığı yaraları umursamıyordu. Ayakları dolanıyor ama düşmemek için daha da hızlanmaya çalışıyordu. Ayezi adım adım uzaklaşıp az önce boğazladığı iri atı yemeye koyuldu. Kuwala ise onun karnını doyurmasını beklerken cesetlerin arasında dolandı. Yükselen diken diken buzlar üstünde hala can çekişenler vardı. Kuwala onları görmek için buzları aşağıya doğru çekti tekrardan. Bir parmak hareketi yetmişti bir saat boyunca uğraşılıp kırılarak yok edilecek buzları yok etmesi. Bir adam hayattaydı. Kuwala ona yalvaran adamın başında dikiliyordu. Krem rengi cübbesine ve beyaz kaftanına sıçramış kanın yanı sıra yüzünde ve saçında da lekeler vardı. Eğilip yalvaran adama baktı.

''Ayezi ona merhamet göstermeli miyim?'' dedi. Ayezi başını kaldırıp ona bakmıştı.

''Merhamet mi? Onun gözlerine bak ve kaç kişinin ona yalvardığını gör!'' Kuwala bunu duyunca eğilip adamın gözlerine baktı. Kulağına çocuk ve kadınların sesleri geliyordu. Ona yalvaranların sesleri ve çığlıklarını duyuyordu.

''Sen kimseye merhamet etmemişsin!'' dedi. Ayağa kalktı. Adamda onun ardından havalanmıştı. Kolları ve bacaklarına adeta birileri asılır gibi onu geriyordu. Ruhların ince kahkahaları vardı etrafta. Ayezi bile buna şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. Öldürdüğü kişilerin ruhları adamın bedenini kollarından bacaklarından çekiştirmeye başlamıştı. Etini parçalıyordu.

''Nasıl yaptın bunu?'' Ayezi şaşkınlıkla avını bırakıp oraya doğru yürümüştü. Kuwala ise gülümsedi.

''Buradaydılar zaten hep. Rüzgarın içinde, buzun içindeydiler. Şimdide onu parçalamak istediler. Sen duymadın mı?'' demişti. Ayezi korku ile kahkahalara bakıyor ve çığlıklar atıp durmaları için yalvaran askere bakıyordu.

''Kuzey'in yasaları bu değil mi? Öldürürsen ölürsün, çalarsan ölürsün, kaçarsan ölürsün, savaşırsa ölürsün, savaşmazsan da ölürsün, yaşamak istersen de ölürsün...'' Kuwala sakince konuşuyordu. Ayezi'nin yüzüne elini koyup gülümsedi.

''Onlar bana Londaga diye seslendi. Sabaha karşı ruhları bedenlerini takip edip beni buldu. Onlara yaşarken yardım edemedim. İzin verelim öfkeleri dinsin. Sonra onları ruhların diyarına göndereceğim. Eğer öfkeli giderlerse bunun yükünü taşıyamayız sevgili dostum.'' dedi. Ayezi başını eğmişti. Geri kendi yemeğine döndü. Ruhlar saatlerce orada bedenleri parçalamış ve hava kararmaya yakın tepeden ışıklar gözükmeye başlamıştı. Kuwala oturduğu yerde etrafı kana bulayan ruhları izliyordu. Gelen ışıkları görünce ayaklandı.

''Zamanı geldi!'' dedi. Rüzgarın uğultusu ona cevap vermişti. Kuwala bir ayağını öne doğru attı. El yazmasında yazanları hatırladı ve ruhları göndermek için yapması gerektiğini hatırladı. Beyaz bir ışık ayaklarının ucundan yükseldi. Kan kaplı alanı çevrelerken beliren ruhlar ölü bedenlerin simalarını taşıyordu. Hepsinin yüzünde sakin bir gülümseme vardı. Dizleri üzerine çöküp minnetlerini yere kapanarak sunmuşlar ve ışık onları kuşattıkça parça parça ateş böceklerinin ışıkları gibi birbirlerinden ayrılıp gökyüzüne doğru çıkmaya başlamışlardı. Yanan bir kağıdın rüzgara kapılması gibi yükseldikçe sönmeye başlamışlardı. Ayezi oturduğu yerde yalanıyordu. Ruhları kusursuzca yolcu eden Kuwala'nın huzurunu görmüştü.

''Londaga gibi onlara yol gösteriyorsun.''

''Elimden gelen keşke onları gökyüzüne göndermek olmasaydı. Daha erken farkına varsaydım onları ölümden alı koyardım.''

''Yeni bir gün de yeni cesetler olacak.....''

''Doğru söylüyorsun Ayezi. Artık savaştan kaçamayız. Bir kapının ardına sığınıp herkesin ölmesini bekleyemeyiz.'' dedi. Sohbetlerini ona doğru telaş içinde gelen Daki kesmişti. Fenerler etrafı aydınlatırken lime lime olmuş cesetler ve kızıl bir göle benzeyen kamp alanına baktı kaldı. Kuwala'nın yaralı olup olmadığını anlamak için onu baştan aşağıya süzdü. Ardında sıkıca sarıldı.

''Birden çekip gitmemeliydin. Neler oldu?''

''Sadece ruhların huzursuzluğunu dindirdim.''

''Işıklar onlar mıydı?''

''Evet!'' dedi Kuwala. Daki'nin beline kollarını dolayıp başını omzuna gömdü. ''Savaşmaktan daha fazla kaçamayacağız. Bu gün bunu gördüm.'' dedi. Gelenler cesetlere bakıp kalmıştı. Tanınmayacak kadar ufak parçalara ayrılmıştı hepsi. Karı eriten kanın oluşturduğu yumuşaklığa basmıyorlardı.

''Bunu konuşacağız. Tapınağa dönmeliyiz.'' dedi. Kuwala başını iki yana salladı.

''Dönemeyiz!'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı.

''Neden?''

''Geri dönsek bile orada kalamayız. Artık savaşmamız gerek!'' dedi. Daki bunu duymaktan hep korkmuştu. Cevap vermedi ve onu bıraktı.

''Geri dönünce konuşalım.'' dedi. Kuwala onu kolundan yakaladı. Yüzünde bir gülümseme vardı.

''Daki... Bırak bu sefer sana güzel bir dünya sunayım. Sen bana hiç görmediğim şeyler gösterdin. Sıra bende!'' dedi. Elini havaya kaldırdığında Ayezi belirmişti. Dibinde. Daki öylece bakıp kalmıştı.

''Zincirlerimizi kırdık ama burada tekrar kendimizi zincirliyoruz. Bu topraklar bizim ve istediğimiz yerde olabiliriz.'' dedi. Yere oturan Ayezi'nin sırtına atlamıştı. Daki'ye elini uzattı.

Daki ona bakıp kalmıştı. Doğru söylüyordu. Burada kendilerini zincirlere vurmalarına gerek var mıydı? Kuwala'nın elini sıkıca tutup Ayezi'nin yumuşak kürkünde bulmuştu kendini. Tieden dahil hepsi onlara bakıp kalmıştı. Kaçıyorlardı... Tapınağa uğrayacaklardı. Orada onlara ait olan ne varsa alacaklardı. Son defa tapınağa gidecek ve bir daha buraya yollarının düşeceğini sanmıyorlardı.

''Seninle beraber kendi savaşımızı vereceğiz.'' dedi Kuwala. Daki ona sarılmıştı. Kuwala'nın kalbinin sesini duyuyordu. Ayezi o kadar hızlıydı ki... Tapınağa varmışlardı kısa sürede.

''Kuzey'in bir kuralı vardır. Ölümden kaçılmaz ama ölene kadar iyi yaşamak gerekir. Doymak, korumak, mutlu olmak ve huzuru bulmak iyi yaşamaktır. Bizde iyi yaşayalım ve hantal kahinler gibi buraya kendimizi zincirlemeyelim.''

Daki eşyaları heybeye doldururken duraksamıştı. Kuwala elindeki Tieden tarafından verilmiş kılıcı ona doğru uzatmıştı. Gülümsüyordu. ''Bizim tek zincirimiz o güzel mor ip olsun!'' demişti. Daki onun uzattığı kılıca bir süre baktı. Bir hediye olarak verdiği kılıcı başını eğerek kabul etti. Ardından kılıcı cübbesini saran kemere taktı. Ellerini beline koyup çocuksu bir gülümseme ile karşısında onu izleyen Kuwala'ya gösterdi kendini. ''Taşıyabiliyor muyum?'' demişti. Kuwala onu yanağından öperek onaylamış ve kendine ait olduğuna inandığı bir iki eşyasını toplamıştı. Verilen hediyeler, Kör  Kahin'in sandığından zorla aldığı El yazması ve iki parça kıyafet. Tieden ve diğerleri varmadan tapınaktan sessizce çıkacaklardı. Ayezi'yi aldılar yanlarına. Ayezi, Fohora ile vedalaşır gibi koklaşmış ve alnını daha genç olan kurdun alnına dayayıp uzaklaşmıştı efendisinin peşinden. Tek bir at ve bir kurt ile yola çıkmışlardı. Onların ayrıldığını kapıya bırakılan cesetlerin başında nöbet tutan bir kaç köylü görmüştü. İkisi sessizce ayrılıyordu. Atın üstünde yükü vardı. Daki atın yularını tutmuştu. Kuwala ise onun hemen yanında yürüyordu. Ayezi daha önde bağımsızca gidiyordu. Tapınağın arkasına doğru giden bir başka patikadan Tieden ve diğerleri gelmeden uzaklaşmayı seçmişlerdi. Yolculuklarının nereye olacağını onlarda bilmiyordu. Sadece artık bir yere saplanıp kalmak doğru gelmiyordu. Kuzey'in yanında artık Akela vardı ve yakında Unglarda onlara destek verecekti. Tieden gibi Rahom soyundan olan bir adamın üstüne bütün sorumluluğu yıkıp kaçmayı tercih etmişti Kuwala. Oturup orada krallar gibi kararlar vermek ona göre değildi.

''Ne yapacağız?'' İki hafta olmuştu onlar tapınağı terk edeli. Tieden peşlerine düşmek istemiş ama Sohow onların yazıldığı gibi yaptıklarını söyleyince olayın peşini bırakmıştı. Kuzey'e doğru gidiyorlardı ve yavaş yavaş Kristal Saray karşılarında gözükecekti. Daki kurdukları kamp alanında avladığı tavşanın derisini yüzmüş ve etini pişirmeye başlamıştı. Oturmuş el yazmasını okuyan Kuwala'ya gözlerini dikip konuşmuştu. Tekrar sordu. ''Ne yapmayı planlıyorsun?'' dedi. Kuwala kitaptan gözlerini bir kaç saniye ayırdı.

''Burada yazan mühürlere bakıyorum. Ve efsunlara... Haritaya göre önümüzde bir köy olacak. Orada mola veririz.'' Daki ateşi dürtükledi.

''Köyler ve kasabalardan uzak dursak daha iyi olmaz mı?'' Kuwala ona bakıp kitabı kapatıp cübbesinin derin cebine attı.

''Korkmamıza gerek yok artık Daki! Sen güçlüsün ve bende güçleniyorum. Oralara gidip insanlara yardım edebiliriz. Bakren zulmünden onları kurtarıp...''

''Onları kurtardığımızda sonuna kadar güvenliklerini sağlayabilir miyiz? Geçenlerde nehrin orada konuşulanları sen duydun.'' demişti. Bir kaç gün önce bir nehrin kenarında mola vermişlerdi. Ayezi avlanmaya gideceğini söyleyip kaybolmuştu. Kuwala ise yürümekten ayakları ağrıyan Daki dinlenirken nehir kenarında bir kaç soğuk su somonu bulmayı umup oraya paçalarını sıyırıp inmişti. insanlar suyun ısındığını ve havaların ısınmaya başladığını düşünüyordu. Bu yüzden bir kaç köylüde avlanmaya gelmişti. Eskisine göre fırtınalar daha seyrek olmaya başlamıştı. Kar ise yağmaz olmuştu adeta. Nehir suyu hala çok soğuktu ama Kuwala aldırış etmeden eteklerini ve paçalarını sıyırmış elindeki ufak hançerle suyun içinde iki balık yakalamayı umuyordu. Başını Daki'nin daha kampa girmeden ona verdiği atkı ile sarmıştı. Gelen köylüleri fark edince tedirgin olmuştu. Köylüler onu tanıyamamış ve selam verip ağlarını kurmaya başlamışken sohbet ediyorlardı.

''Madenlerde başlayan isyan yüzünden bizimde tepemize bindiler iyice.''

''Öyle ama yakında isyanın ateşi buraya da sıçrar. Yiyecek ekmeğimiz kalmadı. Bakren askerleri geçen ambarları boşaltıp gitti. Havalar iyiye doğru gitmezse açlıktan birbirimizi yiyeceğiz.''

''Madenlerden gümüş çıkmazsa Seronlar bize arpa göndermez. Bu insanlar aptal olmalı. Yüzünü bile bilmedikleri bir Rahom için ayaklandılar. Saçmalık bu!'' dört beş adam aralarında taraflara ayrılmıştı. Kimi isyanı haklı buluyor kimi ise bunu haksız ve boşa uğraş olarak görüyordu.

''Rahomun Kuzey'i kurtaracağını düşünüyorlar. Duyduğuma göre bir köyü yakıp yıkmış ve ölülerini Rahoma göndermişler. Korkudan tapınağından çıkamıyor diyorlar. Kimi ise korkudan kalbi durdu öldü diyor.'' demişti bir adam. Kuwala hançerini sapladığı balık elinde öylece kalmıştı. İnsanlarla hiç bu kadar yakın temasta bulunmamıştı. Köylüler ne çok şeyi yanlış biliyordu diye düşündü. Adamlar onlara bakan Kuwala'ya döndü.

''Haksız mıyım efendi?'' demişti az önce konuşan adam. Kuwala ne diyeceğini bilemedi. Sohbeti nehir kenarında dinleyen Daki doğrulmuştu.

''Haksızsın tabi efendi. Madenlerde isyan çıkmasa, insanlar savaşmasa Bakren sizin yemeğinizi almaya devam edecek ve sizde bizim gibi iki göçebe ile nehirde balık avlamaya çalışmaya devam edeceksiniz. Rahom'un öldüğü yalan.'' demişti. Adamlara onu süzdü. Kuzeyli olmadığı hemen belli oluyordu. Bir süre bakındılar. Kılıcına kıyafetine baktılar ama nereli olduğunu belli eden ip ucu bulamadılar.

''Sen nerelisin efendi de bu kadar Rahomu savunuyorsun?'' demişti. Daki bir süre ona baktı ardından güldü.

''Mallarımı çalan olmasaydı oldukça zengin bir güneyli tüccardım.''

''Tüccar ha! Ne satıyordun ki burada? İnsanlar burada bir kese arpa için birbirini boğazlarken...'' Daki kaşlarını gevşetip gülümsetti.

''Sizin gibi adamlara umut!'' dediğinde adamlarda gülümsemiş ve kahkahalar ile gülmüşlerdi. Kuwala onların neye güldüğünü anlayamadı ama cübbesinin eteğine bir sürü balık toplamıştı. Adamları ateşlerinin başına davet ettiler. Onların içkisi ile kendi balıklarını değiştirmek istediler ama adamlar ateş başında biraz ısınmak isterken muhabbete daldılar. Daki onlardan bilgi almıştı fazlası ile. Madenler de isyan korkunç bir boyuta gelmiş ve Bakren müdahale edemez konuma gelmişti. Kendilerine Kuzey Muhafızları diyen savaşçıların Madenleri koruduğunu ve efsun yaptığını duymuştu. Kuwala onların sadece sohbetini dinlemişti. Daki kendini kadın satıcısı olarak tanıtınca adamlar gevşemiş ve onunla sohbete durup karınlarını doyurmuşlardı.

''Anlayacağınız efendi, biz isyan etsek ne olacak. Bizi koruyacak muhafızlar yok! Rahom gelse bile sonra gidecek ve Bakren yine başımıza üşüşecek. Tek başına ne kadar iyi savaşabilir ki... Sonuçta insan o da! Eti kemiği var. Efsuncuların nefesi ne kadar kuvvetli olursa olsun büyüsü çok sürmüyor.'' demişti. Kuwala onları kaşları çatık dinliyordu.

O günden sonra bir daha kimse ile karşılaşmamışlardı. Kuwala o gün konuşulanları hatırladı ve Daki'nin uzattığı pişmiş etin but kısmını aldı.

''Eğer Bakren soyunu Madenlere doğru sürmeye başlarsak orada sıkışırlar. Biz Güneyden onlar Kuzeyden gelir ve sıkışırlar. Tek başıma yapamayacağımı söylediler ama eskisi gibi kontrolsüz değilim.'' dedi. Daki onun alınganlık yaptığını düşünüyordu. Yemeğine odaklandı.

''Eğer oraya gittiğimizde insanlara savaşa bileceğimi gösterirsem...''

''İnsanlar savaşmak istemez Kuwala. Herkes Beyaz Kurt Köyündeki gibi değil. Bir çoğu kaçmak ve korunmak istiyor. Senin onlara sonsuza dek bekçilik yapmanı istiyorlar. O bencillere bekçilik yapmak zorunda değilsin. O gün bizimle konuşan adamlar gibi sana inanmayan ve seni tanımadan hakkında konuşanları korumak için enerjini tüketmeni istemiyorum.'' dedi. Kuwala onun demek istediklerini anlıyordu. Daki savaşın ne demek olduğunu görmüştü ve neleri kaybettiğini hiç anlatmamıştı. Kuwala onun yanına doğru kaydı. Sırtını kamburlaştırmış kırılmış ağaç gövdesinde oturan Daki'nin yüzüne baktı.

''Sinirlendin mi?''

''Evet! Seni düşünmeyen insanları düşünmen ve bunun için canını sıkma beni sinirli bir adam haline getiriyor.''

''hım...''

''Hım... Ne? Bir şey söyleyeceksin ama niye sadece böyle bir ses çıkarıyorsun ki? Garip huylar ediniyorsun!'' Daki bunu söyleyince Kuwala gülümsemişti.

''Daki sen cidden beni çok seviyorsun! Benim seni sevdiğimden çok hem de! Bu yüzden benim yerime bile sinirleniyorsun! Bazen seni sevdiğimi söylemek istiyorum ama yeri şu an değilmiş gibi geliyor!'' Daki bunu duyunca birden gülümsemişti.

''Ne düşünüyorsan bana söylemelisin. Seni seviyorum ve önemsiyorum. Bunu her düşündüğümde sana nasıl söylüyorsam sende söylemelisin. Nerede olduğumuz önemli değil!'' demişti. Kuwala onun yersiz sinirini dindirmeyi böyle anlık konuları değiştirerek bastırmayı öğrenmişti. Yemeklerinin geri kalanı boyunca neşeli sohbetler etmişler ve ilk nöbeti Kuwala almıştı. Gecenin karanlığını aydınlatan ateşin yanında kıvrılmış nehri kenarından bu yana ilk defa uyuyabilen Daki'yi izlemeye dalmıştı. Onun endişeleri ve korkularını hissediyor ve bu yüzden tartışmaları hep kısa tutuyordu. Daki'nin ona duyduğu sevgiyi hissetmek yaşadığını hissetmek gibiydi.

''Seni seviyorum!'' demişti. Düşündüğü anda fısıldamıştı. Daki birden gözlerini aralayıp gülümsedi. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Uyuduğunu düşünüyordu.

''Ayezi döndü. Gel yanıma yat!'' dedi. Daki şiltede kenarı doğru kaymıştı. Ayezi ise ağzında bir yaban domuzu ile geliyordu. Ateşe yaklaştı ve domuzu kenarı doğru bıraktı. Onu kendisi için avlamıştı. Kuwala yanına gelen Ayezi'nin başını okşayıp Daki'nin şiltede açtığı yere doğru yürüdü. Sığındıkları orman içindeki oyukta güzelce bir uyku çektiler. Ayezi gece boyunca onları korumuş ve yemeğinin tadını çıkarmıştı. Domuzun bir kısmını yemek isterse diye efendisi ve onun sevgilisi Efendi Daki için ayırmayı düşünmüş ama guruldayan midesi daha fazlası için onu kandırdığında sabah bir kar tavşanını boğazlayıp onlara getirmek zorunda hissetmişti kendini. Oyuktan ayrılmadan önce Daki'nin uykusunun derinliğini ölçtü. Bir yere kilitlenmiş gibi baktığında Daki yattığı yerden doğrulmuştu. Ayezi onun uyandığını görünce kalkıp gitti.

Tekrar yola koyuldular ve Daki istemese de köyden geçmeleri gerektiğini fark etmişti. Girdikleri ormanın patikasının sonunda köy vardı. Kuwala oraya gitme konusunda çekimser olan Daki'yi elindeki el yazmasını okuyarak takip ediyordu. Gün kararırken köye varmışlar ve bu köyde kalacakları tek handa bir oda tutmuşlardı. Paraları olmadığı için kürklerden birisini vermek zorunda kalmışlardı. Handan sorumlu olan orta yaşlı adam ve ailesi çok misafirleri olmasına alışık değildi. Bu yüzden kürkü kabul etmede çekimser kalmış ve iki kürk karşılığında anlaşmaya varabilmişlerdi.. Kılıcı olan bu adamın ve yanında başını bir atkı ile sarmış yoldaşının tehlikeli olabileceğinden çekiniyordu. Kuzeylilere benzemeyen adam ve fazlası ile yüzü ile dikkat çeken ikiliye bir oda vermişti. Orada bir kaç gün kadar kalmayı planlamış ve tahmin ettikleri gibi onları sorgulayanlar yoktu. Bir kaç gün sakin geçmişti. Odalarında oluyorlardı. Bir ara ormana gitmişlerdi. Kuwala orada Ayezi ile görüşüp neler gördüğünü sormuştu etrafı kolaçan eden Ayezi ona gördüğü Bakren kışlasını ve köyün bağlı olduğu kasabayı anlatmıştı. Daki ise beş tane kar tavşanı avlamıştı. Geri döndüklerinde hancının karısına üçünü vermiş ve karşılığında onlara yemek hazırlamasını istemişti. Kadın için bulunmayacak fırsattı. Ailesininde boğazından et geçecekti. O akşam yemeğinden sonra hancı ve ailesi onlarla kaynaşma fırsatı bulmuş ve Daki daha önce söylediği yalanı sürdürmüştü. Kadın satıcısı olduğunu ve malları olan kadınların kaçırıldığını anlatmış ve arkadaşı olan Kuzey'li ile başkente gittiklerini anlatmıştı. Hancı endişeliydi.

''Başkentte sürekli bir kaos var diyorlar. Bakeren muhafızları konuşurken duydum. Akela sürekli oraya saldırıp duruyormuş. Orada güvende olur musunuz?'' demişti. Daki gitmeyecekleri bir yerin endişesi içinde değildi. Oraya giden yol üstünde oldukları için bu yalanı söylemişti.

''Bakrenli tanıdığım tüccarlar ile görüşüp geri dönüş için bir şeyler ayarlamaya çalışacağım.'' dedi. Hancı onu baştan aşağıya süzdü.

''Deniz yolunu Ung askerleri ve donanması tutmuş diyorlar. Akela'da batıya giden yolu kapatmış. Nasıl çıkacaksınız buradan? Kuzeyde kalan Madenlerde zaten kaos var. Binlerce insanı madenlerde öldürüyorlarmış her gün!'' dedi. Kuwala gülümseyerek adama baktı.

''Madenlerde çıkan isyanda yer alan Kuzey Muhafızlarının hikayesi nedir?'' dedi. Adam durdu. Elini masaya koydu. ''Efendiler anlatacağım ama bunu başka bir yerde konuşmayın.'' Yakında buraya vergi için kasabanın valisi ve Bakren muhafızları gelecekti. İnsanlar bu yüzden tedirgin ve tetikteydi. Savaşta ciddi yaralar alan Bakren muhafızları kendilerine saray yardım etmeyince vilayetlerden ve köylerden vergi almaya başlamıştı.

''Kuzey Muhafızları bir anda ortaya çıkmış. Nereden geldikleri ne zaman birlik oldukları pek bilinmiyor ara ara bazı köylere gelip Bakrenleri katlettiğini duyardık. Ama son olarak bu Maden İsyanında onların ne kadar güçlü olduğunu duyuyoruz. Her gün onlarca Bakren muhafızının kafasını mızrağa geçiriyorlarmış. Onlarla tek başlarına savaşabilecek kadar güçlü efsunları varmış. Kimisi Rahomunda orada savaştığını söylüyor. Ama ben inanmıyorum. O savaşıyor ama orada değil... Rahom başka yerde ve bence...'' Birden susmuş ve saçlarını açmış olan Kuwala'ya bakıp kalmıştı. Bembeyaz toplanmış saçları ile karşılarında oturan Rahom'a bakıp kalmıştı. Bir o değil handa bulunan diğer herkeste öylece kalmıştı.

''Kuzeyi anlamayanların yönettiği bu toprakları özgür bırakmak için Ung Prensi Kara Kurt Daki ile çıktığım bu yolculukta sizin gibi bana inanan adamlardan kimliğimi saklamayacağım.'' demişti. Etrafı saran derin sessizlikte nefes sesleri kesikleşiyordu.

''Efendim!'' demişti hancı. Onların inandığı Rahom değildi. Bir kurtarıcıydı ve o karşısında oturuyordu.

''Savaşıp kazanmak önemli değil. Savaşırken ölülerin sayısı az olmalı. Yoksa kaybetmeye devam edeceğiz. Merak etme! Savaşıyorum. Savaşmaya devam edeceğim. Benden, sizden alınanları geri alacağız.'' demişti. Daki suskundu. Kuwala'nın özgür iradesini kullanmasına izin veriyordu. Onu korumak için elinden geleni yapacaktı. Eninde sonunda bu savaşa dahil olacaktı ve buna engel olamazdı artık.

''Sizin varlığınız bizi kurtaracak. Rahom olarak bizi kurtaracaksınız.'' demişti. Kuwala gülümsedi. Hancının genç oğlu ve küçük iki kızına baktı.

''Onlar geldiğinde son gelişleri olacak. Bir daha buradan size ait olanları alıp sizi aç bırakmayacak.'' dediğinde başka masalardan kalkıp onun etrafına doluşmuşlardı.

''Kurtaracak mısınız biz?''

''Açlığımıza son verecek misiniz?''

''Oğullarımızı alıp götürmelerine izin vermeyecek misiniz?'' diyorlardı. Kuwala onları dinledi ve başını salladı.

''Kurtaracağım ama bunu beraber yapacağız. Lütfen şimdi gidin ve yarın savaşmak isteyenleri meydana çağırın. Sabah ışıklarında onlarla konuşmak istiyorum. Bu savaş bizim savaşımız. Atalarımın yaptığı hataları ve onların ardından gelen bu karanlığı aydınlatmak için ben kendimi yakacağım. Ama sizlerde, sizlerde benimle yanmazsanız ve arzu etmezseniz bu aydınlık yeterli olmayacak.'' demiş ve onları göndermişti. Daki suskunca içkisini içiyordu. Kuwala hancının getirdiği ona sunduğu en özel içki dediği kesik tadı ile boğazını yakan şarap elinde yanında oturan Daki'ye doğru döndü.

''Eğer sayıları çok olur ve savaşmak isterlerse haksız olacaksın! O zaman bana kızmaya devam edecek misin? Yoksa...'' Daki ona göz ucuyla bakmıştı. Hancının karısı çocukları yatırıp masaya geri dönmüştü. Sohbetlerini bölmemek için sessizce kocasının yanına oturmuştu.

''Kızgın değilim. Seni bu savaşa sürüklediğim için kendime lanet okuyorum!'' dedi Daki sakince. Elini alnına dayadı. ''Aleon bana seni tapınağa getirerek her şeyi mahvettiğimi söylemişti. Seni sen olmaktan çıkardığımı söylemişti.''

''Onu haklı mı buluyorsun? Eğer öyleyse...''

''Aleon'u haklı bulacak kadar sarhoş değilim bu gün! Senin hep olduğun kişi olduğunu hala görüyorum. Kim olduğunu umursamadan hala onlara yardım etmeye çabalıyorsun. Orada bizi tanımadan kapını açıp Cohin'in başında saatlerce onu iyileştirmek için beklediğinde neysen şimdi hala o kişisin.'' Daki gülümsemişti. İçkinin yüzünde yarattığı buruşuk ifadeyi silip gülümsedi.

''Meydana kimse gelemese bile senin arkanda sen düşme diye durmaya devam edeceğim. Eğer bir gün düşersen beraber düşeceğiz.'' elini uzatıp Kuwala'nın kurdele ile toplanmış saçlarını sertçe karıştırır gibi okşadı.

''Ah benim zavallı Beyaz Gelinciğim. Hiç dönüp bana baktın mı? Seni nasıl terk edip gideyim ben... Sana, senin bana ihtiyacın olduğundan daha fazla ihtiyacım varken hemde!'' demişti. Kuwala ona bakıp gülümsedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Parmaklarıyla oynama alışkanlığı yüzünden elleri ile yine oynamaya başlamıştı.

''Yarın o meydanda kimse olmazsa ben olacağım. Sen endişelenme.'' dedi Daki. Kuwala onu böylesine destekleyen ve aldığı kararları onaylayan Daki'ye nasıl teşekkür edeceğini bilmiyordu.

Ertesi gün güneş doğdu ve meydanda beliren insanlar güneşin doğduğunda meydan bomboştu. Bir kişi bile yoktu ve kapılar kilitliydi. Kuwala boş meydana bakıp kaldı. Ne diyeceğini bilemeden öylece bakıyordu hancı ve ailesi de yoktu. Öylece boş meydana bakıp kaldı. Umutsuzluk denilen hissi ilk defa bu kadar derinden hissediyordu. Arkasında dikilen Daki'ye döndü. Gözleri hafifçe nemlenmişti. Gülümsedi. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. Daki ona hiç bir şey demedi. Sadece Kuwala'nın gerçekle yüzleşmesinin verdiği acıya ortak olabilmek için ona doğru yaklaşıp elini omzuna koymuştu. Onun yanında olduğunu göstereceği gün ise vergi için Bakrenlilerin geldiği gün olacaktı. Bekledi. Sabır içinde ne yapacağını düşünen Kuwala'nın yanında suskunluk içinde bekledi. bir öğlen vakti ormandan döndüklerinde halkın malları ile meydana doğru gittiğini gördü. Eli belindeki kılıcın kabzasına gitti. Son kalan yiyeceklerini veren gönülsüzleri yavaş yavaş aştı. Kuwala onu takip ederken sessizdi. Daki ona beklemesini işaret edip önde açılan boşluğa girdi.

''Kimsin sen?'' diye başını kaldıran asker birden korkudan oturduğu yerden fırlamış ve kayıt için kullandığı divit elinden düşmüştü. Daki gülümserken gözlerinde şeytani bir ifade belirmişti.

''İyi dinle Kuwala! Bazen umudu yeşertmek için ışık gerekir. Bu ışık içinde kendini yakman gerekir.'' dedi. Asker kılıcını çekmişti. Ve bağırmıştı. ''Kara Kurt Daki burada!'' diye bağırdığında Daki çoktan belindeki Rahom soyunun kılıcını çekip avucunda tutup hızla çektiğinde insanlar geriye doğru kaçmıştı. Kılıcı saran yeşil ateş normalden daha şiddetliydi. Kuwala öylece bakıyordu. Elinde avladıkları tavşanların bacaklarından birbirine bağladığı ve halatın ucu vardı. İfadesizce izlerken yeşil ateşin üstünde titrediği kılıç bir kaç saniye içinde birden Bakren muhafızı üniforması giyen adamın başını omuzlarından ayırmıştı. Oraya doğru gelen muhafızlardan sadece ikisi kılıcında ateşi var edebilecek yetenekli olanlardandı. Diğerleri ise sadece sıradan birer askerdi. Daki onlara doğru döndü.

''Rahom halkını korumak istediğinde ona hizmet eden herkes Kuzey'in tanrıları tarafından kutsanır. Kuzey yasaları yazılı olmasa da kulaktan kulağa böyle fısıldanır. '' demiş ve kanlı bir kapışma sonrasında ardında on beş kadar cesetle kalabalığın geriye çekildiği yere dönmüştü. Kuwala öylece dikiliyordu.

''Göster onlara kim olduğunu! Göster ki bende kime hizmet ettiğim konusunda yalancı çıkmayayım. Sonuna kadar bu savaşta yanında yer alacağım. Kimse senin verdiğin mücadelede yanında olmasa bile ben olacağım. Bir mor ipin bağlılığı binlerce zincirden daha güçlü. Bu adamlar özgürlükten korkuyor ama biz onlara özgürlüğü vermekten korkmuyoruz.'' dedi. Alevler saçan kılıcını yarım daire şeklinde meydanın bir köşesine toplanmış olanlara çevirdi.

''Onlar çocuklarının açlıktan ölmesini bekleyip onları yemeyi düşünebilir ama ben her çocuğun bu topraklarda seninle baharı göreceğine inandım. Onlar korkup kapılarına zincir vurabilir ama ben ve benim gibiler seninle beraber zincirleri kıracak!'' İnsanlar öylece kalmıştı. Daki ise kılıcının ateşini bir savuruşta söndürmüştü.

''Onların zincirlerini kırdım. Şimdi onlar özgür olmak istiyorsa senin önünde diz çöküp bağlılıklarını gösterecekler. '' demişti. Kuwala öylece kalmıştı. Eli başını saran atkıya gitti. Çekip aldığında beyaz saçları aydınlık gün ışığında kendini göstermişti. Esen rüzgar kurdeleden kurtulan saç demetlerini savurmuştu. İnsanlar sessizce ona bakıyordu. Bir adam çıktı ileri doğru. Taşıdığı kafesteki iki tavuğunu geride bırakıp topallayarak öne doğru çıktı.

''Darta seni kutsasın Londaga! Bizi sen kutsa!'' demiş ve diz çökmüştü aksayan ayağına rağmen. Bir sürünün ilerlemesi için birilerinin ileri doğru adım atması gerekirdi. Daki yirmi beş senelik hayatında bunu öğrenmişti. Bir kral daima halkını ileri doğru götürmek istiyorsa tek başına ilk adımı atıp onlara ilerleyeceği izler bırakmalıydı. Bu gün bunu Kuwala'ya öğretiyordu. Köy halkını dizleri üstüne çöktürerek. Orada Kuwala'ya daima onun için yol açacağını göstermişti. Ve bu yol açılmaya başladığında binlerce insan onların arkasından gelecekti.

O gün o meydanda ona bağlılık yemininde bulunanlar kasabayı örgütlemiş ve bir kaç hafta sonra Bakren Hanedanlığının haberci kuşlarının girdiği Kristal Saray penceresinden bir kuzgun girmişti. Kuşun ayağına bağlı mesajı okuyan adam panikle koşmuştu. Kralının huzuruna çıktığında bir kolu kesik ve dilini yutmuş gibi haftalardır sessiz Melez Piç ile lordunu bulmuştu orada. Lordu sinirle tepiniyordu adeta. Adam elindeki kağıdı titreyerek uzattı. Kralın yanındaki muhafızı kağıdı açtı ve okumaya başladı.

''Güneyde kurulu merkezi ikinci kışladan gelecek son haberdir bu okuduğunuz. Haber size ulaştığında artık Kasaba ve kışla tamamen Kuzey halkının eline geçmiş durumda demektir. Yaşayan hiç bir askeriniz ve kara kurdunuz kalmadı ikinci kışladı. Burası artık Gerçek kuzeylilerin toprağıdır. Göndereceğiniz her asker acı dolu bir ölümle yüzleşecektir. Daha fazla ölüm istenmiyor burada. İkinci bölgede daha fazla istenmiyorsunuz. Kralınız ve kurtları istenmiyor. Bu uyarılarıma uyulmaz ise Kristal Saray doğru bir yürüyüş gerçekleştireceğim. Üstünde Bakren Hanesine ait bir arma olan her şeyi yıkıp yakıp yok edeceğim. Tehdit olarak algılamanızı umuyorum. Rahom Kuwala Akanov.'' Muhafız bunu okuduğunda lort birden donuk bir ifade ile bakmıştı. Melez Piç ise haftalar sonra birden bir kahkaha atmıştı. Öyle histerik ve şiddetli kahkaha atmıştı ki Lordu birden elindeki sert metal eldiven ile onun suratına sert bir tokat indirmişti.

''Neye gülüyorsun seni aşağalık piç!''

''Sana... Korkularımı anladığında yüzünün aldığı hale!'' dedi. O kadar düzgün konuşuyordu ki... Lort şaşkınlıkla ona bakmıştı. Melez Piç ise ayağa kalkıp parçalanmış suratına elini koydu. Kurumuş dudaklarını yaladı.

''Benden kolumu alan kurdu gördüğümde aklımı kaçırdığımı sandım ama aklım yeni başıma geliyor. Byega dönmeyecek ve buraya asla gelip seni kurtaramayacak. Hepimiz bu sarayın içinde yanarak öleceğiz.'' dedi ve tekrar kahkaha atıp bir tokat daha yedi. Yere düşünce ellerini yere yapıştırdı.

''Ama önce ben Kuwala'nın kalbini öldürmezsem.'' dedi. Gözlerinde beliren şeytani gülümseme ile ayağa kalktı.

''Kolumu benden aldı ama hala zehirli bir dilim ve uzakları gören iki çift gözüm var. Bana yetki ver seni ateşlerden kurtarayım. Bana yetki ver!'' dedi ve hırçınca lordun yakasını tuttu. Lort onu itekledi. Muhafızı aralarına girdi. ''Seni sapık pislik! İstediğini yap! Ne yapacaksan yap ve bu sefer başarısız olursan seni parça parça ayaklarından başlayarak keseceğim. '' demişti. Melez Piç neşe ile güldü.

''Başarı olursam bende bunu senin cariyene yapacağım.'' demiş ve tahttan oldukça uzakta dikilen kadına gözlerini dikmişti. Kız korku ile başını yere eğdiğinde kral yanağından oluk oluk kana akan adama baktı ve tiksinti ile yüzünü buruşturdu.

''Hatta izin ver onu bu gece doğramaya başlayayım. Somurtan kraliçe bu sayede sana bacaklarını aralar.'' demiş ve kahkahalar atarken bu sefer muhafız onu yere doğru bir tekme ile devirip tekmelemişti. ''Kraliçen hakkında doğru konuş!'' diye çıkışmıştı. Lort ise onu durdur.

''Bırak! Kızı al ne yapıyorsan yap. İster kurban yap ister parça parça ye! Yeterince işimi gördü.'' demişti. Melez Piç gülümsedi. Ona verilen ödülüm keyfini sürmek istiyordu. Kız ise korku ile ağlamaya başlayıp baygınlık geçirmişti. Gözünü açtığında ise Melez Piç'in yatağında bulmuştu kendini. Korku içinde titreyerek kenarı kaçınmaya kalktığında Melez Piç ona bakıp fısıldamıştı.

''Yapma yapma... Korkma!'' demişti. Kız ona bakıp kalmıştı. Melez piç ise elindeki kavanozu göstermiş ve iki gözü işaret etmişti.

''Onun gibi baktığın için sana bir şey yapmayacağım. Ama bir şey isteyeceğim.'' dedi. Kız ona bakıyordu. Melez Piç ise hiç bu kadar aklı başında konuşmamıştı.

''Buradan seni çıkaracağım ve sende gidip o şehre sığınacaksın. Orada ben gelince kapıları açacaksın. Bunu yaparsan yaşayacaksın. Yaşamak zorundasın. Bu yüzden bunu yapacaksın.''

''Yapacağım!'' demişti kız korku içinde. Melez Piç kahkahalar atmıştı. Öyle heyecanlanmıştı ki... Elinden kavanozu düşürdü. Kırılan kavanozu görünce bir çığlık attı ve telaşla iki gözü yerden yaptı. Ellerini kesen cam parçalarını çekip attı ve güldü.

''Seni koruyacağım.'' deyip içi su dolu gümüş kupaya attı gözleri. Kız ona korku içinde bakarken Melez Piç ona doğru döndü. Yine salyaları dudaklarının kenarından sızıyordu.

''Durma öyle. Seni kesmek istiyorum. Kaç ve dediğimi yap. Bak mahzen anahtarları. Alıp kaç!'' demişti. Kız yer altı geçitlerine açılan kapıları açan anahtarları alıp odadan kaçtı ve hızla şehirden uzaklaşmak istedi. Başına geleceklerden habersizce kapıyı açtığında birden başına inen darbe ile yığılıp kalmıştı. Ona vuranın kim olduğunu bilmiyordu ama uyandığında bir atın üstündeydi. Birisi onu tutuyordu. Ağzında dayanılmaz bir acı vardı ve ellerini hissetmiyordu. Konuşmak istedi ama bir şey eksikti. Bir şey... Dilini hissetmiyor ve ağzını saran bandajlardan kan tadı geliyordu. Ellerini kaldırınca bileklerinden kesilmiş ellerine bakıp kaldı. Attığı çığlıklar onu taşıyan atı ve onu tutan kişinin umurunda bile değildi. Güneye doğru koşan atın nal sesleri çığlıklarını boğmaya yetecek kadar güçlüydü.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Beş: Ung Bencilliği

Seronrakaul gemileri çoktan hazırlanmış ve yola çıkmıştı. General Byega onlara eşlik ediyordu askerleri ile. Yaşanan olaydan sonra hızla ordular toplanmış ve kralın emri ile prenste bu ordu ile savaş meydanına gidecekti. Akela kadınlarının Kuzey'in yanında yer aldığı düşüncesi ve Altın Zırhlı ordunun yola çıktığı haberleri hanedanlıkların arasında yayılıyordu. Aleon ise Ung topraklarına varmıştı. İlk iki gün saraya pek yaklaşmadı. Daha sonra babasının huzuruna çıkmıştı. Bir babasının değil Saray meclisinin hepsi toplanmıştı. Yorucu yolculuğunu anlatmaktan yana değildi. Yaşananları kısaca anlatması yeteceğini düşünüyordu. Temiz kıyafetler giydi, yıkandı, saçlarını kestirdi, tıraşını oldu. Bir prens olarak annesini ziyaret etti ve ardından meclis ve babasının huzuruna çıkmaya hazırdı. Kış kendini Ung sınırında gösterse de Kuzey gibi karla kaplı değildi. Yağan kar kalabalık şehirlerde ayaklar altında ezilip eritiliyordu. UngurPan diğer şehirlere ve krallıklara göre daha düzgün bir yapıda kurulmuştu. Dağınık ve surlar ardında değildi şehirleri. Tek merkezli ve oldukça büyük bir krallığa sahipti. Şehirde yaşayan insan sayısı üç milyondan fazlaydı ama evler ve mekanlar düzgün bir şekilde yapılmıştı. Şehrin merkezinde bulunan büyük sarayı çevreleyen surlar dışında şehirde başka sur yoktu. Denize kadar iniyor ve dağlara kadar tırmanıyordu şehir. Kuzeye giden askerlerden daha fazla asker şehri korumaktan sorumluydu. Aleon'u hemen limanda tanımış ama onun yoluna çıkmamışlardı. Bir süre sessizce takipte kalmışlardı.

Şimdi ise bir kaç asker ona eşlik ediyordu büyük kralın huzuruna çıkarken. İçeri iki kanatlı işlemeli kapıdan girdiğinde tahtın sağ ve soluna sıralanmış meclis üyelerini gördü. Hepsi ikinci prensi selamlamıştı. Aleon ise nefret ettiği meclis üyelerine tiksinti ile baktı. Kılıcını süsleyen zincir her adım atışında zırhında şıkırdıyordu.

''Yüce kralım!'' dedi ve başını eğip selam verdi babasına. Babası ise onu görmekten memnundu. Üç oğlu da uzaktaydı ve onlardan doğru düzgün bir haber alamıyordu. Savaşın gidişatı hakkında duydukları ise iç açıcı değildi.

''Sevgili oğlum! Buraya geleceğine dair bir mektup almamıştım. Birden bire meclisi toplamama sebep olan şeyi söylemeden önce kardeşlerinden söz et bize!'' dedi. Aleon bir kaç saniye duraksadı. Ardından ellerini arkasında birleştirdi. Elinde altın rengi zarf vardı.

''Gerçekleri duymak hoşunuza gitmeyecek ama söylemeliyim kralım.'' dedi. Kampa döndüğünde gördüklerini ve Daki'nin durumunu anlatacaktı. Bir öksürük ile boğazını temizledi. Kaşları çatıldı. Yüzünde hafif bir gülümseme ile konuşmaya başladı.

''Prens Helyan Kea ordunun başına geçti. General Foo'nun emir yetkisini elinden aldı ve kampı taşıma kararı aldı. Sahilden uzaklaşıp içeri doğru girme kararının temel sebebi Bakren'in artık güçsüz düşmeye başlamış olması. Prens Kara Kurt Daki ise Darta Tapınağında Rahom olarak ortaya çıkan Kuwala'nın korumasını üstlendi. Akela kadınları ile anlaştı Rahom ve savaş için yeni askerler yetiştirilmesinde onlara yardımcı olacak. Prens Helyan Kea ise sevgili kardeşinin artık Kuzey tarafını tuttuğunu düşünüp onun adını hain olarak işletmek sureti ile size bir mektup gönderecekti. Mektubu bizzat ben taşıyordum. Fakat o aptal fikirler ile dolu mektubu lime lime edip Kuzey Denizine serpiştirdim.'' Şaşkınlık içinde kalan meclise doğru başını çevirdi. ''Evet mühürlü bir mektubu açıp okudum ve onu denize attım. Sebebini merak ediyor musunuz?'' dedi ve elindeki altın rengindeki zarfı havaya kaldırdı. ''Bizzat Seronrakaul Kralı tarafından Bakren Lorduna yazılmış bir mektup. Akela'lı Güneş'in Kızı tarafından Rahom Kuwala'ya ondan da bana teslim edilmiş bu mektubu size getirmek en doğrusu olacaktı. Yakında Unglar oraya takviye yapıp Helyan Kea'nın elinden yönetimi alıp bana vermez ise Seronlar tarafından nasıl lime lime dilip kurtlara yedirileceğini anlatan bu mektubun içinde gönderilecek asker sayısı, müttefiklik teklifine onay ve gıda yardımı yer alıyor!'' demişti ve susmuştu. Meclisin içinde ufak bir mırıltı başlamıştı. Kral ise mektubu istetti. Mektubu kendi gözleri ile görmek istemişti. Verilen rakama ve takviyeye korku dolu gözler ile baktı.

''Helyan'ın bundan haberi var mı?'' dedi. Prens Aleon başını iki yana salladı.

''Henüz yok. Rahom tarafından size gönderilmiş bir mektup bu! Bir generali kafasına göre görevinden alan ve aklını kaybetmiş gibi Kızıl Çam Ormanlarına ilerleyen Helyan Kea'nın rütbesi bu mektubu taşımaya yetmezdi!'' derken sesi oldukça sertti. ''Aylar önce o ormana giden askerler Kara Kurtlar tarafından param parça edildi ve biriside Prens Daki olmak üzereydi. Buna rağmen plansızca ve biçimsizce oraya doğru kampı taşıyor. Eğer durumun ciddiyetini görmek isterseniz oraya gidip kendiniz bakın isterim. Kuzey'in sahibi olarak dönen Londaga'nın mirasçısı bizlerin bu savaşta onun tarafında olmamızı istiyor.'' dedi. Kuzeyin dili ile konuşmuştu. Onları savunurcasına Güneyli meclise karşı konuşuyordu.

''Size aklımı kaçırmışım gibi gelecek ama Kuzeyde efsun hala var ve orada rüzgarları ve buzları avucunun içinde yöneten bir Rahom var. Bizim yardımımızı istemiyor. Kuzey büyük bir kıyametle karşı karşıya kalmak üzere. Helyan Kea'ya bir mektup yazıp ordunun geri dönme emrini de verebilirsiniz. Bu pekte önemli değil Kralım. Ama orada kalan askerler eğer tecrübesiz ve hırslı ağabeyimin elinde kalmaya devam eder ise ölecekler. Hiç kimse onlara acımayacak. Ne gözünü kan bulamış Bakren, ne zırhlarını parlatmış ve şeref madalyası için dövüşen Seronlar, ne Akela, ne aç kalmış Kuzeyliler ne de Rahom! Kimse onlara acımayacak. Orada tek bir taraf olarak kalamayız. Kalırsak... Ölürüz!'' dedi ve sustu. Meclisteki uğultu baş döndürücü derecede artmıştı. İki taraftan da kralın huzuruna doğru sesler yükseliyordu. Kral ise kaşlarını çatmış ve her zamankinden daha sinirli ve agresif konuşan iki seneye yakındır huzuruna çıkmayan oğlu Aleon'a bakıyordu.

''Prens Daki neden Rahomun yanında? Mektubunda yazdığı çocukça onu koruma isteğinin arkasından mı gitti?'' Kral uğultuyu bastıran bir sesle çıkışmıştı. Ayağa kalkmıştı. Tahtın olduğu platformun iki basamaklı merdiveninden inmişti.

''Rahom, Daki ve askerlerin hayatını kurtardı. Onun yanında savaşmak istiyorlar. Daki ve alayı Rahomu destekliyor!'' dediğinde etrafı ölüm sessizliği kaplamıştı. Aleon karşısında duran babasına bakıyordu.

''Helyan Kea'nın kampı taşımasındaki gerçek sebep ne?'' demişti. Aleon etrafına baktı. Ardından tekrar babasına çevirdi başını.

''Sadece kontrolsüzce Kristal Saraya yürümek istiyor. Seronların geldiğinden habersiz ve ona bunu anlatmak istediğimde elime bir mektup verip Daki'ye hain damgası vurduğunu bile söylemedi. Ayrılacağım gün ise beni huzuruna çağırdı. General Foo ve bir çok komutan görevden alınmış durumda. Kendi başına alayları eline almış yönetiyor. Bu durumda onun kafasından ne geçtiğini anlayamadığım için affedin.'' demişti. Helyan Kea'ı karalamak ve ona dair bütün öfkesini kusmak için bulduğu bu fırsatı kullanmak istiyordu. Onun kampı taşıdığını anlatırken abartmış ve olayı dramatize etmişti. Ama bunu yapmazsa Helyan Kea'ı destekleyen çok olurdu. Bir çok meclis üyesinin oğlu komutandı ve onlar bu durumdan rahatsız olmadıkça Kral da Kuzeydeki savaşı pek umursamaz ve ölümleri yok sayıp savaşı kaybettiklerinde Kuzeye bir daha dokunmazdı. Aleon burada aldığı risklerin farkındaydı. Kuzeyde gördüklerinden sonra mümkün olduğunca orada olan savaştan kaçınma planındaydı. Seronların gelişi büyük problemlere neden olurdu.

''Düşünmem gerek! Yarın tekrar toparlanırsınız ve meclis üyeleri de bir karar verir!'' demişti. Prens Aleon ilk çıkan oldu. Babası ile özel görüşmeyecekti ve Sarayda çok kalmadı. Dayısının yanına gitmiş ve onu görmüştü. Dayısı şehirde sözü geçen bilge bir adamdı. Zamanında krala danışmanlık yapıyordu ancak meclisteki kişilerin baskısına dayanamayıp görevini bırakmış ve şimdi şehrin en büyük kütüphanesinde baş alim olarak yaşıyordu. Çocuğu yoktu. Evli değildi. Kendini kız kardeşinin aksine tamamen okumaya ve araştırmaya vermişti. Bu süre içinde evlilik hep onun için yok sayılabilecek bir unsur olmuştu. Şimdi ise yetmişlerine merdiven dayamış ve pek sevgili yeğenin onun soy adını kabul etmesinden bu yana onu oğlu olarak görür olmuştu. Aleon son günlerde dayısının rahatsız olduğunu ve pek odasından çıkmadığını annesinden öğrenmişti. Zaman kaybetmeden şehrin doğusundaki kütüphaneye doğru yol almıştı. Dayısı onun şehirde olduğunu öğrendiğinde pek sevinmiş ve sırf onun için güzel bir sofra kurdurtmuştu. Yemeklerini yeyip hasret gidermişlerdi.

''Bir şeyi merak ediyorum oğlum!'' diyerek sohbete girmişti Dayısı. Aleon onun karşısında gülümseyerek otururdu daima. Bu gün ise kaşları çatık ve yüzü asıktı. Meclisin onda yarattığı baskıdan nefret ediyordu. Bazen Helyan Kea'nın o mecliste oturup nasıl gülümseye bildiğine şaşıyor ve sırf bunun için bile ona saygı duymayı düşünüyordu.

''Rahomla tanıştın mı?'' Aleon başını sallayarak cevap vermişti. Dayısı buruk bir gülümseme ile ona baktı. Bundan otuz sene önce Kuzeye gitmiştim ve o zamanlar Bakrenler ile aralarında bir kız meselesi vardı. Ama ben genç ve beceriksiz Feshon ile tanışmayı başarmıştım. Kibirli am abir o kadar korkaktı. Saçlarına Seron altınları takardı. Bu Rahomda ona benziyor mu?'' dedi. Aleon düşündü ve aklına Kuwala'yı getirdi. Bir tane bile takısı yoktu. Saçları eksi bir kurdele ile bağlıydı. Üstünde ise bazı yerlerinde yamalar olan beyaz cübbesi vardı. Usulca başını salladı.

''Hayır. Rahom Kuwala sefil ve sade duruyordu. Saçlarını bile banyo yaptıktan sonra tarıyor olmalı.'' Dayısı bunu duyunca gülmüştü. Öyle neşe bulmuştu ki... ''Neye gülüyorsun?'' diye sorduğunda Aleon adam neşe ile ona baktı.

''Rahomlar eskiden lükse düşkün olmazdı. Onlar sadece beyaz bir cübbe giyer ve başlarına bir kurdele takarlardı. Kristal saray bile böyle görkemli değilmiş eskiden. Ne surları ne duvarları varmış. Damı bile düzmüş. Kubbesi yokmuş.'' dedi. Aleon onun ne anlattığını anlamamış halde dinliyor ve ihtiyarlığına veriyordu.

''Daki ile Rahom'un iş birliğinin temeli nedir?'' demişti dayısı. Dayısı Daki'yi severdi. Yaramaz ve hayta bir çocuk olduğunu söyler ama Aleon'a benzetirdi.

''Doğrusu bunu söylemeye dilim varmaz. Ama bilmiyorum dayı. Sanki o doğru bir şeyler yapıyormuş gibi geliyor bana. Ona kızıyorum öfkeleniyorum ama doğru yaptığını hissediyorum.'' demişti. Hizmetçiler bile şaşkındı. Aleon ilk defa Daki'den söz ederken dişini sıkmıyor, kaşını çatmıyor ve küfür etmeden sakince onu onaylıyordu.

''O mutlu ve oraya ait gibi. Ve ilk defa birisinin dediklerini yapıyor.'' diye devam etti. Derin bir nefes aldı. ''Orduyu buraya geri getirmek istiyorum. Kuzey artık bizim için güvenilir değil. Seronlar bu savaşa dahil oldu ve onlar sınırımıza gelmek için fırsat bekliyor. Orada ordular birbirine girerse burayı almak için sefer düzenlemeye çekinmezler. Ordunun başında Daki olursa asla yenilgi olmaz. Fakat o ülkesi ve krallığı yerine Rahomun dizi dibinde olmayı seçiyor.'' bunları söylerken derinlere dalmıştı. Krallığın akıbetini en çok düşünen kişi oydu ve diğer herkese eğer anlaşmalar yapılmaz ise Kuzey gibi param parça olduklarını anlatmak istiyordu. Ama bunu yapacak yetenekte değildi. Ne Helyan Kea gibi dil cambazlığı bilirdi, ne de Daki gibi kılıcını çekip delice üstlerine gitmeyi. Prens olmaktan uzak durma sevdası bu yüzdendi.

''Daki'nin neden gelmeyeceğini biliyorsun, onu geri getiremeyeceğini de... Peki onunla niye omuz omuza savaşmayı seçmiyorsun? Seronları alt etmek için bir savaş meydanı ve Kuzeyin gücü...'' Dayısı ona bunları söylemişti. Aleon o kadar kolay bulmuyordu olayı. Orduyu Kuzey ordusu ile birleştirmek zordu. Kimse daha fazla orada kalmak istemeyecekti. Baştan beri bu yüzden mektubu istemişti. Eğer Seron tehdidini görürlerse meclis orduyu geri çekecekti. Bu sayede UngurPan sınırları içinde daha büyük birlikle gelecek tehditlere hazır olacaklardı.

''Kuzey bizim hiç bir işimize yaramaz! Orada daha fazla can feda edemeyiz. Bırakalım Kuzey Seronluları yorsun. Biz sonra baş almaya gideriz.'' demişti. Dayısı onun korkularını ve endişelerini çok iyi biliyordu. ''Kış bitiyor ve on sekiz sene sonra bahar tekrar kendini göstermeye başlayacak. O zaman Kuzey bambaşka olacak. '' demişti. Aleon altı dolu ama anlamsız cümleyi kurcalamak yerine izin isteyip ona ayrılan odada dinlenmeye çekildi.

Günler geçiyor ve meclis konuşmuyordu. Toplanmıyor ve kraldan bir çağrı yoktu. Aleon ise tembellik yaparak geçen günlerinde özlediği şehrini dolaşıyordu. Bir akşam geri kütüphaneye döndüğünde kraliyet muhafızlarını görmüştü. Içeri endişe ile girdi. Kral yıllar sonra eski danışmanına soru sormak için onu ziyarete gelmişti. Yalnız değildi. Aleon'un küçük kız kardeşi Aisoo da buradaydı. Hoş sohbetli bir akşam yemeğinde onları bulmuştu. Masada Daki'nin annesi cariye Pema'yı görünce Aleon bir an duraksamıştı. Kendi annesinin neden burada olmadığını merak etti. Dayısı, Cariye Pema ile oldukça mesafeli ve huzurlu bir tanışıklığa sahipti. Doğum yapan ve oğul verdiği için rütbesi yükselen kadının elinde olmayan bu durumu hoş karşılamıştı kız kardeşinin aksine. Aleon ise annesinin nefretle söz ettiği kadının adını henüz dört yaşındayken duymaya başlamış ve bu yüzden onunla hep konuşmadan iletişim kurmaktan kaçınmıştı. Sadece bir kadındı. Saçları örgülü topuzdu ve hep düz pastel renklerde elbiseler ve kaftanlar giyerdi.

''Gel soframıza eşlik et oğlum.'' demişti babası Yohanno. Aleon oturduğu yerden masaya bakıp ona getirilen kadehe şarap koydu.

''Dayına soruyordum bende ne yapacağımızı. Durumun ciddiyetini senden dinlemiş. Helyan Kea'ya bir haberci yollayıp orduyu geri getirteceğim. Bu durumda sende gelen ordunun başına geçip Seronların gelebileceği Batı sınırında orduyu komuta edeceksin.'' demişti. Babasının onunla pazarlık yapmasından nefret ediyordu. Bir şey demeden kadehine bakınca birden aklına Melez Piç geldi. O gece mahzende yaşananlar adeta yine kadehinde yansıyordu. Elleri titredi ve kadehi fırlattı yere doğru. Korku ile bakıp kalmıştı. Masadakiler ona şaşkınlıkla bakakalmıştı. ''Yorgunum ve dinlenmem gerek. Daha sonra konuşuruz majesteleri.'' dedi ve çıkmak için yürüdüğü sırada bir kadının sesi onu duraklamasına sebep olmuştu.

''Prens Aleon size eşlik edebilir miyim?'' Pema bunları söylerken ayağa kalkmıştı. İki senedir bir hastalıktaydı ve bu yüzden rengi pek yoktu. Sürekli öksürür haldeydi. Dizleri hep titriyordu.

''Teşekkür ederim.'' demişti Pema onu bekleyen prensin yanında durup Aleon onunla dışarı çıktı. Koridorda yavaş yavaş yürüyorlardı.

''Daki'yi mi soracaksınız bana?'' dediğinde Pema mahcup halde gülümsedi.

''Mektup yazdım ama cevap vermedi. Onu gördüğünü söylemişsin efendiye.'' dediğinde Aleon başını salladı. Kattaki terasa doğru çıkıp oturdular.

''Onu gördüğümde her zamankinden daha mutluydu Pema!'' dedi. Aleon ona cariye sıfatını kullanmaz ve Pema derdi. Daki'yi doğurduğunda henüz on beş yaşındaydı Pema. Şimdi ise kırklarında idi. Daha sonra iki defa daha hamile kalmış ama birinde ölü doğum diğerinde ise düşükle sonuçlanmıştı doğum. Çok konuşmayan kendi halinde bir kadındı.

''Sağlığı nasıl?'' dediğinde Aleon ona bakıp kaldı. Pema'ya dürüst olması gerektiğini düşünüyordu.

''Kuzeyin en iyi hekimi tarafından tedavi edilmiş. Olduğundan daha iyi durumda.''

''Oğlumun aklı hep havada olmuştur. Ona orada sahip çıkmışsın. Çok teşekkürler.''

''Pema!'' dedi Aleon. Kadın ona doğru döndü. Aleon kısık bir sesle konuştu.

''Bunu kimseye söyleme ama Daki bir daha buraya dönmeyi düşünmüyor. Orada kalacak ve orada burada olduğundan daha sağlıklı ve mutlu. Oraya gitmeden önce mektup yazarsan onu iletirim. Neticede benimde annem var ve sende annesin. Ama bunun dışında sana oturup oğlunu anlatamam Pema.'' dedi. Ayağa kalkmıştı. Pema ona bakıp usulca gülümsedi.

''Kuzey seni çok değiştirmiş. Kalbin atıyor artık. Bunun için bile minnettarım.'' demişti. Aleon Cohin'den duyduğu laflara benzer bu kelimeleri işitince şaşırmıştı.

''Kuzey bir beni değil herkesi değiştirdi. Daki bile bambaşka bir adam orada. '' dedi ve hızlı adımlarla kadını merak içinde bırakıp uzaklaştı.

Sonu gelmez bir davranıştı insanlar için bu! Hepsi kendi bencil korku ve arzuları ile planlar kuruyor ve bu planlar eşiğinde hareket ediyordu. UngurPan'da karar vermiş ve Ordusunu tamamen çekecekti. Haber verilmesi için bir kaç gün sonra meclis toplandı. Ve oy çoğunluğu ile ordu geri çekilecek ve savaşta yer almayacaktı. Ama tanrılar böyle planlamamıştı geleceği. Onlar bambaşka bir gelecek görmüştü ve yazmıştı. Kuzeyin kanını akıtan ve orada kan akıtan Güneyin ödemesi geren bir borcu vardı ve bu borçtan Prens Aleon'un kurnazlığı ile kaçamazdı. Güney kararını vermişken Batının boruları çalıyordu. Seron krallığında ikinci ordu kara üzerinden sefere çıkmak için adım adım ilerlemeye başlamış ve halk onları gururla yolluyordu. Zalimce katliam yapmaları için analar evlatlarını süslemişti bu gün. İnsanlar hiç değişmezdi.

Kuwala'nın elindeki el yazmasında kör kahin bir sayfaya şunları yazmıştı.

''Geleceklerini söylesem de insanlar iyi olanı kabul edip kötü olanı atmaya çabalıyor, yalanlıyor. Oysa iyi olanı ortaya çıkaran yaşanmış kötü olaylar. Bunu insanlara asla öğretmedim. Nice yaşıma geldim ama bir kişi bile kötüyü kabul edip onun varlığı sayesinde iyinin ortaya çıkabildiğini görmedi. Kitabı sandığımdan zorla alan sen Rahom bu kötülüğü gördün. Senin kadar akıllı ve kurnaz olanı gördün ki... Kendi aklını ve kurnazlığını öğrendin. İnsanlar yüz yıllar akıp gitse de değişmez. Onlara doğru şarkıyı söylersen dinlerler ve ezberlerler. Ama yanlış olanı söylersen... Öfkelenip giderler.''

Aleon bu satırlarda yazan yanlış notayı söylememişti. Doğru olanı söylemişti Ung meclisine. Onları korkutmuş ve çekimserliklerini yıkmıştı. Ama doğru olan bu değildi. Ödenmesi gereken borcundan kaçan UngurPan sözünde durmayan prensi yüzünden cezalandırılacaktı... Habersizce üç kuzgun saldılar. Ama kuzgunları takip eden üç kartal onların Kuzey'e varmasına engel olmaya hazırdı. Bakren'in sızlanan lordu ve yardım bekleyenleri sayesinde Seronrakaul kendini haklı şekilde savaşın ortasına koyabilmişti. Tek güç olmak için ona uzatılan altın tepsideki tacı almıştı bile.

 

''İhanet çok mu korkunçtur Daki?'' demişti Kuwala. Durduk yere kasabadaki en yetkili liderle konuşan Daki'ye . Daki ona doğru döndü.

''Ne oldu?'' dediğinde Kuwala onu köşeye doğru çekti. Ellerini başına dayadı.

''UngurPan gelmeyecek! Ruhlar onların saklanmayı seçtiğini fısıldadı dün gece. Burada tek başımıza olacağız.'' demişti. Daki bunu duyunca öylece kalmıştı. Aleon onları kandırmıştı.

''Aleon mektubu meclisi ürkütüp orduyu geri çekmek için kullandı.'' demişti kendi kendine. Kuwala ise gülümsedi.

''Aleon halkı için endişelendi. Tıpkı Tieden gibi, Marinoe gibi... Endişelendiği için ihanet etti. Bu suç sayılır mı?'' Kuwala bunları söylerken sesi sakindi.

''Sayılmaz değil mi? Çünkü korku insana hata yaptırır.'' dedi ve Daki'yi kardeşine karşı öfkelenmekten alı koymaya çabaladı. Onu yatıştırdıktan sonra kendi endişesini yatıştırması gerekiyordu. Ung askerleri gider ise Kuzey Seronlar tarafından kısa sürede alınırdı. Akela kadınları onlarla savaşacak kadar güçlü değildi. Bunun yanı sıra içini saran huzursuzlukla mücadele edemiyordu. Kasabanın surlarına doğru yürürken bir kaç kişinin bağırtısı ile döndü. Ayezi geçen gün yaptığı gibi av sonucu getirilen bir kaç tavşanı dişleri arasına almış hırlamıştı. Burada en çok mutlu olan oydu. Kuwala oraya doğru yürürken sesi yüksek çıkmıştı.

''Sen! Utanmıyor musun halkımı yemeğini çalmaya!'' demiş ve gülmüştü. Ayezi ağzındaki tavşanları yere bırakıp ona doğru döndü.

''Rahomun bana halkının önünde azar çekmesi daha utanç verici.'' Kuwala onu yanına doğru çağırdı.

''Biraz yürüyüşe çıkalım, sende karnını doyur.'' demişti ve sur kapılarını açtırıp dışarı çıkmışlardı. Köy halkı da kasabaya çekilmişti. Kışla haline getirilmiş kasaba onlar için daha güvenliydi. Surların dışına çıkıp yürümeye başladılar. Ormanda fazlası ile tavşan vardı ve belki şanslarına geyik bulabilirlerdi. Ayezi önden gidiyor ve ardından yavaş yavaş gelen Kuwala'nın düşüncelerini görmek için uğraşıyordu. sonunda pes edip sordu.

''Seni üzen nedir?'' demişti. Kuwala dalgınlığını dağıtan sesin sahibi olan Ayezi'ye döndü.

''Aleon!'' dedi. Ayezi başını öne eğip salladı.

''Ne iflah olmaz bir adam değil mi?''

''Öyle! Ona tanrılar şans sundu. Belki hayatında ona acı veren anıları bile sunacak bir aşk sundu ama o takıntılı kalbi ve aklı yüzünden hata yapıyor. Binlerce insan ölecek! ''

''Ah evet bu olacak. Ama Tanrıça Seron ve Tanrı Tesna kavgaya tutuşursa kıyamet kopar. Seron eğer onların canını alan Unglara acımaz ise Tesna uykusundan uyanıp kıyameti getirir. Hammuaş'ı da Ungları katleden bir deli olduğu için cezalandırdı.'' demişti Ayezi. Yaşlı ruhu bunların hepsine tanıklık etmişti. Kuwala on sekiz senelik ömründe duymadığı isimleri sıralayan Ayezi'ye baktı. Hammuaş ve Tesna'nın kavgasını ona Daki biraz anlatmıştı.

''Tanrı Tesna ve Tanrı Hammuaş neden kavgalıydı?''

''Tesna Güney'i, Hammuaş ise Kuzeyi yönetecek iki büyük tanrıydı. Kuzey o zamanlarda yine kışın esaretinde ve kışı bitirecek tanrı Darta dağlara zincirliydi. Hammuaş ve Tesna'yi Güneş Baba kendini dağlara zincirleyen Darta'ya kızdığı için göndermişti yeryüzüne. İkisi çok iyi anlaşan iki kardeşti. Zamanla yer yüzünü yeniden uyandırdılar. Tohumlar ekti Tesna her yere ve bu ormanları o yaratmış oldu Kuzey'de. Sonra Hammuaş tohumları yeşertir olmuştu. İkisi Kuzey'i kış uykusundan uyandırıp yeşertti. Daha sonra Güney'in kurak topraklarına gittiler. Orada uyuyan canavarları yendiler. Bin başlı Boğa ile güreş tutup onun boynuzlarını kırdılar. Kırarken o kadar çok gürültü çıktı ki... Orada yer oynadı, dağlar yükseldi. Ben bile uykumdan sıçradım. İkisi toprağı ekip biçti. Ama yalnızlıktan Tesna sıkılmıştı. Güneş Babasından onun var edebilme yeteneğini istedi. Işığı aldı toprağa ekti. Toprakta tutmadı ışık. Sonra alıp ışığı suya koydu bu seferde ışık sudaki canavarlar tarafından yenildi. Sonunda ışığı elinde şekillendirdi. İki kolu, iki bacağı ve bir başı olan Ungları var etti. Güneşin diğer çocukları da bunu görünce kıskanmıştı. Onun gibi yaratmak için izin istedi ve topraklara indi. Hepsi ışıktan yaratıldı. Ama siz başkasınız.''

''Öyle miyiz? Neyiz biz peki?''

''Onu sonra anlatırım. Dinle bak. Tesna o kadar güzel bir kadın yaratmıştı ki ona aşık oldu. Öyle sevmişti ki onu kadının gönlünü kazanmak için onun peşinde gezer olmuştu. Ona güzel sözler söyler, ona şarkılar mırıldanır olmuştu. Tüm gününü kadının peşinde gezerek harcıyordu. Hammuaş ise ona kızıp Güney'i kuzeyden ayırmak için bir yumruğu ile Kuzey Denizini oluşturdu. Kendini Kuzey'e kapattı. Ama Kuzeyde Darta ve benim dışımda konuşacağı kimse yoktu. Darta uykucu ihtiyarın tekiydi. Eskisi gibi ateşi yanmazdı. O hep uyurdu. Bende Hammuaş'ın laflarına yetişemez olup tekrar Darta'nın yanına kıvrılıp uyudum. Hammuaş canı sıkıldıkça kardeşini arar oldu. Güneş onun sıkıldığını görünce ona ışık verdi. Kendi insanlarını yaratsın. Onlarla zaman öldürsün kardeşinin mutluluğuna göz dikmesin diye. Hammuaş ışığı elinde bükmedi. Onu sakladı ve gelip Darta'yı tekmelemeye başladı. Kardeşini kıskandıracak kadar güzel kadınlar ve adamlar yaratmak için Darta'nın soğuk ve beyaz göz yaşlarını almak istemişti. Darta uykusunda acıyla ağlayınca on altı tane göz yaşını topladı. Işığı büküp göz yaşı ile birleştirdiğinde bembeyaz adamlar ve kadınlar yaratmıştı. Sekiz erkek ve sekiz kadın! Hepsi birinden güzeldi. ''

''Darta sinirlenmedi mi Tanrı Hammuaş'a?''

''Ama susmazsan nasıl anlatayım. Gidip şu nehirde ağzımın kuruluğunu dindirelim bende sana anlatayım.'' dedi. Nehrin yanına indiler. Ayezi kana kana suyunu içti. Kuwala bir avuç su içip oturdu kayanın başına. Ayezi onun karşısında yere uzandı.

''Neyse... Zaman geçti, Hammuaş bu güzel insanlarını Tesnaya göstermek istedi. Tesna onları görmezden gelip ölümsüzlük istediği kadının peşinden gidince Hammuaş kardeşini öyle ok kıskandı ki... Öfkeden kendi yarattıklarını yok etmek istedi. Ama Darta'nın da çocukları sayılan bu insanlar onun dağlarına saklandı. Hammuaş daha da sinirlendi. Diğer tanrı ve tanrıçalar gelmeden burada var olan her insanı yok edip yer yüzünü terk etmeyi düşündü. Bir gece üreyip çoğalan ve UngurPan diyarını kurmaya başlayan insanların diyarına gitti. Orada yeni doğan çocukları boğazladı. Yetmedi öfkesi geçmedi. Kardeşi Tesna'nın hamile karısını kaçırıp boğdu ve cesedini sürükleyip onun ayaklarına kadar götürdü. Tesna adeta aklını kaçırmış gibi bağırmıştı. Darta ve ben uyanmıştık. Sesi yeri ve göğü inletiyordu. Öyle büyük bir kavgaya tutuştular ki.. Yer günlerce sallandı. Gök kap kara kesildi. Darta kendi çocuğu saydığı Rahom soyunu kanatları altına alsa da bir kaçı ölüp gitmişti bu sarsıntı ve karanlıkta. Yer altının iblisleri bile korkup yer yüzüne çıkmıştı. Kıyamet kopmuştu. Tanrı ve Tanrıçalar yer yüzüne inmekten vaz geçti. İkisi günlerce kavga etti. Taş üstünde taş koymadılar. Bir gün Tesna yaralı halde gelmişti. Hammuaş onun iki kolunu koparmıştı. Bacaklarını kırmıştı. Hammuaş'tan güçlü tek tanrı vardı o da babası Güneşti. Hammuaş öyle öfkelenmişti ki kardeşine ve Tesna'da ona ikisi de kör ve sağır olmuş babaları Güneş'in kızdığını bile duymuyordu. Darta bundan çok rahatsızdı. Güneş'in bağırtısı ve rüzgarların attığı çığlıklar onun tatlı uykusunu bölüyordu. Eteklerine gelip ölümü kucaklamaya hazır Tesna'nın göz yaşlarına da üzülmüştü. Kuwala çiçeğini o gece açtırtıp ona yedirdi. Sonra onu götürüp dışarı bıraktı. Tesna uyandığında bacakları düzelmiş ve kolları yerindeydi. Öyle kuvvetli hissediyordu ki kendini. Rüzgarı ve soğuk karı çıldırtan Hammuaş'ın yakasına yapışmıştı. Onu param parça edene kadar duramadı. Sonra rüzgar dindi ve Hammuaş'ın parçalanmış yüzünü ve bedenini gördü. Ağabeyine yaptıkları yüzünden kalbine çöken ağrı ile geri gök yüzüne döndü. Orada kendini derin bir uykuya yatırdı. Güneş Baba ise yer yüzündeki kaosa düzen versin diye tanrı ve tanrıça olan çocuklarını gönderdi. Ave, Akela, Seron ve nicesi yer yüzüne ışıkla geldi ve yer yüzünü düzeltsin diye insanlar yarattı. Darta ise daha fazla topraklarına tanrı istemedi. Kendisi bir oğul yarattı. Kardeşi Güneş'in tanrı çocuklarından daha akıllı ve Kuzey'i düzeltecek olanı. ''

''Londaga!'' Kuwala bilmenin verdiği heyecanla konuşmuştu. Ayezi başını salladı.

''Londaga! Ona hizmet etmek benim için en güzel zamanlardı. Hammuaş'in kızdırdığı rüzgarı dindirdi, yer yüzene kaçan iblisleri ve gölgeleri söndürdü... İki bencil tanrının yarattığı kaosu silip attı. Ama şimdi gel gör ki... İki bencil tanrının insanları kargaşayı yine getiriyor. Güneş'in oğulları ve kızları gibi onların çocukları da bencil ve kavgacı. Sizleri yarattığında Darta başta kızmıştı. Ama ataların sürekli Darta'nın raat uyuması için ezgilerle dolu şarkılar söylediği için hayatta kaldılar. Ama çirkin Bakren'in yarattığı kara kafalı insanlar o ezgileri bastıracak kadar konuşuyordu. Bakren tıpkı abisi Hammuaş gibi kendi soyunu üstün kılma çabasına girdi ve onları ateş ve ışıkla beraber büktü. Londaga ise onları bile eğitip kendi emrine alabildi. Bakren'i var olmamış gibi sildi. Duymazsın kimseden tanrı Bakren'in hikayesini. Gök yüzünde bile konuşulmaz.'' dedi. Kuwala hayretle bakıyordu.

''Peki Ayezi sen ne yapıyordun bu yer yüzünde? Niye kaçmadın Gök Yüzüne?'' dediğinde Ayezi güldü.

''Ben eskiden yüce gönüllü ve dağlardan fışkıran lavların efendisi Darta'nın sadık hizmetkârıydım. O geri Gök yüzüne yükselmek istemediğinde bende onunla burada kaldım. Darta ile Güneş hep kava ederdi. Bende ikisi arasında kalmaktansa ihtiyarlamış efendim ile yer yüzüne tıkılıp kaldım. Zaten gök yüzü pek sıkıcı. Tanrılar uzun uzun uyuyor orada. Arada kavgaya tutuşup dururlardı. Burada en azından yiyebileceğim güzel şeyler var.'' demiş ve birden sıçrayıp Kuwala'nın arkasına geçip bir tavşanı dişleri arasında sallamıştı. Kuwala ona doğru döndü.

''İnsanlar ve tanrılar aynı o zaman.''

''Bunu duymasın tanrılar. Kendi yarattıkları ile gurur duysalar bile onları hala aşağı ve çirkin buluyorlar.''

''İkisi de var ettiklerini yok etmede başarılı ama asla var olanı koruyamıyorlar.''

''Buna katılacağım. Gök yüzünün sükseli efendileri kendi yarattıklarını bahane edip birbirlerinin kafasına sürekli şarap çanağı fırlatmayı huy edindi. Tıpkı yarattıklarının başına geçirdikleri insanlar gibi. Onlar kadar akılsız ve onlar kadar pervasızlar. Güneş Baba çocuklarından utanıyor olmalı. Darta gibi tek bir evladı olsaydı daha mutlu olurdu.'' dedi ve çöküp tavşanın kürkünü tek hamlede sıyırıp aldı. Kuwala onu izliyordu. Yaşlı arkadaşının bu mizacını seviyordu. Herkese sayıştıran ve her şeyi bilen bu kurdu kandıra bilmiş olmanın gururu ile gülümsedi.

''Neden mutlusun? Gözünün önünde yemek yemem seni mutlu mu ediyor?'' Ayezi bunu söylerken başını kaldırıp sarı gözlerini ona dikti.

''Seni kandırdığım aklıma geldi. Seni tanrılar bile kandıramazken ben kandırdım. Bu durumda senin gibiyim demek oluyor.'' dedi. Ayezi yemeğine geri dönüp mırıldandı.

''Kandırılmak istediğim için kandırıldım.'' demişti. Kuwala elini çenesine dayadı. Gülümsedi.

''İyi ki kandırılmak istemişsin Ayezi. Eğer sen olmasaydın ben bunlarla başa çıkmazdım.''

''Çıkardım eminim ki... Efendi Daki oldukça akıllı ve yer altı iblislerinin babası Daki gibi adının hakkını verecek kadar kurnaz.'' demişti. Kuwala derin bir nefes aldı.

''Onunla olmam tanrılar için sorun değil mi gerçekten?'' dediğinde Ayezi başını kaldırıp gök yüzüne baktı. Tavşanı yeyip bitirmişti. Tekrar su içip Kuwala'nın dizinin dibine gelip oturdu.

''O gece siz ikiniz tanrıların şahitliğinde birbirinize yemin ettiğinizde onlarda içip mutlu oldular. Onlarda böyle saf bir sevgi görmeyi özlemişler. Eğer sizi yan ayna görmek istemeseydiler ikinizden birinin canını birisi alırdı. Darta bile o gece gözünü aralayıp size baktı. Efendi Daki ve senin ışığın birbirine karışmışken onlar buna hayran kalmaktan başka bir şey yapamazlar. Nadiren iki insan sever birbirini böyle. Bir Tesna karısını bu kadar sevmişti. Birde... Bilmiyorum arada böyle güzel şeyler oluyor ve bu kaos ortamında neşe buluyorum.'' demişti. Kuwala onun sırını okşadı. Ayezi, saflığını sevdiği bu adamın yanında rahatça konuşmayı huy ediniyordu. İkinci efendisi Londaga ve ilk efendisi Darta gibi saf bir ruhu vardı. Ayezi onlarda gördüğü hoşnutluğu Kuwala'da görmüş ve ona zamanla bağlanmaya başlamıştı. Artık daha rahat telepati kurar ve birbirlerini hisseder olmuşlardı. Kuwala'nın Daki'yi gördüğünde hızlanan kalbini duyunca ona ilk Rahomların ezgisini anımsatan şarkıyı hatırlatıyordu bu ses. Ve bu geçmişteki huzurlu Kuzey özlemini arttırmıştı.

Yine duymaya başlamıştı o ezgiyi. Başını kaldırınca karşıdan gelen Daki'yi görmüştü. Kuwala gülümseyerek ona bakıyordu. Ayezi ikisinde gördüğü enerji ve mutlulukla o anın tadını çıkarmak istedi. Gelecekte gördükleri yeterince onu huzursuz etmişken şu an duyduğu ezgiyi kaybetmemek için gözlerini kapayıp uyuklamaya devam etti.

 

 

 

 

 

Bölüm On Altı:  Haberci Kurt

 

UngurPan'ın resmi kararı beklenirken, Akela'da eğitimler hızlanmıştı. Marinoe oldukça yetenekli ve çabuk öğrenen bir kadındı. Daha şimdiden Güneş'in Kızı'nın özel birliği içine alınmayı hak edecek kadar yetenekli bir hale gelmişti. Onlar gibi geçitler açamasa da hızlı bir dövüşçüydü. İnce ve zarif bir kılıç yerine tercih ettiği ağır ve büyük kılıcı ile Aleon'un ona öğrettiği denge kuralını birleştirmiş ve kılıcı sahiplenmişti. Onun artık bir Akela savaşçısı olması gerektiği kararı verilmiş ve onun gibi bir kaç kadın daha bu unvanı almaya hak kazanmıştı. Güneş'in Kızı kendisi Kuwala'yı bulup onun bu törene davet etmek için transa geçmişti. Onun nerede olduğunu tahmin ediyordu. Son günlerde İkinci Kışla sayılan büyük kasabayı bir Rahom'un işgali dillerde dolanır olmuş ve Bakren geri adım atmış gözüküyordu. Oraya doğru transa geçtiğinde içeri giremedi. Ayezi dışında kimseyi göremiyordu. Ayezi Kurt formuda değildi. Yaşlı bir ihtiyar gibi surun kapısı eşiğinde bağdaş kurmuş oturuyordu.

''Kimi arıyorsun Güneş'in Kızı?'' dedi. Kız durup tanıyamadığı ihtiyara baktı.

''Rahom Kuwala'yı. Kuzeyin yeni efendisini!'' dediğinde Ayezi ona baktı ve derin bir nefes alıp kapıyı itekleyip açtı. Güneş'in Kızı içeri girince korku ile kaldı. Gördüğü şeye bakıp kalmıştı. İçerisi zifiri karanlıktı. Ayezi bu sefer olacakları Kuwala'ya değil Güneş'in Kızı'na göstermeyi tercih etmişti. İçerisi o kadar karanlıktı ki ayağına dokunan ılık sıvının ne olduğunu bile göremiyordu. İlerleyince bir tünel ucu gördü. Dışarı doğru çıkınca Akela'nın surları karşısındaydı. Surlardan tören davullarının sesi geliyordu. Güneş'in Kızı etrafına bakınca kurt formuna dönmüş Ayezi'yi gördü. Ayezi davul seslerini dinlerken salınarak oturdu.

''Bu ne şimdi? Ne ara buralara geldik?'' demişti. Ayezi karşıdaki yükselen surlara bakıyordu. Güneş'in kızı korku ile birden irkildi. Bedenini saran soğukluk ile içi ürpermişti. Davul sesleri birden kesilmiş ve yağmur yağmaya başlamıştı. Yağan yağmur kızıldı. Her yeri kırmızıya boyuyordu.

''Kan mı bu?'' dediğinde Ayezi ona doğru döndü. Gözlerinin içi gülüyordu.

''Eğer UngurPan'a yardıma gitmezseniz olacaklar bu!'' dedi. Akela surları gürültü ile yıkılmaya başlamıştı. Kan surları eritiyordu. Güneş'in Kızı surların üstünde parlayan ışıltılara bakıp kaldı. Ona hiç yabancı olmayan Seron zırhlarını ve bayraklarını görüyordu.

''Neden bizi yarı yolda bırakan Unglara yardıma gidelim ha?'' demişti. Ayezi ona doğru döndü. Daha uzakta oturan birisini burnu ile işaret edince Güneş'in Kızı dönüp o taraf baktı. Ölmüş binlerce kadının cesedi yığılıydı arkada. Bir kızı bacaklarından bir adam sürüklüyordu.

''Sende zamanında kendi çıkarların için Ungları yarı yolda bıraktın. Şimdi onlarda seni bıraktılar. Ve bu sefer bir kaç kişi değil herkes ölecek. Senin gerçek soyun seni ailesine alanları katledecek. Eğer Kuwala'yı ve kızlarını Unglardan yardım çağrısı geldiğinde UngurPan'a götürmezsen olacaklar bunlar. Götürürsen ölecek tek bir kişi var!'' dedi. Güneş'in Kızı bu sayının boşa verilmediğini biliyordu.

''Kim ölecek olan?'' dedi. Ayezi adeta sırıtmıştı. Gözleri kocaman açılmıştı. İri ve sivri dişleri arasından keyif dolu bir hırıltı yükseldi.

''Baban! Seron Kralı Segama! Onu öldürmez isen kardeşinde ölecek ve doğrunun yanında olan herkes ölecek!'' demişti. Güneş'in Kızı öylece bakıp kalmıştı Prens Gamli henüz on beş yaşına bile gelmemişti. Kralın genç karısından olma bu çocuk hakkında pek bir şey bilmiyordu. Birde ikizi olduğunu biliyordu. Senelerdir Seronların hakkında pek bir şey duymamıştı. Otuz yaşını geçmeye başlamıştı Güneş'in Kızı. Seron krallığını terk edeli yirmi sene olmuştu. Ve şimdi yarı yaşındaki çocuktan söz edilince donuk ifadelerle bakmıştı.

''Babamın ölümünü bu kadar önemsiyorsan sen yap gitsin!'' dedi. Ayezi başını öne doğru eğip yere biriken kanın tadına baktı.  

''Doğru olmaz. Tanrıça Seron'un öfkesini üstüme çekemem. Onu öldürdüğünde sinirlenmeyeceği tek kişi sensin. O gece kanlı bir gece olacak. Kendini hazırla ve haberi bekle. Sana haberi kanadının birisi kopmuş bir kuzgun getirecek.'' dedi ve birden Güneş'in Kızı kafasına bir darbe almış gibi ağrı ile transtan uyandı. Şaşkınlık ile etrafındaki kızlara bakıyordu. Gördükleri konusunda ne diyeceğini bilemedi. Elini alnına doğru götürdü.

''Efendi Kuwala'yı buldunuz mu?'' demişti. Güneş'in Kızı onu duymadı bile. Bir geçit açmaya başladı. Saçları açarken çıkardığı rüzgarda dağılmaya başlamıştı. Açmakta zorlanıyordu. Soğuk rüzgar hissedildi. Ve birden denizin dalgasından sıçrayan su içeri doğru girdi.

''Burası olmalı. Bu geçiti içeri bir kuzgun düşene kadar açık tutacaksınız!'' dedi. Dört kız o geçti açık tutmak için ilk nöbeti alanlardı. Marinoe neler olduğunu bilmiyordu.

...

Prens Aleon bir şeylerin ters gittiğini sezinlemiş gibi uykusundan uyanmıştı. Ne daraltıcı bir gece diye düşünü kütüphanede dolanmaya başladı. Normalden daha sessiz bir geceydi. Kuzgunlar yollanalı bir hafta olmuştu. Şimdiye Helyan Kea'nın cevabının gelmesi gerekirdi. Ama aksilikleri düşünmeden duramıyor Aleon. Neydi ters giden anlamamıştı. Bir süre kütüphanede dolandı. İçini sıkan şeyin en olduğunu anlamıyordu. Bileğine doladığı kurdele ayın ışığında parlamıştı. Öylece kurdeleye bakıp kaldı. Hala Kuzey topraklarında kalmış olan Marinoe ve Daki aklına geldi. Helyan Kea ve askerler... Onlara söylediklerinin tam tersini yapmıştı. Tieden'in onu burada öldürmesi bile umurunda değildi. UngurPan tehlikede gibi hissediyordu. Derin bir nefes alıp tekrar yatmak için odaya dönmeye karar verdi. Birden yanından geçen ürperti ile irkildi. Korku ile beliren beyazlığa bakıp kalmıştı. Gördüğü beyaz kürk ve sivri dişler. Korku ile kalmıştı. Tieden'in kurdu diye düşünürken sarı gözleri ve daha iri gövdesi ile Ayezi'nin geldiğini gördü.

''Sen buraya nasıl geldin?'' demişti. Ayezi ona baktı.

''Bu önemli mi? Nerede olduğun daha önemli. Benim fikrime göre!'' dedi. Aleon etrafına bakınca az önce bulunduğu koridor yoktu. Pema ile oturup sohbet ettiği terastaydı. Yükselen Pan dağlarını görüyordu şehrin ötesinde. Orada yanan ışıkları ilk defa fark ediyordu. Ayezi onun yanına doğru gelip baktığı yere çevirdi bakışlarına.

''Onların ne olduğunu biliyor musun?'' demişti. Aleon başını salladı.

''Bilmiyorum. ''

''Seronların meşaleleri ve ocaklarının ateşi. Bak bakalım ne kadar yakınlarmış size!'' dedi ve birden Aleon kendini kampın ortasında buldu. Binlerce asker ve altın zırhlılar... Ne yapacağını bilemedi. Ayakları bile çıplaktı. Eli beline gitti ama kılıcı orada değildi. Ayezi keyif içinde adeta donmuş gibi duran askerler arasında gezindi.

''Binlercesi, Pan dağlarını aşıp geliyor ve sizi paramparça edip buradan Kuzeye geçecek. Senin Kuzgunların gelene kadar siz yok olmuş olacaksınız.'' dediğinde Aleon sinirle kızardı. Kaşları çatıldı.

''Bu yaptın büyü ve gerçek değil. Senin bu sahte görüntülerine kanmam ben! Yalancı ruh seni'!'' diye çıkıştı. Ayezi ise oldukça keyifliydi.

''Siz Unglar gerçekten taş kafalı adamlarsınız. Buraya sana hatanı düzeltme şansı vermek için geldim.'' dedi. Aleon ona bakıyordu. Ayezi ise ona doğru adım adım yaklaştı.

''İyi dinle seni kibirli Ung Prensi!'' demiş ve birden etraf ıssızlaşmıştı. Aleon tanıdık gelen kokuyla başını çevirdi. Kızıl ormanın ortasındaydı. Ung Kampının izleri duruyor ama ateş ve küllerden başka bir şey yoktu. Çatırtılar duyuluyordu.

''Onlara, kuzgunların gitmeden kartallar yedi mektupları. ''

''Kimin kartallarından söz ediyorsun sen?''

''Aptal herif! Kuzgunlarının taşıdığı mektuplar buraya ulaşmadı. Helyan Kea ve bütün askerler ölecek. Şehriniz düşecek! Sana anlatmaya çabaladığım zamanda tarihi değiştirebilirdim. Buraya bak!'' deyip pençesi ile ona vurunca Akela surlarının içinde buldular kendilerini. Marinoe ve dört kız bir odada hala geçidi bekliyordu. Dört kız geçiti tutarken Marinoe geçitten içeri kuzgunun düşmesini bekliyordu.

''Bir kuzgun yollaycaksın Limandan. Kanadının birini kırman gerek. Rüzgar onu savurunca buraya girecek. Yanan ateşleri görünce kuzgun yolla ki... Tanrınız Tesna'nın mabedine gitmeden canınızı kurtarsın efendim.'' dedi. Aleon tam ona dönüp bir şey diyecekken Ayezi onu surlardan aşağı doğru itekledi.

Gözlerini açınca nefesi kesilmiş gibi hissedip yattığı yerden fırladı. Terden saçları yapışmıştı. Alnına konulmuş nemli bezi alıp kenarı attı.

''Majesteleri hızlı kalkmayın. '' diyen hizmetçiye baktı. Başı önüne eğik olan adam sıska ve yüzünü net göstermezdi. Kolunun birisi çolaktı. İçeri doğru kıvrılmıştı. Boynu ise hem öne hem yana yatıktı. Aleon uyuşmuş kaslarının sızısı ile kaldı. Alnında bir ağrı vardı. İçeri giren hekimi görüce şaşırdı.

''Majesteleri durumunuza bakmaya gelmiştim. Ateşinize bakmama izin verin.'' dedi. Prensin ateşini ölçüp nabzına baktı.

''İki gece önce sizi koridorda baygın buldular. Düşüp kalmışınız. Alnınıza dikiş attım. Kaşlarınızı çatmayın ki dikiş patlamasın.'' dedi. Aleon ayaklandı. Bacakları hala uyuşuktu. Ileride cilalanmış gümüş tepsiyi eline alıp yüzüne baktı. Alnında bir dikiş vardı. Gözlerinin altı solgundu. Rengi ise bembeyazdı. Saçlarını çekiştirdi. Derin derin nefes aldı. Bileğindeki kurdeleye bakıp elini gözlerine indirdi.

''Bu girdiğimiz bataklıkta ilk boğulan ben olmayacağım! Ruhların en hileci ve çirkini o kurdu bir daha gördüğümde öldüreceğim.'' demişti. Kaslarının ve yarasının sızısına daha fazla dayanamayıp sandalyeye çöktü.

''Majestelerini rahatsız eden bir şey mi var?'' demişti hekim. Aleon başını iki yana salladı. Ayağa kalktı.

''Yıkanıp saraya döneceğim!'' demişti. Hala gece vaktiydi. Hekim şaşkınlıkla ona bakıp kaldı. Aleon ise kaşlarını o kadar çok çatmıştı ki gözleri gölgesinde kayboluyordu. Itiraz edemediler. Gecenin bir yarısı küvet dolduruldu. Ardından prensi giydirdiler. Araba hazırlatıp onu saraya götürdüler. Saraya geldiklerinde Aleon oldukça gürültülü bir giriş yapmıştı. Büyük toplantı salonuna gidip eski altından zilleri çalmak için hızlı hızlı iplerini sallamaya başlamış ve bununla yetinmeyip büyük çanın ipine asılmıştı. Kolları o kadar kuvvetliydi ki... Tek bir hamlede çanı üç defa sallıyordu. Çan yankılanırken onunla gelen hizmetçiler korku ile etrafa bakıyordu. Önce muhafızlar sonra yavaş yavaş meclis üyeleri gelmeye başladı. Hepsi yarı uykuluydu. Kral ise şaşkınlık içinde gelmiş ve kükremişti adeta.

''Nedir bu rezalet!'' diye kükrerken Aleon onun karşısına dikilmişti.

''Senin hasta yatağında olman gerekmez mi?'' demişti. Aleon ona bakıp bir süre konuşmadı. Kral ise kemerini bile daha tam takamanın verdiği sinirle homurdandı.

''Seronlar geliyor!''

''Bunu nereden çıkardın? İki gecedir baygın yatarken birden bu rezaleti gördüğün rüyalara bağlarsan seni cezalandırırım.'' diye çıkışmıştı kral meclis üyeleri önünde prense. Aleon ise kaşları çatık ona döndü.

''Pan dağlarından batıdan gelecekler. Binlercesi olacak. Gece girecekler ve binlerce kişi ölecek! Seronlar geliyor. İster inan ister inanma ama oraya bir birlik göndermemiz...'' Birden etrafı sessizlik kapladı. Hala titreyen çan bile susmuştu. Aleon'un yüzüne inen tokatın şakırtısı yankılanıyordu. Kral oğluna vurduğu elinde hissettiği karıncalanma ile kalmıştı.

''Zırvalamaların yeter. Yakında Helyan Kea orduyu alıp gelecek. Gidip dayının kütüphanesinde deliliğine çare bul! Senin ruhlarla alakalı söylediğin bu zırvalıklar yüzünden gerçek meseleleri konuşacağımız zamanlar geçiyor. Aşılmaz Pan Dağlarından Seronlar gelecekmiş. Aklını kaçırmışsın sen!'' Kral söylenerek tahtına doğru yürüyordu. Aleon ise yanağından sızan incecik kan ile öylece kalmıştı. Yere doğru düşen kan damlalarına bakıp birden güldü.

''Eğer o gece seni Seronlar öldürmez ise seni öldüreceğim!'' demişti. Öyle öfkeli konuşuyordu ki nefesi ateş saçıyordu adeta. Gözlerine inen siyahlık etraftakileri korkutmuştu.

''Öyle korkutucu bakmaktan öteye gidemezsin değil mi? Aklını kaçırmış bir adam gibi konuşacağına geçilmez dağları geçecek Seronları nerede gördüğünü söyle!'' dedi. Aleon ona baktı ve gözlerini kıstı.

''Londaga'nın hizmetkarı Kurt söyledi!''

Etrafı kahkahalar ve fısıltılar sarmıştı. Ruhların varlığını yalanlayan Unglar için bu söylenen şey delilikti adeta. Aleon onlara bir süre baktı ve bir Ung meclisine yapılabilecek en büyük hareketi yaptı. Yere tükürüp ayağını üstüne bastı. Unglar için bu hakaretin en ağırıydı. Öylece herkes kalmıştı. Aleon başını iki yana sallayıp arkasını döndü.

''Kanadı kırık kuzgun bile sizi kurtaramaz artık. Rahoma ihanet ettiğim için tanrılar bana ceza olarak sizi vermişte haberim yokmuş.'' dedi ve çıktı. Hizmetçileri arkasından koşturuyordu. Meclisin en büyüğü olan ve Ung Soyunun ikincil ailelerinden olan adam kızgınlıkla konuşmaya başladı.

''Prensimizin bu yaptığı hakareti telafi etmek için af dilemesi gerekir. Öyle elini kolunu sallayarak gitmesine müsaade mi edeceksiniz majesteleri?'' demişti. Kral oğlunun ilk defa meclise açıkça hakaret ettiğini görmüştü. Bir şeylerin onu rahatsız ettiğinin farkındaydı. Aleon sürekli babasını öldürmekle tehdit eder ama bunu asla bir hakaretle mühürlemezdi. Kral Yohano öylece bakıp kalmıştı. Ama meclisten dil birliği yapmış gibi aynı ses yükselmeye başlamıştı.

''Prens meclisten özür dilemez ise sizin iktidarınızdan şüphe ederiz!'' şeklinde sesler yükseliyor ve kral uykusuzluk ile sinirlenmeye başlamıştı.

''Prens Aleon'u geri getirin ve af dilesin meclisinden!'' emrini verdi ama Aleon gelem yanlısı değildi. Çoktan arabası yola koyulmuştu. Muhafızlar onu yarı yolda yakaladı ama Aleon onları geri çevirdi. Muhafız birliği onu götürmeleri konusunda ısrarlı olunca Aleon agresif bir duruş sergilemişti.

''Kılıcı boynuma mı dayayacaksınız? Bu sizin başınızın kesilmesi için ilk sebep olur.'' demiş ve onları ikna eden tehditleri sonucu geri Dayısının kütüphanesine dönmüştü. Ne var ki sabah onu boynuna kılıç dayamış sekilde mecliste tükürdüğü yere diz çökertmek için getirmişlerdi. Boynuna dayanmış kılıçlara bakıp karşısında kibirle ona bakan meclis üyesi olan adamlara baktı. Kraliçe Yagnafil bunu duyduğunda çıldırmış ve kralın üstüne gitmiş ama nafile...

''Meclis benim kadar krallıkta saygındır. Onlara yaptığın saygısızlık bana yapılmıştır. Şimdi onlardan hakaretin için af dile! Bende senin cezanı düşüreyim.'' dedi. Aleon ona baktı ve gözlerini kıstı.

''Cezamı ne olarak düşündünüz?'' demişti. Özür dilemeyi reddettiğini belirtince etrafı derin bir sessizlik sardı. Dün gece yarısı ilk özür talebini ortaya atan adam öne doğru çıktı.

''Meydanda elleri başının üstünde yarı çıplak dizleri üzerinde beş gün bekleyeceksiniz prens hazretleri.'' demişti. Sadece su verecekler size!'' dedi. Prens Aleon'un yüzünde bir gülümseme oluştu. Tek çekişte zırhının kemerini açmıştı. Üstündekileri çıkarıp attı. Ayakları çıplak kaldı. Bir tek pantolonu ve pantolonunu tutan kuşağı vardı belinde.

''Cezamı çekeceğim. Ama bu aşağılık heriflerden özür dilemeyeceğim. Sizdende majesteleri!'' demişti. Onlardan af dilemek kendine yapacağı en büyük hakaret olarak görüyordu. Tükürdüğünü yalamazdı asla! İnadı tıpkı babasının inadı gibiydi.

Meydanda kurulan sahneye çıkmıştı. Halka duyuru yapacak olan ulak ve meclis ile kralda oradaydı. İnsanlar merak içindeydi. Dün gece çanın sesini duymuştu bir çok kişi. Neler olduğunu merak ediyorlardı. Çıplak bedeni ile dizleri üstünde duran Prens Aleon'u görenler şaşkındı.

''Dün gece meclise ve krala yaptığı hakaretten sonra prensimiz Aleon cezasını çekmek için halkın önüne çıktı. Onuru ile cezasını çekecektir. Bu süre boyunca meclise yaptığı gibi onu aşağılama hakkınız vardır. Beş gün boyunca ona su dışında başka bir şey veren onun cezasına ortak olacaktır. Kralımız Yohano'nun emridir!''

Ardından insanlar kral ve meclis uzaklaşınca sahnenin etrafını doldurdu. Aleon dizleri üstündeydi. Elleri başının üstündeydi. İki nöbetçi onun yanındaydı. Kütüphaneden gelen dayısı ve çolak hizmetçiyi gördü. Halkın içinden sıyrıldı. Dayısı sahnenin önünde durdu.

''Kaç gün?''

''Beş!''

''Helyan Kea özür diler, Daki kaçar sen ise cidden iflah olmaz şu adalet düşüncen yüzünden bu haldesin! Bir şeye ihtiyacın olursa burada senin başını bekleyecek!'' dedi dayısı. Hayıflanarak elleri arkasında yürüyüp gitti. İlk gece soğuktan Aleon titremişti. Muhafızlar devriye değiştirmişti. Sabah ona su veren bir kaç kişi olmuştu. Gece ise insanlar evlerine doğru gitmeye başlamıştı. Aleon boşalan meydana bakarken bir kaç kişi belirdi. Ellerinde odunlarla meydanda büyük bir yığın oluşturmaya başladırlar. Ateşi yaktıklarında muhafızlar sessiz kalamadı. Cezaya uygun değildi bu!

''Ateşi söndürmeniz gerek!'' dedi. İçlerinden bir adam ona doğru döndü.

''Bu gece prensin cezasını izlerken donmak istemiyoruz! O yüzden ateşi söndüremezsiniz.'' demişti. Muhafız itiraz etti.

''Daha uzağa yakın.'' dedi. Ama adamlar onu duymuyordu. Aleon ısıyı hissettikçe titremesi geçiyordu. Ara ara kişiler değişti ama ateş gece boyu sönmedi. Sabah ise ona su içiren bir kadındı. Sürekli birileri su içirmeye geliyordu. Bazen suyun içinde erimiş ekmek parçalarını hissediyordu Aleon. Şekerin tadını alıyordu. Bir defasında ise bir yaşlı adam suya şarap karıştırtıp vermişti. Çolak da tıpkı prens gibi ceza çekiyormuş gibi bütün gün ve gece oradaydı. Üçüncü gece olmaya başlamıştı. Muhafızlarda üşüdükleri için artık ateşe ses çıkarmıyorlardı. Bir muhafız kenarı çekilip diğeri ayakta uyurken birisi elinde ufak bir bardakla çıktı. Adam gülümseyerek prensinin yanına diz çöktü. Suyu uzatmadan içine parça ekmekleri attı. Aleon ona şaşkınlıkla bakıyordu. Adam ise gülümsedi.

''Siz bizim umudumuzsunuz. Duyuyoruz olanları ve sizin ayakta kalmanız gerek. Lütfen hayatta kalmak için!'' dedi. Aleon öylece bakmıştı. Halkı onu seviyordu. Hep kaçındığı ve yönetilmeye değer görmediği halkı ile geçirdiği bu eziyet dolu yorucu ama ilgin gün ve gecelerin üçüncüsünde ona şarapta ıslanmış ekmekleri içiren adama bakıp kaldı.

''Neden?'' diye fısıldadı. Adam ise onun tekrar ağzını meşgul etmek için bardağı dudaklarına iteleyip kulağına yaklaştı.

''Çünkü siz meclisi yok saymaya hazırsınız. Siz bizi korumaya hazırsınız! Bizde sizi korumaya hazırız!'' demişti. Aleon öylece bakıp kalmıştı. Lokmaları çiğnemeden yuttu. Gün doğana kadar düşündü. Seronların paramparça edip yok etmesini beklediği şehirde iyi insanlar görmek. Onun düşüncelerini değiştiriyordu. Ayakta usanmadan duran çolaka baktı. Gün doğmaya yakındı.  

''Sen!'' dedi. Çolak korku ile ona doğru döndü. Prens ona bakıp gülümsedi.

''Aklında iyi tut diyeceklerimi.'' dedi. Çolak ona bakarken halkıda dönmüştü o tarafa. Ateş sönmeye başlamış alacakaranlık başlamıştı.

''Seronrakaul Krallığı Pan dağlarından üstümüze yürümeye başladı. UngurPan Krallığının kurtuluşu için Kuzey'in yardımını istiyorum. Yardımın karşılığı yanınızda savaşmak olacaktır.'' dedi. Çolak başını sallayınca Aleon ona bakıp öne doğru eğildi.

''Bir kuzgun al. Kanadının birini kır. Ama uçabilecek şekilde uçlarını kır. Limandan havalandır. Kuzgunu kartal kaparsa Akela yılanları bizi kurtaramaz. Kartal kapmazsa kurtuluşumuzdan sonra bambaşka bir devir başlayacak!'' dedi. Çolak hızlı hızlı koşarken iki muhafız birbirine bakmıştı. Prensin aklını kaçırdığını düşünüyorlardı. Aleon ise ilk defa aklı başında gibi hissediyordu. Kuzgun havalandı. Uçtu ve birden kanadının daha fazla dayanmaması ile denizin üstünde yalpalamaya başladı. Ve birden gözden kayboldu.

...

Prens Aleon cezasını çektiği günlerde Ayezi ve Kuwala arasında bir konuşma geçmişti. Daki, Ayezi'yi duyamasa da Kuwala'nın konuşmasından neler olduğunu anlamaya çabalamıştı.

''Söylesene Ayezi bir kaç gecedir ortalarda değilsin. Nerelerde neyin peşine düştün yine? Burnun neyin kokusunu aldıda bu kadar etrafta dolanır oldun?'' demişti Kuwala. Elindeki su kabını taşıyordu. Ayezi ise onun yanında yürürken Kuwala birden durgunlaşıp ona dönmüştü.

''Eğer durum ciddiyse bir şekilde oraya gitmek gerekmez mi? Sonuç olarak onların yardıma ihtiyacı var!'' demişti Kuwala. Ayezi ise hırıldayıp alıp başını gitmişti. Kuwala ise elinde su kabı ile meydandan geçince Daki onu küvete giderken yakalamıştı.  

''Ayezi ile ne konuşuyordun?'' dediğinde Kuwala hiç çekinmeden ona doğruları anlatmaya başlamıştı.

''Seronlar güneye Pan dağlarının ardından saldıracakmış. Ayezi bunu öğrenince önce Akela kraliçesi olan hanımla daha sonra ağabeyin Prens Aleon ile konuşmuş. Onları iş birliğine davet etmiş ve bu iş birliği olmaz ise herkesin ağır kayıplar vereceğini göstermiş. O böyle dolambaçlı yolları sever. Ama sorunun çözüldüğünü söyledi. Prens Aleon meclise küfretmiş ve ceza almış.'' dediğinde Daki öylece kalmıştı. Kuwala'nın kucağındaki büyük su kabını alıp yürümeye başladı.

''Aleon'dan böyle bir davranışı hep beklemişimdir.''

''Cezasını çekerken halkı onun yanında olmuş. Sen ve büyük ağabeyini pek prens olarak benimsemedikleri için Aleon'u destekleyecekler gibi görünüyormuş. Ayezi işleri yola sokmak için tanrılarında kollarını sıvadığını söyledi. Bir Kuzey değil bozulmuş tüm toprakların düzeltilmesi gerekiyormuş. Onun işine karışmamam konusunda beni uyardı. Sinirli bir ihtiyar.'' deyip gülümsemişti. Daki ise onun kadar olayı hafif göremiyordu. Oldukça endişeliydi. Tanrılar işe el atıyorsa bu sorundu. Tesna onlarla olmazdı. Kendini cezalandırdığı için yeryüzünü korumayacağına yemin edip uyumuştu. Ungların başı büyük belada olurdu.

''Daki!'' demişti Kuwala yürümeye devam ettikleri sürece dalgınca giden adama defalarca seslenmiş ve Daki sonunda onu duymuştu. Başını çevirip ona bakınca Kuwala içerdeki küveti göstermişti. Üstünden buhardan bir bulut oluşmuş küvete bakıp elindeki suyu oraya dökmeye yöneldiğinde Kuwala onu kolundan yakalayıp durdurdu.

''Yıkanacak mısın? Ona göre bu suyu ısıtacağım.'' dedi. Daki onu bir kaç saniye anlamadan boş gözlerle baktı.

''Yıkanmayacağım.'' dedi. Kuwala ona bakıp yukarı doğru katladığı kollarını birbirine doladı.

'' Beni geri çevirdiğine göre kafanı kurcalayan şey oldukça önemli olmalı. Konuşmak ister misin?'' demişti. Daki elindeki kabı kapı eşiğine bırakıp veranda da ki merdivenin ilk basamağına oturdu.

''Aleon için endişe ediyorsan Ayezi onun her zamankinden daha güçlü olduğunu söyledi!'' dedi. Daki yanına oturan Kuwala'ya baktı. Saçlarını geriye doğru kabaca toplamış, kolları yukarı doğru katlanmıştı. Belini saran kuşak onun eskisine oranla daha zayıflamış olduğunu gösterecek şekilde iki diş geriye çekilmişti. Kıyafetini düzensiz giymişti. Cübbesinin bir kısmı kemerden aşağı doğru daha fazla sallanıyordu. İçine giydiği ikinci daha ince cübbes ise biraz açılmış ve beyaz teni gözüküyordu. Botlarının kayışları sıkıca gerilmişti. İnce bileklerini saran kayışlar iki tur atıyordu. Köprücük kemikleri gözüküyordu. Boynu her zamankinden daha ince duruyordu. Kuwala onu uzun uzun inceleyen Daki'ye bakıp utançla gülümsedi.

''Hala beraber yıkanabiliriz. Uzun süredir baş başa kalamadık.'' dediğinde Daki onunla göz teması kurmuştu. Gri gözlerde gördüğü ışık bütün endişelerini dağıttı. Eli yeni yeni çıkmış sakallarına gitti.

''Traş olmamda gerekiyor.'' dedi. Kuwala ayaklanıp ona elini uzattı.

''Gidip ustura getireceğim.''

Geri döndüğünde Daki hala verandada oturuyordu. Kuwala köseydi ve hiç sakallarını kesme gereksinimi gibi bir durum yaşamamıştı. Ancak bir kaç defa Daki'yi izlerken nasıl yapıldığını görmüştü. Kemarını söktü ve ilk cübbesini çıkardı. Daha kısa gömleğe benzeyen ve belindeki pantolonunu tutan kuşakla sabitlenmiş beyaz cübbesi ile kaldı.

''Seni bu sefer ben traş edeceğim. Otur bakalım.'' dedi. Daki bir ayağı oynayan sandalyeye oturmadan önce eğilip sandalyenin ayağını sabitledi. Kuwala ufak bir bakır kaba temiz su doldurdu. Dar sehpanın üstüne koydu kabı. Usturanın ucunu tıpkı Daki'nin yaptığı gibi parmağına paralel tutup sürdü. Keskin olup olmadığını bilmiyordu. Sadece ondan gördüğü şekilde kontrol etti. Daki gülmüştü.

''Ucu yeterince keskinse deride pütürtülü bir his vermez!'' demişti. Kuwala oldukça kusursuz ucu olduğunu anlamıştı usturanın. Nemli bezle Daki'nin yüzünü silip eğilip yavaşça usturayı sürdü. Ortam o kadar gergindi ki... Kuwala korkuyordu ve elleri titriyordu.

''Korkmana gerek yok. Arada bende kanatırım yüzümü!'' demişti Daki ama Kuwala'nın elleri bunu duyunca daha çok titredi. Daha fazla dayanamayıp geriye doğru çekilmişti. Usturayı Daki'ye doğru uzattı.

''Olmayacak! Kesin yüzünde derin bir kesik oluşturacağım!'' demişti. Daki ona bakıp elini tutup onu kendine doğru çekti. Kucağına oturtup bir elini beline doladı. Ustura olan elini tuttu.

''Yaralanmam! Senin bana zarar vermeyeceğini biliyorum. Devam etmelisin.'' demişti. Kuwala bir süre ona baktı. Daha sonra ona doğru bedenini yavaşça çevirdi. Usturayı nazikçe kaydırdıkça kesilen kıllar dökülmeye başlamıştı. Daki'nin yüzünde kesik yaratmadan işi bitince gurula gülümsedi. Daki ise elini çenesinde gezdirdi ve memnuniyet ile başını salladı.

''Beğendim!'' demişti. Kuwala onun yanağına sakince bir kaç öpücük kondurdu. Ardından bu öpücükler ciddileşmeye başlayınca Daki onu kendine doğru çekmişti. İkisinin bu ateşli öpücüklerini bölen ise birden çatırtı ile ayrılan sandalye ayağı olmuştu. Kendilerini yerde bulmuşlardı. Kuwala istemsizce kahkahalar atıyordu. Yan tarafta kalanlar ise gürültü ve kahkahalara meraklanmışlardı. Kuwala geriye doğru düşünce üstüne düştüğü Daki'nin üstünden kalkmadan kahkahalar atınca Daki'de ona katılmıştı. Bir süre gülüştüler. Kuwala sakinleştiğinde Daki'nin yüzüne doğru eğilip burun buruna geldiler. Onu öpmek için hazırlanmışken aralık kapı gıcırtı ile daha fazla açıldı.

''Rahom Kuwala!'' diyen ses burayı alırken kasabada örgütlenmeyi sağlayan adamın sesiydi. Içeri doğru gelince yerde uzanmış iki adamı gördü. Kuwala sesi duyunca yana doğru devrilmişti. Adam yan yana yatmış iki adama baktı ve kırılmış sandalyeye baktı. Kafasında neler olduğunu düşünürken Daki onun dikkatini dağıttı.

''Dinliyoruz.'' demişti. Doğrulup ayağa kalkıp Kuwala'yı elinden tutup kaldırmıştı.

''efendim kasabanın sur kapısında iki kişi var. Onları içeri almadık. Ama gelmeniz gerek.'' dedi. Kuwala yatakları topladığı yere koyduğu cübbesini aldı. Daha düzgün giyip beline kemerini taktı.

Sur kapısına gidince öylece kalmışlardı. İki kişi vardı. Birisinin gözlerinden biri mimlenmişti. Genç bir erkek ve üstünde Ung zırhı vardı. Yarası taze duruyordu. Diğeri ise elleri kesik ve korku içinde ağlayan bir genç kızdı. Ağzında ise kanlı bir sargı vardı. Adam Rahomu görünce korku ile yere çöktü. Yere kapanıp acı dolu bir sesle konuşmaya başladı.

''Kuzeyin efendisi bizi kanatların altına al. Karım ve ben lordun zülmünden kaçtık. Karımı kendi kadını yapmaya çabalıyordu. Ona karşı çıktığım için gözümden oldum ve kadınım ise...'' Hıçkırıklar içinde donmuş toprağa başını dayamıştı. Kuwala öylece bakıp kalmıştı.

''Muhafzı mısın?'' Adam başını iki yana salladı.

''Lordun gözünde bir hainim ve ondan bana yaptıklarının hesabını sormak istiyorum.'' dedi. Kuwala başını Daki'ye çevirmişti. Daki ise başını yavaşça sallayınca Kuwala adamlara döndü.

''Onları alın, kalacak yer, sıcak su ve yemek verin.'' demişti. Adam yerden kalkıp gözünden yaşlar akarak ona bakmaya başlamıştı. Kuwala bu çiftin hikayesini merak ediyordu. Onların yerleştiğini öğrendiğinde akşam ziyarete gitmek istedi. Daki'ye uzandığı yerde ağrıyan midesine iyi geleceğini düşündüğü için bez ısıtıyordu. Daki ise yattığı yerde sızlanıyordu. Kuwala'nın onunla ilgilenmesi en sevdiği şeydi. Sadece onunla ilgilenmesi için kendini hasta bile etmekle tehdit ettiği oluyordu. Hekimlik becerisini yaralı kasaba halkı için kullanmaya başladığından beri Daki sürekli mide ağrısından sızlanmaya başlamıştı. Kuwala yatağın yanına oturup Daki'nin karnını açtı. Sıcak bezi onun midesinin üstüne koydu. Elini ise bezin üstüne koydu.

''Bir süre terlersen ağrı geçer diye umuyorum. Üşüttüğün için miden ağrıyor olmalı. Senin için ısıtılmış şarap getireceğim. Mide ağrısına iyi geldiğini söylediler.'' dedi. Daki onun bir yere gitmeye hazırlandığını hissetmişti. Gözlerini kapayıp mırıltı ile sızlandı. Kuwala ise onun alnına bir öpücük kondurup üstünü örttü.

''Bu sefer gitmem gerek. Gelen kızın yaralarına bakmak istiyorum. Bandajlar eski gibiydi. Yarası taze duruyordu. Ben gelene kadar sende sessizce uyumalısın. Bu mide ağrıların beni endişlendiriyor.'' dedi. Daki numara yaptığını ona söyleyemezdi. Kuwala ise onun ilgi istediğini başından beri biliyordu. Sevgi konusunda bencil bir adamdı Daki! Sırf onun bu çocukça oyunu bozmamak için dün gece ona masaj bile yapmayı kabul etmişti. Ama bu sefer onu kendi haline bırakması gerekiyordu.

''Endişe etme bir saate geri döneceğim!'' dedi. Çıkıp ilerde onlara oda verilen büyük hana gitti. Geceleri kasaba halkı burada içmeyi kendilerine hobi olarak görüyordu. Rahomun girdiğini görünce saygılarını sunmuşlardı. Kuwala ise etrafa bakınıp hancının bulunduğu tezgaha doğru yürüdü. Elinde ufak bir bohça vardı. Kasaba halkının ona verdiği ilaçları ve sargı bezlerini taşıdığı bohçasını koluna takmıştı. Hancı onu görünce gülümsedi.

''Efendi Kuwala size bir içki ikram etmeme izin verin!'' dedi. Kuwala ise gülümseyerek başını eğmişti.

''Teşekkür ederim. Ancak bu gece yeni misafirlerimizi görmeye geldim. Bana yardımcı olur musun?'' dedi. Hancı tezgahın diğer ucundaki oğluna seslendi. Tezgahı ona emanet edip Rahomun yanına geldi. Beraber merdivenleri tırmanmaya başladılar. Dört katlı bu handa bolca oda vardı ve köylülerin burada kalmasına izin vermişti hancı. Kuzeyin eski bereketini özlediğini söylemiş ve Kuwala ile Daki'ye de kendine ait hanın ilerisindeki ufak evi vermişti. Merdivenleri çıkarken hancı sohbet açtı.

''Efendi Daki'nin midesi nasıl oldu? Sıcak şarabı denediniz mi?'' dedi. Kuwala gülmüştü.

''Bir şeyi yok! Çocuk gibi onunla ilgilenmem için hasta gibi davranıyor. Yinede ona acı bir ilaç vereceğim ki aklı başına gelsin!'' demişti. Hancı onunla beraber güldü. Bir odanın kapısına gelmişlerdi. Hancı kapıyı vurdu. Kapıyı bir süre sonra tek gözü kör adam açmıştı. Şaşkınlıkla alıp mahçup halde başını eğdi.

''Kuzeyin efendisi!'' demişti. Kuwala gülümseyerek kolunda takılı bohçayı çıkardı.

''Akşam vakti rahatsız ediyorum ama eşinin yaralarına ve senin yaralarına bakmak istiyorum.'' dedi. Adam onları içeri doğru çağırdı. Kadın yatağın yanındaki sedirde oturmuş dışarıya bakıyordu. Onlara doğru başını çevirdi. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Kuwala kadının yüzündeki ifade de korku görüyordu. Bir süre sohbete ttiler adamla. Adam onların karısına tecavüz etmeye kalktıklarını anlattı ve komutanını öldürdüğünü karısını bulduğunda bu halde olduğu yalanlarını ardı ardına dizdi. Gözüne Kuwala baktı ama kurtarılamaz derece hasar almıştı. Kızgın demir gözü tamamen kaynatmıştı. Kızın dili ise kesildikten sonra sıcak demirle mimlenmişti. Apse yapmıştı. Kuwala onun sargılarını çözdü. Pek bir şey yiyip içemediği belliydi. Kaşıkla ona biraz su içirdi. Dilindeki apse için yanındaki otlardan merhem hazırladı. Bilekleri ise kangren olmuştu. Kabaca eti dikilmişti. Kuwala dehşet içinde bakıp kalmıştı kıza. Bilekleri için ameliyat şartı koydu. Kasabanın hakiminin evine gitmekten söz etmişti. Ne kadar erken müdahale ederse o kadar iyi olacağını düşündü. Gün doğmaya yakın hekim ile kızın kolunu dirseklerine kadar kesmek zorunda kalmışlardı. Temizleyip ateşle mimlemişlerdi. Başka şekilde bütün kolu kesmek zorunda kalırlardı. Kız baygındı ve bir kaç gün uyanamayacaktı. Gün doğduğunda Kuwala yorgunlukla kana bulanmış cübbesi ile hancının getirdiği sıcak çaydan içmek için verandaya çıkmıştı. Hekimde onun kadar yorgundu. Yaşlı bir adamdı ama işinin ehliydi. Kuwala yorgunca oturdu. Hekimin hamile kızı onun yüzünü silmesi için ıslak bez getirmişti bir tas su ile. Kuwala yüzünü ve ellerini sildi. Ardından oturduğu yerde çayından bir kaç yudum aldı. Endişeli duran kocaya döndü.

''Merak etme. Bir süre baygın kalacak ama uyandığında ağrısı olmayacak. Dilindeki apse geçtiğinde bir kaç kelime olsun konuşabilir. Kökünden kesmedikleri için şanslı demek doğru olmaz ama hala kelimeleri telafuz edebilecek!'' dediğinde adamın suratı renk değiştirmişti. Elleri titremişti. Kuwala ona dikkatle bakıyordu.

''Yorgun olmalısın. Gidip dinlen istersen!'' dedi. Adam gitmeyi reddedip içeri girmişti karısına göz kulak olacağını söyleyip. Kuwala sessizlik içinde kasabaya baktı. Bir süre sonra elindeki çay fincanı yere doğru yuvarlandı. Yorgunluktan güçsüz düşmüş kolları tutmayınca çay üstüne dökülmüştü. Hekimin kızı onun üstüne dökülen çayın sıcaklığını alsın diye kanlı ıslak bezi basmıştı kıyafetine. Kuwala ise hissizce bakıyordu.

''Seninde dinlenmen gerek Rahom Kuwala!'' dedi yaşlı hekim. Kuwala yorgunca bakıyordu. Yürümek ona zor gelmişti. Ayağa kalkıp salınarak bir kaç adım attı. Kanın kokusu yoğun gelmiş ve yorgunlukla, açlıkla beraber midesine giren krampla iki büklüm olmuştu. Günlerdir insanların yaralarına, işlerine koşturuyor ve halsizdi. Hekim onun gitmesine izin vermedi ve misafir etmek istedi. Kuwala kabul etmekten başka şans bulamadı. Adım attıkça gözü kararıp midesi bulanıyordu. Yattığı misafir sedirinde hemen uykuya dalmıştı. Kıyafetlerini bile soymamıştı. Öğle saatlerinde gözünü açtığında onu gözünü kırpmadan izleyen Daki ile karşılaştı. Daki ona doğru yaklaşmak için emekledi. Daha yakınına gelip oturdu.

''Kendine yine fazla yüklendin.''

''Bunu bana hasta numarası yapan sevgili Kara Kurt mu söylüyor?'' dedi. Daki utançla başını yana doğru çevirdi. ''O insanlarla ilgilenmen...''

''Sana haksız olduğunu söylemedim. Bende sen benimle ilgilen diye halsiz numarası yapıyorum.'' dediğinde Daki gülümsemişti. Kuwala bir süre onun gülümsemesini izledi. Ardından doğrulup üstündeki kan izlerine baktı.

''Daki senden bir şey isteyebilir miyim?'' dediğinde Daki ona pür dikkat bakmaya başlamıştı. Kuwala ondan bir şey istediğinde hep böyle yapardı. Emri bekleyen bir asker gibi gözünü bile kırpmazdı.

''Şu gözü mimlenmiş adam! Onda bir şey var.'' Daki ona doğru yaklaştı. Aralarında bir kaç karış kalmıştı.

''Onu takip etmelerini söyledim. Bakışı hoşuma gitmedi. Fazlası ile yapmacık minneti ise sinirimi bozuyor. Endişen olmasın. Onu izliyorlar ve dinliyorlar.'' dedi. Kuwala her şeyi düşünen ve fark eden Daki'ye hayran hayran bakıp kendini geri yatağa bıraktı.

''Sen varken güven içinde biraz daha tembellik yapmak istiyorum o zaman. Buraya gel ve benim güvende olduğumdan emin ol!'' demişti. Daki ise onun açtığı yere bakıp oturmaya devam etti.

''İhtiyar hekim ikimizi burada sarmaş dolaş gürürse kalbi çatlar şaşkınlıktan. Burada seni izlemekle yetineceğim. Bir dahaki sefer de evin kapısını kitleyeceğim ki kimse bizi bölmesin.'' demişti. Kuwala gülüp ona doğru döndü. Kısa süre sonra Daki'yi izlerken tekrar uyumaya başlamıştı. Günlerin yorgunluğu ile akşam yemeğine kadar derin bir uyku çekmiş ve içeri gireni çıkanı bile duymamıştı.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Yedi:  Ölüm Bir Tanrıdır

 

Kuwala yattığı yerde sancı ile kalbini tutarak fırlamıştı. Nefesini toparlayamadan yattığı yerde kesik kesik soluklar alıyordu. Daki onun nefes seslerine uyanmıştı. Elini göğsüne koymuş nefes alamıyor gibi çırpınan Kuwala'ya bakıp kaldı. Son iki gündür uykularından boğuluyor gibi uyanıyordu Kuwala. Daki onu kendine doğru çekti. Başını omzuna doğru yatırdı. Kuwala'nın alnına ter damlacıkları ile yapışmış saçları kenarı doğru çekti.

''Kabus görüyordun!'' demişti. Kuwala bir süre nefesini düzeltmek için çabaladı. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki... göğüs kafesinde ağrıya sebep oluyordu. Daki'nin kollarından kurtulup yataktan kalktı. Hala ayağını tamir etmedikleri sandalyeninde yer aldığı masaya doğru yürüdü. Oraya oturup bir süre yavaş yavaş su içti. Rüya bile görmüyordu. Sadece kalbinin sıkışması nefesinin daralması ile uyanıyordu. Birisi göğsüne oturmuş gibi ağırlıkla kalkıyordu. Hastalandığını düşünüyordu ama başka bir belirti yoktu. Alnındaki ter damlacıklarını kıyafetinin kolu ile sildi. Bir süre sessizlik içinde ayaklarına bakarak oturdu. Daki yatakta oturuyordu. Bacaklarını aşağı sarkıtmıştı.

''Soğuk Ateşi hastalığına yakalanmış olmandan korkuyorum. Şu sıralar bir çok kişide bu göğüs ağrısı var. İhtiyar Hekimden sana bakması için ricada bulunacağım. İki gecedir doğru düzgün uyuyamıyorsun.'' demişti. Kuwala çenesini eline, dirseğini ise masaya dayadı. Tekrar uyumaya çekiniyordu. Göğsündeki ağrı yeni yeni geçmeye başlamıştı ve tekrar uyursa aynı acıyla uyanacağından çekiniyordu. Tekrar uyumamak için direndi... direndi... Ama dayanamadı ve başını taşıyamaz hale geldi. O gece uykusuna geri döndü ama sabah ciğerlerinden adeta kan geliyordu. Salgın kasabaya nasıl ulaşmıştı kimse bilmiyordu ama Soğuk Ateşinden bir çok kişi yataklardaydı. Sabah onları kontrol etmek için ev sahipler olan hancı gelmişti. Daki, hancıdan hekimi sessizce getirmesini istemişti. Hekim geldiğinde yatakta nefes alırken zorluk çeken ve göğüsten gelen hırıltı ile hemen orada anlamıştı bir soğuk ateş vakası daha olduğunu. Rahomun diğerleri kadar ağır hastalanmadığı belliydi. Diğer hastalar öksürürken kan kusuyor ve nefes alamıyordu. Kükürt ve buhar sayedinde kimisinin nefesi açılıyordu. Kuwala'nın hastalığı henüz başlardaydı. İyileştirmek zor değildi. Uyuması ve ilaç alaması bolca terleyip bu hastalığı atlatması sadece bir hafta sürer diye tahmin etmşti hekim. Hekim onun göğsüne bakmak istedi yinede. Kuwala cübbesini omuzlarından sıyırdı çıkardı. Yatakta oturuyordu. Karnındaki yara izi hekimin dikkatini çekmişti. Dağlanmış gibi duran iz bembeyaz kusursuz bedende çirkince sırıtıyordu. Kuwala'nın yavaş yavaş inip kalkan göğsünü dinledi. Ardından eliyle pelpe edip giyinebileceğini söyledi.

''Soğuk ateşi gibi ama daha hafif!  Size kükürt vermeyeceğim. Sadece biraz ağrı kesici vereceğim. Bolca yiyip uyumanız gerek. Kendini yormamalısın.'' demişti. Kuwala cübbesinin bir ucunu omzuna atmıştı. Saçları boynunu yakıyormuş gibi onu huylandırmıştı. Terle yapıştıkça rahatsız oluyordu.

''Aslında sabahları yavaş yavaş biraz yürümekte iyi gelebilir. Burada havasız çok kalmamalısınız.'' derken hekim çantasından çıkardığı öğütücüde bir şeyler eziyordu. Kuwala oturduğu yerden bir süre onlara baktı. Birden parçalanarak açılan kapı ile herkes sıçramıştı. Ayezi içeri doğru hızla girip Kuwala'nın yattığı karyolanın üstüne attı kendini. Karyola bir kaç ızgarası ağırlığı ile kırılmıştı. Hekim, korkup ezdiği otların hepsini yere dökmüştü. Hancı ise duvara doğru yaslanıp nefesi kesiklemiş halde kalmıştı. Daki ve Kuwala ise ürpermişti. Ayezi cüssesine bakmadan Kuwala'nın üstüne yatmaya çalışıyordu. Kuwala onunla boğuşuyordu adeta. Ayezi'nin bir pençesi onu ikiye bölebilirdi. Buna rağmen onu itekliyor ve durdurmaya çabalıyordu.

''Ayezi!'' diye bağırmıştı Kuwala. Son nefesini bu bağrışa harcamıştı. Ayezi onu duyunca durdu. Ama onu asıl durduran içeri girenler olmuştu. Dışarıda bir takım sesler vardı. İnsanlar gürültü ile konuşurken içeri doğru kırmızı kaftanı ile Güneş'in Kızı ve Marinoe girdi. Daki onları görünce şaşırmıştı. Kuwala ise öksürük nöbeti geçiriyordu. Bir elini ağzına basmış diğer ile Ayezi'nin koca kafasını itekliyordu.

''Sakın onlarla gitme! Bu bizim davamız değil!'' demişti Ayezi. Kuwala nefesini toplayıp başını kaldırınca donup kaldı. Güneş'in Kızı onu selamladı. Marinoe ise yere eğilerek selamlamıştı onu. Uzun geçen aylardan sonra tekrar Marinoe'yi görmek garip gelmişti. Saçları uzamış ve örülerek arkaya toplanmış, deriden ve metalden yapılma bir zırh giyiyordu. Simsiyah zırhının yanı sıra kılıcının büyüklüğü göz korkutuyordu.

''Ayezi aşağı in!'' Kuwala bunu söylerken sesi titriyrodu hala. Ayezi karyolada olma konusunda kararlıydı. Kuwala'ya dikmişti gözlerini.

''Senin savaşın değil. Onların Unglar ile iş birliği yapması gerek. Onlara gösterdim. Kuzey dışında başka yerde hayatta kalamayız!'' diye tekrar etmişti Ayezi. Kuwala ona bakıyordu. Ayezi ilk defa tedirgin ve rahatsızdı. Kuwala ona gözlerini dikmiş ve onu dinliyordu.

''Burayı bırakırsan olacakları söylememi ister misin? Bir gece başlayacak. Uzun ve kanlı bir gece. Güneş o gece sanki doğmayacak gibi gelecek herkese. Ve sende... Sende o gece yaralar alacaksın! Gitme!'' demiş ve hırıldayarak ona doğru uzatmıştı başını. Etraftaki herkes ikisinin gerginliğini  hissediyordu.

''Madem böyle bir şey vardı neden bana göstermedin?'' Kuwala bunu söylerken Ayezi'nin burnun ucuna dokunmuştu. Ayezi hırlamaktan vaz geçti. Yatağa uzandı.

''Görmedim!'' demiş ve kendi ileri görüşünün bir noktada eksik kaldığını kabullenmişti. Kuwala onu susturmayı başarınca yataktan sıyrılıp ayaklanmıştı. Bacaklarında kilolarca ağırlıktan kurtulunca silkelenip kendine geldi.

''Kraliçe Güneş'in Kızı sizi burada görmek beni şaşırttı! Ve Marinoe... Seni de gördüğüm için çok mutluyum.'' dedi. Az önceki hasta halinden eser yoktu sanki. Oldukça rahat ve düzgün konuşuyordu. Ayezi'nin pençesi altında kalan ikinci cübbesini çekip aldı. Giyindi ve kemerini bağlamaya başladı.

''Eğer konuşacaklarınız uzunsa biz henüz yemeğimizi yemedik. Bize eşlik etmek ister misiniz?'' dedi. Kapıya yönelince Daki'de onu takip attı. Güneş'in Kızı ise oldukça sakin bir şekilde gülümsemişti.

''Londaga'nın kurdunun sana olan düşkünlüğüne şaşıyorum. Bir köpek yavrusu gibi lafını dinletiyorsun!'' dediğinde Ayezi'nin hırçın hırıltısı duyulmuştu. Kuwala ise kapının eşiğindeydi.

''Ayezi köpek değil! Onun dili ve kelimeleri var. Onunla olan dostluğumuzu yanlış değerlendirip konuşmamızın baştan gerilmesine sebep olmayın kraliçe!'' demişti. Çıkınca yolun diğer ucunda açık tünel görülüyordu. Bu sabah kanadı kırık kuzgun düşmüştü yılanların ağzına. Yıllanlar ise şimdi kurdun pençelerine doğru sürünmüştü. Kraliçe ve Rahom yana yana hana doğru yürüyordu. Marinoe ise Daki'nin yanındaydı.

''Efendi Daki pek renginiz yok gibi. İyi misiniz?'' demişti. Daki başını salladı. Ayezi'yi huzursuz eden ne ise onuda huzursuz etmişti. Daki yanında yürüyen kadına baktı.

''Marinoe hanım, sizi bu halde görmek beni şaşırttı açıkcası. O perişan Beyaz Kurt Köyü lideri gerçek bir askere dönüşmüş. Eminim Aleon görseydi gurur duyardu.'' deyip Marinoe'nin düşüncelerini hızla dağıttı. Hana girdiler ve han her zamanki gibi kalabalıktı. Hancı ise onlara arkaya geçmelerini söylemişti. Özel konuşacaklarını düşündü. Ancak Kuwala her sabah oturduğu masaya doğru yürümüştü.

''Burada oturalım!'' demişti. Sadalyeye oturdu. Daki onun yanına oturmuştu. Hekim onlardan hana giremeden ayrılmıştı. Marinoe ve Kraliçe yan yana oturmuştu. Güneş'in Kızı böyle yerlere alışık değildi. Rahatsızlık duyup elini çenesine dayadı. O hep bir prensesti ve şimdi bir kraliçeydi. Burada özel yaşamı gasp ediliyor gibi hissediyordu. İnsanlara göre çarpık bir ilişki içinde bulunan Ung prensi Daki ve Kuzeyin tek gerçek efendisi Kuwala ise oldukça rahattı ve onlara bakıp selam verenleri selamlıyorlardı. Daki karşılarında oturan ve rahatsız olduğu ekşimiş yüzünden belli kraliçeye döndü.

''Alışık değilsiniz ama burası küçük bir yer ve bu han dışında yemek yiyip oturabileceğimiz başka bir yer yok. Yönetici konağı askeri kışlanın merkezi olarak kullanılıyor ve orada kasabanın kendi seçtiği lideri kalıyor. Bizde burada hancının verdiği yemeğe minnet etmek zorundayız.'' dedi. Kraliçe şaşırmıştı. Öylece bir süre bakıp kaldı.

''Siz bir prens olarak böyle bir ortamdan rahatsızlık duymadınız mı?'' demişti. Daki gülümsedi. Sinirleri gergindi ve Akela kadınlarına karşı olan nefretini baskılamasının tek sebebi Kuwala'nın oluşturmaya çabaladığı ittifaka zarar vermemekti.

''Kuzeyin tek efendisi sevgili Kuwala dahi bu ortamı benimsemiş iken benim rahatsız olmam saygısızlık olur. Onun topraklarında onun istediği gibi davranmak gerekir. Özellikle bizim gibi işgalciler için!'' dedi. Akela kraliçesi ona laf sokuşturmaktan geri durmayan Daki'ye sinirlenmişti. Kuwala orada konuşulanlarla pek ilgilenmiyordu. Hancının getireceği ve dün avlanılan tavşandan yapılmış yahniyi dört gözle bekliyordu. Sebepsiz bu iştahı onu korkutuyordu. Durduk yere yeme arzusu içine giriyordu. Marinoe ise iki asil arasında kalmaya çekindiği için suskunca ikram edilen içkisini yudumluyordu. Bir süre yemek ve gerginlik yüzünden sessizlik oldu. Ancak Akela Kraliçesi daha fazla dayanamayıp elini göğsüne attı. Ufak bir kağıt çıkardı. Prens Aleon'un çolak hizmetkarına yazdırdığı bu kağıdı onlara doğru uzattı.

''Prens Aleon'dan bir yardım çağrısı aldım. Bu çağrının geleceği Londaga'nın Kurdu tarafından bana bir rüyada haber verildi. Fakat surlara yürümeye başlayan Bakren alayları yüzünden harekete geçemiyorum. Mesaj geldiğinde alayların bayrakları gözükmeye başlamıştı. Bu durumda...'' Kuwala elindeki kağıdı okuyup masaya nazikçe bırakıp bir öksürükle boğazını temizledi.

''Bu durumda kısa sürede gidip UngurPan'a yardım etmeniz gerek!'' o kadar sert ve net konuşmuştu ki... Bakışları buz gibiydi. Katılaşınca korkunç bir hava esiyordu etrafında. Az önce yemeğini neşe içinde yiyen gencin ruhu kaybolmuş gözlerinde bir ihtiyarın sert bakışları fırlamıştı. Akela Kraliçesi ona bakıp kaldı. Ne diyeceğini bilemeden öylece bakıyordu.

''Surları boşaltırsak bir gün içinde Bakren hanesi Akela'yı ele geçirir.''

''Bu durum size garip gelmiyor mu kraliçe Güneş'in Kızı?'' Kuwala soğuk bir sesle konuşmuştu.

''Nasıl bir gariplikten söz ediyorsunuz Rahom Kuwala?''

''Birden Seronların, Bakrenlerin saldırıya aynı anda geçmesi bizi köşeye sıkıştırması... Sizcede çok garip değil mi? Sözleşilmiş gibi!'' Kuwala'nın keskin bakışları Akela Kraliçesinin boğazını sıkıyordu adeta. Etraf çok sessizdi. Handaki insanlar onları dinliyordu.

''Eğer UngurPan'a gidersem burayı kim koruyacak? Sizin Akela Surlarınız kadar kuvvetli değil bu surlar. Orada çarpışmanın ne kadar süreceğini bile bilmiyoruz.'' diye devam etti Kuwala. Güneş'in Kızı ise ona bakıp gülümsedi.

''Bakren neden bu ufak kasabayı almak için böyle bir oyuna girmiş olsun ki? Buraya göz dikme sebebi seni ele geçirmek olabilir!'' dediğinde Kuwala bir kahkaha atmıştı. Başını iki yana salladı. Herşeyden habersiz kadını kahkahaları altında ezmişti adeta.

''Siz Akela kadınlarının sığındığı surlarda hiç çocuk var mı?''

''Hayır. En gencimiz on beş yaşında çiçek açmış kızlar!''

''Peki sizin surlarınız ardında yaşlılıktan dizlerini bükemeyen var mı?''

''Bizim her savaşçımız ayakları üstünde durabilecek kadar güçlüdür!''

''Benim topraklarımda çocuklar, yaşlılar, kendini koruyamayacak kadar yardıma muhtaçlar var! Kadınlar burada kılıç nasıl sallanır bilmez. Erkekler düşman nasıl öldürülür bilmez! Eğer ben ve benim gibiler sen topraklarını koru diye burayı terk ederse Bakren hanesi onlardan aldığımız ve bir çok kişiye cesaret veren bu ikinci kışlanın içine girer ve nefes alan herşeyi, herkesi yok eder! Sizin mücadele edecek çok askeriniz var ama biz burada bir elin beş parmağı kadarız. Bu insanlar öldürmek ne bilmezler. Senin kadınların ise ölümü göze alıp öldürürler. Eğer UngurPan'a yardım etmek istiyorsan tek başınasınız. Prens Aleon ona sağladığımız fırsatı kendi ırkını korumak için kullandı ve bizi burada ölüme mahkum etti. Ona ordunun büyüklüğünü anlattım ama anlamadı. Kalkıp ona yardım etmem için buralara kadar boşuna yoruldunuz.'' dedi. Akela kraliçesi ona bakıp kalmıştı. Marinoe ise kaşlarını çattı. Kuwala'ya bakıyordu.

''Bencilce düşünüyorsunuz!'' demişti. Kuwala onu duyunca şaşkınlıkla ona doğru döndü.

''Sizde onlar gibi düşünür olmuşsunuz Rahom Kuwala! Bencilliğiniz gerçeği görmenizi engelliyor.''

''Bunu sana düşündürtecek ne yaptım Marinoe hanım?'' dedi Kuwala. Marinoe ellerini masaya koydu. Kaşları çatıktı. Alnında oluşan kırışıklık keskinleşti. Kaşları birbirine yaklaşmıştı çatıldıkça.

''Prens Aleon eğer orduyu alıp buraya gelseydi, Seronlar UngurPan krallığını yakıp yıkmıştı. O direnmek ve kendi halkını, tıpkı sizin yaptığınız gibi korumak istedi. Ona öfkeli olduğunuz için konuşmalarınız bu kadar mantıksız. Ona öfkelenmekte haksız değilsiniz. Efendi Daki'nin ağabeyi ile aranızdaki garip husimetin bedelini günahsız insanlar ödeyecek harekete geçmezseniz!''

''Günahsız mı?''

''Evet UngurPan'ın insanlarının buradakilerden farkı...'' Kuwala, Marinoe'nin sözünü masaya inen yumrukla bölmüştü. Hiç olmadığı kadar öfkeliydi. Sinirden eli titriyordu.

''Buraya gelen askerleri sevgi ve şenlik içinde uğurlayan, onların buradakileri katletmesi için alkışlayan halk mı suçsuz? Senin düşüncelerini değiştiren her akşam rahatça karnın doyması ve korkusuzca tedirgin olmadan uyumak mı? Yoksa Prens Aleon'a karşı içini yumşatan düşüncelerin mi?'' dedi. Kendisi gibi konuşmuyordu Kuwala. Daki ona bakıp kalmıştı. Oldukça sinirli ve öfkeliydi. Bunun sebebi hem Aleon'un elindeki şansı kendi çıkarı için kullanmış olması hemde oradaki insanlara yardım edemeyeceği için çaresizce kendini ikna etme çabasıydı.

''Benim düşüncelerimi değiştiren bir şey yok! Hala Kuzey için savaşıyorum. Ama şunuda görüyorum Rahom Kuwala, Unglar ölürse Seronların sıradaki hedefi burası olacak. Acımadan burayı paramparça edecekler. Efendi Kuwala sizi kızdırmak ve yargılamak benim haddime değil ama ... Durum çok ciddi olmasa inanın kapınızı aşındırmazdık. Ne zaman sizden yardım istemek için dizlerimin üstüne çöktüm ben? O gün tapınakta bile son gücüme kadar halkımı savunmak için sizi ve onları korumak için savaştım.'' dedi. Ayağa kalkıp yere oturmuştu. Masanın gerisindeydi. Dizleri üstündeydi.

''Merhametinizin varlığını görüyorum ve lütfen onlara acıyın. Onlar olmadan burasıda var olamaz. Onları bir defa kurtarın ki... Burada yıktıkları her şeyi düzeltmek için şansları olsun. Ben anlayışı ve merhameti sizde gördüm. Burada Bakren hanesinin halkı olmasına rağmen bütün kuzeyi korumaktan söz ettiniz. Şimdi halkımızı korumak için onlara yardım edin.'' demişti. Kuwala'nın yüzündeki gergin kaslar gevşedi. Yumruğu yavaşça açıldı ve gözleri yerde dizleri üstünde oturan kadına doğru döndü. Gözlerine bir durgunluk çökmüştü.

''Onlar UngurPan'ın yanlış yöneticilerinin hükümdarlığında kalan masumlar. Tıpkı burada Bakren hanesi altında yaşamını sürmek zorunda kalanlar gibi. Lütfen onlara merhamet edin ve kutsal gücünüzü onları kurtarmak için kullanın.'' demiş ve yere eğmişti başını. Kimsenin önünde eğilmeyecek kadar güçlüydü Marinoe. Ama bu gün Unglar için Rahomdan merhamet istiyordu. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Derin sessizlik kulaklarında çalan davul sesine benzer sesin artmasına sebep olmuştu. İçini saran vicdan azabı ile boğuşmak bedenini saran ateşli hastalıkla boğuşmaktan daha zordu. Yutkunamadı.

''Nasıl yapacağım ben ha?'' sözleri yavaş ve fısıltılıydı. Kuwala acı ile yüzünü buruşturmuştu. Bu riske girmeli miydi? Bilmiyordu. Sessizce oturan Daki'ye döndü. Daki ise gözlerini yerde çökmüş olan Marinoe'den ayırmıyordu. Aklında dolananlar  yüzünden öylece sabitlenip kalmıştı.

''Bir şey yapmana gerek yok!'' demişti Daki. Çeresice ona bakan Kuwala'ya döndü.

''Bu benim işim. Orayı korumak benim görevimdi. Bundan kaçacak değilim.  UngurPan'ı savunmak prenslerin öncelikli görevidir. Helyan Kea ve orduyu alacağım. Askerlerin UngurPan'ı savunması gerekiyor. Sen burada halkını koruyacaksın bende gidip halkımı koruyacağım.'' dedi. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Daki ayağa kalktı.

''Binlerce adamı geçirebilir misiniz geçidinizden?'' demişti. Akela Kraliçesi ona bakıp kaldı. Başını yavaşça sallamıştı.

''Marinoe ve Kuzeyli kadınlar buraya gelip Kuwala ve kasabayı koruyacak. Seninde kızların bizi UngurPan'a götürecek. Orduyu oraya hızla götürdüğümüz takdirde kuşatma yaşanmadan şehri koruma altına alırız. Orada Akela ile anlaşma imzalanacak. Bunu sağlayacağım. Seron tehlikesi geçtiğinde ise orduyu buraya getireceğim. '' dedi. Akela Kraliçesi ve Mairnoe'de ayağa kalmıştı. Kuwala kilitlenip kalmıştı. Daki'nin gidecek olmasını idrak edemiyordu. Konuşmak istiyor ama dudakları kıpırdamıyordu.

''Kaçmak bu sefer doğru olmayacak Kuwala! Gidip senin için orduyu geri getireceğim. Burada güvende olacaksın.'' demişti. Ve kısa bir veda olmuştu. Öğle saatlerine doğru Daki geçitten geçip gözden kaybolmuştu. Kuzeyin kadınları ise kasabaya gelmişti. Güvenlik için surda nöbetler ayarlanmış ve devriyeler hazırlanmıştı. Marinoe, yaşlı hekimin verandasında oturan ve çay içen Kuwala'nın yanına gelmişti. Öğle saatleriydi ve bütün kasabayı koruma altına almışlardı. İnsanlar zırhlı ve kocaman kılıçlarla yüzleri maskeli olan kadınlara hayranlıkla bakıyordu.

''İki tane Akela kadını burada hazır durumda. Eğer kasaba tehlike altında olursa onları Akela'ya götürecekler. Sizide!'' demişti. Kuwala donuk bir ifade ile Marinoe'ye bakıyordu. Yüzünde renk yoktu. Dudakları bile kuruyup renksizleşmişti. Daki'ye doğru düzgün veda dahi edememişti.

''Dizlerinin üzerine bir daha çökersen başını kesip alacağım senin!'' demişti Kuwala. Marinoe ona bakıp kalmıştı. Bir o değil hekimin kızı, hekim ve damadı da öylece kalmıştı. Kuwala donuk gözlerle Marinoe'ye bakıyordu.

''Sizin merhametinize sığındığımda başımı almaktan çekinmez ve alırsanız bunu hak etmişimdir.'' dedi Marinoe. Kuwala başını yana doğru çevirip kasabanın sakin meydanına döndü. Ayezi huzursuzluk içinde kasabanın surunun etrafında dolaşmış şimdi meydanı kolaçan ediyordu.  Marinoe bir süre ona kızgın olan Kuwala'ya baktı. Ardından yanına doğru yürüyüp oturdu.

''Üç aydır kızımı görmüyorum Efendi Kuwala. Bu bir savaş ve bu savaşta ayrılıklar, ölümler ve hüzünler oluyor. Ama yaratmak istediğimizi yarattığımızda bu ayrılıklar sonsuza dek bitecek.'' demişti. Kuwala ona bakmıyordu. Marinoe onun baktığı yere baktı. Ayezi havayı kokluyordu.

''Efendi Daki'nin sizin için bütün dünyaya bedel olduğunu biliyorum.'' Kuwala bunu duyunca ona doğru çevirmişti başını. Gözlerinden yaşlar akıyordu.

''Biliyordun madem neden dizlerin üzerine çöktün?'' Gözyaşları yavaş yavaş düşüyordu yanaklarından yere doğru. Marinoe onun yüzüne bakıp kalmıştı. Henüz yeni yetişkinliğe adım atmış o gencin göz yaşlarını görmüştü. Saf ve masumca bir adamın peşine takılıp bu maceraya istemeye istemeye sürüklenen çocuğu görmüştü. Hayatı boyunca yalnızlığa mahkum olduğu derin ormanından onu çıkaran ve kucaklayan sevgilisini kaybeden aşığın gözyaşlarını görüyordu. Öfkeli ve hüzün dolu gözyaşlarının yanaklarından yavaş yavaş süzülüşü ile Marinoe'nin omuzları düşmüştü.

''Bu hayatım boyunca sadece bana sahip çıkan iki kişi oldu. Birisini kaybettiğim gün yapayalnız kaldım kocaman ormanda. Şimdi benden hayatımı alıp götürüyorsunuz.'' demişti. Gelecekten gördükleri aklına geliyor ve kalbine ağrı giriyordu. Daki'nin ondan ayrıldıktan sonra geri gelmeyeceği gelecekte yazılıydı. Kuwala'nın korkusu arttıkça gözyaşları daha şiddetli akıyor ve dudakları titriyordu. Kaybetmek... Bu hissi ilk defa bilerek yaşıyordu. Hekim Akanov öldüğünde yaşadığı gibi bilinmez değildi... Ağır ve sancılı bir duyguydu bu! Daki'nin geri dönmeyeceği düşüncesi hasta bedenin titremesine ve kalbinin sızlamasına sebep oluyor ama dudakları hareket etmiyordu.

''Geri dönecek! Sizi asla bırakmaz...'' dediğinde Kuwala ona bakıp kaldı. Fısıltı ile kelimeler dudaklarından döküldü.

''Dönmeyecek. Onun gittiği yerden dönmeyeceğini gördüm ben!''

''Gelecek değişir efendi Kuwala. Bu değişebilir. Akela'nın bizimle ittifakıda ölüm getirecekti.'' Kuwala bunu duyunca elleri titredi. Kendine sakladığı sırrı söylemeye başlamıştı.

''Akela yıkılıp yok olduğunda Daki yaşayacaktı. Seronlar öldüğünde Kuzey yaşayacaktı. Şimdi bütün her şeyi değiştiriyorsunuz. Ben zaten geleceği değiştirmiştim. '' dedi. Marinoe ona bakıp kalmıştı. Kuwala titreyen parmakları ile yanaklarını sildi.

''Onu kurtarmanın tek yolu ise buradan çıkmak. Orada ölecek olan kişi bambaşka birisi olacak.'' dedi. Marinoe ona bakıp kalmıştı. Kuwala onun elini tuttu. Marinoe gözünü kırpamıyordu.

''Asla dizlerinin üstüne çökmemeliydin Marinoe. Hepinizi korumak istedim ama yapamadım. Bunu siz mahvettiniz. Oraya gideceğiz. Gün battığında Seronlar UngurPan'a girecek. Kızlar beni oraya götürecek. Onları durduracağım ve koruyamadığım herkes için af dileyeceğim. Anladın mı?'' demişti.  Marinoe başını eğip ayağa kalktı.

''Emredersiniz Efendi Kuwala! Akşam geçitleri sizin için açacağız. Merhametiniz için Tanrı Darta sizi kutsayacaktır.'' dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Kuwala giden kıza bakıp kalmıştı. Hekim ise onun bakışlarını izledi.

''Bir hekim hastasının öleceğini anladığında böyle bakar!'' dedi. Kuwala ona doğru dönmüştü. Elini saçlarına daldırdı.

''Geleceği görmek bir lanet demişti Kör Kahin. Oysa inanmamıştım. Ama şimdi anlıyorum. Ölümün kimi alması gerektiğine karar vermek tanrıların işi olmalıydı. Bunu neden ben yapıyorum?'' Yaşlı hekim, Akanov'u tanıyordu eskiden. Kuwala bu yüzden bu ihtiyara güvenmiş ve konuşuyordu.

''Ruhun Londaga'nın ruhu olduğu sürece seni ne tanrılar, ne ölüm, ne de insanlar sıradan bir varlık olarak görecek.'' demişti. Kuwala oturduğu divanın kenarından destek alıp ayağa kalktı.

''Ben bunu daha önce Londaga'nın sadık kurdunada söyledim. Ben bir tanrı değilim. İnsanım ve bencil bir ruhum var. Ölüm benden bir şey alacaksa bunun için çok çabalaması gerekecek. '' dedi. Hekim gülüp çayından yudumladı.

''Ölüm her zaman kazanır. Bu gün yenilmiş olsada sonunda kazanır. Savaşta değil huzurla yattığı yatakta alır verilen canı ama kazanır. Onunla savaşmaktansa sadece onun varlığını kabul etmelisiniz. İyi bir Rahom ve iyi bir hekim olmak istiyorsanız bunu unutmayın. Akanov'u iyi bir hekim yapan ölümü normal görmesiydi. Doğum kadar sıradan...'' Kuwala yaşlı adama saygılarını sundu ve meydana doğru yürüdü. Ayezi onu görünce yanına doğru koşmuştu.

...

Öğle saatlerine doğru Kızıl Ormadaki Ung Askeri kampı hareketlenmişti. Birden bire mavi ışıklar genaral ve prens çadırları önünde belirmeye başlamıştı. General Foo endişe ile çıktığında Prens Helyan Kea'da çadırdan fırlamıştı. Askerler korku ile halka halindeki mavi ışıklara bakıyordu. En büyük ışığın ardında loş bir oda ve Daki gözüktü. Muhon Asha şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. Herkes dışarı doğru çıkan Daki'ye bakıyordu. Muhon Asha ise oraya doğru yürüdü. Uzun zamandır görmediği dostunu kucakladı. Ama onu şaşkınlığa uğratan şey arkadan gelen kadın olmuştu. Kırmızı kaftanı ve altın sarısı saçları ile dışarı çıkan Güneş'in kızının ardından büyük geçit kapanmıştı. Helyan Kea kardeşine doğru yaklaştı. Kucaklaştılar. Cohin ise arkadaydı ve kolundaki sargı çıkmıştı. Daki derin bir nefes aldı. Çadıra doğru yürüdü. Belindeki Rahom kılıcı Helyan Kea ve Genral Foo'nun dikkatini çekmişti. Cohin ise bu kılıcın Kuwala'ya hediye verildiğini biliyordu. Çadıra doğru yürüyen Daki'nin yanına sokuldu.

''Efendi Kuwala'nın kılıcı sizde. Bir şey mi oldu ona?'' demişti. Unglar birisinin kılıcını ancak o öldüğünde alır ve ona saygı için kendi kılıcının yerine geçirirdi. Daki başını Cohin'e doğru çevirdi. Yanlarında yürüyen Muhon Asha bir çok şeyden habersizdi.

''Bir şey olmadı! Kılıcı bana hediye etti. '' dedi. Çadırın perdesini askerler kaldırmıştı. Muhon Asha oldukça sert ve ifadesiz surata bakıp kalmıştı. O kadar gergindi ki Daki... En son bu suratı gördüğünde UngurPan'dan ayrılmak üzere gemiye yürüyorlardı.

''Neler oluyor?'' demişti. Daki derin bir nefes aldı. Komutanlar ve Helyan Kea'da gelmişti çadıra. Daki bir süre onlara baktı. Ardından kılıcını çekip masaya koydu. Etrafı saran sessizlik ile gerilmişti herkes.

''Yönetimi ele alıyorum. Bu saatten sonra Ordunun tek komutanı olarak beni tanıyacaksınız. Bana karşı koymak isteyen varsa...'' Helyan Kea sakince ona doğru bir adım attı.

''Bu acımasızca ve sahte çıkışlarının sebebini söylemen daha makul bir konuşmaya sürükler bizi kardeşim. Kılıcını kaldır masadan!'' dedi. Daki ağabeyine doğru başını çevirdi.

''Kampın Kızıl Ormanda işi ne?'' demişti. Helyan Kea ona bakıp kaşlarını çattı. Gözlerine inen karanlık Daki'nin gözlerinde yanan ateşi bastıracak kadar kuvvetliydi.

''Bakren Hanesine doğru saldırıya geçiyoruz.'' dedi. Daki ona doğru bir kaç adım attı.

''Yaklaşık olarak on kilometre ötenizde en büyük Kara Kurt kışlası bulunuyor. Burayı doğrayıp geçmeleri bir saatlerini almaz iken... Hanginiz bu kararı aldı?'' demişti. Muhon Asha Genarele gözlerini dikmiş Daki'nin önüne geçti.

''Prens Helyan Kea bizi buraya getirdi. Generalin rütbesini indirip elinden bütün yetkilerini aldı. Artık General Foo bir alay komutanı olarak aramızda bulunuyor. Ona sormayacaksınız bunu! Soracağınız kişi o!'' deyip diğer tarafta dikilen Helyan Kea'yi gösterdi. Daki bunu duyunca ağabeyine döndü. Helyan Kea her zaman ki kibirli duruşundan ödün dahi vermiyordu. Daki ona bir süre baktı ve kaşları gevşedi.

''Anlıyorum. Aleon'un dediği gibi sen gerçekten kötü bir adamsın. Aleon ağabeyimi dinlemem gerekirdi. Benden beklediğini yapmak dışında başka şansım yok gibi.'' dedi. Kapıda dikilen muhafızlara döndü.

''Prens Helyan Kea'yı askeri suçtan dolayı tutuklayın.'' dedi. Birden etraf derin bir sessizliğe gömüldü. Helyan Kea ise gülmüştü.

''Aleon'un dedikleri ne zamandır benim dediklerimden önemli hale geldi?'' dedi. Güneş'in Kızı konuşan adama bakıyordu. Sert bir sesle konuşmaya girdi.

''Prens Aleon artık bizim müttefiğimiz ve onun dedikleri sizin sözlerinizden daha önde olacak artık.'' demişti. Muhafızlar oraya doğru yürüdüğünde Helyan Kea kızgınlıkla konuştu.

''Daki! Ağabeyin olarak bu saçmalığı kesmeni istiyorum. Düşmanımızla beraber kampa geldiğin yetmez gibi otoriteyi sarsmaya kalkışıyorsun. Hain...''

''Zaten hain olarak beni ilan ettiğin gerçeğini göz önüne alıyorum. Aleon'u tapınağa gönderdin ki Kuwala'yı öldürsün diye. Hesaba katmadığın şey ise Aleon'un gerçek kişiliği oldu. Şimdi ise gerçek haini çıkarıyorum aradan. Yeterince bu kampı sıkıntıya soktun. Kılıcını teslim et ve bir prens olarak teslim ol. Yoksa daha feci şekilde hapsedilecek ve yargılanmak üzere UngurPan'a bizimle geleceksin!'' demişti. Bütün gözler Helyan Kea'ya dikilmişti. Daki ise kaşlarını çatmıştı.

''Biraz sonra UngurPan topraklarına gideceğiz. Gelen çağrı sonucunda Seron krallığının oraya saldıracağını öğrendik. Askerler hazırlanana kadar teslim olup bizimle oraya gelip yargılanman gerekecek. Aleon'un nişanlısını öldürmekten, kampı bilerek Bakren kampına kadar sürmene kadar bütün suçların halka açık şekilde okunarak yargılanacaksın. Bu durumda cezana babam karar verecek. Kuzey Topraklarında yargılanmak ister isen... Rahom Kuwala tarafından cezalandırılacaksın. Kuzeye savaş açmak, kuzeylileri öldürmek gibi suçlarda hanene eklenerek  ikinci kışlaya cezalandırılmak üzere gönderileceksin.'' demişti. Helyan Kea ona karşı gelen kardeşine bakıp kalmıştı. Uzun süredir ona hayır diyemeyen ve ondan kaçan kardeşi şimdi karşısına dikilmişti. Helyan Kea kılıcını hızla çekti. Onun tarafında olan komutanlarda kılıçlarını çekmişti. Muhon Asha ve Cohin kılıçlarına elleri gitmişti ancak Daki onları durdurdu. Masadaki kılıcını kınından çıkardı.

''Sarsılmaz sandığın iktidarın bu gün son bulacak. Bir Ung prensi olarak şerefinle teslim olman için sana son saniyelerini vereceğim. Eğer kılıcını indirmez isen otoriteye karşı kılıç kaldırdığın cezası hanene eklenecek.'' dedi. Kılıcının keskin ucunu avucu içine almıştı.

''Hepimiz aynı et, kan ve kemikten yaratılmış durumdayız. Hiç birimiz diğerimizden farklı değil. Tanrılarımızın babası bile bir iken bizim bu düşmanlığı sürdürmemiz mantıksız.'' dedi. Elini sıkıca kapayıp çekince yeşil alev kılıcı sardı. Rahom çeliğinde daha bir parlak, daha bir coşkulu  yanıyordu ateş. Bir çok kişi korku ile geri çekildi.

''Eğer Prens Helyan Kea için kılıç kaldırıyorsanız, otoriteye ihanetten sizleride ölümle cezalandıracağım.'' demişti. Komutanlar korku ile kılıcçlarını yere bırakıp prensin arkasından çekildi.  Helyan Kea yanan ateşe bakıyordu.

''Bir Bakren gibi kılıcını ateşle süslüyorsun!''

''Bir Bakren'den ne farkım var ki? İkimizde et ve kandan oluşmuşuz. Bir kuzeyliden tek farkım kavruk tenimin rengi ise bu bana efsun yapamayacağım anlamı vermez. Kılıcını bırak ağabey ve gidip çadırında bekle. Daha fazla bu durumu uzatmayalım. Ben Aleon gibi öfkemi içime gömemem. Elimdeki kılıç istemsizce senin boynuan dayandığında kendimi durdurmam. Beni kardeş katili yapma ve otoriteme teslim olup cezanı çekmeye hazırlan.'' dedi. Helyan Kea başını yavaşça iki yana salladı.

''Bunu yaparsam onurumu ayaklar altına almış olurum. Yaptığım herşey seni ve Aleon'u korumak içindi. Hanedanlığımızın soyunu ve şerefini korumak içindi. Bundan dolayı beni cezalandıracak isen...'' birden susmuştu. Daki onun üstüne doğru yürümeye başlamıştı. Elinden akan kan yerde damla damla izler oluştururken kılıcın ateşi söndü.

''Artık koruman gereken bir hanedanlık yok! Yakında UngurPan sokakları alevler içinde olacak. Sarsızlmaz dediğin ve akıllarını çelmek için senelerce uğraştığın meclis akşam alevlere boğulacak. Sevgili kraliçenin tarafında olanlar teker teker ölecek. Ve sonra babam tahtını Aleon'a verecek. Seni onun gazabından kurtarmak için yaptığım şeyi red ediyorsan, kampı terk etmek için bir saatin var. Seni bulduğu anda öldürecek. Bu yüzden kaçabildiğin en uzak yere kaç.'' demişti. Kanlı elini Helyan Kea'nın omzuna koydu.

''Sana daha fazla inanmayacağım ve inancımı sarstığın o ilk günü unutmayacağım. O kıza zehir verip bana susmamı söyledin. Herkesin bildiği gerçekleri sanki bilmiyor gibi davranman yüzünden Aleon'un aklını karıştırdın. Merak etme yeğenlerim ve karın benim korumam altında olacak. Git ve bir daha karşılaşmayalım.'' dedi. Helyan Kea ona bakıp kalmıştı. Daki arkasını döndü.

''Benim çadırımda olun on dakika sonra. Genaral Foo, yaver Cohin ve Komutan Muhon Asha! Siz şimdi benimle geliyorsunuz!'' dedi. Kısa sürede çadır boşalmıştı. Güneş'in Kızı ise olduğu yerde çivilenmiş gibi kalan Helyan Kea'nın yanına geldi. Ona bir süre baktı.

''Sevmekten aciz bir yaratıksın ve sonunda pek güvendiğin kardeşlerin tarafından bir kenara atılıyorsun. Oyun bitti. Bize ihanet edişini kimseye anlatmadım. Senden daha fazla nefret etmesinler diye. General Byega yakında kıyılarda olur. Git ve dostuna sığın ki seni korumak için uğraşsın.'' dedi. Helyan Kea ona bakıp kalmıştı.

''İhanet etmedim. Kampı korumak için anlaşmaya çabaladım.''

''Bu sefer inandıramazsın prens. Senin Bakren ile kurduğun iletişim ortaya çıksın istemiyorsan sessizce bu kampı terk et! Prens Daki'yi ve adamlarını Kızıl Ormana sürerken oraya kaç kişinin hangi yönden gittiğini Bakren Kara Kurtlarına kimin haber verdiğini biliyorum. Ve inan bana hesabını bozan Rahom bunu öğrendiğinde seni acımadan bin bir parçaya bölecektir. İktidar savaşını kaybettin. Daki'yi kral yapmaya çabalayan Aleon şimdi kendisi kral olarak tahta oturacak. Ve sen... Senin kaderinde çirkin bir ölüm gördük!'' dedi ve çıktı. Kızıl Ormana düzenlenen akında Daki yüzlerce adamını kaybetmişti. Asla yenilmeyen Kara Kurt Daki o gün büyük bozguna uğratılmış ve nereye kaç kişi dağıldıkları biliniyor olduğu düşüncesi ile paranoyaya bağlamıştılar. Günlerce kaçmaya çabalamışlar ve sonunda Cohin'in atları alıp arkalarındaki adamları kandırmak için ayrılması sayesinde Daki kurtulmuştu. Cohin o gün öleceğini hissetmişti. Üzerine yığılan at sayesinde bilincini yitirmiş ve diğer cesetler yüzünden kurtların aklı karışmıştı. Atların üstüne yerleştirilen cesetlerden birisi sanmışlardı onu. O gün kendine geldiğinde Kuwala'yı gördüğünde şaşkınlık içinde kalmıştı. Tanrılardan birisini gördüğünü sanmıştı. Daha sonra ise tedavi sürecince arada duyduğu seslerden sonra Kuwala'nın sıradan bir insan olduğunu fark etmişti. Komutanı Daki'nin bu Rahomlu adama bakışlarındaki farklılığı gördüğü gün ise Kaplıcada tedavi oluyordu. Komutanı ile rahatça konuşan tek askerdi. Ona Kuwala'yı yanlarına almalarını söylemişti.

''Burası güvenli değil efendim. Tek başına burada hayatta kalamaz. Ona hayatımızı borçluyuz.''

''Onu buradan çıkarırsak ölüm onun peşini hiç bırakmaz. Senelerce burada hayatta kalmış.''

''Peki efendim ama ona veda edin. En azından bir defalığına kendiniz için bir şey yapın ve Efendi Kuwala'ya veda edin.'' demişti. Daki bu konuşmadan sonra Kuwala'ya veda etmeye gitmiş ve onu öperek Cohin'in söz ettiği vedanın ötesine çıkmıştı. Kendisi olmak ve kendi hisleri ile haraket etmek... Bunu yaptığında içindeki sıcaklık ve huzurla bir parçasını bırakıyormuş gibi hissetmişti.

Cohin dalgınlık ile elindeki kesiği saran komutanına bakıyordu.

''Efendi Kuwala sizi tek başına göndermezdi. Neler oluyor Efendim?'' dedi. Daki ona cevap vermedi. İçini saran huzursuzluk ile kalbi sıkışıyordu.

''Daki!'' diye seslenerek Muhon Asha onu sıçratmıştı. ''Neler oluyor? UngurPan'a saldırı dedin. Burada Akela kadının işi ne? Bunca soruya cevap vermeyeceksen ne diye bizi topladın buraya?'' dedi. Daki dişleri ile bezin bir ucunu tuttu. Ve düğümü sıkılaştırdı.

''Aleon bir mektup göndermiş Akela'ya. Seron saldırısı olacağını ve UngurPan'ın yeteri kadar savunması olmadığını söylemiş. Haftalar önce bir mektup vermiştik ona. Seronlardan çalınmış bir mektup. Babama ulaştırması gerekiyordu. Bu sayede Rahomun saflarında savaşmak üzere anlaşma imzalanacaktı.'' Cohin şaşkınlık içinde kalmıştı.

''Efendi Kuwala'nın safları mı? Savaşıyor mu?'' dedi. Daki başını salladı. ''Aleon mektubu askerleri geri çekmeye ikna etmek için kullandı. Meclise hakaret ettiği içinde cezalandırıldı. Halk ise olanları duymuş ve duyurmuş. Aleon'u destekliyor ve yardım çağrısı için ardı ardına kuş göndermeye devam ediyorlar. Kuwala hala Aleon'a kızgın. Tek bir elini şıklatarak binlerce insanı yok edebileceği için Güneş'in Kızı onadan yardım istedi. Marinoe Hanım diz çöktüğünde onun reddettiği görevi ben üstlendim. '' demişti. Cohin ona bakıp kalmıştı.

''Marinoe hanım neden bizim gibi onun ailesini öldürenleri kurtarmak için diz çöktü efendim?'' dedi. Daki kılıcının üstündeki kan izini silmeye başlamıştı oturduğu yerde.

''Bilmiyor gibi sorma Cohin! Aleon için tabi ki... Ona bir şans verilmesini istiyor. İnsanların değişebildiğini göstermek istiyor ve Kuzey'de Ung desteğine ihtiyaç olduğunu söylüyor. O diz çökünce Kuwala ona saygısızlık yapmamak için çaresiz kaldı. O yüzden orduyu götürmek için ben geldim. İkinci Kışla elimize geçti ve Madenlerde şiddetli isyan devam ederken Rahomun kuzeyi terk ettiği duyulursa bunca başarı bir gecede çöker.'' demişti. Muhon Asha şaşkınlıkla bakıyordu ona. Daki içeri giren Güneş'in Kızı'na döndü.

''Onu izlemesi için bir kişi görevlendirdim. Tekrar ihanet etmeye kalkışırsa başını getirecekler. Bakren yanlısı bir adamı ağabeyin olduğu için göz ardı ettiğini düşününce senin duyguları tarafından yönetildiğini düşünüyorum.'' demişti Güneş'in Kızı. Daki ona bakarken kaşlarını çatmıştı.

''Yeğenlerim ve onların annesini korumak için yaptım bunu. Bu ihanet sonucunda çocuklarınıda öldürürlerdi. Senin gibi davranamadığım için beni suçlayamazsın. Kızlarına söyle geçitleri açmak için kampın dışında konum alsın.'' dedi. Güneş'in Kızı çıkmadan önce ona doğru bir kaç adım attı.

''Yaptığın iyilikler tarihler boyunca unutulmsın Kara Kurt Daki.'' dedi ve çıktı. Gelen komutanlara Daki tek bir emir vermişti. Alaylarını hazırlayıp savaş durumuna geçirmeleri. Daha sonra herkes oradayken Daki General Foo'ya rütbesini geri iade edip Helyan Kea adına özür dilemişti. Hazırlıklar yapılırken Daki Muhon Asha'nın çadırındaydı. Biraz uyumak isteidğini söylemişti. Kuwala'yı hasta halde orada bırakmış olmak onu rahatsız ediyordu. Orduyu geçirip Aleon'a görev teslimi yapıp dönecekti. Ama onu rahatsız eden bir şey vardı. Kuwala'nın yanına dönememek için kendini uykuya vurmaya kararlıydı. Yatağa uzanmıştı.

İkinci Kışlada ise Kuwala enerjisini toplamaya çabalıyordu. Ayezi ile yürüyüşe çıkmışlardı. Daha önce oturdukları nehir kenarına geldiğinde Ayezi sessiz sessiz ağlayan Kuwala'nın karşısına oturdu.

''Herkesi sen kurtaramazsın. Eğer Daki'nin canı için onun canını feda edeceksen buna bir şey diyemem.'' dedi. Kuwala omuzlarına çöken ağırlıkla öylece oturuyordu.

''İçimi rahatlar yalvarırım. Bir şeyleri doğru yaptığımı söyle!'' diye Ayezi'ye yakarmıştı. Ayezi ona bakıyordu.

''Beni ele geçirdiğinde tek bir şey demiştin. Bir insan olduğunu ve bencil olduğunu... Sen tanrı değilsin Kuwala ve insan olarak karar veriyorsun. Gördüklerini bir kenarı bırak ve düşün...'' Kuwala ona bakıyordu. Ayezi onun yanına doğru yaklaştı.

''İnsanlar sizin neler yaşadığınızı düşünmeden bencilce dizleri üstüne çöküyor ve yardım istiyor. Hayır diyemeyeceğini bilerek senin iyi niyetini sömürüyor ve seni sen yapan Kara Kurt Daki'yi ölüme sürüklüyorlar. Onları korumak zorunda değilsin bile. Sadece yardım etmek istediğin için sağlığından olurken kimse senin gibi başkalarına zarar geleceği için gözyaşları dökmüyor. Marinoe kendi ölümünü kendisi planlıyor. Sadece tapınakta kalıp kızını büyütebilirdi. Daki sadece senin için bu savaşa tekrar dahil oldu. Marinoe ise bu yolu kendisi seçti. Sen tanrı değilsin Kuwala. Kurtarman gereken kim ise onu kurtar. En başından beri seni sen yapan kimse onu koru... Çünkü diğerleri sadece senin Londaga olan tarafına bakıp güçlü olduğun için onları korumanı istiyor.'' dedi. Kuwala öylece kalmıştı. Ayezi sırıtıyordu adeta.

''Sen bu insanların kurtarıcısı değilsin. Onlara yol göstermekten sorumlusun sadece. Güneyde ölenler seni ilgilendirmez bile. Daki seni sen yapan kişi ve o senin eşin! Onun dışında kimseyi kurtarmak zorunda hissetme şimdi. Kendine yüklenme ve kendini suçlamayı bırak. Senin kadar onlarda düşünmeli ve ona göre haraket etmeli. Merinoe eğer hayatını ve onu bekleyen kızını çok önemsiyorsa geri dönerdi. Ama o bir asker ve ruhu intikam ateşi yüzünden bu hale gelmiş durumda. Güç için Unglara yardım etmek isteyen bir Kuzeyli kendi hayatını umursamıyorsa... Sen onun canından sorumlu değilsin.'' dedi. Kuwala donuk bir ifade ile bakıyordu. Ayezi'nin konuşmasını yarıda kesmesine sebep olan ise Kuwala'nın öksürük krizi olmuştu. Ayezi onun kendine gelmesini beklerken biraz uzaklaşmıştı. Kendine av aranıyordu. Kuwala ise biraz su içmek için nehrin kenarına eğildiğinde arkasında birisini hissetmişti. Başını çevirince elleri olmayan kadın ona dehşete kapılmış halde bakıyordu. Bir süredir onu görmemişti Kuwala. Şaşkınlıkla eliyle ağzının kenarını sildi. Kızın gözünün birisi mosmordu.  Kuwala ona bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilemeden bir süre bakıştılar. Kız gözyaşları içinde yere çöküp Kuwala'nın kaftanın eteğine kolarını sarmış, yüzünü ayaklarına kapatmıştı. Dilindeki apse inmiş ve bazı şeyleri ses olarak çıkardığında anlaşılabiliyordu.

''Bagyen!'' diye ardı ardına söyleniyordu. Kuwala bu kelimenin ne anlama geldiğini anlayamadı. Eteklerine yapışmış kızı sakinleştirmek için eğilip onu omuzlarından itekleyip dikleştirdi. Bir süre aynı kelimeyi ardı ardına söylemesini dinlerken dudaklarını izliyordu.

''Bakren mi?'' dediğinde kız birden susup ona bakıp kaldı. Bir kaç saniye baktı ve konuşmaya çabaladı.

''Meyez pih, kovlayımı, diğimi kahstı! O ashkar!'' Kuwala o bunları söylerken kızın dudaklarını izliyordu. Gözlerini kısıp ona baktı. Çözmesi zor bir konuşmaya girdiler. Kız konuşmaya çalıştıkça ağzındaki acı ile titriyor ve ağlarken lal hali ile daha zor anlaşılır konuma geliyordu. Sürekli ''Meyez Pih'' dedi ve Kuwala anlamıştı sonunda.

''Melez Piç kollarını ve dilini kesti. Kim peki Melez Piç? Asker olan o mu?'' dedi. Kız başını şiddetle salladı. Elleri olmadığı için bilekleri ile Kuwala'nın yüzünü tutmaya çabaladı. Ağlamasını bastırmaya çabaladı. Lacivert koyu gözleri korku ile parlıyordu.

''O! O!'' diye iki defa tekrar etti. Kuwala ona bakınca duraksadı. Gözleri kızın boğazına ve açıktaki döşüne kaydı. Morluklar devam ediyordu. Bir süre sonra kızın sargılı bileklerin soğukluğu ile duraksadı. Kız gözyaşları içindeydi.

''O!'' derken Kuwala yüzünde ılık bir sıcaklık hissetti. Kadının buraya gelmesine imkan yoktu. Ne eli vardı kapıyı açacak ne de gücü vardı konuşacak... Onunla konuşan kişinin bir hayalet olmasından korkarak başını kaldırdığında yana doğru kırılmış boynu ve boş gözleri gördü. Buruk bir tebessüm ve ağzından akan kanlar ile kadın korkunç görünüyordu. Kuwala bedenini saran soğuklukla ve korkuyla titremişti. Bir bedenin ruhu olan hayaleti insan gibi algılamak... Onun için bu çok yeniydi. Kızın yana doğru kırılmış boynuna bakıp kaldı.

''O, kocan mı?'' dedi. Kız gıcırtı ile başını doğrulttu.

''O!'' dedi. Kuwala kesilmiş bilekleri tuttu. Öylece kıza bakıp kaldı. Melez piç her kim ise Bakren için çalışıyordu ve aralarına casus olarak kadının kocasını göndermişti.

''Seni o mu öldürdü?'' dedi. Kadın başını salladı. Gözlerini gökyüzüne doğru dikti. Kuwala onun burada kalmak için çok çabaladığını gördü. Tanrılar ruhunu yukarı çekmeye çabalıyordu ama o burada bir şeyi anlatmak için kalmaya çabalıyordu.

''Gidip cesedini bulacağım ve onu! Günahlardan arınmış ruhunun huzura kavuşmasına izin verecek tanrılar!'' demişti. Kız gülümsedi fakat yavaş yavaş silinmedi görüntüsü. Birden kaybolup gitti. Kuwala titreyen bacakları üstüne kalkana kadar Ayezi geri dönmüştü. Olanlardan bir haberdi ve  dehşet içindeki Kuwala'yı öyle görünce endişelenmişti. Kuwala ise onun sırtına atlayıp kasabaya dönmesi gerektiğini söylemişti. Geri döndüklerinde ise kadını handa ki odada ölü bulmuşlardı. Üstü başı parçalanmış ve bacakları arasında kocası olduğu yalanını söyleyen adamın dölleri vardı hala. Boynu kırılmış ve ağzından kanlar akıp yatağa sızmıştı. Kuwala öylece bakıp kalmıştı. Marinoe ve hancı ise onun buraya gelişindeki paniğini şimdi yaşıyorladı. Marinoe koşup kızın nabzına bakmak istedi ama Kuwala onu durdurdu.

''Çoktan ruhu bedenini terk etti! Onu temizleyip yıkayın ve inancına göre yakın ya da gömün.'' demişti. Titreyen eli yüzüne gitmişti. Şakaklarından süzülen ter saç tutamlarını yanağına doğru yapıştırmıştı.

''Adamı bulmaları için herkesi görevlendirdim. Çıkan kimse olmadı kasabadan. Onu bulacağız!'' demişti Marinoe. Kuwala onu duymadı ve yürüyüp gitti. Kadının o halini gördüğünde hissettiği nefreti nasıl bastıracağını bilmiyordu. Ona yapılan eziyeti görmemişti bile. Bir kaç ev uzağında ve bağırsa duyabilecekleri kadına işkence eden adamı bulmak istiyordu. Hanın merdivenlerinden inerken aşağıda bekleyen Ayezi'yi gördü.

''Melez Piç kim biliyor musun?'' demişti. Ayezi bir an duraksadı. Öylece bakıp kalmıştı.

''Melez Piç senin soydaşın!'' demişti. Kuwala birdne ona bakıp kaldı.

''Ne demek bu? Tieden ve Kantou dışında akrabalarım mı var?'' dedi. Ayezi yanına gelen Rahom'un ardından onu takip etmeye başlamıştı.

''Melez Piç'in babası Bakren soyundan. Annesi ise senin halan.'' dedi. Kuwala kimin neyi olduğunu umursamıyordu. Kaşları çatılmıştı.

''Buraya gelen adamı o göndermiş. Kadını neden öldürüldüğünü ve kim olduğunu öğrenmek istyorum. Onu canlı halde bana getirmeni istiyorum.'' demişti. Ayezi bunu duyduğunda bir sıçrayış ile yanından kayboldu. Kuwala ise evine doğru hızlı hızlı yürürken hanın önü kalabalıklaşmaya ve kadının tecavüze uğrayıp öldürüldüğü haberi yayılmaya başlamıştı. Akşama kadar onun cenazesinin yakılması kararı alındı. Bu gün Soğuk Ateşinden ölen diğer dört kişi ile beraber yakılacaktı.

Kuwala odasına girdi. Duvarın köşesindeki sedirin üstüne oturdu. Bir bacağını altına aldı. Diğerini aşağıya sallandırdı. Ağrıyan boynuna soğuk ellerini dayadı.

''Var olan tek bir tanrı en kudretlisi olmayı hep başarıyor. Yer altına binlerce zincirle hapsedilmiş olsada, herkesin korkusu ile beslenmeye ve acı sayeisnde zincirlerinden kurtulmayı başarıyor.'' Kapının kenarında dikilen Marinoe ona bakıyordu. Kuwala ona doğru çevirdi başını.

''Kim olduğunu bilmek ister misin?'' demişti. Marinoe kaşlarını çatmıştı.

''Daha önce yer altına zincirlenen tek tanrı Güney'in kaos Tanrısı Daki olmuştu. Onun dışında bir tanrı var mı?'' Kuwala kadının cehaletine hafif bir gülümseme ile cevap verdi.

''Var. Adı Ölüm ve her an yanımızda geziniyor. Yer yüzünü terk eden tanrılara inat sürekli buralarda gezinip pençelerini güçsüz bulduğu kişinin kalbine geçirip ruhunu çekip alıyor.'' dedi. Marinoe ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Kuwala gözlerini yere dikti.

''Neden bütün tanrılar neden onu korkup zincirledi biliyor musun?'' Marinoe boş gözlerini kırpıştırdı. Kuwala elini alnına doğru kaydırdı.

''Çünkü ölümün merhameti olmuyor. O yüzden tanrılara bile korku saçmıştır. Ölümle mücadele etmek için daha fazla hayat kurtarıp yaratmaya çalışmak ise boşuna verilmiş bir savaş gibidir. Ona suçlu olduğunu düşündüğünü vereceksin. Bu sayede masum yerine bir suçlunun ruhunun ağırlığı ile doyacak!'' demişti. Marinoe şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Ciddi ses tonu ve durgun bakışları ile oldukça ürkütücü duruyordu. Kuwala derin bir nefes aldı.

''Ne kadar çok insanı önemser ve seversen o kadar fazla zayıf noktan oluyor. Ve ölüm senden hızla parçalar koparmaya başlıyor. Sonunda ise ona kafa tuttuğun için aptalca şeyler yapıyorsun.  Zamanla bu aptallıklar yüzünden büyük olayı göremiyorsun. Sende bunu yaptın Marinoe!'' dedi. Marinoe ona doğru yaklaştı.

''Diz çökmem konusunda sinirlisin ama Ungların desteği olmadan Kuzey'i alamayız Rahom Kuwala!'' dedi. Kuwala ona doğru dönüp başını yana doğru eğdi.

''Dizlerinin üzerinde öleceksin. Bazen sevdiğim insanları ölümden kurtarmak için çok çabaladım. Ve sen beni haftalarca uğraştığım her şeyi yere çökerek yıkıp attın. Bu gün gidip kızını gör. Ve hayatta kalmak için çabala.'' demişti. Marinoe oradan çıktığında kızını görmeye gitmedi. Kuwala'nın kibrine ve Daki'nin gitmiş olmasından dolayı onu suçlayışına sayıştırıp kasabada didik didik adamı aramaya başlamıştı.

...

Bu esnada gün kararmaya başlamış ve Kızıl Ormanda ki büyük Rahom kampında on iki tane geçit açılmaya başlamıştı. Geçitler UngurPan meydanına açılıyordu. Geçitler açıldığında şehir alevler içindeydi. Karşılarında gördükleri manzara ile askerler koşturmaya başlamıştı. Hızla geçitten geçiyordu. Daki geçite yaklaşınca alevler içindeki şehrin surlarını ve dağdan gelen davul seslerinin gürültüsü ile şaşkınlıkla kaldı.  Seronlar saldırmaya başlamıştı bile... Kılıcını çekip geçitten içeri girdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Bölüm On Sekiz:  Savaş

Birinci Kısım: Merhamet 

 

Kuwala karşısında ona kılıcını çekmiş dikilen adama bakıyordu. Sokakta dikilen adamın kılıcındaki alev etrafı aydınlatıyordu. Gün karardığında Kuwala artık evden çıkmıştı. Daha fazla bekleyemez idi. Ölüm kendini hazırlamış ve ona sunduğu seçeneklerin yok olmasına çok az bir zaman kalmıştı. Sokakta yürürken bir kargaşa sonunda alev alan kılıcı görmüştü Kuwala. Elleri arkasında oraya doğru yürümüştü. Saçları omuzlarına dökülüyordu. Üstündeki lekesiz bembeyaz kaftanı ve içindeki cübbesinin aksine ayağındaki deri çizmelerinin kırmızı kayışları göze çarpıyordu. Ayezi onun ardında sakince yürürken sokaktaki kalabalık kenarı çekiliyordu.

''Melez Piç'in köpeği sen misin?'' demişti Kuwala. Adam ona bakarken az önce onu yaralayan kadınlara karşı tuttuğunu kılıcını Rahoma çevirmişti.

''Benim itaat ettim tek kişi lordumdur. Melez Piç gibi bir köpeğe itaat etmem ben.'' dedi. Kuwala kafa karışıklığı içindeydi. Kim olduğunu bilmediği bu Melez Piç'i sormak ve soruşturmak için fırsatı olan bu adamı öldürmek istemiyordu. Ondan edineceği bilgileri düşünüyordu. Elleri hala arkasında birleşmiş durumdaydı. Ellerini çözüp derin bi nefes alıp verdiğinde kılıcın ateşi mum ateşi gibi rüzgarda söndü. Adam tekrar kılıcı ateşe vermek istedi ama elindeki sızlama ile kılıcı yere atmıştı. Fakat kollarına doğru ilerleyen buzu durduramadı. Buz omzuna kadar ilerledi. Bir şey onu yere doğru dizleri üstünde çökmeye zorluyordu. Kasaba halkı Rahomun ilk defa acımasız yüzünü görüyordu. Daki gittiğinden beri Kuwala bir defa olsun gülümsememiş ve bakışları insanlara tiksinti dolu geliyordu.

Bir tekme ile donmuş kolu yerinden koparıp bir kaç metre öteye doğru fırlattı Kuwala. Kol düştüğü yerde kristal gibi paramparça oldu. Sızan kan hızla donmuştu. Adam ise yerde acı bir çığlık atmıştı.

''Melez Piç kim? Bakren hanesinde rütbesi ne?'' demişti Kuwala sakince. Adamın diğer koluna bakıp çığlıklar atmaya başlamıştı. Kolu morarak donuyordu. Kuwala gözlerini sakince kapadı.

''Sizin gibi aptal insanların benden çaldıkları yeterince canımı sıkıyor. O kızın hayatını neden böyle iğrenç bir şekilde aldın?'' demişti. Adam çığlıklar atarken Kuwala sert çizmelerinin ucu ile ona bir tekme daha savurup yere devirdi. Kolunun üstüne ayağını sertçe basınca parçalanma ve kırılma sesleri sokakta yankılanmıştı.

''O kızı kim o hale getirdi? ''

''Melez Piç!''

''Neden?''

''Senin ancak böyle bizi kabul edeceğini söyledi...''

''Merhametim bu kadar kolay göze çarpıyor demek. Peki masum bir kadın mıydı o?''

''Değildi!''

''...''

''Değildi! O lordun en güzel cariyesiydi. Kendinden daha güzel olan iki kızın yüzünü yaktı. Doğum yapamadığı için hamile bir cariyeyi küvette boğdu! O iyi değildi... Yüzü masum olduğu için... Onu iyi sandın...'' Kuwala adamın sesini duymamaya başlamıştı. Aklına kızın ruhunun yok oluşu geliyordu. Birisi onu yerin altına çekmiş gibi birden yok olup gitmişti.

''Melez Piç onun günahlarını biliyordu...'' adamın delirmiş kahkahası cümlesini devam etti. Kuwala onu susturmak yerine yanına çöktü. Elini nazikçe adamın gözyaşları akan yanağına dayadı.

''Masumiyet sorgulanabilir, merhamet sorgulanabilir. Ama ölüm sorgulanmaz. Ölüm kabul edilir ve huzurlu olması dilenir.'' demişti. Adamın kaskatı kesilen yüzü hareketsiz kalmıştı. Bedeni bir heykel gibi olduğu yerde kalmıştı öylece. Çenesinden damlayacak son gözyaşı donup kalmıştı. Kuwala elini çekip ayaklandı. Az önceki sakin ifadesi yoktu. Öylece cesede bakıp kızla bir tekme daha savurdu. Donmuş kafa boyundan kaptu ve kalabalığa doğru yuvarlandı. Marinoe'nin ayaklarının dibinde kalmıştı. Kuwala ellerini arkasında birleştirdi.

''Geçitti açsınlar. Önce tapınağa gidip Tieden'i buraya getireceğiz.'' dedi. Marinoe ayaklarının dibindeki kafayı ileri doğru yuvarladı hafif bir tekme ile. Ardından kızların beklediği yere doğru gittiler. Kuwala tapınağa tek gitmişti. Onu beklemeyen diğerleri şaşkındı. Kuwala onlara kısaca olanları anlatmak istedi. Tieden ise bir çok şeyi takip etmişti. Ve onu bekliyordu. Gitmeye hazırlanmıştı. Kantou'da onunla gelecekti. Ayezi ise Fohara'yı gördüğü için heyecanlıydı. Bu sıradan beyaz kurt onun için kıymetli bir yoldaş oluyordu.

Kasabaya geri dönmüşlerdi. Tieden ve Kantou bu kadar büyük bir kalabalık tarafından karşılanmayı beklememişti. Kuwala geçitin yönü değişene kadar onlarla konuşmak istedi.

''Rahom soyunun temsilcisi ve bana yol gösterici olan Tieden sizlerede ben gelene kadar yol gösterecektir.'' demişti. Fohara onlarla kasabada kalmayacaktı. Geçitten geçeceklerdi. Gidecekleri ilk yer sahil olacak ve oradan UngurPan'a gireceklerdi. Ancak bu kadar yol kat etmeyi sağlayabiliyordu kızlar onlara. İki kişi binlerce kilometreyi aşamazdı. Onlar rotayı ayarlarken Kantou gözlerini Marinoe'ye dikmişti. Kuwala onu baktığı kadına baktı.

''Iries nasıl?'' demişti Marinoe. Kuwala bunu duyunca kalbine çöken acıyla kaldı.

''Kızını görmeye gitmedin mi?''

''Gerek duymadım efendi Kuwala. Geri dönünce onu görmeye giderim.'' demişti. Kuwala ona bakarken gözleri dolmaya başlamıştı. Kantou ise her şeyi görüyordu. Bir kişinin yüzünden ölümü okumak onun genlerinde vardı.

''O çok iyi. Bir daha onu görmeyeceksin. Ama o seni hep hatırlıyor.'' demişti. Marinoe ona şaşkınlıkla bakarken o Kantou konuşmaya devam etti.

''Efendi Kuwala senin için savaştı ama sen seni bekleyen kızını hep geride tuttun. O seni hep hatırlayacak ama sen ölürken onun yüzünü hatırlamayacaksın.'' demişti. Kuwala bunları duyunca Kantou'ya doğru döndü. Gözyaşları içindeydi Kantou. Ölümü görmek onu yıpratıyor ve Iries'i düşünüyordu. '' Onu görmek için geç değil. Gidip onu görelim!'' demişti. Kuwala bunu duyunca oraya doğru yaklaştı.

''Hayır!'' demişti. Kantou ise gözyaşları içinde Kuwala'ya döndü.

''Kızgınsınız efendi Kuwala. Ama olacakların önüne geçebilirsiniz.'' demişti. Kuwala kaşlarını çatmıştı.

''Karar verildi.'' dedi ve açılan geçitten geçti. Kantou ise Marinoe'nin elini tutup gözyaşları içinde fısıldadı.

''Öleceksiniz! Efendi Daki'nin canı karşılığında öleceksiniz...'' demişti. Marinoe ona bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Ama taşlar yerine oturmaya başlamıştı. Buruk bir gülümseme belirdi yüzünde.

''Dizleri üstüne çöktüğünde ölürsün demişti bana...'' dedi. Kantou'nun elini nazikçe bırakıp Kuwala'nın ardından geçite yürüdü. Sahile adım attığında sakindi. Yüzünde ufacık bir ifade bile yoktu. İkinci geçit açılırken Kuwala yanında dikilmiş ve kılıcını sıkıca kavramış Marinoe'ye göz ucuyla baktı. Fohara ve Ayezi hemen arkalarında duruyordu.

''Geri dön!'' dedi. Kuwala bunu söylerken sesi oldukça soğuktu. Marinoe ise ona bakıp kalmıştı Kuwala başını iki yana salladı.

''Haberin yoktu v eseni kurban vermeyeceğim.'' dedi. Diğer geçit henüz kapanmamış ve kapanmasına çok az kalmıştı. Kuwala birden Marinoe'yi kolundan tutup geçite doğru sürüdü ve içeri doğru fırlattı.

''Geri dönme!'' demişti. Geçit kapandığında Diğeri açılmıştı. Sarayda kraliyet odasına açılmıştı geçit. Seronlar şehre girmek üzereydi ve askerler direniyordu. Kız enerji yoğunluğu en az olan yer olarak tespit ettiği yere tüneli açmıştı. Kral ve meclis üyeleri içeride idi. Kuwala'dan önce iki kurt geçti. Meclis üyeleri korku ile kaçınırken kral oturduğu yerden ayağa kalkmıştı. Zırhını giymiş olmasına rağmen burada oturan kralı ayağa diken şey kurtlar değildi. Ardından çıkan beyaz saçları ile kendini gösteren Rahomdu! Geçit kapanmadan önce kızda içeri girmişti. Kuwala yüksek sütunlar arasında tül perdeler ile uzanan koridora ve meclis üyelerine baktı. Ardından krala doğru döndü. Bir Ung gibi onu selamladı.

''Majesteleri Yohano!'' demişti. Kral öylece kalmıştı. Yanındaki askerleri ise ondan daha şaşkındı. Gördükleri Rahomdan çok bir tanrı ruhuna benziyordu.

''Efendi Kuwala, Kara Kurt Daki'nin yerini buldum. Açmamı ister misiniz geçiti?'' dedi. Kuwala gülümseyerek kıza döndü. Yapması gereken şey burada Daki'yi kurtarmaktı ama şimdi onun canı için feda edeceği kadına kıyamayıp geri göndermişti.

''Gerek yok. Ayezi gidip Daki'yi bul ve canın pahasına onu koruyacağına söz ver!'' dedi. Ayezi başını eğip efendisini selamladı. Bir sıçrayışta kilitli kapıları kırıp çıktı. Fohara ise Kuwala'nın yanında duruyordu. Kuwala derin bir nefes aldı.

''Ölüm bende Daki'nin canı için çok daha fazla can istiyor. Gidip Güneş'in Kızı geçmeden onu bul ve tacı aldığından emin ol!'' demişti. Fohara bunu duyunca birden fırlayıp gitti. Kuwala ise köşede duran sandalyeye doğru yürüdü. Oraya oturup kesik kesik nefes aldı.

''Efendi Kuwala planınız nedir? Neden Kraliçemin peşine kurt taktınız?'' dedi. Kuwala dikilen kıza bakıp gülümsedi. ''Endişe etme. Fohara kilometrelerce uzaklara gidebilene görüşe ve ruha sahip. Kraliçe hakkını alana kadar onu gölgelerden koruyacak.'' dedi. Kız kaşlarını düzletti. Kesik soluklar alan Rahoma baktı. ''Sizi kim koruyacak. Burada çok fazla gölge var. yeteri kadar gücünüz yok!'' demişti. Kuwala sandalyenin kenarına elini koydu. Gözlerini kapattı.

''Tanrı Londaga!'' deyip ayağa kalktığında etrafı buz gibi bir soğuk sarmaya başlamıştı. Kuwala etrafındakileri yok sayarak ruhu uyandırmaya başlamıştı. Bedenini saran rüzgarda duydukları kahkaha ve çığlık sesleri git gide sönüyor ve rüzgarın soğukluğu yüzünden nefes alırken ağızlarından buhar çıkıyordu. Titremeye başlamışlardı. Kuwala'nın gözleri kapandı ve tekrar açtığında beyaz ışık belirmişti. Kuwala'nın oturduğu sandalye buzlarla kaplanmıştı. Cübbesinin etekleri buzlara karışmıştı. Gözleri ise az önce Ayezi tarafından parçalanan kapıya dikilmişti. Aklına ilk defa Daki'yi gördüğü an geldi. Durduk yere gelen bu hatıradan kurtulamadan öylece kilitlenmişti.

Kapısının önündeki veranda merdivenlerinde oturan bu perişan adam ve etrafında oturanlar... O anda ondan korkmuştu. Vahşi bakışlı ve iri cüsseli bu adamın ona zarar verip vermeyeceğini bilmiyordu ama adımları oraya doğru çekiliyordu. Cohin'i tedavi etmeliydi ve onu kurtarması gerektiğini bildiği için korkusunu yutkunarak geçirdi. Soğuk bir ifade ile oraya doğru ilerleyip yukarı çıkarken göz ucu ile bakmıştı Daki'ye. Vahşi bir kurda benziyordu. Saçlarının kıvırcıklığı ve dağınıklığı bir kurdun kürkü gibiydi. Bakışları ve yeşil gözleri... Gerçekten kara kurtlar gibiydi. Onlarla otururken kitabına devam etme arzusunu bastırmıştı Daki'ye bakma arzusu. Nedensizce onu çeken kaos ve karanlığa bakıp kalmıştı. Ve o veda öpücüğü... Belkide ona karşı hissettiklerini anlamlandırmıştı. Daki'de bulduğu şey kaos ve karanlık değildi. Kendi karanlık dünyasını aydınlatan bir ateşin göz kamaştırıcılığıydı.

Düşünceler beynini sararken bedenini saran soğukluk gevşedi. Rüzgar etrafından dağılıyordu. Eteklerini saran buzlar hızla buhar oluyordu. Kalbindeki bu sıcaklık öldürme ve yok etme arzusunu bastırmaya başlıyordu. Daki'nin yatakta ona dönmüş gülümseyen hali geldi gözlerinin önüne. Gülümsemenin verdiği sıcaklık ile bir öksürük başlamıştı göğsünde. Şiddetle öksürürken bütün topladığı enerji dağılıp gitmişti. Ellerini ağzına kapadı. Öksürürken sandalyede iki büklüm oldu. Kan parmaklarının arasından sızıyordu. Güneyden Kuzeyin rüzgarlarını çağırmak bedenini zayıflatmış ve zihinsel olarak paramparça haldeydi. Öksürük krizi geçtiğinde kandan kızıla dönmüş ellerine bakıp kaldı. Ciğerinde gelen çürük kokusu midesini bulandırıyordu. Bedeni yavaş yavaş çürüyordu bu topraklarda adeta. Ayağa kalkacak hali yoktu. Öne doğru eğildi. Kesik nefesler alırken ince bir ıslık sesi geliyordu ciğerlerinden. Soğuk Ateşi bedenini zayıf buldukça gün içinde onu öldürmeye başlamıştı.

Öne doğru eğilmiş damlayan kana bakıyordu. Yerlere kadar uzanmış beyaz kaftanın eteklerine damlamış bir kaç damla kan o kadar zarif duruyordu ki... Anlamsızca bu iki damla kanın muazzam şeklini incelemeye başladı. Onu dalgınlığından kurtaran kızın sesi olmadı. Yanına gelmiş olan kız geri dönmeleri gerektiğini söylüyordu. ''Burası sizi öldürüyor. Geri Kuzey Sahiline gidelim.'' dedi ve geçidi açmaya başlamıştı. Kızı bileğinden yakalayan kişi ile etrafta çıkan kargaşa sonucu Kuwala başını kaldırdı. İçeri doğru girmiş olan bir kaç Seron askerinin parlak altın sarısı pelerinleri, keskin kılıçları ve ışıldayan zırhlarına Kuwala bakıp kalmıştı. Parmaklarını şıklatarak yok edebilirdi onları. Ama ne zihni buna Müsaade ediyordu ne de bedeni. Kaybetmekten korkmak... Onu güçlerinden mahrum ediyordu. Kendini kaybetmekten korkuyordu. Daki'yi ölüme karşı kaybetmekten korkuyordu. Öylece kargaşayı izlerken Ung muhafızlarının Seron kılıçları ile can verişini izledi. Meclis üyelerinin korku ile kılıçlarını çekmesine ve kral Yohano'nun öne doğru fırlaması gördü. Buralara kadar onu getiren kızın yerde iki büklüm oturmuş kızıl kanın siyah kıyafetlerini ıslatmasını izledi.

''Ölüm...'' diye fısıldıyordu kulağına yabancı bir ses. Kaosu temsil eden bu sesin sahibi sevgilisi ile aynı isme sahip tanrının adıydı. Kaosun zincirlenmiş tanrısı Daki kanın kokusuna uyanmış gibi fısıltıyla onun etrafında idi..

''Ölüme karşı koymak mı? Bunu biz tanrılar yapmamışken senin gibi sonunda ölecek olan bir fanin yapması... Mümkün mü?'' demişti. Kuwala duyduğu sesi bastıran kişiyi görmek için başını çevirdi. Kırılmış kapıdan içeri doğru fırlayan on belki sayıları daha fazla kişilere bakıyordu. Başlarında ise Kara Kurt Daki vardı. Ayezi'nin pençesi ile ikiye ayrılmış seron muhafızının kılıcı ayaklarına kadar fırladı. Ayezi'nın uluması ile bağırtıların dinmesi bir oldu. İçeriye yayılmış Seronların cesetleri Ungların cesetlerine karışmıştı adeta. Kan kokusu Kuwala'nın ciğerlerinden gelen tiksinç kokuyu bastırmaya yetecek kadar fazlaydı.

''Kapıları tutun!'' diye bağırıyordu Daki. Sandalyede bitap halde oturan Kuwala'nın yanına doğru yürürken mermerde tıkırdıyordu. Kuwala bu tıkırtıyı bir melodi gibi duyuyordu. Soğuk elini tutan elin sıcaklığı ile gülümsemişti.

''Her şeyi mahvettim!'' dedi fısıltıyla. Yüzündeki korkunç gülümseme etrafı karanlığa boğuyordu.

''Neden geldin?'' diye sormuştu Daki ona. Dizleri üstündeydi ve başını öne doğru eğilmiş olan Kuwala'nın yüzünü görmeye çalışıyordu.

''Ölüme meydan okumaya çalıştım. Ama kızını bile görmemiş bir kadını senin yerine feda edecek kadar gaddar olamadım. Belki ben...'' Sözcükleri bitmeden Daki'nin keskin yeşil gözleri onu ssuturmuştu. Seronlar kırılan kapıyı fark edip içeri doğru girmiş ve Rahomu görmüşlerdi. Onu ele geçirmek için içeri girmeyi göze almıştı. Daki ise yanına gelmiş olan Ayezi'yi görünce onu peşine takıp Kuwala'yı bulmak için gelmişti. Birkaç saniye daha geç gelmiş olsaydı kral dahil herkes canından olmuş olacaktı. Kuwala'nın halini gördüğünde onu bu hale Seronlar getirdiğini düşünerek ateş püsküren kılıcı ile önüne çıkanı doğramıştı. Ve şimdi öylece dehşete kapılmış halde bakıyordu.

''Ne konuştuğunun farkında mısın sen?'' diye çıkmıştı. İçeri giren Aleon'un sesi salonu inletmişti.

''Marinoe'yi mi öldürecektin sen?'' diye kükremişti. Daki, kılıcını çekmiş oraya doğru gelen Aleon'un önüne dikilmişti. Kral Yohano ise karşı karşıya gelmiş iki oğluna bakıp kalmıştı. Yeşil alevi etrafı saran Daki kılıcını ağabeyine doğrultmuş idi.  Aleon ise çektiği kılıcını çoktan Daki'nin kılıcına doğru kaldırmıştı.

''Dediklerini duydum. Onu korumaya kalkamazsın. Merhametsiz canavar. Marinoe'ye ne yapacaksın? Nerede?'' demişti. Yerde kan kaybından rengi bembeyaz olmuş kadın doğruldu.

''Efendi Kuwala...'' demişti. Gözler ona dönmüştü. Başında dikilen Ayezi onu burnu ile destekledi. Kadın dişlerini sıkmıştı. Burnundan ve ağzından kan gelen kadın bir hırıltı çıkardı açıyla.

''Onu geri gönderdi... Güvende hanımefendi!'' demişti. Aleon bunu duyunca kılıcını aşağı doğru indirdi. Alev çıkan gözleri durgunlaştı.

''Efendi Kuwala, kaos ve ölümü kendine çekiyor...'' diye devam etmişti kız. Ölümün soğukluğunu hissediyordu. ''O merhametli...'' dedi. Kuwala öylece kıza dikmişti gözlerini. Acı çeken Akela kadını onun yüzünden burada can veriyordu. Buna rağmen konuşmak için çabalıyordu. Daki kılıcını onu korumak için kendi kardeşine doğrultmuştu. Kral bile oğulları için endişeliydi. Bir süre etrafa baktı ve salınarak ayağa kalktı. Elini Daki'nin alev saçan kılıcına doğru uzattı. Kılıç bir mum gibi hızla söndü.

''Merhametli değilim. Marinoe'yi öldürecektim. Buraya getirip dizleri üstünde öldürecektim onu. Kantou gelip bana engel olmasaydı onu burada şimdi ölüme getirecektim. Akela kadını gibi ölecekti. Kızını bile görmeye gitmemiş ve kuzey için karşımda diz çökmüş o kadını  buraya ölümüne sürükleyecektim.'' dedi. Aleon şaşkınlık ve dehşet içinde ona bakıyordu. Kuwala yavaşça Aleon'a doğru adım attı. Karşısına dikildi.

''Kaosun beni sürüklediği bu korkunç kargaşadan dolayı onu burada öldürecektim.'' diye tekrar etti. Aleon'un kılıcı avucunun içinde titriyordu.

''Sen bana, kardeşin Daki'ye ihanet ettiğin için burada canını alacaktım. Helyan Kea ve Güneş'in Kızı kendi hayatlarını planladıkları için herkesi kurtarmaya çabalayan o kadının canını burada alacaktım. Görevinde başarısız olduğun için burada Daki ölecek diye onu ölüme feda edecektim.'' demişti. Aleon ağzını açacağı sırada Kuwala'nın sert tokadının şakırtısı etrafta yankılandı.

''Ciğerimden kan geliyor görüyor musun?'' dedi. Aleon'un başı yana doğru dönmüştü. Kuwala'nın ise eli hala havadaydı. ''Sizin gibi bencil insanlar olmaktansa kan kusmayı tercih ettim ben. Gelip buraya bana bana merhametsiz deme hakkını kendinden bulamazsın.'' derken sesi gür çıkmıştı. Çenesi titriyordu. ''Sana olan saygın Daki'ye olan sevgimden dolayıydı hep. Marinoe'nin sana olan merhameti için sana burada merhamet edeceğim. Daki'yi koruduğun için bu gün bende seni koruyacağım.'' dedi. Aleon sessizlik içinde başı yana dönük onu dinliyordu.

''Bir anne senin için karşımda diz çöktüğü için bugün sadece utancınızla kalın! Marinoe' nin senin ve ırkın için diz çökmesine şükür et! Yoksa sizi cehennemin dibine kendi ellerimle göndermek için ne gerekirse yapardım. Bencil ve kan dökerek iktidar sağlamış soyunun çirkinliğini daha fazla kendine maske yapma!'' diye kükredi. Etrafta nefes sesi bile yoktu. Aleon bunu duyunca birden kılıcını yere bırakıp dizleri üstüne çökmüş. Meclis üyeleri ve babası dehşet içinde ona bakıyordu. Aleon yere eğildi ve alnını uzattığı ellerine dayadı.

''Onun canını ve bizim canımıza merhamet gösterdiniz. Hatalarımı unutturacağım.'' demişti. Kuwala eğilip ona elini uzattı.

''Bir daha sakın Daki'yi Kuzeye karşı mahçup bırakıp onu zorlama. Bir daha sakın Marinoe'yi dizleri üstüne çöktürme. O gün gelirse senin canını kendi ellerimle alacağım.'' demişti. Aleon başını kaldırdı. Gözleri doluydu ve titriyordu. Kuwala'nın soğuk elini tutup ayağa kalktı.

''Benden nefret edebilirsin ama seni koruyanları mahçup edersen inan ki o gün seni gerçek bir düşman olarak göreceğim.'' dedi. Aleon ona baktı. Kuwala nazikçe gülümsedi.

''Rahom Kuwala burada kanımın üstüne yemin ediyorum ki sana karşı asla onların başını ezdirmeyeceğim. Asla!'' dedi. Kuwala gözlerini kapatıp gülümsedi. Gördüklerinin aksinde ilerliyordu herşey. Aleon'un canın alınacağı an geçip gitmişti. Değiştirebilirdi yazılanları. Daki'nin kardeş katili olmasını şu an engellemişti. Yerdeki kılıç havalanıp Kuwala'nın eline geldi. Kuwala kılıcı Aleon'a doğru uzattı.

''Gerçek bir prens gibi savaş!'' demişti. Aleon ondan kılıcı aldığında artık onu tanıdığını gösteren baş selamını verdi. Cohin ve Muhon Asha bile şaşkınlık içinde bakıyordu.

''Bir Ung'u itaat etmeye zorlayacak kadar güçlenmişsin!'' demişti Ayezi. Kuwala bunu duyunca ona doğru dönmüştü. Ayezi can veren kızı nazikçe yere yatırmıştı. Başını kaldırıp ölümü haber vermek ister gibi ulumuştu. Kuwala uluma ile geriye doğru sandeledi. Öksürük ile yan artık beyaz cübbesinin boyunluğundan kuşağına kadar akmıştı. Daki onu nazikçe tuttu. Kapıyı koruyan askerlere baktı. Ardından Aleon'a dikti gözlerini.

''Kadınların olduğu sığınak için meydandan geçeceğiz. Bizi koruyabilir misin?'' demişti. Aleon kılıcını elinde sıkıca kavradı. Başını eğip yürümeye başladı. Daki ise kılıcını kınına sokup Kuwala'yı belinden destekledi.

''buraya hiç gelmemeliydin. Yürüyebilir misin?'' dedi. Kuwala koyuyla ağzındaki kanı sildi. Güney'in kaosunu hissettikçe dahada zayıflıyordu. Ayezi onlara doğru yaklaştı. Kuwala'yı sırtına almayı teklif etti ama Kuwala doğrulup ellerini yere doğru çevirdi.

''Hala kendimi koruyacak kadar gücüm var.'' demişti. Muhon Asha onlara bakıyordu. Rahomun gücünü kendi gözleri ile görmeyi ummuştu. Ama Aleon'a diz çökertip tokat atması ile ne kadar güçlü olduğunu göstermişti. Cohin yanlarına doğru gelen Kuwala'yı selamladı. Kuwala ona gülümsemişti. Dışarı çıkarken hayatta kalan meclis üyeleri ve kralda onların peşine takılmıştı. Muhafızlar onlarada yürümelerini söylemişti. Kuwala yanında yürüyen Ayezi'ye baktı.

''Fohara'dan haber var mı?'' demişti. Dudakları kıpırdamıyordu. Ayezi onu duyunca tepkisizce yürümeye devam etti. Başını oynatmadı. Dışarıda cesetle rvardı ve ikinci ana kapının tersi yönünde yürümeye başlamışlardı.

''Henüz harekete geçmemiş. Seronrakaul krallığının başkenti olan Sant'ı gören bir tepede oturuyorlarmış. Doğru anı bekliyor.'' dedi. Kuwala gözlerini karşıdaki koridora dikti. Üstünde kemerden bir köprü olan koridor karanlıktı.

''Zamanı geldiğinde Fohara'ya söyle kimseyi sağ bırakmayın. O kadın hariç. Sarayda kimseye acımasın. Bu gecenin hesabını ödeyecekler. Mesajımı bıraksınlar.'' dedi. Ayezi bunu duyunca duraksadı ve birden sıçrayıp kemerden köprünün üstüne çıktı. O kadar şiddeti ulumuştu ki gök kararmaya başlamış, ay ve yıldızlar bulutlar ardından kaybolmaya başlamıştı. Bir çok kişi uluma ile ürkmüş ama ona karşılık gelen bir çok ses duymuşlardı. Gökten ulumalar geliyordu. Kuwala buruk bir gülümseme ile bakınca Daki ona çevirdi başını.

''Neler oluyor? Ayezi neden tanrıların katılan çağrı yapıyor?'' demişti. Kuwala girdikleri koridoru aydınlatan meşalelerin ışığında parlayan yeşil gözlere baktı.

''Seronlar benim ne kadar güçlü olduğumu idrak etmeli. Bu gece o sarayda çok kan akacak. Tanrıça Serona bir mesaj gönderiyor Ayezi. Onun bu savaşa katılırsa kaybedeceğini duyuruyor.'' dedi. Sesi oldukça sakindi. ''Ölüm bile bu gece Kaos ile boğuşamıyor iken Tanrıça Seron verdiğim mesajı doğru anlasın diye ona soyunun nasıl bir hırs içinde kaldığını gösteriyor Ayezi ve Fohara.'' demişti. Güneş'in Kızı oyuna getirildiğinin farkında bile değildi. Sant şehrini izlediği tepede yanında oturan kurdun verdiği güvenle oturuyordu. Birkaç saat sonra kendi soyunu katlederken tanrıçası tarafından zileneceğinin farkında bile değildi. Kuwala onun yapmaya çalıştıklarını hep görmüştü. Hırslı ve öfkeli bir kadına güvenmezdi. Onu izlemesi için Tieden'i görevlendirmişti. Güneş'in Kızı hem Kuzeyi hem Güneyi isteyecek kadar cüretkar bir kadındı. Kuwala o gün geldiklerinde bu oyuna karışmak istememişti ama Daki'nin gidişi ile aklı karışmıştı. Hiçbir şeyden habersiz Marinoe'nin oyuna dahil olduğunu sandığı için onu feda etmeyi uygun bulmuştu. Fakat ölümü ancak tanrılar ile kapıştırabileceğini anlıyordu.

''Güneş'in Kızı'nın seni, beni ve herkesi kandırması yeterince onu suçlu yapıyor. Akela'nın surlarında gerçekte kimse yok. Güneş'in Kızı hem kendi hanesi hem bizleri kandırdı.'' demişti. Daki bunu duyunca olduğu yere çivilenmiş gibi kaldı. Dişleri gıcırdamıştı.

''Nasıl fark ettin?'' dedi. Kuwala ona doğru döndüğünde muhafızlar ve diğer herkes durmuştu.

''Fohara'yı başta onu koruması için göndermiştim Seron diyarına. Ama Tieden'in bana dedikleri aklıma geldi. Güneş'in Kızı hırsı için kendi babasını öldürmeyi bile kabul etti. Senin topraklarına hiç acımayacak dedi onu görmeye gittiğimde akşam doğru. Ve beni buraya getiren kız bir çok yerde karanlık enerji olduğunu söyledi. Kaosun etrafa saçıldığını söyledi. Rüzgarın içinde zincirleri şıkırdayan kaosun sesini duyana kadar inanmadım. Ama aklımı karıştıran şey tamamen buydu. Beni kandırmaya ve benim olanları almaya cesaret ettiği için bu gece lanetlenecek.'' dedi. Daki öylece ona bakıyordu.

''Akela'ya güvenmemeliydik.'' dedi. Kuwala onun yüzüne nazikçe dokundu.

''Akela'ya güvenmeliyiz. Ama Seronlara güvenmemeliydik. O sarı saçlı yılan hala özünde bir serondu. Ve onu cezbeden tacı önüne koyduğumuzda hırslarını ev gerçek yüzünü ortaya çıkardı.'' dedi. Daha geride duran Aleon'a göz ucuyla bakıp Daki'nin kulağına doğru yaklaştı.

''Onları Ayezi sınadı. Aleon gerçekte kim olduğunu bize gösterdi. Özüne döndü. Ve sınavı geçti. Güneş'in Kızı ise maskelerini düşürüp sınavdan kaldı. Bu oyunu biz değil Ayezi kurdu. O Kuzeyin gerçek koruyucusu. Bizim oyunumuz değil.'' dedi. Daki başını usulca salladı.

''Ona inanıyorum ve güveniyorum.'' dedi ve tekrar yürümeye başladılar.

''Bu savaşta ya bizden yana olurlar.'' demişti Kuwala. Daki onun yanındaydı. Kılıcının kabzasını sıkıca tuttu.

''Ya da ölürler.'' diye devam etti Daki. Kuwala başını yana doğru yatırdı. Daki ona bakıyordu yürürken koridor bitip bir avluya çıktılar. İçeri doğru girip üç kat merdiven indiler dar geçitler dolu yerde. Meclis üyeleri sessizdi. Aleon ise öndeydi. Geniş bir alana geldiler. Kuwala durdu ve derin bir nefes aldı.

''Burada dinlen ve herşey bittiğinde seni alacağım. Cohin seninle kalacak!'' dedi Daki. Kuwala ona doğru döndü. Gülümsemişti.

''Zamanı geldiğinde ben geleceğim sen merak etme. Bir süre dinlenmem  yeterli!'' demişti. İçeri doğru girerken kapı açılmıştı geniş ve mumlarla aydınlatılan odada kadınlar ve çocuklar vardı. Hem içeride hem dışarıda muhafızlar bulunuyordu. Meclis üyeleri içeri doğru ilk girenler oldu. Korkudan  içeri girip köşelere kaçınmıştı. Aleon bekleyen babasına döndü.

''Sende gir. Annemle beraber bekle. Savaşacak kadar genç değilsin.'' demişti. Kral kaşlarını çattı. Kılıcını çekerken demirden kemeri şıngırdamıştı.

''Krallığımı savunurken ölürsem şerefimle ölürüm.'' demişti. Aleon onu ikna etmeye uğraşmayacak idi.. Daki ise dönüp babasının yüzüne dahi bakmamıştı. Cohin yavaş adımlarla Kuwala'nın yanına yaklaştı. ''Efendi Kuwala girelim.'' dedi. Daki'ye gülümsedi ve Kuwala içeri doğru döndü. O girdiğinde kapı kapanmıştı. Muhon Asha derin bir nefes aldı.

''Şimdi anlamaya başladım. Senin gibi kurdu evcilleştirecek bir kişi böyle olmalıydı.'' dedi ve Daki'nin omzuna yumruğunu vurdu. Daki gülümsemişti. Ama gülümsemesi çabucak söndü. Kilitlenen kapıya birkaç muhafızı daha bırakıp merdivenlere doğru yürüdü. Seronlar akın akın geliyor ve onlardan daha güçlü silahlara sahiplerdi. Kraliyet sarayını kuşatırlars abu direnme son bulabilirdi. Onları püskürtmek için izleyecekleri yok normal bir yol olmayacaktı. Daki elindeki kılıca bakıp çıktıkları avluda gökyüzünü koklar gibi başını havaya kaldırdı. Muhon Asha bu duruşun anlamını yanındaki askerler kadar iyi biliyordu. Kara Kurt ulumaya başlayacak ve çok kan dökecekti. Yanına doğru kemerden sıçrayıp inen ayezi onun gibi başını havaya kaldırdı. Gökyüzü açılıyordu ve ay onları selamlıyordu. Daki sırıtırken Ayezi uzun uzun uludu. Aleon kardeşinin yanına doğru yürüdü ve kılıcını ona doğru uzattı. Çift kılıç tekniği ile Daki'nin yanan ateşini birleştireceği gecede savaşta çok kişi ölecekti. Ama kimsenin unutamadığı bir gece olacaktı. Güneyin prensleri artık Kuzeyi tanır olmuştu. Ve savaşırken onların hatırlattığı efsunları ile savaşacaklar idi.

Fohara duyduğu ulumaya cevap vermek için ayağa kalktı ve gerildi. Başını aya doğru kaldırdı ve uzun uzun uludu. Savaş gerçek yüzünü göstermeye hazırdı. Kalkan kılıçları durdurmak için kalkacak kılıçlar vardı.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On sekiz: Savaş

İkinci Kısım:     Masumiyet

 

Kuwala bir süre sessizce oturdu. Cohin ona su ve mendil getirmişti. Yüzündeki kanı temizledi ve ardından biraz su içti. Ancak şarap olduğunu öğrendiğinde biraz şarap istemişti. Kraliçe Yagnafil ve Cariye pema ayrı yerlerde oturuyorlardı. Pema ona şarap verebileceğini söyledi. Etrafta korkunç bir sessizlik vardı. Kuwala birkaç yudum şarap içti ve Cohin'e oturmasını söyledi. Yüzüne Seron kanı bulaşmış adama ıslanmış mendili uzattı. Cohin sessizce yüzünü sildi. Ancak kafası çok karışık ve soruları vardı.

''Efendi Kuwala!'' dedi. Kuwala onu duyunca başını yerden kaldırıp ona baktı. Cohin gülümsemişti. Muhafızlardan birisi ağabeyiydi ve onların başında dikiliyordu.

''Güneş'in Kızı gerçekten bize ihanet mi edecek?'' demişti. Kuwala başını yavaşça salladı.

''Ayezi asla yanılmaz. O gördüklerini söyler! Güneş'in Kızı kendi kanını bu gece hırsları için katlediyor.'' demişti. Cohin derin bir iç çekti. Kuwala ona bakıp gülümsedi. Uzanıp mendili aldı ve Cohin'in alnındaki kan lekelerini silmeye başladı.

''Sen benim ilk hayatını kurtardığım insansın Cohin! Keşke kurtardıklarımda senin kadar masum ve kalpleri temiz olsaydı.'' dedi. Cohin ona gülümseyen Kuwala'ya bakıp hüzünle gözlerini kapadı.

''Bazen hiç hayatımı kurtaramamış olmanızı diliyorum. Bu sayede orada sonsuz dek huzurla yaşardınız. Kızıl Orman sizin eviniz idi. Ve şimdi oradan çok uzaklara geldiniz. Keşke bu savaş olmamış olsaydı ve başka şekilde tanışsaydık.'' demişti. Kuwala hüzünlü Cohin'in yüzünü bıraktı. Elini bağdaş kurduğu bacaklarına doğru bıraktı.

''Ben sizi zamanında tanıdığım için mutluyum. Bir gün hepimiz ölüp gideceğiz. Orada olduğunuz her gün beni çok mutlu etti. Beni yalnızlığıma terk etmeyip geri döndüğünüz için Daki ve size borçluyum. O gece tapınakta yatağımda yaralı yatarken senin dediklerini duydum diğerlerine. O günden sonra hep seni örnek almaya çalıştım. Hayatımı boşluktan kurtardın sen ve Daki! Bunun için  pişmanlık duyma.'' demişti. Cohin'e bakıyor ve gülümsüyordu. Etrafa baktı ve kadınlara çocuklara daha sonra meclis üyelerine... ''bunca insanı kurtarmak için uğraşıyorsun. Uğraşıyorsunuz! Senin gibi kahramanlar olmasa bu insanlar uzun yaşamlar sürmezmiş. Okuduklarım da hep tıpkı karşımda oturan zırhlı kahramanlar vardı. Tarih seni asla unutmayacak Cohin!'' dedi. Cohin başını eğip Kuwala'yı selamladı.

''Kuzeyin tek gerçek efendisini kimse Güneyde unutmayacak. Dinlenin ve kendinizi toplayın. Gece uzun olacak. Kendinizi hazır hissettiğinizde sizin yanınızda dövüşmek benim için onur olacak!'' demişti. Kuwala gülümseyen arkadaşına bakıp gözlerini ufacık pencerelere çevirdi. Savaş buraya uzak gibiydi. Seronlar burayı bulamazdı. Burada rahatça konsantre olup Kuzey ruhlarının enerjilerini alabilirdi. Bu sayede savaşa son vermek için çıkabilirdi.  Ellerini dizlerine koydu ve gözlerini kapadı. Oraya ulaşmak için ruhani bağını burası ile kopartmalıydı.

O bedeni ile bağını yavaş yavaş koparırken bir soğukluk etrafını sarıyordu. Mum ateşleri titriyor ve insanlar üşürken Cohin onun yanından kalkmıştı. Geriye doğru çekildi. Etrafını çevreleyen rüzgardan gelen sesleri insanlar duyuyordu. Bu ürkütücü meditasyon başlangıcı kısa sürdü. Kuwala gözlerini açtığında bedeni buz gibiydi. Gözleri bembeyaz bir ışıkla doluydu. Ancak soğuk devam ediyordu. Pema yerinden kalktı.

''Yaver Cohin!'' dedi. Cohin ona doğru dönüp onu selamladı.

''Soğuk artıyor. Ocakların ısısını arttırmalıyız.'' demişti. Cohin başını iki yana salladı.

''Yapamayız. Rahomun soğuk kalması gerekiyor. Isınırsa ruhani iletişimi kopar. Bir süre buna dayanmalısınız hanımefendi.'' dedi. Fakat saat ilerledikçe soğuk dayanılmaz olamaya başlıyordu.

Kraliçe Yagnafil üşüyen iki torununa ve kadınlara bakıp ayağa kalktı.

''Ocakların ateşini arttırın. Sönenleri yakın! Burada donarak can vereceğiz.'' demişti. Cohin bunu duyan askerlere bakıp başını iki yana salladı. Askerler kıpırdatmamıştı bile. Bir meclis üyesi ise eline geçirdiği odunları yanında oturduğu ocağa doğru atmıştı bile. Cohin bunu görünce oraya doğru yürüdü ve ocağın üstüne doğru testiyi boşaltmaya başladı.

''Rahomun soğuk bir ortama ihtiyacı var.'' dedi.  Pema titriyordu. Dişleri birbirine vuran diğerlerine döndü. Ayaklanıp Cohin'e doğru yürüdü. Son zamanlarda hastaydı ve o da artık dayanamıyordu.

''Yaver Cohin bu soğuk hepimizi öldürecek. Bir ocağı, en köşede olanı yakıp orada oturabiliriz.'' dedi. Cohin tam karşı çıkacakken Kuwala'nın sesi duyuldu.

''Ocakları yaksınlar cohin! Daha fazla zorlayamam. Buradan onlara ulaşmak çok zor. Başka bir yol olmalı.'' demişti. Cohin onun uyandığını görünce o tarafa döndü ve askerlere doğru elini salladı. Ocaklar birer birer yakılmaya başlamıştı.

''Kendinizi zorlamayın. Efendi Daki ve diğerleri bu savaşı rahatça alabilir. Uzun sürer ama...'' Kuwala sırtını duvara doğru yasladı. Soğuktan titremeye başlamıştı. Cohin bunu görünce hemen kürkünü çıkarıp onun üstüne doğru örttü. Yanına otururken ağabeyi daha önce söndürülen ocağı yakmıştı.

''Daha fazla ateşe ihtiyacımız var. kendinizi zorladınız.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ocağa doğru çevirdi yüzünü. Gri gözleri ateşte parlıyordu.

''Daki ve diğerleri yeterince güçlü ama Seronların kılıçları kırılmaz ve zırhları delinmez. Dayanabil...'' Cohin doldurduğu şarabı ona doğru uzattı.

''Düşünmeniz gereken Efendi Daki değil. Üşümeniz geçmezse yine krize gireceksiniz ve o zaman burada size yardım edecek doktor yok.'' dedi. Kuwala uzatılan şarabı alıp sessizce içmeye başlamıştı. İnsanlar ısındıkça gevşiyorlardı. Pema onlara doğru yaklaştı. Kuwala ısınmak için kürke sıkı sıkı sarılmıştı. Onlara doğru gelen kadını görünce başını çevirip doğruldu. Kadın ise tedirgindi. Onlara yabancı gelen ve beyaz saçlı Rahoma bir süre baktı yandaki mindere oturdu.

''Gerçek bir Rahomlu bu saraya misafir olmayalı yıllar belki yüz yıl oldu.'' dedi. Kuwala ona bakıyordu sadece. Kadın gülümseyince Kuwala şaşkınlıkla onun gülümsemesine bakmıştı.

''Tıpkı Daki gibi gülüyorsun. Sen onun annesi olmalısın.'' demişti. Kadın bunu duyunca öylece kaldı. Buraya tıkılmadan önce birkaç saniye gördüğü oğluna benzetilmek onu mutlu etmişti. Yıllardır görmediği oğlunun bir arkadaşı ile konuşmaya ihtiyacı vardı.

''Sen oğlumu tanıyor musun?'' dediğinde Kuwala önce heyecanlandı. Ama diyeceklerinden tedirgince durgunlaştı.

''Evet. O benim çok yakınım.'' dedi. Bu kadarına dili varmıştı. Pema gülümsedi ve gözlerini yere dikti.

''Prens Aleon onun çok değiştiğini söylemişti ve Rahomla işbirliği yaptığını. Bunlar iyi mi bilmiyorum ama onu iyi gördüm.'' dedi. Kuwala durgun halde kadına baktı.

''Daki çok güçlü bir adam. Onun özgürleştiği doğru. Aleon'un dedikleri doğru.'' demişti. Cohin arkada oturan kraliçenin keskin bakışlarını hissediyordu.  Kuwala gülümseyip devam etti.

''Ung Prensleri zor ve itaat etmeyi sevmeyen adamlar. Tıpkı babaları olan krala benziyorlar. Ama Daki size daha çok benziyormuş. O bazen durup sizin gibi gülümsüyor ve bana onu hatırlatıyorsunuz. Adınızı öğrenebilir miyim hanımım?'' demişti. Pema onunla oldukça nazik konuşan Rahoma bakarken gülümsemeden duramıyordu.

''Pema. Kral Yohano'nun cariyesi...'' demişti. Kuwala onu selamladı başı ile.

''Kuwala bende hanımım. Rahom Kuwala Akanov.'' demişti. Kraliçe ona doğru bakarken Cohin artık rahatsızlığını dile getirecek şekilde öksürmüştü. Kraliçe Yagnafil ise oraya doğru adım adım geliyordu. Kuwala yaklaşan uzun boylu güzel diğer kadına baktı. Aleon gibi kaşları çatık ve koyu kahverengi gözleri olan kadın oraya geldi. Hizmetlilerinden birisi onun sandalyesini getirmişti.

''Rahom Kuwala, bende Ung soyunun ikinci hanesinden kraliçe Yagnafil.'' dedi. Kuwala ona baktı ve gülümsedi.

''Aleon ve Helyan Kea'nın annesi olan sizin adınızı duydum daha önce.'' demişti. Kraliçe onurla gülümsedi. Pema'ya doğru gözlerini çevirdi. Ve geri Kuwala'ya baktı.

''Oğullarım ile tanışmış olmanıza sevindim. Küçük oğlumu gördüm ancak Büyük oğlum hala Bakren topraklarında. Ondan bir haber...'' Cohin kraliçeye doğru başını çevirdi.

'' Prens Helyan Kea savaş kaçağı olarak geride bırakıldı. Sözünü ettiğini topraklar Rahoma ait Kraliçem.'' dedi. Kraliçe ona ateş saçan gözlerini diktiğinde arkadan ürkekçe bir kadın yaklaştı. Kuzguni siyah saçları bukleler halinde omuzlarına iniyordu. Eteğine yapışmış dört yaşlarında bir oğlu vardı.

''Helyan Kea neden savaş kaçağı?'' dediğinde Kuwala kadına bakıp kaldı. Eteklerindeki çocuk yeşil gözlere sahipti ve ufak bir alın zinciri vardı. Bir rahom prensini sembol eden zinciri daha önce gördüğünü anımsadı. Baygın halde kampta Daki'nin çadırında uyurken bir ara yarım yamalak gördüğü  siluet... Çocuğa öylece bakıyordu.

''Kendisi kampı yanlış yere götürdü ve daha sonra ortalıktan kayboldu hanımefendi. Daha sonra haber alamadık.'' demişti. Kadın şaşkınlık içinde onlara bakıyordu. Yagnafil ise öfkeden ne diyeceğini bilmiyordu.

''Bunun hesabını...''

''Senin adın ne?'' demişti Kuwala kraliçeyi duymayarak. Çocuk ona korku ile bakıyordu. Kuwala ise ona doğru elini uzattı.

''Benden korkuyor musun?...'' demişti. Çocuk annesinin eteklerine daha sıkı tutundu.

''Oğlumun doğuştan dilsiz.'' demişti. Kuwala konuşan kadına baktı. ''Prensimiz de geç konuşmuş. Umudum onun bir gün konuşacağı yönünde.'' demişti. Kuwala söz edilen kişinin kim olduğunu tahminen çıkarmıştı. Aleon ve Daki değilse bu çocuğun babası Helyan Kea idi. Kuwala ona doğru elini uzatmış haldeydi hala. Elini nazikçe indirdi. Başını ateşe doğru çevirdi.

''Sorun değil. Bende kendimden çok korkuyorum. Bazen o kadar korkunç birisi oluyorum ki...'' eli yarasına doğru gitti. Cohin o günü hatırlayınca ürpermişti. Kuwala'nın rengi her zamankinden daha solgundu. Sebepsizce kendini sürekli dağıtıyordu. Toparlayamıyordu. Bir süre daha ateşi izledi. Kraliçe ona soru sordu ama cevaplamadı. Pema onunla konuşmaya çalıştı ama duymamazlıktan geldi. Bir süre sonra onlar kendi aralarında konuşurken gözleri ağırlaştı ve uyumaya başladı.

Cohin konuşan kadınları dinlemekten sıkılmıştı. Başını çevirince Kuwala'nın uyuduğunu gördü.

''Kraliçem!'' demişti. Kraliçe ona şiddetle başını çevirince uyuyan Kuwala'yı gördü. Duvara doğru yaslanmış gözleri kapalı, yüzü ateşe dönük halde uyuyordu.

''Dinlenmesi gerekiyor.'' demişti Cohin. Ayaklanıp Pema'ya elini uzattı. Pema kalkınca Kraliçede kalktı. Kadınlar geri kendi köşelerine dönmüştü. Meclis üyeleri ise kraliçe ile konuşmak üzere ona doğru sokulmaya fırsat bulmuştu.

''Majesteleri size bir şey söylememiz gerek!'' demişti. Kraliçe oğlunu cezalandıran meclise kızgındı. Onları başta dinlemek istemedi. Ama ihtiyar olan ona doğru sokulmuştu.

''Prensimiz Aleon Rahoma itaat ediyor.'' diye fısıldadığında Kraliçenin dikkatini çekmişti. Yanına doğru oturdu. Sandalyede ona doğru eğildi.

''Ne demek itaat etti?'' dediğinde yaşlı adam ona olanları aktarmaya başladı. Konuşulanları aktardı ve diz çöktüğünü söylediğinde kraliçenin gözleri köşede uyuyan Rahoma dikilmişti. Rahomun başında nöbet tutan iki kardeşe ise öfkelenmişti.

''Oğlum Rahom soyunun önünde diz çökmez!'' demişti. Sesi artık tıslamadan çok uzakta yüksek ve gürdü. Yanındaki meclis üyesi ona bakıp başını öne doğru eğdi.

''Prens Aleon her zaman asiydi. Mecliste saygısızlık yaptığında inanmadınız ama şimdi de aynısını yapıyordu. Bir fiske vurmadığını oğlunuz Kuzeyli Rahom tarafından tokat atılıp kralımız karşısında aşağılandı. Daha sonra ona itaat ederek diz çöktü.'' dedi. Kraliçe bunu duyunca tırnakları pençe gibi olmuş ve sandalyenin deri döşemelerinin içine  geçmişti. Cohin oraya doğru bakıyordu. Bir şeylerden huzursuzdu ve Kuwala'yı burada korumak zordu. Bir süreden sonra askerler kraliçenin emrini dinlemeye başlayacaktı. Ağabeyine doğru sokuldu ve fısıldadı.

'' Burada askerleri daha fazla tutamayız. Meclis üyeleri kraliçeyi dolduruyorlar ağabey. Kuwala Efendiye bir şey olmasına müsade edemeyiz.'' dedi. Ağabeyi kaşlarını çattı.

''Merak etme. Burada bizim de adamlarımız var!'' demişti. Dikilen beş adama doğru döndü ve başını eğince Kuwala'yı korumak için çember halinde etrafına doluşmuşlardı. Cohin kollarını göğsünde bağdaştırdı.

''Uyanmaması daha iyi olacak gibi. Bu geceyi atlatırsak dışarıdan Akela kadını getirip onu geri İkinci Kışlaya götürebiliriz. Baştan sona buraya gelmesi hataydı. Ruhu Kuzeye ait ve bedeni hastalıkla boğuşurken buraya kadar gelmesi saçmalıktı.'' diye söyleniyordu. O söylenirken Kraliçe ayaklandı. Öfke ile yere basarken topukları beton zemini delecek kadar sert iniyordu yere.

''Yaver Cohin adamlarına söyle yolu açsınlar.'' dedi. Cohin dönüp kraliçe ile yüz yüze geldi. Kızlar sessizleşmiş yaşlı meclis üyesi ise kraliçenin ardından gelmişti. Cohin yanlarına gelen kraliçe muhafızlarına baktı. Sayıları onlardan çoktu. Bu geniş mahzene kraliçe ve prensesleri ve genç prensleri korusun diye muhafız doldurmuşlardı.  Burada dövüşmek sadece kargaşaya sebep olurdu. Tavan alçaktı ve yangın çıkabilirdi ocaklardan birisi devrilirse.

''Aldığım emir tek rütbeden geldi. İsteğinizi reddedeceğim.'' demişti nezaketle. Kraliçe bunu duyunca ona doğru yürüdü. ''Kuzeye itaat eden bir hain olarak anılmak istemiyorsan yolumdan çekilirsiniz. Bir Ung Prensinin Rahom önünde diz çökmesi duyulursa ne gücümüz kalır ha?'' demişti. Cohin ona bakıp sakince konuşmaya devam etti.

''Prens Aleon'un saygısını itaat olarak algılamanız üzücü. Rahom hepimiz için saygı duyulacak bir rütbe olmalı. Hakkı gasp edilmiş ve yıllarca halkına zarar verdiğimiz Rahoma saygı gösterip onunla savaşmak itaat etmekse bunu Prens Daki'de, general Foo ve bütün kamp olarak yaptık. Prens Aleon'un ihanetine rağmen Rahom onun canını almadığı için tanrılara ve onun merhametli kalbine şükredeceğinize saldırmakta niyetli iseniz, sizi bir düşman olarak algılayacağım.'' dedi. Cohin oldukça iyi kılıç kullanırdı. Bu onun başarılı bir savaşçı olmasını ve bunca zaman savaşta hayatta kalmasını sağlamıştır. Kraliçe ona bakıp derin derin burnundan soluyordu.  Cohin ise eli kılıcında bekliyordu karşısında.

''Efendi Daki'ye bir söz verdim ve onu koruyacağım. Kralının önünde başka bir krala diz çöken prensin hesabını ondan sormanıza izin vermeyeceğim bu gece.'' demişti. Kraliçe Yagnafil bunu duyunca iyice sinirlendi. Dişlerini öyle şiddetli sıkmıştı ki gıcırtısını duyuyorlardı.

''Kral buna bir tepki dahi vermedi mi? Bu aşağılamaya herkes göz mü yumdu orada?'' demişti. Orada kan akıtmadan sakin olmayacaktı.

''Korkudan köşelere saklanmış pek sevgili meclis üyelerinin başı bile ses çıkarmadı. Ung onurunu korumaktan söz eden o bile!'' dediğinde Cohin akıllıca bir hamle yapmıştı. Yagnafil yanındaki askerin kılıcını çekip meclis üyesine döndü.

''Ses çıkarmadın madem neden beni burada ateşliyorsun ha?'' demişti. Kılıç meclis üyesinin boynuna dayanmıştı. Korku ile kekelemeye başlamıştı.

''Seron... Se... Seron askerleri...'' Yagnafil'in öfkesi tıpkı Aleon'un öfkesine benziyordu. Kan görmedikçe dinmeyecek bir öfkesi vardı.  Sinirle dişleri gıcırdadı ve tıslarcasına konuştu.

''Sizler benim oğlumun onuru ayaklar altına alınırken sessiz mi kaldınız?'' demiş ve kılıç adamın boynuna şiddetle inmişti. Boynuna saplanan kılıcı yagnafil çekip geri askere uzatmıştı. Meclis üyesi boynunu tutup dizleri üstüne çöktü. Yagnafil sakince bir nefes verdi.

''Baştan beri Kuzey bize uğursuzluk getirdi. Oraya oğullarımı göndermemeliydim. En başından Kuzeye hiç girmemeliydik.'' dedi. Gözleri korku ile duvar köşesine sinmiş Meclis Üyelerine döndü. Onların önerisi üzerine kuzeye prensler yollanmıştı.

''Her birinizi teker teker paramparça edeceğim. Oğlumun onurunu ayaklar altına alan her birinizi ve buna sessiz kalan o korkak kralınızı paramparça edeceğim. Bir Ung asla diz çökmez.'' demişti.

''Ne büyük bir övünç olmalı bu!'' demişti Pema. Karşısındaki kadına bakıp başını iki yana sallamıştı.

''Kapa çeneni. Kraliçenim ben senin. Haddini aşma Pema!'' demişti. Pema başını iki yana salladı. Ayağa kalkmıştı. ''Sen yaptın bunu onlara. Kardeşlerin arasını açtın yıllarca. Bana olan öfken yüzünden oğullarını kinle büyüttün. Helyan Kea kendini kanıtlamak için meclis üyelerine diz çöktü gizlice ve bunu onur sandı. Aleon ise kibri onur sandı. Sen onları hem oğluma hem birbirine düşman ettin. Ung soyu ve onuru deyip Aleon'un nişanlısı zehirlenirken hepinizi sessiz kalıp masum bir canı aldınız. Bunun bedeli olmayacak mı sanıyordun? Helyan Kea artık savaş kaçağı ev aleon itaatkâr bir asker. Bu senin eserin.'' demişti. Pema fırsat bulmuş ve Yagnafil'in üstüne gitmeye başlamıştı. Cohin gerilen ortamdan dolayı kılıcından elini çekmiyordu.

''Senin oğlun pek mi becerikli ve gerçek bir Ung ha? Annesinin köle olarak saraya satıldığı ve gecelerce ağlayarak kralın altına zorla verildiğini bilmiyor galiba? Bir kölenin şans eseri yaşamasına izin verilmiş kraldan peydahladığı piçi. Kendine Ung prensi bile diyemeyecek kadar korkak.'' dedi. Pema bunu duyduğundan kulaklarının ucuan kadar sinirden kıpkırmızı olmuştu.

''Benim oğlum piç değil. Babası tarafından onaylanmış bir prens!'' diye gürlemişti. Yagnafil ise alay eder gibi güldü. ''Senin oğlun krala hizmet sırasında ortaya çıkan bir piç!'' demişti. İki kadın kafa kafaya gelmek üzereydi. Etrafta sesleri yankılanıyordu. Cohin onları durduramayacak. İkisinden de pek haz etmezdi. Pema oğlunu senelerce Aleon'a karşı ve Helyan Kea'ya karşı doldurmuştu. Yagnafil'de aynı şekilde bunu yapmış ve kardeşler hep kavga eder hale gelmişti. Daki ile beraber büyümüştü Cohin ve ağabeyi. Çocukluktan beri muhafız olarak Daki ile yetişmişti. Olanları biliyordu. Pema'nın oğluna abartılı hikayeler anlatıp kendi onuru ezildiği ve ona aşağılık bir köle gibi davranıldığını sekiz yaşındaki çocuğa geceleri ağıtlar yakarak anlatan Pema'nın, oğullarına Daki'nin piç olduğunu ve babalarının onu daha çok sevdiği yalanını anlatan Yagnafil'den farkı yoktu Cohin için.  Cohin atışan kadınlara baktı ve gözleri kısıldı.

''Sen beni ve oğlumu aşağılayamazsın. Ailenin zorlaması ile kralın koynuna sokulduğun gerçeği benim satıldığım gerçeği gibi!'' diye bağırmış ve Yagnafil'in üstüne atlamaması için önünde duran kadınları sağa sola doğru çekiştirdi Pema. Yagnafil ise kılıcı tekrar eline almıştı.

''Belki de seni de oğlunuda hain olarak öldürmek gerek. Kuzey ile anlaşan ve bizi satan hainler olarak halk önünde çırılçıplak kınanıp dövülerek öldürmelisiniz ha?'' demişti. Yaşları elliye dayanmış iki kadın kavga içindeydi. Cohin onlara bakmayı bıraktı ve başını çevirince Kuwala'nın gözlerini aralamış ateşi izleyerek onları dinlediğini görmüştü. Askerlerin arasından sıyrılıp yanına doğru gitti. Çömelip ona bakmaya başladı.

''Onlar neden bunu yapıyorlar?'' diye fısıldadı. Cohin arkaya doğru bir bakış attı.

''İkiside nüfus sahibi oldu. Oğul verdiler. Şimdi alan belirleme savaşı...''

''Kocaman sarayda neden bir yeri paylaşamıyorlar ki? Aleon ya da Daki bunları duysaydı mahvolurdu. Bunu hiç düşünmeden herkesin içinde kavga ediyorlar.'' dedi. Cohin bir an için sarayın nedemek hanedanlığın nasıl kaoslar içinde olduğunu bilmeyen Kuwala'yı anımsadı. Büyük ailelerin entrikalarını anlayamazdı o! Bunu hiç görmemişti hayatında. Kuwala gözlerini tekrar ateşe çevirdi.

''Daki ve Aleon annelerini seviyor. Onları korumak neden birbirlerinin oğullarını incitmeye çabalıyorlar ki? Bu çok saçma Cohin!'' dedi. Cohin omuz silkti.

''Kraliyet hanedanlıklarında bu hep olur. İki efendi de bunun farkında. Umursamıyorlar. Sizde dikkate almayın. Birazdan susarlar.'' dedi. Ama susmadı ikiside. Kuwala artan küfürlere şaşkınlık içinde bakmaya başlamıştı. Saygın ve hanedanlık kadınları birbirlerine genel evlerde duyulmamış küfürler ediyordu. Kavga büyüdükçe gürültü artmıştı. Kuwala daha fazla dayanamadı ve iki kadın birbirlerine pençe atmaya başladığında Cohin'den destek alıp ayağa kalktı.

''Yeter bu kadar terbiyesizlik!'' diye çıkışmıştı. Cohin onun hemen arkasında duruyordu. Kuwala kaşlarını çatmıştı.

''Oğullarınız yukarıda krallık için omuz omuza savaşırken siz iki anne tanrılara onları koruması için dua etmek yerine boynuz tokuşturuyorsunuz. Bu dediklerinizi Daki ya da Aleon duysaydı ikinizdende nefret ederdi.'' demişti. Kadınlar ona bakıyordu. Kuwala'nın göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Ağzını açacağı sırada öksürük nöbeti onu yakalamıştı. Ciğerleri parçalanıyormuşcasına öksürürken Cohin'in kolunu sıkıca tutup öne doğru eğilmişti. Gerilen vücudu hemen tepki veriyordu. Dakikalarca öksürdü. Getirilen sudan bir yudum dahi içememişti öksürmekten. Dudakları kendi kanı ile kızıla boyanıp rengi iyice tahtakurularını kovmak için duvarlara sıvanan kireç kadar beyaz olmuştu. Gözleri sönmüştü. Elini saran kanı tepki olarak kaftanın eteklerine sıvamıştı. Cohin onu oturtmuştu tekrar. Birkaç yudum su içmeyi başarmıştı.

''Bir Akela Kadını bulup sizi geri Kuzeye götürmeliyiz. Gün doğmadan gitmeliyiz. Efendi Tieden orada dediniz. Eminim ki bir yolunu bulur.'' dedi. Kuwala'nın elini nazikçe kolundan ayırdı.

''Kısa sürecek. İlk geçit bölgesinde duruyor olmalılar. İkinci ana avludan onları alıp geleceğim. '' demişti. Kuwala onun birden kolunu yakaladı.

''Seninle geleceğim. Burada kaldıkça daha da kötü oluyorum.'' demişti. Cohin ona bakıp başını iki yana salladı.

''Bu imkansız Efendi Kuwala. Oraya çıkarsanız...'' Kuwala onun bileğini bıraktı.

''Gidersen arkandan çıkarım ve beni burada istemeyen çok kişi var. kapıyı arkamdan kilitlerler bile!'' demişti. Gülmüştü. Cohin onunla çıkamazdı. Olduğu yere oturdu. Gece oldukça uzun ve yorucu geçecekti. bir öksürük krizi daha yaşanırsa Kuwala'nın kendine bir daha gelmesi zordu.

Bir gecede çok adam kaybedilecekti ama bunlardan birisi olmayacaktı Kuwala. Ondan daha masum olanlar ölecekti orada ama o ölüm tarafından es geçilecek bir hasta kuzeyli olarak orada bir süre daha dinlenebilecek idi.

...

Saatle rilerlemiş ve Fohara uluduktan dakikalar sonra Güneş'in Kızı geçidini açmıştı. Verdiği  oda saraydan kaçıp, kaçırılıp gitmeden önce kaldığı odaydı. Oraya girdiğinde duraksamıştı. Odada eski o şatafatlı yatağı yoktu. Basit sıradan bir oda gibiydi. Daha yeni bir yatak, yemek masası, küvet ve kırmızı kadife kumaşlarla bezenmiş kırlentler vardı. Yerdeki halısı bile yoktu. Ayı kürkü yatağın ayak ucuna konuluştu. Odada hakim olan enerji bir erkeğe aitti. Yatağa doğru yaklaştı. Fohara köşeye doğru gidip kapının önünde dikilmeye başlamıştı. Güneş'in Kızı eski hançerini belinden çekip çıkardı. Seron güneşini temsil eden motifler ile donatılmış hançeri iki gün kendisi bilemişti. Yatakta yatan kişiyi görünce duraksadı. On iki on üç yaşlarında sarı saçlı bir erkek yatıyordu yatakta. Prens olmalı diye düşündü. Kardeşlerden ilki oydu.  Onu öldürmesi gerekiyordu. Bir erkek bile bırakmak soyun sürmesini sağlardı. Hançerini çektiği sırada açılmış mavi gözler ona dikildi. Öylece korku ile bakarken yüzüne doğrultulmuş hançer içeri doğru süzülen ay ışığı ve köşede yanan mumlarda parlıyordu. Çocuk korku içinde ona bakarken Güneş'in Kızı neden onu öldüremediğini anlamıyordu. Hançeri saplamak zor değildi. Sonuç olarak nefret ettiği babasının dölü olan bu çocuğu öldürebilirdi. Ama yapamıyordu.

''Lütfen...'' diye fısıldamıştı çocuk. Güneş'in Kızı ona bakarken çocuk dirseklerinden destek alarak doğruldu. ''Beni öldürme...'' diye devam etmişti. Güneş'in Kızı yavaşça hançerini çekip yatağın kenarına oturdu.

''Kendini tanıt!'' demişti. Karşısında korkudan alnı ter içinde kalmış gence baktı.

''Prens Gamli!'' dedi. Korkudan kekelemişti. Derin bir nefes aldı. Fohara onları dikkatle izliyordu.

''Bunu yapmak zorunda değilim. Sadece kralı öldüreceğim. Bu hesabı... Gerçekten aptalın tekiyim.'' demişti. Çocuk ona korku ile bakarken Güneş'in Kızı tebessümle ona baktı.

''Eskiden, yattığın o yatağın yerinde benim yatağım vardı. Kadife kırmızı ve sarı kumaşlarla süslü perdelerim... bunca şeyden sonra burayı kalitesiz hale getirmişler. Bir ölü hayvanı yatağın önüen sermek mi? Seronlar bu kadar kalitesiz değildi!'' demişti. Çocuk elini boynuna doğru koydu. Ecel terleri dökülüyordu. Güneş'in Kızı hançere gözlerini çevirdi.

''Kimse doğduğu aileyi seçemiyor. Bazen taşıdığın kan masumiyetten önde gelir!'' dediğinde çocuğun kalbine doğru hızla saplanmıştı savurduğu hançer. Güneş'in kızı arkaya bakma gereksinimi bile duymamıştı. Hançeri geri çekip yatağa devrilen çocuğun beyaz geceliğine sildi kanı.

''Bu gece kaybettiklerimi geri alacağım bu saraydan!'' demişti. Girdiği ilk oda olmasına rağmen son oda ya da öldürdüğü son kişi o genç prens olmadı. Sadece kendi kanına değil önüne çıkanın canını almaya başlamıştı. İnce saplı keskin bıçaklı hançeri kan ve mücevher ile süslendiğinde kralın odasına varmıştı. Sara karanlık ve kan ile bulanmıştı. Fohara pençelerine bulaşan kanın verdiği huzur ile Seron soyundan gelme Akela kraliçesini izleyerek kralın yatak odasına girdi. Kraliçesi ile aynı odayı paylaşan kral yatağından fırladığında sevgili kraliçesi onu uyandırmıştı.

Güneş'in Kızı bütün mumları teker teker yakmış ve karşılarındaki konsülün önünde dikilir vaziyette sevgili anne ve babasına bakıyordu. İkisinin korku içinde üstündeki kıyafetinin kollarından ve ellerinden kan damlayan kadına bakıyordu. Kısa bir bakışmanın ardından kraliçe kızını tanımıştı. Yattığı yerden kalkıp ona doğru bir kaç adım attı ancak beyaz kurt onun daha ileri gitmesine engel olmuştu.

''Bu gece her şeye son vereceğim!'' demişti Güneş'in Kızı. Yıllar önce onu krallığından süren anne ve babasını bu gece öldürmeyi planlıyordu. Çok gençti buradan ayrıldığında. Korku içinde ağlarken onu alıp götüren geçidin ardında nasıl soğukkanlı kalacağını öğrenmişti. Nasıl insana verilen canı alacağını ve bunu neden yapacağını...

''Sevgili kızım yirmi seneye yakın oldu gidişin.'' demişti. Güneş'in Kızı ona doğru ellerini uzatan kadının yaşlı gözlerine bakıp gülmüştü.

''O gece beni korkuya boğan sizin buz tutmuş kalbiniz aynısını taşıyarak buraya geldim. Varisiniz kalmadı ve sizde onlara katılacaksınız.'' demişti. Kraliçe o gece olanları anımsıyordu. Kızı bir anda ortadan kaybolmuş ve onu Akela kadınlarının kaçırdığını öğrendiklerinde geri almak için her şeyi sunmuşlardı. Şimdi ise kızları geri dönmüş ama eli kanlı, gözleri öfke doluydu.

''Yıllar önce bu sarayda satılmış bir mal olmamak için kaçıp gittim. Geri döndüğümde ise her şeyin sahibi olacağımı düşündüm. Beni kan bağım olan bu adama daha çiçek açmadan sattığınız gerçeğini  asla unutamadım, sizin yüzlerinizi, beni satışınızı ve beni evladınız olarak görmekten öte bu adamın altına yatacak bir fahişe olduğum gerçeğini unutamadım. '' demiş ve geriye doğru çekilip konsülün üstündeki başı göstermişti. Kesilmiş başın akıttığı kan yerlere kadar iniyordu. Saçları aklaşmış ve gözlerinin etrafı şişmiş, yüzü kırışmış adamın başını gören kraliçe çığlıklar atarak geriye doğru kaçmıştı. Güneş'in Kızı ise gülümsemişti. Dudaklarına sürdüğü kırmızı boya elindeki kandan daha kızıl durmuştu beyaz dişlerinin üstünde.

''Buraya eklenecek tek bir baş kaldı.'' demişti. Krala çevirdi başını. Elindeki hançerin kanını eteklerine sildi.

''Eve dönüşümü kandan daha kırmızı şarapla kutlayacak olan siz lanetlenmiş iğrenç insanların canını aldığım için Tanrıça Seron beni kutsasın bu gece.'' demişti.  Birden yatağa doğru hızlı adımlarla ilerler iken kraliçe feryat figan bağırıyor ve kaçmasına engel olan kurdun üstüne gelişi ile duvar köşesine sinmişti. Güneş'in Kızı ile yaşlı kral mücadele edemedi. Göğsüne yediği darbede yere yığılmıştı. Güneş'in Kızı onu uzun beyazlamış saçlarından tutup odanın ortasına sürükledi.

''İyi seyret bunu Seron Kraliçesi. Ben satılırken itaat edip sustuğun adamın ne kadar güçsüz ve çaresiz kalabileceğini iyi izle. Ondan korktuğun için küçük bir kızı yaşlı bir sapığın kollarına teslim etmeyi göze aldın. Ama bu adam da her insan gibi güçsüz.'' dedi. Hançer kralın boğazını yavaşça keserken kendi kanında boğulan kralın yalvarışları son bulmuştu.

''Buraya gönderilirken gerçek geliş sebebimi bana unutturacak idi gölgeler. Altın ve şatafat için geldiğim düşüncesi kalbimde sakladığım ateşi söndürecek idi. Ama artık şunu biliyorum ki... Londaga'nın itaatkar kurdu beni buraya yarım kalan intikamım için gönderdi. Bir anne olarak gör nelere sebep olduğunu.'' demişti. Yerde kanında boğulmuş adamı ayağının ucu ile itekledi.

''Rahom'un beni izleyemediği tek yerde ona ihanet edeceğim gerçeği herkesin aklındaydı ama ben  Akela kadınıyım. Seron benim tanrım değil. Beni lanetleyemez ve koruyamaz. Beni izleyemez.'' demişti. Gözleri Fohara'ya döndü. Yüzünde bir gülümseme vardı.

''Bugün değil, Yarın değil ve ondan sonrada değil...'' demişti. Mavi geçit açıldı ve Fohara onun yanına doğru yürümüştü. Onlar ışıklar ardında kaybolup giderken kraliçe ölü kralının başına koşup onun için ağıt yakmadı. İkizlerin yan yana olan odalarına koştuğunda çığlıkları Sant Şehrini inletir olmuştu.

...

''Sana ihanet edebileceğime mi inandın?'' birden odada yankılanan ses ile herkes köşeye dönmüştü. Parlayan mavi ışık ardından Güneş'in Kızı fırlamıştı. Mahzende insanlar şaşkınlık ve korku içindeydi. Cohin sesi duyunca dönmüştü. Kadına bakıp başı ile saygısını sundu. Fohara geçitten çıkınca insanlar geriye doğru kaçınmıştı. Geçit kapandı ve Güneş'in Kız bütün öfkesini yitirmişti. Köşede gözleri yarı açık ateşe bakan Rahoma doğru bir kaç adım attı.

''İhanet etmem ben! Ben halkımı korumaya çabalıyorum ve kurdunun dediklerini...'' Kuwala ona doğru çevirmişti gözlerini. Solumuş gözleri yavaşa kapandı.

''Seni sınamak zorundaydım. Eğer bu gece kanının verdiği açgözlülük ile boğulup buraya geri dönmeseydin Ayezi gerçekten haklı çıkabilirdi. Ama tanrılar insanların değişebileceğini bilmiyor. İnsanların bazen neyi öncelik yapabileceğini anlamıyor. '' demişti. Güneş'in Kızı elindeki hançerini geri kabzasına sokup belindeki kemerine sıkıştırdı.

''Sende insansın! Sende değişeceksin ve masumiyetin kaybolup...''

''Zaten kaybolmadı mı? Öldürdüğüm kişi sayısı her geçen gün artacak ve artacak. Yaşatmak için öldürmek gerektiğini gördüğümden beri masum gelmiyor yaptıklarım bana. Sence yeterince değişmedim mi?'' Doğruldu ve elini ateşe doğru uzattı.

''İstediğim tek bir şey vardı ve ona ulaşmak için her adım atışımda biraz daha uzaklaşıyorum. Bildiğim her şey  yavaş yavaş yok olup yeni gerçekler ile boğuluyorum. Sadece onunla uzaklara gidip huzurlu olmak isterken kaçtığı savaşın ortasında kolumu kıpırtamaz halde kaldım. Değiştiğim için mi bunlar oldu yoksa değişmeye bu kadar direndiğim için mi? Bilmiyorum ve bilmekte istemiyorum.'' Güneş'in Kızı yorhun gence doğru yürüdü. Yanına dizleri üstünde çöktü. Ellerindeki kanı gösterdi.

''Bunu bende bilmek istemiyorum.'' dedi. Yorgunca bacaklarının üstüne oturdu ve ellerini alnına dayadı. Derin sessizlikte hıçkırık sesleri geldi ve gözyaşları kan kırmızı elbiseye damlamaya başlamıştı. Kuwala ifadesiz bir yüz ile kadına bakıyordu. Uzanıp onun altın sarısı dağılmış saçlarını okşadı.

''Masumiyetimiz elimizden alındı Güneş'in Kızı. Onu biz kaybetmedik. Onu bizden çekip aldılar. Geriye ise bu kaldı.'' demişti. Elinin üstüne elini koyup çekti ve kanı gösterdi.

''Bu! Bize bıraktıkları tek şey bu kan! Rahomların hatalarını taşıyan bana kalan bu! Seronların hatalarını taşıyan sana kalan bu! Ungların hatalarını taşıyan Daki'ye kalan bu! Bakrenlerin hatalarını taşıyanların elinde kalan bu! Bize sadece bunu bıraktılar. Bedenimiz de dolaşan bu nefreti ve kanı bıraktılar...'' demişti. Güneş'in Kızı onun eline bakıyordu. Başını kaldırdı. Derin bir nefes aldı. Kaşları çatıldı.

''Bu nefret ve kanın verdiği izlerden kurtulacağım, kurtulacağız. Bunun için savaşıyoruz. Özgür kalmak için savaşıyoruz değil mi?'' demişti. Kuwala ufacık bir tebessümle ona baktı.

''Özgür kalmak için...'' dedi. Güneş'in Kızı ayaklandı. Onu baştan aşağı süzdü ve Fohara'ya döndü.

''Ait olduğumuz yere geri döneceğiz. Sen nereye aitsin?'' demişti. Kuwala ona teklif edilen geri dönüş biletini geri çevirdi.

''Daki'nin olduğu yere. Onun gittiği ve adımını attığı yere aitim. Benim evim elimden alınalı on sekiz sene oldu. Ben özgür kalalı on sekiz sene oldu. Bir daha karşılaşacağız ve o gün bir Rahom olarak değil sadece Kuwala olarak Akela kraliçesini selamlayacağım.'' demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi. Geçiti tekrar açtı. Ve karşıda gözüken yer İkinci Kışla kasabasının sessiz sokağı idi.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Sekiz: Savaş

Üçüncü Kısım: İnanç

 

''Bir savaşı sadece akılla kazanamazsın, kazanmak için inanmak gerekir.''

Kuwala yattığı yerden kan ter içinde sıçramıştı. Dudakları titremişti. Kulaklarında duyduğu ses Daki'nin sesiydi. Ona konakladıkları ormanda ki o geceyi anımsamış ve Daki'nin sesi net ve duru bir şekilde kulaklarında yankılanmıştı. Dudakları titremişti.

''Daki...'' diyebilmişti sadece. Ellerini saçlarının diplerine sokup öne doğru eğildi.

''Daha fazla burada kalamam. Her şey çok hızlı değişiyor. Göremiyorum, göremiyorum...'' demişti. Ancak ayağa kalkmaya fırsat bulamadan Cohin onu olduğu yere omzundan bastırıp geri oturtmuştu.

''Güneş'in Kızı ile gitmeyi kabul etmediniz. Buradan çıkamazsınız. Henüz gün doğmadı ve dışarısı ne durumda bilmiyoruz. '' dedi. Kuwala ona bakmıştı. Cohin kaşları çatık şekilde ona bakınca karşı gelmedi. Yana doğru devrilip geri duvara yaslandı. Cohin geri sandalyesine dönmüştü. Dışarıda çatışma devam ediyordu. Mahzenin pencerelerinden kılıç sesleri gelmeye başlamış ve durum iyiye gitmiyordu. Kuwala uyanmadan dakikalar önce birilerinin bağırtısı gelmişti. Ve birden derin bir sessizlik başlamıştı.

Sessizlik devam etti. Kuwala geri uykusuna dönmek dışında bir şey yapamayacaktır. Cohin'e karşı çıkmak ufak tartışmalar dışında hiçbir işe yaramamıştı. Ancak uykusunu bölen sesler duydu. Ayak sesleri yankılanıyordu. Etrafına bakınca kapıya dikili gözleri  ve çekilmiş kılıçları gördü. Gün doğmasına bir kaç saat kalmıştı. Ungların ve Seronların durumu iç açıcı değildi. Onlarca ölü birikiyor ancak savaşmaktan kimse kaçınmıyordu. Ne Seronlar kılıçlarını indiriyor ne Unglar bir adım geri çekiliyordu. Sokaklarda cesetler yığılmaya başlamış bazı evler ateşler içindeydi. Halk ise kaçmaya çabalıyor ama ölüm dışarıda onları beklediği için evlerinden dışarı çıkamıyorlardı. Daki ve Aleon ayrılmıştı. Muhon Asha ise çoktan Seronların giriş yaptığı şehrin batı yakasına kurulmuştu. Orada sokakların darlığı sayesinde Seronları pusuya düşürmüş ve çoğunu öldürmeden esir almıştı. Muhon Asha onları öldürmeyeceğini söylediğinde esir düşmeyi göze almış alay sokaklarda elleri kolları bağlanmış halde bekletilmeye başlanmıştı.

Aleon ise doğuya doğru gidenlerin peşine takılmış ve meydanda bir katliam başlamıştı. Sivilleri kendilerine kalkan yapan Seronlar ile girdiği çatışmada sivilleri kurtarmak amacı ile anlaşmaya çabalamış ama olmayacağını anladığı an kılıcını çekmişti. Doğuya giden yolu kapatan meydanda onu cezalandırmak için kurulan kürsü alev alev yanarken kılıcının şıkırtısı duyuluyordu. Adamları ölüyor ama Aleon ölen her adamı için on kelle koyuyordu ortaya. Seronlar bitmek bilmeyen fareler gibi akın akın üstüne geliyordu.

Daki ise alevler içindeki kılıcı ile sarayın ana girişini tutmaya çabalamıştı. Fakat bu çabası yeterli olmamıştı. İçeri doğru giren alay bin kişiden oluşurken onlar yür belki yüz elli kişi kadar kalmışlardı. Ayezi'nin beyaz kürkü kızıla boyanmış ve pençeleri Seronların sarı başları üstünden kalkmamıştı. İçeri doğru girenleri tutması için Daki askerlerini ikiye bölmüştü. Kapıyı tutmaya çabalarken artan sayı onu öfkelendiriyor ve öfkelendikçe kılıcındaki yeşil ateş büyüyordu. Seronların askerleri kılıç kullanmada usta değildi. Ancak büyük macınıkları ve fırlatıldığı yeri yakan ufak ateş küreleri vardı. Daki onları durdurabiliyordu. Kılıcına işlemeyen ateş küreleri düşmeden ikiye kesebiliyordu.. Ama aynısı askerleri için geçerli değildi. Gönderdiği grup katledilmiş ve şimdi içeri girmiş Seronlar, kadınların ve Kuwala'nın bulunduğu mahzen kapısındaki askerleri attıkları ateş topu ile ateşe verip kılıçtan geçirmişlerdi. Kapıyı açtıklarında ise kadınların çığlık seslerı muhafızların kılıç seslerine karışmıştı. Demir başlıklı Seron askerleri içeri doğru girerken muhafızları alevler içinde bırakıp içeriyi aydınlatmışlardı. Kuwala yattığı yerden doğrulmuştu. Önünde dikilen Cohin ve askerlerin öleceğini biliyordu.

''Rahomu bize verin!'' demişti başlığın ardındaki sakallı adam. ''Verirseniz kapıyı kapatıp çıkarız.'' dedi. Cohin kılıcını iki eli ile sıkıca kavradı.

''Rahomu almak istiyorsanız bunu zor yoldan yapacaksınız!'' dedi. Kuwala üstündeki kürkü çıkardı. Kızıl lekeler oluşmuş kaftanını omuzlarından sıyırıp bıraktı. Ayağa kalktı. İnanması gerekiyordu. Korkunun en büyük düşmanı inançtı. Ve artık bir çocuk gibi korkarak bu yeraltı sığınağında beklenemezdi.

''Burada olduğumu bilmeniz şaşırtıcı!'' demişti. Cohin'in omzuna soğuk elini koyup onu geriye doğru çekti. Cohin hissettiği soğukluk ile geriye doğru birkaç adım attı. Kılıcını kınına soktu. Onunla beraber muhafızlar da kılıçlarını geri kınlarına koymuştu.

''Size burada olduğum bilgisini veren kim?'' demişti. Seron komutanı onu baştan aşağı süzdü. ''Kara Kurt Daki'nin buraya geldiğini kuzgunlar söyledi. Ve seninde geleceğini!'' demişti. Cohin kaşlarını çatıp öylece kaldı. Helyan Kea yine onları satmıştı. Kuwala'ya doğru yaklaşacak iken soğuk rüzgarı söndüren mumlara bakıp kaldı. Yanan cesetler dışında başka ışık kaynağı kalmamıştı. Kuwala'nın parlayan iki gözü karanlıkta daha belirgin hale gelmişti.

''Seron sizi günahlarınızdan arındırsın!'' dedi ve ateş bir anda söndü. Çığlıkları duymuştu muhafızlar ve kadınlar. Ocaklar ve mumlar geri yanarken donmuş ve kaçmaya çalışan Seron cesetleri görülmüştü. Kuwala ufak bir kıkırdama ile onlara doğru yaklaştı.

''Teslim olmak mı?'' demişti. Ellerini birbirine vurduğunda buzdan heykele dönmüş bedenler tuzla buz olmuştu. Kadınların bacakları arasına saklanan çocuklar korku içindeydi. Kuwala ise ellerini arkasında birleştirdi.

''Bu kadar saklandığım yeter. UngurPan'a unutamayacağı bir gösteri izletelim!'' demişti. Kapıya doğru yürürken soğuk rüzgar içeriyi yavaş yavaş terk etti. Yanan cesetler o geçerken buza dönüşmüştü.

''Majesteleri tebaalarınızı alıp yukarı çıkın. Rahom geri döndü. Artık kurtuluşumuz gün ışığının doğması kadar yakın!'' deyip Kuwala'nın ardından çıkmadan önce muhafızları kraliçeyi ve diğerlerini korumaları için görevlendirdi. Merdivenlerden yukarı çıkarken korku dolu çığlıklar kulağına çalınıyordu. Çıktığında ufak avluda yerden fırlamış buz mızraklarına saplanmış bedenler ve donmuş kaçmaya çabalayan bedenler gördü. Kuwala karanlık geldikleri koridora yürümeden önce gökte parlayan aya bakıp gülümsedi.

''Nereden baktığına göre Kuzey değişirmiş. Ruhlar biz insanlar gibi sınırlanmış değil!'' dedi. Cohin onun yanına doğru koştu. Kılıcını çekti ve arkasından yürürken soğuk rüzgar onu geriye doğru itiyordu. UngurPan'ı saran soğukluğun hissedince şaşkınlıkla Daki kılıcını aşağı doğru indirdi. Birkaç adım geri çekildi ve kemerin üstündeki Ayezi'ye baktı. Ayezi aşağı doğru yuvarladığı cesedin düştüğü yere bakıp başını yukarı doğru kaldırdı ve ulumaya başladı. Uluması efendisinin dönüşünü kutluyor bu sefer. Londaga korku ile bastırılamadı daha fazla ve geri gücünü Kuwala'nın hasta bedenine aktarmıştı. Kuzeyin soğuk ve acımasız rüzgarı surları döverek içeri doğru girerken Aleon bu rüzgarın ne demek olduğunu bilen kişilerden idi. Ateşi süpürüp geçen rüzgar ile yere eğildi. Askerlerine doğru dönüp bağırdı.

''Geri çekilin!'' demişti. Askerler ve siviller meydanı boşalttığında Seronlar onları korkuttuklarını düşündü. Doğuya limanlara doğru yürümeye başlamışlardı. Ungların son gemisine kadar bütün gemileri yakmak için harekete geçmişlerdi.

Sarayın tutulan kapısı açıldığında koç başı kendiliğinden açılan kapının ardında boşlukta sallanmıştı. Seron komutanı düzeni bozmadan askerlerini büyük avluya girmeleri için ilerletti. Avluda ne yaşayan ne de ölü bir canlı vardı. İkinci avluya doğru giden kemerle üstü kapatılmış büyük koridorun önünde beyaz kürkü kızıl lekelerle süslenmiş ve kapılar kapanmadan önce içeri girebileni pençeleri ile parçalamış olan korkutucu beyaz kurt oturuyordu. Gelen askerleri gördü ancak kılını bile kıpırdatmadı. Etrafını yarım daire şeklinde kuşatan askerleri izliyordu. Pençesindeki kanı yalamaya devam etti. Sarı gözleri bir saniye olsun askerlerin üstünden ayrılmadı. Koridor içinde ise Ungların kılıçlarının ışıltısını askerler görmüştü bile.

''Kurdun başını ve Kara Kurt Daki'nin başını ayaklarımın önünde istiyorum.'' diye bağırmıştı demir kasklı komutan. Askerler mızraklarını ileri doğru çıkarmış ve ateş çıkaran toplar fırlatılmaya hazırlanmış iken Kemer üstünde bir silüet belirdi. Nazikçe bir kuş gibi oraya konmuştu belirip. Kurdun tam üstündeydi.

''İçeri gir Ayezi!'' demişti bir kuş gibi nazikçe kemerin üstüne konan Kuwala. Karşıda beliren askerlere bakmaya başlamıştı. Gri gözleri onları tıpkı kurdun gözleri gibi keskin bakışlarla izliyordu. Ayezi homurdanır gibi bir ses çıkardı. Kemerin altında kalan koridora girdi. Kuyruğu bir sağa bir sola neşe içinde sallanıyordu.

''Topları hazırlayın.'' dediğinde kayışlar içine siyah renkteki toplar yerleşmişti. Askerler onlara açılan alanda kayışları pervane gibi döndürmeye başlamıştı. Fırlat emrini beklerken Kuwala olduğu yerde dikiliyordu. Elleri arkasındaydı.

''Fırlat!'' emri avluda yankılandığında kayışlar durmuş ve onlarca ateş topu kemerin üstüne doğru fırlamıştı. Ancak ileri doğru kalkmış olan elin tam karşısında hizaya dizilmişti. Onlarcası önce ardı ardına dizildi ve ardından büyük bir çember oluşturdu. Kuwala soğuk rüzgarda asılı kalan siyah avuç içine sığacak büyüklükteki toplara bakmıştı. Avluyu tıka basa dolduran askerlere çevirdi gözlerini.

''Merak ediyorum bu garip gülleler ne kadar zarar verir.'' demişti. Birden başlarına yağan ateş toplarının çarpması ile bedenleri tutuşanların çığlıkları etrafta yankılanmaya başlamıştı. Ateş etrafı aydınlatırken askerler yananları kılıçlayarak öldürmüşlerdi. Çığlıklar dindiğinde beyaz beden süzülüp kemerin önünde durdu.

''Umduğum gibi olmadı.'' demişti. Komutan mızrakları ileri sürmelerini işaret etti. Ancak Kuwala yere ayağını vurduğunda mızraklıların karşısında onlara doğru yönelmiş binlerce ucu keskin buzdan mızrak belirmişti. Kuwala onlara baktı ve kaçmaya çalışanların olduğunu görünce birden gözlerini kapıya dikti. İki kanatlı ağır kapı gümbürtü ile kapanırken mızraklar askerlere doğru hızla fırlamıştı. Kimi mızrağa bir kimisine üç kişi saplanmış ve onları duvarlara kadar sürüklemişti. Kuwala hayatta kalan komutan ve yüz kadar askere dikti gözlerini. Az önce beş yüzden fazla adam buzdan mızraklarla duvara ve yere mıhlanmıştı. Komutan kılıcını çekmiş ve askerlerine cesaret vermek için öne doğru bir adım atmıştı.

''Korkum yok! Efsununu bırak ve savaş benimle. Kazanırsam...'' Kuwala ona doğru birkaç adım attı ve dikildi.

''Sizin savaş kurallarınızı bilmiyorum. Umrumda da değil. Ben Kuzeyin kuralları ile savaşacağım. Güçlü olan kim ise o kazanır.'' demişti. Elleri yana doğru açılmış ve avuçları yere doğru inmiş ve askerler bağırmaya başladığında komutan korku ile arkaya bakabilmişti. Başını çevirdiğinde acı ve dehşete düşmüş yüzler ve donmuş bedenler gördü. Kuwala avuçlarını tamamen yukarı doğru çevirmişti. Bendler donmuştu ve artık yaşıyorlardı.

''Korkmalısın komutan! Korkmalısın çünkü bana ait olanlara dokundun. Benim olanın canını almaktan söz ettin. Korkmalısın ve merhamet dilenmelisin ki seni sadece öldüreyim.'' dedi. Komutan arkaya bakarken Kuwala ellerini birbirine vurmuştu. Tuzla buz olan bedenlerden saçılan parçalar havada kar taneleri gibi süzülmeye başlamıştı.

''Merhamet dilenmeyeceğim.'' dedi. Kuwala kılıcını tekrar çekmiş ve pozisyon almış komutana baktı ve ellerini arkasında birleştirdi.

''Ayezi avının tadını çıkar.'' demişti. Birden ardından fırlayan kurt komutanı gövdesinden yakalayıp yere yatırdı. Çığlıklar içindeyken onu ayaklarından yemeye başlamıştı. Kuwala ölü askerlere ve buz parçalarına göz gezdirdi. İki kanatlı kapı ardına kadar açıldı tekrar. Kuwala arkasından ona doğru gelen adım seslerinin sahibini tanımıştı hemen. Başını çevirince kan, is ve ter içindeki yüzü gördü. Yeşil gözlerin parıltısını görünce gülümsedi.

''Zamanında geldiğin için teşekkürler!'' demişti. Kuwala onu saran kollarla huzurlu bir nefes aldı.

''Ayezi seni sonsuza dek koruyamaz.'' dedi. Daki onu bir süre bırakmadı. Kuwala ise onu nazikçe itekledi.

''Henüz bitmedi. Gün doğmadan nefes alan tek bir Seron kalmayacak topraklarında. Bunu Beyaz Gelinciğinin sözü olarak al! Ailen yukarıda.'' derken gözlerini doğuda yükselen kuleye çevirdi. Yanan mumların vurduğu parlak camlara bakıp buruk bir gülümseme ile konuşmaya devam etti. ''Orayı temizledim ama endişeleri var. gidip onları kontrol etmelisin.'' dedi. Daki onun gösterdiği yere bakıp kılıcını çekti. ''Seninle geleceğim.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ellerini geri arkasında birleştirip keyif içinde yürümeye başladı.

''Kara Kurt Daki ile aynı savaş meydanını paylaşmak benim gibi bir gelincik için büyük bir onur olacak!'' demişti. Ayezi onların kapıdan çıkmak üzere olduğunu gördü. Kemerin altındaki koridordan çıkmaya başlamış Ung askerlerine baktı ve kanlı dişlerini gösterip hırladı. Askerler geriye doğru çekilmişti. Ayezi hızla kapıya doğru koştu.

Kuwala Doğuya doğru ilerlerken Daki ile adeta bir öğleden sonrası gezisine çıkmış gibi rahattı. Sohbete diyorlardı.

''Annen ile tanıştım. Güzel bir kadın. Senin gibi gülümsüyor.'' demişti. Yalnız o değil daki'de onun kadar rahattı. Kılıcı bile kınındaydı. Bir elinde ise kını olmayan Aleon'un kraliyet kılıcı vardı.

''O ve kraliçe iyi anlaşamıyor. Cohin ikisinden de nefret ediyor.'' diye devam etti Kuwala. Daki gülmüştü. Kuwala ona doğru baktı. İnsanlar etrafın sessizleşmesinden fırsat bulup yavaş yavaş dışarı doğru çıkmış. Ana sokaktan meydana doğru giden Prensleri ve Rahomu ve onları takip eden Kurdu görmüşlerdi.

''Cohin fazlasıyla zeki bir adam. Onun sayesinde birçok defa hayatta kaldım. Annem ve Kraliçenin atışmalarının arasında kalmamam için çok çabaladı. O benim kardeşim gibi.'' demişti. Kuwala ayağının altına doğru gelmiş olan Seron cesedine basmamak için sekti.

''O ve diğerleri. Değişiyorlar. Aleon bir kral gibi hareket ediyor. Güneş'in Kızı kendi kanın aç gözlülüğün den kurtuluyor, Marinoe ise iyi bir kraliçe olacak. Tieden güçlü biri Rahom yetiştiriyor. Kantou vicdanlı ve akıllı bir kız.'' dedi Kuwala. Ceset dolu sokakta birilerinden basmamak için sürekli sekmek ve büyük adımlar atmak zorunda kalıyordu. Son dönemece gelmişlerdi. İnsanlar onları takip etmeye cesaret edemiyordu. ''Biz ne olacağız peki Daki? Bunca şey bitince dediğin gibi bir arada kalabilecek miyiz? Burada bir ailen var ve...'' Daki onu düşmeden kolundan tutup kendine doğru çekmişti. Göğsünü göğsüne yaslayıp Kuwala'nın yüzüne doğru yüzünü eğmişti.

''Sadece sen ve ben... Tekrardan güzel bir ev yapacağız. En baştan her şeyi kendi ellerimizle yapacağız. Hep yaptığımız gibi yapacağız ve bir aile olacağız.'' demişti. Kuwala ona bu kadar yakın adama bakarken kalbi o kadar hızlı atıyordu ki kulakları sağır olmuş gibi hissediyordu.

''Buna olan inancını kaybetme Kuwala. O gece biz bir aile olduk. Nereye gidersek gidelim hep aile olarak kalacağız. Kim ne derse desin hep sen benim eşim ve ben senin eşin olarak kalacağım. Bir Kurdu evcilleştiren senin peşini kolay bırakacağımı sanıyorsan Beyaz Gelinciğim... Yanılıyorsun!'' demişti. Kuwala yüzünü basan ateşten dolayı kızarmıştı. Dudakları kımıldandı ama kelimeler Daki'nin ona verdiği öpücük ile aklından silinip gitmişti. Birkaç saniye dudaklarında hissettiği sıcaklık bütün bedenini sarsmıştı.

Köşeyi döndüklerinde yan yana yürüyorlardı. Meydan gözükmüştü. Seron askerleri buldukları Ungları meydanın ortasına doğru sürüklüyordu. Sayıları çok değildi. Daki öne doğru adım atan Kuwala'nın durması için önüne geçti.

''Sadece izin ver!'' demişti. İki kılıç iki elindeydi. Kuwala onu savaşırken hiç iki kılıçla görmemişti. İleri doğru atılan adamın iki kılıcı en az dört can almıştı bir darbede. Savrulan siyah kaftanı ise dans ediyordu sanki. Kıvırcık saçları ay ışığında daha da koyulaşmıştı. Yeşil gözleri iki zümrüt gibi parlıyordu. Önüne çıkan kişiyi öldürürken o kadar estetikti ki Kuwala bir gülümseme ile onu izliyordu. Meydanda yaşayan tek bir seron kalmamıştı. Kuwala oraya doğru adım adım yaklaşırken gülümsüyordu.

''Efsununu kullanmadan bile bu kadar güçlü olman beni huzurlu hissettiriyor.'' demişti. Daki onu ufak bir baş selamı ile karşıladı. Meydandaki insanlara ve yaralı askerlere baktı.

''Neresi kaldı?'' demişti Kuwala. Daki dumanların yükseldiği Limanı gösterdi.

''Doğu ve batı kanatları. Limanda ki gemileri yakmadan...'' Kuwala oraya gidecek olan Daki'nin önünde durdu.

''Bu sefer benim sıram. İzin ver, Kuzeyden gelen bu su beni dinleyecektir.'' demişti. Kuwala elini havaya kaldırdı ve Ayezi dibinde belirmişti. Kuwala onun sırtına doğru atladı ve hızla limana doğru inmeye başladı. Ayezi sırtındaki adamın enerjisindeki yorgunluğu seziyordu.

''Durumun iyi değil. '' dedi. Kuwala onu duymasına rağmen cevap vermedi. Liman görüldüğünde Kuwala bir hızla Ayezi'nin sırtından sıçradı.

''Daki'nin yanına git. Onu korumalısın. Ben iyiyim. Burada işim kısa sürecek!'' dedi. Binlerce Seron askeri ölmüştü. Binlerce Ung askeri ölmüştü. Ama savaş yeni başlıyor gibi hissediyordu Kuwala. Seronların gücünün yarısı bile değil ,di buraya gelen askerler. Kuzeyi birkaç hafta içinde işgal edecek kadar güçlü bir orduya sahiplerdi. Yarım milyon askeri olduğunu fısıldardı insanlar. Arşivlere baktığında eskiden yarım milyon askerden söz ediliyordu. Şimdi ise bu sayı oldukça artmış olmalı diye düşünmüştü. Seronrakaul toprakları çok geniş ve nufüsü Kuzeyi ona katlayacak kadar çoktu. Rahom Patvira toprakları sadece Sant şehri genişliğinden biraz büyüktü. Altın krallık olarak geçen Seron soyunun toprakları savaşla kazanılmıştı. Santları sindirmiş bir ırktı. Kuwala onların gerçek gücü ile karşılaşmaktan çekindiği için bu gece onlara korku saçması gerekiyordu. Ayezi hızla uzaklaşırken Kuwala kollarını yukarı doğru sıvamıştı. Kuzeyin kokusunu aldığı denizin suyunu kullanmak için yeteri kadar enerjisi vardı. Rüzgarı kullanmaktan daha kolay olacaktı. Rüzgarın gücü ile yaptığı büyüler onu zorlamış ve avuçları ısınıp soğumaktan morarmıştı. Parmaklarını bir kaç açıp kapayarak rahatlattı.

Elleri yukarı doğru kalkmaya başladığında gözleri beyaz ışık saçıyordu. Su hareketlendikçe gemiler beşik gibi sallanıyordu. Kuwala tonlarca ağırlıkta Kuzeyin izini taşıyan suya hükmetmek için çabalarken kaslarına giren kramplar onu durdurmuyordu. Rüzgarı efsunlamak kolaydı. Ona nazikçe dokunmak ve okşamak yeterli oluyordu. Ancak su... O vahşi ve terbiye edilemez bir kısrak gibi azgındı. Sürekli olarak kaçmaya çabalıyordu. Onu yerinden oynatmak kollarının kopacakmış gibi hissetmesine sebep oluyordu. Ondan koparıp alabildiği parçaları yanan ve diğerlerine sıçramak üzere olan gemilerin üstüne bırakıyordu.

Seron askerleri onu fark ettiğinde Kuwala artık suyun benliğini taşıyamaz olmuştu. Dişlerini sıkıyor ve dişleri arasından kan sızıyordu. Gözleri daha şiddetli yanıyordu. Ona doğru gelen askerleri suya hapsetmek için yapabileceği tek bir şey kalmıştı. Bir çığlık yükseldi dudaklarından. Son nefesini verir gibi soludu. Su havalanırken onu saran ışıltılarda fısıltılar duyuluyordu. Su yükselip keskin uçlu buz mızraklara dönüşüp birden gökyüzünden yağmaya başlamıştı. Ung topraklarının üstüne yağarken adete hedefleri varmış gibi canlı yada ölü seron bedenlerine saplanıyordu. Yapmaya çabaladığı limandakileri durdurmak iken bütün UngurPan üstüne yağmaya başlamıştı keskin mızraklar. Hedeflerini şaşmadan Seronların canını alıyordu.

Daki teslim olmuş askerlere ne yapacağını bilemez halde Muhon Asha ile konuşurken birden mızraklar ile şaşkınlığa uğramıştı. Bağırtılar kısa sürmüş ve buzdan mızrak yağmuru dinmişti. Ayezi onun kadar şaşkındı. Güneyin ruhlarını kullanmak bir Kuzey efendisi için imkansız iken Kuwala bunu yapmıştı. Ruhlar onun için sudan mızrakları çekip almış ve Seronlara saplamıştı. Buzdan mızraklar birer ışık olup kaybolurken Etrafı ölüm sessizliği almıştı. Ayezi o anda kalbine inan sancı ile sendeleyip inlemeye başlamıştı. Ağzından kan boşalıyor ve bedeni hareket etmiyordu. Daki onun ruhani bağının Kuwala ile kurulu olduğunu anımsayınca birden dehşet içinde kalmıştı.

''Ayezi!'' dedi ve koca kurdun yanına sokuldu. Kurdun nefes alışı zordu ve kan kusuyordu. Bedeni inlemeler ile sarsılıyordu. Daki ne yapacağını bilemedi. Muhon Asha ise onun gözüne kestirdiği atları çözüp getirdi. Limana doğru hızla koşuyordu iki at. Meydanda insanları tepeleyip geçiyordu adeta. Aleon tekrar meydana dönmüştü ve Muhon Asha ile Daki'yi telaşlı görünce bir at istedi. Başıboş at çoktu. Ona yularından kaptıkları ilk atı vermişti askerleri. Aleon hızla limana atını sürdüğünde yaklaştıkça buzların ışıltısı ile at ürkmüştü. Attan inince ışıkların yoğunlaştığı yerde dikilen Muhon Asha'nın yanına doğru koştu. Oraya varınca öylece kalmıştı. Daki yerde cansız gibi yatan Kuwala'yı ışıkların arasında kucaklamış çaresizlik içinde onu kendine getirmeye çabalıyordu. Çenesinden itibaren başlayan kan izini izledi Aleon. Ellerine gelince çatlamış damarları ve morarmış parmaklarını gördü. Tırnakları simsiyah kesilmişti. Gözleri o kadar şiddetli açılmıştı ki göz pınarlarından kan akmaya başlayıp şakaklarına doğru sızmıştı. Beyaz saçları ise yerdeki kana bulanmıştı. Gencecik beden orada ölüme teslim oluyordu. Aleon ne yapacağını bilemez iken yolculuk esnasında Cohin'in söz ettiği şifalı kaplıca aklına gelmişti. Cohin'in uğrayıp bakmak istediği kaplıcayı düşünüyordu.

''Kendini bırakma!'' diye ağıtlar yakan kardeşine baktı ve Muhon Asha'ya döndü.

''Akela kadını bulmalıyız. Sağ kalan bir tanesi bile yeterli!'' dedi. Uzakta bekleyen atlara doğru koştular. Her geçen saniye Kuwala'nın ruhu ışıklara karışmaya başlayacaktı. Muhon Asha ve Aleon bağırıyordu.

''Akela Kadınları! Akela Kadınları!'' diye çığlık atıyor ve hepsinin Güneş'in Kızı ile gitmemiş olmasını umuyordum. Feryat figan arayışları siyahlar içinde bir kadının yaralı bir kaç çocukla bir evden çıkışı ile bitmişti. Aleon kadına bir açıklama yapmadan onu atının sırtına atmış ve atın yularını çekip onu koşturmuştu. Muhon Asha onun ardından yetişmekte zorlanmıştı. Akela kadını oraya varana kadar Aleon ona nereye geçit açacağını anlatmaya çabalamıştı. Kadın oraya vardıklarında duraksamıştı. Aleon ona durumu anlatırken Daki kıpırdatmaya korktuğu Kuwala'yı kucağında sımsıkı sarmış duruyordu. Sessiz gözyaşları ve boğazına düğümlü sözcükleri ile öylece oturuyordu.

''Yapabilir miyim? O bu halde zamanın ve mekanın bükülmesini kaldıramaz ise...'' Daki başını iki yana salladı. Kucağında uyuyor gibi gülümseyen adam bakıp nazikçe onun yüzünü okşadı.

''Birazdan gelecekler. Bir şey yapma!'' demişti. Şaşkınlık içinde hepsi ona bakıyordu. Daki ise olması gerektiğinden daha sakindi. Kucağında can vermiş gibi yatan Kuwala'yı görmek hepsini korkutuyordu. Kuzeyin gerçek efendisi sevgilisinin kucağında yarı ölü haldeydi. Seronlar amaçlarına ulaşmak üzereydi neredeyse. Aleon öylece kalmıştı. Muhon Asha ise daha cesurca davranıp öne doğru birkaç adım attı.

''Hekimlere haber vermeye gideceğim.'' demişti. Daki başını iki yana salladı. Etraftaki ışıkları gösterdi.

''Ruhlar onu koruyor. Ölmeyecek. Sadece beklemeliyiz.'' demişti. O sözlerini bitirdikten on dakika sonra bir çocuk kahkahası duyulmuştu. Muhon Asha ve Aleon oturduğu yerden korku ile fırlamıştı. Yer sallanıyordu adeta. Akela kadını ise ikisinden daha panik halde fırlamıştı ayağa. Dizleri titriyordu. Hissettiği ruh enerjisi normal değildi. Deniz bir tas gibi çalkalanıyordu. Çocuk kahkahası durduğunda ince bir ışık belirdi ve ışık büyüdükten sonra yaşlı bir adam belirdi yanlarında Ayezi'nin bedeni ile.

''Onu koruduğunuz için minnettarım.'' demişti yaşlı adam. Ruhani ışıklar yavaş yavaş kaybolurken oraya doğru yürüyordu.

''Benim aptal çocuklarım!'' demişti. Daki karşısında ayezi'nin ruhani formunu görüyordu. Onun yaşlı bir adam olduğunu düşünmemişti hiç. Başını öne doğru eğdi.

''Onu kurtaracağınızı söyledi ruhlar!'' dedi. Ayezi oraya doğru yavaş adımlarla yaklaştı. Yer kıpırdanmıştı.

''Darta'nın huzuruna gideceğiz. Yaptığı fedakarlık, tanrılar tarafından izlenmiş. Bedenimi ve onun bedenini yenilemek için ona şifa sunmayı kabul ettiler.'' demişti. Işık yavaş yavaş belirdi. Önce kurdun üstünde kendini gösterdi ve kurt bedeni kayboldu. Ayezi gülümseyip onlara baktı.

''Bunu senin için yaptığını sadece üçümüz bileceğiz. O insanların ruhları için savaşan yarı tanrı olarak kutsanacak!'' demişti. Daki başını yavaşça eğdi ve beyaz ışık onları yuttu. Arkalarında hafif bir esinti bırakmışlardı. Muhon Asha ellerini saçlarına daldırdı.

''O kurt muydu? Kimdi o?'' dedi. Korkudan titreyen Akela kızı kısık sesle konuştu.

''Yer yüzünün tek hakiminin kurdu. Darta’nın itaatkar köpeğiydi o. Onu gerçek formunda görmek bin yılda bir mümkün...'' demişti. Aleon gözlerini kapatıp havayı kokladı. Gün doğmaya başlamış idi.

''Kuzeye gittiğimizde onları sağ salim göreceğiz.'' demişti. Muhon Asha arda kalan boşluğa dikti gözlerini.

''İnanıyorsun!'' dedi. Aleon ona ters ters bakınca Muhon Asha hafifçe on abir yumruk savurdu ve sarstı.

''İnanmak kötü değil Prens Aleon! Halkında sana inanıyor. '' demişti. Aleon onun baktığı tarafa dönünce güneşin ilk ışıklarının aydınlattığı yerde insanlar belirmeye başlamıştı. Prensleri Aleon'u selamlamak ve onun zaferini kutlamak için başlarını saygı ile öne doğru eğmişlerdi. O gece kılıcını çeken ve savaşmaktan söz eden kral ise taht odasına geri dönmüş ve orada öylece oturup kalmıştı. Trajik bir şekilde ölümü kucaklamıştı orada.

Oturduğunda korku ile oraya girmişti. Kılıcını yere dayayıp üstüne ellerini koymuştu. Ardından karanlık ve dağılmış taht odasına bakmak için geriye doğru yaslanmıştı. Kalbine giren sancı ile bir süre sonra orada elleri tahtın iki yanında başı ileri doğru dönük halde son nefesini tek başına, yalnız ve karanlıkta vermişti. Bedenin ölüsü gün bitmeye yakın bulunmuştu. Aleon haberi aldığında inanamamış ve oraya doğru koşmuştu. Babasını yalnız başına orada oturarak, gözleri açık şekilde ölü görünce olduğu yerde kalmıştı. Ölüm bu gece Ung asil kanından birinin canını almaya karar vermiş ve korunan ruhlara dokunamadığı için yalnız ve korkak kralın ruhunu çekip almıştı.

 

Daki kucağında Kuwala ile bir mağaranın girişinde bulmuştu kendini. Kurdun bedeni yavaş yavaş toz olup esen rüzgrada geceye karışırken mağaranın içinden hoş mavi bir ışık onlara parlıyordu.

''Oğlum bana getirdin mi?'' demişti mırıltılı tok bir ses. Yaşlı Ayezi içeriye doğru yürüdü.

''Getirdim Kuzeyin babası. Onu ve onun için canını vermeye hazır Güneyli savaşçıyı senin şifalı dağlarına getirdim.'' dedi. İçeri doğru gelmesi için onlara davetkar bir şekilde baktı.  Daki içeri kucağında Kuwala ile girdi. Yükselen büyük bir kaya vardı. Mavi ışık ondan yayılıyordu. Işığın etrafında dingin parlak bir havuz vardı. Havuzun etrafını kuşatan efsanevi Beyaz Gelincik çiceğinden  binlercesi. Narin yaprakları içeri doğru esen esinti ile sallananıyor ve havuza doğru dökülürken yeniden yaprakları çıkıyordu. Suyun üstü bembeyaz olmuştu.

''Onu Darta'nın gözyaşları ile yıkamalıyız. Bedeni toparlansın ve ruhu canlansın!'' dedi Ayezi yaşlı beden ile Daki'ye doğru yürüdü. Onların yanına gelmedne havuza girdi. Adım adım onların olduğu uca doğru yaklaşırken gençleşiyordu. En son onların yanına vardığında on yaşlarında bir erkek çocuğu karşılarındaydı.

''Senin gibi o da çocuk mu olacak?'' demişti Daki tedirginlikle. Ayezi başını iki yana sallayıp onlara doğru kollarını uzattı.

''Benim bedenimin bir formu yoktur. Darta beni insanlara karşı yaşlı bir adam yapar, Londaga'ya karşı bir kurt ve kendi huzurunda ise genç oğlu olarak görmek ister.'' demişti. Daki bunu duyunca rahatladı ve havuza doğru adım attı. Su botlarına dolsu ve daha sonra beline kadar yükseldi. Beyaz Gelincik yapraklarının doldurduğu suyun içini yarıp Kuwala'yı yavaşça suyun üstüne yatırdı. Suda onu tamamen yatırırken Ayezi yanlarına doğru geldi. Elini Kuwala'nın göğsüne koyup onu suyun altına doğru batırmaya başladı. Daki bunu görünce onu bileğindne yakaladı. Ayezi sakince gülümsemişti. ''Endişelenme. Verilen özü onu boğmaz. Onu tekrar diriltmesi için bütün bedenini kuşatması gerekiyor. '' demişti. Kuwala suyun içine doğru battıkça bedenini mavi ışıklar sarıyordu. Yılan gibi kollarına ve bacaklarına dolanıyor ve onu daha derine çekiyordu. Daki ağrıyan bacaklarına iyi gelen suyun verdiği dinginlikle gülümsedi. Ayezi ise onun neye gülümsediğini merak ediyordu.

''Gülümsedin?'' demişti. Daki ona bakıp suyun kenarına doğru yürüdü. Daha alçak yere gelince suyun içine oturdu. Ilık su bedenin ve ruhunun yorgunluğunu alıyor gibi hissediyordu.

''Huzurlu hissediyorum. Sanki saatler günler gibi geçti ve şimdi herşey durmuş gibi geliyor. Kuwala ile hep bunu bekledik. Herşeyin durduğu ve bizden bir şey beklemedikleri o anı! Şimdi o andayım!'' demişti. Ayezi onun yanına gitmedi. Kayanın eteklarına gitti be ıslak gömleğini çıkardı. Paçalarının suyunu sıkmaya başladı.

''Londaga'nın ruhunun eşi olmak için doğru ismi vermişler sana.'' demişti Darta'nın sesi. Daki bu sesi ürpertici bulurken şimdi aşina geliyordu.

''Kaosun tanrısının adını verirken onun UngurPan'ı tekrar yaratmasından esinlenmiş annem. Ama bunu yapmak isteyecek kadar cesur değilim.'' Daki bunu söylerken çöken uykuya direnemiyordu.

''Londaga'yı kabul ettiği gibi sende sana verilen adı kabul etmelisin. Gücün Kuzeye Güneyin ruhlarını taşımış. Seni ölümden bile saklamış.'' diye devam etti Ayezi. Efendisi Darta'nın sohbetini devralarak konuşuyordu. ''Kuwala gibi sende yarı tanrı yarı insan sayılacak kadar güçlüsün. Kılıcını yakmış olman Bakren olmadan imkansızdır. Güçlerini taklit etmen onları ürküttüğü kadar benide şaşırtıyor.'' dedi. Daki tebessümle ona baktı.

''Bu elimde olan bir yetenek değil. Kız kardeşim gibi ölmüş ruhları görüp delirmek yerine güçleri taklit edebildiğim için şükrediyorum.'' demişti. Ayezi bir an duraksayıp sarı gözlerini ona dikti. Beyaz teni vuran mavi ışıkla parlıyordu.

''Kız kardeşin mi?'' Daki başını sallamıştı. ''Kız kardeşin nerede?'' dedi. Daki gözlerini kapayıp başını geriye doğru attı. Kuwala'nın dibe batırıldığı yerde mavi ışık yoğunlaştıkça Daki ısınan suyun verdiği huzur ile uykuya çekiliyordu.

''Mavi Ave'nin ormanında. Bir süredir orada ve oradan geleceğini sanmıyorum. Kraliçe onu tedavi etmesi için Ave Kahinlerine gönderdi. İkimizinde güçleri hep rahatsızlık verici oldu onun için. Benim çocukluktan beri büyüye karşı olan yatkınlığımın küçük kız kardeşimi etkilediğini ve delirttiğine inandı. Bu yüzden onu uzaklşatırmak için ruhani güçlerle dolu Mavi Ave'lere gönderdi. '' dedi ve güldü. Ayezi onun bahsettiği yeri biliyordu ve oradan pek hoşlanmıyordu. Kontrolsüz ruhların bölgesi olarak gördüğü yer ile Londaga bile mücadele etmeyip iki yeri ayıran Akela surlarının yapılmasına müsade etmişti.

''Dinlenmek...'' Konuşmak için Daki'ye bakınca öylece kaldı. Darta'nın ruhu onunda bedeni ve zihnini tedavi etmeye başlamıştı. Daki cevap veremiyor ve su onu gevşetip uykuya doğru çekiyordu.

''Onları rahatsız etme oğlum. Sende bedenini yaratmak için dön artık!'' demişti Darta. Ayezi bunu duyunca suya atladı ve kıyıya tekrar çıktı. Mağaranın derinlerine doğru yürürken bedeni beyaz bir ışık saçmaya başlamıştı.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Bir: Kuruntulu Düşünceler

 

Haftalar geçmişti ve hala Rahomdan da Daki'den de haber yoktu. Toz olup gitmişlerdi ve onları kimse bulamıyordu. Cohin birkaç gün önce Akela Kadınlarından yardım istemiş ve onların bulunabileceği  inanmış ama hala ortalarda yoklardı. Güneş'in Kızı ikisinin ruhani enerjisini hissedemediğini söylemişti. Bir tek o değil bütün hanelerde Rahomun enerjisi hissedilemez olmuştu. Melez Piç onun öldüğünü düşünmüyordu. Aksine bir yerde saklandığına inanıyordu. Tieden ise Darta'nın Gözyaşı göletinde olduklarını bilen tek kişiydi. Fohara olanlardan haberdar ve bunu efendisine iletmişti.

...

Seron krallığında yas kısa tutulmak zorunda kalmış ve Akela ile Kuzeye mutlak savaş ilan edilmişti. İki taraftan birisi yıkılmadan durmayacak savaşın emrini Kraliçe ve generalleri ilan etmişti. Akela bunu öğrendiğinde şaşırmadı. Nedensizce bir defa ihanet girişiminde bulunduğu Kuzeye tekrar kendi halkını korumak için ihanet edebilirdi. Rahom yoktu ve artık Kuzey tekrar sahipsiz bir piç gibi ortada bırakılmıştı. Bakren madenlerdeki isyanı bastırmak için kolları sıvamıştı.

...

Madenlere doğru yol almış taburun başında ise General Byega vardı. Yoldaşları olan kendi askerleri ve Seron askerleri ona eşlik ederken Prens Helyan Kea bir tutsak olarak onlarlaydı ve onu sürekli delirten tek kollu Melez Piç aynı şekildeydi. Helyan Kea henüz babasının öldüğünden ve geçici olarak tahta Aleon'un oturduğundan habersizdi. Yol boyunca bir tane bile ung sancağı görmemişti. UngurPan'ın düştüğünü umuyordu. Bir kaç gün sonra karşılarında madenler belirecekti. Oraya girip isyanı bastırıp Akela'ya yürüyecekler ve yol üstündeki bütün isyanlar ile ilgileneceklerdi.

Mola verdikleri sırada işemek için Helyan Kea karın beyaz örtüsünden kurtulmaya başlamış Kızıl Çamlara doğru yürüdü. Orada ihtiyacını giderecektir. İçeri doğru yürüdü ve bir köşe bulduğunda kuşağını çözmeye başladı. Ancak izlendiği hissi ile arkasını döndüğünde ona bakan iri gümüşten boynuzları olan geyik ile göz göze geldi. Beyaz kürkü ve gümüş renginde boynuzlarının aksine gözleri kan kırmızısı ve etrafı sürmeli idi. Burnu kırmızıydı ve toynaklarına doğru kürkü siyahlaşıyordu.

''Sen bir orman ruhusun!'' demişti Helyan Kea. Normal bir geyik ile kıyaslanamayacak kadar güzel geyik korkusuzca ona doğru adım atmaya başladı ve hızlanıp boynuzlarını ona doğrulttuğunda Helyan Kea kendini savunmak için geriye doğru adım attı. Ancak başına inen darbe ile olduğu yere yığıldı. Başının arkasından akan kan toprakta izler bırakırken bedenini sessizce ortadan kaybolmuştu.

Götürüldüğü yer yerin altına doğru devam eden tilki inini andıran bir tüneldi. Tünel bitip gün ışığı ile tekrar karşılaştıklarında baygın Helyan Kea bir adamın omzundaydı. Dört kişilik ekip yeni tutsakları için madenlerin önündeki alanda toplanmış gardiyanlara doğru yürüyordu. Tutsağın kim olduğu bilinmiyordu.

''Madenlere iki günlük mesafede mola vermişler. İçlerinden bu aptalı yakaladık. Orman ruhu onu gösterdi!'' dedi adam omzundaki baygın Helyan Kea'yı yere bırakırken. Lider oraya doğru yürüdü. Kim olduğunu bilmedikleri bu adamı konuşturmak için kaçırmışlardı. Madenlerde yemek sıkıntısı ve hastalık sıkıntısı baş göstermeye başlamıştı. Soğuk Ateşi burada oldukça hızlı yayılmıştı. Kuzey Muhafızları adını alan efsuncular hastalık ile mücadele edemez haldeydi. Orman ruhları sayesinde ufak şifalı otlar bulabiliyorlardı. Tilki ini sayesinde ana geçiti kullanmadan bir kaç kişi oradan girip çıkabiliyordu dağların arasından ormana.

''Eğer savaşırsak kaybederiz. Aylardır burayı Bakrenden bölmüş durumdayız. Rahom ortalarda yok ve tek habercimizde hastalıktan gözünü açamıyor. Dünya ile bağımızın kopmasına az kaldı.'' Genç bir adam kaşları çatık bunları lidere sıralıyordu. Gömlek kollarını katlanmış. Ellerini sıcak suyla yavaş yavaş yıkarken akan kan su dolu tası kızıla boyuyordu.

''Savaşmak daha fazla yaralı ve ölü demek. Onları yakamıyoruz bile. Çürük kokusu madenin alt katlarını sarmaya başladı. Hastalıklar yayılmaya başlayacak. Bu madenleri terk etmez isek binlerce kişi ölecek.'' demişti. Konuşmanın yapıldığı yer tek temiz havanın olduğu dışarısı idi. İnsanlar yemeklerini yerken adamın yanına gelen lider onunla konuşmak istemişti. Hekim ve savaşçı olarak görülen bu genç Helyan Kea'nın yarılan başını dikmişti. Onun önemsiz birisi olmadığını düşünmüştü.

''Ya ne yapacağız?'' dedi lideri. Adam yatakta elleri ve ayakları prangalı Helyan Kea'yı gösterdi.

''Orman ruhları boşuna onu bize vermedi. O önemsiz birisi değil. Üstünden çıkan para ve kılıcının kalitesine bakılırsa o oldukça değerli. Onun hayatına değer verip vermediklerini öğrenirsek buradan çıkış için zaman kazanabiliriz.'' dedi. Lider ellerini kurlaması için ona kenarda duran bezi uzattı.

''Kardeşim, bu dediğini aklımda tutacağım. Şimdi gelip yemeğini ye ve sağlığını korumaya çalış.'' dedi. Dışarı doğru çıkıp etrafa bakındılar. Ana girişi kapattıkları için oradan gelen saldırılar durdurabilirdi. Dağın etrafını saran kayalık ve tepeler ise o kadar dikti ki oraya kimse çıkamazdı. Bu yüzden oralara bakmak zaman kaybı diye düşünürken gözüne çarpan ışıldı ve beyaz ışık ile dağın arka yamaçlarından gelen uğultuyu duydu. Bir kahkaha duymuşlardı adeta. İnsanlar ellerinde kapları yemek sırasındaydı. Yemeğini alan bir köşeye gidip oturuyordu. Çiğnenmekten sertleşmiş zemin soğuktu. Dağdan ikinci defa kahkaha sesi geldi. Birisi gülüyordu ve oldukça neşeli bir gülüşe sahipti.

''Dağı kontrol edin.'' diye bağırdığında lider bu sefer gülme sesini takip eden bir kaç kelime oldu.

''Önden buyrun!'' diye yankılanmış kelimeler ve birden dağdan hızla birşey yuvarlanmaya başlamıştı. Yanında ufak çakıllar getiren şey yuvarlanmıyor aşağı doğru koşuyordu. Bembeyaz ve iri kurt o kadar hızlı koşmuştu ki aşağıya atladığında yere darbe indiren pençeleri etrafı sallamıştı. Kurdun kürküne tutunmuş siyahlar içindeki adam arkaya doğru dönüp aşağı inmiş ve aşağı doğru süzülen adamı yakalamak için yer arıyor gibi koşmuştu. Beyaz kıyafetleri ve saçları ile süzülerek dağın yamacından sert bir rüzgarla gelen Kuwala'yı belinden yakalayıp yere güvenli halde indirmişti. Onu buraya taşıyan rüzgar tepelere doğru giderken önüne geleni sallayıp saçını, üstünü dağıtmıştı. İnsanlar toplandığında aşılması imkansız dağlardan birden gelen yabancılara baktı ve Beyaz iri kurt ile Rahomu görünce duraksadılar.

''Rahom!'' demişti az önce Helyan Kea'nın tedavisini yapan genç oraya doğru birkaç adım attığında Ayezi onun önünü kesmişti. Her zamankinden daha gelişmişti Ayezi. Darta ona bu sefer büyük ve sağlam bir erkek kurt bedeni vermişti. Yalnızca bununla kalmamış gitmeden önce hastalıkları için istedikleri kadar Beyaz Gelincik yaprağı alabileceklerini söylemişti. Kuwala bir hafta kadar Darta Dağından inmek için uğraşmış sonunda rüzgarı çağırıp onları savurmasını istemişti. Geldikleri bu yeri tanımıyordu. Daki ise madenlerde olduklarını anlamıştı.

''Kuwala nerede olduğumuzu biliyor musun?'' demişti. Kuwala etrafına bakıyordu. Özenle ördüğü saçları rüzgarla dağılmıştı.

''...''

''Madenlerdeyiz! Buraya bilerek getirmedin mi bizi?'' dedi. Kuwala bunu duyunca ona şaşkınlıkla bakıp kaldı. Başını yavaşça iki yana salladı.

''Rüzgardan bizi ikinci kışlaya götürmesini istedim. '' demişti. Dikilen ve hırlayan kurda bakıp oraya doğru yürüdü. Nedensizce Ayezi ile dokunmadan bağ kuramamaya başlamıştı. Gidip kurdun yavaşça kürkünü okşadı. Ayezi o zaman sakinleşip olduğu yere oturdu. Kuwala etrafına bakındı. En son aylar önce bedenleri su görmüş ve artık hastalıktan kırılma noktasına gelmiş maden direnişçilerine baktı. Kuzey Muhafızları dedikleri kişileri ayırt etmek kolaydı. Köle olarak burada çalıştırılan Kuzey halkından daha iri ve daha güçlüydü. Etrafı sarmış olan çürük ceset kokusu sarmıştı. Dışkı kokusu ise katlanılmaz derecede fazlaydı. Kolunu burnuna doğru götürdü.

''Marinoe'ye haber yollamak mümkün mü? İkinci Kışla'dan ne kadar uzağız?'' deyip Daki'ye doğru döndü. Daki geldikleri yöne ve daha sonra etrafa baktı. ''Tam olarak söyleyemem ama en aşağı dinlenerek üç haftalık yol vardır önümüzde. Geçitler ve efsunun olmadan üç hafta!'' diye devam etti. Kuwala etrafa baktı kaşlarını çattı.

''Ayezi'yi göndereceğim. Tedavi için ilaçları ikinci kışlaya Tieden'e...'' birden durakladı. Sırtına bağlı bohçaya dokundu ve öksürük sesleri kulağında yankılandı. Sesleri duyar duymaz Soğuk Ateşinin buraya kadar ulaştığını görmüştü. Bir an için etrafa bakınmaya başladı. Etrafında ki insanları, kokuların iğrençliğini ve öksürük seslerini düşünmeye başladı.

''Sizlerin kurtulmuşlar olduğunu sanıyordum!'' dedi. Yavaş yavaş etrafta dolaşmaya başladı. Herkesin kurtarılmış bölge olarak gördüğü madenlerde durum hiçte iç açıcı değildi.

''Ölüyorsunuz!'' demişti. Daki'ye doğru hızlı adımlarla yürürken etrafına bakınıyordu.

''Ayezi ve sen İkinci Kışlaya dönmelisin. Prens Aleon ve askerler gelene kadar bende burada kalıp onlara yardım...'' Daki iki kolunu bağdaştırıp başını iki yana sallayınca Kuwala sustu ve ona bakıp kaldı.

''Burada kalacağım. Seni en son tek bıraktığımda olanlardan sonra bir daha bunu yapmayı düşünmüyorum.'' dedi. Kuwala sargılı ellerine baktı. Henüz elleri tam iyileşmemişti. Bedeni ile ruhu arasında hala kopukluk hissediyordu. Geri dönmek için erken olduğunu söylemesine rağmen Daki'yi zorlamıştı. Yolculuklarında iki defa bilinci kapanmış ve uykudan uyanır gibi uyanmıştı. Dağdan inmekte zorlanmalarının ilk nedeni buydu. İkincisi ise Ayezi ile dokunmadan konuşamıyor oluşuydu.

''Bir mektup yazıp Rahom Tieden'e gönderelim. Aleon geldiğinde bizi ikinci kışlada bekleyecek. Oradan Kristal saray yürümeyi planlamış olur. Madenler merkez yönetimin elinde tutamayacağı kadar uzak. Mektubu oraya ulaştırdıktan sonra burada ne kadar kaldığımızın önemi yok. Darta'nın Gözyaşına geri dönmek daha akıllıca olur hatta!'' dedi. Kuwala onu sonuna kadar dinlemişti. Ardından dikilen Ayezi'ye doğru toplanmış Kuzey Muhafızlarına döndü.

''Mürekkep ve kağıdınız var mı?'' demişti. Daki onlara Doğru gelen muhafızın önünde dikildi. Onu ufak bir baş selamı ile selamladı.

''Amacımız rahatsızlık vermek değil. Yardımcı olmak için elimizden geleni yapıyoruz.'' dedi. Adam Daki'yi süzdü ve arkaya seslendi. Kısa sürede mürekkep ve bir kağıt geldi. Kuwala yazamayacağını biliyordu. Bu yüzden bu iş Daki'ye verildi. Dışarı kurulmuş bir çadırın içine doğru gittiler lider ve birkaç kişi ile. Giderken yolda konuşmak için fırsatları olmuş ve Rahomun burada olmasının şans getireceğini söylemişti Kuzey Muhafızları lideri.

Çadır eskiden Bakren muhafızlarına ait mola noktası olarak kullanılıyordu belli ki... Daki etrafa baktı ve masaya doğru yürüdü. Kuwala onun ardından bir çocuk gibi sekerek ilerlemişti.

''Ne yazmamı istiyorsun?'' dedi. Kuwala onun karşısına oturup dikkatle ona baktı.

''Kuzey dilinde yazma. Tieden'e ulaşmadan başkasının eline geçerse büyük problem olur. Siz Ungların yazısını kullan. Prens Aleon okuyabilir. Bu sayede planın gizliliği korunmuş olur.'' dedi. Daki heybesini kenarı doğru attı. İçinden sapı kamıştan yapılma ucu döküm demir bir divit çıkardı. Dilinin ucuna dokundurdu ve ardından mürekkebe batırıp çıkardı.

''UngurPan'a olanlardan sonra bir süreliğine Yüce Darta huzurunda bulunduğumuz dan söz etme! Bu bir sır olarak kalsın. Prens Aleon ve diğerleri senin orada kabul edildiğini öğrenmemeli.'' demişti Kuwala. Daki bunu duyunca ona şaşkınlıkla baktı.

''Muhon Asha ve Aleon zaten beraber gittiğimizden haberdar. Neden Tanrı Darta...'' Kuwala kaşlarını çatmıştı.

''Darta savaşa dahil olmaktan kaçınan yorgun bir tanrı. Onun adı geçerse Seron ve diğer tanrılar buraya musallat olmak için fırsat bulabilir. Tesna ve Darta bu savaşta olmadığı için onlarda giremiyor. Yaraları iyileştiren ve beni dirilten o olduğunu bilinir ise ise... İlk çağlardaki savaştan daha korkuncunu görürüz. Tanrılar kızgın ve kavga etmek için sebep arıyor.'' demişti. Daki başını sallayıp gülümsedi ve Kuwala'nın dediklerini yazmaya başladı.

''Kızıl Orman Kaplıcalarından çıkarken bir rüzgar tarafından Madenler bölgesine getirildik . Burada durum hiç iyi değil. Tanıştığımız Kuzey Muhafızı lideri yakında General Byega ve Seronların burada olacağından söz etti. İkinci Kışlaya varmamız zaman alacağı için Ayezi'den bu mektubu getirmesini istendi. Göndereceğimiz Beyaz Gelincik çiçeklerini yaşlı hekim kullanarak salgını durdurabilir. Savaş planı olarak buradan bir şey söylemek zor ama İkinci Kışladan kristal saraya doğru bir yürüyüş olması doğru bir hareket olacaktır. Bunun yanı sıra ben Kuwala'nın temsilci olarak seçtiği kişi Tieden olarak onun vereceği her karar Rahomun kararı olarak değerlendirilmeli. '' Bir an duraksadı ve onlara ikram edilen sudan bir kaç yudum almak için uzandı. Elleri titrediği için sudan çok içemedi. Bazı tırnakları hala simsiyahtı. Ve parmakları titriyordu Güneyin ruhlarını dize getirirken kullandığı bütün yaşam enerjisiydi ve o gücü ince kemikleri ve zayıf bedeni kaldıramamıştı. Darta bile onu tam iyileştirememişti.

''Maden bölgesinde işler yolunda giderse çıkarak Kristal saraya doğru yürüyeceğiz. Melez Piç ismini taşıyan her kim ise onu yakaladığınızda hayatta kalmasını istiyoruz.'' dedi. Daki bir an yazarken durup kaşlarını çatmış konuşan Kuwala'ya baktı. Bir o değil Lider ve gelen adamlarda bakıyordu.

''Onun ölmemesi gerek. Öğrenmek istediklerim var. Gölgelerde kalmış olanlar insanlığın en çirkin yüzünü görmüş olanlardır. Onunla konuşmadan ölmesini istemiyorum. '' dedi. Daki başını eğip yazmaya devam etti.

''Melez Piç'i görmemek sizin için daha iyi olur.'' dedi. Kuwala konuşan lidere döndü. Saçı sakalına karışmış adam sert bakışlıydı. Gözlerinin altı çökük olan adam iri yapılıydı.

''Onunla tanıştın mı?'' Kuwala bunu sorarken oldukça durgun ve sakindi.

''Efendim bizim kim olduğumuzu biliyor musunuz?'' dedi. Kuwala başını iki yana sallayınca adam birden kılıcını çekip avucundan geçirdiğinde alevler yükseldi. Daki kağıdı ve mürekkebi bir kenarı fırlatıp kılıcını çekmiş ve yeşil alev gürlemişti. Kuwala'yı arkasına doğru alıp kılıcını onlara doğrultmuştu. Kuwala o an ne olacağını bilemeden Daki'nin ardında şaşkınlıkla kalmıştı.

''Endişelenmeyin. Sadece kendimi tanıtmak için yaptım bunu. Burada artık kuzey ve halkımız için varız. Seronların ardından koşan lordumuz ve onun köpekleri için yokuz. Melez Piç gibi Bakren hanesi adını kirletenleri lordumuz kabul ettiğinden bu yana biz artık halkın tarafındayız. Düşman olabiliriz ama koruduklarımız ortak Rahomla Bakrenli kardeşim.'' demişti. Daki onun sönen ve kınına giren kılıcını gördü ve bir sallayış ile kılıcını söndürdü.

''Bakrenli değilim ben!'' demişti Daki. Kaşları çatık ve sesi sertti. Kılıcını kınına soktu. ''Kuzeyden değilim ben. Güney Topraklarından gelen bir gezginden fazlası değilim.'' diye devam etti. Arkasına doğru aldığı Kuwala'yı görmek için döndü. Kuwala şaşkınlıkla bakıyordu. Daki'nin elindeki kesiğe gözlerini dikti. Cübbe kollarını tutan bandajı söktü. Daki'nin elini tutup sarmaya başladı.

''Onlar aylardır burada savaşıyorlar. Endişelenmene gerek yok. Öldürmek için burad aolsalardı bu sefilliğe kuzeyliler ile katlanmazlardı.'' Daki eline bakıyordu. Gevşedi ve duruldu. Oturup başını kaldırıp Kuwala'ya baktı.

''Yeteri kadar iyi olduğunda kılıcımı daha az çekeceğim. Burada ya da başka yerd ekimin ne kadar savaştığı önemli değil. Helyan Kea benim hep abimdi, Güneş'in Kızı baştan beri intikam planlıyordu. İnsanlar sürekli değişiyor ve düşünceleri de değişiyor Kuwala.'' diye konuşmuştu. Kuwala onun için endişelenen Daki'yi rahatlattı ve ardından mektubu alıp dışarı çıktı. Daki orada oturmaya devam ediyordu. Bakren muhafızlarının burada ne işi olduğunu merak etmişti Daki. Onlar neden burada kendinden olanlara karşı savaş vermek için yeni bir isim ve maskeler altında savaşma zahmetine girmişti düşünüyordu.

''Bir Güneylinin kılıcında yanan ateş görmek imkansızı görmek gibidir. Ama az önce dağdan rüzgarla geldiniz. Daha ne kadar şaşırmam gerek?'' dediğinde Muhafız Lideri, Daki aklından Rahomla evli olduğunu söylemeyi geçirdi ve güldü. Lider masadaki değer sandalyeye oturdu.

''Bir yerlerde saklı bir kaç kadeh içki olacaktı. Onları bulun ve getirin!'' emrini vermişti. Daki'ye elini uzattı.

''Grave. Eskiden Bakren muhafız birliği komutanıydım. Ancak Rahomun dönüşünden kısa süre sonra Kuzey Muhafızları isyan lideri oldum.'' dedi. Daki onun uzattığı elini sıkıca kavradı. Bileklerinden tutmuşlardı birbirlerini. Bakrenlerin selamlaşması bu şekilde işlerdi. İki erkek bileklerinin gücünü kontrol edercesine böyle el sıkışırdı. Yanına gelen genç Helyan Kea'yı tedavi etmiş olandı. Elini uzattı ve bir sandalye de o çekti.

''Naseen! Hekim ve muhafızım.'' demişti. Ağabeyi Grave ise küçük kardeşinin omzuna sertçe elini koydu. ''Aynı zamanda benim küçük kardeşim.'' dedi ve güldü. Daki gelen şarabın tadını sorgulamadı bile. İçki olması yeterliydi.

''Güneyin Ung Krallığından mı yoksa daha arka diyarlardan mı geldiniz?'' demişti. Daki'nin kılıcını görmüştü. Rahom kılıcını bir Bakren muhafızı kesinlikle iyi tanırdı.

''Ung diyarından geldim. Burada asker olarak görev aldım. Ama kısa süre içinde Rahomla karşılaşıp onun hizmetine girdim.'' demişti. Elini kılıcın kabzasına koydu. ''Rahom, emrinde olmamın arması olarak bu kılıcı bana verdi.'' diye devam etti ve şarabından bir yudum daha aldı. Naseen onun kılıcına bakmak istedi. Daki ona kılıcını çekip vermişti. Kan izi yoktu. Kan alev olup yok olmuştu. Kılıcın beyaz çeliği ve kavisli ucunun keskinliği Rahom işçiliğinin övgüye değer olduğunu ortaya koyuyordu.

''Babam eskiden Rahom Muhafızı idi. Ve büyük babamda... Onlara böyle kılıçlar verilmemişti. Fakat amcam. O Rahom kılıcını taşıyacak kadar rütbesi ve onuru yüksekti. Şimdi ise Bakrenin kılıcını ve rütbesini taşıyor.'' dedi. Daki onun düşünceli yüzünden bir şeylerin acısını taşıdığını okuyabiliyordu.

''Baban hayatta mı?''

''Değil! Rahom tarafından öldürüldü. Aklını kaçırmış Rahom onu ve kılıç arkadaşlarını kurtlara yedirdi. Amcam ve diğerleri buna seyirci kalmaktansa Byega'nın yükselişi için kılıç kaldırdı. Başlarda onların davası bana mantıklı gelmişti. Ama şimdi bakınca. Byega lordunun delirmiş Rahomdan bir farkı yok. Onun gibi gölgelere hizmet etmeye başladı. Eskiden korkusuz ve cesurdu şimdi ise Kristal sarayından dışarı adım dahi atamıyor. Onun yolu doğru değil. Amcamın yolu doğru değil. Burada olanları gözlerimizle gördükten sonra ağabeyim ve ben birliklerimizi buraya çektik.'' dedi. Daki onların kararına saygı duymuştu. Kendiside krallığının kararlarını sorgulayan bir prensti.

''Peki sen? Senin hiç ailen yok mu?'' dedi. Daki bunu duyunca bir an duraksadı. Derin bi nefes aldı.

''Var ama benim için uzakta bir anı olarak kalıyorlar. Onlarla ilerleyecek bir yaşamım yok. Şu an ailem olan tek kişi var!'' demişti. Grave ona bakıp gülümsedi.

''Rahom mu? Bir güneylinin Kuzey efendisini ailesi olarak görmesi beni şaşırtıyor. Ne kadar oldu siz tanışalı?'' demişti. Daki düşününce bir seneye dayanan tanışıklığı ve hatıraları düşündü. Bir yıl olmuştu. Bir yıl içinde bu adamı sevmiş, onunla her türlü zorluğa göğüs germiş, ölümden dönmüş ve evlenmişti. Bunları dile getirmek istiyor ancak çekiniyordu. Rahomun iktidarını sarsmaya çekinerek gülümsedi.

''Dört sene önce Kuzeye geldim. Ve bir senedir Rahomu tanıyorum. Onu Kızıl ormanda gördüm. Hayatımı borçlandım. Ben ve adamlarımı düşman kuvvetleri olmamıza rağmen korudu ve Kara Kurtlardan uzaklaştırdı. O günden sonra canımı onun yoluna koydum.''

''Rahoma can borçlu olduğun için onurunla onun için savaşmak. Siz güneyliler o kadar onursuz varlıklar değilmişsiniz.'' dedi. Daki bir an gülümsedi. Elini ensesine doğru götürdü.

''Günahlarımı çıkarıyorum. Bunun içinde bu yolda ilerliyorum. Ama asıl nedeni...'' Başını kaldırıp kapıdan giren Kuwala'ya baktı. Dağılmış saçları ve yüzünde durgun ifade ile çadırın perdesini aralayıp içeri doğru girmişti. Daki ona bakıp kalmıştı. Soğuktan kızaran dudakları ve burnu ile sevimliydi. Her zaman olduğu gibi etrafa gözlerini ayırarak bakıyordu. Telaşlı olduğunda yaptığı el hareketini yapıyordu. Parmakları ile oynuyordu. Cübbesini savurarak yanlarına doğru geldi.

''Bu insanlara ilaç yapabiliriz. Bunun için yeteri kadar bitkimiz var mıdır?'' demişti. Daki onun baktığı ağır heybeyi bir çekişte kaldırdı. Deriden dikilmiş heybe tazeydi ve bu yüzden hala kokuyordu.

''Olması gerekiyor. Senin ufak bohçanda daha fazlası vardır.'' dedi. Kuwala başını iki yana salladı.

''Ayezi ile gönderdim. Orada da ilaca ihtiyaç var. Babamın arkadaşı olan o hekim Beyaz Gelincik yaprağının nasıl kullanılacağını biliyordu.'' dedi. Daki bunun üzerine haybeden bir çok bez kese çıkardı. Masaya yirmi kadar kese yığmıştı. Ufak keseler kanlı gri cübbesinden yapılmıştı. Kuwala gri ile kızıl arasındaki keselere bakıp parmak hesabı saydı onları.

''Suda kaynatarak herkese içirebiliriz.'' demişti. Naseen ayağa kalktı.

''Efendim, bende yardımcı olabilirim. Eskiden orduda sıhhıye bölümünde yer alan destekte eğitim almıştım.'' dedi. Kuwala bunu duyunca anlam veremedi. Dediği bir çok kelimenin ne demek olduğunu bilmiyordu bile. Daki araya girip onun cümlelerini Kuwala'nın anlayacağı şekilde çevirdi.

''Askerleri tedavi etmek için eğitim almış. Az ilaçla çok hasta kurtarabilir!'' demişti. Kuwala bunu duyunca ışıldadı. Naseen onunla çalışabilir idi. Ancak içerde unutmaması gereken bir hastası daha vardı. Kendinden geçmiş ve sorgulanacak olan oldukça önemli kişi!

Büyük kazanlar kurulurken Kuwala ona getirilen önlüğü giymişti. Beyaz ve kolları lastikli önlük sıhhiyeci önlüğüydü. Dizlerine kadra inen önlük kirli ve kanlıydı. Başka bir doktora ait olduğu söylenen önlüğün kime ait olduğunu Naseen söylemişti. Bir kadına aitmiş.

''Kendisi burada hayatını kaybetti. Onun benden son isteği olan yaşamları kurtarmaya devam edeceğim.'' demişti Naseen. Kuwala büyük kazanlarda ilaçları hazırlarken kadının burada Naseen'in karısı olduğunu öğrenmişti. Evlenmişlerdi ve bir süre sonra kadın Soğuk Ateşinden hayatını kaybetmişti. Naseen o günden sonra her yaşamı değerli kılmaya karar vermişti.

''Nerede tanıştınız?''

''Burada! Madenlere sürgün edilmişti. Kraliyet için çalışan bir hekimdi. Düşman askerlerine yardım ettiği için buraya sürülmüştü. İki sene önce gelmişti. Onunla evlendiğimde tarafımı değiştirmiştim.'' dedi ve kazanı karıştırmaya devam etti. Sekiz kazan kurulmuştu. Eli ayağı tutan herkes yardım için çağrılmıştı. Kuwala ve Naseen onlara görevlerini anlatıp aynı kazan başında bir araya gelmişti. Rahomun gelişi insanlar için ümit olmuş. Daki ve Grave ise bölgeyi dolanıyordu. Grave ona bölgeyi anlatıyor ve savunmalarının nasıl işlediğini gösteriyordu. İlacı hazırlamak bir günlerini alacaktı. Kaynadıktan sonra özlenmesi için dinlenmesi bu süreçte de sürekli karıştırılması gerekiyordu. Günü yarılamışladı ve kazanlar yavaş yavaş kaynamaya başlamış ve altları söndürülmüş idi. Kuwala saçlarını arkaya doğru toplamış ve sıcak kazanlardan yükselen buharla şakaklarından ter damlar hale gelmişti. Kolları büyük kepçeleri çevirmekten ağrımaya başlamıştı. Bedenin ne zaman kendini uykuya çekeceğini bilemiyordu.

''Efendi Kuwala!'' demişti Naseen . Meşaleler yakılmış ve çocuk seslerine sohbet sesleri eşlik eder olmuştu. Bir kaç aylık bebekler vardı. Yedi yaşından büyük çocuklar vardı ama yaşlı sayısı çok azdı. Çoğu hayatını kaybetmişti. Kuwala gitgide dışkı ve ceset kokusuna alışmaya başlamıştı. Ağzına bağladığı bandanayı çenesine çekmişti. Yorulmuş olan adamın yerine kepçe başına geçmiş ve gitgide koyulaşan kazanı var gücü ile karıştırıyordu.

''Efendi Kuwala!'' tekrar ona seslenenlere dönmüştü. İlk başta duymuş ama başını çevirmeye üşenmişti. Dönünce bir kaç çocuğun ona uzaktan seslendiğini görmüştü. Birisi elinde ufak bir çıra yakmış sallıyordu. Ateş adeta çıranın üstünde dans ediyordu. Çocuk Bakren soylu olmalıydı. Ateşi oynatacak ve hükmedecek kadar yetenekli teksoy onlardı.

''Bakın!'' dedi. Kuwala onun gösterdiği gökyüzüne baktığı sırada çocuk çırayı havaya atmıştı. Ateş köz şeklinde binbir parçaya bölünüp bir yılan balığının suda süzülmesi gibi ince bir kuyruk olup sönene kadar gökyüzünde süzülmüştü. Kuwala bu ufak gösteriyi ufak bir alkışla tebrik etti. Gülümseyip onları yanlarına doğru çağırdı. Çocuklar yanlarına sokulunca Kuwala gizli bir şey söyleyecekmiş gibi eğilip konuşmaya başladı.

''Efsun yapmak çok büyük enerji ister. Karnınız aç mı bakalım?'' demişti. Hınzır bakışlı ve ona seslenen elindeki çıra ile gösteri yapan çocuk kaşlarını çattı.

''Açız efendim ama yemeğimiz yok.'' demişti. Bunun üzerine Kuwala elini cübbesinin derin beyaz cebine attı.

''Size bir efsun yapacağım ama bu bir sır olacak.'' dedi. Ona getirilen taş gibi olmuş arpa ekmeğini yememişti. Cebine koymuştu. Çıkarıp onlara doğru uzattı. Çocuklar heyecan içinde bir somunun çeyreği etmeyecek ekmeğe bakmıştı. Kuwala eliyle ekmeği dört parçaya bölüp çocuklara teker teker verdi. Hepsi minnetlerini sunarken Kuwala sıska ve cılız çocukların mutluluğuna karşılık olarak gülümsemekten kendini alamıyordu. Ay ışığı ve ateşin kızıl ışığında gri gözleri parlıyordu. Naseen ona bir an bakıp kaldı. Bu kadar mutlu olmanın kolay olduğunu bilen başka birisi ile karşılaşma onuda güldürmüştü. Çocuklar ekmeğini yerken hınzır olan Kuwala'nın karşısına oturmuştu. Naseen kazanı karıştırıyordu.

''Efendi Kuwala size bir sır verelim mi?'' dedi. Kuwala merakla bakmıştı. Çocuk madenlerin büyük girişini gösterdi.

''İçeride boz bir kurt var ve yavruları var ama Efendi Naseen bunu kimseye söylemeyin dedi. Ama size söyleyeceğim.'' demişti. Kuwala şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıp Naseen'e döndü. Naseen ise ne diyeceğini bilemedi. Kendi kurdu olduğunu söyleyemezdi. Onu öldürmelerine izin vermek istemiyordu.

''Neye benziyor bu kurt?'' dedi. Çocuk heyecan ile anlatmaya başladı.

''Sert kürkü var ve yeşil parlak gözleri var. Ve dört yavrusu var!'' demişti. Kuwala birden duraksadı. Naseen ondan gözlerini kaçırıyordu. Kuwala gülümsedi.

''Benim kurdumda var. O yüzden onun bir sahibi olması gerekiyor. Kim o?'' demişti. Çocuk bir an duraksadı. Hata yaptığını düşünerek seyrek ve kısa kesilmiş saçlarına ellerini daldırdı.

''Bilmem. Ona bir şey yapacak mısınız?'' dedi. Endişeli gözleri Naseen'e kaçamak bir bakış atmıştı. Kuwala başını iki yana salladı.

''Hayır! Kara Kurtlar gibi sizi öldürmediği sürece onu öldürmeyeceğim.'' dedi. Çocuk birden heyecanla bağırdı. ''Kara değil o! Boz! Yavrularından birisi beyaz!'' demişti. Kuwala şaşkınlıkla ona bakıp kaldı. Beyaz kurtlar ve Kara kurtların kırması bir kurt olabilir mi diye düşündü. O anda Ayezi'nin dediği aklına geldi. ''Babası Bakrenli annesi ise Rahomlu birisi o! Ona kimse bir isim vermemiş. Kim ne derse yapmış. İsimsiz bir piç ve melez bir döl olarak günahkar sayılmış.'' Bu kelimeler kafasında yankılanırken aklına Melez Piç gelmişti. Mağarada Melez Piç'i sorduğunda ona bu cevabı veren Ayezi oldukça sakindi. Şimdi iki türün kırması br kurt ve onun yavruları olduğu düşüncesi ile meraklandı.

''Peki yavrularından siyah olan var mı?'' Çocuk başını salladı.

''Var! İkisi siyah biri boz biri beyaz. Beyaz olan büyüyünce benim olacakmış. Naseen öyle söyledi!'' demişti. Kuwala gülümseyip çocuklara baktı. Ardından başını Naseen'e doğru çevirdi.

''Melez Piç'i hiç yakından gördün mü?'' demişti. Naseen bu soruya hazırlıksız yakalanmıştı. Boş boş bakarken kazanı karıştırmayı unuttu. Onu yakından çok defa görmüştü.

''Onu gördün mü hiç? Bu kadar nefretle dolu olmasının sebebi sadece gölgeler mi? Yoksa ona yapılan şey tıpkı bu kurda yapılacak olan şeyle aynı olduğu için mi bu hale geldi?'' demişti. Naseen bir an duraksadı. Rahoma nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu. Kuwala gözlerini yere dikti.

''Melez Piç'i bulmak ve ona sormak istiyorum. Ne yapmışlar ona bilmek istiyorum.'' dedi. Naseen gözlerini ona dikmişti.

''Henüz annesinin karnından çıktığı anda onu kötülüğe sürüklemiş bir muhafız. Ve onun seveceği her şeyi gözleri önünde paramparça etmiş. İlk defa bir kadını sevdiğinde o kadını öldürmek istemişler ve ona zarar verecekler diye o öldürmüş. Melez Piç Hem Rahom soyunun hem Bakren soyunun bir utancı olarak kalacak hep. Amcam da bu utancın bekçiliğini yapacak ömrünün sonuna kadar. Size bir tavsiye efendim. Onun gibi birisi ile karşılaşırsanız gözlerine bakmayın. O gözlerde ne cevap ve soru var. Sadece nefret ve öfkeden beslenen gölgeler var. '' demişti. Kuwala bunu duyunca elini karnındaki yaraya götürüp hafifce güldü.

''Hepimiz öfkeden ve kötülükten besleniyoruz. Bu gerçeği herkes biliyor ama susma konusunda kararlı. Rahom bile öfkenin ve gölgenin esiri olabilir. '' dedi. Ona bakıp gülümsedi. ''İyi diye bir şey yok. Kötü diye bir şey yok. Sen burada iyisin ama Bakrenden de  kötüsün. Kuzey nereden baktığına göre değişir. Bir kurdun hayatını kendi kurdun olduğu için mi bağışlıyorsun yoksa karnında yavruları olduğu için mi? Burada iyilik ve kötülük hep değişiyor. O yüzden bazen kötü dediğinin kişinin gözlerine bakıp orada kendini görüp görmediğini anlaman gerek. Eğer kaçıyorsan...'' Naseen o kadar şiddetli yutkunmuştu ki... Ses adeta yankılanmıştı. Kuwala gülümseyip salınarak ayağa kalktı.

''Ölümün kokusunu alıyorum. Ve adım adım buraya gelen savaşın sesini duyuyorum. Burada hayatta kalmak için savaşacak olanlar ve savaşırken ölecek olanlar var. Kurtulacak olanlar öldürdükleri için yaşamış olacak. Öldürmek iyi mi, kötü mü?'' dedi. Naseen öylece ona bakıp kalmıştı. Kuwala soğuk bir ifade takıldı.

''İçeride tuttuğun adama bir Ung prensi. Hain ve kardeşlerini sırtından bıçaklanmış birisi. Bir yaşam kurtarmak iyi diyorsun ama onu kurtarmak iyi mi, kötü mü?'' Ayağa kalktı ve derin bir nefes aldı.

''Tanrılar bile iyi ve kötüyü ayırt edemezken bu kadar kesin konuşmak doğru değil Naseen.'' dedi. Naseen olduğu yerde kalmıştı. Karşısında oturan çocuklara bakıyordu. İleride nöbet tutan nöbetçiye seslendi. Kazanı ona bırakıp Kuwala'nın peşine takıldı.

''Onu gördün mü?'' Kuwala ellerini arkasında birleştirmişti.

''Bir Ungun varlığını bilmek için görmeye ihtiyacım yok. Bir hainin burada olduğunu bilmek için görmeye ihtiyacım yok. Kuzeyde nefes alan ve hareket eden her şeyi bilmek bana verilmiş bir lanet. Onun burada kalması mümkün değil. Yarın gece ölmüş olması gerekiyor. Eğer gerçekten burada iyi bir şey yapmak istiyorsan Daki onu görmeden öldür. '' dedi. Naseen ona doğru sokuldu.

''Efendi Daki mi? Neden o görmesin?'' demişti. Kuwala ona doğru dönüp kulağına doğru yaklaştı.

''Kardeş kanını eline bulaştırsın istemiyorum. Helyan Kea'nın ölmesi ve yarın gece ayın doğuşunu görmemesi gerekiyor. Gelecekten duyduğum seslerde onun attığı çığlık kesilmez ise... Burada ölecek olan çok. Malez Piç'ten faklı olmak istiyorsan iyilik yap.'' demişti. Naseen ona bakıp kaldı. Sabah tanıştığı bu adamın bir anda her şeyi ortaya döküp onu uyarmasına karşı içine bir sıkıntı düşmüştü. Gün doğana kadar uyumadan hızlı hızlı kazan karıştırdı.

Gün doğduğunda yemek kazanları kaynamaya başlamıştı. Yabani otların kaynatılıp çorba yapıldığı yerde ekmek o kadar az dağıtılıyordu ki... Kuwala merkez çadıra girdi. Dün gece Daki kel ona verilen şiltelerde iyi uyuyamamıştı. Dışarı kurulmuş olan çadırda ikisinin dışında on kişi daha kalıyordu. Gece gözüne uyku girmemişti. Duyduğu savaş sesleri onu huzursuz ediyordu. Helyan Kea'nın varlığından emin olmak istiyordu. Onun hain olduğunu biliyordu. İleri görüşü olacakları yansıtmış olsada insanların değişebileceği gerçeğini hem Aleon'da hem Güneş'in kızında görmüştü.

Çadıra girdiğinde toplanmış komutanları ve Daki'yi gördü. Gözlerini kısıp etraftaki gerginliğin sebebini öğrenmek istedi. Ancak açılmış harita herşeyi gösteriyordu. Bir tarafta yığılı birlikler diğer tarafta Madenlerin olduğu kanyonda sıkışıp kalmış insanlar vardı.

''Sabah gelen gözcüler birliğin çok büyük olduğunu ve başında iki Seron generali ile general Byega olduğunu söyledi. Aşağı yukarı on bin askerden söz ettiler. Yakılan ocakların sayısı ve her ocak için on asker koymuşlar. On bin kadar askerle mücadele etmek çok zor olacak.'' demişti Grave. Daki kaşlarını çatmıştı. On binden fazla askerle UngurPan'da yüzleştiğinde onları alt etmek zordu. Alan geniş ve savaşacak çok adamları vardı. Ancak bu sefer durum çok kritik.

''Yaklaşık dört yüz kadar Kara Kurt ve binicisi olduğu söylendi.'' diye devam etti Grave. Kuwala bunu duyunca oraya doğru hızla bir kaç adım attı.

''Kanyonun önündeki kapı ne kadar dayanıklı?'' demişti. Toprağı yükselterek taşlaştırdıkları kapı bu kuvvetin yüklenmesine dayanamazdı. Daki kapıyı görmüştü. Efsunla korunuyor olmasına rağmen fazla dayanamaz on bin askerlik birlik karşısında. Kuwala yaklaşıp birliklerin dar boğaza giriş düzenine baktı. Ardından gülümsedi.

''Bu işi...'' Daki onun konuşmasına müsaade etmeden birden susturdu.

''Bu savaşta yer almayacaksın. '' demişti. Kuwala birden başını öne doğru eğip onu selamladı.

''Elbette. Arzun bu ise savaşmam. Ama savaşacak olanlara yardım ederim. Bu sefer bir mahzende oturup birilerinin ölmesini beklemeyeceğim. Ayezi bile ön görüşünde yanılmış iken artık bana yazılı kaderden söz edildiğinde elimi kolumu bağlayıp oturmayacağım Daki!'' dedi. Daki onu baştan aşağı süzdü. Kanlı önlüğü, dağınık saçları ile ışıldayan gözleri. Savaşta yer alan bir savaşçı gibi değildi o. Daha çok savaştan birilerini kurtarmaya çabalayan bir hekime benziyordu. Onu savaşmaya zorlamak ve savaşçı yapmak ruhunu çürütüyordu.

''Yaşatabildiğin kadarını yaşat!'' demişti. Kuwala gülümseyip masaya bakıp herkesi başı ile selamladı.

''Öldürebildiğin kadarını öldür!'' deyip çıktı. Dünyanın dengesini temsil eden bu sözleri onlara Darta öğretmişti. Asla bir taraf kazanmazdı. Her zaman iki tarafta kaybederdi. İkisinin ruhlarının zıtlığının bir bütünlük oluşturduğunu söylemişti. Birisi yaşamı taşırken diğeri ölümü taşıyordu. Siyah ve beyazın ihtişamlı ahengi ile kutsanmışlardı. Birbirlerinin görevlerini almadıkları sürece bu ahenk dağılmayacaktı.

Dışarı çıkıp kazanlardaki ilaçları kontrol etti ve hastalar ile ilgilenmeye başladı. Hasta sayısı çoktu. Muhafızlardan hasta olanlarda vardı. Onları ayağa kaldırmak için daha çok çabalamaları gerekiyordu. Efsuncu olanlar savaş onların kapısını tırmalamaya başladığında işe yarayacak ve hayat kurtaracaktı. Öğlene kadar ilaçları dağıtıp tedaviler ile ilgilenmeye devam ettiler. Kuwala öğlene doğru yorgunca oturdu. Ona bir kase çorba getirmişlerdi. Kuwala çorbanın tadını umursamadan üfleyerek kasenin kenarından içmeye başladı. Elleri üşümüştü ve hala bandajları değiştirmemişti. Açık yara yoktu ama tırnak uçlarının morluğunu görmek hoşuna gitmiyordu. Bir kaç haftaya düzeleceğini umuyordu. Etraftaki kalabalığı izlemeye başladı. Öksürük sesleri mırıltılar kulaklarını doldurmaya başlamıştı. Uzaktan gelen ayak seslerini bastıran bu sesin ona huzur vermesinden rahatsız oluyordu. Yanına gelip oturan Daki'nin uzattığı ekmeği aldı ve ısırıp çorbadan üstüne biraz içti. Bir süre sessizce yan yana oturdular. Sessizlikleri yemekleri bitene kadar sürdü.

''Tekrar hasta olma!'' Daki bunu durgun bir ifade ile söylemişti. Kuwala ona göz ucuyla baktı. Çenesinin keskin çıkıntıları kirli sakalın da bile kaybolmuyor. Kaşları çatılmış yeşil gözleri gölgelenmişti. Dudakları zarf bir çizgi oluşturarak kapanmıştı.

''Bir insana karşı zaafının olması insanı zayıflatır diyorlar. Ama bu beni daha güçlü yapıyor.'' Kuwala bunu söylerken gözlerini Daki'den ayırmadı. Daki elindeki son ekmek parçasını ağzına atıp yavaş yavaş çiğneyip kazan başında sıraya girmiş olanlara dikmişti. Matarasından su içip koluyla ağzının kenarını sildi.

''O lafı kim dediyse hiç aşık olmamış ve hiç sevmemiş! Sevildiğini sevdiğini sanmış ve kullanılmış. Biz öyle değiliz.'' başını çevirip Kuwala'yı baştan aşağıya süzdü.

''Zaafın değilim senin. Sende benim zaafım değilsin. Biz birbirini özgür kılmayı başarmış ve birbirine bağlı iki insanız. Birisine kendini zincirleyip arkasından sürüklenen kişilerden değiliz.'' Kuwala ona bakıp tebessümle gülümsedi. Bir gün Daki ve ya o ölecekti ama geçen her dakika ikisinin ölümsüz masal kahramanları gibi birbirlerine daha çok aşık olmalarını sağlıyordu. Kuwala uzanıp onun kolunu tuttu. Hafif bir tebessüm ile ona baktı ve utançla gözlerini geri yere dikti.

''Bana bambaşka bir hayat ve bunca güzel duyguyu verdiğin için asla pişman değilim. Bu süre içinde sakın bir şeye bağlanıp ruhunu köleleştirme. Özgür olduğumuz sürece sen ve ben hep bir şekilde bir araya geleceğiz. '' dedi. Daki gülümseyip başını salladı.

Naseen onların konuşmasına kulak misafiri olmuştu. Elindeki yemek kabını bir kenarı bırakıp madenlerin ufak girişine yürüdü. Oraya taşıdığı Helyan Kea'nın uyanması için bekliyordu. Kendinden geçmiş bu adamın bir şeyler yapacağından çekindiği için getirdiği iple ellerini ve ayaklarını bağlamaya başladı. Ellerini bağlamak için yaklaştığında Helyan Kea gözlerini açmıştı. Naseen onun uyandığını gördüğünde panikledi ama bir şey yapamadı. Hatırladığı son şey ona bakan yeşil gözlerdi. Gözlerini açtığında elleri ve kolları bağlı şekilde kendini bulacağını hiç beklemezdi.

''Bir kaç saattir uyanmanı bekliyorum. Kimsin ve buraya nasıl getirildim?'' demişti Helyan Kea. Naseen ona baktı ve gözlerini kıstı. Uzaktan Daki'yi andıran bu adamın Kuwala'nın söz ettiği kişi olma olasılığı çok fazlaydı. ''Helyan Kea!'' demişti. Bunu duyunca karşısındaki adam şaşkınlıkla ona baktı.

''Adımı nereden biliyorsun?'' dedi. Naseen ona bakıp derin bir iç çekti.

''Rahom Kuwala ve efendi Daki dışarıda. Senden haberi olan sadece Rahom. Buradan gitmen gerek. Öldürmeye karşısım. Özellikle muhtaç şekilde kapıma getirilmiş olanları. Beni böylece bırakıp kaç git. Tilki deliğinden çıkarsan seni kimse görmez. Ordunun yanına dönebilirsin. '' dedi.  Helyan Kea etrafına bakındı. Kılıcını aradı gözleri. Ardından bacakları titreyerek duvara yaslandı.

''Kardeşimden kaçmayacağım.'' dedi. Naseen ona bakıyordu. Acı çeken bu adam için üzülüyordu. Başını öne doğru eğdi. ''Yaşamanı istemiyor Rahom. Seni öldürmemi söyledi. Bu yapmayacağım. Kaçıp gidebilirsin. Kardeş kanı...''

''Kardeşim beni öldürmeyecek. Bir Kzueyli ne hakla biz iki güneyli kardeşin bağını sorgulayıp hüküm veriyor!''

Naseen endişe ile etrafa bakındı. ''Sesini alçak tutmazsan öleceksin. Bus efer seni ağabeyim Grave öldürür.'' dedi. Helyan Kea karşısında bağladığı adama bir süre baktı ve başını iki yana salladı.

''Yaraların var. Yalnız başında değil bedeninde de var! Onları sana kim yaptı?'' dedi. Helyan Kea bir an duraksayıp düğmeleri açık cübbesinin ardında gözüken karnına baktı. Bu ufak yaraların sebebi karşılaştığı Bakren askerlerinin bıraktığı izlerdi. General Byega ile karşılaşmamış olsaydı öleceğini biliyordu. Bir süre cevap vermeden öylece bekledi.

''Sen serbest bırakacağım ama burada klamam gerek. Oraya dönmek için erken!'' dedi. Naseen ona bakıyordu. Helyan Kea derin bir nefes aldı. ''Rahom kötü birisi. Kardeşimin aklını yıkadı. Bizleri zehirliyor. Onun kanınd agölgeler var. Kardeşimi ve sizi onun elinden alacağım.'' demişti. Naseen ona bakıp kaldı. Rahomun Melez Piçi savunması ve iyi kötü hakkında konuşması aklına geldi. Gerçekten bu Ung Prensi doğruları söylüyro olabilirdi. Rahom kötü ise bu durumda yanlış tarafta savaşıyrolardı.

''Ordumu Akela kadınları ile anlaşıp yok ettiler ve bu yara izlerini kendi kardeşime yaptırdı. Onun elinden sizleri ve kardeşimi kurtarmalıyım. Ama önce direncimi toplamam gerek!'' dedi. Dolmuş gözlerini Naseen'e dikti. Onun zayıf ruhunu yakalamıştı ve şimdi onu bırakmayacaktı. Ungların flamasında kartal pençesinde bir yılan vardı eskiden. Savaştıkları kaos ve şeytanların efendisini temsil eden yılan Akela kadınlarının yılanı gibi beyaz değildi. Kırmızı v eöfkeli bir yılandı. Kartal olan Ungların öldürdüğü yılan aslında hep onlarla yaşayan ve yumurtalarını gizlice yiyen dostları sandıkları yılandı. Helyan Kea'nın gözlerindeki yeşil renk kızıla doğru kayıyordu adeta Naseen'in kollarını bağladığı ipi çözerken.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi İki: Kartal Pençesindeki Yılanın Masalı

 

''Bir masal anlatılır Ung diyarında. Uzun soluklu ve pek çirkin bir masaldır. Masalın baş kahramanı Tesna'nın tohumları taşıması için yarattığı Kartallar ve o tohumları yiyen kızıl yılan ile alakalı.'' Karşısında oturan Kuwala ateşe dikmişti gözlerini. Etrafı saran kan kokusu ve dayanılmaz dışkı kokusuna rağmen oraya oturmuştu. Daki onabaktı. Yorgunca güldü. Yüzündeki gülümseme o kadar yorgundu ki Kuwala dolmuş gözlerini kapadı ve başını öne doğru eğdi.

''Bir gün kartallar yuvalarındaki yumrutaların zamanla eksildiğini fark eder. Yalnız kartalların değil insanlarında yavruları kaybolur olmuş. O kadar çok çocuk ve yumurta kaybolmuş ki kartallar ve insanlar korkmaya başlamış. Gün batarken kartallar yumurtaları üstünden kalkmaz, insanlar kapılarını açmaz olmuş. Bunun öncesinde olanlar ise o yavruların kaybolmasının nedeni imiş. Tesna derin uykusuna dalıp Güneyi kurtarması için gelen Kaosun tanrısı o zamanlar kaos olarak bilinmez imiş. Tıpkı Londaga gibi yaratmak ve yeniden üretmek için gelmiş Güneye. Ama insanlar onun yarattıklarına saygı göstermez olmuş. Diktiği ağaçları kesip kendi evleri yapmaya başlamışlar. Yere gömdüğü tohumları çıkarıp yemişler ve yetmemiş toprak için kavgaya tutuşmuşlar. Adı Daki olan bu tanrı bir gün canına tak edip sinirlenmiş. Sinirle nehrin kenarında otururken yakut gibi parlayan bir kızıl yılanın kayalıklarda dolandığını görmüş. Kaosun tanrısı ona sormuş 'neden ağlıyorsun?'' diye. Yılan cevap vermeye çekinmemiş. Ona doğru sokulup nehre bakmış ve konuşmaya başlamış. 'Kartallar benim yavrularımı kendi yavrularına yem yapmak için pençelerine takıp götürdü. Onları kurtarmaya gittim.' demiş. Kaosun tanrısı onun üstündekinin kan olduğunu anladığında üzülmüş ve kartalların ona zarar verdiğini düşünmüş. Kartallar değil insanlar taşla onu kovalarken her yerini yara bere içinde bırakmış. Kaosun tanrısı onun bu haline daha bir üzülüp iyice sinirlenmiş  insanlara ve yılanı alıp boynuna dolamış. 'ne istersen yaparım. Yeter artık!' demiş. Kaosun tanrısı öyle sinirli imiş ki doğruyu yanlışı göremez olmuş. O sinirle insanları yemeye çalışırken kana bulanmış yılanın yalanına inanıp boynuna dolamış.Yılan ona tıslayıp fısıldadıkça öfkesi artmış ve yılana önce tatlı bir ses vermiş. Bu ses sayesinde karşısındakine ne mırıldanırsa o yapabilir hale gelmiş. Daha sonra dikkat çeken kırmızı bir zırhlı pul vermiş. Bakanın aklını başından alacak kadar cazibeli ve istek uyandıran bu pullar sayesinde karşısına çıkan ondan gözlerini almayacakmış. Ardından herşeyi unutmalarını sağlamak için bir çift kırmızı göz vermiş. O gözlere bakan adını bile unutmaya mahkum olacakmış. Yılanı boynundan indirip toprağa koymuş ve gidip yavrularını bulmasını söylemiş. Yılan onu kandırdığını anlayıp sahte bir gülümseme ve minnetle ayrılıp gitmiş. O günden sonra kartalların ve insanların yavrularını yer olmuş. Kaosun tanrısı bir gün insanların bir yılanı kovaladığını görüp oraya koşmuş. Kartallar ise yılanı pençelerinin arasına alıp göğe yükselip yere atıyormuş. Kızıl yılanın olduğunu görünce öfke ile bağırıp onları durdurmuş. Yılan korku ile Kaosun tanrısının boynuna dolanmış. Ağıtlar içinde yara bere içindeymiş. Bir adam onun yavrusunu çaldığını görünce üstüne atlamış ve hem kartalları hem insanları çağırmış. Yılanı hep bir elden parça parça etmek için çabalamaya başlamışlarken tanrı gelip onları azarlayınca adam sinirle üstüne yürümüş tanrının. 'sen bu yılanın bizim ve kartalların yavrularını yediğini bilmez misin?' Kaosun tanrısı durup sinirle adam çıkışmış bu sefer; 'Kartallar ve sizde ona zarar verdiniz. Öcünü almak adaletti.' bu sefer bir kartal yere inip bağırmış. 'boynuna sarılan yılan erkek. Onun yavrusu olmaz. Biz yılan yavrusu kaçırmadık hiç. Bu yılan bizim yavrularımızı yedi bırak parçalayalım onu!' dediğinde Kaosun tanrısı kandırıldığını anlamıştı. Öyle sinirlenmişti ki yılanı boynundan tutup çekmeye çalışmıştı. Ama yılan onun boynuna dolanıp boğazını sıkar ve nefesini keser olmuştu. Kaosun tanrısını yere inen kartal kurtamak için atılınca pençesi ile tanrının boğazını çizmişti. Ama yılanı kaptığı gibi kayalara çarpıp kızıl kanı ile kayaları boyamıştı. O günden sonra Kaosun tanrısı hem insanlardan hem yılanlardan hem kartallardan nefret eder olmuştu. Küsmüş ve insanlar arasında dolaşırken hep onların kötülüğünden hayıflanır olmuştu. Boynunda kalan üç tırnak izi ise onun ayıbı olmuştu. Alay edilir hale gelmişti. Kaosun tanrısı o günden sonra aklını kaçırıp ateşi ile Güneyi yakmaya daha da yaklaşmıştı.'' Daki bunları söyleyip ellerini tuttuğu ateşin ateşinde dikilen Naseen'e baktı. Şakaklarına ellerini dayamış Kuwala ise dolu gözleri ile ateşe bakıyordu. Bugün birçok kişi ölmüş ve gece yarısı Seron boruları ve Bakren savaş boruları kapıda ötmüştü. Gün doğmaya yakındı. Kuwala o kadar bitkindi ki gözleri doluyordu. Daki'ye Helyan Kea'yı sormuştu. Onun ne yaptığını sormuştu. Daki ise onunla konuşmak istememişti. Kuwala onunla tartışmaya başlamıştı.

''İhanet etti ama kimse ölmedi. Onu affedersen belki düzelir.'' demişti. Naseen'in onu öldüremediğini ama bağladığını kendi gözleri ile görmüştü. Baygın yattığına inndırmışlardı. Kuwala bu yüzden Daki'yi yumuşatmak istiyordu. Yanıla bileceğini düşünüyordu.

''Affet onu! Hatalarından dolayı karşına çıkınca affetsen!''

''Yapamam. Bir kez yapan ikinci kez yapar ve üçüncü kez de yapacak! Ona tek bir şans verdim ve bir daha karşılaşırsak onu öldüreceğim.'' demişti. Kuwala bunun üzerine ona sert çıkışmıştı.

''Kindar olma! Kardeşsiniz siz. Ellerinde kardeş kanı olmamalı. Nedenini söyle. Çok mu büyük günahlar işledi?'' Daki onu sakince oturtmuştu karşısına. Ve masalı anlatmıştı. Şimdi ise Kuwala onun demek istediklerini anlıyordu ve Daki'nin kardeş katili olmasını engellemek bu yükün altında kalmasını engellemek için düşünüyordu.

''Bir yalancı kızıl yılana inanırsan ne kadar güçlü olursan ol onun kaosundan ve karmaşasından kaçamazsın. Artık doğru ile yanlış ayırt edilemez olur. O duruma gelirsem sevdiğim ve beni sevenleri kaybederim. Ben seni kaybetmeyi göze alamam. Bu yüzden onu...''

''Tamam! Devamını duymak istemiyorum.'' demişti Kuwala ayağa kalkıp. Bunun sebebi gibi gösterilmek istemiyordu. Derin bir nefes aldı ve yanaklarını avuç içleri ile kurulayıp yürümeye başladı. Naseen ile göz göze gelmekten kaçındı. Daki'nin kendini zorlaması ve kardeşinin canına kıymasını istemiyordu. Onun yerine Helyan Kea'yı öldürebileceğini biliyordu. Naseen onun yanına doğru sokuldu.

''Efendi Kuwala merak etmeyin sizi zor durumda bırakmayacağım.'' demişti. Yılan tarafından zehirlenen ne kadar güçlü olursa olsun onun yalanlarına karşı direnemezdi. Gözyaşları nasıl Kaosun Tanrısını kandırdı ise şimdi de Bakrenli ve özgürlükçü savaşçıyı kandırıyordu. Kendi halkının yaptıklarından utanan bu kaosun içinde kalmış ve yalnızlığa mahkum edildiğini düşünen adamı kandırıyordu. Kuwala onu nazikçe omzundan tutup kendine doğru çekti.

''Bir süre bana çok yaklaşma. Ne yapacağımı düşünmem gerek. Gidip hastaları kontrol et!'' demişti. Naseen onun gitmesi ile yüzünde bir tiksinti oluşup geri içeri döndü. Dönerken ağabeyi Grave onu yakalamıştı. ''Uyanmadı mı tutsağımız? Rahoma ve Daki'ye söz etme diye tembihledin. Öldürülür dedin. Hala kendine gelemedi mi zayıf herif?'' diye çıkıştı. Naseen usta bir yalancı değildi ama yalan söylemek istediğinde açık vermezdi.

''Henüz değil! Biraz su içirmeye çalışacağım. Sorularımıza cevap vermesi gerekiyorsa su içmeli!'' dedi. Grave kardeşinin bir şeyler çevirdiğini düşünmedi. Ona güvenirdi.

''Ordu kapımıza dayandı. Ne zaman saldırırlar bilmiyorum ama bu herife pekte ihtiyacımız kalmayacak gibi. Onu kapıdan aşağı atabilirim. Uyanmasını sağla!'' deyip çekip gitti. Naseen içeri döndüğünde yatakta yatan ve etrafa bakan Helyan Kea'nın yanına yaklaştı. Su kabını ona uzattı.

''Rahom gerçekten yalan söylüyor gibi. Kardeşine seni öldürmesi için adeta yalvardı. Onu zehirliyor. Uzun uzun konuştular ve kızıl yılan masalı diye bir şey duydum. Bir yılan bir tanrıyı kandırmış.'' dedi. Helyan Kea doğruldu. Biraz su içip güldü.

''Yılan tanrıyı kandırdı. Doğru ama tanrıyı kandıran yılan ben değilim. O kişi...''

''Rahom Kuwala! İyilik saçtığını sandığı o sahte bakışları ve yalan dolu sözcükleri ile sahte gözyaşları beni sinirlendiriyor. Senin onun karşısına dikilip bir şeyleri anlatman gerek. Kardeşinin sana inanacağını söyledin.'' dedi. Helyan Kea güçsüzce kabı ona uzattı.

''Kardeşim çok güçlü bir savaşçı ve onun karşısına dikilirken kollarım güçlü olmazsa delirip canımıza kast edebilir. Bir gece daha. Bir gece daha dinlenmem gerek. Yarın gece onunla yüzleşip Rahomun nasıl bir yalancı olduğunu ona anlatacağım. Bana biraz yiyecek verir misin? Kılıcımı getirebilirsen sevinirim birde. Daki güçlü bir savaşçı! Onu bir yere oturtup dinlemesini sağlamam gerek.'' dedi. Naseen başını eğip kaşlarını çattı. ''Sizin için Beyaz Gelincik özü getireceğim. Bu sayede güçleneceksiniz. Gidip çiğnemeniz için yaprak alacağım.'' dedi.

Naseen o gece Helyan Kea için yaprak çalmıştı. Kuwala'nın kesesinden çaldığı yaprakları onun için demlemiş ve çiğnemesi içinde biraz ayırmıştı. Bedeni ve zihni güçlensin istiyordu.

O gece Kuwala ve Daki konuşmadı bir daha. Kuwala onun üstüne gitmek istemiyordu. Bu konun nereden patlak verdiğinin cevabını vermekten kaçınıyordu. Fakat uyku girmiyordu gözüne. Bir ara sessizce dışarı çıktı. Muhafızlar kapının üstündeki setten aşağıdaki büyük orduyu izliyordu. Onların yanına gitti. Grave yanlarındaydı. Kuwala onun yanına doğru sokuldu. Set oldukça sağlamdı ve okçu birliklerini oraya yerleştirmişlerdi.

''Daki'yi gördünüz mü Komutan Grave?'' dedi. Grave aşağıya bakıyordu.

''Bir şeylere sinirlenmiş halde madenlerin önünde dolaşıyordu Efendim.'' dedi. Kuwala başını çevirip madenlerin girişinin olduğu kanyonun sonuna doğru baktı. Ardından Grave'ye geri döndü.

''Sana birşey sormak istiyorum. Kardeşin seni aldatmış ev yalan söyleyip ihanet etmiş olsaydı onu affeder ve onun doğruya gitmesi için çabalar mıydın?'' Grave bir an duraksadı. Kuwala ve Daki'nin sıkı dostlar ve kardeş gibi olduklarını düşünüyorlardı. Askerler arasında böyle kardeş bağları olduğuna şahit olmuştu. İkisinin kavga ettiğini düşündü.

''Ben mi? Bir çok kardeşim bir çok hata yaptı ama hatalarından geri döndüler. Onlar af dilemiş iken onları affetmemek bir ağabeyin en büyük aptallığı olur.'' dedi. Kuwala birden durgunlaştı. Başını yukarı doğru kaldırdı. Sakince nefes aldı ve nefesini verirken ağzından çıkan sıcak buhar soğuk havayla temas ettiğinde dumanlar çıktı. Gök yüzü sislenmiş gibi geldi ona. Yıldızlar durgunlaşmıştı.

''Daki bana daima insanların yüklerini taşımak için birilerine ihtiyaçları olduklarını söyledi. Bizi asla umursamayıp sadece gücümüzden faydalanmak istediklerini söyledi. Beni sadece kendilerine bir kılıç yapmak için istediklerini söyledi. Onun yanılmasını asla istemezdim ama bu konuda yanılsın istedim. Ama yanılmıyor. İnsanlar çok bencil Komutan Grave. Kardeşinde onlardan birisi ve kendi vicdanı için binlerce yaşamı ve sevgili Daki'yi riske atıyor. Eğer o senden af dilerse bir gün onu affetme. Ona cezasını ver ki gerçek hayatın ne olduğunu görsün.'' dedi. Başını eğip aşağıdaki yüzlerce yanan ocak ateşine baktı. Düşman dinleniyor ve planlıyordu. Bir şeyi bekliyordu.

''Size karşı bir kusuru mu oldu?'' Grave gergin sesi ile konuşmaya başlamıştı.

''Olmadı!''

''Peki, Daki'yi kızdıracak bir şey mi oldu?''

''Sanırım olmadı!''

''Onu neden affetmemem gerektiğini bu gece gelip bana söylüyorsunuz?''

''Çünkü o yanlış yolda. O bir yılanın zehri tarafından yavaş yavaş zehirleniyor gibi. Gözleri o ilk gördüğüm ışıktan uzakta. Bu zehri ona ben mi verdim yoksa davetsiz bir misafir mi bilmiyorum. Kimseye soramıyorum çünkü kardeş kanı dökülsün istemiyorum. ''

''Dediklerinizi anlamıyorum Efendi Kuwala!''

''Umarım hiç birimiz anlamayız dediklerimi. Sadece bir gece zırvalanmış bir kaç kelime olarak kalır.''

Kuwala bunu dilemişti ancak kader ondan aksi yönde ilerlemeyi kendine huy haline getirmişti. Uykusuz ve etrafta yürüyerek geçirdiği günün sabahı sonunda Daki'nin yanına doğru yürüme cesareti göstermişti. Etrafta gergin bir bekleyiş vardı. Eskisi kadar kanyon hareketli ve sesli değildi. Ölülerden saklanırcasına sessizdi herkes. Bir fısıltı bile ölüleri diriltecek gibi sessiz... sur sayılan kapının ardında bekleyen orduyu kandırmaya çabalar gibi sessiz...

Kuwala bu sessizlikte ihtiyaç duyduğu sesi duymaya gitmişti. Ancak kılıcını bileyen bir adam bulmuştu. Sessizce kaşlarını çatmış kılıcını bileyen adam ile konuşamadı. Elindeki duru çorba ile yanına oturdu. Ona doğru uzattı. Almasını bekledi. Bekledi ve en sonunda çorbayı nazikçe yanına koydu. Bileme taşının çelik üstünde çıkardığı gıcırtı bugün ona sinir bozucu geliyor ve dişlerini kamaştırıyordu. İstikrarla aynı sesi dakikalarca çıkarmıştı Daki. Sonunda durması için Kuwala elini onun elinin üstüne atmıştı. O zaman kanyondaki son seste kesilmişti. Bir nefes sesi bile duyamıyor gibiydiler. Kartala ölü taklidi yapan tarla farelerinden farksız durumda olduklarını bilmelerine rağmen deniyorlardı şanslarını.

''Bir gece olsun küs yatmayacağımızı söyledik. Dün gece uyumadım. Çünkü bana kızgınsın!'' Daki bunu duyunca elini çekip bileme taşını heybesine doğru attı. İleride bir kaç insan sessizce yemeğini yiyordu. Nöbet için gezen bir kaç muhafız önlerinden geçiyordu.

''Küskün değilim! Sadece düşünmeye ihtiyacım vardı.'' Sözcükler ağzından hızlı çıkmıştı.

''Helyan Kea...''

''Neden durduk yere ondan söz ediyorsun? Bir şey biliyorsun ve bunu bana çaktırmadan halletmeye çabalıyorsun. Benden bir şey saklaman beni kızdırıyor ve kafamı karıştırıyor.'' Daki ona doğru dönüp yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. Madenlerin ağzına yakındılar ve içeriden korkunç bir çürük et kokusu geliyordu burunlarına. Yanan ateşlerin isi bastıramamıştı kokuyu.

''Bir şey saklamıyorum. Sadece...''

''Seni tanıyorum. Yalan söylediğinde her zamanki gibi ellerini arkaya doğru çekiyorsun. Gözlerini özellikle gözlerime dikiyorsun. Bir şeyleri kontrol etmek ister gibi davranıyorsun yalan söylerken. Kuwala neler olduğunu bana anlatmazsan bu kızgınlık sürmeye devam edecek.'' Kuwala ona bir süre baktı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Küslük ve kızgınlık sürdükçe içinde oluşan üzüntü aklının düzgün çalışmasını engelleyecekti. Helyan Kea'nın burada olduğunu söylerse Daki bir kıyamet koparıp kardeşinin canına kıyabilir idi. . Cohin'in ona mahzende bahsettiği şeyler aklına gelmişti. Helyan Kea orduyu bilerek tuzağa doğru sürmüş ve bunu itiraf edercesine kaçmıştı. Şimdi karşılaşmaları Daki için büyük bir sarsıntı olurdu. Tek bir seçeneği kalıyordu. Helyan Kea'yı gizlice öldürüp cesedini madenlerdeki diğer cesetlerin yanına atar ve çürüyüp giderdi.

''Söylemiyorum! Sadece tedirginim. Helyan Kea oradaysa ve sen onunla karşılaşırsan ne yapacağını düşünüyorum. Kardeş kanı dökmek tanrıların bile cezalandırılmasına sebep olmuşken...'' Daki kaşlarını şiddetle çatmıştı. O kadar çok çatmıştı ki adeta alnında derin bir yarık oluşmuştu.

''Daha fazla buna devam etmeyeceğim. Ne olduğunu anlatacağın zaman konuşmaya devam edelim.'' dedi. Ayağa kalktı. Tam gidecekken durup arkaya doğru döndü.

''Yemeğini ye!'' demişti. Kuwala içine düşen üzüntü ile dizlerini göğsüne doğru çekti. Buraya neden getirildiklerini düşünüyordu. Daki'nin kardeşi ile hesaplaşması için olamazdı. Seron ve Bakren kuvvetlerine karşı insanları korumak için olmalıydı. Helyan Kea'yı öldürmek onun üstüne vazife değildi ve ona bu kadar savunmasızca saldırmak... Yapamayacağını biliyordu. Bir soluk verdi ve çenesi titredi. Kendi kendini boğuyor ve bundan nasıl eline yüzüne bulaştırmadan kurtulacağını düşünüyordu. Daki'ye onu koruyacağı sözünü vermiş ama bunda bir türlü başarılı olamadığını düşünüyordu. Titreyen çenesi ve akan gözyaşlarını saklamak için ayaklanıp madenlerin içine doğru girdi. İçeri doğru girdikçe ağırlaşan ceset kokusu ve orada hala konaklayanları gördükçe midesine kramplar giriyordu. İnsanlar onu görünce selamlıyordu. Birçoğu iyileşiyordu.

...

Kafasını dağıtmanın bir yolunu bulmuştu. Cesetleri dışarı doğru çektirmeye başlamıştı. Bir kaç kişiyi de bu işe davet etmiş ve birden bir ekip kurmuştu. İçerde kokmaya ve çürümeye başlamış ceset yığınlarını tilki inine yakın yere çekiyordu. Kanyonun sonundaki bu yerde onları topluyor ve düzgünce dizdiriyordu. Onlarca hatta yüzlerce ceset vardı içeride. Akşam olana kadar onları çekmekle uğraşmıştı. Yakacak odunları yoktu ama Bakren muhafızı olan ateşli kılıçları olan adamlar vardı. Biraz alkolleri sayesinde bu yığını ateşe verip kısa bir ayin düzenleyebilirlerdi. Bu sayede hem kendi dikkatini hemde korku içindeki insanların dikkatini dağıtmış olabileceğine inandı. Ateşin yakılması için son hazırlıklar yapılmıştı. Kuwala insanları bir araya toplamıştı. Herkes oradaydı sadece muhafızlar görev yerlerinde idi. Ateş yakılmadan önce en yaşlı olan konuştu. Gelenekleri böyleydi.

''Tanrılar onları kutsasın ve huzur buldursun.'' demişti. İnsanların ölülerini yakmama sebebi kabul etmemiş oluşlarıydı. Ateş ve yer bahaneydi. Ama şimdi hepsi onlara son vedalarını edecekti. Kuwala onlarla beraber bu ayinde yer almıştı. Dizleri üstünde onlarla dua etmeye başlamış ve yanan ateşle beraber ayağa kalkmıştı. Yanık et kokusu çürük et kokusundan daha iyiydi. Hatta aç olan bazı kişiler için iştah açıcı bile gelmişti. İnsan özünde bir vahşi hayvandı ve kendini kontrol edemediği yanları vardı. Aç kaldığında çocuklarını dahi yiyebilecek kadar vahşiydiler. Kontrolden çıkacak olan bu yerde ateş yanmaya devam ederken birden bir çığlık kopmuştu. Ateşin bir yerinde bir kavga çıkmıştı. Yanmış bir uzvul birisi tarafından alınmış ve bir kaç kişi bir grupla kavgaya girişmişti.

''Neler oluyor?'' Kuwala oraya doğru gidince karşısına ilk çıkan kişi ile konuşmuştu.

''Ölüleri yemekten söz ediyorlar!'' Kuwala daha fazlasını duymamıştı. Birileri yanmış et kokusu ile yenebileceğini düşündüğü ölülerin ateşten uzvullarını çalmaya çalışıyor ve birileri tartışıyordu. Dikkat dağıtmak daha çok aç ve saldırgan olan bu insanların daha da saldırgan ve aç hissetmelerine sebep olmuştu. Tartışma o kadar büyümüştü ki muhafız birliği oraya doğru gelmiş ve kokunun tıpkı pişmiş yaban geyiği eti gibi koktuğundan söz etmişlerdi. İnsanları durdurmaya kalkışmışlar ama sert tepkiler ve sesler yükselince vaz geçmişlerdi. Ateşten kaçırılan parçalar başka ufak ateşlerde pişiriliyordu. Kuwala etrafta dolanırken ağıtlar yakan ve onlara aldırmadan insan eti yiyenlere bakıp kaldı. Ruhları gökyüzüne henüz ulaşmamış bu insanların bedenlerini av hayvanı eti gibi tüketiyorlar ve bunu yerken mutluydular. Kahin Sohow insanların açlıktan birbirlerini yediğini söylediğinde abartılı bulmuştu. Tapınakta bolca yemek vardı ve açlığın bu kadar şiddetli olabileceğini düşünmemişti. Korku dolu gözlerle etrafta dolaşmaya başlamıştı. Birden başlayan bu kıyameti andıran ortamda gözleri doluyor ve ne yapacağını bilmeden kargaşadan çıkmak için kaçınmaya çabalıyordu.

O sırada Helyan Kea harekete geçmek için tam zamanı olduğunu düşünmüştü. Yataktan doğruldu. Kuşağını sağlamca bağlamaya başladı. Saçlarını geriye doğru toplarken gülümsemişti.

''Akşam yemeği lezzetli kokuyor! Ne yiyorlar? Av iyi geçmiş olmalı!''

''İnsan yiyorlar. Rahom cenaze düzenlemek istedi ama eline yüzüne bulaştırdı.''

''Birbirinizi mi yemeye başladınız. Bakren bu hale düşer miydi?''

''Kuzey bu hale düştü çünkü Rahom sadece kaos getirdi.''

''Buna son vereceğim. Onu sizin için öldüreceğim. Kardeşimi kurtarmak için bunu yapacağım.'' dedi. Naseen kaşlarını çatıp başını sallamıştı. Helyan Kea'nın Rahomu öldürmesini doğru bulmuyordu ama bunu yapması gerektiğine inanıyordu. Ona kötü olmasını emreden bir rahomun iyilik getireceğini düşünmüyordu. Gece yanan büyük ateşin etrafında eşlerini, çocuklarını ve dostlarını yiyen insanların üzerinde salınmaya devam ederken Kuwala bu kaostan bunalmıştı. Onu boğan kokudan kaçmak ister gibi madenlerin içine doğru yürümüştü. İnsanların birbirini yemesi gerçeğini kaldıramıyordu. Ağıtların ve ağız şapırtılarının kulaklarında çınlamasından duyduğu rahatsızlık ile ellerini kulaklarına götürmüştü.

''Nasıl yapacaksın?''

''Önce gidip Daki'yi bulmam gerek. Kapının olduğu yere kadar beni götürmen gerek!''

''Oraya ulaşmak zor olacak! Çok muhafız var!''

''Dikkatlerini dağıtmalısın. Tarih seni unutmayacak kuzeyli dostum. Tarih senin yaptığın iyiliği asla unutmayacak.'' demişti Helyan Kea. Naseen dışarı çıkmıştı. bir kargaşa lazımdı. Ve bunu sağlamanın tek yolu ateşi söndürmeye çalışmak olacaktı. Eline aldığı büyük fıçı ile ateşe doğru yürüyordu. Bir hışımla ateşin üstüne suyu atıp bağırmıştı.

''Rahomun yaptığı bu hatayı düzelteceğiz. Muhafızlar ateşi söndürün!'' demişti. Bu kargaşayı çıkarmak için yakılan ilk fitil oldu. Ateşin üstüne dökülen sudan cesaret alanlar ailelerini yiyen insanlara öfkeli olanların kışkırtılmasına sebep olmuş ve insanlar birbirine girmişti. Çığlık sesleri bağırtılar ve ateşin çıtırtıları kanyonu sarmaya başladığında bir kaç kişi bağırmıştı.

''Destek gönderin!'' Surun etrafındaki askerler oraya doğru koşmuş ve kargaşayı bastırmaya çabalarken Helyan Kea dağın gölgesinde bir yılan gibi sürünerek kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Kapıyı sonuna kadar açtığında içeri girecek olan askerlere bir işaret göndermeliydi. Kenarda duran bir meşaleyi aldı eline. Karanlıkta bir kibrit ışığı gibi ilerleyen ateşi fark eden kişiler Grave ve Daki olmuştu. Aşağıdaki ateşin nereye gittiğine dikkat kesildiler. Kapıyı açmak için kurulan makaralı sisteme doğru yürüyordu.

''Kapının önüne adam mı yolladın?''

''Hayır! Genelde oraya yaklaşmak yasaktır.''

''Kim peki o?'' Daki bunu sorunca Grave'nin aklına tutsakları olan kişi geldi. Gözleri irileşti. Bileğinden ktırtı geldi. Merdivenlere doğru koşarken bağırmıştı.

''Durdurun onu!''

...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Üç:  Gecikmiş Özürler

Uzun ve yorucu geliyordu bu gece ona. Kalbine giren ağrının sebebi çoktu ama karanlığa döndüğü yüzünü ıslatan gözyaşlarının sebebinin Daki'nin ona kızgın olduğunu düşünmesiydi. İnsanlığın her türlü pisliğini kaldırabileceğini sanıyordu. Öldürmek ve yaşatmak bunlar insan doğasında olduğunu düşünüyordu. Şimdi ise insanları yiyen insanlar görüyordu. Bunlar onun için çok fazlaydı. Yapmaya çalıştığı her şey yavaş yavaş yıkılıp gidiyor gibi hissediyordu. En başa dönmek istedi. Bir an için herşeyin başladığı o anda veranda da olmak istedi ve titreyen dizlerine engel olup Daki'nin elini tutup ters yöne gitmek istedi. Bilmediği bu dünyada bilmediği ve anlam veremediği bir savaşın içindeydi. Cebinde taşıdığı el yazması ona yol gösterir sanmıştı, Ayezi onun için geleceği görüp iz sürer sanmıştı... Ama hiçbiri işe yaramıyor gibi hissediyordu.

Ellerini kulaklarına doğru götürdü. Gelen sesleri susturmak için çabaladı. Duvara doğru yaslanıp dışarıdan gelen ışıklara bakmaya başladı. Sesler o kulaklarına bastırdıkça artıyordu.

Çenesi titriyor. Bir çocuk gibi ağladığını fark ettiğinde kendinden utanmıştı. Büyümüştü ve sorumluluk sahibi olması gerekiyordu. Koruması gereken bir adam vardı ve bir ülke... Burada oturup çocuk gibi ağlamaktan uatnıyordu ama kendini durduramıyordu.

''Korkuyorum!'' demişti kendi kendine. Ağlamasının sebebinin bu olduğunu sindirmek için konuşmaya çabalıyordu.

''Efendim!'' Ses kulaklarında boğuktu ama ona seslenen birileri vardı ve bu ses giderek artıyordu. Titreyen çenesinden akan gözyaşlarını durdurması gerekiyordu. Oraya doğru birileri geliyordu ve onu bu halde görmemeleri gerekiyordu.

''Efendi Kuwala, Genç Efendi!'' Ses arttıkça göz yaşlarını silmek için ellerini kulaklarından çekti. Duvardaki boş gölgeleri izliyor gibi bakmaya başladı. Ve arkasından bağıranı duymuyor gibi davranmaya çalıştı. Koşan adamın nefes nefese sesi maden duvarlarında yankılandı. ''Efendi Kuwala!'' Kuwala bu sefer onu yeni duymuş gibi davranmaya karar vermişti. Ellerini arkasında birleştirdi. ''Hımm?'' demişti.

''Kapıda bir şeyler oluyor. Efendi Daki ve Komutan Grave orada! Bir yabancı var! Oraya gitmemiz gerekiyor. Efendi Daki'nin kılıcını yaktığını görmüşler. Komutan Grave sizi çağırmamı istedi!'' Kuwala bunu duyunca bir an ona doğru dönmüştü. Saldırı mı başlamıştı? Yoksa Daki sonunda Helyan Kea ile karşılaşmış mıydı? Kötü bir şeyler olmadan oraya gitmesi gerekiyordu. Kaşlarını çatıp hızlı adımlarla maden çıkışına doğru yürümeye başladı. Adam onu takip ediyordu.

''Bir esir getirmiştik! Seron olduğunu düşündük. Bakrenlid eğildi. Onu konuşturmak için uyanmasını bekledik. Fakat Komutan Naseen'e bir şey yapıp kaçmış. ''

''Naseen nerede peki?''

''Bilmiyorum Efendi Kuwala! Onu araması için birilerini gönderdi Komutan Grave ama henüz ses yok. Etraf çok karışık. En son ateşe su dökerken görmüşler onu. Şimdi birden bire ortadan kayboldu. İnsanlar insanlar...'' Kuwala dışarı çıkınca şaşkınlık içinde kalmıştı. İnsanlar birbirleri ile dövüşüyordu. Etrafta kıyamet kopmuş gibiydi. Durgun geceyi yanan ateşler ve sesler hırçınlaştırıyordu adeta. Şaşkınlık içinde bakıp kaldı. Ne yapacağını bilmeden öylece madenlerin çıkışında kalmıştı. Adam kılıcını çekip elinden kaydırdı. Ateş kılıcı karmıştı. ''Sizi koruyacağım.'' demişti. Kuwala onlara bakıp kalamazdı. Kapıda bir şeyler ters gidiyordu ve oraya varmaz ise işlerin daha kötü hale geleceğini hissediyordu.

Kapının önünde sessiz bir gerginlik vardı. Meşaleler ışığında aydınlanan yüzün Helyan Kea'ya ait olduğunu gördüğünde Daki öylece kalmıştı. Adem elması bir kaç kez aşağı yukarı hareket etmiş ve sözcükler boğazına dizilmişti. Onun burada olacağı aklının ucuna bile gelmemişti. Kuwala'nın bunu biliyor olduğu düşüncesi ile titreyen eli gerilip kılıcının kabzasını sıkmaya başlamıştı. Sessizlik devam ederken Helyan Kea meşaleyi gergin kalın halata doğru yöneltti.

''Sakın!'' demişti titreyen bir sesle. Dişlerini o kadar şiddetli sıkıyordu ki çenesindeki bütün kaslar gerilmişti. Helyan Kea gülümsedi. Gözlerinde bomboş bir ifade vardı. O sakin ve durgun asil yüzünü takınmıştı.

''Korkma küçük kardeşim! Burada daha konuşmamız bitmeden bu halatı yakacak değilim. O kadar bencil değilim.'' demişti. Grave bir an şaşkınlıkla Daki'ye döndü. Seron olduğunu düşündükleri adamın Daki'ye kardeşim diye seslenmesine bir o değil muhafzılarda şaşırmıştı. Daki kılıcının kabzasını daha sıkı kavradı.

''Karşıma çıktığında seni öldüreceğimi söylemiştim. İhanetlerinin ardı arkası kesilmeyecek mi?'' Helyan Kea gülümseyerek ona baktı. Başını iki yana salladı.

''İhanet mi? Bu yaptığım ihanet değil ittifaklarımıza yardım. Asıl hainin sen ve Aleon olduğu gerçeğini UngurPan ve meclis öğrendiğinde...''

''Meclise anlatacakların nasıl askerleri ölüme doğru sürdüğün olmalı ve adamlarımı!''

''Meclis beni dinleyecek ve kararı senin bir Rahomun peşinde koşan aklını kaybetmiş prens olduğun kanısına vardığında cezanı kabul etmen gerekecek. ''

''...''

''Bana öyle çocuk gibi bakma! Yetkin bir hitabım var ve insanların aklına yatacak şeyleri söylemede başarılı bir adamım. Burada verdiğiniz savaşı kazanacağına inandın mı? Buna bir çocuk gibi inandım mı?'' Kahkahası etrafı sarmıştı. Beyaz dişleri ve kızıla doğru dönmüş yeşil gözleri alevlerin ışığında parlıyordu. ''Kaybedeceksiniz ve bir şansın var kardeşim, gel ve yanımda dur bu sayede yaptığın her şeyi unutayım. Aleon'u affedeceğim gibi senide affedeceğim.'' gülümsemesi bir anda yüzünden silindi.

''Helyan Kea!'' Kuwala'nın sesi yankılanmıştı. Sesi yankılanmıştı kanyonda. Gözlerinin gri rengi ay gibi ışıldıyordu çatık kaşları altında.

''Benim topraklarımda sen kimsin ki birilerini tehdit ediyorsun?'' Cübbesi savrulmuştu. Helyan Kea güldü. Ona bakıp kaşlarını kaldırdı. Omuz silkip meşaleyi hafifce halata doğru eğdi.

''Senin toprakların ha? Bir sene kadar önce kim olduğunu bilmeyen bir çocuk gelmiş bana burada emir veriyor. Güzel bir gece olacak gibi!'' dedi. Kuwala oraya doğru yürüyordu. Daki'yi rüzgar gibi geçti ve Helyan Kea ile arasında bir kaç metre kalınca durdu. ''Boynunu kırmam bir saniyemi almaz. Ama bunu istemiyorum. Teslim ol ve daha fazla kan döktürme!'' dedi. Helyan Kea başını yavaşça iki yana salladı.

''Bir laf vardır UngurPan'da biliyor musun?''

''...''

''Ölüm sessizdir. Sen çok konuşuyorsun. Yapacak olsan adımı haykırmadan yapardın. Ama yapamıyorsun!'' dedi. Ellerine dikti gözlerini. Kuwala sargılı parmakların baktı. Bir süre buzu kontrol etmeyecekti, edemeyecek idi. Parmakları daha fazla morarması ve kangren olmasından korktuğu için bunu yapamıyordu. Helyan Kea onun bu zayıflığını anlayacak kadar zeki bir adamdı.

''Bunu yapamayacaksın! Kardeşim ile arama girme ve zayıflığının yükünü ona bindirmekten vaz geç! Onu tutsak ettin. Şimdi özgür kalması için izin vermelisin. Bu biraz olsun günahlarını hafifletecektir.'' Kuwala onun söyleidklerini soğuk bir ifade ile dinliyordu. Helyan Kea meşaleyi yavaşça elinde salladı. ''Gerçekten bir süre için eğlendiniz. Ama şimdi gözlerini aç ve bak! Senin topraklarında senin için savaşan insanlar birbirlerini yiyorlar. Kan ve açlıkla mücadele ediyorlar. Sen yumuşak yatağında yatarken onlar burada savaştı ve şimdi burada ölümlerine sebep olacaksın. Artık gerçeği gör Rahom Kuwala! Sandığın gibi savaşı kazanmıyorsun. Sadece insanların hayatlarını yok ediyorsun. Burada var olan düzeni alt üst etti varlığın.'' Gülümsüyordu. Kuwala onun yüzüne bakarken dolan gözlerini tutmak için avurtlarını ısırıyordu. ''Yok ediyorsun!'' Helyan Kea bunu keyif içinde tekrar etmişti. Kuwala titreyen dudaklarını kontrol etmek için birbirine öyle sıkı kapatmıştı ki... Tekrar açamayacağını sanıyordu.

''Yeter!'' yankılanan ses Daki'nin sesi olmuştu. Kaşları çatılmış ve yüzündeki damarlar şişmişti.

''Konuştuğun kişi Kuzeyin efendisi! Ona karşı böyle saygısızlık yaparak kendini daha fazla küçültme. Kelimelerin şuursuzca çıkıyor ağzından. İhanetin yetmez gibi saygısızlıkta yapıyorsun. Bunun sonucunda hayatta kalacağına inanan bir aptal olman senden utanmama sebep oluyor.'' kelimeler ve ses son bulduğunda arkadan gelen sese dönmüştü herkes.

''Kuzeyin sahibi değil o! O sadece bizi kaosa sürükledi. Şu halimize bakın. O adam bize yardım edecek. Rahom dediğiniz kişi Efendi Daki'nin aklını yıkadı. Onun ölmesi demek tanrıların öfkesini bastırmak demek.'' Naseen oraya doğru yürüyordu. Yüzünde is vardı. Sinirden burnundan soluyordu. Kuwala ona doğru çevirememişti başını. Naseen'in dediklerini duyduğunda kalbi durmuştu adeta. Duydukları gerçek olamayacak kadar saçma olmasına rağmen inanıyordu. Bunların sebebi olduğuna inanıyordu.

''Bana anlattı. Rahomun dirilişinden sonra kardeşini aklını kaçırıp onun kölesi gibi arkasında gidişini anlattı. Onu efsunlayıp kölesi gibi kullandığını ve bizlere yaptığını anlattı. Londaga'nın ruhunu taşımasına rağmen onun hala bir Rahom olduğunu unutmayalım. O deli! O gölgelerin kontrolünde bir ruh!'' Naseen ağabeyinin yanına gelmişti. Sözleri gibi duruşuda kendinden emindi.

''Onu öldürmek belkide biz Kuzeylilerin şu ana kadar yapacağı en doğru şey olacak. İkinci Kışlayı terk ettiği gib burayıda kapana kıstırıp terk edecek. O ve Melez Piç aslında Kuzeyden kanlarının intikamını alıyor. Bunu göremiyor musunuz?'' Etrafta dehşete düşmüş insanlar ve derin bir sessizlik vardı.

''Ne diyorsun sen?'' Grave kardeşinin kolunu tutmuştu. İnandıkları her şeyi yok eden kardeşini durdurmaya çalışıyordu.

''Doğru olanı yapacağım. Bana o adamı öldürmemi söyledi. İyi bir lider bunu istemezdi. Efendi Daki'yi uyaracağından korktuğu için bunu söyledi.'' sesi yankılandıkça daha bi özgüven ile konuşuyordu. Daki ağzı açık şaşkınlık içinde ona bakıyordu. Naseen gülmeye başlayınca Kuwala ona Helyan Kea'yı işaret etti. Titreyen sesi boğuktu.

''Ona bak!'' demişti. Eliyle işaret ettiği Helyan Kea elindeki meşaleyi halata yakın tutuyordu bir basamak yukarıdaydı. Naseen ona bakıyordu. Anlamsızca oraya doğru bir kaç adım attı.

''Neden rahomu öldürmek yerine orada dikilmiş... sen neden oradasın?'' Helyan Kea istemsizce güldü. Naseen'in saf aklına gülmeden edemiyordu. Elini dudaklarına götürdü.

''Eğer birisinin yaşamasını isteme şansım olsaydı bu saf adam olurdu. Gerçekten hala bir şeyleri anlamadın mı?'' dedi. Naseen kandırıldığı gerçeğini henüz fark etmemişti. Bir şeyler yanlış gidiyordu ve bu onu delirtiyordu ama çözebilmiş değildi. ''Kapıyı mı açacaksın düşmana?''

''Sizin düşmanınız çocuk! Gerçekten bu kadar saf olmanı beklemiyordum.''

''Ben sanmıştım ki sen kuzeyin yanındasın ve...''

''Bir güneyli asla kuzeye boyun eğmez. Seronlar nasıl Bakrene boyun eğdirip burayı istila etmeye geldi ise bende bir Ung Prensi olarak Güneylilerin yanında olacağım.''

Naseen ona boş boş bakmaya başlamıştı. Kandırılmış olmanın verdiği acıyla yüzü buruştu.

''Yalan mıydı?''

''Her kelimesi değil ama çoğu evet. Siz Kuzeyliler aptal ve kas kafalısınız.'' Kahkaha midesine kramp sokuyordu. Helyan Kea'ya bakıp bir an kılcını çekmiş ve ateşi etrafa sıçramıştı. Kuwala yanından rüzgar gibi geçen gence doğru dönmüştü. Yana kılıç havada asılı kalmıştı. Helyan Kea kılıcını Naseen'in boynuna doğrultmuş ve ipe ateşi yaklaştırmıştı.

''Yanlış hareket çocuk! Bak şimdi hem kendi canından hemonların canından olmasına sebep olacaksın.'' demişti. Naseen öfke içindeydi. Kılıcı titriyordu. Grave olduğu yerde kalamazdı. Kılıcını çektiğinde askerleri de çekmişti.

''Buradan çıkamazsın!'' diye gürlemişti. Helyan Kea gülümseyerek ona döndü.

''Buradan çıkmayacağım ki... Cesetlerinizin üzerinden geçen öküz arabalarında ki gümüşleri sayacağım oturup.'' dedi. Naseen ona bakan Kuwala'ya kitlenip kalmıştı. Kuwala dolmuş gözleri ile onlara bakıyordu. Ellerini göğsüne doğru çekmişti. Çenesinden ufacık bir pırıltı yere doğru düşmüştü. Düştüğü yerde oluşan buz hemen eriyip gitmişti. Naseen onunla göz göze geldiğinde kitlenip kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Rahoma karşı yaptığı suçlamaların cezasını çekerdi ama insanların ölümüne sebep olmuş olmak istemiyordu.

''Helyan Kea hesabını benimle gör!'' demişti Daki. Helyan Kea kılıcını çeken kardeşine döndü.

''Seninle teke tek savaşmak mı? Bir canavara karşı elimde bir mektup açacağı ile gitmek gibi olur kardeşim. Bu kadar aptal değilim. Aleon ile beni karıştırma.'' demişti. Gözlerini Kuwala'nın gözlerine dikti.

''Tek rakibim bu zayıf varlık olabilir. Onu öldürürsem erişeceğim ünü düşünüyorum. Oraya geri döndüğümde veliaht prenslik ünvanım verilmiş olur.'' dedi. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Dövüşmek... Onunla dövüşürse kazanırsa her şeyi durdurabilirdi.

''Dövüşelim o zaman.'' dedi. Helyan Kea iştah dolu bir kahkaha daha attı.

''Siz salak mısınız? Beni avlayabileceğiniz bir tavşan olarak falan mı görüyorsunuz ha?'' kılıcı Naseen'in boynuna doğru bastırdı.

''Bu piçi ve bu ateşi bıraktığım anda beni okçular vurur.'' dedi. Kuwala ona bir süre baktı ve bir kaç adım geri çekildi. Beklediğinden daha ağır sözler duymuştu. Yine de Naseen'in korkusunu görebiliyordu. Elleri hala göğsünde birleşmiş haldeydi.

''Korku en büyük düşmandır. Eğer korkarsan inanırsın ve hata yaparsın!'' Kuwala el yazmasından aklına gelen bu satırları söylemişti. Geriye doğru birkaç adım daha attı. Helyan Kea dahil herkes onun ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Daki soğuk rüzgarı hissetmeyi bekledi. Saldıracağını düşündü ama yapmıyordu. Geriye doğru çekildi ve Daki'nin bir kaç adım önünde durdu.

''Naseen neden beni dinlemedin? Seni gücendirecek bir şey mi yaptım ben?'' Kuwala sakince konuşuyordu. Naseen ona bakıp kalmıştı. Kuwala omuzlarını düşürdü. ''Bu dünya bana çok yabancı. Yaşadığım onca senelik hayatımdan sonra buraya alışmak çok zor. Ve sizleri gücendirdiğimde bir hata yapıyorsunuz. Seni gücendirdim ve Helyan Kea'nın sözlerine kulak verdin. Özür dilemek için geç mi?'' Naseen öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Neden gücendiğini anımsamıyordu bile. Sadece Melez Piç'i değerli bulduğunu düşünmüştü Rahomun. İyi ve kötü arasında ona seçim yap demişti. Bunlar şu an ona gücenilecek gibi gelmiyordu.

''Helyan Kea seninle asla gerçekten tanışamadık. Neden bana bu kadar nefret dolu bakıyorsun? Seni neden gücendirdim. Özür dilemek isterim.'' dedi. Helyan Kea güldü. Başını iki yana salladı.

''Dil oyunumu yapıyorsun sen? Karşında kim var haberin bile yok ha! Beni bu aptal gibi çabuk kanacak birisi mi sanıyorsun?'' Kuwala başını yana doğru eğdi. Samimiyetle soruyordu herşeyi. İnsanların neden ondan nefret etmeye başladığını anlamıyordu. Sürekli olarak bir şeyler için ona kızgındılar ve ona karşı nefret dolu bakıyorlardı. Bu bakışları daha fazla kaldıramazdı.

''Samimiyetle soruyorum. Özür dileyeceğim. Kardeşini senden kaçırdığımı düşündüysen bunun içinde özür dileyeceğim.'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Kuwala'nın yanına doğru bir kaç adım attı ve tepeden ona baktı. Gerçekten de yüzünde sakin ve yorgun bir samimiyet vardı. Dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Ellerini yanlara doğru sarkıttı. Helyan Kea'ya doğru döndü. Öne doğru eğildiği sırada Daki birden onu omzundan yakalamıştı.

''Yapma!'' dedi. Kuwala omzunu tutan elin ağırlığına rağmen eğilmeye devam etti.

''Hayatınızı gasp ettiğimi düşünmenize neden olduğum ve kardeşinize zarra verdiğimi düşündürdüğüm için özür dilerim Prens Helyan Kea!'' demişti. Daki ona bakıp kalmıştı. Anlaşılması zor bir adam olmaya başlamıştı Kuwala. Derin ve donuk bakışları ardından neler düşündüğünü anlayamadığını düşünüyordu. Neden özür dilediğini sormak istedi ona. Ancak ikinci özür geliyordu. Naseen'e doğru dönüp aynı şekilde eğildi.

''Sadece gerçekleri göstermeye çalıştım ama beni yanlış anlayacağını düşünmediğim için özür dilerim.'' dedi. Naseen ne diyeceğini bilmiyordu. Kuwala tekrar doğrulduğunda sakince gülümsüyordu.

''İnsanların değişeceğine inanmıyordum. Ancak son zamanlarda Aleon, Güneş'in Kızı ve Marinoe'nin değişimini kendi gözlerimle gördüm. Keşke burada da aynı şey olsaydı ve yapacaklarım için başkalarından özür dilemek zorunda kalmasaydım.'' dedi. Kollarını arkada birleştirip dudaklarını araladı. Hafif bir ıslık sesi yankılandı karanlık gecede. Islık sesini takip eden şey toprağa sertçe basan pençerler olmuştu.

''Karanlık etrafı sardığında aydınlığı sağlamak için kendini yakman gerekebilir. Bazen bu ateşin ilk kıvılcımı korkularımız, bazende inançsızlığımız olur. Ama sonunda yanmaya başlarsın. Artık her şey için geç kalınmış olur. Darta yanan ruhunu kutsasın. Tesna kirlenmiş ruhunu arındırsın. Ateş sizi huzura kavuştursun.'' Sözcükler bittiğinde tepelerinden sıçrayıp geçen gölgenin ardından meşale basamağa düşüp soğuk zemine doğru yuvarlandı.

''Sadece insanlara şans tanımak istedim. Bana sürekli sizin için savaşmanın anlamsız ve boş olduğunu söylediler. Bu konuda hep yanılmalarını bekledim güvendiğim iki kişinin. Ama şimdi anlıyorum ki insanlar değişmeyecek. Sizlerden özür dilerim!'' demişti. Pençelerinden kan damlayan boz kurt olduğu yere oturdu. Helyan Kea ve Naseen yan yana devrilmişti. Boz kurt başını kaldırıp uluyarak Rahomu selamladı. Kuwala ona doğru bir kaç adım attı. Kürkünü ve başını nazikçe okşadı. ''Hiçbir kurt efendisini öldürmekle cezalandırılmamalıdır. Bunun için beni affet.'' dedi. Kurt başını eğip kulaklarını indirdi. Etrafta dehşet dolu gözler ve sessizlik vardı. Grave bir cesaret oraya doğru yürüdü ve göğsü parçalanmış kardeşinin yanına koştu. Onu kucağına alıp açık gözlerini nazikçe kapatıp başını eğdi. Kuwala ona göz ucuyla baktı.

''Bir kişinin yanması binlerce kişiye yol gösterecektir. Bunun için özür dilerim.'' demişti. Grave boğuk bir sesle ona cevap verdi.

''Siz doğru olanı yaptınız efendim. O ihanet etti ve kanı benim elime bulaşmadan doğru olanı yaptınız.'' demişti. Kuwala ilerideki Helyan Kea'ya baktı. Göğsü parçalanmıştı. Dudakları arasından ince bir kan sızıyordu. Açık gözleri ise gökyüzüne doğru çevrilmişti. Onu öldürmek dışında başka şansı yoktu. Daki'ye doğru döndü. Sonuçta onun ağabeyini öldürmüştü. Bir şeyler söylemek istedi.

''Ö...''

''Bunu yapma. Özür dilemene gerek yok. Onu kampta öldüremediğim için benim hatam bu olanlar. Söyledikleri ve yaptıkları için özür dilemesi gereken benim.'' Kuwala yanındaki kurdun yumuşak boz kürkünü nazikçe okşadı.

''Onun için özür dilemek zorunda değilsin. Bunu yaparsan benimde ailem için herkesten özür dilemem gerek. Ailenin yaptıkları için özür dileme. Sadece kendi yaptıkların için özür dile.''dedi. Yanına doğru yürüdü.

''Sana olanları anlatmadığım ve onu gördüğümü anlatmadığım için özür dilerim. Yalan söylemedim ama seni korumak için yapmaya çalıştım bunu. Tek başıma savaşmaya kalkıştığım için özür dilerim.'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Kuwala nazikçe dudaklarını yukarı doğru kıvırdı. Gülümsüyordu. Kanyonun ilerisinde devam eden kaosa bakıp oraya doğru adım adım yürüdü.

''Sebep olduğum bu kaosu durdurmam gerek!'' demişti. Ellerindeki sargıları teker teker açmaya ve ardında bırakmaya başlamıştı. Şimdi soğuk rüzgarı Daki hissediyordu. Onun korkularını eskisine göre daha çabuk yendiğini verdiği gururu yaşıyordu. Ona eşlik edemezdi. Can vermiş olan ağabeyinin cesedini ne yapacağını düşünerek oraya doğru yürüdü. Onun burada yakılması gerekiyordu. Ama bunu hak ediyor muydu? Cesedinin UngurPan'a taşınması gerektiğini düşündü. Aleon'a teslim etmesi gerektiğini düşünüyordu. Onu öldüren kişinin hep Aleon olacağını sanmıştı. Eğilip boynundaki kraliyet madalyonunu çekip aldı. Parmağındaki kırmızı taşlı yüzüğü ve kılıcını! Ondan arda kalan olarak bunları geri götürmek yeterli olacaktı. Eli istemsizce Helyan Kea'nın yüzüne gitti. Nazikçe gözlerini kapayıp dudakları kımıldandı ve fısıldadı.

''Tesna seni kutsasın ağabey!''

Sözcükleri bittiğinde bir yabancının cesedine bakar gibi baktı ona. Yas tutmak istedi ama bunu yapamıyordu. Onun ölümü sır olmayacaktı ama sebebi sır olacaktı. UngurPan'da ailesinin yaşamın devam edebilmesi için savaşta öldüğünü söyleyecekti herkese. Bir hain olduğunu söylemeyecekti. Gözleri kardeşinin cesedini bırakmaya razı olmayan Grave'ye kaydı. Ona doğru yürüdü ve yanına çöktü. Elini grave'nin omzuna koydu. Grave başını dik tutmaya çalışıyordu. Küçük kardeşinin ölümünün gerekçesini biliyor ama onun ölmüş olmasını kaldıramıyordu.

''Onun için bir cenaze düzenleyeceğiz.'' demişti Daki. Grave başını iki yana salladı.

''O bir hain ve onun yakılması için tören düzenlenmeyecek.'' dedi. Grave kardeşini kayırırsa askerlerinin gözünde gücünün düşeceğini biliyordu. Gözleri ileride oluşan sessizliğe kaydı. Ateşler sönmüş ve soğuk rüzgarın uğultusu duyulmuştu. Kuwala orada gücünü kullanıp bütün ateşleri söndürmüş ve kılıçları bıraktırmıştı. İnsanlar bir rüyadan uyanır gibi ayılmıştı. Ancak hala karnını doyurmaktan söz edenler vardı.

''Akrabalarınızı, dostlarınızı yiyorsunuz!''

''Açlık ne bilmiyor musun sen Rahom?''

''Biliyorum. Ama bu yapılan bunun bahanesi olamaz.'' demişti. Adam karşısındaki Rahoma kılıcını doğrulttu.

''Ne yapacaksın?''

Kuwala ona baktı ve elini havaya doğru savurduğunda adamın kılıcı göğe yükselip kar taneleri olarak inmeye başlamıştı. Kuwala orada kimseyi öldüremezdi ama göz korkutmaktan yanaydı.

''Dışarıda gerçek düşmanınız var ve şu halinizle onlar için av hayvanı olmaktan öteye çıkamayacaksınız. Kendinize gelin!'' demişti. Ellerini birbirine vurduğunda ölü bedenler ışıldamış ve binbir parça olup ışıltılar şeklinde gökyüzüne doğru yükselmişti. O kadar çok ışık vardı ki aya doğru giden Bakren kampının da dikkatini çekmişti. Gecede bütün kargaşayı yok eden bu görüntüye bakıp kalmıştı herkes. Kuwala rüzgarı geri serbest bıraktı. İnsanlar akraba ve dostlarının ışıklar içinde bin bir parça olup göğe yükseldiğini gördüğünde hayranlık içinde kalmıştı. Ruhları huzur buluyordu. Kuwala uyuşmuş parmaklarını arkasında birbirine kenetleyip başını öne doğru eğip kaldırdı. Bir gösteri sunmuştu onlara. Kargaşayı dağıtacak ve insanların azgınlığını dindirecek bir efsun... Helyan Kea ve Naseen'in bedenleri yitip giden bedenlerden olmamıştı. Saat ilerlerken Grave kardeşinin bedenini nasıl yok edeceğini bilmiyordu. İki bedende kanyonun en uzak köşesine çekilmişti. Boz Kurt başlarında nöbet tutar gibi bekliyordu. Efendisinin cesedini kolluyordu bir nevi.

Grave orada bir süredir oturuyordu. Daki ise kanyonuna doğru yürüyordu. Bulduğu arpa içkisi dolu atara ile oraya doğru giderken Kuwala yanına doğru yaklaştı. Ellerini arkasında birleştirmişti. Daki ona baktı ve sessizce yürümeye devam etti. Kanyona vardıklarında Grave onları görüp ayağa kalkmıştı. Kuwala ufak bir cenaze düzenlemek için oradaydı. Kurt onun geldiğini görünce kenarı doğru çekildi. Yan yana yatırılmış cesetlerin yanından uzaklaştı.

Kuwala kollarını yukarı doğru kaldırdı. Mor parmak uçları yanan iki meşalede belli oluyordu. Tanrılara o ruh ve bedenleri göndermesi gerekiyordu. Daki sessizce Grave'nin yanına çekildi. Kardeşini uğurlamak için buradaydı ve bu sessizlik ölüme saygıydı. Ne yaparsa yapsın o ağabeyi idi ve onu son yolculuğunda yalnız bırakmak istememişti. Kuwala gözlerini kapadı dudakları kımıldandı ve rüzgar ölü iki bedenin etrafında dolandı. Onları ayağa dikmişti. Karşısında dikilen bedenler canlı gibiydi. Açık ve yarılmış göğüslerindeki etler kapandı. Yavaşça ışık etraflarını sardı. Ve bedenler binbir parçaya ayrılmaya başladı. Naseen'in yüzünde oluşan gülümsemeyi Grave gördüğünde bir kaç damla gözyaşı ile eli kalbine doğru gitmişti. Naseen'in bedeni parçalara ayrılıp gökyüzüne yükseldi. Işıklar ateş böcekleri gibi birbiri ardına aya doğru hareket ediyordu.

Helyan Kea'nın bedeni ise yerin altına doğru çekiliyordu. Yüzünde acı bir ifade oluşmuştu. Kuwala ellerini birbirine vurduğunda ışıklar ve bedenler kaybolmuştu. Rüzgar usulca dinmişti.

''Tanrılar onları huzurla kabul etsin.'' dedi ve gözlerini açtı. Dikilen iki adama doğru öndü.

Orada ölü için içip sessiz yas tutacaklardı. İkiside hain olan akrabaları için açıkça yas tutamazdı. Bu kanyonun gizli köşesinde karanlıkta arpa içkisi içmişlerdi. İçki bittiğinde Grave kalkıp gitti. Gitmeden önce Kuwala'nın yanına geldi. Ona elini uzattı. Bileklerini kavrayarak el sıkıştılar.

''Teşekkür ederim.'' demiş ve gitmişti Grave. Daki baş başa kaldıkların yanında oturan Kuwala ile konuşmaya karar verdi. Ancak ne diyeceğini bilmiyordu. Yavaşça parmak uçları morarmış eli tuttu. Kuwala ona bakmıştı. Daki bir an için ona baktı ve gözler titremişti. Kuwala onu kendine doğru çekip sarıldı. Korkulan Kara Kurt Daki orada bir çocuk gibi Beyaz Gelincik'inin omzunda ağlamaya başlamıştı. Sessiz hıçkırıkları ve acı gözyaşları içinde sığındığı adamın omzunda şafak sökene kadar ağlamıştı. Kuwala onun toparlanmasını bekledi ve götürüp verilen çadırda yatırdı. Çadırda yatanlar vardı ve derin bir sessizlik hakimdi. Daki yastığa başını koyar koymaz uykuya dalmıştı bile. Kuwala yanına oturup dağınık kıvırcık koyu siyah saçları nazikçe okşadı. Buruk bir gülümsemenin ardından gözyaşları çenesinden şilteye damladı.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Dört:  Gökyüzündeki İnciler

 

            Kaybettiklerinin ardından yas tutmak en erdemli insan davranışı olarak bilinirdi. Daki bunu yapmıştı. Bir kaç gün ung geleneklerine uyarak açlıkla yasını tutmuştu. Ağabeyi için iki gün yas tutmanın yeterli olacağına inandı. Su dışında bir şey tüketmeden yasını tutup vicdanı yükümlülüğünü yerine getirmişti. Bu yas süresince Kuwala onu rahat bırakmış ve ufak tefek günlük konuşmalar dışında pek iletişim kuramamışlardı. İlk defa Daki'yi öyle ağlarken görmüştü. Onun yıkılmaz olan ruhu için için yanıyor gibiydi. Taşlaşmış topraktan sert bedeni çamur gibiydi. Helyan Kea onun çocukluğunda ağabeyi ve onun için geçmişte hatıralarla dolu bir insandı. Kuwala bunları düşündükçe eline bulaşan kanın verdiği ağırlıkla kendini her geçen gün daha suçlu hissediyordu. Yas için tuttuğu oruç bittiği akşam hala iki tarafta saldırmaktan uzak ve bekleyiş içindeydi. Aradaki surun üstünde geceleri yakılan ateşlere karşılık olarak ordunun ocakları yakılmıştı. Bakren ve Seron ittifakı ile kuzey müttefikleri karşı karşıya bekleyiş içinde üçüncü geceye girmişlerdi.

Sessiz açık havada ki akşam yemeğinde Kuwala dağıtımda yer almıştı. Kaynayan kazana insanların o geceden kalan yaralarını iyileştirsin diye Kuwala çiçeğinin yapraklarından atmıştı. Yemek bu sayede daha lezzetli olmuş ve duru su gibi gelmiyordu insanlara. Kuwala dalgınlık içinde kaplara kepçe ile yemek dolduruyordu.

Uzanan parmakların zaferi ile Kuwala başını kaldırmıştı. Daki'yi gördüğünde nasıl tepki vereceğini bilmiyordu. Bir süredir ona bakan bu gözlerden uzakta hissediyordu kendini. Öylece boş boş bakıp kalmıştı. Elindeki kepçe kazanın içindeydi. Ona yardım eden kadın da onun baktığı gibi Daki'ye bakıp kalmıştı. Kuwala son zamanlarda Naseen ve Helyan Kea'yı öldürdü gerçeğini farklı şekillerde konuşulurken duymuştu. Kadın Helyan Kea'nın Ung Prensi olduğunu ve Daki'nin ağabeyi olduğunu biliyordu. Bunu kulaktan kulağa öğrenmişti. Şimdi bu savaşçıyı görünce o da öylece kalmıştı. Kuyruk arkada uzuyor ve Kuwala öylece bakıyordu. Daki bir süre ona baktı ve daha sonra kaseyi kenarda bulunan kasanın üstüne bırakıp sıradan ayrıldı. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Büyük kapıya doğru yürüyordu. Kenarda duran tası aldı ve içine biraz çorba doldurdu. Kepçeyi kazana bırakıp yürümeye başladı. Kadın arkasından bir şeyler söylemişti ama duymadan devam etti. Daki duvara çıkan merdivenleri tırmanıp ileriyi izleyen Grave'nin yanına çöktü. Grave ona getirilen yemeği yerken durgundu. Daki yanına oturdu ve kılıcını kenarı koydu. Grave onun boş eline baktı. Yemek almaya gittiğini düşünmüştü. Kalkıp gitmiş ve geri dönmüştü.

''Ne zaman saldırırlar sence?'' sohbet açmak için konuşmaya başlamıştı. Daki içeride toru topu kalan beş yüz kişiyi düşündü ve karşılarındaki yanan binlerce ocak ateşine.

''Saldırmadan açlıktan ölmemizi bekleyebilirler. Seronlar öldürmek yerine süründürmeyi seçiyor'' dedi. Grave onun elinde çorba tasını göremeyince daha fazla dayanamadı ve merak içinde sordu.

''Hala yas orucu mu tutuyorsun?'' Daki bu lafı duyunca şaşırmıştı. Onun oruç tuttuğunu nereden bildiğini merak etti. Grave ise merdivenleri çıkan Kuwala'yı görmüştü.

''Rahom Kuwala söyledi oruç tuttuğunu. Siz Unglar akrabalarınız ya da yakınlarınız ölünce onun günahlarının hafiflemesi için burada aç kalarak dua ediyormuşunuz.'' ayaklanmıştı. Yanlarına gelen Kuwala'yı baş selamı ile selamladı.

''Gidip diğer tarafı kontrol edeyim.'' dedi. Kuwala onu selamladığında arkasını dönüp gitmişti. Daki dikilen Kuwala'ya baktı. Kuwala elindeki dolu kasenin birazını yolda taşırken dökmüştü. Kıyafetinin kollarını bulaşan çorbayı gördüğünde Daki istemsizce gülümsemişti. Dökmesine rağmen gülümseyerek ona sunuyordu çorbayı. Uzanıp aldı ve yanını gösterdi. Kuwala yanına doğru oturdu. Bir süre sessizce Daki'nin çorbasını içmesini izlemişti. Daki son yudumu aldığında elinin tersi ile ağzını silip gülümsedi.

''Yemeklerinin tadını seviyorum.'' demişti. Kuwala ona bakıyordu. Sesini özlediği adamın daha fazla konuşması için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Başını Daki'nin omzuna doğru dayadı.

''Hastalandın mı?'' dedi endişeli bir sesle Daki. Kuwala'nın herkesin içinde böyle sokulmasına alışık değildi. Endişelenmişti.

''Hayır... Sadece dinlenmek istiyorum.'' Kuwala bunu söylerken dizlerini göğsüne doğru çekti. Başını biraz daha Daki'nin omzuna doğru gömdü ve boğuk bir sesle devam etti. ''Ung masallarından birisini daha anlatır mısın bana Daki? Bir süre sesine ihtiyacım var.'' demişti. Daki onun damlayan göz yaşlarını omzunda hissediyordu.

''Sana gökyüzündeki yıldızların nasıl oluştuğunu anlatan güzel bir masal anlatacağım.'' dedi. Başını çevirip uzakta dikilen Grave'ye bakıp her şeyin yolunda olduğunu işaret eder gibi başını eğip geri çevirdi ve karşıda yer alan duvara gözlerini dikti.

''Uzun zaman önce tanrılar yerlerine oturduğunda, Tesna uykusuna yatıp Kaosun tanrısı yer altına zincirlendiğin de güneyin ıssız dağlarında bir adam gece gündüz ıslık çalarak odun kesermiş. Sessizliği bastırmak için her gün ıslık çalarmış ve ıslığı dağların arasında yayılıp uyuyan devler için ninni olmuş. Adam dağlarda gezinir ve yaşlı ağaçların dallarını kesermiş. Bazen ovaya iner ve balık avlarmış. Dağın yüksek yamaçlarından birinde kendi elleri ile yaptığı kulübesinde sessiz sakin bir hayat sürermiş. Zaman içinde bir sabah dağda ki siste yürürken ıslığını çalmaya devam eidyor ve sırtındaki odunları ile evine doğru yürüyormuş. Islığı yavaş yavaş sisi dağıtıp ona yol gösterirken bir ses duymuş. Sessiz ve ıssız dağlarda ona eşlik eden bir ıslık sesi daha varmış. Olduğu yerde durup dinlemeye başlamış ama çok geçmeden ıslık sesi kesilmiş. Adam tekrar meraklanarak ıslığı çalmış ve bırakmış. Sesi taklit edilip susmuş. İyice meraklanıp ıslık çalmaya devam edip sesi izlemeye başlamış. Uzun yürüyüşü sonunda bir uçurumun kenarına gelmiş. Uçurumun kenarında yaşlı ve yalnız bir kuru ağacın dibinde siyah tüyleri arasında desenli kahverengi kuyruğu ve kırmızı gagası ile bir kuş onun ıslığına cevap veren kişi olduğunu öğrendiğinde şaşırmış. Dağlarda bir farenin bile bulunmadığı bilirken bu kuşu görmek onu heyecanlandırmış. Islığını neşe ile çalmış ve kuş onun melodisine eşlik ederek kanatlanıp omzuna konmuş. Kaybolmuş bu kuşa yuva vermek için beraber dönmüşler eve . O gece kuşu beslemiş ve ateşin kenarına tünemesi için yer yapmış. Kuş çok geçmeden gözlerini yumup uyanmış. Ertesi sabah ise bir ıslık sesi ile uyandırmış adamı. Zaman geçtikçe adam onun ıslığı ile uyanmaya alışmış. Öyle güzel ötüyormuş ki kuş adam onunla şarkı söyler gibi ıslık çalmayı sevmeye başlamış. Beraber ormanın içinde yürürken ıslık çalıp gezer olmuşlar. Sabah akşam şarkılar söyleyip birbirlerine arkadaş olmuşlar. Kaybolmuş kuş onun yanında durdukça ona dost olmuş ve şarkıları ile neşelendirir olmuş.

Fakat bir gün ıslık çalıp ovada balık avlamaya indiklerinde kuş ıslığı ile şen şakrak şarkı söylerken birden ona cevap vermeye başlamış başka sesler. Kara tüylü ve kırmızı gagalı kuşlar oraya doğru gelip etraflarında uçmaya başlamış. Kuş heyecan ile orada arkadaşını unutup sürüsüne karışıp ıslık sesleri ile uzaklaşıp gitmiş. Adam başta umursamamış onun gidişini. Ailesine gittiği için sevinmiş aksine ama yine o ıssız ve sessiz yalnızlığında kendini bulunca daralmaya başlamış. Kapkara gece ve apaydınlık gündüzü artık tek başına ıslığı ile neşelendiremez olmuş. Geceler daha kasvetli olmuş ve uzadıkça uzar olmuş onun için. Artık yalnızlığa dayanamayıp ovaya inmiş ıslık çalmış ama cevap veren olmamış. Tekrar dostunu istemiş fakat onu bulamıyordu. Günlerce ıslık çala çala bütün ormanı gezmiş ve sonunda uçurumun ucuna gelmiş. Kapkara gecede son bir ıslık çalmış ve göz yaşları içinde susmuş. Cevap gelmeyeceğini bilmesine rağmen denemiş olmanın verdiği hüzünle beklerken birden ıslık sesi dağlarda yayılmış. Öyle kalabalık ve öyle güçlüymüş ki... Dağları inleten şarkı adamın kulaklarını doldurmuş ve ona gökyüzüne bakmasını söylüyormuş. Başını kaldırmış ve kapkara görmeyi beklediği gökyüzünde binlerce kuş dans ederek şarkı söylüyormuş. Adam gözyaşları içinde ıslık çalmaya başlamış. Öyle güzel şarkı söylemeye başlamışlar ki... Tanrılar bile duyup dinlemeye başlamış. Oraya bakmışlar ve kuşa ve adam dilek hakkı vermiş. Tanrılar önce adama sormuş 'bir şey dile gerçekleştirelim' diye. Adam düşünmüş ve dostunun yanında kalmasını isteyecekken onun etrafında uçan ailesini görünce başını eğip kalmış. 'dostumun sonsuza dek mutlu olmasını isterim' demiş. Kuş bunu duymuş ama arkadaşının yalnızlığını gidermek için dileğini kullanmak istemiş. 'Sen ne istersin kırmızı gagalı şair?' demiş tanrılar. Kuş gelip dostunun omzuna konmuş. Düşünmüş düşünmüş ve bir ıslık çalmış. Susunca tanrılara dikmiş ufak kara gözlerini. 'Gökte arkadaşımın yalnızlığını dindirecek binlerce dost isterim. Ona yol gösterecek ve karanlık gecelerini aydınlatacak binlerce dost' demiş. Tanrılar bunu duyunca gülümsemiş ve hepsi kalbinden binlerce inci çıkarıp gökyüzüne fırlatmış. Bütün inciler ışıldamaya başlamış ve hepsi adam için göz kırpar ve ona ıslık çalar olmuşlar. Geceleri ona şarkılar söyleyip yalnız olmadığını anlatır olmuşlar. Kırmızı gagali şair kuş ve arkadaşları ise geldikleri gibi ormandan ayrılmış ama şarkıları hep gökyüzünde yankılanır olmuş. Sessiz gecelerde bir ıslık sesi duyulur gökyüzünden ve onu takip eden binlerce ıslık. Yalnız olduğunu düşünenler bu ıslık seslerine sığınırmış. Islığı duyduklarında insanların yalnızlığı kaybolup gidermiş. Yalnız değilsin Kuwala.'' dedi ve büzülen dudakları arasından sıcacık bir melodi yükseldi. Islık sesi sessiz kanyon ve onu takip eden vadide yayılmaya başlamıştı. Durgun ve nazik melodi kulakları doldurmaya başladığında nefes sessileride durmuştu. Islık sesinin nazikçe insanı davet eden tınısı onu dinlemeye zorluyordu herkesi. Kuwala ıslık sesinde gözlerini kapadı. Daki'nin onun için çaldığı ıslık bir çok kişinin kulağında yankılanıyordu ama sadece ona aitti bu melodi. Kuwala o şarkısını bitirene kadar sessizce öylece dinledi onu. Şarkı durduğunda ise buruk bir gülümseme ile başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Yavaş yavaş hava kararmaya başlayacaktı. ''Gökyüzündeki yıldızları hep insanların ruhları sanırdım. Meğersem onlar tanrıların kalplerindeki incilermiş. Her insan bir beyaz inci gibi o zaman.'' dedi. Daki ona bakıp gülümsemişti. Ağlamaktan gözleri kızarmış ve yanakları pembeleşmiş Kuwala'ya dikti gözlerini.

''İnsanların hepsi aynı renkte inciler değil. Bir gece gökyüzüne bak ve binbir renkte inci göreceksin orada. Kimisi o kadar siyah ki gecede kayboluyor, kimi ise o kadar beyaz ki gecede ışıldıyor. Ama hepsi farklı renklerde. Bu yüzden onların hepsini iyi yada kötü sanmak yanlış olabilir. Burada da simsiyah olan inciler var, duvarın arkasında da bembeyaz olan inciler var.'' dedi. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Daki gülümsedi. Nazikçe Kuwala'nın yanağından akan gözyaşını sildi.

''Ayezi gibi siyah ve beyazı net ayırmayacağım ben. Kimin iyi olduğunu kimin kötü olduğunu sen hayatına göre belirlersin. Bir sene önce ben kötüydüm ama şimdi iyiyim. Doğru olan senin hayatında ki çizgilerle belirlenir. Kendini başkalarının düşüncelerine göre sınırlayıp ordan bakma.'' dedi. Kuwala bir süre daha öylece sessizce oturdu. Aklından geçenleri diline getiremiyordu. Doğruldu. Ayağa kalkıp ilerde konuşlanmış orduya dikti gözlerini.

''Doğru bildiğim şekilde onları korumalı ve kurtarmalıyım. Yanımda olacak mısın?'' dedi. Daki onunla ayağa kalkmıştı. Karşısındaki ordu her zamankinden daha büyük duruyordu.

''Ölümde bile peşinden geleceğim. Sen neye doğru dersen doğru olan o olacak!''demişti. Kuwala Gözlerini kısıp ellerini sur duvarının kenarına dayadı.

''Londaga gibi iyilikle var edemeyeceğim bu kuzeyi. Kötü olacağım bir çok kişi için ama bir şekilde benden istediklerini vermiş olacağım. Çok kişi ölecek ve yara alacak. Buna rağmen benim yanımda mısın?'' Daki başını salladı. Kılıcını alıp kemerine yerleştirdi.

''Yanında olacağım.''

''Sınırı aştığımda beni durdur. O gün yaptığın gibi durdur!'' demişti Kuwala. Daki başıyla onayladı. Gün kararmaya başlayacaktı. Gündüzler kısalmış gibi geliyordu ona artık.

...

Gece başladığında gökyüzünde yıldızlar belirmişti. Kuwala başını kaldırıp yıldızlar abaktı. Her biri başka bir renkte parlıyordu adeta. Gülümsedi. Herkesi mutlu edemeyeceğini biliyordu. Binbir renk vardı ve hepsi için başka renk olamayacağının farkındaydı. Kollarını sarmaya başlamıştı. Gökyüzünü izlerken yüzünde garip bir gülümseme belirdi. Grave onu izleyen Daki'nin yanında durmuş bakıyordu.

''İyi mi?'' demişti. Daki başını salladı. Diğer tarafa baktı. Herkes madenlere girmişti. Sivillerin hepsi içeri toplanmıştı. Sabahtan başlayan hazırlıklar sona ermiş ve içeride meydandaki büyük ateş yakılmıştı. ''Hazırız!'' dedi Kuwala. Surun tam ortasında durmuştu. Bunu duyduğunda büyük iki meşale kalkmıştı iki taraftan ve uzun boru öttüğünde Byega ve Seronlar şaşkınlık içinde kalmıştı. Grave ve efsuncular duvarın altında ordunun girebilmesi için büyük bir boşluk açmaya başlamışlardı. Ateşler eriyormuşcasına kızgın kor halinde toprak iniyor ve ardında geniş bir boşluk bırakıyordu. Byega onların ne yaptığına anlam veremedi. Yinede hazırlık için emir vermişti. Yanında buluna Seron komutanı ordusuna hazırlanması için emir verdi ve borular ötmeye başlamıştı. Ay yükselmeye başladığında iki tarafta derin sessizliğini bozmuştu. Kuwala hazırlanan orduya dikti gözünü. Yanına gelen Daki'nin ardında Grave vardı. İkiside sabah konuşulan planı anımsamışlardı. Kuwala kanyonun aslında avantaj olduğunu biliyordu. Ancak sivil çoktu ve askerler yorgun beslenmemiş durumdaydı. Bu yüzden avantajı kullanacaklardı. Öğleden sonra büyük çadırda bir toplantı düzenlenmişti. Bakrenli subaylar ve Kuwala ile Daki orada yer almıştı.

...

''Tek yeteneğimiz kılıç yakmak değil. Birkaçımız ateşi üfleyebilir.'' Kuwala bunu duyunca Grave'ye dönmüştü. Şaşkınlıkla bakıyordu. Kuzey büyülüydü. Burada insanların ne olduğu ve nasıl bir güçle ortaya çıkacağı her an değişebiliyordu.

''Nasıl üfleye biliyorsun? Ciğerlerinden ateş mi çıkıyor?'' demişti Kuwala şaşkınlık içinde. O kadar yorgundu ki bir şeyleri hayal etmek ona acı veriyordu. Grave yanan mumu eline aldı. bir süre bekledi. Ve birden üfleyince nefesi ateşi büyüttü ve birden çadır ışıldadı. Kuwala şaşkınlık ile Daki'nin kolunu sıkmaya başlamıştı. Efsuncuların yetenekleri gerçekten anlatıldığı gibiydi. Toprağı yükseltip incecik bir dargeçit bırakmışlardı ve orayıda kalaslarla bir kapıya çevirmişlerdi. Geri kalanı doğal oluşum gibi taşlamış topraktan yapılma bir surdu.

''Bu yetenekler size kanınızdan mı geçiyor?'' demişti Kuwala. Meraklanmıştı. Bakrenlerin sadece ateşi kılıçlarında yakıp onunla savaştığını sanıyordu. Grave başını iki yana salladı.

''Zorlu eğitimler bunları öğretmek için yapılıyor. Doğuştan yetenekli olan çocukların yetenekleri bu sayede ortaya çıkarılıyor. Kimi ise sonradan öğrenebiliyor. Ya da...'' bir an sesi kısıldı. Ufak bir öksürükle konuyu dağıttı. Naseen'in adının geçeceğini hissetmişti Kuwala. Üstelemedi ve onun gibi konuyu dağıtmaktan yana oldu. ''Ateş yakabiliriz. Yanan ateşi kullanabileceksiniz meydanda kocaman bir ateş yakarız. Bu sayede onları içeri soktuğumuzda yakalayabilirsiniz.'' demişti. Grave başını sallayıp tahta masa üstüne açtıkları kanyon haritasının ortasındaki boşluğa mumu koydu.

''İçlerinde bizimle aynı yeteneği kullananlar olacak. Ateş onlar içinde avantaj olacak. Bakren eğitimi almış subaylar vardır içinde kesinlikle. Birde Seronlar var. Onların yeteneklerine dair...'' Daki haritaya yaklaştı kollarını göğsünde birleştirmiş halde.

''Ufak siyah toplar. Havaya atıp çarptığı yeri ateşe veren içinde siyah bir sıvı olan cam toplar taşıyorlar. Sizin gibi onlarda ateşin avantajını taşıyor. Üst kademeden olan subayların ise daha farklı yetenekleri olabilir. Seronların genel yeteneğini tahmin etmek zor. Onlardan siyah cam topları taşıyanlar genelde erler oluyor. Subayları bize bırakın. Kuwala ile onları alt etmemiz mümkün. '' dedi. Kuwala başını sallayıp ellerini ileriye doğru uzatıp avuç içlerini gösterdi.

''Onları UngurPan'ın güney topraklarında bozguna uğrattık. Yine yapabiliriz. Bu sefer daha kolay olacağından eminim. Darta'nın topraklarındayız ve ruhlar bizimle.'' demişti. Planın devamını konuşmuşlar ve hava kararmaya yakın ateş yakılmıştı. Şimdi ise toprak aşağıya doğru çekiliyordu. Kaynar suya düşmüş buz gibi eriyip yok oluyordu yükseltilmiş toprak. Bakren subaylarının yetenekleri birbirini tekrar eden boyutta olsada bazıları daha yetenekli hale gelmişti. Grave onlardan birisiydi ve bu davaya girerken adını duyduğunda Byega birçok sebepten tedirgin olmuştu. Bunlardan birisi ise oldukça yetenekli bir subay olması diğeri ise kardeşinin çocuğu olmasaydı. Kardeşinin iki oğlu lorduna ihanet ettiğini öğrendiğinde sinirlenmişti. Ancak babalarını öldürdüğü gerçeği vardı karşısında. Kendi kardeşinin canını aldığını yeğenleri öğrenmiş olmalıydı. Lorduna ihanet ettiği gerekçesi ile kardeşini öldürmüş ve onun yerine generallik rütbesini üstlenmişti.

Toprak eriyip aşağı doğru akarken Seronlar başlarına miferlerini geçirmiş ve bellerine siyah küreleri takmış konum almıştı. Kuwala hiç olmadığı kadar net görüyordu bu gece etrafı. İnsanların yüzlerini farklı farklı olduğunu görüyordu. Hissettiği ise gelecek olan savaşın ardından ölümün kendisiydi. Ölümün onlarla beraber yürüdüğünü düşünüyordu. Nereye giderlerse gitsinler bir adım arkalarından hep gelecekti. Son nefeslerini verene kadar bu devam edecekti. Derin bir nefes aldı. Göğsü şişti. Sıcak nefesini verdiğinde dudakları arasından bir sis bulutu yükseldi. Bedenindeki bu gece vereceği son sıcak nefesi uzun bir solukla vermişti. Parmakları soğumaya ve rüzgar etrafında toplanmaya başlamıştı. Cübbesinine tekleri ve saçları savrulmaya başladığında Grave ve diğerleri iki kişiyi onlarla bırakıp aşağı inmişti.

Toprağın lavı soğumaya başladığında ay gökyüzünde olacakları izlemekten kaçınır gibi koyu bulutların ardına doğru çekilmişti. Tanrılar ise kimin kazanacağına dair kumar oynayarak saraylarından insanlarını izlemeye başlamışlardı.

Ayak sesleri toprağı inleterek ilk müfreze kapıya doğru yönelmişti. Byega onlarla girme yanlısı değildi. Bakren askerleri ikinci müfreze olarak girecketi. İki Seron subayı ve otuz kadar asker kapıya doğru emin adımlarla gidiyordu. Ellerinde siyah küreleri ile üçerli gruplar halinde içeri girmeye başladılar. Etrafta yanan büyük ateş dışında bir şey yoktu. Sur üstündeki bütün ateşler sönmüştü. General Byega yanında dikilen Seron generalinin dediklerine kulak kabartmıştı.

''Açlık onları dize getirdi. Teslim olacaklar!'' demişti. Generalin yaveri onu onayladı.

''Onları orada sıkıştırmak en doğru strateji oldu efendim. Son zamanlarda içeride savaşacak sağlıklı kimse kalmadı gibi.'' dedi. Kuwala ve Daki'nin orada olduğundan habersilerdi. Yükselen bedenlerin ışıltısını ise bir şamana bağlamışlardı. Rahomun orada olduğundan haberdar olma şansları Helyan Kea'nın öldürülmesi ile yitip gitmişti. Byega sert esmeye başlayan Kuzey rüzgarının düzensizliğinden bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındaydı. Otuz metre uzakta ki girişe girmeye başlayan askerlerden gözünü ayırmıyordu. Son grup ile subaylarda girip kapının önünde konum aldığında onları göremez oldu General Byega.

''Düzeni bozmadan yürüyün!'' demişti subaylardan birisi. Askerlerin adım sesleri dışında başka ses yoktu. Gergin bekleyiş yorucu bir atmosfer yaratmıştı. Byaga etrafın sessizliğinden rahatsızdı ve elini havaya kaldırmıştı. Kendi müfrezesini hazırlamak için verilen emirle beraber askerleri yanına doğru konuşlanmaya başlamıştı. İleri doğru adım atacakları sırada uzaktan bir vızıltı geldi. Byega ayaklarının dibine inen ve ucunda ufak yeşil bir alev yer alan oka bakıp kaldı. Alevin yeşil olması onu şaşırtmıştı. Daha önce görmediği bu ateşin yaydığı enerji ona tanıdık geliyordu. Kuwala ve Daki ile daha önce asla yüz yüze gelmemişti. Yeşil ateşin sahibinin o olduğunu bilmiyordu. Daki attığı okun yaydığı enerji ile orada kaç kişinin savaşa hazır olduğunu tartmak istiyordu. Ateş yanmaya devam ederken içeriden bir gürültü gelmişti. Kuwala kapıyı buzla kapatmaya başlamıştı. Buz gürültü ile yükselirken Byega şaşkınlık ile oraya bakıp kalmıştı. Buzun orada kendi kendine yükselmesinin tek bir anlamı vardı.

''Rahom içeride!'' diye bağırdı ve ateşli oklar kapıya doğru uçtuğunda geç kalmışlardı. Kuwala kalın buzu yükseltmişti. İçeride kalan askerler son bağırtıyı duymuş ama tepki vermeden ateşin etrafında beliren askerlere bakıp kalmışlardı.

''Siyah incileri hazırlayın!'' subayların sesi gelmişti. Askerler siyah cam kürelerini çıkarmışlardı. Grave ise gözlerini yukarı dikmişti. Henüz askerler onların istediği mesafede değildi. Ateşi onlara doğru püskürtmek sadece boşa enerji harcamak demekti. Daki'nin ve orada kalan iki efsuncunun onları öne doğru iteklemesi gerekiyordu.

''Şimdi!'' diye bir erkek sesi yankılandığında surdan parlayarak üstlerine doğru gelen okları görmüşlerdi. Oklar bir ateş yağmuru gibi üstlerine geliyordu. İleri doğru kaçabilen kaçmıştı. Arkada ise ölenler kalmıştı. Subay yine bağırdı.

''Düzeni bozmayın!'' diye. Paniklemiş askerleri bu sözlerle sakinleştirmek mümkün değildi. Otuz askerden geriye yirmi kadarı kalmış ve bir ejderhanın nefesini andıran ateş üstlerine doğru geldiğinde verilen emri duymak onlar için imkansızdı.

İçeriden çığlık sesleri dışarıya doğru yükselmeye başlamıştı. Yanarak can verenlerin sesleri dışarıdaki askerleri ajite edip ürkütüyordu. Çığlık seslerı kesildiğinde Kuwala tekrar buzu indirmeye başladı ve davetkar bir rüzgar esti üstlerine doğru. Byega içeri girme sırasının kendinden olduğunu biliyordu. Dört yüz askeri ile içeri girecek iken Seron Generali elini havaya kaldırdı.

''Hazırlanın!'' demişti. İki yüz adamı ile içeri girmesi için subaylarına emir verdiğinde Byega başını iki yana salladı.

''Bırakın biz girelim. İçerde Bakren subaylarından güçlü bir subay ve Rahom var. Onunla nasıl savaştığınızı...''

''Emrime itaatsizlik etme Byega!'' diye kükremişti general. Askerlerinin yakıldığını düşününce kibrine ve hırsına yenik düştü. İleri doğru daha sert ve çok adımlar ilerlerken Byega onları durdurmak için ısrar etmedi. Seronların kibrini sevmiyordu ve ölecek olmaları onun için anlamsızdı. Sadece asker güçleri için anlaşmışlardı ve onlardan kurtulma görevini Rahom ve tarafları yapabilirdi. Kuzeyde şimdiden keskin iki taraf oluşmuştu. Bunlardan birisi direnişçiler ile hareket eden Rahomun tarafıydı. Diğeri ise Bakrenin yanında olanlardı. Kuzey kendi içinde insanları tarafından parçalanmış haldeydi ve şimdi Unlar, Seronlar, Akela Kadınları ve daha savaşa dahil olup kendine pay biçmeye çalaışacaklar vardı. UngurPan askerleri bir anda çekip gitmişti. Seronların oraya gidişi burada Rahomun elini zayıflatmıştı. Ama hala direniş içinde olmaya devam edecek kadar cesurdu. Kendi kendine soruyordu Byega.

Rahom buraya ne zaman geldi? Tam tersi yönde ki İkinci Kışlada konuşlandığı biliniyor ve Melez Piç onun başına dert açacak güçlü bir subay göndermişti oraya. Ve hala Rahomun enerjisinin ikinci kışlada olduğu söylenmişti. Hissedilen enerji bir rahom soyuna aitti. Ama Kuwala olmayabilirdi. ''Bu durumda...'' dedi. Sesli konuşmaya başlamıştı. Eli çenesinde gezinip sakalı ile oynamaya başladı parmakları. ''Başka bir Rahom da var olmalı. Saf olarak hala Rahom soyunda gelen birisi yada birileri daha olmalı.'' Sözleri kesildiğinde aklı daha da karıştı. Tahtta söz hakkı olacak Rahom soyunun içinde hala yaşayan erkekler var ise... Kuzey onların hakkıydı. Kuwala öldürülse bile yaşayan başkaları olduğu gerçeği kafasında şimşek gibi şakladı. Melez Piç'in kolunu koparan kişi Rahom Kuwala değildi. Melez Piç çok korkmuş ve ağlayarak rahom diye sayıklamıştı. Başka bir Rahom var ev Kuwala'dan daha güçlü ise onu yenmek anlam ifade etmeyecekti. Ordular Kuwala ile başa çıkamaz iken... Daha Güçlü ve kıdemli birisinin varlığını hissetmek ittifakları bozabilirdi. Seronların şu sıralar başında Akela diye bir dert vardı. Onları terk eden prensesleri geri dönüp sarayda bir katliam yapmıştı. Geriye yaşlı kraliçeyi sağ bırakıp çıkmıştı ve aileler Seron tahtı için iç kargaşaya girilirse Kuzeydeki destek hatları geri çekilmek zorunda kalacaktı.

Bunları düşünmek başında ağrıya sebep oldu. Yükselen buza baktı ve yanında dikilen generale döndü. ''Kuzeyin ruhları bizim yanımızda değilken bu savaşa girmek ölüme gitmek demek olacak. Geri çekilmeliyiz. Kanyonun girişini kuşataya devam edersek içeride açlıktan ayıflayacaklar. Rahom ve Ung prensi içeride ise kazanma şansımız yok. Girişimizi ve çıkışımızı onlar yönetiyor. İki yüz adan daha boş yere ölmüş olacak.'' demişti. Seron Generali altın zırhı içinde ışıldıyordu. Kısa saçlarının dipleri beyazlamıştı artık. Kaz ayakları gözlerinin kenarında belirginleşmişti. Geniş omuzlarından altın zırhını süsleyen kırmızı kadife pelerini iniyordu yerlere. Kılıcının büyüklüğü ve ağırlığı rütbesini temsil ediyordu.

''Hiç bir asker boşa ölmez. Onları zayıflatacak ve yoracaklar. Sonrasında gün doğmadan zafer bizim olacak! Siz Bakrenlileri daha cesur sanırdım. Henüz oğlan olan bir kişiden korkmanız beni şaşırttı. Bir Güneyli prensin burada gücü ne olabilir ki... Onlar efsununu unutmuş durumda. UngurPan'ı istila ettiğimizde onunda başını almış olarak döneriz. Bölük pörçük olacaklar.'' demişti. UngurPan'a giden Seron kuvvetlerinin yenilgiye uğradığından bir haberdiler. Oradan hiç bir Seorn askeri sağ çıkamamış ve habersiz durumda kalmıştı Seronrakaul. Kraliyet ailesinin katledilmesi ise işleri daha bir karışık hale getirmişti.

Kapıdan son asker girip buz yükseldiğinde içeriden yükselen çığlıklar kulakları sağır eder hale gelmiş ve yardım çığlıkları duyulmaya başlanmıştı. Ateş onları sarıp Siyah incileri üstlerinde patlarken Yeşil alevlerle donatılmış oklar bedenlerini parça para yakıyordu. Daki kılıcını yakmış ve okları oradan yakıp ateşliyorlardı. Kızıl ve sarı aleve nazaran daha bir yakıcı olan yeşil alev kalplerine isabet ediyor ve acı içinde kıvranıyorlardı. Biriken cesetler hızla kenarı doğru çekilirken Byega ateşi kusuyordu üstlerine adeta. Yorulan efsuncular dinlenenler ile yer değiştiriyor ve iki yüz adam dakikalar içinde kömürden bedenler halinde kanyonun ücra köşesine yıkılıyordu.

Kapı tekrar indiğinde rüzgar bu sefer bir çığlıkla onlara doğru gelmiş ve çığlıklar artmıştı. Kuwala onları psikolojik olarak yormak için atılan çığlıkları rüzgara taklit ettirip üstlerine saldığında dizleri titreyen askerlerine ellerindeki kılıçlarda nehir kenarındaki zarif sazlıklar gibi titremeye başlamıştı. Kanyonun karanlık kapısı ağzını açmış bir canavar gibi onları bekliyordu. Kuwala oturduğu yerde ellerini zemine koydu ve gözlerini kapattı. Kalp atışlarının korku ile hızlanması ve nefes alışverişlerinin anormal şekilde artışı ile ürkütücü ordu kımıldayamaz haldeydi. Yorulmuş gibiydi.

''Bu kaldır ve biraz dinlen. Cesteleri toparlarız!'' demişti Daki. Kuwala buz tekrar kaldırdı ve bir metre kalınlığındaki buz kapıyı kapatırken içerden bir boru sesi yankılandı dışarıya doğru. Suda iki ateş yandı ve söndü. Grave cesetlerin hızla toplanıp ateşin körüklenmesi için emri verdi. Yaralılara hızla pansuman yapılması için madenden bir kaç kişi fırladı. Cesetlerin bazıları tanınmayacak kadar yanmıştı. Kuwala hala yanan cesetleri söndürmek için soğuk rüzgarı üfledi. Cesetler birden buz kesildi. Yukarıda ki efsuncular yanan okları söndürdü ve oturdular.

''Gün doğduğunda daha zor olacak! Gece bizi kamufle ediyor ama gün doğduğunda içeri girdiklerinde düzeni görecekler.'' demişti Daki. Grave yanlarına çıkmış ve biraz su getirmişti. Kuwala sudan içip ellerini ısıtmak için Daki'nin yeşil ateşi ile yakılan ufacık ocağa uzatmıştı ellerini.

''Gün doğduğunda kapıları kapatırız.'' Efsunculardan birisi bu öneriyi vermişti. Daki ise başını iki yana salladı. ''Gün doğduğunda durursak onlara düşünmek ve hazırlanmak için fazlasıyla zaman vermiş oluruz. Gün aydınlanmaya başladığında kapıyı açacağız ve girenleri ortaya çekmeden öldüreceğiz. Esir almak yok!'' demişti. Az önce bir askeri esir alabileceklerini söyleyenleri duymuştu. Öldürmek yerine esir alınabileceğini söylemek başlı başına bir hataydı.

''Esirlerimiz olursa gıda karşılığı takas yapabiliriz. General Byega bunu kabul edecek birisidir.'' Grave bunu önerdiğinde Daki bir an için durdu. Son yemekleri biraz arpaydı ve onu kaynatıp çorba yapmak sadece midelerini ısıtacaktı. Kuwala'nın gücünü kullandıktan sonra yiyeceğe ihtiyacı olacaktı. Kendini toplamak için iyice yiyip uyuması gerekecekti. Şimdiden üşümeye başlamıştı bile. Biraz ileride diğe refsuncu ile oturan Kuwala'ya göz ucuyla baktı.

''Seronlar takasa yanaşmayacak. Onlar için kazanmak herşeyi anlamaktır. Ölenlerin sayısını umursamayacaklar. Ama General Byega takasa yaklaşır diyorsan Bakrenli birkaç subay işimize yarayabilir. Bu sefer sizinle aşağıda olacağım.'' demişti. Grave yanında dikilen efsuncunun omzuna elini koydu.

''Byega'nın subayları gelecekse ortaya bir tane yeşil ateşi yanan ok at! Bu sayede saldırının pratiğini değiştirmiş olacağız.'' dedi. Efsuncu başını salladı. Yarım saat olmuştu kapı kapanalı. Seron ve Bakren birlikleri neler olacağından habersiz bekliyordu. bir ara Seron generali buzu eritmek için bir fikir düşündü. Siyah sıvıdan oraya atıp durmayan bir ateş yakabilirlerdi. Bu sıvının ne olduğu Bakrene söylenmemişti. Ancak çarptığı anda patlayıp ateşe dönüşüyordu. Seronların çok farklı icatları vardı ve bunlardan bir kaçı kampın arkasından getirilmek üzere hazırlanmıştı. Devasa iki makine geliyordu oraya doğru. Dinlenme kararı kanyondaki Rahom ve direnişçiler için tehlikeli olmaya başlamıştı.

''Bir şeyler taşıyorlar!'' Gözcülerden birisi eğilip fısıldamıştı. Taşınan iki metrelik büyük dört tekerlekli şeyin ne olduğunu bilmiyorlardı. Ama otuz metre öteye konumlandırmışlardı. Daki gözcü deliğinden bakmaya başladı. Nereden tanıdık geldiğini anımsamaya çabalıyordu bu şeylerin. Birden meşaleler yakılınca aklına bir hatırası geldi.

...

Henüz Kuzey için savaş başlamamıştı ve Helyan Kea ile altın diyar denilen Seronrakaul Krallığının başkenti Sant Şehrine gitmişti. On yedisinde bir delikanlıydı o zamanlar. Ağabeyi ile politik bir görüşme için gitmek zorunda kalmıştı. Seronlara satılacak olan gemilerin ödemesini teslim alacaklardı. O gün kralla görüşme yapılırken Daki orada edindiği arkadaşı ile şehirde dolaşmaya başlamıştı. Sant şehrinin oldukça saygın ve zengin oğlu ve kızı onunla arkadaş olmuştu. Onları ağırlayanlar kral olmasına rağmen daha çok o aile ile zaman geçirmişlerdi. Kraliçenin akrabaları olan bu ailenin kızı Daki ile yaşıttı ve aralarında ufak bir gönül bağı oluşmaya başlamıştı. Erkek kardeş ise Daki'yi kardeşi gibi görmeye başlamış ve ona ''ağabey'' diye seslenmeye başlamıştı.

Ödemeyi yapacak olanlar bu aileydi ve Daki'ye o gün görüşme günü tersaneyi gezdirmeyi teklif etmişlerdi. Gemi üretilmiyordu ancak farklı makineler üretiliyordu. Büyük kraliyet tersanesinde bir sürü yüksek kule ve binlerce insan çalışıyordu. Siyah sıvıdan tonlarca varil vardı.

''Bu ne?''

''Ona bir isim verilmedi ama ateş kusuyor adeta. Görmek ister misin?'' Daki'ye o gün orada dört teker üstünde salınan yukarı doğru daralıp bir hortumu lan makinenin prototipini göstermişlerdi. Yanlardaki körükler indirip kaldırdıkça birden metal hortumdan siyah sıvı fırlayıp deneme duvarına çarptığında kızıl bir ateş etrafı sarmıştı. O gün gençliğin heyecanı ile hayran kalmıştı bu makinelere.

...

Şimdi ise korku ile göz bebekleri küçüldü. İki tane bu ateş kusan makineden karşılarında devasa büyüklükte vardı. Körükleri yerine büyük bir dümeni ve makaraları vardı. Homurdanırcasına sesler çıkarmaya başladığında Daki birden gerileyip bağırmıştı.

''Herkes aşağı insin!'' sesi duyulduğunda panik başlamış ve Kuwala neler olduğunu anlamamış halde ocağın başından kalkmıştı. Kalkması ile bulunduğu yerde parlayan kırmızı alevlerle birden çatırtılar duyulmaya başlamıştı. Verikleri mola onların orada gafil avlanmasına sebep olmuştu. Daki bir çok kişi gibi sipere yatmıştı ama bazıları alevler içinde çırpınarak surun iki yanına dökülmeye başlamıştı. Çığlık sesleri etrafı doldurmaya başladığında Seron Generalinin yüzünde bir gülümseme belirmişti. Onları yormuş ve dinlenmeye başladıklarında gafil avlamışlardı.

''Görüyorsun Byega! Savaş insan canı ile kazanılmadığı sürece gerçekten zaferle sonuçlanmıyor. Gerçi bunu biliyor olsaydınız gelip dizlerinizin üstünde yardım talep etmezdiniz!'' Eli havaya kalktı ve ikinci defa dümen tam tur döndüğünde buzun üstüne doğru püsküren siyah sıvı aralıksız şekilde buzu aşındırmaya devame idyro ve ısı arttıkça damlalar bir akıntıya dönüşüyordu.

Daki ileride bir kaç kişi ile kendini buzdan bir kalkanın ardına almış Kuwala'ya baktı. Aşağıya inmek için herkes bir yol arıyordu. Grave hızla ellerini birbirine vurup sura dokundurduğunda aşağı doğru basamaklar açılmaya başladı. Kaynayan basamakların soğuması için Kuwala rüzgarı kullandı. Surun üstünde sağ kalanlar yaralıları alarak aşağı inmeye başlamıştı. Buzun ardından gelen kızıl ışıltı ise meydanda yanan ateşten daha aydınlık bir ortam yaratmaya başlamıştı.

''Komutan Grave sivilleri korumaları için bir kaç efsuncuyu gönderin. Gerisi düzeni bozmasın.'' dedi Daki. Grave yaralıları almalarını söyledi on kadar efsuncuya. Onları madenlerin girişine doğru gönderdi. Ateşin etrafına dizildiler. Kuwala ise buzun önüne geçmişti. Bileklerinden söktüğü bandajları yere bıraktı. Avuçlarını yukarı doğru çevirdiğinde toprak gıcırdayıp sallanmış ve buz kalınlaşmaya başlamıştı. Ateşle mücadele ediyordu. Eriyen her damla buhar olmadan geri çekilip buzu kalınlaştırmaya çabalıyordu. Ateş Kusan makinenin sesi gıcırdayan ve gürleyen toprağın sesi ile yarışıyordu. Bir makinenin ne kadar siyah sıvı kusacağını bilmiyordu Kuwala. Bu yüzden baştan bütün enerjisini bitirmek istemedi. Yavaş yavaş arttırarak kullanıyordu gücünü. Parmakları yerin altındaki bütün suyu çekip buza çevirmeye başlamıştı. Tükenen kaynağının farkındaydı. Daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu.

...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Beş:  Kuş Sesleri

 

 

                        Direniş devam ediyordu. Kuwala bütün gücü ile direnmeye devam etsede artık kaynağı tükenmeye başlamıştı. Buzu oluşturabilecek bir damla bile su hissetmiyordu. Yavaş yavaş adımları gerilemiştir. Ateş o kadar kuvvetliydi ki buzun ardından ısısı hissedebiliyordu. Bırakması gerekiyordu. Başını arkada dikilen Daki'ye doğru çevirdi.

''Bırakacağım!'' demişti. Daki erimeye devam eden buzun ardında kalan kızıl alevlere dikti gözünü. Ucu bezle bağlanmış iki oku kaptı ve Grave'nin yanında dikilen efsuncudan elindeki yayı istedi. Erimiş toprağın katılaşması ile oluşan merdivenlere doğru koştu. Kılıcını belinden çekmişti. Kuwala onun bir şey planladığını biliyordu. Ne yapacağını kestiremedi ama bir süre daha dayanması gerekiyordu. Öne doğru birkaç adım attığında gözleri ışıldamış ve yer sallanmıştı. En derindeki suya ulaşmak için zorlamıştı kendini. Kovaların içindeki sular yerde yılan gibi süzülüp Kuwala'nın eriyen buzuna doğru ilerlemeye başlamıştı. Rüzgar şiddetlenmişti. Grave adamlarına geriye doğru çekilip kapının erimesine karşı hazırlıklı olmalarını söylemişlerdi. Kuzeye yabancı bu ateşi üfleyerek geri itmeye çabalayacaklardı. Kuwala suyun arda kalanını kullanmaya devam ederken rüzgar suyu kaskatı bir buz haline getiriyordu.

Daki menzile çıkmıştı. Surun üstündeydi. Kılıcı elinden ikinci defa geçti ve yanan ateşe iki oku tuttu. Birisini parmakları arasına sıkıştırdı. Nişancılığı her zaman Helyan Kea'nın öğretileri sırasında gelişmişti. Yayı germeye başladı. Ok yayda konumunu almıştı. Hedefi ise metal borunun ağzıydı. Hızla yayı dahada gerdi ve birden ok parmakları arasından kayıp gitti. Ardından rüzgarı kesen bir ıslık sesi bırakmıştı. Seron generali üstlerine doğru gelen yeşil parıltı ve ıslık sesi ile birden bağırmıştı.

''Siper alın!'' ancak geç kalmıştı ve Ateş Kuzan makinenin ağzına denk gelen alev birden bütün kızıl alevi yeşile çevirmiş ve patlama sesi ile etrafta bir toz bulutu oluşmuştu. Daki zaman kaybetmeden ikinci oku fırlattığında diğer Ateş Kusanı vuramama ihtimali yoktu. Ancak son anda kalu kaymıştı ve omzuna saplanan ok yüzünden hedefini şaşırmıştı. Fırlattığı okun saplandığı göz onu vuran okçuydu. Çığlıklar atıyordu. Yeşil alev etrafı sarmıştı. Daki ikinci bir ok aradı ama ona doğru yağmaya başlayan bir ok yağmuru olduğunu fark etmemişti. Bir tavana çarpıyor gibi oklar birden parçalara ayrılıp zararsız odun parçaları olarak yere düşmeye başlamıştı. Kuwala onun vurulduğunu görmüştü. Rüzgar okları paramparça ederken Kuwala oraya doğru tırmanmaya başlamıştı. Hiç olmadığı kadar kendini savaşa hazır hissediyordu. İlk defa böyle kontrollü bir rüzgar hissetmişti. Grave ve iki efsuncu da onun ardından yukarı doğru tırmanmıştı. Kuwala surun üstüne vardığında alev kusan makineyi gördü. Oraya girip onları durdurması gerekiyordu. Artık Grave ve efsuncuları yorulmuştu. Daki ise yaralanmıştı. Kuwala surun ardına çökmüş ve oku kıran Daki'ye baktı.

''Aşağıya ineceğim.'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Bir efsuncu onun yarası ile ilgilenmek için yanına çökmüştü.

''Onları öldürdükten sonra duramazsam kılıcın hazırda beni bekle. Buraya doğru gelip birilerinin canını yakmaya başlarsam durdur beni.'' dedi. Daki bir şey söylemeden Kuwala birden surun üstüne zıpladı ve aşağı doğru atladı. Grave öylece kalmıştı. Rahomun tam gücünü gördüğünü sanıyordu. Derinlerdeki suları çekerken hissettikleri Sarsıntının daha güçlüsünü hissetmişlerdi. Dağlardan gelen kar fırtınasını görmüştü Grave. Gün doğumu kar fırtınası içinde kayboluyordu. Daki dağlara bakıp ayaklanmaya çabaladı. Aşağıya bakınca Surların önüne doğru akan kızıl ateş donmaya başlamış ve yeşil ateşin rengi soluyordu. Kuwala'nın saçları rüzgarda havalanmıştı. Londaga'nın formuna bürünmeye başlamıştı. Grave sarsıntıda ayakta durmak için tutunacak yer aradı. Sur çatırdıyordu ve toprak buz kesiyordu adeta.

''Madenlere girmeliyiz. Burada kalan herkes ölecek.'' demişti Daki. Apar topar aşağıya inmişlerdi. Buzdan kapı paramparça olurken sur çöküyordu. Rüzgarın uğultusu delirmiş bir ruhun çığlığı gibi kulakları sağır edercesine artıyordu. Daki kılıcını yakmıştı. Kar fırtınası yollarını şaşırtacak kadar güçlenmeye başlıyordu.

''Madenlere!'' diye bağırdığında Grave birçok yana kılıç eşliğinde kanyonun sonuna doğru yürümeye başladılar. Madenlere girdiklerinde fırtınanın sesi artık çığlık gibi geliyordu. Daki elindeki kılıcı söndürmedi. Grave ona bakıyordu.

''Rahomu öldürecek misin?''

''Hayır! Onu durduracağım. Londaga'nın formundan çıkmazsa herkesi öldürebilir.'' demişti. Onlar sessiz bekleyiş içindeyken Byega tedirgin halde etrafı doldurmaya başlayan fırtınaya bakıyordu. Rahomun aşağı atladığını görmüştü. Şimdi ise onlara doğru yürüyordu. Gözleri bembeyazdı. Seron generali okları hazırlamalarını istedi. Byega ise ona durmasını söylemişti. Donmuş olan kızıl alevleri gösterdi.

''Onu okla, ateşle yeneceğine inanmıyorsan dene. Ama daha çok azdıracaksın. Bu sefer bırak Kuzeyli birisi onunla karşılaşırsın.'' dedi. Seron generalini arkasında bırakacak şekilde ileri doğru birkaç adım attı. Kuwala onun geldiğini görünce duraksamıştı.

''Burada hepinizi öldüreceğimi biliyorsun değil mi General?'' dedi. Byega ona bakarken kaşlarını çatmıştı. O gün sarayda gördüğü ruhun birebir aynısı ve canlı kanlı karşısındaydı. Etkilenmemesi imkansızdı. Rahom soyunun saf kanını taşıyan Londaga'nın formuna bürünmüş bu gence bakıp kalmıştı.

''Askerlerine söyle ne kadar hızlı koşarlarsa o kadar yaşama şansları artacak.'' dedi. Byega onu duyunca başını iki yana salladı.

''Neden bizi uyarma gereksinimi hissediyorsun? Öldür!'' dedi. Kuwala ona doğru birkaç adım attı. Yanına doğru gelirken soğuk rüzgarlarda onunla geliyordu. Ardında yükselen kar fırtınası onu gölgesi gibi takip ediyordu.

''Sen benim topraklarımda ki hainsin. Askerlerin benim topraklarımın evlatları. Seni öldürdüğümde üzülmem ama onlar benim topraklarımın çocukları. Onlar için üzülürüm.'' dedi. Byega ona bakıp kalmıştı. Kuwala arkada dikilen altın zırhlı generale bakıp gülümsedi. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında yüzünü saran karanlıkta sadece gözleri parlıyordu.

''Onun gibi binlercesini Güneyin ruhları parçaladı. UngurPan'da o altın zırh içindeki binlercesini öldürdüm.'' demişti. Byega ona bakıp kaldı. Kuwala ise elini onun yüzüne doğru uzattığında Byega acı ile kendini geriye doğru attı. Yüzünü yakan buzun ilerlemesine izin vermeden kılıcının ateşini yakıp yüzüne tuttu. Kuwala ellerini yukarı doğru kaldırdığında Seron generali ayakları yerden kesilir gibi hissetti. Kuwala onu yanına doğru çekmişti. Boğazını saran rüzgar nefesini kesiyordu. Altın zırhı onu sıkıyordu adeta. Kuwala gülümseyerek ona baktı.

''Kaçın!'' demişti sesi kar fırtınasında yankılanırken Generalin zırh içinde sıkışıp patlayan bedeninden arda kan yağmuru kalmıştı. Seron askerleri oklarını bırakıp geriye doğru kaçarken Kuwala yanında duran Byega'ya bakıp parmağını şıklattığında iki elini saran buz kütleleri onu yere çivilemişti. Kar fırtınası askerlerin üstüne doğru gelirken seçiyormuşcasına Seron askerlerini hedef alan buzdan mızraklar yağıyordu üstlerine. Kuwala belirlediği bölgede Seron kalmayana kadar hepsini teker teker buzdan mızraklara avlamıştı. Kaçmaya çalışan Bakren askerleri ise yollarını kesen cam gibi buzu kırıp geçemiyordu. Kuwala adım adım ilerlerken buzdan kalkana doğru sağ kalan var mı diye cesetlere bakıyordu. Kar fırtınası onun geçtiği yerde açılıyordu. Bir grup seron askerini gördü. Siyah cam küreleri fırlatıyorlar ve kar fırtınasının için kızıl aleve boyuyorlardı adeta. Kuwala onlara doğru yürürken adımını attığı yerde toprak buz kesiyordu.

''Daha fazla yaklaşma!'' titreyen sesle beraber kar fırtınası dinmişti birden. Rüzgar durmuştu. Kar taneleri havada asılı kalmıştı adeta. Kuwala solunda kalanlara doğru döndü. Buzdan duvarın önüne birikmiş sayıları beş yüze yakın asker vardı. Büyük ordu öylece dağılıp gitmiş ve geriye kalan beş yüz asker kılıçlarını çekmişti. Seron birliklerinden sağ kalanlarda gerilemiş ve Bakrenliler ile bir hat oluşturmuştu. Gün ışıkları havada asılı kalan kar taneleri arasından süzülerek yere iniyordu.

''Buzu indir!'' Elindeki yanan iki kılıcı ile bir Bakren askeri öne doğru çıkmıştı. Kuwala'ya doğru birkaç adım attı. Arkasında kalan bir askeri onun gibi kılıcını yakmıştı. Görünmeyen iplerle havada asılı kalmış kar taneleri onlar dokunduğunda binbir parça oluyordu.

''Bunu yapmazsan seni öldüreceğiz. Savaşmak istemiyoruz.'' dedi. Kuwala sakince onlara bakıyordu. Byega durgun havaya baktı. Bileklerine bine ağırlıklar o kadar fazlaydı ki... Kollarını yerden kaldıramıyordu. Fırtına onu darma duman etmişti.

''Teslim olacak mısınız?'' Kuwala bunu söylerken ellerini yere doğru indirmişti. Kar taneleri kıpırdamadan duruyordu. Rüzgar ise nefesini tutmuş gibiydi.

''Savaşmayacağız. Geri çekileceğiz. Onurlu bir savaşçı isen...''

''Onur ne demek?'' Kuwala bunu sorarken yüzünde ifade yoktu.

''Onur kelimesinin ne demek olduğunu bilmiyorum. Savaşta bu kelime neden kullanılır onuda bilmiyorum. Tek kural var denildi savaşta.'' Bakrenli çavuş kılıçlarını yana doğru indirmişti. Kuwala gülümsedi.

''Ya ölürsün, ya öldürürsün.'' demişti. Çavuş kaşlarını çattı. Kılıçlarındaki ateş söndü.

''Sizinle savaşmak istemiyoruz. Komutan Grave'yi teslime din çekip gidelim.'' dediğinde Kuwala kıkırdayarak gülmüş ve elini ağzına götürmüştü.

''Komutan Grave hiçbir yere gitmeyecek. Sizde gitmeyeceksiniz. O buzun ardına geçen tek şey kanınız olacak. Kuzeye ihanet eden herkes gibi sizde öleceksiniz.'' demişti. Arda kalan Seron askerlerin çığlıkları ile dönmüştü çavuş. Gözleri ayrılmıştı adeta. Seron askerlerinin etrafı boşaltılmıştı. Bedenlerine değine her kar tanesi keskin bir bıçak gibi izler bırakıyordu. Yüzlerini, ellerini, bacaklarını ve bedenlerini yavaş yavaş keserken yan damlaları yerdeki biriken kızıl göle damlıyordu.

''Onları daha önce yendim. Onlar gibi binlercesini UngurPan sınırlarında Kuzeyin denizine gömdüm. Şimdi Kuzeyin topraklarına gömeceğim. Sizin gibi ihanetçiler yüzünden ölecekler. Olmamaları gereken yerde oldukları için ölecekler.'' demişti. Dizleri üstüne çökmüştü acı ile yirmi kadar seron askeri. Yalvarıyorlardı.

''Teslim olacağız!''

''Seronlar teslim olmuş askerler karşılığında bana bir şey vermeyecekler!''

''Verirler...'' Çığlık sesi kelimeleri boğdu. Kuwala başını iki yana salladı.

''Seronlar insanlarına değer vermiyor. Onlar için önemli olan şey altın ve altını alabilecekleri her şey. Sizin canınız altından değersiz. Bunu unutmayın ve öldürülen kralınızın yanında yas tutan Tanrıçanıza anlatın.'' demişti. Günün ilk ışıltılarında parlayan kristal buzlar bedenleri delik deşik ederken korku Bakren askerlerinin dizlerini titretmeye başlamıştı. Delik deşik olan bedenlerden kan beyaz zemini boyarken Kuwala elindeki kılıçları olan çavuşa döndü.

''Neden Bakren lorduna hizmet ediyorsun?'' dedi. Çavuş öylece kalmıştı. Kuwala'nın beyaz gözleri geri griye döndü. Elleri arkasında birleşti.

''Bunu niye yapıyorsunuz? Kendi insanlarınızı neden öldürmeyi seçtiniz?'' dedi. Çavuş ona bakıyordu. Askerler korku ile bir küme haline gelmişti. Kuwala bir elini yana doğru kaldırdı ve parmaklarını şıklattığında kar fırtınası ardından ince bir sis bırakarak kayboldu. Ellerini tekrar arkasında birleştirdi. Eriyen buza dikti gözlerini.

''Lordunuz gibi olmayacağım. Gidin! İstediğiniz yere gidin. Bir daha ki sefer kendi kardeşlerinizin kılıçlarında can bulacağınızı bile bile lordunuz için savaşın.'' dedi. Çavuş öylece ona bakıp kalmıştı. Askerlerin yarısı hızla kaçarak uzaklaşıyordu. Çavuş ve ardında iki yüzden fazla asker ise öylece dikilip kalmıştı.

''Onu yenecek kadar güçlü müsün?'' dedi kılıçlarını söndürüp belindeki kabzalarına sokarken.

''Dağları yerinden oynatacak kadar güçlü olduğumu görmedin mi?''

''Onun dağlardan daha ağır olduğunu ve yanında ki korkunç gölgeler tarafından korunduğunu biliyor musun?''

''Gölgeleri kovan Londaga'nın ruhu benim ruhum. Gölgeler gün ışığında yok olup gittiklerinde savunmasız kalacağını biliyorum.'' dedi Kuwala. Derin bir sessizlik oldu. Harap olmuş kamp alanında tek bir fısıltı dahi yoktu. Kuwala kendini kontrol edebilmişti. Kan dökmek yerine durmuştu. Ayaklarına doğru sızan seron kanına baktı. Gözlerini yere dikmişti.

''Ailelerimiz var!'' Çavuş bunu dediğinde Kuwala başını kaldırdı.

''Onları kurtarmak mı istiyorsun, yoksa öldürülmelerini mi izleyeceksin?''

''Kurtarmak istiyoruz! Bunun garantisini ver bize. Kılıçlarımızı senin için yakalım. Kuzey senin ruhun ise senin bir parçan olalım.'' dedi. Kuwala gülümsedi. Ayağını yere nazikçe vurduğunda binlerce ışık yükselmeye başlamıştı gökyüzüne. Kan yukarı doğru yükselirken Kuwala gülümsemeye devam ediyordu. Devasa kızıl bir buluta dönüştü yükselen ve ışıldayan kan.

''Kuzeylilerin bir damla kanı dökülürse bunun hesabını ben vereceğim.Daha fazlasına gerek var mı?'' demişti. Çavuş yükselmiş kızıl buluta baktı. Bulut rüzgarla taşınıyordu. Uzaklaşıyordu üstlerinden gün ışığı üstlerine doğru iniyordu tekrardan. Kılıcını çekip havaya kaldırdı. Onunla beraber iki yüzden fazla askerde kılıcını kaldırmıştı. Ölen kardeşlerinin kanı nereye gidiyordu bilmiyorlardı. Ama daha fazla kardeş kanı dökmeyeceklerdi.

''Kuzeyin efendisi için savaşacağız!'' demişti Çavuş. Generalinin gözüne bakarak bunu söylediğinde tarafını belli ettiğini anlatmaya çabalamıştır belki de. Kuwala nazikçe gülümsedi.

''Kuzeyin gerçek sahipleri olarak dövüşün. Bu bile yeterli!'' dedi. Arkasını döndüğünde fırtınanın dinmesi ile dışarı çıkan Grave ve ekibini gördü. Daki onlarla geliyordu. Kuwala yanlarına doğru gelenleri gördü. Grave ellerinden yere çivilenmiş halde yerde duran Byega'ya bakıp kaldı. Onu böyle görünce bir an afallamıştı. Amcasını bu kadar perişan hald egörmek şaşırtıcıydı. Bir süre göz göze geldiler. Grave onu umursamadan Daki ile rahomun yanına yürümeye devam etmeyi tercih etti. Kaçmasını engellemek için beş efsuncu onların başında durdu.

''Durabilmişsin!'' Daki bunu söylerken etrafta ki cesetlere bakıyordu. Çoğunu öldürmüştü fırtına ama yaşayanlar vardı. Bu bile bir ilerlemeydi.

''Savaşta yanımızda olmak istediler. Onlara sanş vermeliydim değil mi?'' Komutan grave tanıdığı çavuşa bir süre baktı. Efsuncularına işaret verdi.

''Güven bağı oturana kadar kılıçlarını toplayın.'' demişti. Kuwala onların işine karışmayacaktı. Yıkım alanına dönmüş kanyon girişindeydiler. Kuwala toplanan kılıçlara bakıyordu. Arda kalan yığınlardan yiyecekler toplanmaya başlamış ve insanlar dışarı doğru çıkmaya başlamıştı. Byega ise hala olduğu yerde çakılı durumdaydı. Grave ve çavuşun adamları onların oturması için bir yer düzenlemeye başlamıştı. Ölüler toplanıyordu bir yandan. Br ateş yakılacak ve cesetler yakılacaktı.

''Efendi Kuwala! Efendi Daki!'' demişti Grave kaynayan kazanlardan yemekler verilmeye başlandığında hava çoktan kararmış ve beş yüz asker tekrar kılıçlarını alabilmek için hiç olmadığı kadar itaatkar durumdaydı. İnsanlar zaten onlardan olan askerlere karşı hiç tepki vermiyordu. Kuzeyli daima kendi kanından olanı korurdu. Birbirlerinin canlarını yaktıklarını kolayca unutmuş gibi kurulan masalarda yemeklerini yiyeceklerdi.

Grave onlara tekrar seslendi. Kuwala emin olmak için kendisi Daki'nin yarasına bakmak istemişti. Ölçek olarak on ile biri arasında yaranın durumuna iki demişti. Getirilen sıhhıye malzemeleri ile yinede en iyi pansumanı yapma yanlısı olmuştu. Grave onları surun ardında kanyonda kurulan yemek yerine çağırmıştı. Çavuş onun yanında dolaşıyordu. Kuwala ileride yere çivilediği Byega'yı izlerken Daki onun başında dikiliyordu.

Grave ve çavuş onlara doğru yaklaştığında konuşmaya şahit olmuşlardı.

''Seni burada bırakacağım. Muhtemelen Ayezi beni bulmak için buradan geçecek ve seni yiyecek. Ruhunun çirkinliği onu açıktırmış olduğu için ölüm çok yüksek bir olasılık. Ama sorularıma cevap verirsen bir süre daha yaşamana müsade edeceğim.'' Kuwala bunları söylerken yere çömelmişti. Byega ellerini çekiştirmekten kollarında derman kalmamış haldeydi.

''Kurdunun beni yemesi umurumda değil. Burada zaten ölmüş olarak anılacağım.''

''Ayezi kurbanlarını bacaklarından yemeyi seviyor!''

''Çocuk! Beni korkutacağını sanmıyorum. Derdin ne senin?'' dedi. Kuwala onun kafasına elini koydu ve nezaketle gülümseyip birden saçlarını avuçlayıp başını sert zemine doğru çarptı.

''Melez Piç hakkında ne biliyorsun? Bana bunları teker teker anlatmanı istediğimi söyledim. Beni hiç dinlemiyorsun General Byega!'' demişti. Tekrar Byega'nın başını kaldırdı. Yarılmış alnından kan akıyordu. Kuwala ona doğru yüzünü yaklaştırdı.

''Onunla konuşmadan önce hakkında ki her şeyi bilmek istiyorum. Beni izlediğini ve takip ettiğini hissediyorum. Londaga'nın ruhunu alırken de oradaydı, ben delirip binlerce insanı öldürmeye kalktığımda da oradaydı. Sürekli etrafımda geziniyor ve onun hakkında bir şey bilmiyor olmak beni deli ediyor.'' demişti. Byega gülümsedi. Kan çenesinden yere damlıyordu.

''Sana bir şey anlatmadığım sürece beni hayatta tutacağını biliyorum. Neden sana konuşayım ki?'' demişti. Kuwala elini saçlara daha sıkı doladı.

''Tek şansım sen değilsin! Sana bir fırsat sunuyorum. Yaşamak için bir sebebin var. Muhtemelen güzel bir karın ve çocuğun var. Belki erkek bir evladın. Onlardan da bir çok şey öğrenebilirim. Tieden nasıl Melez Piçin kolunu aldıysa bende onların canını alabilirim.'' demişti. Byega'nın korku dolu gözleri yanan meşale ışığında parlamıştı. Kuwala kıkırdadı.

''Tecrübesiz olduğum doğru ama öğreniyorum General Byega! Öğrenmek çok tehlikelidir. Bunu biliyor musunuz? Öğrenen ve bilgilenen birisinin ne kadar kötü ve çirkin olabileceğini hiç düşündünüz mü? Ben kendi yansımamı gördükçe bunu hep düşünüyorum.'' dedi. Byega'nın çenesi titremişti. Gözleri fal taşı gibi kocaman olmuştu.

''Buradan gitmeden önce senden bana anlatacağın şeyler duymak istiyorum. Öğret bana! Karşımda nasıl bir düşman olduğunu bana anlat ki... Bende o düşmana dönüşüp korumaya çalıştıklarınızı paramparça etmeyeyim. Kristal saray parça parça yıkılırken onun altında kalacakları kurtarabilirim.'' dedi. Byega öylece kalmıştı. Kuwala onun saçlarını bırakıp yerdeki su kabını ona doğru itekledi.

''Afiyet olsun!'' demişti. Byega öylece kalmıştı. Daki ona bakarken ifadesizdi. Anlatılan tecrübesiz ve masum aklı saf rahom bu değildi. Karşısında yer altı iblisi vardı adeta. Kuwala ellerini arkasında birleştirdi.

''Tekrar geldiğimde bu kadar ısrarcı olmamı bekleme. Seni öldürmek isteyen Kara Kurt Daki var!'' demişti. Byega dikilen adamın parlayan yeşil gözlerine baktı. Bir çok defa cephede karşı karşıya geldiği bu adamın Kuwala'yı eğittiği açıkça görülüyordu. Acımasızlığını Kuwala'ya da öğretmişti. Onu güçlü ve kırılmaz hala getirecek kadar iyi öğretiyordu dünyayı. Daki gülümsedi. Byega'ya önündeki kirli kabı gösterdi.

''Hadi suyunu iç. Bunu istemiştin. Su diye etrafında dolanan insanlara yalvarıyordun.'' dedi. Byega ona bakarken Daki bir tekme savurdu suratına.

''Hadi General!'' dedi. Byega omzuna çarpan tekme ile sallanıp öne doğru eğildi. Bir köpek gibi yerdeki kaptan su içiyordu. Daki ondan nefret ediyordu. Bir çok defa cephede Ung askerlerinden yakalananların vücutlarını parçalara böldüren bu generale eziyet etmek onu rahatlatıyordu. Asla gerçekten karşı karşıya gelmemişlerdir. Ama Kara Kurtların subayları sadece Byega'ya itaat ediyordu. Bunu bildiği için ondan daha ayrı nefret ediyordu.

''Senden tiksiniyorum!'' demişti. Grave onların yanına doğru yaklaştı.

''Yemek için bize katılın efendiler.'' demişti. Eğilip Byega'nın önündeki kabı alıp suyu yere döktü ve doğruldu. Çavuş üçüne bir kaç adım arkadan bakıyordu. Bu kadar nefret dolu adamların gücünü düşününce doğru tarafta olduğuna inandı. Rahom ve onun yanındaki Kara Kurt Daki'nin tek başına bile bir alayı yok edebilirdi. Grave ise yanına adam çekmede başarılı bir komutandı. Yönetimi sarsılmaz ve koordineli şekilde savaşan dinamiklerden birisiydi.

Kanyonun içine doğru yürümeye başlamışlardı. Grave yanında yürüyen Daki'ye baktı.

''General Byega'dan nefret ediyor olmanızın sebebi askerlerinizi ve adamlarınızı öldürmüş olması değil mi?'' dedi. Daki başını salladı ve yanlarında yürüyen Kuwala'ya baktı.

''Bir noktada ona da teşekkür etmem gerek. Adamlarım ve benim peşime Kara Kurt sürüsünü takmasaydı Kuwala ile tanışmayacaktım. Çok can yitirdim ama hepsine değer bir adam kazandım.'' demişti. Kuwala gülümseyip ellerini arkasında birleştirdi. Neşe ile sekti.

''Peki siz Efendi Kuwala?''

''Ondan nefret etmiyorum. Sadece yüzünde gördüğüm pişmanlık beni tiksindiriyor. İnsanlar hep böyle. Yaptıkları şeylerden dolayı yıllar sonra üzülüyor. O ve onun gibiler kendi çıkarları için kötülükler yapıyorlar. Sadece Generale karşı özel bir nefret değil. Genel olarak böyle insanlardan nefret ediyorum. Onları öldürmek yapılabilecek en büyük iyilik gibi geliyor bana.'' demişti. Çavuş sessizce neşe içinde konuşan rahoma baktı. Korkunç sözcükleri böyle neşe içinde söylemesi onu dengesiz bir kişilikte gösteriyordu. Henüz Rahomun gerçek kişiliğini göremeyecek kadar ona uzak olduğu için dengesiz kişilikte karar kılmıştı.

''Melez Piçi bu kadar tanımak istiyor musunuz?'' demişti Grave. Kuwala başını yavaşça sallayıp durgunlaştı.

''İstiyorum. Onu bu kadar öfkeli ve karanlık yapan sebepleri bilmek istiyorum. Hem Bakren kanı hem Rahom kanı taşıyan o adamın gerçekte kim olduğunu anlamak için önce nasıl birisi haline getirildiğini bilmem gerek.'' dedi. Grave başını eğip yığının üstünden dikkatlice geçerken daki'nin elini tutup destek alan Rahomu süzdü. Henüz on sekiz yaşındaydı ve savaşın içinde bir senedir bulunuyordu. Buna rağmen gerçek düşmanı belirlemişti bile. Kendini savaşın kan ve nefretinde kaybetmemek için çok çaba sarf ettiğini görebiliyordu.

''Onunla savaştığınızda kaybederse onu öldürecek misiniz?'' dedi. Kuwala başını ona doğru çevirdi.

''Sanmıyorum.'' dedi. Etrafı derin bir sessizlik sarmıştı.

''Neden?'' çavuş merakla bunu söylediğinde Kuwala yığından inmişti. Kanyonun içindeydi.

''Kendisi için dövüşmeyen insanlara hep bir şans verilmeli. O da bir emir kulu. Tıpkı sizin gibi.'' dedi. Daki kollarını bağdaştırmış sert bakışlarını çavuşa çevirmişti. Kuwala'nın aydınlık yüzündeki gülümsemenin zıttı olan bu karanlık bakışlar Çavuşu ürkütmüş idi. Susup cevabı kabullendiğini gösterdi. Efsuncuların ve insanların toplandığı yemek alanına gelmişlerdi. İnsanlar kümeler halinde yemeklerini almış yiyorlardı. Grave onlara büyük kurulan çadırı gösterdi. Eski merkez komuta alanı olarak kurulan çadırın oraya yığından çıkarılan çadırı kurmuşlardı. Masa ve sandalye olması Kuwala'yı şaşırtmıştı. Harabe haline getirdiği düşman kampından sağ çıkan sandalyeler masanın etrafına konuşmuştu. Grave'nin subayı olan beş efsuncu da masanın etrafındaydı. Ve Çavuşun savaş alanında yanına gelen adamı masada oturmuş kuzeyli kardeşleri ile sohbet ediyordu. Kuwala onlar için ayrıldığını düşündüğü iki yan yana boş sandalyeye yöneldi. Daki onun yanına oturmuştu. Kurutulmuş et vardı ve ekmek...

''Hepsini pişirmediniz umarım.'' demişti Daki. Grave başını salladı. Daki bunun üzerine geriye doğru yaslandı.

''Güzel. Bir ka güne yola çıkacağız. Ung birlikleri ile Kristal sarayda karşılaşacağız. O süre zarfında önümüze çıkan her karargah, her karakolu alacağız ve bize katılanlara kapılarımızı açık tutacağız. Seron birlikleri hariç. Bir tane bile Seron nefes almayacak.'' demişti. Grave onun sert konuşmasına şaşırmıştı.

''Teslim olan askerleri öldürecek miyiz?'' demişti. Daki kaşlarını çatmıştı. Yemeğini yiyen Kuwala'nın önüne doğru kendi ekmeğini itekledi.

''Teslim olduklarında birliğe katılmaları gerekir. Bunu yapmayacaklarsa boş yere insan besleyemeyiz gün geçtikçe ordu büyüyecek. Ve Kristal Saray kuşatılırken fazlası ile beslenmesi gereken adam ve kadın olacak elimizde. '' dedi. Grave ona hak vermek zorundaydı. Kuzeyde bahar geleceğine dair söylentiler vardı ama henüz tahıl yetiştirecekleri kadar toprak yumuşak değildi. Hala soğuk rüzgarlar kar getirebilirdi.

''Haklısınız. Savaşın ne kadar süreceği bilinmiyor. Bahar ne zaman gelir bilinmiyor. Yaşayanın katkısı olmayacaksa onu tutamayız.'' demişti. Kuwala birden başını kaldırdı. Daki'ye doğru döndü.

''Bahar, çiçeklerin açıp kuşların öttüğü mevsim!'' demişti. Kış mevsiminde doğan bir çocuktu. Hayatında hiç kuş sesi duymamıştı. Hayatı boyunca gördüğü tek şey beyaz kar olmuştu. Renkli çiçeklerden bildikleri sadece kaplıca etrafında ki çiçeklerdi. Geniş yaylaları renklere boyayan çiçekleri hiç görmemişti. Daki usulca başını salladı.

''Evet. Bir sürü çiçeğin açtığı mevsim. Ve uzun sürüyor.'' demişti. Kuwala gülümseyip kaşığındaki çorbayı ağzına götürdü.

''Anlattığın kuşlar o mevsimde mi geliyor?'' demişti Kuwala. Grave bir an için Daki'nin çaldığı ıslığı anımsadı.

''Evet! Binlercesi Güneyden ve Batıdan gelecek.'' dediğinde Kuwala başını Daki'ye doğru çevirdi.

''UngurPan'da kuşlar var o halde!'' dedi. Daki usulca başını sallamıştı. Grave birden ellerini birleştirdi ve ağzına götürdü. Serçe parmaklarını oynatırken nefesini avuç içlerine doğru üflemişti. Birden kuş sesi etrafta yankılandı. Kuwala şaşkınlıkla ona bakıyordu. Grave bir süre sesi çıkardı.

''Çocukken babam öğretmişti. Bu ses Kısa Kanat kuşunun sesi. Dişi kuşlar erkekleri çekmek için bu sesi çıkarırmış. Bizde onları böyle kandırıp yakalardık.'' dedi. Kuwala elindeki kaşığı bırakıp parmaklarını birleştirdi. Üfledi ama ses çıkmamıştı. Grave ise tekrar sesi çıkarmıştı. Kuwala büyülenmiş halde ona bakıyordu.

''Bunlardan binlercesi Kızıl Ormanda olursa çok güzel olurdu. Kulübenin...'' duraksadı. Evinin yakıldığı aklına gelmişti. Daki onu dirseği ile dürttü.

''Yeni yapacağım kulübenin etrafına yem koyarız ve bizde bir kaçını yakalarız.'' demişti. Kuwala gülümsedi ama yorgunlukla dudakları geri aşağıya doğru inip düzleşti.

''Daki...'' demişti. Daki ona bakıp kaşığı elindne bırakıp ona doğru devrilen Kuwala'yı yakaladı. Etrafı derin bir sessizlik sarmıştı. Sonunda Kuwala'nın bedeni onu uykuya doğru hızla çekmiş ve dinlenmesi için kendini kapatmıştı. Daki sakince kalkıp Kuwala'yı kucakladı. Grave arkaya koydukları sedirin üstünü boşattı.

''Buraya yatırın.'' demişti. Daki onu sakince yatırıp üstünü örttü. Geri masaya dönmüştü.

''Bunca şeyden sonra iyi bile dayandı.'' demişti. Kuwala'nın daha erken bayılıp kalmasını beklemişti. Darta'nın gözyaşından bu yana bedeni hesapsızca kendini kapatıyordu ve çatışma boyunca yüksek bir enerji harcamıştı. Sonunda kendini kapatmıştı.

''İyi olacak mı?'' demişti Grave. Daki başını sallayıp yemeğine devam etti.

''Sabaha yeniden doğmuş gibi uyanacaktır. ''dedi. Daha sonrasında şarap içtiler ve sohbet etmeye başladılar. Konu savaşa geldiğinde ise Grave heyecan içinde konuştu.

''Efendi Kuwala tek başına büyük bir alayı yok edebiliyor. Bu durumda yenilmek imkansız olur. Ve siz Efendi Daki. Sizin şöhretiniz zaten biliniyor. Kara Kurtları doğrayıp geçtiğinizi her Bakren askeri biliyor. Bu durumda Kristal saray olanları duyduğunda daha da korku içinde savaşacak. Hatalar yapacak!'' dedi. Daki gülümsedi. Kadehine biraz daha şarap doldurdu. Onun umrunda bile değildi kimin kaybedip kazandığı. Kuwala'nın gittiği yöne doğru gidiyordu sadece. Onun arkasında durup bu savaşı kazanmasını sağlamaya çalışıyordu. Kimin kazandığı yada kaybettiği Kuwala'yı etkilecekse ilgileniyordu. Savaşmaktan yana bile değildi. Darta'nın huzurunda kalmayı teklif ettiğinde Kuwala'ya işleri yarım kaldığı için huzursuz olduğunu öğrenmişti. Sırf bunun için burada savaştaydı.

''Savaş umurumda bile değil biliyor musun Komutan Grave!'' demişti. Komutan ona bakıp kaldı. Daki arkasında ki sedirde uyuyan Kuwala'yı eli ile işaret etti.

''O nereye ben oraya! Kiminle savaşıyor ise onunla savaşır kiminle aynı masaya oturursa bende otururum. Hayatımı borçlandığım ve beni özgür bırakan bu adamın daima arkasında olmak umrumda.'' demişti. Grave şaşkınlıkla ona bakıyordu. Daki'nin bu kadar Kuwala'ya sadık olacağını düşünmemişti.

''Efendi Kuwala sizin efendiniz mi?'' demişti Çavuş. Daki dudak büzdü ve sakalını okşadı.

''Hayır! Daha çok yoldaşız gibi. Karmaşık bir ilişki bu kafanı yorma çavuş!'' demişti. Grave konuyu değiştirmek için atıldı. Efsuncular dağılmaya başladığında üçü masada kalmıştı ve saat baya ilerliyordu.

Konu dallandı budaklandı ve sonunda içkinin etkisi ile ağızlar gevşemeye başlamıştı.

''Söylesene Çavuş seni bekleyen bir karın ya da sevgilin var mı?'' Grave bunu söylerken bardağını tazeliyordu. Çavuş elini yanağına dayadı.

''Bir kadın var. Ama onunla yatan çok erkek olmuş. Fakat beni sevdiğini söyledi.'' demişti. Daki dövünerek gülmeye başladı.

''Söylesene senden para aldı mı?'' Çavuş başını sallayınca Grave ve Daki kahkahalara boğulmuştu.

''Her erkeğe seni seviyorum deyip zengin olan bir kadını sevgili olarak özlemek saçma!'' demişti Grave. Daki bunun üstüne ona döndü.

''E... Komutan senin var mı bir bekleyenin ya da beklediğin?'' dedi. Grave başını salladı.

''Sanırım benim gibi kendini orduya adamış adamların bir sevgilisi bir karısı olmuyor. Yaşımda ilerliyor. İhtiyar bir adam tarafında becerilmeyi kuzey kadınları hakaret olarak görüyor. Bu saatten sonra kendi kendimeyim.'' demişti. Daki bunu duyduğunda çavuşla aynı anda pıskırmıştı. Sıra Daki'ye gelmişti.

''Senin vardır kesin. Gerçi pek çapkın bir adamsın! Kim seni bekliyor ha?'' demişti Grave utanmazca sırıtıp. Daki güldü başını iki yana salladı.

''beni bekleyen yok. Bende kimseyi beklemiyorum. Kadınlarla artık aram pek soğuk.'' demişti. Çavuş şaşkınlıkla ona baktı.

''Kara Kurt Daki gücüyle ün salmış iken her kadın onu düşler. Yoksa bir yerinizden yara mı...'' Daki onu sertçe yumrukladı.

''Yara almadım açıp göstereyim ister misin?'' demişti. Çavuş elini göslerine götürüp bağırdı.

''Sakın öyle bir şey yapma güneyli herif!'' demişti. Daki güldü. Grave ise üstüne düşmeye devam ediyordu.

''Genç adamsın vardır bir bekleyenin. Sevmedin mi hiç birisini?'' demişti. Daki birden duruldu yüzünde garip bir ifade bulunmuştu.

''Aşık oldum! Hemde hiç beklemediğim birisine. Onun için ölümü bile göze alacak kadar oldum Komutan Grave. Hala onu kendimden fazla seviyorum.''

''Öldü mü?'' demişt Grave durgun bir sesle. Daki başını iki yana sallayınca Grave bahsini arttırır gibi konuştu.

''Evlendi mi?''

''Aslında evli ama bu evlilikten mutluyum.'' dedi. Grave onun ne dediğini anlamıyordu. Daki is egülümseyip ellerini kıvırcık saçlarına daldırdı.

''Anlamsızca konuşuyorsun sen Efendi Daki!'' diye çıkışmıştı Grave. Daki güldü ve kadehini uzattı.

''Gönül işlerime girersen çıkamazsın. Çükümün hesabını tutmaya kalkarsan sayamazsın Komutan Grave. O yüzden bu işe bulaşma bence.'' demişti. Grave ondan bir şey öğrenemeyeceğini anlayınca Çavuşa doğru döndü.

''E sen söyle çavuş. Bu kız hangi genelevde çalışıyordu?'' dedi. Çavuş ona bakıp başını öne doğru eğdi.

''Başkentteki eski meyhanenin orada ki genelevde! Ama oradan ayrılması için para verdim.'' Grave güldü ve onun sırtını sıvazlayıp alaylı bir sesle konuştu.

''Eminim kurtulmuştur oradan!'' demişti. Çavuş başını masaya doğru koydu. İçki artık onu uyuşturmaya başlamıştı.

''Böyle demeyin komutanım. Geri döndüğümüzde onunla evlenmeyi düşünüyorum. Annem ne derse desin onunla evleneceğim ve iki kız babası olacağım. İsimlerini bile düşündük.'' demişti. Grave bunları duydukça daha çok gülüyordu. O sırada Kuwala'nın sesi duyuldu.

''Daki...'' demişti. Daki adeta oturduğu sandalyeden fırlamış ve bir kaç adımla sedirin dibinde durmuştu. Sedirin yanına çömelmişti. Grave onun hızına şaşkınlık içinde bakıp kalmıştı. Kadeh kadeh içki içen bir adam ayağa kalkmaz iken o yerinden fırlayıp koşmuştu.

''Hey! Buradayım!'' demişti. O kadar yumuşak ve düzgün bir sesle konuşuyordu ki. Çavuş bile başını kaldırıp oraya bakmıştı. Kuwala elini kaldırıp yüzüne doğru koyup bir şeyler geveledi. Daki ise ona bir süre bakıp elini nazikçe geri örtünün altına soktu.

''bir yere gitmiyorum. Burada bekleyeceğim.'' demişti. Ayağa kalkıp sedirin yanına bir sandalye çekip oturdu. Kuwala gözleri kapalı konuşuyordu.

''Bir gün bunlar bittiğinde babamın kulübesini onaracağız değil mi?'' demişti. Daki başını salladı.

''Evet! Daha güzel ve büyük bir kulübe yapacağım. Ayezi için bir köpek kulübesi bile yapabilirim. Cohin bize yardım edeceğini söylemişti.'' dedi. Kuwala güldü. Gözlerini aralayıp oturan Daki'ye baktı.

''Ayezi bu savaş bittiğinde Darta'nın yanına dönecektir. O köpek kulübesinde uyumayacak kadar kibirli.'' dedi. Gülmüştü. Daki gülümseyip ona baktı. Kuwala elini daha önce yaralandığı yere koydu.

''Aleon ve Marinoe'ye düğün yaparız. Ve binlerce kuş sesi dinleriz.'' demişti. Daki ona bakıp kaldı.

''Aleon ile Marinoe evlenecek mi?'' dedi. Kuwala gülümsedi.

''Evet. Marinoe'nin kızı Aleon'a baba diyordu. Bunu gelecekte gördüm.'' dedi. Daki şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala gülümsedi ve karşısında oturan Daki'ye baktı.

''Benim düğünümden daha ışıltılı bir düğün olacak.'' demişti. Daki gülümsedi ve elini çenesine götürdü.

''Senin düğününde tanrılar misafirindi. Hiç bir düğün bu kadar ışıltılı olamaz.'' demişti. Kuwala başını yana doğru çevirdi. Boğuk bir sesle konuştu.

''belki de gördüklerim sadece rüyaydı. '' dedi. Daki birşey demeden bir süre bekledi. Kuwala derin bir iç çekip ona sırtını döndü. Uyku sersemliği ile mırıldandı.

''Sakın beni tek başıma bırakma...'' demişti. Daki elindeki kadehi tepesine dikti. Uzanıp örtüyü Kuwala'nın üstüne doğru çekti.

''Burada olacağım uyandığında.'' demişti. Grave bunu duyduğunda ayağa kalktı.

''Bir sedir daha getirteceğim.'' demişti. Ayakta sallanıyordu. Çavuş ona destek olmak için ayağa kalktı. Sallanarak uzaklaştılar. İçeri iki muhafız sedir getirmişti. Daki köşeye konulan sediri diğerine yaklaştırdı. Uzandı ve bir süre sonra derin bir uykuya daldı.

Sabah gözünü açtığında yüzüne eğilmiş Kuwala'yı gördü. Kuwala gülümsemişti. Daki çadıra kaçamak bir bakış attı.

''Zamanı değil birisi içeri girebilir.'' demişti. Kuwala bir yılan gibi örtünün altına doğru girmişti. Dinlemiş olduğu pembeleşen yanaklarından belliydi. Sırıttı.

''Herkes uyuyor. Kanyonun girişinde iki nöbetçi ayakta.'' dmeişti. Daki onun kendinden emin konuşmasına rağmen Rahom ile böyle yakalanmaktan tedirgindi.

''Başlarsak duramayacağımız biliyorsun!'' dedi. Kuwala derin bir iç çekip onun yanına oturdu. Etrafa bakındı.

''Bundan sonra böyle mi olacak? Sana dokunamayacağım, Sen bana dokunamayacaksın. Bunun sebebi bu insanlar ise...''

''Hey! Dokunmak istersen buna izin vereceğim.'' demişti. Kuwala kıkırdayıp elini Daki'nin açtığı karnına koydu.

''Daki, bu insanlara tanrılar tarafından izinle evli olduğumuzu söylersek bir şey diyemezler. Neden bunu yapmıyoruz ki... Tieden ve diğerleri bunu kabul etti. Onlarda eder!''

Daki uzanıp Kuwala'nın elini tuttu. Çekip dudaklarına götürdü.

''Bu insanlar aptal ve seni sevdiğimi anlamayacak kadar aç ve tutarsız duygularla dolu. Onların bakışlarının seni rahatsız etmesine katlanamam. Hepsini öldürmek zorunda kalırım.'' demişti. Kuwala ona doğru döndü. Eğilip Daki'yi dudaklarından nazikçe öptü.

''Kimseyi öldürmek yok.'' dedi. Daki doğrulup Kuwala'ya doğru döndü.

''Beklemekten bende nefret ediyorum. Bu yüzden bana böyle bakmaya devam etme.'' demişti. Kuwala sırıttı. Alt dudağını ısırdı. Daki gözlerini devirdi ve geri uzandı.

''Sen cidden edepsiz bir adam oldun Kuwala!'' dedi. Kuwala omuz silkti. Cübbesini giymek için ayağa kalkmıştı. Cübbesini omuzlarına geçirdi. Kuşağını almak için tekrar eğildiğinde Daki hızla ayağa fırlamıştı. Onu arkadan yakalayıp sarıldığında Kuwala ne diyeceğini şaşırdı. Kalçalarında hissettiği şey Daki'nin kabarmış olan erkekliği idi. Öylece bir süre durdular. Kuwala boynunda Daki'nin susuzluktan kurumuş dudaklarını hissediyordu. Saçlarını yana doğru çekiştirmişti. Dili boynunda hissedince bir an Daki'ye doğr döndü.

''Uzun süredir yıkanmıyorum. Boynumu yalamamalısın.'' demişti. Daki onu daha sıkı sarıp kendine doğru çekti.

''Pek umurumda değil. Bana hala lezzetli geliyor tenin.'' demişti. Kuwala utancını gizlemeye çabaladı ve boynunu yana doğru eğdi.

''Garip şeyler öğretip bana edepsiz dememelisin Efendi Daki!'' demişti. Daki bir an gülümsedi.

''Efendi Daki mi? Alay edecek kadar cesursun Kuwala!'' demişti. Dişlerinin arasına aldığı yumuşak teni ısırmıştı. Kuwala onun ısırıklarının can yakıcı olmamasına rağmen huylandırıcı buluyordu.

''Kurt gibi davranma!'' diye çıkışma çalışmış ama ardından gelen yumuşak öpücükle bedeni titremişti. Isırıktan daha tahrik edici bu ufak öpücükler bedenini titretiyordu. Ellerini kurtardı ve cübbesini çıkardı aşağı doğru bıraktı. Kuşağını çözen Daki'nin ellerine baktı. Kendi ellerini kontrolsüzce bırakmıştı. Yatağa doğru devrildiler. Üstüne doğru eğilmiş Daki ona bir süre baktı. Kuwala parmak uçları ile Daki'nin kirli sakalını okşamıştı. Yavaş yavaş elleri dudaklarına doğru kaydı. Daki gülümseyerek ona bakıyordu.

''İlk defa görüyormuş gibi bakıyorsun.'' dedi. Kuwala büyülenmiş gibi ona bakarken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Daki bir an için duraksadı. Onu ağlattığını görünce öylece kalmıştı.

''Duralım mı? Canın yanıyor olmalı. Yorgunsun!'' dedi. Kuwala gözlerini ona dikmişti.

''Sadece bir an için seni bir daha göremeyeceğimi düşündüm.'' demişti Kuwala. Sesi titremiş ve boğuklaşmıştı. Daki'yi kendine doğru çekip sarıldı. Onun bedenin ağırlığını hissetmek varlığını hissetmek ona iyi geliyordu. Bir süre ona sıkıca sarılıp gözyaşları içinde durdu.

''hala yapmak istiyor musun?'' demişti Kuwala. Karşısında ki adama haksızlık ettiğini düşünerek elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Daki başını koyduğu göğsün iniş kalkışını izliyordu. Başını ona doğru kaldırdı.

''Böyle bir süre daha kalmak istiyorum.'' demişti. Kuwala yorgunca gülümsedi. Durduk yere gelen bu ağlamanın tek sebebi Daki'yi kaybederse ne olacağı değildi. Canı yanıyor gibiydi. Nedensizce içine bir acı çökmüştü.

''Böyle ağladığını görmek istemiyorum Kuwala. Seni böyle görünce herkesi öldürmek ve bu işi bitirmek istiyorum.'' demişti. Kuwala koluna doğru devrilen adamın saçlarıyla oynamaya başlamıştı.

''Bazen insanlar ağlar Daki. Beni ağlatan şey kendi düşüncelerim. İnsanlar değil.'' Yalancılıkta ilk defa bu kadar başarılı olduğunu hissediyordu. Daki iç çekti ve ona bakmaya başladı. Parlak kırmızı dudaklar yukarı doğru kıvrılmıştı. Gri gözler ona bakıyordu. Bir süre sessizce onu izledi.

''Grave iyi bir komutan. Aleon ve Ung ordusu ile buluşması için ona birliği bırakabiliriz. Baş başa seyahat edebiliriz.'' dedi. Kuwala nazikçe Daki'nin saçlarını okşuyordu.

''Seronlar karşısında hiç şansları olmaz. O alev kusan şeyler onları öldürür. Ben bile başa çıkamıyorum. Onları terk edersek öleceklerdir.'' dedi. Daki dirseğinden destek alıp doğruldu.

''İnsanlara neden bu kadar değer veriyorsun Kuwala. Her şey sana verilen bu ruh yüzünden mi?'2 demişti. Kuwala başını iki yana salladı.

''Seni örnek alıyorum Kara Kurt Daki. Bana sen öğrettin sevmeyi ve değer vermeyi.'' demişti. Daki doğruldu. Gelen ayak seslerini duymuştu.

''Keşke bunun yerine daha iyi öpüşmeyi öğretseydim.'' demişti. Sinsice güldüğünde Kuwala birden doğrulup elindeki hasır yastığı ona doğru fırlatıp sinirle kaşlarını çattı.

''Seni ahlaksız adam. Beğenmiyor birde. Ben burada...'' kelimeleri ağzına tıkılıp kalmıştı. Grave kapıdan onlara şaşkınlıkla bakıyordu. Daki diklen Grave döndü.

''Rahom bugün ters tarafından kalktı!'' demişti. Kuwala doğrulup üstünü toparladı. Kaşlarını çatıp yumruğunu yavaşça Daki'nin sırtına vurdu.

''Bunu unutmayacağım Kara Kurt Daki!'' demişti. Grave içeri doğru süzüldü. Konuşulacak çok şey ve orduyu yürütecekleri güzergahın belirlenmesi gerekiyordu. Siviller vardı ve yaralılar, hastalar... Bunları konuşmadan önce getirdiği şarabı masaya koyup sırıttı.

''Kaliteli Seron Şarabı. En iyi kırmızı üzümden yapılırmış.'' dedi ve sandalyeye oturdu.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Altı:  Bir  Söz Ver Bana

 

            Aleon tahtın geçici olarak sahibi olmuştu. Ağabeyinin dönüşü tahtı onun sahibi yapacağı için sadece meclis tarafından tacı giydirilmişti. Aleon tahta oturur oturmaz meclisi dağıtma kararı almış ve meclis üyeleri halkın ağır baskısına dayanamayıp dağıtılma kararını kabul etmişti. Aleon hemen tahta geçer geçmez Kuzeye yardım için askerlerin toplanma emrini vermişti. Bir haftadan kısa sürede askerler İkinci kışlada olması gerekiyordu. Daki ve Kuwala'nın oraya döneceğini düşünüyordu.

''Güneş'in Kızı ile iletişime geçin Cohin. Askerlerin ikinci kışlaya aktarılması gerekiyor. Bunu olabildiğince hızlı yapacağız.'' dedi. Cohin artık yaver değildi. Kralın özel danışmanlarından birisi olarak Aleon'un yanında duruyordu. Muhon Asha'da alay komutanlığından general olmaya doğru çekilmişti rütbesi. Artık generaldi ama hayatı pek değişmemişti. Sabahın erken saatinde aleon'un onları çağırmasına sinirlenmişti. Elindeki deri matarayı kafasına dikiyordu oturduğu yerde. Cohin ise elindeki mektuba baktı ve sırıttı.

''Majesteleri!'' dedi. Aleon ona bakınca Cohin sırıtarak ona bakmaya devam etti.

''Marinoe Hanımın da Akela Kraliçesi ile geleceğini düşünüyor musunuz?'' demişti. Aleon kulaklarında ki basınçla bir an kızardı.

''Cohin!'' diye çıkışınca Cohin vurdum duymaz bir tavırla kapıya yürüdü.

''Kraliçeye özellikle Marinoe Hanımın ordunun geçişi sırasında burada olması gerektiğini bildireceğim. Majesteleri onunla görüşecekmiş.'' diyeceğim.'' demişti. Aleon ona bağıracak iken Muhon Asha gülmeye başlamıştı. Kendisi ile yaşıt prense bakıp sırıttı.

''Bak sen! Majesteleri bir kraliçe buldu demek şimdiden...'' demişti. Aleon patavatsız bu adama kaşlarını çatıp baktı. Muhon Asha umursamazca onun çatık kaşlarına bakıp içine arpa birası biriktirdiği matarasını kafasına dikti.

''Muhon Asha senden özel bir şey isteyebilir miyim?'' dedi. Muhon Asha bunu duyunca ona dönmüştü. Aleon onu yanına doğru çağırdı. Diğer danışmanlar meraklıydı. Muhon Asha oraya doğru yaklaştığında Aleon onu yakasından yakaladı.

''Seni öldürdüğümde Daki'ye hesap veremeyeceğim kendini kayalıklardan aşağı atıp canımı sıkmaktan vazgeçer misin?'' dedi. Muhon Asha ona doğru matarayı uzattı ve yakasını kurtardı.

''Eğer dün becerdiğim kadın kadar değerin olsaydı atardım. Tanrılar şahidim olsun seni seven kadının aklında ya da bedeninde bir sıkıntı olmalı.'' dedi. Gülmüştü. Aleon ona bakıp matarasını aldı ve kafasına dikti.

''Aşağılık bir herifsin ama iyi bir general olacaksın.'' dedi ve Muhon Asha'nın kahkahasına katıldı. Asha ona bakıp elini havaya kaldırdı.

''İki gün kadar burada olmayacağım. Ben gelene kadar ölme!'' demişti ve saraydan çıkmaya hazırlanmıştı. Zırhını çıkarmıştı. Yerle bir olmuş şehir hızla toparlanıyordu Limanı düzeltmek zaman alacaktı. Ama meydan şimdiden eski haline dönmüştü. Muhon Asha meydandan atı ile geçti. Daki ve Kuwala'nın kuzeyde ne yaptığını merak ediyordu. Daki oldukça yetenekli bir savaşçıydı ama Kuwala'yı korumak için hata yaparsa ölebilirdi. Limana doğru sürdü atını orası hale harabe halindeydi. Yükselen sular çekilince param parça olmuş iskeleyi ardında bırakmış ve sağlam gemi kalmamıştı. Tersane ise limandan farksızdı. Toplanmaları uzun sürecekti. Akela Kadınları olduğu sürece denizaşırı yerlere gitmek bir gün bile sürmeyecekti artık. Seronrakaul'dan haber gelmişti ve kralın ölümünden söz ediloyordu. Güneş'in Kızının orada katliam yaptığı haberleri yayılmış ve Seron askerlerinin çoğu Kuzeye savaşmak için yeleken açalı çok olmuştu. Muhon Asha liman boyunca atını sürdü. Limandan uzaklaşmaya başladığında şehre bağlı ufak bir kasaba belirdi karşısında işgale uğramamış yerlerden sadece bir tanesiydi o gece. Muhon Asha bu ufak balıkçı kasabasında doğmuştu. Ama ailesinden sağ kalan yoktu. Yaşlı annesi öleli beş sene olmuştu. Ne kardeşi ne başka akrabası vardı. O kasabada sadece bir kadın onu bekliyordu. Çocukluktan bu yana tanıdığı kadını ziyarete gidiyordu. Ufak heybesinde onun için hediyeler taşıyarak kasabaya girdi. İnsanların bir çoğu yardım etmek için şehre gitmişti. Kralın çağrısını alan oraya gitmiş ve Seronlardan arda kalan bütün hazineleri alabileceklerini söylediğinde insanlar ceplerinde para girmesi için daha aceleci davranmıştı.

Muhon Asha denize yakın eve giderken bir kaç kişi ile selamlaştı. Artık generaldi ve buna bağlı bir kılıç verilmişti. Beş sene önce annesinin cenazesi buradan kalktığı gün güzel bir haber almıştı. Sevdiği kadın karnında bir cocuk taşıdığını söylemişti ona. Şimdi onları görmeye gidiyordu. Atının yularını tutup yürümeye başlamıştı. Hava güneşliydi ama esinti vardı. Kasabada temel işgücü balıkçılık idi. En uzakta ki eve doğru yürürken adımları hızlanıyordu. Onu orada bekleyen kadını ve çocuğu düşünüyordu. Uzun zaman olmuştu. En son üç sene önce gemi limandan kalkmadan önce onları görmüştü. Şimdi ise... Bahçe kapısını itekledi. İçeri doğru girerken yol için konulmuş taşlarda atın nal sesleri tıkırdayınca kapının önünde elindeki sopa ile oynayan başını kaldırmıştı. Tedirgin gözlerini ona doğru gelen adama dikmişti.

''Anne!'' diye içeri doğru bağırırken ayağa kalkmıştı. Kaşları çatılmıştı. Beş yaşında bir oğlan çocuğuydu. Ancak sopasını gelen iri cüsseli adama doğrultmuştu.

''Anne bir asker geliyor!'' dediğinde içeriden tıkırtılar gelmişti. Bir kadın dışarı fırlamıştı. Kumral saçları omuzlarına iki örgü halinde dökülüyordu. Yeşil gözleri parlıyordu. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. Etekleri ayağına dolanarak koştu. Muhon Asha ona doğru gelen kadını atın yularını bırakıp kucaklamıştı. Zayıf bedeni sıkıca sarıp kalmıştı.

''Anne?'' diye sorguluyor çocuk. Kadın ise mutluluk gözyaşları içinde burnunu çekti.

''Baban döndü oğlum!'' dediğinde çocuk şaşkınlık içinde kalmıştı. Elindeki sopa yere düşmüş ve tıkırtısı yankılanmıştı. Küçük adımları oraya doğru hızla atılmıştı. İri adamın önünde durmuştu. Tıpkı babası gibi çenesindeki beni göze çarpıyordu. Koyu siyah gözleri ışıldıyordu kumral saçlarının altında. Muhon Asha ona bir süre baktı.

''Seni son gördüğümde ufacık bir bebektin!'' demişti. Çocuğu kucakladı ve boynuna dolanmasına izin verdi. Bir süre oğlu ile hasret giderdi öylece. Kadın endişe ile ona baktı.

''Savaş bitti mi? Prens hazretleri ile geri mi döndün?'' demişti. Muhon Asha başını iki yana salladı.

''Bitmedi. Daki'de henüz dönmedi. Geri döneceğini de sanmam. İçeri girelim mi?'' demişti. Kadın atın yularını tuttu ve yürümeye başladı. Evli değillerdi. Evliliği ikiside istememişti. Karnı iyice şiştiğinde ise Muhon Asha ona evlilik teklifinde bulunmuştu. Kadın ona kalırsa bunu kabul edeceğini söylemişti. Muhon Asha yerinin Prens Daki ile omuz omuza Kuzeyde savaşmak olduğunu söylemişti. O sene henüz belli değildi Kuzeye gideceği. Oğulları bir yaşına geldiğinde Muhon Asha onu nüfusuna almak istedi. Kadın izin vermedi. Ölecek bir askerin oğlu olsun istemem. ''Oraya insanları öldürmeye giden bir adamın oğlu olarak anılsın istemem'' demişti. Muhon Asha yine onun isteğini kabul etti. Ve gitmeden önce geri dönerlerse evlenip evlenemeyeceklerini sordu. Kadın başını iki yana sallamıştı onu kucağında oğlu ile uğurlamaya gittiğinde.

''Eğer orada bir katile dönüşür isen bir katilin karısı olup koynuna girmeyeceğim. Benim Muhon Asha'm bir kelebeğin kanadı kırılır diye nefes almaya çekinirdi.'' demişti. Muhon Asha onun dediği kadar yaşama değer veren bir adamdı. Ama Daki ile savaşmaya gitmişti. Savaşmıştı. Öldürmüştü... Ama geri döndüğünde hala yüzünde o gülümseme vardı. Masumca gülümsüyordu. Oturduğu sedirde kucağındaki oğluna keseden çıkardığı oyuncağı vermişti. Kuzeyde bulduğu bu oyunca terk edilmiş köyde öylece meydanda duruyordu. Tahtadan oyulmuş bir at ve bir asker...

''Bunu sen mi yaptın?'' demişti oğlu. Asha başını iki yana salladı.

''Yaşlı bir adam satıyordu. Ondan aldım.'' diye yalan söylemişti. Karısı karşılarına oturmuştu. İkisine bir süre baktı.

''Prens Daki neden gelmedi? Ağabeyinin taç giyme törenini görmeyecek kadar onu sevmiyor mu? UngurPan düşerken o kuzeyde hala savaşmayı mı seçti?'' demişti. Muhon Asha karşısında oturan endişeli kadını bir süre izledi.

''Geldi. O gece omuz omuza savaştık onunla. Binlerce hayatı kurtardı. Kuzeyin gerçek efendisi Rahom ile omuz omuza savaşıp UngurPan'ı koruduk. Ama geri döndü. Rahom ağır yaralandı ve onunla beraber...'' Kadın heyecan ile gözlerini ayırmıştı.

''O gece deniz yerinden oynadı ve güney Ruhları ortaya çıktı. Rahom soyundan birisi Güneye adım mı attı?'' demişti. Muhon Asha başını sallayıp gülümsedi.

''Daki, Cohin onunla yaralıyken tanışmış. Rahom onların hayatını kurtarmış. O günden itibaren Daki ordudan istifa etti ve prenslik haklarından vazgeçti. Kuzey için savaşacağını söyledi. Ve bende onunla Kuzeyi kurtarmak için savaşmaya karar verdim. Aleon'da artık Kuzeyi kurtarmak için savaşacak!'' dediğinde kadın şaşkınlık ile kalmıştı.

''Majesteleri ile Prens Daki'nin arası kötüydü neler oldu?'' dedi. Muhon Asha kucağında ki oğlunun saçlarını okşadı.

''Aleon o gece diz çöktü. Rahoma sadakat yemini etti. Bizim gibi o da artık Kuzeyde tek efendi tanıyor. Seron ve Bakren bir oldu. Akele ve UngurPan bir oldu. İki taraf çarpışıyor ve Kuzey halkı ise Rahomun ardından yürüyor. Bunca karanlığın içinde güzel şeylerde oluyor. '' demişti. Kadın gülümsedi.

''Ne tür şeyler?'' demişti. Muhon Asha bir sır veriri gibi etrafı gözleri ile kolaçan etti. Ve konuşmaya başladı.

''Aleon aşık oldu. Bir kuzeyli kadını seviyor ve onun için Rahoma diz çöktü. Ve Daki evlendi galiba. Cohin ise Akela kraliçesine abayı yakmış gibi.'' dedi. Kadın gülmüştü. Cohin ve Daki'yi çok iyi tanırdı. Muhon Asha'nın dilsiz gibi davranan yaverini de çok iyi bilirdi. Aleon'u ise anlattıkları kadar tanımıştı.

''Peki sen Asha? Sen hiç orada bir kadın...''

''Sakın! Burada beni bekleyen zaten bir kadınım var. Bir oğlum var. Ailem var iken hiç bir kadın bana güzel gelmez. '' dedi. Kadına dikti gözlerini. ''Tanrıların önünde senin eşin olduğuma yemin etmene izin verecek misin?'' dedi. Kadın onu süzdü. Gözlerini yere dikti.

''Bunu yapmam için o orduyu bırakıp burada benimle kalman gerek. Dostlarına sırtını dönmeni istemiyorum. Verdiğin sözleri tutup geldiğinde sana evet diyeceğim.'' demişti. Muhon Asha ona bakıp kaldı. Oğluda öylece annesine bakıyordu.

''Aç mısın?'' demişti kadın. Muhon Asha başını salladı. Kadın mutfağa doğru yürüdü.

Gece çöktüğünde oğlu dizinde uyumuştu. Evlenmek istediği kadın yaktığı ocağın başında dikiş dikiyordu. Derin bir iç çekti.

''Hiç bu kadar huzurlu hissetmemiştim.'' demişti. Kadın ona bakıp gülümsedi. Aralarında ki bağ o kadar kuvvetliydi ki... Muhon Asha çocukluktan bu yana hep peşinde dolaştığı kadının babası sayesinde orduya girmişti. Daha küçük bir oğlanken Muhon Asha onu görmüştü. Ufak kız kaşları çatık babasının yanında dolaşırdı. Annesi yoktu. Verem hastası annesi o küçükken ölmüştü. Babası ise sık sık başkente gider akşamları bazen gelmezdi. Orduda subaydı kızın babası. Muhon Asha'nın annesinde kalırdı küçük kız. Asha onu hep sevmişti. Ufak bir oğlanken kızın peşinde pervane gibi dolaşır ve sürekli onunla evleneceğini söylerdi. Otuz yaşına gelmişti. Ama hala evlenmemişti onunla. Çocukları olmuştu ama hala evlenememişlerdi. Bunun temel sebebi kadının Muhon Asha'yı kaybetmekten korkmasıydı.

Yatakta uzanmışlardı. Kadın, Muhon Asha'nın inip kalkan çıplak göğsüne yatmıştı. Saat ilerlemişti. Bir kaç gün onlarla kalacaktı Asha. Kadın gülümseyerek Asha'nın göğsünde zarif ellerini gezdirdi.

''Bir gün karım olduğunda burada sabahları oturup beraber ağ öreceğiz. Bunun olması için elimden gelen herşeyi yapacağım. Daki'ye olan yeminim bittiğinde senin önünde diz çökeceğim.'' dedi. Kadın gülümsedi. Babasını kaybettikten sonra bir daha başkente hiç gitmemişti. Oradan nefret ediyordu. Ordudan, meclisten ve ölen kraldan... Bu nefretini asla Muhon Asha'ya yansıtmamıştı. Hırçın olmamıştı. Onu hırpalayıcı konuşmalar yapmamıştı. Bedenini ve ruhunu orduya vermek ne demek bilirdi. Daki ve Asha aynı yerde kadının ölen babasından eğitim alırken onları görmüştü. Orduya dahil olmak zordu. Orada yeniden aile sahibi olurdu erkekler. Kardeşleri, ağabeyleri ve babaları olurdu. Kocaman bir aile olurdu. Babası öldüğünde evine gelen askerleri hatırladı. Kimisi onu baba, kimisi kardeş olarak görüyordu. Onuru elinden alınmış bir generalin son yolculuğunda orada sivil olarak bulunmak için rütbelerini başkentte bırakıp gelmiş onlarca askeri anımsadı. Aralarından hangisi Kuzeyden geri dönebilecekti ya da dönmüş bilmiyordu... bunları düşünürken sıcak gözyaşları akmaya başladı.

''Neyin var?'' demişti Muhon Asha. Kadın burnunu çekip doğruldu. Yanan fitilli lambayı kısmaya başladı.

''Yorgunluk ve seni özlemiş olmak beni duygusal bir kadın yapıyor Muhon! Uyumak iyi gelecektir.'' dedi.

Bundan on beş sene önce Kuzeyde Rahom hükmü sönüp yerine Bakren hanesi geçtiğinde Güneyde kımıldamalar başlamış ve Seronlar Kuzeyi almakla alakalı dedikodular ayyar olmuştu. Gümüş kaynaklarının sınırsız gücü ve Kuzeyin bahar geldiğinde ortaya çıkacak verimli arazileri Bakren Hanesi için fazla görülmüştü. Seron ve Ung görüşmeleri başladığı sene kadının babası rütbeli ve hatırı sayılır bir generaldi. Prensleri eğiten hocalardan birisi olarak geçiyordu. Görüşmelerde bulunması gerektiğinde söz edilmişti. Bir kaç defa görüşmelere gitmiş hatta kralın özel görüşmelerinde yer almaya başlamıştı. Kısa süre sonra Kral ve meclisin karşısına çıkmıştı. Helyan Kea ve Aleon'un özel hocalığını yaparken Daki'nin de erkek olduğu ve ondan kılıç dersleri almaya başladığı dönemlerdi. Meclis toplanmayı o talepte bulunduktan iki sene sonra kabul etmişti.

O gün mecliste konuşulanlar çok ağırdı. Kadının babası olan general Seronların onları yarı yolda bırakacağını, satın aldıkları her geminin zamanı geldiğinde aleyhlerinde kullanılacağı söylemişti. Meclis ise onu krallığının çıkarlarını düşünmeyen bir adam olarak nitelendirmişti.

''Ben krallığımın çıkarları için bu savaşta ufacık bir katkısı olmayan taraf olarak kalmasını öneriyorum. Kuzey affetmez, kuzey unutmaz ve kuzey her zaman intikam alır. Seronlar gün geldiğinde savaşa girecek ve tek başına hüküm sürecek. Sant krallığını sindirdiği gibi herkesi sindirmeye çabalayacak. Onlara sattığımız her gemi, verdiğiniz her kılıç, sıktığınız her el... Bir gün bize dönecek. Yıllardır bu orduya, bu krallığa ve size hizmet ediyorum majesteleri. Asla çıkarlarımı düşünerek hareket etmedim. Tek başına bıraktım kızımı ve bu topraklar için savaşçılar yetiştirmeye adadım kendimi. Karım yatakta kan kusarken sizlerin ardından geldim. Son nefesini verirken buradaydım onun yanında olamadım bile. Bugün eğer savaşa girecekseniz benim rütbelerimi söküp alın. Gemileri satacaksanız benim kılıcımı alın. Çünkü bu işe ortak olmayacağım. Bizler katiller olarak geçmeyeceğiz. Bizler savaşçılarız. Ung onurunu ayaklar altına aldırmayacağım. Kuzey asla unutmaz.'' demişti. Kral onu zorladı ve kalması için ikna etmeye çalıştı ve reddedilince rütbelerini söküp korkak damgası vurup ordudan attı. O günden sonra General daha kötü oldu ve çok dayanamadan bir sene sonra kahırdan hastalanıp çaresizce kızının dizinde son nefesini verdi.

Muhon Asha bunu biliyordu. Aleon bunu biliyordu. Daki bunu biliyordu. Cohin bunu biliyordu. General Foo bunu biliyordu. Helyan Kea bunu biliyordu. Meclis bunu biliyordu. Unglar bunu biliyordu... Ama bir defa olsun onun onurunu vermek için uğraşmadılar. Savaşa girdiler ve şimdi katil olarak anıldıkları kuzeyde onurlarını kurtarmak için savaşacaklardı. Seronlar onların sattığı gemilerle ve kılıçlarla Kuzeyi işgal etmeye gitmişti. Sıktıkları her el şimdi gırtlaklarına dolanmak için uzanmaya başlamıştı.

Unglar suskundu. General Foo sevgili dostunun anlattıklarını hatırlıyordu. Onun mecliste kendini parçalayıp rütbeleri sökülürken dizleri üstüne çökmeden kendi elleri ile kılıcını teslim edip saraydan son defa çıkışını hatırlıyordu. Kızı onun son nefesini verirken gülümsemesini ve yaşadığı hayatta onuna katlandığı için teşekkür edişini hatırlıyordu. Muhon Asha babası olarak gördüğü bu adamın yakılmadan önceki çehresine sarılı kirli beyaz kurdeleyi hatırlıyordu. Onlar onu unutmamışlardı ve bu gün dedikleri tek tek gerçek olan bu adamın onurunu vermek Foo'nun aklının bir köşesindeydi.

İkinci sabah üç atlı koşarak kasabaya girmişti. üç haberci ellerinde bir mühürlü zarf taşıyordu. Muhon Asha ve kadın herşeyden habersizdi. Ama Kral Aleon dün onunla görüşen Foo'nun dediklerini düşünmemişti bile. Hemen onay vermiş ve kapatılan meclisin üyelerini ve Kadınlar Muhon Asha'yı saraya çağırmıştı.

''Oraya gitmek istemiyorum. Majesteleri neden bizi çağırıyor Muhon?'' kadın bunu söylerken haberci muhafızlar oradaydı. Aralarında Cohin'de vardı. Muhon Asha'nın ve kadının çocuğunu seviyordu.

''Bir sebebi vardır. Aleon bizi boşa çağırmaz. Ona iiznli olduğumu söylemiştim. Cohin bir açıklaman var mı?'' dedi. Cohin saçları ile oynadığı çocuğun elini tutup doğruldu.

''Sadece davet mektubu var elimde efendim. Majesteleri Aleon'un sizi çağırmasının altında yatan sebep dün General Foo ile özel olarak görüşmesi olabilir. Hanımefendi sizde biliyorsunuz ki babanızın çok yakın dostuydu o!'' dedi. Kadın ellerini göğsüne doğru çekti. Kaşlarını çattı.

''Gamli seni giydirelim!'' dedi ve küçük çocuğu çağırdı yanına. Kadın çocuğu alıp arkaya gidince Muhon Asha kaşları çatık Cohin'e döndü. Cohin ufak evi inceliyordu. Buraya geldiklerinde en son Gamli doğmuştu. O zamandan bu yana evden aklında kalan tek şey yemek masası olmuştu.

''Aleon niye bizi çağırıyor. Onu ve oğlumu o saraya sokmak istemiyorum. Henüz bunun için hazır değiller.'' dedi. Cohin gülümseyip ona doğru bir adım yaklaştı.

''Generalin onuru kızı ve torununa geri verilecek. Şeref madalyaları için çağırıyorlar. Meclis ondan af dileyecek. Babasına yapılan haksızlık için cezalandırma olacak.'' dedi Cohin. Muhon Asha bir an duraksadı. Gülümsemişti. Öylece sırıtıyordu.

''Giyinmelisiniz Efendi Asha! Orada oğlunuz ve karınız şereflendirilirken sizde olacaksınız.'' demişti. Muhon Asha hızla kıyafetlerini giymeye başlamıştı. Kuşağını bağladı. Deriden yapılma zırhını giyip kayışları sıkıladı. Kılıcını beline taktı. Saçlarını geriye doğru çekiştirdi. Gamli ve kadın hazırlanıp geldiğinde şaşırmışlardı.

Kadın üstüne denizin yazın büründüğü yeşil renkte bir elbise giymişti. Altına sağlam pabuçlarını. Üstüne cübbesini giymişti. Saçlarını gümüş bir iğne toka ile geriye toplamıştı.. dudaklarına kırmızı bir boya sürmüştü. Bir asil kadın gibi duruyordu. Elini tutan çocuk ise tertemizdi. Koyu gözleri ışıldıyordu. Muhon Asha'ya doğru koştu.

''Babamla geleceğim!'' demişti. Kadın ve çocuğu almak için arkadan at arabası gönderilmişti. Kadın gülümsedi. Habercilerden birisi bağlı atı getirmişti.

''Onu ata bindirebilir miyim?'' deyip kadına dönmüştü. Kadın tebessümle başını salladı. İnsanlar neler olduğunu merak ediyordu. Evin etrafına toplanmıştı. Kadın çıkmadan önce belindeki sert kuşağa hançerini sıkıştırmıştı. Arabaya binerken Cohin'in elini tutup çıkmıştı. Bir asil olduğu belliydi. Generalin onuru alınmıştı ama kızı asla terbiyeyi, görgüyü ve hanımlığı unutmamıştı.

Muhon Asha atına bindi. Gamli'yi kucağına alıp atın yularını tutturdu. İlk defa at binecek olan çocuk korkuyordu. Başını kaldırdı. Babasının dudakları arasından hafif bir ıslık yükselip ''Cık cık!'' dediğini gördü. At yavaş yavaş ilerlemeye başlayan at arabasının peşine takılmıştı. Cohin atını Muhon Asha'nın atının yanına yaklaştırdı.

''Evlendiğiniz takdirde soylu olarak sayılacaksınız. Ve oğlunuzda...'' Muhon Asha gülümsedi.

''Henüz benimle evlenmek istediğini sanmıyorum. Savaş bitene kadar evlenmeyeceğini söyledi. Gamli'nin baba hasreti çekmesini istemiyor. Savaş bitene kadar bir daha eve uğramamı istemiyor. Ona hak veriyorum. Çünkü o hep babasını özledi. Annesinin yokluğunda babasının yokluğunda yalnızlığa o kadar alıştı ki...'' Cohin ileride giden arabaya ardından Gamli'ye çevirdi gözlerini.

''Bu günden sonra onu kucaklayan bir krallık olduğunu bilmesi belki biraz işe yarar.'' dedi. Muhon Asha başını yavaş yavaş salladı. Atın yularına daha sıkı sarıldı.

''Hazır mısın evlat rüzgarı hissetmeye?'' demişti. Gamli heyecan içinde başını sallayıp babasını asıldığı yulara asılmıştı. At kişneyip şahlandı ve birden dörtnala koşmaya başlamıştı. Rüzgara karşı direnerek koşuyorlardı. Arkalarında bırakmışlardı at arabasını ve habercileri. Saray kapısına kadar atın hızını hiç kesmemişti Muhon Asha.

Sarayın içine girip ana avluya vardığında bir Gamli'yi alıp atından indi. Gamli yükselen büyük saraya bakıp kaldı. Yaşanan katliamdan geriye sadece buzlar kalmıştı. Cesetlerin temizlendiği buz mızraklarının ardında kızıl buzlar hala kırılmaya çabalıyordu hizmetliler..

Arkalarından gelen at arabası durdu. Bir kaç hizmetli toplanmaya başlamıştı. Bir yaver atı alıp götürümeye başlamıştı. At arabasından inen kadının elinden tuttu bir hizmetli. Kadın yavaş adımlarla indi ve yükselen duvarların kenarındaki buzdan mızraklara bakıp kaldı. Mızraklar kızıla boyanmış ve kırılması için baya uğraşanlar vardı. Limanda gördüğü buzlara benziyordu burada ki buzdan mızraklar. Cohin kadına eşlik etmek için atından atladı.

''Bunlar Rahom'un yaptığı şeyler mi?'' demişti kadın şaşkınlıkla. Cohin başını yavaşça salladı.

''Efendi Kuwala tarafından o gece yapılan efsundan arda kalanlar. Temizlemesi baya zaman alacak gibi.'' demişti. Kadın ona doğru koşan çocuğunun eteklerine sarılması ile dikkatini buzlardan alabildi.

''Anne! Gördün mü? Atla nasıl koştuğumuzu!'' demişti çocuk heyecan içinde kadın gülümseyip çocuğun başını okşadı. Toplanan karşılama heyeti içinde asiller yoktu. Sadece hizmetli ve yaverlerden oluşan ekip onları bekliyordu.

''Hanımefendi gidelim mi?'' demişti Cohin. Yavaş yavaş yürümeye başlamışlardı. Arada görülen kan izleri avlunun bitimindeki koridora kadar sürüyordu. Ayezi'nin paramparça ettiği komutandan arda kalan leke yıkanmasına rağmen hala duruyordu. Kadın senelerdir gelmediği sarayın koridorlarına gelmişti. Sola dönerse askerlerin talim yaptıkları üçüncü avluya çıkacaklardı. Sağa döndüklerinde Doğu Kulesi ile taht odasına gideceklerdi. Sağa döndüler. Savaşın ardında kalan izler devam ediyordu. Mahzenlere giden yoldan buza çarpan üzengilerin sesi yükseliyordu.

Taht odasına doğru giden koridora girdiler. Kırılmış olan kapı henüz yapılmamıştı. Buzun soğukluğu içeriyi sarıyordu ama artık buz kalmamıştı taht odasında. Etraf kalabalıktı. Ölen kralin iki eşi ve cariyeleri bir taraftaydı. Kapatılan meclis üyeleri ise tahtan karşısında dizili duruyordu. Ung asilleri salonun yükselen sütunlarının önüne dizilmişti. Girintili çıkıntılı sütunlar hiç değişmemişti. Yükselen tavan, birkaç basamak yukarıda ki oturma yerleri, mermerden zemin... Kadın bunları anımsadıkça çocukken burada yaşadığı aklına gelmişti. Annesi öldükten sonra buraya gelip burada yaşamına devam etmişti. Babası ölünce buradan çekip gitmişti. Yavaş adımlarla meşeden yapılmış pabuç tabanları yerde tıkırtılar çıkararak tahta doğru yaklaştı. Meclis üyeleri onun geçmesi için yana çekilip yol açmıştı. Aleon düz koyu saçlarını arkaya doğru toplamıştı altından tacı başında ışıldarken kahverengi gözleri parlıyordu. Yanında dikilen General Foo elinde pek sevgili arkadaşının kılıcını taşıyordu.

''Majesteleri!'' demişti kadın ellerini önünde birleştirip başını öne doğru eğmişti. Aleon onu baş selamı ile selamlayıp tahtın bir basamak altında boş bırakılan iki sandalyeyi gösterdi. Gamli ile oraya doğru yürümüştü. Muhon Asha selam verip çocuğu ve kadının ardından yürümüştü. Cohin ise kenarı çekilip kraliçelerin olduğu yere doğru kaymıştı. Gamli oturdu. Kadın oturdu. İkisinin yanında ise Muhon Asha dikilmişti.

''Nopha Donga, sizi bugün buraya çağrılma sebebini bilmek istiyorsunuzdur eminim.'' diyerek başlamıştı konuşmaya Aleon.

''General Donga'nın elinden alınmış şerefi ve onurunu kızı ve torununa tekrar teslim etmek için buradasınız. Kanınıza edilen hakaret ve babanızın yıllarca hizmetinden sonra meclisin onu aşağılamasının yükünü senelerce size taşıtanların bugün sizden af dilemesi için çağrıldınız.'' dedi. Nopha öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Ellerini kucağında birleştirmiş oturuyordu.

''General Foo ile General Donga'nın yakın dostluğunu biliyoruz. Babanızın çalınmış şerefini ve alınan kılıcını size teslim etmek istiyoruz. Bunu kabul ediyor musunuz?'' demişti. Napha bir süre öylece babasının kılıcına bakıp kaldı. Derin bir nefes aldı.

''Babamın çalınan şerefini teslim alacak olan kişi oğlum ve onun babasıdır.'' dedi. Muhon Asha ona bakıp kalmıştı. Etrafı derin bir sessizlik sarmıştı. Nopha oturduğu yerde dikleşti.

''Oğlum ileride büyükbabasının şeref armasını gururla göğsünde taşımalı. bir erkek evlat dünyaya getirdiğimde adını babamın adı koydum. Onun yaşayacağı kaderi yaşamasından korkmayarak bu ismi verdim. Çünkü sevgili babam gerçekleri söyledi ve her zaman barış yanlısı oldu. Prenslere hizmet etmekten asla gocunmadı. Bunu şerefi ile yaptı. Ve oğlumun babası Muhon Asha'da tıpkı babam gibi orduya, prenslere ve krallığa koşulsuz şartsız hizmet etti. Çalınan şeref ve onur onlara teslim edilmeli. Benim gibi bir kadın babasının çalınan şerefinden zarar görmedi. Ama oğlum ve ileride eşim olacak adam bundan zarar görecek. Onlara teslim edin majesteleri onuru ve şerefi.'' dedi. Aleon bile öylece kalmıştı. Kadın çehresini asla öne eğmiyordu.

''Benimle evlenmek isteyen bua damı senelerce şerefi çalınmış bir adamın kızı ile evlendi demesinler diye reddettim.'' diye devam etti Nopha. Muhon Asha sessizce dikiliyordu.

''Senelerce çocuğuma bir soyad verilmedi. Çaldığınız şey bir adamın hayatı değil onun damadı olacak bir adam ve onun torunu olan bir çocuğun hayatı oldu. Özür dilenmesi gerekenlerde onlar.'' demişti. Derin bir sessizlik başlamıştı. Aleon bir süre ona baktı. Ardından gülümsedi.

''Nopha Donga bu dediklerin ile General Donga'nın kızı olduğunu bana gösterdin. Tıpkı baban gibisin. Ailenin şerefi bugün seçtiğin iki adama teslim edilecek. Eşin olarak görülecek olan General Muhon Asha ve oğlun Gamli Donga'ya.'' dedi. General Foo bunu duyunca öne doğru çıkmıştı.

''Kılıcı teslim alacak olan General Muhon Asha!'' demişti. Muhon asha olduğu yerden kıpırdamadan duruyordu. Nopha'nın dediklerini düşünüyordu. Senelerce onu reddetme sebebi katil olması değildi. Şerefi zedelenecek olmasıydı. Bu gerçeği burada duyduğunda bacakları taşa dönüşmüştü. Ne diyeceğini bilemeden öylece duruyordu.

''General Asha!'' diye tekrar etmişti General Foo. Muhon Asha bunu duyunca irkildi. Öne doğru sert adımlarla çıktı. Önce kralını sonra şerefi teslim edecek General Foo'yu selamladı. General Foo ona kılıcı iki ucundan sıkıca tutup uzattı. Bir erkeğin şerefi kılıcı idi. Kılıcı onun namusuydu. Ailesiydi. Onuruydu ve en önemlisi bütün varlığı idi. Bir erkeğin kılıcını teslim almak onun varlığına sahip çıkmaktı. Muhon Asha kılıcı iki ucundan sıkıca kavrayıp aldı. Ardından kabzasından çıkardı. Kabzayı geri uzattı ve çeliğin ışıltına bir süre baktı. Başını eğip kılıca çenesini dokundurdu ve ardındana lnına götürdü. Karşısındaki ölüyü selamlamaktı bu yaptığı . Generali, babası ve hayatta ona her şeyi öğreten adamı onurlandırmak için bunu yapmıştı.

Sırada ise o dönem kararı veren kralın temsilcisi olan meclisin en nüfuslu olan kişisi özür dilemek için öne doğru çıkıyordu. Adım adım gelmişti. Üstünde ne bir mücevher ne bir takı vardı. Muhon Asha o yürürken Gamli'ye doğru döndü. Oturan çocuk annesinin onu iteklemesi ile oturduğu yerden kalkıp babasının yamacına koşmuştu. Onlara doğru gelen yaşlı adama baktı. Meclis üyelerinden olan adam yere doğru eğilerek geldi. Dizleri üstüne çöküp alnı yere değecek şekilde yere kapandı. Bu hareketi üç defa yapmıştı. Ardından sıra ile bütün meclis üyeleri gelip bu sessiz özür merasimini sürdürdü. Son üye eğilip kalktığında son defa Muhon Asha elindeki kılıcı yanındaki oğluna doğru uzattı. Gülümseyerek dizleri üstüne çöktü.

''Bu kılıcı havaya kaldır ve adını söyle oğlum.'' dedi. Gamli ağır kılıcı tek başına kaldıramadı. Muhon Asha onun arkasına geçip kılıcı kaldırmasına yardımcı oldu. Onunla beraber Gamli adını söyledi. Salon tekrar sessizleştiğinde Aleon ayağa kalkmıştı. Muhon Asha'nın yanına doğru yürüdü. Bir süre bakıştılar. Aleon başını eğip onu selamladı. Ardından küçük çocuğu selamladı. Muhon Asha'nın selamı geldiğinde oğlu onu taklit ederek kralı selamlamıştı.

Sonrasında bir kutlama yemeği düzenlendi. Ama Nopha o yemekte bulunmak istemedi. Meclis üyeleri ile daha fazla aynı yerde yer almak istemediğini belirtmişti. Muhon Asha bunun üzerine Nopha ve gamli ile general Foo'nın odasına misafir olmuştu. Aleon onlara katılacağını söylemişti. Cohin ise hemen kaçıp gitmişti kalabalık yemekten. Kraliyet ailesi ise yemeğin keyfini süreme yanlısı olamamıştı. İki kraliçe henüz ölen kral için yas tuttuğu için oruç tutuyordu. Nopha ile tanışmışlıkları yoktu. General Foo'nun odasına gitmek onlar için gereksizdi.

Bir süre anılmak üzere General Donga hakkında konuşuldu. Daha sonrasında küçük Gamli uyumaya başlamıştı. Hava yavaş yavaş kararmaya başladığında Aleon gelmişti. İçeri girdiğinde Nopha sadece selamlamak içeri ayağa kalkmak üzere hareket etmişti. Muhon Asha ona oturmasını işaret etti. Aleon kafasındaki tacı çıkarıp masaya koydu. Bir kadeh alıp şarap doldurdu. Kadife döşeme sandalyeye kendini bıraktı.

''Daki'yi ikna edip kral yapmamız gerek. Bu iş yeterince beni boğuyor.'' demişti. Cohin ona bakıp göz ucu ile onu baştan aşağı süzdü.

''Efendi Daki buraya geri dönmez Majesteleri. Rahom ile olan planlarını duydunuz mu?'' demişti. Aleon elini yüzünde gezdirdi ve başını geriye doğru attı.

''Şu kulübe hikayesi ise burada kurulu bir saray var. Gelip yerleşebilirler.'' dedi. Muhon Asha gülmüştü.

''Burası ikisi içinde fazla kalabalık olur. Savaş bittiğinde ne Rahom kuzeyin başına geçmek istiyor ne Daki UngurPan'ın başına. İkisi için krallıklar yönetilmesi zor ve kaosun ta kendisi. Siz anlattınız majesteleri. Rahom dengesiz ve her an için gücü kontrolden çıkıp herkesi yok edebilir. Daki onu bu hald ebırakmaz ya da buraya getirmez.'' dedi. Aleon yorgunca şarabından içmeye başladı. Şarapta kendi yansımasına bakarken aklına Tieden geldi.

''Tieden Kuzey tahtına oturacak. Kuwala taht için yarışmayacak bile. Akela ise Kuzeyden toprak alıp surlarını genişletecek. Bizde kan gölüne çevirdiğimiz Kuzeyi temizleyeceğiz. Peki Seronlar? Onlar duracak mı dersiniz?'' dedi. Muhon Asha başını iki yana salladı.

''Güneş'in Kızı o gece Seron sarayında kral ve çocukları öldürdü. Kraliçe kudurmuş gibi saldıracak. Akela ile işbirliği yaptığımız için hedef olacağız. Rejim değişmediği sürece orada dava bitmeyecek. Sant asilleri ile anlaşarak belki...''

''Çok riskli olur. Sant asilleri kendi halkını satıp seron hükmü altına girdi.'' diye sözünü kesmişti Muhon asha'nın General Foo. Cohin onlara bir süre baktı.

''Kuzeye sürekli olarak akın düzenleyecek kadar zengin değiller. Verilen hasar sonrası halk açlıkla yüz yüze kaldığında belki kendi içinde bir isyan onları oyalar. Bu süre içinde bizde sınırları yeniden çizeriz.'' dedi. Aleon şarabını içmeye devam etti.

''Kuwala ne planlıyor bilmiyoruz. O adamın ne düşündüğünü çözemiyorum. Daki'den bir haber alabilsek şekilleneceğiz. İkisinin aynı anda ortadan kaybolması iyi olmadı. Şehri temizlemek bir süre orduyu oyalayacak. Sonrasında harekete geçmek isteyecekler. Akela kadınları bizi geçirdiğinde Kuzeyin ortasında kalmak istemiyorum. İkinci Kışla ne durumda hiç haber alamıyoruz. Bu durum hoşuma gitmiyor. Maden isyancıları ile de haberleşmek gerekecek.'' dedi. Muhon Asha konuşması biten Aleon'a döndü.

''İkiye ayırabiliriz. Daki ve benim alayımı alıp Cohin ile madenlere hareket edebiliriz. Sizde ikinci kışlada konum alıp beklersiniz.'' dedi. Aleon kararmış güne bakmak için ayağa kalkıp pencereye baktı.

''Bunu konuşacağız bir haftaya yola çıkarız. Akela kadınları gelene kadar orduyu toplamamız gerek. Dinlenmelerini sağlayacağız. Şimdilik bu günü bitirelim.'' dedi. Kapıya yürürken Cohin ayaklanmıştı.

''Size eşlik edeyim majesteleri Aleon.'' dedi. Muhon Asha ve yaveride ayaklanmıştı.

''Bizde geri dönelim.'' dedi. Vedalaşmalar kısa sürdü. Muhon Asha kendi atı ile çıkmadı yola. Arabada oğluna ve Nopha'ya eşlik etti.

Eve vardıklarında Gamli hemen uyumuştu. Nopha ve Muhon Asha bir süre oturmaya devam etti.

''Seninle evlenmek için her şeyden vazgeçeceğimi söylemiştim.'' dedi Muhon Asha. Nopha ona göz ucuyla baktı.

''Biliyorum, ama oğlumun ve babasının şerefinin yok sayılmasına katlanabileceğimi düşünmedim. Bunca emek verdikten sonra seni de babam gibi bir kenarı atarlarsa ve sende hastalanıp yitip gidersen bunu kaldırabileceğimi sanmıyorum.'' Nopha onun yanına oturdu. Muhon Asha ona bakıyordu.

''Bana bir söz vermeni istiyorum Muhon!'' Nopha'nın narin sesi yumuşacıktı. Bedenini Muhon Asha'ya doğru çevirdi. Elleri ile kaba suratı okşadı.

''Oradan sağ salim döneceksin ve senin karın olacağım güne kadar hayatta kalacaksın. Bunun için bana söz vermeni istiyorum.'' demişti. Muhon Asha savaşta kimin ölüp kimin yaşayacağının belirsiz olduğunu biliyordu. Gülümsedi. Nopha'nın ellerini tuttu.

''Seninle evlenene kadar hayatta kalacağım.'' dedi. Kader onun verdiği sözü gerçekleştirmesine izin verecek miydi? Bunu bilmiyordu ama fitilin yanan alevinde ona gülümseyen kadına verdiği söz vicdanında bir şeylerin huzur bulmasını sağlamıştı adeta.

Bir hafta sonra yola çıkarken onları uğurlamaya gelen Gamli ve Nopha'nı gördüğünde onları tekrar görmek için döneceğine söz vermişti. O zamana kadar hayatta kalacağına söz vermişti. Sarayın büyük avlusundan alayı ile madenlere yakın yere geçiş yapmadan önce dönüp gülümseyen ve el sallayan Nopha ve Gamli'ye baktı. Adımını attığında kızıl ormanın kuzeyinde birliği ile buluşmuştu ve ardından geçit yavaş yavaş daralıp kapanmıştı. Cohin yanında duran Muhon Asha'ya ve belindeki General Donga'nın kılıcına baktı. Bir öksürük ile boğazını temizleyip haritalarını deri heybesinden çıkardı....

 

Bölüm Yirmi Yedi:        Yolculuk

Birinci Kısım:  Hasret

 

            Birkaç gündür Madenlerin oraya varmaya çalışıyorlardı. Cohin yorgunlukla sırtındaki çantayı fırlatıp attı.

''Bir kaç saatlik yolumuz kaldı. Hava aydınlıkken dinlenelim.'' dedi. Ordunun yarısı Muhon Asha'ya verilmişti. Madenlerdeki adamları toplayıp birleşeceklerdi. Bilmedikleri şey ise madenleri çoktan ziyaret etmiş olan Kuwala ve Daki'nin oradakileri alıp başkente doğru yürüyüşe geçmiş olmalarıydı. İkinci Kışla bunu biliyordu. Mektup oraya vardığında Marinoe ayrılmış ve Akela kraliçesinin yanına dönmüştü. Tieden ise kasabada eli silah tutan herkesin hazırlanmasını emretmişti. Emrinden hemen sonra harekete geçmek istediler. Ancak Bir kaç gün sonra da Akela kadınlarından bir ulak gelmiş ve Ung birliklerini beklemeleri söylenmişti. Onlar yola çıktığı gün Madendekilerde yola çıkmıştı ve Muhon Asha'nın birlikleri Kuwala'nın birliğini yakalaması için bir günlük mesafe uzakta kalmıştı.

Madenlere vardıklarında şaşkınlık içinde kalmışlardı. Savaştan arda kalanlardan başka bir şey yoktu. Ceset yoktu. Ve kimin kazandığı belli dahi değildi. Buz vardı ve Cohin etrafta gezinmeye başlamıştı. Erda kalan ne ceset vardı ne de bir işaret. Arıyorlardı. Hangi tarafın hayatta kaldığını bulmak için etrafta delil arıyorlardı. Kanyonun girintili yerinden bir ses yükselmişti.

''General Asha! Burada yakılmış cesetler var!'' demişti. Oraya doğru hızla koşturmuşlardı. Cohin hiç çekinmeden kollarını sıvayıp küllerin arasına dalmıştı. Arma arıyordu. Bazen eline gelen kemikleri bazen arda kalan külleri savurdu ve sonunda bir kaç şeyi bulmanın verdiği heyecanla külden çıktı. Elindeki armayı üstüne sildi ve gülümsedi.

''Efendi Kuwala ve maden direnişi almış muhabereyi. Buradan çıkmış olmalılar. Seron ve Bakrenleri yenilgiye uğratıp Kristal saraya doğru güneye doğru yürümüş olmalılar.'' demişti. Elindeki seron armalarını yere doğru atmıştı. Bakren arması vardı bir kaç tane. Onları seçip seçip yere atmıştı. Ardından hepsinden bir küme oluşturmuştu.

''Buradan geçecek olan kimin kaybettiğini bilsin.'' demişti. Ellerindeki külleri çırpıp ayağa kalkmıştı.

O geceyi orada geçirmişler ve sabah orduyu hızla yürütmeye devam etmişlerdi. Güneye giden yoldan geçen at ve insan ayak izlerini izliyorlardı. Birkaç gün boyunca bu takip devam etti. Madenlerden kristal saraya giden yol üstünde birçok kasaba ve ufak köy vardı. Orduyu boş yere yoramazlardı. Tek umutları Kuwala'nın birliğinin bir köyde mola vermesiydi. Şans onlardan yana olmuş ve sivillerin yorgunluğu ile mola vermeye karar verdiklerinde geldikleri terk edilmiş köye yerleşmeye başladılar. Bir gün kadar olan mesafe onlar yerleşirken kapanmaya başlamıştı.

Geldikleri köylerde evler yağmalanmış, kapılar kırılmış ve kan izleri siyahlaşmıştı. İnsan cesetlerinden arda kalan tek şey vahşi hayvanların sürükleme izleri olmuştu. Daki etrafa bakındı ve izleri takip etti köyün çıkışına kadar. Kuwala sessizce onun yanında dolaşıyordu.

''Kara Kurtlar mı?'' demişti Kuwala eğilip Daki'nin incelediği izlere bakarak. Sürükleme izlerine eşlik eden ayak izleri vardı.

''Burada konaklamak pek güvenli olmayacak. Kara Kurtların izleri taze gibi. Gelen orduda kurt yoktu. Yakınlarda sürü varsa gece baskınında çok kişiyi kaybederiz. Gözcüler koymamız gerek.'' dedi. Kuwala etrafa bakınmaya başladı. Kızıl Orman arkalarında kalmış ve çıplak karla kaplı tepelerin arasında ki köyün yakınında akan derenin sesi duyuluyordu.

''Komutan Grave ile konuşup gözcüleri arttıralım. Sabah akşam dönüşümlü olarak gözcülü yapalım.'' dedi. Daki köyün dışına doğru yürümeye başladı. Keskin burnu hala kanın kokusunu alıyor gibiydi. Kurtların ardında bıraktığı koku onun için tanıdıktı. Kara Kurtların katili için baş etmesi kolay bu kurtlar burada ki tecrübesiz askerler ve siviller için büyük sorun olurdu. Kafileye eşlik eden boz kurt arkalarından yeri koklayarak onlara doğru geliyordu. O kadar derin soluyordu ki... Kuwala onu duyduğunda aralarında yirmi metre kadar bir uzaklık vardı. Buna rağmen hırıltısı ve burnundan gelen sesi duymuştu.

''Senin gibi iz süren başka birisi daha var!'' demişti Kuwala. Daki yerdeki toprağa dokunmuş halde başını arkaya çevirdi. Kurt onların sürekli peşindeydi. İşlerine yarayabilecek bu dişi kurdu kullanıp iz sürüp sürünün ne kadar uzakta olduğunu bulabilirlerdi.

''Sürünün mesafesini görmek için kurt ile gideceğim.'' ayağa kalkarken bunu söylemişti. Kuwala birden kaşlarını çattı.

''Bu riski almaya değer mi? Belli ki sürü önümüzde ve geri dönmez.'' dedi. Daki bunu duyunca ona izleri gösterdi.

''Beslenmek için buraya uğramışlar. Köyde hane sayısı yirmi beş. Hanelerde kaç kişi yaşıyor bilmiyorum ama tek bir ceset kalmamış. Sürü çok büyük olmalı. Böyle bir sürünün buraya geri gelem riskini hesaplamamız gerekir. Onlarla mücadele edemeyiz. Basit bir sürüye benzemiyor. Binicileri onları geri çevirebilir. Belki de madenlere gelen ekibi bekliyorlardı ve dereye doğru indiler. Byega ve seronları bekliyorlarsa bu tarafa geri dönecekler. Arka birlik olarak...''

''Gidersen seninle geleceğim. Kurt senden çok beni dinleyecektir. Yerini belli edebilir ya da sürüyü üstümüze çekebilir. Bunu göze alamayız.'' demişti. Daki onu red edemedi. Ne kadar gideceklerini bilmiyorlardı. Sağ kalan atlardan iki tanesini Grave onlara verdi. Kara Kurt sürüsünden söz edilmişti.

Yola çıktılar ve gece boyu iz sürdüler. Dereyi takıp etmişlerdi. Gün doğmuştu ve hala boz kurt sürünün izini takip ediyordu. Öğlen saatlerinde durmuştu. Kuwala ve Daki'de durdu. Atları karlı tepenin ardında kuruyup devrilmiş ağaca bağladılar. Tepenin ardına baktıklarında sayıları beş yüzden fazla kurt ve binicini gördüler. Sessizce bir süre aşağı baktılar. Sürü tahminlerinden daha büyüktü ve köyü av alanı olarak kullanmışlardı. Daki sessizce geri çekilmelerini söyledi. Boz renkli kurt bir süre sürüye baktı ve başını eğip geldiği yola döndü. Naseen'in o sürüde olduğunu düşünmüştü Kuwala. Kurt sürüyü incelerken gözleri ile bir şey arıyor gibiydi. Tam atları çözdükleri sırada bir hışırtı duydular. Geriye doğru baktıklarında bir kara kurt salyalar akıtarak onlara doğru geliyordu. Hırıldıyor ve sırtını kaldırmıştı. Boz dişi kurt oraya doğru hızla koşup kurdun önünü kesti. Kulaklarını indirip sessizce başını eğmişti. Sürüde aradığı kişi eşiydi... Kuwala kılıcını çekmeye yeltenen Daki'nin elinin üstüne elini koydu. Kurtun hırıltısı dinmiş ve dişi ile birbirlerini koklamışlardı. Dişi boz kurt yavaşça kara kurdun boynun altına doğru sürtündü. Bir süre öylece durdular. Ardından karşı karşıya oturdular. Bir şey konuşan iki insan gibi bakıyorlardı.

''Napıyorlar?'' demişti Kuwala. Daki sakince gülümsedi.

''Birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlar. Bir arada kalabilmek için...''

''Ama yavrular var. Onları bırakıp buraya gelemez değil mi? Burada savaşta ölür onlar.'' demişti Kuwala. Daki ona bakıp gülümsedi.

''Erkek kurt mu bizim yanımızda gelsin istersin ha?'' dedi. Kuwala bir an duraksadı. Neden olmasın diye düşündü.

''Biliyorsun ki Kara Kurtlar vahşidir. Onları ehlileştirmek için dişlerinin kanla dolması gerekir.'' dedi. Kuwala sessizce başını eğdi. Dişi hareketlenip kulaklarını indirip onlara doğru yürüdü. Ardından erkek kurt geliyordu. Kuwala birden irkilip geriye doğru bir adım attı. Daki ise kılıcını çekmeye yeltendiği sırada dişi kurt karşılarına oturdu. Onlara bakıyordu.

''Bizimle gelmesini istiyor.'' dedi Daki. Kuwala ne yapacağını bilemiyordu. Dişi güvence olarak ne yapacağını bilmiyordu. Kara Kurt ise arkada sakin bir erkek gibi oturuyordu.

''Atına bin!'' dedi Daki. Kendisi ata bindi ve yulara asıldı. At yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Kuwala sakince ata bindi ve yürütme başladı. Bir süre sonra hızlandılar. Bir günden az mesafeleri vardı ve köye vardıklarında peşlerinde koşan iki kurt vardı. Grave onları gördüğünde okçuları hazırlattı. Daki atını hızlandırıldığında elini havaya kaldırdı.

''Fırlatmayın!'' diye bağırmıştı. Ancak Grave bunu duyduğunda çok geç kalmıştı. Oklar yaydan gerilip birden kurtlara doğru yağmıştı. Kara kurtun durması ile etraf sessizleşmişti. Kuwala geriye doğru bakmak için atın yularına asılmıştı. Arkaya bakınca bozkurt'un sırtından girmiş sekiz kadar ok gördü. Kurt yerde yatıyordu. Neler olduğunu anladığında atından hızla inmişti. Oraya doğru bir kaç adım attı ama kara kurt önünü kesip onu durdurdu. Sırtını dikleştirmişti. Kürkü diken diken ve pençeleri tehdit edercesine dışarı fırlamıştı.

''Kıpırdama Kuwala!'' demişti Daki. Köyün girişine bir kaç metre kalmışken vurulan bozkurt yerde inliyordu. Kuwala geriye doğru adım attığında kara kurt dönüp dişisine koştu. Onu yerden kaldırmak için çabalar gibi burnunu sürttü boynuna. Çıkardığı inleme seslerini duyan yavrular köyün girişine doğru paytak adımlarla gelmişti. Tanıdık kokuyu onlarda almıştı. Kuwala şaşkınlık içinde bakıyordu.

''Yaralarına bakarsam belki...''

''Sırtına giren oklar yürümesine izin vermeyecek iyileştirsen bile.'' demişti. Yavrular onları geçip gittiğinde zaman durmuş gibiydi. Boz Kurt kesik kesik solurken yavruları oraya gitmişti. Kara Kurttan çekinmeden annenin etrafını sarmıştı. Grave orada neler olduğunu görmek için bir kaç adım daha yaklaştı. Daki atından inmişti.

''Yaklaşmayın.'' demişti. Kara kurta dikti gözlerini. Oraya doğru bir kaç adım attı. Kuwala'nın yanına gelmiş. Onu elinden tutup geriye doğru çekti ve fısıldadı;

''Yapma! Bir işe yaramayacak.'' demişti. Bozkurt’u ayağa kaldırmak için uğraşan Kara Kurt sanki Daki'yi duymuş gibi durmuştu. İnler bir ses çıkardı. İnip kalkan beden durmuştu. Yavrular henüz ölümü algılayamayacak kadar saf ve dünyadan uzaktı. Bir süre anneleri koklamaya devam ettiler. Baba ise öylece oturmuş ölü dişiyi izliyordu. Oklarla can veren dişiyi bir süre izledi. Ardından uludu. Onu uğurlar gibi uluduğunda yavrularda ilk defa ulumuştu onun ardından.

''Diğerlerini çekecek üstümüze!'' demişti Grave. Okçular oklarını germişti. Daki arkasına doğru döndü.

''Sakın! Bırak ulusun! Kimse gelmeyecek. Bu veda için verilen bir ses!'' demişti. Grave elini indirdiğinde oklarda inmişti yere . Kara Kurt bir kaç defa uludu. Kilometrelerce uzaktan onun yasına eşlike den ulumalar duyulmuştu. Sürüsü onu duymuş ve yasında ona eşlik ediyordu. Gün batmış ve ay yükselmişti çoktan. Kara Kurt dişiyi son defa burnu ile itekledi. Hareket etmediğini gördüğünde arkasını döndü. Yürümeye başlamıştı heyecan içinde koşarak gitmiyordu. Adımları ihtiyar bir adamın adımları gibi ağır, başı hasta bir kadın gibi öndeydi. Yavaş yavaş giderken yavrular tek sıra şeklinde onu takip etmeye başlamıştı. Geldiği yöne gitmiyordu. Dağlara doğru tırmanıyordu. Dişisini ve yavrularını alıp gitmeyi planladığı dağa doğru tırmanmaya başlamıştı. Karanlıkta kaybolana kadar Kuwala olduğu yerde dikilip kalmıştı.

Koşarak oklar sırtında saplı kurdun yanına gitmişti. Eğilip nefesini kontrol etti. Ölmüştü. Onun için yapabileceği bir şey yoktu. Naseen'in ardından o da katledilmişti. Kuwala elini göğsüne doğru çekti. Buraya umutla koşan kurt yavrularını son defa göremeden orada an verip gitmişti. Heyecan ile yavrularının babasının kokusunu alıp çıktığı yolculukta onu bulmuş ama kendi canından olmuştu. Kuwala öylece kalmıştı. Çöktüğü yerde bir süre öylece oturup kaldı. Ardından ayağa kalkıp köyün girişine doğru yürüdü. Grave onu gördüğünde şaşkınlıkla kalmıştı. Gözyaşları yanaklarında parlıyordu. İfadesizce bakıyordu.

''Emri geç duyduk Efendi Kuwala!'' demişti. Kuwala sakince ona baktı.

''Sizin hatanız değil.'' demişti. Grave onları kovaladıklarını sanmıştı. Kuwala bunu biliyordu. Onları suçlayamazdı. Kimseyi suçlayamazdı. Sadece bu gri kürklü kurt için üzülüyordu. Yorgunlukla beraber daha ağır geliyordu ölüm ona.

''İyi misin?'' Daki ona doğru bir kaç adımla yaklaşmıştı. Kuwala dudaklarını yukarı doğru kıvırdı.

''Evet! Sadece yoruldum bütün bir gün at sırtındaydık. Dinlenmek istiyorum.'' dedi. Köyün içine doğru ilerlerken kapıda derin bir sessizlik vardı. Grave kurdun cesedine doğru baktı.

''Onu gömeceğim ve ruhunu şereflendiriceğim.?'' demişti. Daki elini alnına dayadı.

''Yakman gerekmez mi?'' demişti. Grave başını iki yana salladı.

''Kutsal hayvanlar yakılmaz Efendi Kuwala burada. Onlar gömülür ve başlarına bir taş konur ki oradan geçenler onu ansın ve ruhunu şereflendirsin diye.'' demişti. Daki usulca başını salladı. İçeri doğru yürürken Grave onu durdu.

''Ung Ordusu burada. Siz gelmeden önce geldiler. Köyün dışına kamp kurdular ve seninle görüşmek isteyen bir general ve komutan var!'' demişti. Daki bir an şaşkınlıkla kaldı.

''General Foo ve Muhon Asha mı geldi?''

''İsimlerden birisi Muhon Asha ancak diğerinin Cohin olduğu söylendi. İçeri alınmadılar. Bir çatışma çıkmaması için bunu yapmak zorundaydım. Çıkıştalar.'' demişti. Daki başını eğip ona minnetini gösterdi ve içeri doğru yürüdü.

Adımları hızlandı ve çekilen sınıra geldi. Sınırı ardında bir kamp kurulmuştu. Ung askerlerinin sesleri geliyordu. Çavuş nöbetçilerin başındaydı. Daki'yi görünce başı ile selam verdi.

''Gelmişsiniz Efendi Daki!'' demişti. Daki onunla Kara Kurt sürüsü hakkında konuşacaktı ama önce Muhon Asha ve Cohin'i görmek istiyordu.

''Seninle daha sonra konuşacaklarım var çavuş. bir yere kaybolma. Birazdan geri döneceğim.'' demişti. Çavuş onu selamlayıp bekleyeceğini söyledi. Daki kampa girmeden önce nöbetçiler onu görmüş ve bağırmıştı.

''Prens Daki kampa giriş yapıyor.'' Bu uyarıyı özlemişti Daki. Askerler ona yol açtığında selam vermek için bir çok kişi çadırından fırlamıştı. Daki onları selamlayarak merkez çadıra yürüdü. Asla değişmeyen Ung çadır düzeninde merkez çadıra vardığında dışarı çıkmış olan Muhon Asha ve Cohin' gördü. Uzun zaman olmuş gibi geliyordu. Birisi general üniforması giyiyordu. Bronşunda kartal vardı ve pelerinini sol omzunda sabitliyordu. Diğeri ise cübbesi üstüne giydiği komutan zırhı içinde ışıldayarak gülüyordu. Daki sessizdi. Sert adımlarla onlara yürüdü. Silah arkadaşlarını, can dostlarını sıkıca kucakladı.

''Yıllar olmuş gibi hissediyorum.'' demişti. Cohin gülümsedi.

''Yokluğumuzda yaşlanmışsınız efendim.'' demişti. Muhon Asha arkadaşının sırtına tutarsızca bir yumruk indirip nefesini kesti.

''İhtiyar bir herif gibi ağlayacaksan içeri girip köşeye kıvrıl.'' demişti. Daki güldü. Bu kampı tekrar gördüğünde sevineceğini düşünmemişti.

''Efendi Kuwala neden gelmedi? Keşif gezisine çıkmışsınız, öyle söyledi Bakrenli o herifler!'' demişti Cohin. Daki gülümsedi.

''Yorgundu. Haberiniz gelmeden uyumaya gitti. Uzun süredir yoldayız. Çok iyi uyuyamadı. Dinlenmesi daha iyi olur.'' demişti. Cohin çadırı gösterdi;

''Zayıf bir bedeni var. Yorgunluğunu anlayabiliyoruz efendim. Sizde Ung şarabı ile yorgunluğunuzu çıkarın isterseniz.'' demişti. Daki kaşlarını çattı.

''Aslında bir işim vardı. Ciddi bir problemimiz var ve geciktirdiğiniz her dakikada daha büyük bir soruna dönüşebilir. Benimle köye kadar gelin. Daha sonra beraber oturup gün doğana kadar içeriz.'' demişti. Muhon Asha ve Cohin bunu hemen kabul etmişti. İki tarafında birbirine vereceği çok haber vardı. Bir tarafta Helyan Kea'nın ölümünün ağır haberi, diğer tarafta kral Yahona'nın ölümünün ağır haberi vardı.

Köy sınırına geldiklerinde çavuş kımıldamadan orada beklemişti. İçeri giren Daki'yi selamladı.

''Efendim benimle Kara Kurtlar hakkında konuşacaksınız. Bende sizinle bu konuyu konuşmak isterim. Ancak önce General Byega...'' susup yanında dikilen iki ung soyundan olma adam kaçamak bakış attı. Daki onu rahatlatmak içine lini omzuan koydu.

''Byega'ya ne olmuş?'' dedi. Çavuş devam etmeden önce derin bir nefes aldı.

''Kara Kurtlar bir süredir onun emrinde değil. Onlar emirleri uzun süredir Melez Piç'ten alıyormuş. General Byega siz gittikten bir süre sonra onunla konuşmaya gittiğimizde Komutanım Grave bunları söyledi. Kara Kurtların onu dinlemediğini ve lordun da artık sadece Melez Piç'i dinlediğini söyledi.'' dedi. Daki kaşlarını çatmıştı. Sorunları çok büyüktü. Byega'yı yaşatma sebebi saldırı durumunda Kara Kurtları durdurmak için kullanacaklardı. Şimdi bunun bir anlamı yoktu. Melez Piç onlara asla acımayacaktı. Muhon Asha şaşkınlık içinde öne doğru bir kaç adım attı.

''Lort Dia Patra'nın birinci Generali Byega elinizde mi?'' diye sorduğunda gözleri irileşmişti. Daki başını salladı.

''Çok şey yaşandı Muhon! Konuşulacak çok şey var ama önce bir toplantı yapmamız gerek. Çavuş!'' dedi. Çavuş başını eğince Daki onun omzunu yavaşça bıraktı.

''Komutan Grave'yi ve subay olan efsuncuları acil olarak meyhaneye topla. Bir yol belirlememiz gerek. Burada olduğumuzu anlamaları çok sürmez.'' demişti. Çavuş fırlayıp gittiğinde Muhon Asha şaşkınlıkla kollarını göğsünde bağdaştırmıştı.

''General Byega'yı yakaladınız. Adamlarını kendi tarafınıza çektiniz ve şimdi o adamlara karşı tedbir alması için toplanacağını söyledin. Ne yapıyorsunuz siz?'' dedi.

''Sadece kurtarıyoruz. Kuzeyde var olan herşeyi ve herkesi. Bu davaya katılan herkese kapımızı açmış kurtarıyoruz. Başka yapabileceğimiz bir şey yok!'' demişti. Muhon Asha arkadaşında ki bu değişimi anlamlandıramadı. Nedense bir anda davaya kendini adamış bir adama dönüşmüştü. Başta sadece Rahoma yardım etmek istediğini ve onu sevdiği için peşinden gitmeye başlamıştı. Cohin gülümsedi.

''Doğru olan bu efendim. Eminim yaptıklarınızda bir haklılık vardır.'' dedi. Daki ona destek olan arkadaşına gülümsedi.

''Gidip toplantıya katılalım.'' demişti. Cohine lindeki şarap testilerini gösterdi.

''Bunları emanet edebileceğimiz bir yer olmalı. Nadir ve güzel şarapları Bakren komutanları ile paylaşma yanlısı olmayacağım.'' demişti. Daki onları kaldıkları ufak harabeden çevrilmiş eve doğru götürdü. Sokaklar kalabalık ve insanlar Daki'ye selam veriyordu. Akşam yemeği için kurulmuş kazanları geçtiler ve meyhaneyi geçtikten sonra eve varmışlardı. Kapıyı biraz zorlayarak kaydırabildi. Içeri doğru girerken meydandaki kaznaların oradana ldığı feneri içeri tutmuştu. Ancak içerisi aydınlıktı. Kuwala onlara verilen bütün mumları yakmıştı. Yirmi kadar mumu aynı anda yakmak onun yapacağı bir israf değildi. Ama yapmıştı. Karanlık onu ürkütmüş ve buna ihtiyaç duymuş olmalıydı. İçerisi gün gibi aydınlıktı. Iki yatak vardı. Dağılmış eşyalar bir köşeye yığılmıştı. Yanına iki heybe konmuştu. Heybelerin yanında ise Helyan Kea'nın kılıcı vardı. Muhon Asha ve Cohin kılıcı hemen tanımıştı. Daki onların baktığı kılıcı gördü.

''Öldü! Daha doğrusu onu öldürmek zorunda kaldık. Kuwala onu durdurmasaydı onlarca insan ölecekti.'' dedi. Cohin bakışlarını dolu yatağa kaydırdı. Örtülerin altına girmiş Kuwala'nın botları yerde düzensizce atılmıştı. Cübbesi ise hemen yanına çıkarılıp atılmıştı. Daki iki testiyi yığının yanına bıraktığı sırada Kuwala mırıldanmıştı.

''Daki lütfen mumları söndürme! Daha sonra kendi ellerimle mum yapıp telafi edeceğim ziyanı.'' demişti. Daki onun uyanık olduğunu tahmin etmemişti.

''Grave o kurdu geleneklere uygun gömeceğini bu sayede ruhunun kutsanacağını söyledi. İstersen onun için dua etmeye gidebiliriz.'' dedi. Kuwala kımıldanmıştı. Yavaşça doğruldu. Sırtı onlara dönük halde oturdu.

''Gün doğduğunda gidelim.'' demişti. Ellerini yüzüne bastırdı ve saçlarına doğru çekti.

''Misafirlerini düzgünce selam vermediğim için beni affetsinler. Şu an pek iyi hissetmiyorum.'' demişti. Gelenlerin Cohin ve Muhon Asha olduğunu bilmiyordu. Daki onlar konuşmasın diye susmalarını işaret ederek elini dudaklarına götürmüştü.

''Sorun değil. Daha sonra onları görürsün. Yabancı değiller.'' demişti. Kuwala geri yastığa doğru devrildi. Saçları dağılmıştı.

''Meyhanede olacağız. Grave ile kara kurt sorununu konuşacağız. Kendini iyi hissettiğinde gelebilirsin.'' dedi. Kuwala bacaklarını göğsüne doğru çekti.

''Hımm...'' diye mırıldandı. Yorgundu gerçekten de. Kalkmayı istemiyordu. Gözleri kızarmış ve üstü başı dağınıktı. Kendini toplamaya üşeniyordu. Daki onu daha fazla yormak istemedi. Yanan feneri yere koydu.

''Mumlar sönerse diye bu burada dönsün. Tekrar geleceğim.'' dedi ve Cohin ile Muhon Asha'yı alıp dışarı çıktı. Cohin yeterince sessiz kaldığını düşünerek çıktıktan bir süre sonra konuşmaya başladı.

''Durumu gerçekten iyi mi?'' dedi. Daki gülümsedi. Yüzünde durgun bir hava vardı.

''İyi! Bazen çocuk gibi gömülüp ağlamak ona iyi geliyor. Sıkıştırdığımda daha kötü oluyor. Bir süre kendi haline bırakmak iyi oluyor. Savaş ona göre değil. Ölüm onun için hala alışılmadık bir durum.'' demişti. Cohin başını yavaşça salladı. Muhon Asha ise sırıtmıştı.

''Ondans öz ederken sırıtıyorsun Daki.'' demişti. Daki arsızca güldü.

''Bunda bir sorun görmüyorum.'' demişti. Muhon Asha bir kahkaha atıp arkadaşının sırtını sıvazladı. O hala aynı Daki olarak duruyrodu. Yüzünde askerlere karşı bir maske vardı. Hayatı burada öğrenmişti. Eskiden olduğu gibi amatör bir lider değildi. Nerede nasıl durması ve konuşması gerektiğini öğrenmişti.

''Seni böyle görmeyi seviyorum dostum.'' demişti Muhon Asha. Meyhanenin yolunu tuttular.

İçeri girdiklerinde Grave'nin hep yanında dolaşan beş astı, çavuş, Grave ve çavuşun yaveri vardı. Cohin onlara sıcak davranma yanlısı olmuştu. Eğilip baş selamı verdi.

''Ung destek ordusundan Komutan Cohin. Sadece Cohin denilmesi tercihimdir.'' demişti.

''General Asha bende!'' demişti Muhon Asha sertçe. Daki direkt masaya doğru yürüdü. Cohin ortada bir harita görünce hemen yürümüş haritaya odaklanmıştı.

''Sürü beş yüzden fazla kurttan oluşuyor. Bu konuda bize anlatmak istediklerin var mı çavuş?'' demişti Daki. Çavuş öne doğru çıktı. Yüzü sertti. Sürünün çoktan gitmiş olması gerektiğini düşünüyordu.

''Kara Kurt birliği bizimle gelmedi. Liderleri, Seronlar ile çalışmayacağını söyleyip bizden ayrıldı. Çoktan başkente dönmüş olmaları gerekiyordu. General Byega onlarla konuşmuştu. Bize sadece bu söylendi. Neden hala bu bölgede olduklarını bilmiyorum.'' dedi. Grave arka kapıya doğru yürüdü.

''Gidip onu getirelim ve soralım o zaman.'' Daki onu durdurmuştu.

''Yere çivili durumda Kuwala olmadan onu oynatamayız. Kalsın. Şimdilik nasıl bir önlem alacağımızı konuşalım. Sabah onu tekrar sorgulayabiliriz Komutan Grave!'' dedi. Grave başının sallayıp geri haritaya yaklaştı. Cohin parmağını vadinin olduğu nehrin genişlediği yere koydu.

''Onları burada gördünüz değil mi efendim?'' demişti. Daki şaşırmamıştı nokta atışı yaparak konum bulan Cohin'e. Ancak diğerleri için şaşılacak bir durumdu. Cohin süre ile mesafe hesaplamada oldukça başarılı bir adamdı. Gördüğü bir haritayı asla unutmazdı.

''Sadece atla buraya varmanız on iki saatten az sürdü. Bu durumda sürü harekete geçerse altı saat gibi kısa bir saatte burda olur. Avlandıkları bir yer ise burası geri dönmeyebilirler.'' Cohin'in sözünü çavuş kesti.

''Evet burada avlanmış ve tek bir canlı bırakmamışlardı.'' dedi. Cohine lini çenesine götürdü. Kaşları çatılmıştı.

''Bu sürü bizi Kızıl Ormanda kovalayanlar kadar büyük. Bine yakın eğitimli askerle onlara karşı kaybettik efendi Daki. Bu durumda saldırı olursa nasıl bir savunma yaparsak yapalım kaybedeceğiz.'' dedi Cohin. Kaşları çatıktı. Muhon Asha o kadar umutsuz değildi.

''Arazi geniş ve açık. İki dağ arasında kurulacak pusu onları alt edebilir. Birde elimizde Rahom gibi güçlü bir koz var.'' Cohin konuşan Generale döndü.

''Kuwala'nın yorgun olduğunu gördünüz efendim. Ne zamana toparlanır bilmiyoruz. Ve Kral Aleon bizimle birkaç hafta içinde Kristal saray surlarında buluşacak burada konaklayacak zamanımız yok. Yolumuzun üstünde duran bu tehdidi aşmak için dağlardan geçemeyiz. Kağnıları dağa çekemeyiz. Ve bildiğim bir tünel yok burada. Darta Tapınağından uzağız. Artık insanlar patikalar kullanıyor. Ve bu patikanın ortasında sürü yatıyor.'' demişti. Muhon Asha sert konuşan Cohin'in gösterdiği haritaya eğilip baktı.

''Ung askerleri bu sürü ile başa çıkamaz. Birçoğu Kızıl Ormanda arkadaşlarını kaybetti ve tekrar karşılaştıklarında onlarda öleceklerini biliyor.'' demişti. Cohin o saldırıdaydı ve olanları hatırlayınca ürpermişti. Elini masaya doğru dayadı.

''Beklememiz gerekecek. Bu tarafa geri dönmezler. Ama Aleon ile buluşmaya gecikeceğiz. Belki bir haberci kuzgun gönderebilirz. '' Daki onun dehşete düştüğünün farkındaydı.

''Bunu yapamayız. Dikkat çeker. Kuşu vururlarsa saldırımızın anlamı kalmaz.'' dedi. Grave bunun üzerine konuşmaya başladı.

''Oraya yaklaştığımızda Melez Piç bizi fark edecek. Gizli bir saldırı olmayacak. Bunun için hazırlanacaklar.'' dedi. Bir süre daha tartıştılar ne yapacakları konusunda. Karar veremiyorlardı. Unglar beklemekten söz ederken Kara Kurtların üstüne gitmek istiyordu Bakrenler. Daki iki tarafın arasında kalmıştı. Bir ara Grave ve Muhon Asha'nın sesi birbirlerine karşı yükseliyordu.

''Onların nasıl avlandığını sizden iyi biliyoruz. ''

''Onlarla sürekli savaşmış olanlarda biziz. Nasıl mücadele edileceğini size soracak değiliz. Bekleyeceğiz.''

''Beklemek av olmakla aynı olacak. Geri dönecekler. Dumanın ve insanın kokusunu alacaklar ve hepimiz öleceğiz.'' demişti Grave. Muhon Asha dişlerini sıkmış ve komutandan hoşlanmadığı gösteren ifadesini yüzüne takınmıştı. Cohin bu sefer arayı yumşatmayacaktı. O da bekleme taraftarıydı. Daki ise hangi tarafı destekleyeceğini bilmiyordu. İkisi seslerini yükseltip bağrışmaya devam ederken yeni öneri Çavuştan geldi.

''Hareket etmezsekte, etsekte sonuçta onlarla karşılaşacağız. Bunu konuşmamız gerekiyor. Beklememiz gerekiyor. İnsanlar yorgun, Rahom Kuwala yorgun ve Ungların ordusu da yorgun. Ama burada uzun süre kalamayız. Kristal Saray kuşatmasını geciktirdikçe karşımızda güçlenmiş bir düşman bulacağız. Her geçen gün daha da güçlenecekler. Seronlar çoktan orada ikinci bir savunma birliği hazırladı.'' demişti. Grave ve Muhon Asha susmuştu bunu duyunca Çavuş haritada bulundukları yere hançerini çıkarıp koydu. Köyün girişinin önüne koyduğu bıçak bir sur gibiydi. Masada duran bir kadehide Karra Kurtların olduğu yere koydu. Orduda strateji bölümünde eğitim almıştı. Bu yüzden savunmada oldukça iyiydi.

''Ben ve adamlarım burada bir savunma hattı kuracağız. Kurtlar geldiğinde onları yeteri kadar insanların dağa kaçabileceği süreye kadar oyalayabiliriz.'' demişti. Muhon Asha haritaya doğru bir adım yaklaşıp kendi hançerini çekip Çavuşun hançerinin yanına koydu.

''Bizde savunma hattına adam yerleştireceğiz. Geri kalan ise tahliye için köye yerleştirilecek. Kampı köyün girişindeki bölüme taşırsak onlar geldiğinde oyalanmış olurlar.'' dedi. Ung kampları labirent gibi kurulurdu. Bu düzeni içeri girecek düşmanı durdurmak için yüz yıllardır kullanıyorlardı. Çadırların düzeni ve giriş çıkışlar belli bir düzende kurulurdu. Düşman girdiğinde nereden çıkacağını kestiremezdi. Çevreleyici çadırlar hep sessiz olurdu. Ancak sürekli içinde ve dışında asker bulunurdu. Bu sayede kampa sinsice bir saldırı yapılamazdı. Büyük çanlar olurdu ve saldırı anında çalınmaya başlanırdı. Daki bu uzlaşmacı fikri hemen onayladı. Yarın gündoğarken kamp taşınmaya başlanacaktı. Bu süreye kadar belli sayıda Ung askeri ve isyancı Bakren askerleri girişe yerleştirilecekti.

Daki dışarı çıktığında Muhon Asha ve Grave düzenleme için ortalıkta yoktu. Çavuş sessizce Daki'nin önünde durdu. Ona bakıyordu.

''General Byega ile konuşmak en doğrusu olacak. O Kara Kurtların her şeyini bilir. Liderlerini ne amaçladıklarını... Onunla görüşmeye gittiğinizde size eşlik edebilir miyim?'' demişti. Daki ona bir süre baktı.

''Generaline kızgın mısın? Yoksa ona böyle aşağılık bir pislik gibi davrandığımız için bize mi kızgınsın Çavuş?'' demişti. Çavuş başını öne doğru eğdi.

''Efendim. Rahom Kuwala biz eyaşamak için şans verdi. Size kızgınlığım yok. General Byega ile sadece bu birlikte çalıştım. Onun öncesind eben hep saray muhafızlığında görev aldım. İlk defa adamlarım ve ben sarayın dışına çıktık. Emri verildi ve onlarla buluştuk.'' dedi. Daki onu süzüyordu. Yalan söylemiyordu Çavuş.

''Seronlar sarayda bizim koruduğumuz bölgeleri devraldı ve lordun güvenliğinden artık onlar sorumlu.''

''Neden lort kendi askerleri tarafından korunmuyor?'' demişti Cohin şaşkınlıkla.

''Çünkü isyan ediyor askerler. Öldürülmek ve öldürmek istemiyorlar. Aileleri var hepsinin. Hepsi korkuyor. Lort onlara güvenemez artık. Başkentte suikastçılar ve isyancılar var. Sürekli ambarlar yanıyor. Birileri asılıyor, öldürülüyor ve kayboluyor. Lort ve askerler arasında sessiz bir atışma var.'' demişti. Daki onların neden taraf değiştirmeyi bu kadar kolay kabullendiğini anlamıştı. Lordun gitmesini istiyorlardı. Hiç biri memnun değildi. Bir kurtuluş ve kaçış noktası arıyorlardı.

''Artık parada alamıyoruz. Ailelerimize para gönderemiyor iken canımızı tehlikeye atmak mantıksız. Mıntıkalarda ayaklanmalar var. İnsanlar açlıkla savaşamıyor artık. Lordun aklını yıkayan Seron ve Melez Piçti. Başlarda herşey yolundaydı. Rahom baskısı ve eziyeti bitmişti. Şimdi ise yine bir Rahomun ayaklarının dibinde bizi kurtarması için yalvarıyoruz. Beni yanlış anlamayın Efendi Daki ve Komutan Cohin. Lafım Rahom Kuwala için değil. Sadece biz günahlarımız yüzünden bu haldeyiz. Ben başkenete girildiğinde on yaşındaydım. Ve hatırlıyorum. Lordun atından inip insanları selamlamasını ve adalet getirdiğini söylemesi... bunlar çok uzakta gibi geliyor. Ama başlarda o gerçekten adaleti getirmişti. Delirmiş ve halkına eziyet eden Rahomun iktidarını sonlandırması için halkın yanında durmuştu. Şimdi ise onun korkunç iktidarını sonlandırması için biz Rahomun yanında duruyoruz. Bazı geceler Darta'nın ve Londaga'nın bizi küstahlığımızdan dolayı cezalandırdığını düşünüyorum.'' demişti. Cohin onun bu haline üzülmüştü. Çavuşun gözleri koyulaşmış ve donuklaşmıştı adeta.

''Çavuş bu gece bizimle içip biraz kafanı dağıtmak ister misin?'' demişti. Çavuş kabul etmeye çekindi ama daha sonra evet demişti. Daki'nin kaldığı yere doğru yürümeye başlamışlardı. Oraya vardıklarında mumlar hala yanıyordu. Çavuş şaşkınlıkla dışarı vuran ışığa baktı. Daki ve Kuwala'nın beraber kalacağından haberi yoktu.

''Şarapları alalım ve başka bir yere geçelim. Sessizlik içinde uyusun.'' demişti Daki. Yavaşça tahta kapıyı kaldırıp sürgüden itekledi. Kapı kayarak açılmıştı. İçeri doğru sessizce süzüldüler. Daki yatağa doğru döndü. Kuwala üstündeki örtüleri ayağına doğru toplamış, yastıktan başı düşmüş kıvrılmış yatıyordu. Kuşağı çözülmüştü. Gömleği yukarı doğru kaymıştı. Sırtı açıktaydı.

''Cohin bana oradan ince olan kürkü getir.'' demişti Daki. Yatağa doğru kalaştı. Kuwala'yı düzeltmek için eğildi. Başını yastığa çekmeden önce beline dolanmasın diye kuşağını alacaktı. Uyandırmadan onu oynatmak zordu. Yavaşça yatağın kenarına oturdu.

''Kuwala! Kuşağını çıkaralım.'' demişti. Kuwala tepkisizce yatıyordu. Daki uzanıp elini dağılmış saçlara dokundurdu. Nazikçe saçları kulağının arkasına doğru iliştirdi. Kuwala bunada tepki vermeyince Daki onun derin bir uykuda olduğunu fark etmişti. Cohin kürkü alıp yanlarına yaklaşmıştı. Daki doğruldu. Kuwala'yı nazikçe çevirmek için bacaklarından ve sırtından tuttu. Biraz kaldırıp geri uzandırdı. Cohin hemen kalın kuşağı almıştı yataktan. Kuwala yatınca zayıf beli ve karnı kendini göstermişti. Kaburgaları belli oluyordu adeta. Yiyecek yemek yoktu. İnsanlar pek iyi beslenemiyordu. Kuwala'da onlarla aynı durumdaydı. Daki kendi payını ona vermeyi istesede Kuwala kabul etmiyordu. Çavuş oraya doğru yaklaştı. Rahomu ilk defa savunmasız görmüyordu. O gün çadırda uyurken de böyleydi. Ancak şimdi daha farklı duruyordu. Üstü başı dağılmıştı. Gömleğinin göğüs bağları gevşemişti. Kuşağı olmadığı için ince beli kendini gösteriyordu. Saç bağı çözülmüş ve saçları yatağa dağılmıştı. Çavuş onun karnında ki yara izine bakıp kalmıştı. Beyaz tenindeki o pürüzsüzlük ve kusursuzluğu lekeleyen bu yara izi hemen göze batıyordu. Narin yapılı bu adamın bir savaş yarası olacağı aklına gelmezdi Çavuşun. Daki Kuwala'nın üstünü örtmek için örtüleri çekştirdi. Kuwala örtüleri çektiği sırada elleri ile örtüleri iteklemişti.

''Kokuyorlar.'' demişti. Daki dikkatli baktığında bu eve ait örtülerin kirli olduğu için kokmadığını anlamıştı. Örtülerin iç tarafında kurumuş kan vardı ve Kuwala ilk geldiklerinde bu örtülere sarılı duruyordu. Öldürülen insanlardan kalma olmalıydı. Daki uyku sersemi Kuwala'nın yatağından aşağı attı örtüleri. Cohin Kürke bakmıştı. Kan izi ya da bir şey yoktu. Onu kullanabilirlerdi. Daki onu kaşındırıp huylandırmasın diye yerdeki cübbeyi örttü önce üstüne. Ardından kürkü örttü. Kuwala hareketsizce uyumaya devam ediyordu. Daki yerdeki örtülere bakıyordu.

''Kanlı örtülere sarılıp uyuyacak kadar kötü durumda olmasını beklemiyordum.'' dedi. Cohin uyuyan Kuwala'ya bir süre baktı. Onu gördüğü ilk gün ve şu an ki hali arasında seneler vardı sanki. Karşısında zayıflamış ve hasta bir adam var gibi geliyordu. Bir deri bir kemik kalmıştı sanki.

''Hasta olmadığına emin misiniz Efendi Daki? Sanki o fazla zayıf ve hasta bir...''

''Abartmaya gerek yok Cohin. Burada fazlası ile zayıf ve hastalıktan kırılan insan var. Kuwala sadece yorgun ve uyuması gerekiyor.'' dedi. Cohin başını usulca sallamıştı. Daki fevri ve umursamaz davranmıyordu. O da bazı şeylerin farkındaydı. Kuwala'nın zamanla nasıl yıprandığını ve değiştiğini görüyordu. Dayanmak için katılaşma çabalarını izliyordu.

''O doğuştan Kuzeyli. Kuzeyi açlık öldürmez.'' demişti Çavuş. Daki bir an güldü. Elini guruldayan midesine koydu.

''Biz Güneylileri hemen öldürebilir. Bu yüzden şarabın yanında biraz ekmek ve kuru incir olsaydı buna çok mutlu olurdum.'' demişti. Kuzey ve incir... Çavuş incirin ne olduğunu bile bilmiyordu. Kuzey toprakları baharın ortalarında bereketli olurdu. Onun dışında arpa dışında yiyecek çok bir şey bulunamazdı.

''Efendim aslında çadırda ufak bir kutu var ve içinde kuru incir ve çiğnemelik ot var.'' demişti Cohin. Arka diyarlardan gelen ve uyuşturucu etkisi yapan çiğnemelik otlardan bulundurmak Ung kamplarında yasaklanmıştı. Kontrolsüz kullanımda yoksunluk krizleri yaşayanlar olmuştu. Ancak ağrılara iyi gelen bu otu hala bazı kişiler gizlice yanında taşırdı. Cohin acı çekmekten hoşlanmayan bir adamdı. Kırık kolu için ağabeyi ona bu ottan vermişti. Tekrar lazım olur diye hep biraz yanında taşımaya başlamıştı.

''Kuru incir iyi fikir olabilir. Bir süre kampta içebiliriz. Bu sayede rahat ederiz.'' demişti. Eskisi gibi dağıtmak ve sızmak. Sabah içtimaya kalkmak... Daki bunları özlemişti. Askerleri ile çalışmayı ve akşamları sarhoş olup sızmayı. Muhon Asha'nın içip içip çıldırması ve uzun uzun saçmalıklardan söz edip ağlamasını. Cohin'in içtikten sonra herşeye karşı çıkması ve ağzının yamulmasına engel olamamasını. Bu gece dağıtmak istiyordu. Eskiden yaptığı gibi dağıtıp sabah uyanmak ve kampta olduğunu hissetmek istiyordu.

Bunları yaptı. Grave, Çavuş, Cohin, Muhon Asha, Asha'nın sadık ve sessiz yaveri ve Daki... O gece içtiler. Sert Ung şarabı başlarını döndürüp bastıkları yeri silene kadar içtiler. Güldüler. Konuştular. Bütün savaşın dertlerini unuttular. O an altı adam meyhanede içiyor gibi içtiler. Kimisi sevdiği kadını anlattı. Kimisi çocukluk anılarını. Ailelerini ve hatıralarını. Ölmüş olanlar yaşıyor gibi konuştular. Ahlaksızlaştılar. Yumuşadılar ve ağladılar. Efkarlanıp dalga geçtiler kendileriyle. Erkek olmayı ve özgür olmayı kılıçlarını çekmeden yaşamayı özlemiş gibi o günü sıradan eski günlere çevirdiler. Sızana kadar içtiler. Çadırdan kahkaha sesleri dinmeye başladığında şafak sökmeye yakındı. Daki kendini unutmuş gibiydi. Sabah uyandığında sarayda yatağında olacağını düşünüyordu. Herşeyin durgun ve sıradan olduğu günlere döndüğünü sandı. Şehirde bir meyhanede sızmış olduğunu ve onu gizlice geri saraya taşımaya çabalayan Cohin'i gördüğünü sandı. Muhafızların aralarında fısıldaştığını zannetti. Gülmüştü. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında gülümsemişti.

''İçeri girdiğimizde beni bırak ben kendim odamı bulurum.'' diye mırıldanmıştı. Onu kimin götürdüğünden bir haberdi. Nereye gittiğinden bir haberdi.

''Bulacağından eminim. Doğu kalesine mi yoksa batı kulesine mi gidelim prensim?'' Daki tanıdık bu sesle irkilmişti. Adeta bütün bedeni sarsılmış ve ayaklarını sürümeyi bırakmıştı. Kuwala'nın sesi onu sanki ayılmıştı. Kuwala alay eder gibi gülüyordu.

''Beni toplamaya mı geldin? Buna ihtiyacım yok Kuwala!'' derken Köy sınırına girmişlerdi. Askerler yardım etmek istemişti Kuwala onlara durmalarını işaret etti.

''Evet! Biraz fazla dağıttığınız haberi geldi. Gün doğacak ve artık adam akıllı uyumanız için sizi toplamaya geldim.'' demişti. Grave yanlarından geçerken askerler onun dengede durmasını sağlıyordu. Elini havaya kaldırıp bağırdı.

''Prens Daki. Seni hergele herif.'' demişti. Kızgın gibiydi ve ağzında ot çiğniyordu. Daki güldü.

''Çok sarhoş olmuş bak. Ben kendim giderim.'' dediğinde Kuwala onu bıraktı. Daki alacakaranlıkta yola baktı. Uzun uzun baktı ve ellerini eğilip dizlerine dayadı.

''Burası neresi. Siktir kayıp mı olduk?'' demişti. Küfür etmeye devam ederken hala etrafa bakınıyordu. Kuwala ona bakıp gülmüştü.

''Evet kaybolduk. Ben gidiyorum. Sarayını bulmaya çalış sende.'' demişti. Yürümeye başladığında Daki bağırıp paytak adımlarla Kuwala'nın arkasına takılmıştı.

''Beni burada bırakarak vicdansızlık ediyorsun. Ya yolu bulamaz ve birileri tarafından kaçırılıp öldürülürsem...'' buna benzer birçok şey söylüyordu. Kuwala arada ona bakıp yola devam ediyordu. Daki duvarlardan çitlerden tutuna tutuna yürüyor arada durup soluklanıp geri sendeleyerek paytak paytak yavaş tempoda koşmaya çabalıyordu.

Kuwala sonunda onu yatağa yatırmıştı. Saniyeler İçinde sızmış ve bir şeyler gevelemişti. Kuwala'ya onu sevdiğini ama kızgın olduğunu söyleyerek mırıltısı devam etmişti. Kuwala onu yatırdı. Sürgülü kapıyı zorlanarak kapattı. Daki'nin yanına oturmuştu. Daki'ye bir süre baktı ve yanına doğru uzanıp onu izlemeye başlamıştı. Gün ışığı içeri girene kadar orda uzanmıştı. Daha sonra yavaşça yataktan kalktı. Kapıyı sürüp sıkıca kapattı. Kapıya iki Ung muhafızı diktirmişti. Daki'nin güzelce dinlenmesi için rahatsız edilmemesini söylemişti. Artık işlerin değişmesi gerekiyordu. Yavaş adımlarla köyün girişindeki kurulan bölgeye gitti. Emir verildiği için Subaylar gün doğmaya başladığında kampı taşımaya başlamışlardı. Cohin ve Muhon Asha uyanamadığı için uyuyordu. Grave'de ortalarda yoktu. Kuwala çalışan askerleri selamladı. Yürümeye devam ediyordu.

''Efendi Kuwala nereye gidiyorsunuz? '' Ung askeri bunu sorduğunda onlara yardım eden Bakren askerleri de durmuştu. Kuwala onların kampı savunma için kurduğunun farkındaydı. Bir süre durdu.

''Birisi ile görüşmem gerek.'' demişti. Toprağa basan adımları hissediyordu. Ayezi hızla dağlardan koşarak onlara doğru geliyor ve nefesi rüzgarda kesik kesikti. Boyuna bağlanmış bir mesaj vardı belli ki... Onları bulmak için yol gösteren ruhların peşinden geliyordu.

''Size eşlik etmemizi ister misiniz?'' Bakren askeri bunu sorduğunda Unglar tedirgin olmuştu. Ona zarar verebilirlerdi. Kuwala onlara bir süre baktı ve gülümsedi.

''Sorun yok! Kendi başıma gidebilirim. Eminim burada size daha çok ihtiyaç var.'' demişti. Onun güçlerine iki tarafta tanıklık ettiği için sessizce geri çekilmişti. Kuwala patikada bir süre yürüdü ve ardından yolunu dağlara doğru çevirdi. Dağlara doğru pervasız şekilde yürürken hala onu görebiliyordu askerler.

''Efendi Daki onu sorduğunda ne diyeceğiz?'' demişti bir Ung askeri. Arkadaşı sessizdi. Bakren askeri ise dağlardan gelen kıpırtıları görmüştü. Gözlerini kıstı ve beyaz bir şeyin dağdan yuvarlanır gibi hızla indiğini görüyordu. Ayezi'nin irileşmiş bedenini görmemeleri imkansızdı.

''Bu o kurt mu?'' fark etmiş olan Ung askerleri o gece Seron komutanı canlı canlı yiyen kurdu görmüşleri. Sessizlik devam ederken Kurt dağın eteklerine doğru yaklaşmış olan Kuwala'nın önünde kendini frenleyip durmuştu. Başını öne doğru eğimişti. Bir süre hareketsiz durdular. Daha sonra Rahomun Kurdun üstüne çıktığı ve dağa doğru kurdun koştuğunu gördüler. Gözden kaybolmuştu artık.

''Beyaz Kurdun geldiğini ve ikisinin gittiğini söyleriz Prens Daki'ye.'' demişti Ung subayı.

Kuwala dağın düzlüğüne gelene kadar sessizce Ayezi'nin onu götürmesine izin vermişti. Durduklarında Ayezi onu sırtından indirdi. Aşağı vadide konaklayan Kara Kurtlar ve yukarıda kalan köy gözüküyordu.

''Tehlikenin dibinde olduğunu biliyorsun değil mi?'' Ayezi bunu söylerken yere oturmuş ve kürkünü tutan Kuwala'ya dönmüştü. ''Sizi dağıtmaları bir saatlerini almaz. Bu durumda orada kalacak mısın?'' demişti. Kuwala aşağıdaki karartı halinde gözüken kurt sürüsüne dikmişti gözlerini.

''İçlerinden birisi o hissettiğin boz kurdun eşiydi. Yavrularını almaya geldi ve bozkurdu kaza ile öldürdüler. Onu saldırmaya geliyor sandılar. '' demişti. Ayezi ona bakıyordu. Kuwala kurda doğru devrilip yaslandı.

''Savaşmak istemiyorum Ayezi. Birilerini öldüğünde orada olup birşey yapamamak beni mahvediyor. Sürekli olarak kaybediyoruz. İlerliyoruz ama her attığımız adımda birileri arkada kalıyor. Bu şekilde kazanmak istemiyorum. Bu şekilde her şeye son vermek istemiyorum. Savaşı böyle kazanmak istemiyorum'' Ayezi başını çevirip vadiye bakmaya başladı.

''Hala çocuk gibisin Kuwala. Sana savaşın kazananı olmayacağını söylemiştim. Bir savaşın kazananı yoktur. Herkes kaybeder. Daha az kaybetmiş olan çabu toplanıp liderliği eline alır. Bu yüzden duygusal bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçmen gerek. Eline bulaşan kanın kokusunu alan herkes senin karşına geçip kılıcını çekecek.'' demişti. Kuwala tepkisizce duruyordu. Ayezi derin bir iç çekti.

''Her şey bitecek ve Daki ile Kızıl Ormanda bir kulübe yapacaksın değil mi? Orada mutlu bir evlilik oyunu oynayacaksınız. Yaşlanıp öleceksiniz. İlk ölen diğerini gömecek. Son ölen ise bulunduğunda gömülecek. Her sabah onun sıcaklığında uyanacaksın ve gülümseyeceksin. Bunların olacağını düşünüyorsun çünkü hala aptal bir çocuk gibi davranıyorsun. Hala hayal kurup kaçınılmazı göz ardı ediyorsun Kuwala. '' demişti. Kuwala onun bu çıkışına tepki vermemişti. Öylece duruyordu. Ayezi hırıltılı bir nefes verdi bu sefer.

''Tieden gibi bir adama bu tahtı emanet etmeyi planlıyorsun. Ama bu olmayacak. Senin dışında o tahta oturamaz kimse. Darta'nın verdiği emre ihanet etmiş olursun.'' demişti. Kuwala bunu duyunca konuşmaya karar vermişti.

''İnanmıyorum ben artık. Git gide herşey daha uzak geliyor Ayezi. Kızmana gerek yok. Artık ne bir kulübe ne sabah yanyana uyanmayı düşlüyorum. Sadece istediğim şey hayatta kalabilmesi. Oraya daha çok yaklaştıkça gölgelerin nasıl ağırlaştığını ve bizi bekleyen tehlikeyi biliyorum. O da biliyor. Bırakta burada hayatta kalmak için umudumuz varmış gibi yapalım. Yoruluyorum sen böyle konuşup canımı sıktığında.'' demişti. Ayezi onun ilk defa bu kadar ona karşı çıkan ve sert kelimeler kullandığını görmüştü. O ilk karşılaşmalarında ki çocuğun kurnazlığından çok bir ihtiyarın sesini duyuyordu sanki. Üstüne çok gidiyor gibi hissedip başını ona doğru çevirdi.

''Evliliğiniz tanrılar tarafından kutsal olduğu sürece o sarayda seninle yaşabilir. Ülkene ve topraklarına sahip çıkmak zorundasın. Darta senin kutsandığını söylediğinde bunu şereflendirecek olan o kristal taç olacağını söyledi aynı zamanda. Sana bu gücü veren tanrıyı yüceltmek için onun bilgeliğinde bir kral olacaksın. Varisin olmak zorunda değil, bir karın olmak zorunda değil. Topraklarında yaşayan bir bedende olmak zorunda değil. Ama ruhların seni izlediğini bil. Darta'nın seni seçtiğini ve Londaga'nın yeniden benden bulmuş hali olduğunu bilmek ve kral olmak zorundasın.'' demişti. Kuwala sıkılgan yüzünü Ayezi'nin kürküne gömdü.

''Lanet olası tanrılar üstümüze bahis oynamış gibi konuşuyorsun.'' demişti. Ayezi güldü.

''Oynamadıklarını nereden biliyorsun?'' demişti. Kuwala bir süre tepki vermedi. Ardından doğrulup sırtını dayadı Ayezi'nin karnına doğru.

''İkinci kışlada durumlar nasıl?'' demişti. Ayezi iç çekti.

''Yürümeye başladılar. Aleon ve Tieden yönetimi paylaştı. Ung kralı ölmüş ve Aleon artık kral. Unglar ona tapıyor adeta. Ve kuzeylilerde Tieden'i senin varisin olarak görüp dinliyor. Anlaşmayı öğrendiler. Güney ve Kuzeyi barıştırmayı başardın. Marinoe ile Güneş'in kızı ise Seronları kışkırtmak için Kristal sarayın surları ardında şehirde isyancılarla çalışmayı planladı.'' demişti. Kuwala göğsüne iliştirdiği gelen mektubu okumaya üşendiği için Ayezi'den dinlemişti olanları.

 

 

 

Bölüm Yirmi Sekiz:  Yolculuk

İkinci Kısım:  Düşkünün Yolu

 

''Dilleri yoktur konuşmazlar. İsimleri asla mezarlarda olmaz. Hikayeleri anlatırken onları kimse hatırlamaz. Bir çoğunun masalı kaybolup gitmiştir. Bir çoğu ise unutulup gitmiştir. Onları canlıkanlı görmüş olan son kişide öldüğünde artık asla hatırlanmayacaklarını bilmelerine rağmen sessizce devam ederler. Kimden siz ettiğimi biliyor musunuz hanımım?'' Marinoe bilediği bıçağı kenarı koyup karşısında oturan sefil bir kıyafet içindeki Güneş'in Kızına baktı. Kraliçe sessizdi. Girdikleri evde onları ağırlayan kuzeyli kadın sıcak çayı masaya koymuştu. Şehre geleli iki gün olmuş ve Güneş'in Kızı usanmış halde beklemekten vazgeçmeye karar vermişti. Harekete geçmek hakkında konuşmaya devam ediyordu. Onu dinleyen kızların dikkatini Marinoe çekmişti şimdi.

''Cellatlar mı Marinoe?'' demişti. Marinoe başını ağır ağır aşağı yukarı salladı.

''Cellatlar ve gerçek kahramanlar hanımım. Gerçek kahramanlarda cellatlar gibi asla bilinmezler. Onların masalları süslü masallar arasında solup gider ve kaybolur. Sizin gibi insanların süslü ve aceleci yazılmış hikayeleri vardır. Ama bir çok kişinin yavaş yavaş işlenmiş derin hikayeleri vardır. Fakat kaybolup giderler. Onları asla okuma şansınız olmaz. Bu yüzden acele etmeyin. Kendinizi göstermek için acele etmeyin.'' dedi. Güneş'in Kızı ona hakaret eder gibi konuşan Marinoe'ye bakıp kaldı. Marinoe ayağa kalkmıştı. Başına siyah şalı doladı. Bıçağını alıp beline yerleştirdi.

''Bana sinirlenmeyin hanımım. Sadece zamanı geldiğinde zaten sizin masalınız herkese anlatılacak. Sadece şimdi değil. Eğer acele ederseniz bir kahramanın değil ölen bir kraliçenin masalını dinler çocuklar. Bırakın yolunuzu biz açalım ve işimizi yapalım.'' demişti. Güneşin Kızı kaşlarını çattı.

''Sen gerçek bir kahraman olduğunu mu söylüyorsun?'' demişti. Marinoe başını salladı.

''Gerçek bir kahraman değilim. Asla bir kahraman olmadım. Bir masalım olmayacak.''

''Gerçek kahramanlar kim peki?'' demişti. Marinoe ev sahibi kadını gösterdi.

''O, bu şehirdeki insanlar. Kapıların ardında buraya doğru yürüyen ordulardaki askerler. Benim gibi insanlar ise sadece bir yolda giden düşkünler olarak sayılır Kuzeyde. Adı bilinir birileri tarafından anılır ama bir masalı olmaz. Bir hikayesi olmaz. Asla adının ardından bir hikaye gelmez. Sadece bir kadındı denir. Bir insan. Bir anne ya da bir eş... Bu kadar. Çünkü ben ve benim gibiler sizlerin yolunu açan kahramanların arkasına saklanıp sadece bir şeylerin olması için çabalayanları destekleriz. Kendi fikirlerimiz yoktur. Kendi dilimiz, sesimizi yoktur. Ne sizler gibi konuşur ne onlar gibi susarız. Söyleneni taklit eder ve onları biz söylemiş gibi yaparız.'' demişti. Güneş'in Kızı onun özgürlük için savaştığını ve insanlarını korumak gibi bir fikri olduğunu düşünüyordu.

''Peki bu savaşta olma sebebin...''

''Ölen kocamın sesini taklit ettim hanımım. Onun dediği gibi davrandım. Onun adaletinde gittim. Onun düşüncelerini seslendirdim. Bir düşkün gibi sadece takip edip taklit ettim.'' demişti. Kapıya doğru yürüdü ve ekledi.

''Bir masal anlatılacak ise Beyaz Kurt köyünde isyan başlatmaya çalışan kocamın öldürülüşünün masalı anlatılmalı. Benim bir hikayem yok.'' demişti. Evden çıktı.

Başkent olan Kristal Sarayın şehrine geldiklerinden beri Marinoe içinde bir huzursuzluk hissediyordu. Kızının yanında olmak ve onunla zaman geçirmek istiyordu. Girdiği mücadele anlamını kaybetmişti. Kuwala'nın ona dedikleri asla aklından çıkmadı. Bir daha dizlerinin üstüne çökerse onu gerçekten öldürecekti. Ölümün kolay olduğu bu diyarda yaşamak için çabalamak yormuştu onu. Hayat kısacık geliyordu. Dün gece rüyasında ölen kocasını görmüştü. Büyük ocağın başına oturmuş gülümsüyordu. Onu yanına çağırmıştı. Uyandığında utanç duydu. Unutmuş gibiydi ölen kocasını. Ona kızını veren adamı unutmuş olmaktan utandı. Aleon'a karşı hissettikleri öfkeye boğmuştu onu. Dizleri üstüne çökmüştü Aleon için. Rahomun önünde çökmüş ve yalvarmıştı. Ölmüş olan kocasının ona asla başını eğme ve dizlerinin üstüne çökme dediği aklına gelmişti.

Hızlı adımlarla yürürken öfkeye kapılmıştı iyice. Yanından geçen küfesinde yük taşıyan hamal ile çarpıştığında eli istemsizce belinde saklı olan bıçağına gitmişti. Küfesi ile yere düşen hamal şaşkınlıkla ona bıçak doğrultmuş kadına bakıp kalmıştı. Etrafında ki insanlar Marinoe'ye bakmaya başlamış ve fısıltılar duyulmaya başlamıştı. Yeni yerel güvenliği eline alan Seronlar ve onlara hala eşlik eden az sayıda Bakren askerinden devriye gezen grup oradaki kalabalığa doğru yürürken bir adam bağırmıştı.

''İsyancı!'' çığlığın kimden çıktığı belli değildi ama koşuşturmalar ile mızraklar boynuna dayanmıştı Marinoe'nin. Öylece kalmıştı. Onca uğraştan sonra yakalanmış olduğuna inanamadı. Kimin bağırdığını görmek için etrafa bakınca gülümseyen tek kollu adamın geri geri gidip kalabalığa karıştığını gördü. Tanımadığı bu adamın yüzündeki çirkinlik içini bulandırmıştı. Karşısında dikilen muhafızların komutanın altın zırhının parıltısına dikti gözünü.

''Tutuklayın.'' emri ile Marinoe daha neler olduğunu anlamadan dizleri üstünde bulmuştu kendini. Arkadan elleri tahta kelepçe sarmıştı. Aklında bir ses yankılandı. ''Bir daha dizlerinin üstüne çökersen ölürsün.'' Bu ses birden kalbinin daha hızlı atmasına neden olmuştu. Adeta zaman durmuş gibi hissediyordu. Dudakları yukarı kıvrıldı.

''Tutuklamak mı? Kendi topraklarımda bir seronun beri tutuklayacağına inanmam.'' demişti. Sıkıca kavradığı mızrağı kendine doğru çekip gelen askerin karnına sert bir tekme vurmuştu. Asker yere devrilirken mızrak göğsüne girmiş ve Marinoe onu kuşattıkları çemberden dışarı çıkmıştı. Mızrağı alıp geri doğru bir kaç adım attı.

''Yüzyıllar boyunca Beyaz Kurt köyünden kimse teslim olup dizleri üstünde ölmedi. Savaşarak ölmek bizim için onurdur.'' demişti. Beyaz Kurt köyünden gelen bu kadının ismini duymak etraflarını sarmış kalabalığı heyecanlandırmış ev fısıltılar artmıştı.

''Bu o!'' diye bağırmıştı birisi kalabalıktan. Bir başka ses yükselmişti; ''Rahomun ardından giden Marinoe Beyaz Kurt!'' İnsanlar şaşkındı. İsyanda yer alanlarla başkent halkı yakından ilgileniyorlardı. Güvenli surların ardında ki yaşamlarına geceleri renk katan sohbetlerde yer alıyordu isyan liderleri.

''O artık Akela'nın köpeği!'' diye bağırmıştı az önce onun isyancı olduğunu haykıran ses. Kalabalıkta bir sessizlik olmuştu. Marinoe gülmüştü. Başını sardığı örtüyü çıkarmıştı. bir eline mızrağını almış diğerine belinden çektiği Akela kraliçesinin armağanı olan ucu kavisli ve dişli hançerini.

''Görelim bakalım Akela köpeği olmuş bu kuzeyli sizin gibi güneylilerin kanını nasıl akıtıyor.'' demişti. Seron komutanı askerlerini öne sürmek yerine bakrenli genç muhafızları öne doğru sürmüştü. Marinoe onlara acımayacaktı.

''Siz Kuzeyliler kendi kanınızdan olanın kanını nasıl akıtıyorsunuz onu izleyelim.'' demişti Komutan. Marinoe gülümsemeye devam ediyordu.

''Kanımızdan değil onlar. Onlar sadece bizi katletmek için para alan bu toprakların satılık insanları.'' demişti. Mızrağı fırlattığında karşısındaki muhafızın gırtlağından girip ensesinden çıkmıştı. Üç muhafızdan ikisi kalmıştı. Marinoe akan kana ve yığılan bedene baktı.

''Satılmış olanın kanını akıtmak benim ettiğim yeminin ilk satırlarında yer alır.'' demişti. Kalan iki muhafız korkuyu bedenlerinden atıp taş kesildi kasları. Adım adım yaklaşırken Marinoe köşeye sıkıştırılmış bir sokak köpeği gibi dişlerini göstermeye hazırlanmıştı. Onu kuzeyde yenebilecek tek bir erkek bile yoktu. Güçlü ve kurnazdı. Hareketleri yumuşak ama darbeleri sertti. Akela onu taştan bir kadına çevrimişti. Ne kadar darbe alırsa lasın yıkılmamamyı öğrendiği köyündeki eğitimin üstüne Akela kadınlarının kurnaz savaşçılığı ile gücünü arttırmıştı. Ona doğru saldıran muhafızın mızrağını yakaladı. Dizi ile vurduğu darbede mızrak ikiye bölünmüştü. Keskin ucu eline aldı Marinoe. Kendine kalkan yapacağı mızrağı sıkıca kavradı. Akela kadınları dişli hançerler kullanmayı severdi. Parçalanan deri dikiş tutmazdı bu sayede. Kan kaybından ölürdü yara alan kişi. Marinoe hançerini üç defa salladı. Ona saldıran muhafızlardan birisinin kolunu kesti. Yeterli değildi. Üç defa tekrar salladı. Bu sefer üçüncü darbeden önce attığı yumruk sayesinde adamın gırtlağını dişli hançer kesip almıştı. Boğazını tutmuş ve yere yığılmıştı. Marinoe sırtına yediği darbe ile afalladı. Seron askerleri harekete geçmişti. Dört asker ona doğru geliyordu. Birisi ise onu sırtından bir tekme ile öne doğru iteklemişti. Marinoe yere kapaklandı. Elleri ve dizleri üzerinde kalmıştı. Dişli hançeri kalabalığa doğru savrulup görüş açısından çıkmıştı. Kırık mızrak ile kalmıştı üstüen doğru nağralar atarak koşan Seron askerinin saplamaya hazırlandığı mızrağı eliyle yakalamak için sırt üstü dönmüştü. Yakaladığı mızrağı tutarken gülümsedi. Diğer boştaki elinde tuttuğu mızrağı fırlattığında çenesinden giren mızrak başının üstünden çıkıp orada kalmıştı. Devrilen bedenin altında kalmamak için ayağa fırladı. Askerin mızrağını almıştı. Bir kadındı o. Savaşamazdı. Doğururdu, yemek yapardı, kocasını yatakta mutlu ederdi ama savaşamazdı. Kuzey için bir kadının savaşması normaldi. Ama başkent ve Seronlar için görülmemiş bir şeydi. Marinoe az önce üç adamı öldürmüştü. Ayakta dikilirken kaşları yukarı doğru kalktı. Ölen adamın mızrağını elleri arasında döndürüp kolunun altına doğru aldı.

''Öleceksiniz. Bir adım attığınız anda öleceksiniz.'' demişti. Adamlar tek tek saldırmaktan vaz geçmişti. Ona doğru koşup aynı anda saldırmaya karar vermişlerdi. Marinoe üstüne doğru gelen adamları birkaç mızrak darbesi ile durdurmuştu. Ne var ki karnına aldığı darbe ile kalabalığa doğru savrulmuş ve mızrağını kaptırmıştı. Üstüne doğru yürüyen adamlar sakin adımlarla geliyordu. Komutan kılıcını çekti ve oraya doğru yürüdü.

''Tutuklusun Marinoe Beyaz Kurt!'' demişti. Marinoe ona doğru gelen adamın kılıcına karşı koyamazdı. Belki öldürülerek sorgudan ve işkenceden kaçabilirdi. Kendini öldürtmek için yapacağı şeyi düşünürken bir kaç adım sesi duydu. Ufak bir kız çocuğu fırlamıştı öne. Kalabalıktan bir kadın onun ardından çıkmıştı. Kızına seslenirken kız elindeki hançeri Marinoe'ye uzatmaya çabalamıştı. Annesi onu çekiştirirken alabilmişti hançerini Marinoe. Kadın gözden kaybolmak için kalabalığa karışmıştı. Komutan kılıcı ile kalabalığı gösterdi.

''O haini bulun!'' emrini verdiği sırada bir karartı görür gibi oldu. Ancak boynunu saran kolu hissettiğinde kılıcı havada kalmış ve askerler öylece sessizlik içindeydi.

''Size öleceğinizi söylemiştim. Hareket ederseniz ve peşlerinden giderseniz önce o ölür.'' demişti. Askerler emir almışlardı ama komutanları isyancının elindeydi. Bu yüzden kıpırdamak doğru olmayacaktı. Marinoe bir süre bekledi. Kadına zaman tanımıştı. Ardından komutanı alıp geriye doğru yürümeye başladı.

''Burada beklemeye devam edin.'' demişti. Ara sokağa doğru çekilirken komutan kalabalığa açılmasını ve yol vermesini söylüyordu. Kılıcı hala elindeydi. Marinoe onunla bir süre yürümeye devam etti. Ara sokağın üç yola ayrıldığı yere geldiğinde muhafızlar ve kalabalık ona hala oldukları yerden bakıyordu. Marinoe gülümsedi.

''Rahom tahtını almaya gelecek!'' diye bağırdı ve komutanın boğazını kesip bir tekme ile onu yere devirmişti. Yandaki sokağa girdi. Koşmaya başlamıştı. Sığınacak kuytu bulana kadar koşmuş ve kendini sur dibine yakın varoş mahalle sokaklarında bulmuştu. Kokan sokakta iki evin arasında akan lağımın yanından geçip evin arkasına sığınmıştı. Gece çökene kadar orada beklemeyi tercih etmişti. Beklemeye devam ederken bir mavi ışık parlamaya başlamıştı. Marinoe orada öylece oturmuş Akela Kraliçesinin gelişini izliyordu. Evin sahibide dışarı çıkmıştı. Neler olduğunu anlamıyorlardı. Komşularda ışığı fark edince fırlamıştı dışarı. Akela kraliçesi geçitten çıktığında akan lağımın kokusu ile yüzünü buruşturdu.

''İfşa olduğun için seni geri göndereceğiz. Toparlanma vakti Marinoe burası sana göre değil. Savaş alanına Aleon'un yanına döneceksin!'' demişti. Marinoe ona bakıp kalmıştı.

''Yapmayacağımı biliyorsunuz. Prens yani Kral Aleon ile yan yana olmak bana göre değil.''

''Ondan kaçıyorsun!''

''Kaçıyorum. Çünkü yolum kutsanmışlığın yolu olmaktan çıkıyor onun yanında. Yolundan şaşmış bir düşkün oluyorum. Bunu red etmeyeceğim.'' dedi. Akela kraliçesi ona bakmıştı.

''Bir şeyler hissediyor olmak suç değil Marinoe!''

''Suç hanımım. Benim yüzümden Rahom ve Efendi Daki ölecekti. Sadece duygularıma kapıldığım için oldu bunlar. Bir rüya gördüm ve kocama verdiğim sözü bozduğumu fark ettim. Dizlerimin üstüne çökerek ben yeterince hata yaptım. Burada kalıp bu hatayı düzelteceğim. Daha fazla ona da kendime de umut vermek gibi bir hata yapamam. Bu işe beni kimse zorlamadı. Kimse benden yapacaksın diye söz istemedi. Kendim girdim bu mücadele içine. Gururum ayaklar altına alınmadan çıkacağım. Bir daha dizlerim üstüne çökersem hançerimi ben kendi göğsüme saplayacağım.'' demişti. Akela Kraliçesi ona bakıp kalmıştı. Marinoe ung ordusu gelirken Aleon'u ikinci kışlada görmüştü. Bir şey söylemeden onu selamlayıp uzaklaşmıştı. Aleon ona teşekkür etmek istediğinde sert bir ifade ve resmiyetle konuşmuştu.

''Ordunuz bize gerekliydi. Bunun için size yardım sağladık.'' demişti. Akela kraliçesi onun Aleon'u görmek için heyecanlı olması gerektiğini düşünmüştü. Dizlerinin üstüne çökmesine sebep olan bu adama bu kadar soğuk davranmasının sebebini anlamamıştı. Şimdi anlıyordu. İhanet ediyor gibi hissediyordu. Öldürülen kocası ile bağlılığının sürdüğüne inanıyor ve bir şeyler hissettiği için kendini suçlayıp cezalandırıyordu. Akela kraliçesi onu daha fazla hırpalamak istemedi.

''Yer değiştirmeyeceğiz. Kendini hazır hissettiğinde geri dön.'' demişti. Geçit kapandı. Marinoe geçit kapanınca oturduğu yerde dizlerini göğsüne çekmişti. Savaşçı olmayı seçmişti. Kızını bile arkada bırakıp bu yola düşmüşken şimdi bir adamı düşünmeyi doğru bulmuyordu.

Bir süre orada oturmaya devam etti. Gün doğduğunda hala oradaydı. Evin arkasında kıpırdamadan geceyi geçirmişti. Mahallenin meraklı çocukları gelip ona gizlice bakıyordu. Üstüne sıçrayan kan lekeleri kurumaya başlamıştı. Öğlene kadar orada öylece oturdu. Ayağa kalktığında cesaret bulup onu artık gizli gizli izlemek yerine karşısına gelip bakan çocuklar o ayaklanınca kaçmışlardı. Marinoe arandığını tahmin ediyordu. Boynundaki atkıyı çözdü. Yandaki evde çıkmış çamaşır yıkayan kadına doğru yürdü.

''Üstümdeki kıyafetler ipekten yapılma. Kemerimde gümüşten. Bunları sana verirsem bana kıyafet verir misin?'' demişti. Kadın ona bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bir süre bilemedi. Ardından başını sallayıp ellerini üstüne sildi. Kadının ardından içeri girdi. Çıktığında sıradan bir kadın gibi etek giymiş ve bir cübbes takıp onu bir hasırdan yapılma kemerle bağlamıştı. Basit bir panço giymiş ve kafasını örtmüştü. Kadın sessizce onu uğurladı. Marinoe yavaş yavaş kaçtığı şehir meydanına doğru yürümeye başlamıştı. Dün öldürdüğü muhafızlar yüzünden aranıyordu ve birisi onu tanıyordu. Kim olduğunu merak ediyordu o çolak adamın. Karnını doyurmak ve bilgi almak için ona adresi verilen hana gidiyordu. Kaldıkları evin sahibi olan kadın hancının saraydan bilgi verebileceğini söylemişti. Belli ücrete karşılık olarak istedikleri her şeyi söyleyebilecek bir adam olduğunu belirtmişti. Marinoe dün yarım kalan görevini bu gün tamamlamak için yürümeye başlamışken bir an durdu. Taze kan kokusu adeta onu ürpertmişti. Büyük çan kulesinin olduğu meydandaydı. Çan kulesinin duvarları ilanlar asılı bir yerdi. Özellikle kraliyet fermanları buraya asılırdı ki halk gelip görsün diye. Bir ulak olur ve sürekli fermanı okurdu ya da.

'' Lordumuz Dia Patra'nın emri isyancılara yardım eden herkes cezalandırılacaktır. Dün isyancıya yardım eden kişiler gibi başları alınarak ibret olarak mızrakta gezdirilecektir.'' Marinoe devamını duyamadı. Başını çevirdiğinde bir kadın başı, bir erkek ve yaşlı bir erkek başı gördü mızraklarda. Ama onu yıkan şey dün ona hançeri veren küçük kızın başının da mızrağa geçirilmiş olmasıydı. Marinoe öylece kalmıştı. Taze kan mızraktan damlarken kapkara giyinmiş kişiler yavaş yavaş meydandan başlayarak sokakları gezmeye başlamıştı fermanı okuyan ulakla beraber. Yanından geçerken sessizce bakıp kalmıştı onlara. Onlar isyana yardım etmiyordu. Küçük kızın ufacık bir heyecan ile hançeri uzatması bir ailenin katledilmesine sebep olmuştu. Marinoe kalbine çöken ağrı ile kalmıştı. Bir çocuğun başını mızrağa saplayıp gezdirmek delilikti. Çirkinlik ve çarpıklaşmış bir zihnin eseri olabilirdi. Eli hançerine gitti. Ama bir el onu durdurup çekti aldı. Akela kızlarından birisi onu durdurmuştu.

''Hanımım yapmayın. Şimdi hana gitmemiz gerek.'' demişti. Marinoe titremişti. Bütün bedeni sancı ile sallanmıştı adeta. Gözleri doldu. Avutlarını çığlık atmamak için ısırdı. Kendi kızından küçük bu kızın başını görmek onu bitap hale düşürmüştü. Han agirip oturuna kadar sessizce avurtlarını ısırmaya devam etti. Titreyen çenesini görmesinler, dolan gözleri akmasın diye kanayana kadar ısırdı avurtlarını. Canını daha sert yakmaya çabaladı. Yanaklarının iç kısmı param parça olup dudakları arasından sızan kanı kötü kalaylanmış bakır tabaktaki yansımasında görene kadar dişlerini açmadı. Bir süre sonra ağzına biraz içki aldı. Şekerin ve mayanın yoğun olduğu içki kanattığı avurtlarını yaktı. Kanla karışmış içki boğazını acıtarak midesine doğru indi.

''Dün bağıran adam kimdi?'' Marinoe yanında hancıdan bilgi almaya çalışan kızın konuşmasını kesti.

''Anlayamadım hanımım?'' demişti kel zayıf hancı. Uzun burnu bir kuşun gagası gibi suratının ortasından fırlıyordu. Ayrık gözleri iki yana bakıyor gibiydi. Bir gözü kayık olduğu için görüntüsü kralların soytarılarına benziyordu. Eskimiş önlüğünun askılarından uzun kolları cübbesinin kolları ile sarkıyordu aşağı doğru. Kamburu yoktu ama beli bükük duruyordu. Leşçi kuşlara benziyordu. Soluk rengi onu hileci bir kumarbaz gibi gösteriyordu. Marinoe içkisinden bir kaç yudum daha alıp hancı ile aralarındaki tezgaha doğru yaklaştı.

''Dün meydanda 'isyancı' diye bağıran herif kimdi?''

''Hanımım! Ben orada değildim. Nereden bileceğim ki..''

''Senin bilmediğin bir şey olmadığını söylediler. Ne istiyorsun ha? Bana bir isim vermek için ne lazım sana?'' demişti. Hancı bir an durdu. Onun taşlı hançerine gözünü dikti. Akela kadını olduğunun temsili olan bu hançeri vermezdi.

''Onu alamayacağını biliyor olmalısın!'' demişti. Hancı güldü. Omuz silkti ve arkasını döndü.

''O zaman başkasından öğrenmen gerek.'' dedi. Marinoe istediğini almıştı bile. Onun bildiğinden emin olmak istiyordu sadece. Hancı bildiğini belirten bu konuşmanın sonunda arkasını döndüğünde Marinoe birden ayağa kalkıp öne doğru eğilmişti. Hancı boğazına sarılan kolları hissettiğinde elindeki gümüş tepsi ve bakır bardaklar düşmüştü. Tezgaha doğru sırtını çarpmıştı. Elleri onu boğan kolları ayırmak için uğraşmaya başlamıştı.

''Kimdi o? Canının karşılığında bana isim ver!'' demişti Marinoe. Iyi bir pazarlıktı. Etrafta gergin bir hava oluşmuştu. Kimse yerinden hareket edemiyordu içeride sıradan müşterilerde vardı. Hancının adamları ise sessizce bekliyordu. Hancı bir süre debelendi ve dudakları arasından bir isim çıktı.

''Melez Piç!'' Marinoe bunu duyunca duraksamıştı.

''Kurdun kopardı kol ve o garip surat!'' gözleri kocaman açılmış ve kolları daha fazla sıkmaya başlamıştı. Yanındaki kız bu sefer endişelenmeye başlamıştı.

''Onu öldüreceksiniz hanımım!'' demişti. Marinoe adamı bırakıp geri yerine oturdu. Kalan içkisini kafasına dikti ve bardağı ellerini boğazına götürmüş öksüren hancıya doğru itekledi.

''Onu bulup başını gövdesinden keseceğim.''demişti. Kız ona bakıyordu. Endişeliydi. Marinoe normalde sakin ve soğukkanlı bir kadındı. Şimdi ise oldukça hızlı ve tahammülsüz davranıyordu.

''Rahom onu canlı istedi! Öldürürseniz emrine karşı gelmiş olursunuz.'' dedi. Marinoe kaşlarını çatmıştı. Ayağa kalktı.

''Kraliçe Güneş'in Kızı'na olanları anlat. Emre itaatsizliğimden dolayı alacağım cezayı kabul ederim.'' demişti.

Bir süre boyunca bir daha Marinoe'den haber alamadılar. Güneş'in Kızı endişe ediyordu. Melez Piç gibi bir adamı yakalamaya kalkışmak çok riskliydi. Nerede olduğunu bulmaları için kızlarını görevlendirmişti. Üç gece olmuştu ve hala haber yoktu. Marinoe'nin izine dahi rastlayamamışlardı. Güneş'in Kızı bir şeylerin ters gittiğini düşünmeye başlamıştı. Ancak geç kalmıştı.

Dün gece gece yarısı sonunda Marinoe alt geçitlerdne kristal saraya girmenin bir yolunu bulmuştu. Belli bir para karşılığında ona yol gösteren dilenci çocuk onu tünellerden geçirmeye başlamıştı. Ancak yürümeye devam ederken çocuk birden koşmaya başlamıştı. Koşarken ışıkta onunla kaybolmuştu. Marinoe bir süre onun peşinden koşmuştu ancak ışık ve sesler kaybolunca durmuştu. Oyuna getirildiğini anladığında dört tünel girişinin ortasındaydı. Birisi onu tuzağa çekmişti. Hancı olabilirdi. Ya da Melez Piç. Hangisi tarafından tuzağa çekildiğini bilmiyordu. Kılıcı da hançeri de yanındaydı.

''Onları kullanmana gerek yok!'' bir ses yankılanmıştı. Ardından göz alacak kadar parlak ışıklar görülmeye başlanmıştı. Tedirgindi ve gergindi. Eli kılıcının kabzasındaydı. Boğazına takılan tükürüğü yavaşça yuttuğunda ikinci tünelden çıkanlara baktı. Önde bir adam vardı tek bir kolu vardı. Saçlarının yarısı beyaz yarısı ise siyahtı. Marinoe onu tuzağa çeken kişinin Melez Piç olmasını daha iyi bulmuştu. Burada canını alabilirdi. Ama onunla gelen on iki kişilik Seron birliği problem olabilirdi.

''Ellerini kılıcından çeksen iyi olur Marinoe Beyaz Kurt!'' demişti Melez Piç yüzündeki sırıtış artmıştı ve kıkırdayıp dudaklarını bir çizgi gibi birleştirmişti.

''Seni öldüreceğim!''

''Bunu demek için çok yanlış yerdeyiz. Bu lafı çok kişiden duyduma am yapabilen olmadı!'' demişti. Kahkahası boş tünellerde yankılanmıştı.

''Merak etme seni öldürmeyeceğim ben. Benim için önemli bir görevi yerine getireceksin. En azından bunu yapana kadar ölmene izin vermeyeceğim.'' demişti. O gece orada Marinoe mücadele etmiş ama kaybetmişti. Girdiği tünellerin sonunda yer alan mahzende kilitliydi. Yüzüne aldığı darbe yüzünden sol tarafı şişmiş ve parçalanmış gibiydi.

Gece olduğunda Melez Piç onu ziyarete gelmişti. Yanında kimse yoktu. Tek başına tahta bir kutu ile gelmişti. Üç mum yakıp meşaleleri söndürmüştü.

''Ona benden bir haber götürmeni istiyorum Marinoe hanım! Ona sana söylediklerimi söyleyene kadar ölmeyeceksin!''demişti. Marinoe'nin çığlıkları tünellerde yayılmıştı.

Güneş'in Kızı sonunda onu hissetmişti. Onu alabilmek için risk almaya değerdi. Hemen geçiti açtı. Geçit şehrin dışında eski lağım tünellerinin bittiği yerde belirmişti. Karanlık bitmeye başlayıp şafak sökerken çırılçıplak bedeni görmüşlerdi. Güneş'in Kızı onu öyle göreceğini beklemiyordu. Akela Kadınlarını temsil eden hançeri dışında yanında başka bir şey yoktu. Oraya doğru koşmuştu. Yaşamasını umarak oraya doğru gittiğinde kan gölünün içinde yatan kadının ağladığını görmüştü. Parçalanmış bedeninden akan kan etrafını kuşatmıştı. Dirseklerden itibaren kolları kesilmişti. Ayakları yoktu ve basit sargılarla sarılmıştı. Ancak kanaması devam ediyordu. Hıçkırıklar içindeydi. Sol tarafının üstüne yatıyordu.

''Marinoe...'' Güneş'in Kızı'nın sesi titremişti. Ona dokunmaya cesaret edemedi. Bir çok erkekten daha güçlü bu kadını paramparça etmişlerdi adeta. Melez Piç onun bedenini yaralamaktan öteye gitmişti. Marinoe'nin canını yakan şey kesilmiş kolları ya da ayakları değildi. Zaten acıyı hissetmiyordu. Bayılıp kaldıktans onra uyandığında zonklamalardan başka bir şey yoktu. Ama kulağına fısıldanan o sözler... Onu paramparça etmişti.

''Nasıl her şeyi bilebilir?'' Marinoe dudaklarının arasından kelimeleri zor zar söylemişti. Bedeni titriyordu. Daha fazla zaman kaybedemezdi Güneş'in Kızı. Kırmızı cübbesini söktü çıkardı. Marinoe'nin üstüne örttü. Onu kucakladı ve geçiti açık tutan kızlara doğru yürümeye başlamıştı. Melez Piç'in bunu yaptığından emindi. Ona işkence edip bir şeyler öğrenmeye çalıştı ve öldü diye buraya atmış diye düşündü. Ama hançeri da onunal bırakmış olmaları kafasını karıştırıyordu. Gözdağı vermek için yapılmış bir hareket olarak düşündü. Marinoe'nin isyancı kuzeylilerden en güçlüsü olduğu bir sene içinde en iyi savaşçılar arasına girdiği tartışmasız gerçekti. Melez Piç bunu biliyordu. Bir gözdağı vermek istemişti. Ama başını meydanlarad dolaştırabilridi. Düşünceler aklını sraraken Darat tapınağına gidecekleri. Kızlar tüneli açtığında Baş Kahin Sohow'a haber verilmişti. Denle ise koşup gelmişti meydana.

Güneş'in Kızı'nın kolları arasında kanlar içinde Marinoe'yi gördüğünde karısına gidip Marinoe'nin kızını dışarı çıkarmamasını söylemişti. Baş Kahin Sohow ve müritlerinin onu iyileştireceğini düşündü.

''Evindesin. Seni iyileştirecekler!'' demişti. Marinoe ise bomboş gözlerini aydınlanmaya başlayan gökyüzüne dikmişti.

''Bu yolu ben seçtim. Düşkün olmayı ben seçtim.'' derken bedeni sarsılıyordu. Onu kanlar içinde görmek herkesi şaşırtmıştı. Hemen içeri girmişlerdi. Marinoe acıya daha fazla dayanamazdı. Uyuşmaya başlayan bedenindeki zongurtu daha da şiddetlenmişti. Onu uyutmak zorundaydılar.

''Kuwala'yı görmem..'' demişti. Burnundan üflenen toz onu uykuya çekmeden bu sözcükleri söyleyebilmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Dokuz:   Yolculuk

Üçüncü Kısım: Sınır

 

Güneş'in Kızı zaman kaybetmeden iki kısa mektup yazmıştı. Kahin Sohow ona Marinoe'nin bu yaralarla ne kadar hayatta kalacağını bilemediğini söylemişti. Yaraları kapatılmıştı ama uyku durumundaydı hala. Yazdığı iki mektubu iki kıza vermişti. Birisi Aleon'u diğeri ise Kuwala'yı almak üzere gönderilecekti. Kızlar mektuplar ile yola çıkmıştı.

''Marinoe ağır yaralı. Durumu belli değil. Onu görmeniz gerekiyor. Onunla görüşmeniz gerekiyor. Bu belki de son görüşme olabilir. Bu satırları yazmak benim içinde acı verici. Lütfen gönderdiğim kadınlar ile geri dönün.'' kısa mektuplar ulaşmıştı.

İkinci kışla askerleri ve Aleon'un askeri ordu kampı kristal saraya Kuwala'nın ekibinden daha hızlı varmak üzereydi. Dün bir muhabereye girmişler ve üçüncü kışlayı gün doğarken almışlardı. Kışla başkente yakın şehirlerden birisine kurulduğu için şehir Ung ve ikinci kışla birliğinin komutanı olarak görev alan Tieden'in zaferini kutlamak için bir kutlama tertip ediliyordu. Önemli bir kışlayı ele geçirmişlerdi. Aleon zaferinin keyfini çıkaracak iken habercinin geldiği duyuruldu. Kız mektubu ona uzatıp başı önde sessizce beklemişti. Aleon satırları okurken elleri titriyordu. Gözleri dolmuştu. Bedeni sallandı. Marinoe'ye onunla kalması için adeta yalvarmıştı. Kristal Sarayda ki casusluk işinin Akela kadınlarına ait olduğunu ve burada Tieden ile ikici kışla askerlerine rehberlik yapmasını onlara komutan olmasını istemişti. Marinoe'nin ağır yaralandığı haberi ile sarsılmıştı. Bir haftadan bir gün fazla olmuş olmasına rağmen ne oldu da yaralandı diye düşünüyordu. Bir senedir mücadele içinde olan bu kadın Kara Kurtlar ile karşılaşmış ve Rahom'un bile hayatını kurtarmış sayılıyordu. Ona tapan ve onu takip eden bir kadın ordusu vardı elinde. Güçlüydü, yenilmezdi ama şimdi ölüm döşeğinde olduğu ve onu son yolculuğuna uğurlamak için yanına gitmesi isteniliyordu.

''İstediğiniz anda gidebiliriz majesteleri!'' demişti yüzü bir peçe ile kapalı kız. Aleon yanında duran Tieden ve iki subaya baktı. Kantou onlara eşlik eden tek çocuktu. Ancak güçlüydü ve Fohara onu koruyordu. Bulundukları şehrin ortasında karargah yaptıkları evde o da vardı. Odanın bir köşesinde dikiliyordu.

''Marinoe Hanıma veda etmek için bende gelmek istiyorum!'' demişti. Tieden bunu duyduğunda kızına şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. Aleon ise öfke ile kaşlarını çattı.

''Ölmeyecek o! Tedavi ediliyor. Böyle konuşma çocuk!'' idye sertçe çıkışmıştı. Kantou onun öleceğini

biliyordu. Asla zaferi ve mutluluğu göremeden ölecek olan kadının enerjisinin git gide kaybolduğunu seziyordu.

''İzi verin majesteleri!'' demişti Kantou. Yanında duran kurdun nazikçe başını okşadı. Gözleri yavaşça yere dikildi. ''Iries'in bana ihtiyacı var.'' diye ekledi. Aleon elini sakalına sürdü.

''Geçiti aç!'' demişti. Kantou onun yanına doğru yaklaştı. Geçit açılırken karşıda beliren meydanda Denle onları bekliyordu bir kaç kişi ile birlikte. İlk gelen Aleon olmuştu.

Haberci Kız Kuwala'nın kampına vardığında onu bulmadan önce Bakren isyancı askerleri tarafından tutuklanmıştı. Başına aldığı darbe ile bayılan kız bir saat kadar kendine gelememişti. Gözünü açtığında ise karşısında General Byega elleri bağlı halde evin temel direğine bağlı duruyordu. Oturduğu yerde uyanan kıza bakmıştı. Kız onu tanıyordu. Akela daha Raho ortaya çıkmadan önce Kristal saraya saldırılar düzenlediğinde kız kardeşlerinden bir çoğu Byega'nın kılıcı ile can vermişti. Nefretle dişlerini sıktı.

''Seni niye tutukladıklarını biliyor musun?'' demişti. Byega ona bu soruyu sorarken kız tiksinti ile ellerinin bağlı olduğu yerden ayağa kalkıp Byega'nın suratına tükürdü. Düşman sanmıştı Bakren askerleri ve onu gördükleri anda başına vurup bayıltmışlardı.

''Efendi Kuwala acil mesaj getirdim size!'' diye bağırmaya başlamıştı. Ung askerleri ya da Kuwala'nın yakın çevresinden birisi duyar umudu ile bağırmaya devam ediyordu. Birden kapı açıldı ve içeri Grave ile Cohin girmişti. Cohin onun bir Akela kadını olduğunu anlamıştı hemen. Eline hançerini alıp ipleri çözmek için harekete geçmişti.

''Seni kim tutukladı Akela Kadını? Daha önemlisi ne işin var burada?'' demişti. Kadın ellerini bağlayan ip kesilirken konuşmaya başlamıştı.

''Marinoe Hanım ağır yaralandı. Kraliçemiz de Kral Aleon ve Rahom Kuwala'yı Büyük Darta tapınağına getirmemiz için bizleri yolladı. En kısa sürede Rahom Kuwala'yı alıp gitmem gerek. İnanmazsanız mühürlü mektup ile geldim.'' demişti. Cohin elleri ipten kurtulan kadının uzattığı mektubu açtı. Okudu ve kaşları çatıldı.

...

''Nerede yaralandı?''

''Başkent Kristal Saray surlarının dışında bulduk!''

''Kim yapmış biliyor musunuz?''

''Melez Piç yapmış olmalı. En son onun peşindeydi.''

''Durumu nasıl?''

''Kollarını ve ayaklarını kesmişler. Çok kan kaybetmiş ben vardığımızda şoka girmiş gibiydi. Ve yüzünde ezikler var gözünün birisi paramparça!''

Kuwala bunları duyduğunda koridorda yürüyordu. Ona bilgi veren Güneş'in Kızı yorgun haldeydi. Marinoe'nin yatırıldığı odaya yürüdü. Kapının yanında birileri vardı. Sunak için tütsü yakmış oraya gelip şifa duaları ediyorlardı. Kuwala onunla gelmek isteyen Daki'yi durdurmuş ve Unglar ile Bakren isyancıları birbirine girmemesi için o köyde bırakmıştı. Marinoe'yi görmek için odanın iki kanatlı kapısı açıldığında içeride Aleon'u görmüştü. Göz göze gelmişlerdi. Aleon onu başı ile selamladı. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamıştı. Ayakta duramamış ve kızlar ona bir sandalye getirmişti. Kuwala yatağa doğru yaklaştı ve bir kaç adım sonra olduğu yerde kaldı. Sargılar kızıla boyanmıştı. Yüzünün yarasını sarmamışlardı. Parçalanmış gibi şişmiş ve bir gözü öyle şişmiş ve dağılmış durumdaydı ki göz kapağı kapanmıyordu. Eli dudaklarına gitti. Gözleri yandı ve sulandı. Göğüs kafesi sıkışmış kesik bir nefes alabilmişti. Soluğu verirken çenesi titremişti.

''Sen iyi bir hekimsin. Büyülerin de var onu iyileştirebilir misin?'' demişti. Kuwala alt dudağını ısırdı. Kollarını katlamaya başladı.

''İyileşse bile ne ayakları ne kollarını geri getirebileceğim.'' demişti. Aleon yutkunup ayağa kalkmıştı. Bir saattir gözünü dahi kırpmadan yatakta ölü gibi yatan kadını izliyordu.

''Sadece tekrar gözlerini açıp gülümsediğini görmek istiyorum Kuwala.'' demişti. Titreyen gözlerinden yaşlar süzülmüştü.

Kaybetmek... Sevdiğin birisini kaybetmek... Kuwala bundan çok korkuyordu. Aleon kadar acımıyordu kalbi. Marinoe'ye hayatını borçluydu. Ona bu yaşamı borçluydu. Ama Aleon ona aşıktı. Kuwala sadece borcunu ödeme fırsatı bulamadığı sıkı bir dost kaybedecekti. Aleon ise kalbinin bir parçasını. Kuwala derin bir nefes aldı. Aleon'a doğru yürüdü. Nazikçe ona sarıldı ve kulağına doğru fısıldadı.

''Korkma. Tekrar gülümsemesi için elimden gelen herşeyi yapacağım.'' demişti. Aleon dizlerinin titremesine engel olmadı. Kuwala'nın zayıf omuzlarına sarıldı. Gözyaşları içinde ondan destek alarak tekrar sandalyeye oturdu. Kuwala köşede bekleyen Kahin Sohow'a döndü.

''En iyi beş kahinini bana ödünç verir misin Efendi Sohow?'' demişti. Sohow başını eğip kaldırdı.

''Sizindir efendi Kuwala. Başka bir şey ister misiniz?'' demişti. Kuwala ona yapacağı efsun için malzeme listesi vermeliydi. Cebinde taşıdığı el yazmasını çıkardı. Sayfalar arasında döndü durdu. Sonunda bir sayfayı bulup Sohow'u yanına çağırdı. Yenilem ritüeli ruhu zayıflamış Marinoe için iyileşme enerjisi verecekti. Bunun için gerekli olanları istedi. Çok bir şey değildi. Tütüsüler geldi. Yandıkça zihni uyuşturup transa geçiren koku odayı sardı. Aleon ve Güneş'in Kızı odadan çıkmıştı. Marinoe, Kuwala ve Beş efsuncu kahin kalmıştı. Yarım daire şeklinde oturmuşlardı yatağın yanındaki zemine. Kuwala onların önünde arkası onlara dönük oturuyordu. Onların ruhani enerjisi ile son günlerde eksiklik çektiği enerjiyi bütünleyecekti. Bu sayede ruhani dünyaya uzanabilecekti.

Gözleri kapandı ve geri açıldığında beyaz ışık onu sarmıştı. Çekildiği karanlıkta bir aralık görmüştü. Ağlayan bir kadının sesi kulaklarını doldurmuştu. Yanlış olan bir şey vardı. Marinoe'nin ruhunu tedavi etmek için girdiği bu yer ona ait değildi. Zincir şıkırtıları duyuldu. Ve ağlayan kadın kollarını koparacak şekilde zincirleri çekiştirip çığlıklar atmaya başlamıştı. Bir mahzene benziyordu girdiği bu yer.

''Efendi Kuwala gidin!'' diye devam etti çığlık ama bir kapının çarpması ile irkilmişti. Arkasında hissettiği karanlık enerji onu sarsmış ve hızla döndüğünde kendini Melez Piç ile burun buruna bulmuştu.

''Nasıl? Seninle görüşmek için çok çabaladığım belli oluyor mu?'' konuşurken yayılan soğuk nefesi Kuwala'yı ürpertiyordu.

''Bu kadın beni arıyordu bende seni. Ve sende onu... Güzel değil mi? Birbirimizi bulduk. Vicdanımız bizi burada bir araya getirdi.'' Kuwala konuşan adama bakıyordu. Bir an durup iki farklı renkte olan saçın beyaz kısmına elini sürdü. Melez Piç ürpermişti. Gözleri donuklaşmış halde ona bakıp kaldı. Kuwala ise saçı nazikçe okşadı.

''Sana yaptıkları şeyler sadece bu beyaz saç yüzünden mi oldu?'' demişti. MelezPiç ona bakıp kaldığı sırada Kuwala saçları sıkıca kavradı ve dişlerini sıkmaya başlamıştı.

''Seni anlamak istedim. Sürekli olarak seni anlamak ve bu rengin sende olduğu gibi bendede olduğunu anlatmak için uğraşacağım dedim kendime. Kötülük vardır herkesin içinde diye hep kendimi durdurdum. Senin kanından ve senin soyundan o onu anla dedim kendime.'' Melez Piç bir an ona korku ile bakıp canının acısı ile küçük bir çocuk gibi titremeye başlamıştı. Kuwala burnundan soludu ve konuşmaya devam etti.

''Niye ona bunu yaptın. Sadece gelip seni görmemi isteyebilirdin. Seni aradığımı bile bile niye bunu yaptın?'' diye kükremişti. Melez Piç birden titremeyi bıraktı. Elini Kuwala'nın elinin üstüne koyup birden çekiştirdiğinde demet demek saçları kopmuştu derisinden. Kan yerine simsiyah bir sıvı akmaya başlamıştı yırtılan derisinden.

''Niye mi? Çünkü canının yanması hoşuma gidiyor. Sende benden Byega'yı almışsın. Onun sende olduğunu gördüm. Bende senden birisini almaya karar verdim. Ne sanıyordun? Karşılıksız kalacağını mı?'' Kuwala elinde kalan saçlarını bırakıp birkaç adım geriye gitti.

''Niye bunu yapıyorsun? Altın, güç, taht ya da daha fazlasını mı istiyorsun? '' Melez Piç başını iki yana salladı. Yan tarafta birden meşaleler yanmıştı. Karşılıklı iki sandalye ve bir masa belirmişti. Masanın üstünde iki kadeh ve bir testi şarap vardı. Darta'nın büyük tapınağında ki mahzendeki yere çok benziyordu. Kuwala'nın yanından geçip sandalyeye oturdu ve gülümseyip onu davet etti.

''Senden değerli birisini almadım. Sen bende o kadar değerli birisini almana rağmen. Şimdi oturup sana bazı şeylerin cevabını verebilirim.'' demişti. Kuwala zincirlere vurulmuş bağıran Marinoe'ye baktı. Bağırıyor ama sesi yoktu artık. Etraf fazlası ile sakindi.

''Onu bırakmanı istiyorum.'' dedi Kuwala otururken. Melez Piç zincirlere vurulmuş kadına baktı başını iki yana salladı.

''Onu ben zincirlemedim. Bileklerine takılı prangalar onun kendi ruhunun prangaları.'' demişti. Kuwala anlayamıyordu. Neler oluyor ve burdan nasıl çıkacağını bilmiyordu. Girdiği bu yerde herşey çok gerçekti. Şarap dudaklarına dokunduğunda soğuk ve tatlıydı. Masanın pürüzü ve soğuk hava... Ruhani bir yere göre fazla gerçekti.

''Ne taç istiyorum ne altın. Sadece intikam!'' demişti. Kuwala ona bakıp kalmıştı.

''Sana ne yaptık da bizden intikam almak istiyorsun?'' demişti. Melez Piç gülümsedi. Ona bakıyordu.

''Sen bir şey yapmadın. Dia Patra, Byega, Tieden ve bütün kuzey bana acı dolu bir yaşam verdi. Başka bir seçenek bırakmadan benden bana ait olan her şeyi aldı. Seninle bir derdim yok Kuwala. Seni kıskanıyorum sadece. ''

''Kıskanacağın kadar iyi bir hayatım yok!''

''İki kolunun olması bile kıskanmama sebep oluyor. Uğruna savaşacak ve seni seven insanlar var. Sürekli yattığın bir sevgilin var. Sana itaat eden kuzeyliler var. Bunlar kıskanılacak güzel şeyler Kuwala. Bende neden yok diye sorguladım. Neden Londaga'nın ruhunu ben alamadım diye kendime sordum. O inatçı ve sana hizmet eden kurt neden bende yok diye sorguladım.'' Şarabından bir kaç yudum alıp kadehi masaya sertçe koydu.

''Sonra fark ettim ki... Senin yerinde olabilirdim. Ancak Byega beni annemden ve babamdan aldı. Dia Patra benden yaşamımı aldı ve sonra Tieden kolumu aldı. Artık büyü yapabilmek için bir kaç kurban vermem gerekiyor. Güçlü bir ruhu kurban etmek zorunda bıraktı beni.'' demişti. Kuwala ona bakıp kalmıştı. Melez Piç'i aklını kaçırmış bir deli olarak görmeyi bekliyordu. Bu kadar mantıklı ve düzgün konuşmasını hiç beklememişti.

''Eminim hakkımda çok şey duydun. Sana elleri kesilmiş bir fahişe gönderdim. Sonra aklına girip sana kendimi kurt olarak gösterdim ve neredeyse Darta Tapınağına gelen herkesi öldürüyordun. Daha sonra sevgili arkadaşının kollarını ve ayaklarını kesip onu paramparça edip bıraktım. Bunlara kızdın ve öfkelendin. Benden nefret ettin. Şimdi ise oturmuş konuşuyoruz. Sana kendimi anlatacağım. Sadece bir defa. Ve benimle beraber savaşmanı isteyeceğim. Nefretimiz aynı kişilere. Neden sadece birbirimizi yok etmek için kullanıyoruz ki yetenek ve güçlerimizi?'' demişti. Kuwala ona bakıyordu. Öne doğru eğilip direseklerini masaya dayadı.

''Savaşmak hiç istemedin değil mi? Kim ister ki savaşmayı?'' dedi. Kuwala sadece onu dinliyordu. Melez Piç bitek kadehini yeniledi. Kuwala elindeki kadehi tutuyordu bir yudum dahi içmiyordu.

''Bizler güçlü kralların sadece bir piyonu olarak kalacağız. Gerçekten kral olamayacaksın. Olsan dahi duvarlara sinmiş gölgeler atalarımıza yaptığı gibi bizi yönetimleri altına alacaklar. Bak!'' demiş ve cübbesini açmıştı. Göğsü kapkaraydı. Teni simsiyah bir şeyle kaplı gibiydi. Göğsünden siyah duman çıkıyordu her nefes alışında. Kuwala ona bakmaya devam ediyordu.

''Lanetlenmiş bir ırkın sona kalan bir kaç kişisi olarak kendimizi yüceltmemiz ve onlara kim olduğumuzu göstermemiz gerek. Bir yanım Rahom bir yanım Bakren. Ben hiç istemedim bu iki tarafın kavga etmesini.'' Kuwala bunu duyunca gülmüştü. Daha fazla dayanamadı.

''Beni kandırmak için bu kadar çabalama. Ne istiyorsun?''

''Beraber çalışıp bu topraklara gerçek rahom soyunun...''

''Senin gibi ruhu kapkara olmuş bir adam benden onurlu bir şey isteyemez. Söyle! Çekinme. Burada senin ruhani dünyandayım. Beni tuzağa çektin ama rol yapma gereksinimi hissediyosun. İsteyeceğin şeyi gerçekten merak ediyorum.'' demişti. Melez Piç bir süre ona baktı. Birden etraf simsiyah olmuştu. Zincirlere vurulmuş olan Marinoe, şarap, kadehler, masa ve sandalyeler... Mahzen birden kaybolmuştu. Kuwala simsiyah yerde ona bakan iki çift gözü hissediyordu.

''Bana gerçek yüzünü gösterecek olman işlerin ciddileştiğini gösteriyor sanırım. Şimdi konuşalım mı?'' demişti. Onu izlediğini hissettiği yere doğru döndü. ''Neden savaşıyorsun?''

''Sadece kendimi iyi hissediyorum. Bu yaptıklarımdan pişmanlık hissetmemek suç mu? Ya da yanlış mı ki? Gerçekten düşününce ikimizinde aynı olduğunu fark ediyorum. Sende yok edince huzur bulmaya başlıyorsun. Onlarca insanı öldürdün. Şu an pişman bir adam gibi durmuyorsun Kuwala! Bende pişman değilim. Sen göğüslerinden buzdan mızraklar geçiriyorsun ben ellerini ve kollarını kesiyorum. Bu şekilde savaşçılar olduğumuzu bir amaca hizmet ettiğimizi düşünüyoruz.'' dedi. Kuwala onu görmek için karanlığa doğru bir kaç adım attı. Eli ıslak bir şeye dokumuştu.

''Gerçek adın ne? Sana küfür ederek seslenmek istemiyorum.'' Kuwala tuttuğu şeyin bir insanın koluna ait olduğunu hissetmişti. Ilık ılık akan şeyin yaydığı o ağır koku ise kandı.

''Adım mı? Bana bir isim verilmedi.'' Melez Piç konuştuğunda sesi çok yakından gelmişti. Kuwala onun kolunu tutmasına rağmen neden sesin arkasından geldiğini anlamaya çabaladı. Birden gözlerini yakan bir ışık parladı. Perdeler aralanmıştı. İçeri giren gün ışığı o kadar şiddetliydi ki gözleri yanmıştı. Tekrar görüşü açıldığında tuttuğıu kolun kopuk olduğunu gördü ve korku ile fırlattı. Perdelerin önünde dikilen Melez Piç ayağının önüne düşen koluna bakıp güldü.

''Fohara denilen o dişi kurt bu odada o durduğun yerde kolumu benden koparıp aldı. Artık büyü yapamam için bu kadar çabaladı Tieden denilen o yalancı adam. Bu gördüğün yerde o gün bir şey daha fark ettim.'' Kuwala ona doğru gelen Melez Piç'e bakıp kalmıştı. Melez Piç ona doğru yaklaştıkça geriye doğru adımlar atıp çekilmeye çabaladı. Ve bir anda duraksadı. Arkasında hissettiği buz gibi beden ile durmuştu. Başını çevirip bakmaya korktu.

''Burada çok fazla hapsolmuş kişi varmış Kuwala Akanov!'' dedi. Kuwala kalbinin çok hızlı attığını hissediyor idi. Elleri titriyordu. Tanıdık gelen bu his... Daha once bu sarayın başka bir odasına Ayezi ile geldiğinde onu hapsetmeye çabalayan bu his ile aynıydı.

''Onları bana sen gösterdin! Gizlice burada dolanıp kayıp geçmişini ararken uyandırdın onları. Dön ve kurduğum yeni orduma bak. Sadece senin görmeni istiyorum. '' demişti. Kuwala dönmeye çekiniyordu. Başını çevirmemek için çabaladı ama daha fazla dayanamadı. Omzunun üstünden baktığında binlerce gölge vardı. Simsiyah gölgeler arasında tanıdık yüzler tanıdık hisler vardı adeta. Kuwala başını sola doğru çevirince Marinoe ile karşılaştı. Ona bakan donuk yüz... Öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Melez Piç ise gülümsedi.

''Buraya niye çağırdım seni biliyor musun?'' dedi. Kuwala onun ne yaptığını anlamıştı. Ölen herkesin ruhu gölgelere çekiliyor ve Melez Piç'in ordusu güçleriniyordu. Öldürdüğü oSeron askerlerinin yüzleri. Ölen Bakren ve Kuzeyliler...

''Zaten benim için savaşıyor herkes. Kazandım! En büyük zafer benim. Bak!'' Kuwala onun gösterdiği yere bakıp kalmıştı. Bir adam tahtta oturuyordu. Bomboş bakıyordu. Bedeni simsiyahtı. Zincirler vurulmuştu bileklerine. Ağlıyordu.

''Lort Dia Patra. Benim bir köpek olduğumu söyleyip beni tekmeleyip durdu. Ve bir gece onun gırtlağını sessizce kestim. İçine gölgelerden bir ruh çekip koydum. Ölü bedeni sarayda benim kuklam gibi dolanırken burada ona bana yaptıklarının cezasını veriyorum. Bir ismim bile olmasına izin vermeyen bu insanlara hak ettikleri cezayı veriyorum.'' dedi. Kuwala hissettiği karanlık enerjinin ağırlığı ile zayıfladığını hissediyordu.

''Londaga yaşatmak için öldürdü. Sende bunu bahane edip vicdanını rahat tutuyorsun. Şimdi yaşatmak için öldürdüğünde daha güçlü bir orduya sahip olacağım.'' dedi. Kuwala Ona bakıyordu. Tek kolu olmayan ve aklını kaçırmış bir adamdan çok planlı bir general gibi bakan Melez Piç'e baktı.

''Peki ya sonra. Onca adamı ve Seron'u öldürmem için bana gönderiyorsun. Beni senin için çalışan bir cellat yaptın. Peki ya sonra. Bunca birikmiş ordu... Bunca güç? Ne yapacaksın?'' Melez Piç ona bakarken gözlerini devirmişti.

''Rahom soyunun en aptalı sensin Kuwala. Gerçekten sana burada ne yapacağımı anlatacağıma iniyor musun?'' Ona doğru yaklaşıp elini uzattı.

''Londaga'nın ruhunu bana verirsen sana planımı anlatırım. Hatta yanımda durup benimle beraber kuracağım imparatorluğum için çalışma izin dahi verebilirim.'' dedi. Kuwala uzatılan ele bakıyordu. Savaştığını sanıyordu. Düşmanlarını bildiğini ve planları bildiğini sanıyordu. Ama şimdi bir tuzağa çekilmişti. Ve ona gerçekte karanlıkta görmediği düşmanı yüzünü göstermişti. Kuwala bir an öylece kaldı. Tükeniyor gibi hissediyordu. Enerjisi tükeniyor ve nefes alışı yavaşlıyor gibi hissediyordu. Birden gölgeler arasında iki kişi belirdi. Ona enerji vermek için gelen iki efsuncu kahin gölgeler arasında boş gözlerle ona bakıyordu.

''Kabul etmezsem ne olacak?'' Melez Piç hiç bu soruyu beklemiyormuş gibi ona bakıyordu. Kaşlarını çattı. Ona doğru yaklaşıp eğildi. Kuwala'dan daha uzundu. Eğilip onun yüzüne baktı.

''Güneyli adam yüzünden mi kabul etmeyeceksin. Eğer onunla olmak istiyorsun orduma katabilirim onu. Ruhunu kaparıp alırım. Ve bedenini istersen onu sonsuza dek diri tutabilecek enerjiye sahip bir ruh koyarım içine.'' dedi. Kuwala dehşetle bakıyordu ona.

''Bunu yapma! Onu ruhu ve bedeni bir bütün halde...''

''Bak bende birisini sevdim ve şimdi en sevdiğim hali benimle. Sadece gözleri başka yerde!'' demişti. Gölgelerin arasından bir beden çıkmıştı. Çürümüş gibi bir koku saçıyordu etrafa. Yüzü soluk derisi gergindi. Sahte bir gülümseme ile düşleri gözüküyordu. Üstünde incecik tülden bir örtü vardı. Kesilmiş başı tekrar dikilmiş gibiydi.

''Onu hayatta tutabildim senelerce. Şimdi daha fazlasını tutabilirim. İstersen güneyli adam gibi binlercesi seninle olur. Ama gidersen bir daha sana sormayacağım. Benim tarafımda olmadığını göstermiş olacaksın ve sonsuza dek senin düşmanın olacağım. Beni bulmak için öldürdüğün herkes beni daha güçlü yapacak.'' demişti. Kuwala ona bakıyordu. Marinoe sadece bir tuzak yemiydi. Melez Piç onu gerçekten konuşmak için çağırmıştı. Farklı bir tarzı ve yöntemi vardı ama onunla konuşup anlaşmak istemişti. Kuwala uyuşmaya başlayan kollarına ve beliren iki tane daha gölge olduğunu gördü. Melez Piç onların ruhlarını çekip alıyordu.

''İstemiyorum.'' Melez Piç bunu duyduğunda başını yavaşça salladı.

''Tieden'e zamanında yalvardığımda beni kapısından tekmeledi. Ve senide işi bittiğinde tekmeleyecek. Senin ve Güneyli o adamın ruhunu aldığımda basit gölgeler olmayacaksınız. Sizleri becerikli generallerden yapacağım. Tıpkı o kadın gibi.'' dedi. Marinoe'yi işaret etti parmağı. Kuwala Son kahinin de ruhunun gölgeler arasında belirdiğini görmüştü.

''Gideceğim.'' demişti. Melez Piç başını iki yana yavaşça salladı.

''Aslında gitmesen daha iyi olacak. Bana sorun çıkarmış olacaksın öğrendiklerin yüzünden. Bir süre daha burada Lort Dia Patra'ya eşlik etmen mantıklı olacak.'' demişti. Kuwala bileklerini saran soğuk demirleri hissetti ve birden dizleri üstüne çöktü. Bedeni ile bağının koptuğunu hissediyordu. Kolları soğuyor ve uyuşuyordu. Ayakları karıncalanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş ruhu çekiliyordu.

Kurtulmak için zincirleri salladı. Şıngırtı salonda yayıldı. Olmuyordu. Zaman burada fark edilmeyecek kadar durgun ve ölüydü. Melez Piç oturmuş onun çabalamasını izliyordu.

''Londaga'nın sadık kurdunu bile kandırdın. Seni bu kadar kolay yakalayacağımı düşünmemiştim.'' dedi ve güldü. Kuwala arkaya doğru zincirlerin çekildiğini hissetti. Kolları geriye doğru çekildi ve dizlerinin üstünde oturur konumda kaldı. Melez Piç onun karşısında bağdaş kurup oturmuştu. Sakince onu izliyordu.

''Az kaldı. Yakında ruhun bedeninden kopmuş olacak. Sınıra geldiğinde biraz canın yanacak. Etin parça parça oluyor gibi hissedeceksin. Ama merak etme. Sonrasında hiçbir şey hissetmeyeceksin.'' demişti. Arada bir ölen insanların ruhları yükselmeden gölgelerce yakalanıp getiriliyordu.

''Helyan Kea'yı öldürdüğünde şaşırdım. O kendini beğenmiş kibirli Ung'un burada olduğunu biliyor musun?'' demişti. Kuwala ona baktı.

''Naseen?''

''Helyan Kea ile gelen Byega'nın küçük yeğeni mi?'' dedi. Kuwala şaşırmıştı. Byega'nın yeğeni olduğunu bilmiyordu Naseen ve Grave'nin.

''Buradalar. Naseen'i görmek ister misin? Göğsü paramparça olmuş halde geldi. Acımasız bir adam olduğunu belli edecek şekilde öldürüyorsun onları.'' dedi. Ellerini birbirine iki defa vurdu. Etraflarını çevrelemiş gölgelerden Naseen'in sülieti belirdi. Göğsünde yama vardı sanki. Çıplak göğsü dikilmiş gibiydi.

''Çocukken bir köşede durup ağabeyinin dövüşmesini izlerdi. Babası hep onun zayıf kişilikli olduğunu söylerdi. Seni kızdıracak kadar zayıf olmuş olmalı ki onu öldürdün.'' dedi. Kuwala ona bakıyordu.

''Bir gün tahtımı kendini benden üstün gören tanrıların katına taşıtır iken onu o tahtın bir parçası yapacağım ve babası onun artık işe yaradığını düşünecek!'' demişti Melez Piç. Kuwala göğsüne giren sancı ile dişlerini sıktı. Artık kalp atışları durmaya yaklaşmıştı.

''Başlıyoruz!'' demişti Melez Piç heyecan içinde. Sırıttı ve ayağa kalktı.

''Bu dünyayı yakıp yıkıp kül edeceğim ve tanrıların kutsal saydığı o insanlar benim için onlara karşı savaşacak. Benim savaşım hiç seninle olmadı. Olmayacakta. Sen ve senin gibiler tanrıların buyrukları altında özlem çektiği hayatlar uzaktan bakmak zorunda bırakılan savaşçılarsınız.'' dedi. Kuwala'ya doğru yaklaştı ve eğildi.

''Kızgınsın ama gerçekleri göremeyecek kadar da aptalsın. Eğer kızgınlığın bana karşı ise gözlerimin içine bak ve gör!'' demişti. Kuwala başını öne doğru eğdi.

''Tanrıların yaptığından farksız bir şey yapmıyorsun.'' dedi. Melez Piç ona bakıp kalmıştı.

''Ne demek bu?''

''Tanrılarda yıkıp yakıyor. Ve benim gibi olanlar. Onların buyrukları altında kalmış hayatlarından vazgeçmiş olanlar şehirleri küllerinden yeniden yaratıyor. Sen ne kadar yakıp yıkarsan tanrılar gibi ben o kadar tekrar dirilteceğim. Sana bir sır vermem gerekiyor!'' demişti. Başını kaldırdığında gri gözlerini Melez Piç'in gözlerine dikti. Kızıl gözlere bakarken zincirler şakırdamış ve parçalanmıştı.

''Benim sınırlarım yok.'' demişti. Gözleri beyaz ışık saçıyordu. Gölgeler, üzerlerine ateş tutulmuş böcekler gibi halkayı genişletip kenarı doğru kaçışmıştı.

''Bir gün cesaretin olursa, hilelerden uzak şekilde karşıma dikil! Yıkıp yaktığın her şeyi yeniden yarattığımı gör. O zaman sana bir şansta ben vereceğim.'' demişti. Uluma sesi duyulmuştu. Kuwala bir kaç adım geriledi ve kendini geriye doğru bıraktı. Düştüğü zemin erimişti adeta. Görüntüsü ve enerjisi kayboldu gitti. Düştüğü boşluktan yere çarpar gibi sıçradığında Ayezi karşısında oturmuş ona bakıyordu. Kahin Sohow ise korku ile beş kahine bakıyordu. Kurumuş bitkilere benziyordu kahinler. Bedenlerindeki bütün kan ve sıvı çekilmişti. Yüzleri gerilmiş gözleri beyazlaşmıştı. Oldukları yerde kaskatı lotus pozisyonunda oturur biçimde kalmıştı. Kuwala ölen beş kahine bakıp gözlerini kapadı. Bedeni hareket edemeyecek kadar güçsüzdü.

''Marinoe'nin ruhunu...'' Aleon'u susturmak için Kuwala elini havaya kaldırdı.

''O çoktan ölmüş. Onu diri tutan ona ait bir ruh bile değil.'' demişti. Ayağa kalkmak için kendini zorladı. Dizleri titremişti. Gördükleri karşısında ne yapacağını bilmiyordu. Sadece Marinoe'nin bedenin acısını sona erdirmesi gerekiyordu. Yatağa yaklaştı. Elini Marinoe'nin kalbine koydu ve yavaş yavaş kaldırmaya başladığında simsiyah bir sıvı çıkmaya başlamıştı. Kıvranıyor ve bedene geri dönmek için uğraşıyordu. Kuwala iki eli ile gölgeyi yakaladı ve çekip aldı. Yanan mumlara doğru yürüyordu. Bir kedi boyutunda ki sıvı gibi duran gölge ise kıvranıyor ve kaçmaya çabalıyordu. Sohow ellerini birbirine birleştirdi.

''Yüce Darta sen bizi koru!'' dedi. Dua etmeye başlamıştı. Kuwala gölgeyi ateşe tuttuğunda kulakları sağır eden bir çığlık yayıldı ve alevler kızıla boyandı. Gölgeyi yutuyordu. Kuwala onu bıraktığında çığlık önce arttı. Odada bulunanlar kulaklarını kapatmıştı. Bir süre sonra çığlıkta coşan mum alevi de dindi. Kuwala yatağa doğru döndü. Artık Marinoe'nin göğsü inip kalkmıyordu. Gözleri yarı açık tavana bakıyordu. Kurumuş dudakları aralıktı. Bedeni yatakta sırt üstü uzanmış halde üstünde kasıklarını örten bir örtü ve sargılar... Kuwala oraya baktı. Yerdeki ölen beş kahine baktı. Ayezi onun yanına doğru yürürken kulaklarını eğmiş ve iniltiye benzer bir ses çıkarmıştı. Kuwala gölgeyi tuttuğu eline baktı. Siyah sıvı adeta bir mürekkep gibi eline bulaşmıştı.

''Haber gönderin. Marinoe'nin cenazesi!'' için demişti Kuwala. Aleon bunu duyduğunda yanında durduğu masanın kenarına zor tutundu. Bir kahin ona yardım etmek istedi ve sandalyeye oturttu.

''Daki ve Ordu komutanlarını Darta tapınağında toplantıya çağırın. Konuşulması gerekenler var!'' dedi. Odadan çıkarken Ayezi onun yanında yürüyordu. Kuwala kapıdan çıktığı sırada Sohow onun Ayezi'nin sırına doğru devrildiğini görmüştü. Oraya doğru hızlı adımlarla yürüdü.

Kahin Sohow odadan gelen çığlıklarla kapıları açtırmıştı. Kahinlerin çığlıklar içinde yavaş yavaş solup gittiğini görmüştü. Daha sonra Kuwala'nın sesi duyulmuştu. Dişleirni sıkıp birşeyler mırıldanmıştı. Çok değil kısa süre sonra bir gürültü duyulmuştu. Avludan gelen çığlıklar ve gökgürültüsü sesi ile Ayezi'nin hızla içeri girmesi bir olmuştu. Son kahinde ruhunu kaybettikten bir kaç saniye sonra Kuwala uyanmıştı. Orada neler olduğunu bilmiyorlardı ama iyi değildi. Mum alevlerinin dumanları simsiyah olmuş ve kahinler çığlıklar atmıştı.

''Efendi Kuwala iyi misiniz?'' demişti. Kuwala yavaşça Ayezi'nin sırtına doğru yerleşti.

''İyiyim sorun yok. Gün tekrar doğana kadar dönerim.'' dedi. Ayezi bunu duyduğunda hızla geldiği yerden koşarak çıktı. Darta Tapınağının duvarının üstünden atlayıp karlı patikaya doğru koştu.

O kaybolup gün doğana kadar gördüklerini Ayezi'ye anlatırken Güneş'in Kızı dört kız yolladı. Cenaze ve son yolculuk için geleceklerin yanı sıra Kuwala ordunun başlı başına sorumlu olan belli komutanları da istemişti. Girdiği ruhani bölgede ne görmüştü bilmiyordu kimse ama ölenler ve o siyah gölge bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatmak için yeterliydi. Geçitler açılıp haber verildiğinde orduların başına kıdemli subaylar bırakıldı ve kısa süre içinde tapınakta dört geçit belirdi. Grave ve beş efsuncusu yanında çavuş. Muhon Asha, Cohin, Tieden ve Aleon'un vekili olan iki subay belirdi geçitlerden. Daha sonra ise Daki çıkmıştı. Herşeyin yolunda olup olmadığını bilmesi için Kuwala'yı görmesi gerekiyordu. Fakat yarın gün doğana kadar olmayacağını öğrendiğinde gitmek için hazırlandı. Hemen kapılardan çıkıp karlı patikada var olan pençe izlerini izlemeye başladı. Geçen sene Darta tapınağına gelirken kullandıkları dar geçitin önüne doğru yürüyordu. Güneş'in Kızı ile Cohin'de onunla gelmişti. Daki patikaya bakıp kaşlarını çattı. Pençe izleri devam ediyordu. Daki içeri doğru girdi. Dar geçitten ilerledi ve göçüğün olduğu yerde buldu onları. Kuwala daha önce oraya ellerini bağlayıp bıraktığı adamın donmuş ve kar altına gömülmüş cesetlerin yanında oturuyordu. Ayezi ise bir sağa biri sola gidip geliyordu. Duraksadı. Gelen kişilere baktı. Kuwala'ya doğru dönüp bağını onun elinin altına doğru sürdü. Yanına oturdu. Kuwala oturduğu yerde gelenlere bakıyordu.

''Neler oldu orada? Bir şeyler anlattılar!'' Daki bunları söylereken ona doğru yürümüştü. Kuwala işaret parmağını dudaklarına doğru götürdü. Ona susmasını işaret etti. Daki şaşırmıştı. Kuwala Yanında oturan Ayezi'nin başını okşamaya başladı ve gözlerini kapattı. İkisi konuşuyordu. Ruhani olarak konuştukları için ne dediklerini duyamıyorlardı. Daki kenarda çıkıntılı olan taşa doğru yürüyüp oturdu. Güneş'in Kızı ve Cohin ayakta bekliyordu. Saatlerce Kuwala ve Ayezi kıpırdamadan oturdular. Gün battığında gece olduğunda Ayezi ayaklandı. Bir süre daha gezindi. Cohin oturduğu yerde uyuklamıştı. Güneş'in kızı onlara geçit açıp odun ve ateş getirmiş sonra cenaze hazırlıkları için ayrılmıştı. Geçitten gelen bir diğer kişi ise Muhon Asha olmuştu. Elinde yiyecekle gelmiş ve Daki ile Cohin yemek yedikten sonra onlarla beklemeye başlamıştı. Kuwala bir ara kımıldanıp elini uzattı. Ayezi ona doğru hızla dönmüştü. Kuwala gülümseyerek ona bakıyordu.

''Tanrıların katına çıkmalısın Ayezi!'' demişti. Sesi sakindi. Ayezi başını sağa sola doğru çevirip kürkünü salladı. Kuwala'nın eline başını dayamıştı. Kuwala onun kürkünü nazikçe okşayıp bir süre daha onu dinledi. Ardından Ayezi bir anda uzaklaştı. Gerindi ve başını kaldırıp uludu. Ay ışığı şiddetlenmiş ve uluması yankılanmıştı. Işık öyle büyüdü ki Cohin uykusundan sıçramış ve şaşkınlıkla bakıyordu. Ayezi'nin kürkü açıldı. İki ayağı üstüne kalktı. Daki daha önce gördüğü çocuk formunu görmüştü. Çıplak bedeni ortaya çıktı. Yere dökülen kürküne sarıldı. Karşısında oturan Kuwala'yı selamladı.

''Geri döndüğümde seni bulacağım. O zaman kadar hayatta kal!'' demişti Ayezi'nin çocuk sesi. Işık bulutları perde gibi yardı ve bir anda bedenle beraber kaybolup gitti. Kuwala o gittikten sonra dirseğini bağdaş yaptığı bacağına dyayıp yanağını yumruğuna dayadı.

''Melez Piç ile görüştüm. Beni görmek için Marinoe'nin bedenine geçit kurmuş. Oraya girdiğimde tuzağına çekti.'' dedi. Derin bir sessizlik olmuştu. Kuwala yorgunca gözlerini yere dikti.

''Bir ordu kurmuş. Ölen ve öldürdüğümüz herkesin ruhunun gölgelerin esaretine düştüğü bir ordu.'' Muhon Asha ona bakıyordu. Oturduğu yerde kaşlarını çattı.

''Ne yapabilir peki o ordusu ile?'' Kuwala bunu duyunca gri gözlerini dehşetle açtı. Muhon Asha'ya dikti.

''Eğer ufak bir gölge bir bedeni kukla gibi yönetebiliyorsa, gölgelerden oluşan bir ordu bu diyara inerse olacak şey kaos ve dehşetten başka bir şey olmayacak. '' demişti. Daki oan bakıyordu. Kuwala derin bir nefes aldı. Başını tutamıyordu.

''Eğer tanrılar Ayezi'yi dinlerse bu savaş bizden çıkmış olacak. Öldürdüğümüz her kişi bizi zafere değil ölüme daha fazla yaklaştıracak. '' demişti.

''Tanrılar bu savaşa dahil olursa kazanabilir miyiz?'' Cohin bunu sorarken çekingendi. Kuwala umutsuzca başını salladı.

''Tanrılar bu savaşa girdiğinde Melez Piç onlarıda yenebilir. Akıllı ev denildiği gibi deli değil. O sadece gücü seviyor. Yaşadıklarının ardından güçlenmiş ve gücünü saklamak için delilik maskesi altına gizlenmiş Dia Patra ve o sarayda bulunan birçok yönetici çoktan ölmüş durumda. Onları gölgeleri iel kukla gibi yönetiyor. Tıpkı Marinoe'ye yaptığı gibi.'' dedi. Daki ayaklanmıştı.

''Niye sana bunları gösterdi?'' Kuwala bir an duraksadı. Karşısında ki adama bakıp kaldı. Yorgunca gözlerini kapadı.

''Onun tarafında savaşmamı istedi benden. Londaga'nın ruhunu verirsem bana istediğimi vereceğini söyledi. Son anda Ayezi gelmese kaçamayacaktım ve o tuzakta Londaga'nın ruhunu teslim edene kadar kalacaktım.'' dedi. Daki elini sakalına götürdü. Yorgun duran Kuwala'ya doğru yürüdü.

''Tapınağa dönelim. Uyuyup dinlen. Yarın yorucu bir gün olacak!'' dedi. Kuwala başını iki yana salladı.

''Hala gözleri orada beni arıyor. Bir süre daha burada kalmak istiyorum.'' demişti. Korkuyordu. Daki onun korkusunu hissetmişti. Cohin'e döndü.

''Tapınaktan odun ve örtüler getirin.'' demişti. Cohin ayaklandı ve yürümeye başlamıştı. Muhon Asha ona eşlik etti. Daki yalnız kaldıklarında onun yanına gitti ve karşısında durdu. Yorgunca ona bakan adamın yüzünü nazikçe okşadı.

''Seninle gelmem gerekirdi.'' dedi. Kuwala bir süre ona baktı ve gözyaşları yavaş yavaş akmaya başlamıştı. Yanaklarından ılıkyaşlar süzülürken dudakları kıpırdandı.

''O çok güçlü ve kazanamayacağız. O dedikleri gibi aklını kaçırmış bir adam değil. Zeki ve güçlü. Eğer kaybedersek herkesin ruhu lekelenmiş olarak ona ait olacak. Bu durumda sende...'' Daki onu bir an susturdu. Sıkıca sarıldı ona. Kaybetmekten korkmak normaldi. Her savaşçı kılıcını çektiğinde titrerdi. Kaybederse öleceği gerçeği ile karşılaşırdı.

''Bu kadar kolay olmayacak. Kaybetmemek için çabalayacağız. Hala ona meydan okuyacak kadar güçlüsün. Hala kazanacak kadar güçlüyüz. Daha güçlü olacağız.'' dedi. Kuwala cevap vermedi. İnanmak istemişti o sözlere. Korkunun ve yıpranmışlığın yorgunluğu ile orada inanmayı tercih etmişti kazanmanın mümkün olduğuna. İnanç ve umut bu çıktıkları yolda onların ilerlemesini sağlayan ellerinde kalan son şeylerdi. Sadece inanmayı tercih etti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz: Yolculuk

Dördüncü Kısım:  Gün Doğumuna Kadar

 

Yanan ateşe dikmişti Kuwala gözlerini şafak sökerken geri dönmüş ve gün doğumu ile büyük ateş yakılmıştı. Marinoe'ye edilecek son vedalar edilmişti. Aleon ayakta dimdik duruyordu. Yüzünde tek bir ifade vardı. Öfke! Marinoe'nin kızı ise olduğu yerde gözyaşları içinde Kantou'nun elini tutmuş duruyordu. Veda etmek kolaydı onlar için. Kuwala ise ruhu acı içinde kıvrandığını bildiği kadına veda etmeyi kendine hak görmedi. Ateşin yanından sessizce geçti. İçeri girerken dikilen komutanlara döndü.

''İki saat sonra toplanın.'' demişti. Arkasından Cohin, Muhon Asha ve Daki girmişti tapınağa. Onlar onun gibi es geçemedi ateşi. Durup dua ettiler ölü için. İki saat çabuk geçmiş ateş söndüğünde küller soğusun diye bekletilecek ve arka bahçeye gömülecekti. Kantou elini tuttuğu kızı uyutmuştu. Iries annesinin ölümünü kavrayamıyordu henüz. Onu uyutup Denle'nin karısı ile başbaşa bıraktı. Babasınında bulunduğu toplantının yapıldığı odaya doğru yürümeye başlamıştı. Adımları hızlıydı. Kapıyı çalmadan içeri doğru girmek için kanatları iki yana itekledi. Yeni yeni toplanmaya başlamıştı herkes. Tieden içeri giren kızına bakıp kaldı. Grave ise bu ufak kızın Rahom soyundan olduğunu görünce şaşkınlıkla ayağa kalkanlardandı. Kantou başıyla hepsini selamladı. Köşede oturan Kuwala'ya doğru yürüdü. Karşısına gelince onu tekrar selamlayıp oturdu.

''Iries ile kalmalısın!'' Kuwala bunu söylemişti. Kantou ise ona dikti gözlerini.

''Olanları öğrenmek istiyorum.'' dedi. Kuwala ona bir süre baktı. Daki'ye doğru kayıp yanını gösterdi.

''Buraya gel!'' demişti. Kantou onun yanına dizlerini kırıp oturdu. Kuwala bir süre herkesin toplanmasını bekledi. Aleon son gelen olmuştu. İçeri girince toplanmış olanlara baktı. Dün biraz olsun Muhon Ash ave Cohin ona bunun suçlusunun kim olduğunu anlatmıştı.

''Melez Piç'in üstüne yürüyeceğiz ve onu kristal sarayla beraber yerin bin kat altına gömeceğiz.'' demişti. Öfkesini kusmasına herkes izin veriyordu. Kimse ses çıkarmadı. Güneş'in Kızı bir nevi suçluluk ile başını önünde tutuyordu. Aleon ona ayrılan yere Kuwala'nın karşısına oturdu.

''Bütün gücümüzle onun üstüne gideceğiz. Bölge kışlaları ile zaman kaybetmek yerine başı kesmek için bütün gücümüzü kullanmalıyız.'' dedi. Kuwala sakince ona bakıyordu.

''Bu şekilde daha fazla kurban vermiş olmayacağız. Kimse ölmeden...'' Kuwala ondan gözlerini ayırmıyordu. Aleon bir an duraksadı. Onunla göz göze gelince öylece durmuştu.

''Onu bir kahraman olarak anacağız!'' Kuwala bunu söylerken ellerini dizlerine koymuştu. Bacaklarını altına toplamıştı. Aleon'un karşısında yavaşça öne doğru eğildi ve onun kaybının yasına saygı gösterdiğini belirtmek için bir süre öyle kaldı.

''Sen elinden geleni yaptın Rahom Kuwala!'' demişti Aleon boğuk bir ses ile. Kuwala yavaşça başını kaldırdı. Durgun ve yorgundu bakışları. Uyku girmemişti dün gece dışarıda beklerken gözüne. Daki onu uyuması için ikna etmeye çabalamış ama bütün gece boş boş gökyüzüne bakmıştı. Güneş'in Kızı bir an için duraksadı. Herşey olması gibiydi aslında. Aklına Kadife zarfta yazan bir satır geldi.

Kör kahin ona bir çocuk verileceğini söylemişti. Ve bu çocuğun yetiştirilmesini istemişti. Kimsesiz kalacak bir çocuk. Marinoe'nin kızı Iries dışında kim olabilirdi ki? Onun vekaletini alıp bir kraliçe olarak yetiştirebilirdi. Tam konuşacakken Kantou'nun bakışları ile karşılaştı. Hisseden ve duyan bu kız ona dikmişti gözlerini. Başını yavaşça iki yana salladı. Güneş'in Kızı irkilmişti. Onu izleyen mavi gözler fazlası ile ürperticiydi. Sustu. Kuwala onların bakışmasını hissetmişti. Şimdi nasıl anlatacaktı burada bulunan insanlara gördüklerini? Bunu bir şekilde dün gece Daki'ye anlattığı şekilde anlatması gerekiyordu. Tek farkla. Gözleri dolmamalıydı. Bu savaşçılar karşısında yeterince tecrübesiz gözüküyordu. Şimdi birde korkak görünmek istemiyordu. Dudakları kımıldadığı sırada Daki boğazını temizledi bri öksürük ile. Oturduğu yerde elindeki kadehi yavaşça yana doğru koydu.

''Karşımızda sadece düşman olarak Dia patra ya da Seronlar yok!'' demişti. Hepsi ona bakmaya başlamıştı. Kuwala kurtarıcısına çevirdi gözlerini. Minnetini belirtmek için ufak bir tebessüm belirdi yüzünde.

''Melez Piç denilen efsuncunun gölgeleri kontrol edebildiğini dün gözleri ile görenler olmuş. Akela Kraliçesi ve Ung Kralı bunun en büyük şahitleri. Bu yaptığı sadece Rahomu öldürmek için bir tuzaktı. İçimizden en güçlülerden birisini kolayca yenebildiğini göstermek için bir gövde gösterisi olarak yaptı bunu. Kaybettiğimiz kişi bir komutan ve liderden daha fazlasıydı bazılarımız için. Ama toparlanıp gerçek düşmanımızı görmemiz gerek!'' dedi. Kuwala hayranlık ile ona bakıyordu. Gerçek bir liderdi. Dün dinledikleri ile bütün olayı çözümleyecek kadar zeki olan bu adam hayran olmamak elinde değildi. Konuşurken çatılan kaşlarının gölge düşürdüğü yeşil gözlere bakıp kalmıştı. O dalgın halde onu izlerken Daki anlatmaya devam etti.

''Melez Piç bir süredir Kristal Şehrin içinde hüküm sürüyor. Dia Patra'yı öldürmüş ve Marinoe'ye yaptığı gibi gölgelerle Dia Patra'yı kuklası yapmış durumda. Bunu bir çok kişiye yapabilir. Sadece an meselesi. Dün yolculuğunda Rahom Kuwala onun ordusunu görmüş. Binlerce gölge ve her geçen saniye artıyorlar. Ölen her ruh onun gölgelerinin yaydığı hastalığa yakalanıp onun tutsağı ve kölesi oluyor '' dedi. Tieden başını iki yana salladı.

''Kolunu kesip aldığım bir efsuncu bu kadar güçlü büyü yapamaz. Onun kolunu Fohara kopardı ve buna Kral Aleon şahit!'' dedi. Aleon başı ile onaylamıştı. Kuwala bunu duyunca durgun halde onlara döndü.

''Koluna bu dünyada ihtiyacı var. Tanrıların ve ölülerin katı arasında kurduğu yerde ihtiyacı yok. Ama bir geçit açarsa ve gölgeler bu dünyaya gelirse. O zaman iki eli bile olmadan istediğini yapabilir. ' dedi. Derin bir sessizlik olmuştu. Daki konuşmayı tekrar kendi üstüne almak için devam etti.

''Ya yeni bir dünya yaratmak için şimdi burada bazı kararlar alacağız ya da ar olan bu dünya bizimle beraber çöküp gidecek. Artık gelişi güzel alıştığımzı halde savaşamayız. Her bu dünyada ki zaferimiz onun dünyasında bizim kaybımız olarak geçecek.'' dedi. Daki onlara bakıyordu. Onca adam arasında bir önerisi olan olmalıydı. Yıllardır savaşan bu adamlar öldürmeden savaş kazanılmayacağını bilenlerdi. Ama şimdi öldürmek onların aleyhine işleyen bir durumdu. Daki bir süre daha onlarla konuştu ve stratejilerini değiştirmek üzerine yorum yaptılar. Kuwala oturmuş sessizce bekliyordu. Konuşulanları duymuyordu. Kulaklarında binlerce fısıltı vardı. Gölgelerin fısıltılarını duyuyor olmak hala Melez Piç'in onu izlemek için bir yol bulmuş olduğunu gösteriyordu. Fısıltılar dinmek bilmiyor ve üst üste binlerce fısıltı yılan tıslaması gibi kulaklarını dolduruyordu. Daki ona bir kaç defa seslenmişti. Duymadığını fark edince omzuan dokundu ve dehşetle açılmış gözleri gördü. Kuwala korku ile ona bakıyordu. Uykusundan sıçramış gibi korku ile bakarken nerede olduğunu anımsamaya çabaladı. Fısıltılardan birşey duymaya çabalıyordu. Daki onun omzuna dokunmadan önce tanıdık bir ses duydu. Bu gölgelerden bağımsız ve aşina olduğu sesin sahibini hatırlamaya çabalarken kelimeler ağzından döküldü.

''Bir yerde küçük insanların gölgeleri büyüyorsa o yerde güneş batıyor demektir.'' Kahin Sohow bunu duyduğunda şaşkınlık içinde kalmıştı. Kör Kahinin sık kullandığı bu cümleyi Kuwala'nın hatasızca tekrar etmesi ile elleri birbirine birleşti.

''Tanrılar sesimizi duymaya başladı. Efendi Kuwala bir planınız var değil mi?'' demişti. Kuwala ona şaşkınlıkla bakıp kaldı. Gözlerini bekleyen kalabalık üstünde gezdirdi. Daki onun ne yapmaya çalıştığını anlayamadı. Kuwala karşısında oturan savaşlar geçirmiş adamları teker teker süzdü. Onlara yavaş yavaş baktı. Hepsi özünde güçlü ve yetenekliydi. Öldürülmesi zor adamlardı. Kadınlar ise kontrol edilemeyecek kadar yetenekli ve özgürdü. Kuwala bir süre onları izledi ve daha yakından baktı uzun uzun. Bu güçlü adamların ve kadınların kusurlarını görmeye başladı. Yıkılmaz gözüken Aleon'un ağlamaktan şişmiş gözleri, pişman olmayacağına yeminli Güneş'in Kızının bükülmüş boynu, Korkunun anlamını unutmuş Bakren'lerin titreyen gözleri, Ungların zaafları... Kuwala uzun uzun bu kusurlara baktı. Birden güldü. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. Avuç içlerini şakaklarına dayadı.

''Korkumuz yersiz değil. Ama bir yolu olmalı. Dünyada sadece iki tane kusursuz ve yenilmeyecek insan var. Birisi hiç doğmadı, diğeri ise hiç ölmedi. '' T,eden başıyla onu onaylamıştı. Rahomların bu sözünü öğrendiğinde Kuwala anlam verememişti. Ne demek olduğunu hiç anlamamıştı. Şimdi ise bunu anlamdırıyordu. Var olmamış olan bir güçten korkmak... Onun için buydu söz. Her şeyin bir zaafı, her zehrin bir panzehiri olduğunu düşündü. Çözümlemek gerekiyordu sadece. Düşmanını iyi tanıması gerekiyordu. Diğerleri konuşurken ne dediklerini dinleme gereksinimi duymuyordu. Öylece oturmuş boş bir ifade ile onları dinliyordu. Kafasını biraz çevirince ona bakan Kantou'yu gördü. Bir şey konuşmak ister gibiydi. Gözleri kilitlenmiş biçimde ona dikiliydi.

Toplantıyı bitirdiklerinde yeni savaş planını ortaya koymakta hala kararsızlardı. Aleon ve Grave sürekli tartışmış ev artık yorulmuşlardı. Aleon ayaklandı ve izin istediğinde toplantı resmi olarak bitmişti. Tieden bir çok kişi çıkarken orada oturmaya devam ediyordu. Grave ise efsuncuları gitmiş olmasına rağmen salonda Muhon Asha'nin biraz uzağında oturmaya devam ediyordu. Güneş'in Kızı oturduğu yerde hiç konuşmamış ve toplantı bittiğinde de hemen kalkıp gitmişti.

Tieden mahzenden şarap getireceğini söylediğinde arda kalanlar dağılmaktan yana olmadı. Darta şarabının tadını özlemiş olan Cohin uykusuz ve yorgun olmasına rağmen oturmaya devam etmişti. Kuwala ise yavaşça ayaklandı. Tieden onun gideceğini biliyor ama bazı şeyleri konuşmak için onu bekletmek istedi.

''Kuwala!'' demişti. Kuwala ona baktı. Ellerini önünde birleştirmişti. Tieden gözünü yavaşça ayaklanmış Daki'nin kemerinde ki Rahom kılıcına çevirdi.

''Dilin var. Düşüncen var. Burada kendi topraklarında senin adına konuşması için neden bir elçi gibi Daki'yi kullanıyorsun. Gördüğünü ve hissettiklerini aklından geçeni bize anlatmaktan kaçınacak isen... Senin için değil Daki için savaşmış olmaya başlıyoruz.'' demişti. Kuwala onun demek istediğini anlamıştı. Onca Güney ittifakı ve Bakren ittifakı komutanı önünde suskunca oturmak doğru olmamıştı. Tieden, Rahom soyunun temsilcisi olarak ondan konuşmasını bekliyordu. Kuwala bunu anlamış olsada anlamamış gibi davranmayı tercih edecekti.

''Efendi Tieden dediklerinizi anlamış değilim. Yorgunum ve geceyi dışarıda geçirdim. İzin verirseniz geri dönmeden önce dinlenmek istiyorum. Bu süre içinde Daki benim bir parçam olarak burada görevi üstleniyorsa bana gösterdiğiniz saygıyı onada gösterin.'' demişti. Tieden ikisinin ilişkisini kabullenme noktasında Aleon'a gösterdiği kadar ileri görüşlü değildi. Ama Rahoma olan saygısı için susmak zorundaydı. Cohin onlara bakıyordu.

''Efendi Kuwala!'' demişti. Kuwala hafif bir tebessüm ile ona dönmüştü. Onun Cohin'e olan düşkünlüğüne Grave şaşırmıştı. Az önce yorgunluktan kendi soyundan olana sızlanan Kuwala birden güneyli komutana gülümseyerek neşe ile dönmüştü. Cohin ona minderi gösterdi.

''Yorgunluğunuza hak veriyoruz ancak bir kadeh şarap içmek hepimize iyi gelecektir.'' dedi. Kuwala son onayı almak için Daki'ye çevirdi başını. Daki onun yorgunluğunu biliyordu. Burada ne konuşulacaksa onu daha çok gerip yorabilirdi. Ama bir yandan da burada olması gerektiğini düşünüyordu.

''Bir kadeh içki iyi gelir.'' dedi. Kuwala ondan onayı alınca geri yerine oturdu. İçkiler gelip dağıtıldı ve Tieden sonunda konuşmaya başladı.

''Sana verilen güç yazılmış bir kaderi değiştirmek için verilmiş olmalı. Londaga ve Darta seni boşuna seçmedi. O kadar büyük güç neden verildi? Olacakları tanrılar görür ve onun için sana bu güçleri verdiler. Toplantıda senin güçlerinin faydasız olacağının lafı edildi.'' Tieden bunları söylerken Kuwala onu sakince dinledi ama birden lafını hızla kesti.

''Güçlerim yaratmak için verilmiş değil. Yok edip can almak için verildi. Birilerini öldürürsem kaybedeceğiz. Daha fazla toplu katliamlar ve savaşlar içinde bulunmak doğru olmaz.'' demişti. Tieden ona baktı. Melez Piç'in onu ürküttüğünü düşünüyor ve kırılan şevkini onarma arzusuna girmişti.

''Ölüm şart Kuwala! Savaştayız ve gölgelerin dünyasına hapsolmuş olan bir adamın gücünden çekiniyorsan bu savaşı zaten kaybetmiş durumdayız.'' dedi. Kuwala ona bakıp kaldı.

''Çekinmek mi? Bundan daha fazlası var. Korkuyorum Efendi Tieden. Gölgelerin arasına sıkışmış dediğin adam Marinoe'ye işkence etti, onu öldürdü ve cesedi ile beni tuzağa çekti. Bunu yapan adam bana pekte duvarlar arasına sıkışmış bir gölge gibi gelmedi. Özgürce dünyamızda geziyor gibi geliyor.'' demişti. Tieden ona hak vermek istemiyordu. Melez Piç'i gözünde büyütürse bu korkunun üstesinden gelebileceğini sanmıyordu. Onun için çöküş olabilirdi. Daki anlatırken kolunun koparılmasına duyduğu öfkeden söz etmişti. Kuwala bundan söz ederken koparılan kolunun varlığını hala hissetmek için o kolu sakladığını söylemişti Melez Piç'in. Marinoe'ye bunu yapan adamın birebir karşısında düşman olmaktan çekiniyor olduğunu saklamak için Kuwala'ya yüklenmek istedi. Kantou oturduğu yerden babasının bu zavallı hareketine bakıyordu. Olayın ne kadar yükseleceğini kimse bilmiyordu. Grave ve Muhon Asha ortamın yabancısı kalmışlardı. Sadece dinleyen iki sarhoş adam olmayı tercih edecek gibilerdi.

''Korku sana sadece güçsüzlük getirecek. Sana verilen bu yeteneği kullanmak kaderinde var. Tanrılar geleceği görür ve..''

''Tanrılar geleceği göremiyor! Ayezi2nin gördükleri yanlış çıktı. Güneş'in Kızı ihanet etmedi. Daki ölmedi. Sen ölmedin.'' Tieden onun ani çıkışı ile sinirlenmişti.

''Marinoe hanım öldü ama! Görülen ölümlerden kaçış yok! Bunu bilerek adım atacaksın!'' demişti. Kuwala bir an duraksadı. Daki'nin ölümü gözünün önünde canlandı adeta. Gözleri kocaman büyümüştü. Görülen ölümlerin gerçekleşmesi imkansızdı. Marinoe dizleir üstünde ve daha erken ölmeliydi. Başını iki yana salladı.

''Ölüm benim önümde diz çökmüş bir tanrıdan fazlası olmayacak. Eğer benden birisini koparıp almak isterse önce karşıma dikilip dizleri üstünde yalvarması gerekecek. Ben ölümün ta kendisi olmadığım sürece onu benden kimsenin almasına izin verecek değilim ve bunu sağlayacak bir fırsat sunuldu bana. Tanrılar sefil insanları yaratmış ve kendi egolarını tatmin etmek için bu sefil insanları savaştırmaktan zevk alan varlıklar. Neden bu savaşı burada bitirip Melez Piç'in onları gölgelere boğmasına izin vermiyorum ki? Siz çevremde ki adamları teker teker öldürüp ona iyi birer general olarak sunmuyorum ki? Karşılığında ona ve bana huzurlu bir yaşam vermesini isterim. Bu sayede asla korkmam, tedirgin olmam ve geceler boyu birilerini kaybedeceğim korkusu ile yattığım yerde dönüp durmam.'' demişti. Sesi öyle sert ve acımasızdı ki Muhon Asha bu sesi UngurPan'da duymuştu Kuwala'dan. Aleon'a diz çöktürdüğü gün konuştuğu gibiydi sesi. Titremeden derinden geliyordu. Melez Piç'ten korkmuyordu.

''Korktuğum şey gölgelere bürünmüş bir deha değil. Bu dehanın karşısında ezilip gidecek olan sizlersiniz. Bu savaşta ölmeyeceğim. Ama sizler teker teker öleceksiniz. Devam edersek Marinoe gibi teker teker öleceksiniz. Onun kurduğu oyuna ortakçı olup ona hizmet edip öleceksiniz.'' dedi. Tieden onu savaşa sürmeyeceğini anlamıştı. Kuwala onun niyetini çoktan anladığında yükselmişti ve onu susturmuştu. Yanında oturan Daki ona bakıyordu. Korkuları kendine gelecek zarardan değildi. Kantou ise yanında oturduğu adamın destekçisi olduğunu gösterir gibi dizinin dibinden kalkmadı. Kuwala bir süre oluşan sessizlikle beraber kadehini sakince yere bırakıp ayaklandı.

''Bir senedir sizin bu karanlık, çirkin dünyanızın içinde savaşıyorum Efendi Tieden. Gördüğüm şeyler benim için yeterince ağır ve acı oldu. Daha fazla çirkin ve kötü şey görmek yanlısı değilim. Daha fazla Melez Piç gibi hırsları yüzünde insanlığını yitirmiş birisinin bu kanlı savaşında onun kölesi gibi savaşmak istemiyorum. '' dedi. Gözleri Grave kaydı. Bir süre ona baktı ve ince beyaz kaşları çatıldı.

''Naseen bana ilk karşılaştığımızda neden Melez Piç ile konuşmak istediğimi sormuştu. Ona verdiğim cevabı yeterli bulmamıştı. Ama bugün ben buldum. Onun gibi birisi olmamak için onun ne olduğunu tanımam gerektiğini biliyorum artık. Onun gibi korkularının, hırslarının ve gücün altında ezilen birisi olmak istemiyorum. '' dedi. Kuwala bunu Grave söyler gibi konuşmuştu ama o salonda bulunan Tieden bunu üstüne alınması gerektiğini biliyordu.

''Bir taç uğruna delirdi! Soyum bu şekilde anılıyor tarihte ve yazıtlarda. Gölgelere ruhlarını güç için , iktidar için sattı. Daha iyisi olmak için aklını kaybettiler ve daha iyisi olmak için kendilerini unuttular. Ben bu şekilde olmayacağım. Benim hala bir hayalim var ve hala hayatım var. Bu hayatı paylaştığım bir eşim var Gelecekte hayalini kurduğum bir evim var. Bu savaşta eğer kılıçlarımızı çekip savaşmaya devam edersek... Ben hayalini kurduğum geleceği görebilirim. Ama siz... Göreceğiniz son şey bir odada aklını kaçırmış bir adamın sizi yavaş yavaş bulanıklaştırıp kişiliğinizi gölgelerde eritip asker yaptığı olacak.'' demişti. Derin sessizlikte nefes sesi bile yoktu. Tieden başını önüne eğmişti. Cohin onu kalmaya zorladığı için utanç duymuştu. Kuwala bir kaç adım attığında arkasında birisini hissetmişti. Daki onun hemen ardında ellerini arkasında birleştirmiş yürüyordu. Yanından geçti ve kapının bir kanadını açtı. Kuwala yavaşça çıktığında Daki oturan adamlara baktı.

''İyi geceler efendiler!'' demişti. Kuwala'nın kendinden emin konuşması onu çok mutlu etmişti. Koridorda yürürken Kuwala yanında ellerini arkasında birleştirmiş Daki'ye baktı.

''Sence doğru mu konuştum?'' dedi. Daki kaşlarını çatıp ona bakmıştı.

''Bir şeyi söyleyerek başına büyük bela aldın!'' demişti. Kuwala endişe ile ona bakıyordu.

''Ne?'' demişti. Daki kaşlarını çatıp başını öne eğdi.

''Bir gün birisi karşına gelip sana bakıp...'' Bir an duraksadı. Kuwala'nın tedirgin yüzüne baktı.

''Sen o gece o odada hayallerin olduğunu söyledin...'' Kuwala o yavaş konuştukça kaşlarını çatıp daha fazla geriliyordu. ''Ama önemli olan bu hayalleri paylaştığın eşin kim? Derse ne diyeceksin ha?'' demişti. Yüzünde bir gülümseme belirmişti. Kuwala birden gözlerini kapattı.

''Öyle bir konuştun ki sanki cevap verileme zbir şey diyeceksin sandım.''

''Buna cevap verebilir misin?''

''Evet! Hatta bana orada sorsalardı seninle evli olduğumu söylerdim.'' dediğinde Daki bir an duraksadı. Ona bakıp kaldı.

''Utanç duymuyor musun? Insnaların senin hakkında düşünecekleri şeyden çekinmiyor musun?'' Kuwala ona şaşkınlıkla bakıyordu.

''Neden seninle evli olduğum için utanç duyayım ki? Bana fırsat verseler bunu herkese ilan ederim. Ama ileride kral olacağımı sanıp susmamı söylüyorlar. Bu umurumda bile değil. Marinoe'nin yaptığı hatayı yapmak istemiyorum ben Daki!'' demişti. Odanın kapısını açmıştı Daki. Kuwala içeri girdi. Cübbesini sıkıca tutan kemeri ve altındaki kuşağı çıkarmaya başladı.

''Marinoe onu umursamayan insanların hayatları için kendi yaşamından feda etti. Aleon'a olan duygularını söylemeden, kızına son defa veda edemeden gitti. Ben bu pişmanlığı yaşamak istemiyorum. Kendimi zincirlere vurmak istemiyorum.'' demişti. Arkasında dikilen Daki'nin bir kaç adım daha yaklaştığını hissetti. Omuzlarına dolanan kollar onu sıkıca sarmıştı.

''Kimseye bir şey borçlu değiliz. Onlara bir şeyler vermek ve onları kurtarmak zorunda değilsin. Bu gücü sana kendini koruman için verilmesini istemiştim. Ama güç daima karanlığı çekiyor. Bunların olmaması için elimden geleni yapmalıydım.'' Kuwala'nın omzuna koydu.

''Sadece o gün kara kurtlar kulübüne saldırdığında başına kötü bir şey gelecek diye korktum ve Darta tapınağında senin soyunun tarihi yatıyor diye buraya getirdim. Kendini koruyacak kadar güçlü olmanı istedim.'' demişti. Pişmanlık. Daki, onu sürüklediği bu dünyada yıpratılmış gördüğü için pişmandı. Kuwala onu saran kolların üstüne koydu. Bir süre öyle durdular. Daki onu kendine doğru çevirdi. Gözlerini gözlerine dikti.

''Bu sadece gece çıktığımız bir yürüyüş gibi. Gün doğduğunda tüm o karanlık bitecek. Bu yolculuk bittiğinde Daki, seni kaybetmiş olmak istemiyorum. Gün Doğana kadar sakın o karanlıkta elimi bırakma!''

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Otuz Birinci Bölüm: Garip Kısa Görüşmeler

 

Y/N:Bu bölüm tamamen Darta tapınağında kişilerin ikili görüşmelerinin genel olarak bir toparlamasıdır. O gece Kuwala'nın konuşmasından sonra çok kişinin kafasında soru işaretleri oluştu ve yas için kalınan iki günde sürekli ikili konuşmalar etrafta dolandı durdu. Kısa bir bölümdür. İyi okumalar

...

Muhon Asha elindeki kılıcı bilemekle meşguldü. Kısa süre sonra Grave ile geri dönmek zorundaydı. Bir kaç saati kalmıştı. O kılıcını bilerken yanına elinde testi ile Grave gelmişti. Bir süre sessizce oturdular. Grave bilenen kılıca bakmaya başlamıştı.
''Küçük bir kız vardı. Madenlere beni gönderdiklerinde henüz isyan baş göstermemişti. Sürekli oraya gönderilmiş babasının arkasında gezerdi. İsyan çıktığında babası önlerdeydi. Ve o köşede ağlıyordu. Onları durdumamız gerekiyordu. Sakinleştirmek gerekiyordu.''

''Ne oldu peki?'' Muhon Asha'nın dikkatini çekmişti hikaye.
''Kılıcımı kaldırdım ve babasına durmasını söyledim. Ancak durmadı ve bir muhafız onu öldürdü. Küçük kızında cesedini gün doğduğunda buldum. Boynundan göğsüne kadar bir kılıç kesiği vardı. Giydi o gri elbise kızıldı. Gözleri açıktı. O gün bırakmaya karar verdim. Ve sonra babamın öldürüldüğü haberi geldi. Amcam Byega tarafından başı kesilip onuru alınarak öldürlmüştü. Kardeşim ile isyanı bastırmaktan vaz geçip başıan geçtik. Bu durumu kabul etmeyenleri asıp başlarını kanyonun girişine astık.'' Muhon Asha ona öylece bakıp kalmıştı.
''Rahomun dedikleri... Bu gece dediklerini düşünüyorum ve onun kadar bende Melez Piç için çalışmış oldum. '' dedi. Muhon Asha ona bir süre sessizce baktı. Derin bir nefes aldı.
''Bende çok kişiyi öldürdüm. Çünkü bir savaştaydık. Ve öldürdüğüm herkes Melez Piç'in ordusunun bir parçası olduysa Rahomdan daha fazla Melez Piç için çalışmış oluyorum. Bir çok Bakrenlinin kanı bulaştı bu kılıcın çeliğine. '' Derin bir sessizlik oldu. İkiside eskiden dişli düşmanlar olduklarını anımsadı. Grave testiyi ona doğru uzattı.
''Savaş bitince ne yapacaksın?'' demişti. Konuyu değiştirme arzusu onu tetiklemişti.

''Evleneceğim. Bir oğlum var ve onun benim soyadımı almasını istiyorum. Evleneceğim kadına söz verdim. Geri dönünce onun yanına yerleşip oğlumu büyüteceğim.'' demişti. Grave kendi hayatını düşündü. Savaşmak ve asker olmak dışında bir şey bilmediği gerçeği yüzüne çarptı.

''Peki sen?'' Muhon Asha onun korktuğu soruyu sormuştu. Grave bir süre düşündü ve derin bir nefes aldı.

''Bir fikrim yok. Bu savaştan sağ çıkacağımıda hiç düşünmedim. Ölmek için eğitildik biz. Hayatım bu kılıcı görerek başladı bu kılıca bakarak bitecek gibi hissediyorum.'' dedi. Derin sessizlik tekrar başladı.

...

Cohin kütüphanenin köşesinde dikilmiş bir süredir Marinoe'nin kızı ile oturmuş birşeyler konuşan Kantou'yu izliyordu. Küçük kız her ne anlatıyorsa ağlayan kız susmuştu. Hayranlık içinde onu dinliyordu. Cohin daha bir süre bekledi ve küçük kızı Denlenin karısı alıp gidince Kantou tek kaldı. Onun yanına doğru yürümeye başladı. Ayezi ve Fohora büyük ocağın yanında yatıyordu. Kantou yanına gelen adama bakıp gülümsedi. Cohin kendi kendine düşünüyordu. Kantou ile Kuwala'nın bakışlarının en kadar benzer olduğunu ve ikisininde gülümseyince yüzünde oluşan o durgun ifadenin benzerliğine şaşkınlıkla bakıyordu.

''Marinoe'nin kızına ne anlatıyordun?'' yerdeki mindere otururken sorusunu hiç dolandırmadan sormuştu. Kantou ona bir süre baktı. Kitapları kanarı doğru toplamaya başlamıştı.

''Sadece annesinin iyi olduğunu ve gökyüzündeki tanrılar katını.'' Cohin bunu duyunca şaşırmıştı.

''Tanrıların katında olduğundan emin misin peki?'' demişti. Ufak yer sehpasının üstünde duran ekmeği alıp yemeye başlamıştı. Kantou ona bir süre baktı ve gülümsemesi yüzünden silindi.

''Efendi Cohin siz benden çekinmiyor musunuz?'' demişti. Cohin bunu duyunca şaşkınlıkla kıza baktı. Neyinden çekinmesi gerektiğini düşündü.

''Yo! Neden senden çekineyim ki? Ufak bir kızsın!'' dedi. Kantou bunu duyunca gözleri ışıldadı. Gülümsemişti.

''Güneş'in Kızı Kraliçe bile benden çekinerek gözlerini kaçırıyor. Siz biraz aptal olmalısınız.'' dedi. Cohin lokmasını hızla çiğneyip yuttu. Karşısında oturan kıza gözlerini kısıp baktı.

''Efendi Kuwala'ya çok benziyorsun. Ondan çekinmiyorum. Ve sendende çekineceğimi sanmam. Küçük bir kızın nesi korkutucu olabilir ki? Dev bir kurdun ev garip yeteneklerin olabilir ama Marinoe'nin kızı gibisin. Sadece bir kız çocuğu. Bundan çekinmeli miyim?'' dedi. Kantou derin bir iç çekip yumruğunu yanağıan dayadı. Başını yana doğru eğmişti. Ekmek yiyen Cohin'e bir süre baktı.

''Haklısınız. Siz salak değil sadece her şeye fazla basit bakabiliyorsunuz. Efendi Kuwala bu yüzden sizi seviyor olmalı. Ve Kara Kurt Daki iel yakın arakadaş olamanızında etkisi var tabi!'' dedi. Cohin oan dikmişti gözlerini. Merakla kırpıştırdı gözlerini.

''Endişelenmeyin Efendi Kuwala ve Kara Kurt Daki'nin evli olduğunu anlayacak kadar büyük bir kızım.'' dedi. Kalan ekmek parçasını alıp ağzıan attı. Lokmayı iyice çiğneyip sessizce yuttu. Ve devam etti.

''Babam onların evliliğinin doğru olmadığından ve bunca şeyin suçunun tanrıların cezası olduğunu söylüyor. ''

''Sence öyle mi?''

''Değil! Efendi Kuwala ve Kara Kurt Daki tanışmadan önce bunca felaket vardı zaten. Sadece onlar olanları gün ışığına çıkarıyor.'' dedi. Cohin gülümsemişti.

''Zeki bir kızsın Kantou. Bu yüzden Kuwala seni seviyor olmalı!'' dedi. Kantou onun laf göndermesine gülmüştü.

''Sanmıyorum efendi Cohin. Eğer zeki olduğum için beni sevseydi o zaman babamı bir kenarı atardı. O görüp göreceğiniz en sinsi Rahom. Ve gerçekten onu zapt etmek için Efendi Kuwala'nın beni kendi tarafına çektiğinin farkındayım. Ki bu benimde hoşuma gider!'' demişti. Cohin ona bakıp kalmıştı. Kantou'nın dediklerini anlamamıştı. Planlardan habersiz olduğu gerçeği ve ekşiyen midesi ile yüzünü buruşturdu.

''Bir gün öldüğünüzde sizi özleyecek çok insan bırakacaksınız arkanızda. Ama o kadın sizden önce veda edecek yaşama.'' demişti. Gözlerini kapının oradan geçen kadına çevirdi. Güneş'in Kızı ve bri kaç tebaası kütüphane kapısının önünden hızla geçip gitmişti.

 

...

Gün yeni doğuyordu. Daki sessizce odadan çıkmıştı. Kuwala'yı uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyerek çıkıyordu. Kapıyı kapattığı sırada bir esinti ile irkildi ve Ayezi'nin soluğunu yüzünde hissetti. Ayezi koyu sarıya dönmüş gözlerini ona dikmişti. Fohara ise arkadan yavaş yavaş geliyordu. Daki ikisinin kapı nöbetini tutacağını anladıında onları yalnız bırakıp uzaklaştı. Ayezi kapının önünde oturmuştu. Fohara ona bakıp yanına doğru geldi. Diğer tarafa oturdu.

''Yüce Kurt diye kendini tanıttın bir çok kişiye ama burada bir ölümlünün kapısında nöbet tutuyoruz.'' demişti. Ayezi konuşan Foharaya göz ucuyla bakıp koridorda yürümeye devam eden Daki'yi izledi.

''İstersen Kara kurtlara boyun eğdirebilirsin ve benim gibi kalan beyaz kurtlara ama burada kapı nöbetini devralmış bekliyoruz. Duydun denilenleri. Bir gölge ordusu var!'' Ayezi ona doğru çevirdi başını. Fohara susmuştu. Beyaz dişi bir kurttu. Zapt edilemez güçleri ve korkusuz ruhu vardı. Ama Ayezi'nin gözlerini görünce susmuştu. Başını öne doğru eğip kulaklarını indirdi.

''Londaga'nın ruhuna bekçilik yapıyoruz. Öyle sıradan basit bir faninin başında beklemiyoruz. Londaga, senin benim ve bir çoğumuzun babası olan Darta'nın oğlu. Burada beklemek bizim için verilmiş en onurlu görev!'' demişti. Fohara sessizce başını yerde tuttu. Ayezi onu hırpalama yanlısı değildi.

''Genç ve heyecanlısın. Dişine değen kanın tadını takip etmek istiyorsun ama beklemeyi bilmezsen kaybedersin.'' diye devam etti. Fohara genç bir dişiydi. Sürüsünün alfası tarafından dışlanmış ve Tieden tarafından yavruyken bulunmuştu. Hala efsanevi Beyaz kurt sürüsü varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Bu gerçeği Ayezi ve Fohara dışında kimse bilmiyordu. Fohara kendi sürüsünü ruhani olarak gizlice takip ediyordu. Ayezi'de bunu fark ettiğinde kara kurtlar kadar kalabalık beyaz kurt sürüsünün zamanı geldiğinde kullanacaktı.

''Seni yavruyken neden alfanın dışladığını sorduğumda bir kurdu boğazladığını söyledin. Neden yaptın bunu peki?'' dedi. Fohara sessiz geçen nöbet içinde Ayezi'nin bu sorusu ile şaşkına dönmüştü. Ona baktı ve gözlerini koridorun ilerisine geri çevirdi.

''Kardeşlerimden birisi siyah bir kürk ile doğdu.'' hikayesini anlatmaya devam etmeden önce Ayezi onun siyah kardeşini korumak istediğini düşünmüştü. Ancak devam eden konuşsam onu şaşırttı.

''Siyah doğanlar daima öldürülür. Ya da sürülürdü. Fakat Alfa onun yaşamasına izin verdi. O yaşarken annemiz hastalandı. Uğursuzluğu ile bizi zehirliyordu. Bir gece annemizin yanında kovukta uyurken boğazını dişlerim ile parçaladım. Onun yok olması uğursuzluğu da yok etti. Annem iyileşti. Ama ben sürüldüm. Dağdan aşağı attılar beni ve Tieden ile Kantou beni bulup kurtardı. Bu da benim kaderim olarak işlenmiş olmalı ki şimdi burada Londaga'nın ruhu için nöbetteyim.'' dedi. Ayezi şaşırmıştı. Fohara'nın acımasızlığına hayran kaldığı gibi ürkmüştü de... Kantou'ya çok benziyordu. Onun gibi sessiz ve itaatkardı. Ancak zamanı geldiğinde dişlerini ve tırnaklarını çıkarmayı seviyordu.

''Kendi kardeşini boğduğun için sürüldüğünü düşünmemiştim.'' dedi. Fohara oldukça ruhsuz bir şekilde duruyordu. Elinde yemek tepsisi ile yanında Cohin'le geri dönen koridorun sonunda ki Daki'ye dikti gözlerini.

''Kardeş kanı akıtmak Kuzey için günah olmadı hiçbir zaman. Tıpkı senin Kara Kurtlara hükmetmek için bilerek gölgeleri kabul ettiğini biliyorum. Londaga'nın ruhunu taşıyan bedeni riske attın. Darta buna bir şey demedi, benim kendi kanımdan olanı boğmamı dert edeceğini sanmam.'' demişti. Ayezi şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Dişlerini gösterip hırıldadı. Fohara ise hiç kıpırdamadan gelenlere bakıyordu.

''Sen bunu nereden öğrendin? Beni mi izliyordun?'' dedi. Fohara ona bakmıyordu. Ayezi ayağa kalkıp hırıltısını arttırdı. Üstüne doğru yürüdüğünde Fohara ayaklanmıştı. Kuyruğunu savurup Ayezi'nin yüzüne sürdü.

''Ben değil Kantou izliyor seni. Sana güvenmeyecek kadar zeki bir kız!'' demişti. Ayezi yüzüne çarpan kuyrukla duruldu. Fohara yavaş adımlarla kapıdan uzaklaşırken Ayezi öylece kalmıştı. Cohin gülümseyerek kurtlara bakan Daki'nin yanına doğru sokulmuştu. Onlara alışma konusunda hala başarısız hissediyordu.

''Bir kadını hırlayarak ikna edemezsin Ayezi!'' demişti Daki. İkisinin kur yaptığını düşünerek. Ayezi bunu duyduğunda daha çok şaşırmış ve sinirlenmişti. Sağ pençesini yere vurup sinirle Foharanın aksi yönüne gitti.

...

Denle elindeki kılıcı hızla karşısında ki kütüğe vuran Aleon'u bir süredir sessizce izliyordu. Saatlerce kütüğe işkence eder gibi kılıcı vurup çekiyordu. Farklı yerlere vurarak onu daha fazla ayakta tutma taraftarı olmuştu. Köşede duran Denle'yi fark ettiğinde kılıcı son defa bütün hızı ile kütüğe vurdu ve orada saplı bıraktı.

''Bir şey mi diyeceksin?'' sesi boğuk ama her zamankinden daha sertti. Koyu kahverengi gözlerinin etrafı kızarmış ve göz altları ağlamaktan şişmişti. Marinoe için en fazla yas tutan oydu. Herkesten daha geç tanımış ama herkesten fazla yas tutuyordu. Açlık ile onun yasını kutsuyordu. İkinci gündü ve birazdan yola çıkacaklardı. Ağzına ne bir damla su ne tek lokma koymuştu. Avutları şimdiden çökmüştü.

''Gitmeden önce yemek yemeniz için Efendi Daki sizi bekliyor!'' dedi. Aleon bunu duyduğunda kılıcının kabzasına asılıp onu çektiğinde kütük çatırtı ile ikiye ayrılmıştı.

''Yasta olduğumu söyle!'' dedi. Denle onun yanına doğru yürüdü.
''Bunu zaten biliyor. ''
''Ne diye çağırıyor o zaman?'' Aleon sert çıkışmıştı. Denle ise cevap vermeden onu izledi. Bir süre bakıştılar ve sessizlik sürdü.

''Marinoe kız kardeşim gibiydi hep. Onu çocukluğundan bu yana tanırdım. Yaramaz ufak bir kızdı. Oradan oraya koşar asla durmazdı. Sürekli sorular sorar ve cevap verene kadar peşimde dolaşırdı. Asla unutmaz ve asla pes etmezdi. Öylede oldu. Hep savaşmak istediğini söylerdi. Büyükanne ona engel olmasa çoktan Bakren kamplarından birisinde can vermiş olurdu. Onurlu ve şerefli ölmek için elinden geleni yapacağını söylerdi. Kocası ve bizim liderimiz olan Beyaz Kurt köyünün en yürekli adamı öldüğü zaman onun için yaşayıp intikamını alacağına yemin etti. Ona olan sevgisi için değil ona olan saygısı için bunu yaptı. '' Aleon onu dikkatle dinliyordu.

''Ancak ilk defa diz çöktüğünü duyduğumda şaşırmıştım. Senin için çökmüş olması beni şaşırttı. Marinoe'nin bu hareketine hala inanmıyorum. Onun sevgisini kazanacak kadar yürekli ve iyi birisi olduğu gerçeğinede inanamıyorum.'' dedi. Aleon öylece bakıyordu. Karşısında durduğu adam başını yavaş yavaş salladı.

''Onun bu hayatta değerli kalan bir davası birde kızı vardı. Onlara sahip çık ung kralı!'' dedi. Aleon bir süre öylece dikilip kaldı. Daha sonra başını öne doğru eğdi.

''Kızına babalık yapmamı mı istiyorsunuz benden?'' dedi. Denle derin bir nefes aldı.
''Ona baba olacaksan babalık yap! Ağabey olacaksan onu yap, amca ol ne olursan ol ama ona aile olabileceğini düşünüyorum. Marinoe'nin bu gün huzurlu olmasını istiyorsan ardında kalan iki şeye sahip çık!'' dedi. Kalkıp gitmişti. Aleon'u kafasında soru işaretleri ve içini yakan bir ateşle baş başa bırakmıştı.

...

Yola çıkılmak üzere Akela kadınları geçitleri açmaya başlamıştı. Kuwala dikilmiş kızlara komut veren Güneş'in Kızına doğru yürüken botlarını saran zincirden yapılma tokalar şıkırdıyordu sessiz koridorda. Avluya adım attığında Güneş'in Kızı dönüp onu selamladı. Kuwala ona doğru yavaş adımlarla yaklaşmıştı. Daki ile odaya kapanıp kafasını toplamak ona iyi gelmişti. Güneş'in Kızı'nın selamını aldı ve gülümsedi. Dikildiği basamakları yavaşça indi.

''Dinlenmişsiniz Efendi Kuwala!'' demişti Güneş'in Kızı. Kuwala sessizce onu izledi. Ve yanına doğru yürürken konuşmaya başlamıştı.

''Çok kan döküldü ve ne kadar önüne geçmeye çabalasamda dökülmeye devam edecek.'' demişti. Güneş'in Kızı ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kuwala ise geçitleri hazırlayan kızlara dikti gözlerini. 
''Daki bir defasında bana bir savaş başladığında ondan kaçınamıyorsak ya öldürmemiz ya da ölmemiz gerektiği için olduğunu söylemişti. İkisinide çok defa yaşamış gibi hissediyorum. Sen?'' demişti. Güneş'in Kızı katlettiği ailesini ve öldürdüğü onlarca insanı düşündü.
''Çok kişiyi bende öldürdüm efendim.'' demişti. Kuwala bunu duyunca ona doğru döndü. Ellerini arkasında birleştirmişti.
''Kaç defa öldün peki?'' dedi. Güneş'in Kızı ölümden geri dönüş olduğunu düşünmüyordu. Başını öne doğru eğdi.
''Sanırım hiç ölmedim.'' dedi. Kuwala başını yavaşça salladı.
''Madem henüz ölmedin, senden ölmeni ve beni d eo ölüler diyarına götürmeni istediğimde kabul eder misin?'' demişti. Güneş'in Kızı ve etrafta ki Akela kadınları buz gibi bir ifade ile ona bakıp kalmıştı. Kuwala ise oldukça sakin bir tebessüm ile gülümseyerek geçitlere çevirdi gözünü.
''Ordularımızı onun orduları ile bu dünyada savaşamaz. Onun dünyasına gitmek istiyorum.'' demişti. Ölüm ve yaşam arasında bir kapı açmak sadece tanrılara verilebilecek bir yetenekti. Güneş'in Kızı kutsanmışlığını biliyordu. Ancak bir tanrı gibi ölümle yaşam arasıan kapı açabilecek kimseyi tanımıyordu. Kuwala sakince onun düşündüklerini biliyor gibi elini cebine soktu. Dörde katlanmış kitap sayfasını ona doğru uzattı.
''Yaptılar! Bunu yazdılar da... Bunu başaracak kişiler bul! Ya da başar. Beni ve orduları bu dünyadan o tarafa geçirmen gerekecek. Bunu yapabilir misin?'' demişti. Güneş'in Kızı uzatılan kağıdı aldı. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Kağıdı açıp bir süre baktı. Gözleri yazıları ve işaretleri takip etti.
''Bilmiyorum Rahom Kuwala! Bu denenmeyecek kadar tehlikeli...''
''İnan bana bu tarafa geleceklerin yanında hiç tehlikeli kalmaz. Eğer tanrılar kurban isterse bunu ver.'' demişti. Güneş'in Kızı ona bakıp kalmıştı. Kağıtta insan kurbanlardan söz ediliyor ve Rahom ona kurban verebileceğini söylemişti. Dudaklarının kuruduğunu ve boğazının şiştiğini hissetti.
''Gözlerin doluyor!'' demişti Kuwala ona bakıp. Güneş'in Kızı süzülen gözyaşını nazikçe sildi.
''İnsanları öldürmek...''
''Senin için zor olmayacak. Kendi kanından olanı katlettin. Bunu Fohara'nın gözlerinden izledim.'' diye cümleyi devam ettirdi Kuwala. Ellerini tekrar arkasında birleştirdi.
''Ya ölürsün ya öldürürsün. Bu savaştan hiç birimiz kaçamadık değil mi? İnan senin kadar mutlu olamıyorum bunu söylerken.'' dedi. Geldiği yoldan geri dönerken Güneş'in Kızı elinde kağıt parçası ile öylece kalmıştı.

...

Ordular geçiş yapmak için açılan kapılardan gelecek olan komutanlarını bekliyordu. Kısa ama bu anlamsız gibi gelen konuşmalar Kuwala'nın karşılaştığı düşmanını yenmek için tasarladığı her planın ayrıntısını gizliyordu. Bir çok kişi onun planından habersiz bırakılacaktı. Gece uzandığı yerden onu izleyen Daki'ye döndü. Yazdığı mektubu mühürledi ve ona uzattı. Daki yattığı yerden doğruldu.
''Kaç tane lazım?'' demişti. Bu mektuplardan daha kaç tane yazması gerektiğini düşünüyordu. Kuwala geri masaya döndü. Eline divitini aldı.
''Eğer gördüklerim doğru değilse onun tam tersinde gidiyro herşey. Marinoe'nin daha erken ölmesi gerekirdi. Ama onun kaderine müdahale edildi. Bunun kaynağı o. Ve onun bir daha benim gördüklerimi görmemesi gerekiyor. Yapabileceğim tek şey herkesin gerektiği anda planın parçasından haberi olması.'' dedi. Daki mektubu bir ipek zarfın içine yerleştirdi. Diğer zarfların arasına bıraktı.

''Bu süreç içinde onun ordusunu güçlendirmesin diye herkesin kılıcını kınına sokması gerekiyor. Buna Seronlarad dahil.'' dedi. Daki ayağ akalkıp onun arkasına geldi. Ellerini omuzların koyup yazdığı mektuba baktı.
''Nasıl yapacaksın bunu? Karşında ateşi metalle yöneten ve birçok makinesi olan bir ordu var.'' dedi. Kuwala omuzlarında ki ellerin sıcaklığı ile gülümsedi.
''Gerekirse güç gösterisi yapacağım. Sadece Kraliçeye karşı muhalif bir grubu bulmamız gerek.'' dedi. Daki bunu duyunca duraksadı.
''Sanırım bir tane biliyorum. Ama pek hoşuna gitmeyecek.'' dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Otuz İkinci Bölüm

Pişmanlıklar

 

Kuwala karşısında duran şehre baktı. Durdukları tepenin ardı düzlüktü. Ezilmiş kardan oluşmuş çamurlu geniş patikanın sonunda şehrin büyük tahta kapıları vardı. Surlara dizilmiş nöbetçiler ufak birer karınca gibi gözüküyordu. Sert esen son kışın kuzey rüzgarları şehrin çirkin kokusunu taşıyordu. Orduyu buraya kadar yürütmişlerdi. Sol tarafında ondan bir adım geride dikilen bakren ordusu komutanları ve Grave vardı. Sağ tarafında hemen yanı başında duran Daki ve onun bir adım gerisinde duran Ung Kralı Aleon ile komutanlar vardı. Ordu arkada sessizce kampını kurmuştu. Şehri ile aralarında bu ufak  tepe vardı.

''Geldik!'' demişlerdi. Marinoe öleli dört ay olmuş ve ordu sessizce ilerlemişti. Üç ayrı koldan tam olarak bir gece önce burada bir araya gelmişlerdi. Kuwala bu süre içinde Daki ile beraber ufak bir Kuzeyli ordusu edinmiş ve onlarla gelmişlerdi. Ordu köylerden ve kasabalardan toplanmış insanlardan oluşuyordu. Her biri savaşmak istediklerini söylemişlerdi. Melez Piç tamamen yönetimi eline almış ve ortalama üç aydır şehrin kapıları kimseye açılmaz olmuştu. Kuwala gözlerini kıstı. Orada yükselen sivri uçlu ve buzdan kulele riçinden onu izleyen Melez Piç'i görecekmiş gibi baktı. Onu gördüğünde ne yapacaktı bilmiyordu. Ona karşı zayıf ve güçsüz kalıyordu. Onu yenebilecek kadar yetenekli olduğunu sanmıyordu. Ama savaşmaktan vazgeçemezdi. Yine öldürmüşlerdi. Yine katletmişlerdi. Ama mecburlardı. Savaşı öldürmeden yenebileceklerini bilmiyorlardı.

''Hissediyor musun?'' demişti Daki ona göz ucu ile bakıp. Kuwala gözlerini açtı ve gökyüzünün griliği gözlerinde belirdi.

''Ölümü hissetmeyen yoktur sanırım Daki. Fakat ben onlardan daha çok korkuyorum.'' dedi. Esen rüzgar cübbesinin eteklerini savuruyordu. Yürümekten haşat olmuş deriden botlarını bağlayan kayışlar gerildi. Bir süre daha soğuk son rüzgarları hissetti. Arkaya doğru bakıp orduyu gördü. Güven veren kalabalığa güvenip derin bri nefes aldı. Onu takip eden komutan ve efendilere döndürdü başını. Hepsini tek tek görmek için bri süre göz göze geldi. Beyaz saçları arkaya doğru toplanmış bir kurdele ile ensesinden toplanmıştı.  Ağır deriden zırhının altında gri cübbesi salınıyor botları çamura batmaktan artık daha ağır durumdaydı.

''Bu gün değil ama yarın bir çoğumuz burada olamayacağız! Bunu bilmenize rağmen adıma dım Kuzey topraklarında gezip benimle buraya kadar geldiniz. Şu andan itibaren gidecek olan kimseye ne kırılır ne suçlarım. Sadece şu zaman kadar teşekkür edebilirim.'' masay abaktı. Çoktan ana çadıra dönmüşlerdi. Çzilmiş Kristal Şehir planında ince uzun parmaklarını dolandırdı ve sarayın olduğu yerde durdu. ''Sizleri bekleyen aileleriniz, halkınız var. Gitmek isterseniz ordularınızı alıp gidebilirsiniz.'' demişti. Gözlerini Aleon'a dikti. Aleon ona kaşlarını çatmış bakıyordu. Ondan gitmesini mi istiyordu? Bunu neden isteyeceğini bilemedi Aleon. Masaya doğru bir adım yakşaltı. Ustunda ışıl ışıl parlayan bir Ung zırhı vardı. Metalini hiçbir ok, mızrak ya da kılıç delip göğsüne ulaşamayacak kadar kalındı. Ağırlığı ve zincirleri ile daha bri heybetli durmuştu Aleon. Hala Marinoe'nin acısı ile kıvranıyordu ama sertleşmişti yüzü ve yüreği. Kuwala ona bakmaya devam etti.
''Gitmemi mi istiyorsun?'' Aleon bunu söylerken sesi çadırı yalayıp geçen rüzgardan daha soğuktu. Kaşları iyice çatıldı kara gözleri gölgenin altında kaldı.
''Gitmeni istemiyroum. Hayatta kalman gerektiğini düşündüm. Daha doğrusu düşündük.'' dedi ve yanında dikilen Daki'ye baktı. Daki bu fikrin babasıydı. Ağabeyinin yaşaması ve ung krallığına sahip çıkmasını istiyordu. Eğer ikiside aynı yerde ölürse krallık yağmalanır ve başsız bir beden gibi çürüyüp giderdi.
''Sizinle buraya kadar geldikten sonra neden beni intikamımdan uzak tutmaya çabalıyorsunuz?'' Bu sözleri söylediğinde masada yanan mumlar adeta titremişti. Kuwala onun Marinoe'nin intikamını almak için kendi canını tehlikeye atacağını tahmin ettiği ve planları alt üst edeceğinden korktuğu için geri UngurPan'a göndermek istiyordu. Güneş'in Kızı oturduğu yerden onlara baktı.
''Sadece senin intikamın değil. Gözetimim altında bir askerim öldü ve arkadaşımı koruyamadım. O benim içinde bir kan davası. Seni göndermek için başka sebepleri vardır. '' demişti. Son aylarda Güneş'in Kızı ve Aleon'un arasında sürtüşmeler başlamıştı. Güneş'in Kızı ile sıksık ikisini kavga ederken görüyorlardı. Bu sürtüşme iki güçlü ordunun birlik ve düzen içinde yürümesine engeldi.

''Başka bir sebep mi?'' hışımıyla Güneş'in Kızı'na döndü.
''yok mu?'' Sorgulayıcı ses ile Güneş'in kızı Kuwala ve Daki'ye bakıyordu. Kuwala kalabalık çadırda ikisinind ekavga etmesi ile uğraşamayacaktı. Gözlerini kısıp ellerini arkada birleştirdi.

''bir kralın ölümü bri krallığın ölümü olacaktır. Aynı şey senin içinde geçerli. Sen ölürsen Akela diye bir gerçeklik kalmayacak.  Seronlar yağmalama ve talan işinde başarılı olduğunu geçtiğimiz şehri ve kasabalarda gösterdi.  Eğer Akela ve UngurPan başsız kalırsa burada savaşı kaybedersek Malez Piç her şeyi kazanacak. Marinoe gibi binlerce ruha acı ve işkence edecek. İkinizinde sorununu sizlere söyleyeyim. Her şeyi özel olarak algılıyorsunuz. Marinoe'yi öldürmesinin temel amacı bizleri kışkırtmaktı.'' deirn bri sessizlik oldu. O günden bu yana Kuwala ilk defa Mairnoe hakkında ölmüş olarak konuşuyordu. Sessilik ölümü davet edecek kadar derindi. Kuwala'nın adem elması aşağı yukarı hareket etti. Yutkunmaya çabalamıştı. Ama bu kuruluk bütün ağzını sarıyordu. Ölümden söz etmek onu korkutuyordu. Birilerinin ölecek olması onu korkuya sürüklüyordu. Özelliklede yanında dikilen ve varlığı ile ona güç veren adamın ölecek olmasından korkuyordu. Hiç biri tanrılar tarafından kutsal olarak görülmüyor ve ölümsüz değildi. Bir kılıcın kalkıp inmesi kadar kolay ölebilirlerdi.
''Marinoe gibi binlercesini kurtarmak için savaşıyoruz. Bunu anlamaz ve harekete geçtiğimizde kendi bencil intikamınız için koşarsanız kaybederiz. Ve bende birilerini kayetmekten ölümünü görmekten yoruldum. Yarın gün doğduğunda eğe rhala bencil şekilde intikam için koşuyor olursanız... Gidin!'' dedi. Ordunun yarıdan fazlası demekti Unglar ve Akela Kadınları. Kuwala onları gönderirse hükmen malup olarak başlayacaktı. Ve onlar giderse surlara yaklaşamadan bir çok kişi ölmüş olacaktı. Bunu göze alarak konuştuğunun farkında olacak kadar zeki bir liderdi. 
Bunu göze alırken karşısında bulunan kişilerin davranışlarını iyi gözlemlemişti. Kendi çadırına geçtiğinde Grave ve Cohin ile Daki'de ona eşlik etmişti. Üşüyordu. Sert esen bu son kış rüzgarları onu ürpertiyordu. Daki hiç vakit kaybetmeden ocağın üstüne birkaç odun daha attı. İskemleye oturan Kuwala'nın üstüne bir pardüsü daha verdi. Kuwala titreyip burnuan kadar pardüsüye sarıldı. Cohin ise hemen onun karşısındaki iskemleye oturdu. Daha kordineli bir ordu oluşmuştu. Çadırlar tehcizat ve eğitimler. Kuzey ordusu ve güney ordusu birlik içinde hareket ediyordu.

''Kral Aleon giderse ordunun yarısı onunla gidecek. Efendi Daki'ye itaat eden beş yüz kadar adam kalır en fazla. Güneş'in Kızı ise gurur yapıp ayrılırsa onunla bütün Akela kadınları döner.'' demişti. Kuwala ona gri gözleirni dikti. Endişeli adama gülümsedi yüzünden pardüsünün ucunu çekip.

''Hiç bir yere gitmeyecekler. Ikiside bu savaşta nedne olduklarını biliyor. Marinoe'nin kanın peşine düşerek gerçek amaçlarını unutmayacak kadar akıllıdırlar.'' dedi. Bakışları ona sıcak çay hazırlayan Daki'ye kaydı. Onu izlemeye bayılıyordu. Arkası dönük olmasına rağmen yüzündeki tebessümü hissediyordu.

''Yanılıyor muyum Daki?'' demişti. Daki omzu üstünden ona baktı. Gülümsüyordu gerçektende. Yeşil gözleri ışıldıyordu.
''Yanıldığını sanmıyorum. Aleon burayı bırakıp gidecek kadar kibirli değil. Ve Akela Kraliçesi ona meydan bırakacak kadar aptal değil.'' demişti. Kuwala gülümsedi. Elinde sıcak bir çayla gelen adamın oturması için uzanıp bir iskemleyi yamacıan doğru çekti. Grave ise kendine sandalye alıp çoktan ocağın yanına oturmuştu.
''Duyduklarım doğru mu Efendi Rahom?'' demişti Grave konuyu hızla değiştirerek. Kuwala ona bakıyordu. Metal kabın sıcaklığında ellerini ısıtırken. Grave onun meraklı gözlerinden gözlerini kaçırmadı.
''Bir kurt sürüsü ile gelmişsiniz buraya!'' demişti. Kuwala çekinmeden başını salladı. Ayezi ve Fohara'nın izinden kurt sürüsüne ulaşmıştı. Onları peşien takmıştı. Kantou ona sürünün Fohara'yı boğmaya yelteneceğini söylemesine rağmen buna devam etmişti. Fohara onları hep uzaktan izlemiş ve Beyaz Kurt sürüsü ise Ayezi ve Kuwala'nın izinden gitmişti. Sürü kampa yarım saatlik uzaktaki tepenin ardındaydı. Şehre Kuwala emir vermeden yaklaşmayacaktı.
''Doğru. Ancak güvendesiniz. Kara Kurtlar buraya adım atmadığı sürece saldırmayacaklar.'' dedi. Grave derin bri nefes aldı.
''Onlar mistik varlıklar. Onların birisi bile Melez Piç'ine lien geçerse sonumuz olabilir.'' dedi. Kuwala böyel düşünmüyordu. Hepsi mistik değildi. Alfalar dışında diğerleri sıradan kurtlardı. Alfaları güçlü yapanda yetenekleriydi. Kuwala sürünün alfasını sevmemişti. Kendini beğenmiş ve kibirli bir alfaydı. Ayezi'ye kafa tutacak kadar kendine güveniyordu. Ayezi onu ciddiye almadığı için meydan okumaları askıda kalan Alfa Rahomu takip etmenin kutsal görev olduğunu düşündüğü için sürüyü getirmişti. Daki kollarını göğsünde birleştirip bacak bacak üstüne attı.
''Eğer beyaz kurtlardan birisi olursa Ayezi onu yakalayıp ruhunu yiyecektir. Bir sorun olmayacağıjndan eminim. Sorun olsaydı şu an akadar üç kayıp verdiler. Boğuşmalarda ölenleri Ayezi yedi.'' dedi. Grave hala olanlara pek alışamamıştı. Kuwala ile Daki arasında dostluğun fazla samimi olduğunu görmüştü. Ama hala onları sıradan iki arkadaş olarak görmekte ısrar ediyordu. Sohbeti bölen şey Muhon Asha'nın bri küfürle çadıra dalması olmuştu. At pisliğine bastığı botunu kapının eşiğinde sürüyerek sağlam bir küfür sallamıştı.

''Gidip şu herifin boğazını keselim ve bu iş bitsin. Daha neyi bekliyoruz?'' dediğinde hepsi dönüp ona bakmıştı. Muhon Asha sormadan hızla bri sandalye çekti ve oturdu. Cevap bekler gibi herkesin yüzüen baktı. Sohbeti yarıda kesmiş olabileceğini fark edip bir öksürükle boğazını temizledi.
''Önemli bri şey mi konuşuluyordu?'' dedi. Grave ile Muhon Asha hala anlaşamıyordu. Aralarında profesyonel bri ilişki vardı ama samimi olamıyorlardı.
''Önemliydi. Senin bastığın atın boku kadar önemli olmasada...'' demişti Grave. Muhon Asha dişleirni gıcırdattı. Kuwala ikisinin dalaşmasını çekemezdi. Derken çadırın perdesi tekrar aralandı ve içeriye  Çavuş girdi. Çavuş oluşan sessizliğe bakıp olduğu yerde durdu.

''Yanlış bri zamnada mı geldim efendim?'' demişti. Kuwala tebessümle ona bakıp eliyle davet etti onu boş son üç sandalyeden birine. Çavuş çekinerek yaklaşıp Grave'in yamacına oturdu. Daki huzursuzca oluşan kalabalığa bakmıştı. Başını öne doğru eğdi. Uzun süredir Kuwala ile yan yana biel yatamamışlardı. Sürü ve açık alan onları ayrı ayrı yatmaya zorlamıştı. Kuwala onun hzuursuzluğunu anlıyordu. Ama komutanları kapı dışarı etme lüksüne sahip değildi. Cohin hemen efendisi Daki'nin yüzünden anlamıştı neler olduğunu. Muhon Asha sinsice güldü.
''Daki yorgun musun?'' demişti. Daki başını kaldıırp ona baktı.
''Sayılır.'' dedi. Muhon Asha gülümsemesini silemeden konuşmaya devam etti.
''Kuwala ile konuşacakların vardır biz çıkalım mı?'' demişti. Kuwala bir an için gözlerini ayırıp kalmıştı. Muhon Asha'nın bildiği bu durumu sürekli sinsice gülerek belirtmesi rahatsızlık veriyordu ona. Gözleirni irice açtı. Kaşları yukarı doğru kıvrılmıştı.
''Sorun değil ilerleyen saatlerde konuşuruz biz.'' diye cevap vermişti Daki. Kuwala karşısında oturan Cohin'e bakmıştı. Cohin yumuşak bri gülümseme ile ona bakıyordu. Bir anda ayaklandı. Giden ilk kişi olmak onun için sorun olmayacaktı.
''İyi uykular efendiler.'' dedi çıktı. Sonrasında çabuk boşalmıştı etraf. Bir tek Muhon Asha kalmıştı. Daki onu umursmaayıp elini uzatıp Kuwala'nın belien sardı. Muhon asha elindeki çakısı ile tırnaklarını temizlemekle meşguldü.
''Ne zaman evleneceksin?'' demişti Daki. Muhon asha işi ile meşgulken konuşmaya başladı.
''Savaş bitince evlilik teklifimi kabul edecekmiş.''
''Önden dönmeyi düşündün mü?''
''Bu onursuzluk olur Daki! Bir komutan olarak ben bunu yapamam. Bir general olarak ordumu da arkada bırakamam.''
''Onu ve oğlunu arkanda rahatça bırakabiliyorsun ama.'' Kuwala hiç beklenmedik bir anda çıkış yapmıştı. Grave şaşkınlık ile başını kaldırdı. Kuwala'ya öylece bakıyordu. Kuwala derin bir iç çekti. Omuzları düşmüştü.
''Arkada bırakılmak nasıl hisseder bunu biliyorum.''
''Ama onlar güvende!'' Daki birden konuşmaya başlamıştı. Gözleri yere dikili halde konuşuyordu.
''Onlar Aleon'un hükümdarlığı altında olan UngurPan'da güvende!'' diye devam etti. Aklına Kuwala2yı o evde tek başına bıraktığı an gelmişti. Sözleri bitince bir ölüm sessizliği başladı. Nefes alışları duyuluyordu. Kuwala kıvranır gibi bir kaç defa kımıldandı. Söyleyecekleri çoktu ama konuşmak istediği tek adam yanında oturan Daki dışında kimse değildi. Muhon Asha bir süre sonra  ayaklanmıştı. Onları yanlız bırakmak için hepsi yavaş yavaş çekip gitmeye devam etti. Yalnız kaldıklarında Kuwala derin bir sessizliğe gömüldü. Daki ile onca konuşacağı şey varken bu sessizliğin nedenini bulamıyordu. Bir süre göz göze kaldılar. Daki daha fazla dayanamadı. Konuşmak için karşısına oturdu. Ellerini uzatıp Kuwala'nın ellerinin üzerine koydu.
''Böyle bakma bana!''
''Rahatsız mı oluyorsun?'' cevap vermek için doğru kelimeleri bulamayıp aklına estiğince konuşmaya başlamıştı Kuwala.
''Hayır!'' Öne doğru eğilip yorgun gri gözlerde kendi yansımasını aradı.
''Beni hiç tanımıyormuşsun gibi hissediyorum. O sakin yüzünün ardında kopan kıyametleri biliyorum. Senin bakışlarının ardında yatan her şeyi görüyorum. Ama sen bunu benden saklar gibi bakıyorsun.'' demişti. Kuwala onun yeşil gözlerine kitlenip kalmıştı. Ellerini tutan sıcak ellerin sertliği ile irkilene kadar bakmaya devam etti.
''Yoruldun. Savaşmaktan, kaçmaktan ve kovalamaktan çok yoruldun. Etrafına bak kimse yok. Böyle ifadesiz ve sakin kalmak zorunda değilsin benimleyken. Benden bir şeyleri saklamak zorunda değilsin. Sadece kendini bırak.'' demişti. Kuwala bir anda omuzlarını düşürdü. Gözleri doldu. Çenesi titriyordu. Üşüdüğü için değildi. Titreyen çenesinden soğuk gözyaşları Daki'nin sıcak ellerine damlamaya başlamıştı. Yorulmuştu ama dik durmak zorundaydı. Lider olmak bunu gerektiriyordu. İstemeden geldiği bu konumda dimdik ve duygusuz olmalıydı. Sevdiği adama karşı bile dimdik durmalıydı. Başını öne doğru eğdi. Gözyaşları daha hızlı akıyordu. Kamburlaşan sırtı sarsıldı. Hıçkırıklar devamlı arttı. Öyle ne kadar ağladığını hatırlamıyordu tek hatırladığı o gece Daki'ye doğru sokulup onun göğsünde bulduğu boşlukta bütün bu dünyanın yükünden kaçmak için yeterli olan o alanda uyukuya yenik düştüğüydü. Uyandığında hala Daki'nin nefesini hissediyor olmak onu rahatlatmıştı. Ölüme ve yokoluşa bu kadar yakın olduğunu bilirken önemsediği birisinin nefesini hissetmek... Onun için yaşamın temel kaynağı olmuştu. Hiç kımıldamadı. Kalp atışını dinledi Daki'nin. Ara ara göğsünden gelen hırıltıyı... bazen dudakların aralayıp kapatırken çıkardı o zayıf ama yaşam dolu sesi dinledi. Ta ki saçları arasında kalın ve sert parmakları hissedene kadar. O zaman kımıldandı. Başını kaldırıp yeni açılmış gözlere tekrar dikti gözlerini.
''Uyandırdım mı?'' demişti Daki. Henüz boğazını temizleyememişti. Sesi hırıltılı çıkmıştı.  
''Uyanıktım.'' dedi. Daki bunu duyduğunda onu kolları arasına alıp günaydın demek için tutkuyla öpmüştü. Bir süreliğine olsun herşeyden uzaklaşmış hissediyorlardı.

Öğlen saatlerine kadar kamp durgun ve sessizdi. Öğlen ise Aleon demir zırhının şıkırtısı ile Kuwala'nın çadırının önünde belirmişti. Içeride sadece Kuwala olduğunu bildiği için rahatlıkla girdi. Kuwala sessizce oturmuş haritaya dikmişti gözlerini. Düşünüyordu. Aleon oan doğru sokulup Kristal şehrin doğu yakasında ki surun dış kısmıan parmağını koydu.
"Onu burada bulmuşlar. Yarı canlı. Bedeni çıırlçıplak ve paramparça." Kuwala birden irkilip kalmıştı. Şehrin haritasında ki eldivenli ele sonra elin sahibine baktı.
''Peki kararın ne?" demişti. Konuşma kısa sürecekti.
"Ne mi?" Aleon bu cevabın ardından karşıda bulunan sandalyeye oturdu.
"Kaçmayacağım! Burada kalıp seninle savaşıp vermiş olduğum sözü tutacağım.'' demişti. Kuwala beklediği cevabı almış olmaktan tatmiş olmuş halde tebessüm etmişti. Gri gözleri tekrar Aleon'a dikilmişti. Eli nazikçe çenesine dayanmıştı.
"Dün gece seni çok iyi anladım. Sadece bir süreliğine olsun Daki'yi kaybettiğimi düşündüm. Bu bile beni ölümden beter hale getirdi. İntikamını alacaksın ama daha fazla kimseyi kaybetmeden.'' demişti. Aleon sessizdi. Onu dinlemiş ve başını sallamıştı. Kuwala ile uzun konuşmaları sevmiyordu. Onun Daki hakkında konuşmasınıda sevmiyordu. Alışamıyordu kardeşinin bir adamla birlikte olmasına. Gözü yatağa kaydı. Ikisinin bir yatakta yatıyor olması ve sevişiyor olması garipti. Ve tekrar Kuwala'ya baktı. Sadece ona bakıyordu. Ikisini bir arada düşünmeden Kuwala'ya baktığında bir lider ve bir Rahom görüyordu. Daki'yi düşündüğünde kardeşi hala aynıydı. Seron başkentindeki tüller içinde ki erkek fahişelerden farklı sıradan iki adam görüyordu. Dudakları yukarı kıvrıldı ve kaşları çatıldı.
''Sözümden dönmeyeceğim. Gitmeyeceğim ve burada kalıp bu zaferi tek başına kazanmadığından emin olacağım.'' demişti. Ayaklandı. Kuwala onun bu tavrını tanımıştı. Aleon'un duygularını dışa vurşu Daki kadar başarı değildi. Ama Kuwala alışmıştı. Onun ne anlatmak itediğini anlayınca başını yavaş yavaş salladı ve çıkması için müsaade etti.

Saatler öyle uzun geliyordu ki kamptaki askerlere. Karşılıklı süren bu sessizliğin sebebini iki tarafta bilmiyordu. Kuwala ordunun baş kumandanı olarak yer alıyordu. O emir verene kadar hiç kimse ordusunu oynatamazdı. O süre içinde bu bekleyiş sürecekti. Aleon'dan hemen sonra güneş'in Kızıda gelmiş ve kalacağını bildirip Kuwala'ya konuşma fırsatı vermeden hışmı ile çıkmıştı. Kuwala şehrin haritasına bakıyordu saatlerdir. Akela kadınlarının çzidiği bu harita sadece yerleşimi göstermiyor tünneleri ve lağım kanallarınıda gösteriyordu. Şehrin altı ve üstü karşısındaydı. Savaşmak için doğru yöntemi bulmuştu. Ama oraya tek başına girecek kadar güçlü hissetmiyordu. Son günlerde rüyasında sürekli olarak ölüm habercileri görüyordu. Onu ya da çevresindekilerin haberini taşıyan bu habercilerden korkuyordu. Londaga'nın gücünü hissedemiyordu.

''Pes mi edeceksin?'' zihninde yayılan sesle ürpermişti. Bu tanıdık çatlamış ses ve o ürperti ile sarsıldı. Etrafıan baktı. Melez Piç onun zihnindeydi.
''Pes edecek olsam o gün Darta Tapınağından aksi yöne giderdim.'' dedi. Melez Piç'in kısık kahkahasını duydu.
''Kimsenin ölmemesi için o haritanın yeterli olacağına inanıyorsan ona saatlerce ve hatta günlerce bak. Ama eline bri şey geçmeyecek. Sana göstermek istediğim bri şey var!'' demişti. Kuwala birden bedenini buz gibi hissetti. Gözleri karardı. Tekrar ışığı gördüğünde surların ardındaydı. Karşısında şehrin tepeden görüntüsü vardı. Binlerce insan... ama öylece hareketsiz duruyordu.
''Görüyor musun?'' omzuan dokunan elin soğukluğu ile ürperdi. Kulağına üflenen nefes onu kaskatı kesmişti.
''Senin adamlarıan gerek kalmadı. Onlarda savaşacak.'' demişti. Kuwala'yı durduğu camdan aşağı doğru itekledi. Aşağıya doğru yaklaştıkça ölü bedenleirn boş gözleirni görüyordu. Bir çığlık attı ve gözleirni açıp oturduğu yerden fırladı. Çığlığına içeri askerler gelmişti. Elleri titriyor ve kalbi çok hızlı çarpıyordu. Ona seslenen askerleri umursamadan çadırdan fırladı.
''Daki!'' diye bağırıyordu. Avazı çıktığınca bağırıp yolunu kaybetmiş gibi çadırlar arasında dolanıyordu. Eli göğsündeydi. Kalbini sakinleştiremiyordu. Sesi kısılana kadar yükseltti. Yolunu kesen Ayezi'yi bile görmezden gelip bağırmaya devam etmişti. Şehir surlarıan doğru yürüken koluan yapışan bir el onu durdurdu. Daki soluk soluğa onu yakalamıştı. Kuwala onu gördüğünde şaşkınlıkla bir kaç saniye durdu. Titreyen eli ilerideki surları gösterdi.
''Hepsini öldürmüş.'' dedi. Kelimeler titrek sesi kısıktı.
''Binlerce insan, onlarca çocuk... Hepsini öldürmüş!'' dedi. Daki ona bakıp kalmıştı. Elin işaret ettiği sur kapısına çevirdi başını. Bütün komutanlar onlara yetişmişti. Güneş'in Kızı oraya doğru yürüdü.
''Neler oluyor?'' demişti. Onun hareketinden cesaret bulan kendini yanlarıan attı.
''Herkesi öldürmüş. Hepsini birer ipli kukla gibi kendine asker yapmış.'' Kuwala hala şok içinde konuşuyordu. Konuşurken bedeni buz gibi bir soğuk saçıyordu.
''Ne yaparsam yapayım her şeyi görecek. O zihnimin içinde...'' demişti. Daki elinin donmaya başladığını hisseidnce Kuwala'nın kolunu bıraktı. Kuwala üstündeki kaftanı çıkarıp attı. Kollarını yukarıya doğru sıyırmaya başlamıştı.

''Onu bulup öldüreceğim. Şu an! Daha fazla beklemeyeceğim.'' demişti. Bir tuzağa gittiğinin farkında olmayan bri tek oydu. Daki'nin dudaklarının kımıldadığını gördü ama sert rüzgar kulaklarında çığlık çığlığa dolaşıyordu. Onu duymuyordu. Daki'nin geriye doğru savrulduğunu fark etti. Kimseyi görmüyordu. Adım attıkça toprağın buz kestiğini görüyordu. O surlara doğru yürürken okların parlak ucu grileşmiş güneş ışığı altında parlıyordu. Bal rengi bir çift göz ona bakıyor ve kırmızı dudaklar yukarı kıvrılmıştı. Seron arması taşıyan zırhın altındaki geniş omuzlar geriye doğru atılmıştı. Arkaya doğru toplanmış saçlar esen soğuk rüzgarda daha fazla geriye doğru yapışıyordu.
''İşaretimle...'' demişti. Askerler gözlerini bile kırpmadan sura doğru yüreyen yürürken buz gibi rüzgarı taşıyan Rahoma dikmişlerdi gözleirni. Arkada kalanlar oan yetişmeye çabalasada rüzgar onları geriye doğru itiyordu.
''Hazır...'' birden eli havada kaldı. Koşan üç kurt görmüştü. Ve birden Rahomu önünü kesmişlerdi. Üç kurttan birisi çok iriydi. Beyaz kürkleri diken diken olmuştu. Ayezi dişleirni bilemiş hırlıyordu. Alfa ve Fohara ise onun iki yanıan geçmişti. Kuwala durmuştu bri an için. Sırtı kamburlaşmış ve bir çığlık atmıştı. Kulakları sağır eden bu çığlık  Ayezi dışında herkesi rahatsız etmiş ve okçuların elleri titremeye başlamıştı. Fohara ve alfa kulaklarını indirip kuyruklarını bacakları arkasıan sıkıştırmışlardı. Inleyip geriye doğru adım atarken Ayezi ona doğru gelen Rahomun karşısında duruyordu. Sert esen rüzgar kürkünü okşayıp geçiyordu onun için.
''Nişan alın!'' Seron komutanın çığlığı rüzgarda dağılıp gitmişti.
Ayezi bir hamle ile atılıp Kuwala'yı sırt üstü yere çakmıştı. Onu yerde bir süre hırpaladı. Hırıltısı dindiğinde rüzgarda dinmişti. Kuwala öylece yerde yatmış gri duran gökyüzüne bakıyordu. Ayezi ise hemen yanıan oturmuştu. Bir pençesi hala Kuwala'nın göğsündeydi. Fohara ise bri hırıltı ile okçulara doğru dönmüştü. Bri kaç saniye sonra sur üstünde ardı aradıan çığlıklar koptu. Başları kopan bedneler surdan aşağı düşmeye başlamıştı.

Cohin şaşkınlıkla olayı izlerken yanından geçen Kantou'yu fark etti. Kantou sakin adımlarla oraya doğru yaklaşıyordu. Fohara saygı ile başını eğmişti. Alfa ise ona sırtını dönmüştü.
''Geri dönün!'' demişti. Fohara ve alfa bunu duyunca hızla uzaklaşmaya başlamıştı. Kantou adımlarını durdurduğunda Kuwala'nın baş ucuna varmıştı. Ayezi pençesini o zaman çekti. Kantou ona bir süre baktı ve elini uzattı. Kuwala oturur konuma gelince karşısında çömelip onunla aynı hizaya geldi. Bir süre ona baktı ve sert bri tokatı suratının ortasına yapıştırdı. Kuwala öylece ona bakıp kalmıştı.
''Zihnen hazır olmadığı için Ung kralı ve Akela Kraliçesini gönderme kararı alan sen Kuzey lideri şu haline bak!'' demişti. Kuwala elini yzüüen sürdü. Burnundan akan kan beyaz teninde ışıldırıyordu.
''Bir piç senin zihninle dalga geçip seni ölüme çekebiliyorsa bu orduların başında olmayı hak etmiyorsun.'' demişti. Kuwala gri gözlerini ona dikip kaldı. Kantou kuşağından bir mendil çıkarıp ona uzattı.
''Haddimi aşmak istemem efendi Kuwala ama bir savaştayız. Ölenler, yaralananlar olacak. Herkes bri şeyler kaybedecek. Ne kadar az kaybeden olursa o kazanacak. Seni kaybetmek savaşı kaybetmektir.'' dedi. Kuwala öylece kalmıştı. Kantou ayağa kalktı. Surlara dikti gözlerini.
''Kimseyi öldürmedi. Dün gece arka kapıdan Seron briliklerini içeri aldı. Henüz savaşacak kadar güçlü değil. Sen olduğun sürecede asla olmayacak.'' demişti. Ayezi'ye dönüp başını öne doğru eğdi.
''Onu koruduğunuz için çok teşekkür ederim Efendi Ayezi.'' demişti. Komutanlarda derin bir sessizlik vardı. Kuwala onun gitmesi ile ayağ akalktı. Mendille burnundana kan kanı silip arkasını döndü. Şaşkınlık içinde bakan komutanlara sonra Daki'ye dikti gözlerini. Ne diyeceğini bilmiyordu. Başını öne doğru eğip yürümeye başlamıştı. Daki ona yetişip yanında yürümeye başlamıştı.
''Canın yanıyor mu?'' dedi. Kuwala çadıra girene kadar tek kelime etmedi. Çadıra girdiğinde ise haritaya doğru yürüdü. Hariya bakıp onu bir hışımla buruşturup yere fırlattı.
''Kuwala!'' diye çıkıştığında Daki oan doğru yürüyüp kaşları çatık halde baktı. Burnundan soluyordu.
''Sadece bana yanlış yaptığımı söyle!'' demişti. Daki oan bakıp kaldı. Bir süre öylece durdular.
''Çok gençsin ve hataların olacak. Bunları kabul etmek zor biliyorum ama...''
''Yanlış mı yapıyroum Daki?'' demişti Kuwala sert bir sesle. Kantou'nun ona attığı tokatın şokuyla bakıyordu.
''...''
''Sessizliğin yanlış yaptığımı anlatıyor. Ama ben bunları istemedim. Ne Rahom olmayı, ne Londaga'nın gücünü ne de seninle tanışmayı...'' Daki bir an öylece kaldı. Pişmalık duyan genç adama bakıp kaldı.  Ne diyeceğini bilemeden öylece kaldı.
''Daki...'' demişti Kuwala ama çoktan Daki sırtını dönüp çadırdan çıkıp gitmişti. Onun bir pişmanlığı olarak anılmak canını yakmıştı. Bu durumda oan daha fazla bakmak istemedi. Çekip gitti. Kuwala öylece kalmıştı.
''Ben üzgünüm...'' diyebildi. Başka bir sözcük çıkmadı dudaklarından Daki'nin çadırdan çıkarken.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz Üç

Ben Yenildim   

Fohara huzursuzca dolanıyordu. Kuyruğu bir sağa bir sola çarpıyordu. Bir süredir onu izleyen Ayezi'nin varlığından bile habersizdi.  Ayezi onun sağa sola gidişini izlemekten sıkılıp oraya doğru y ürümeye başlamıştı. Askerler kampın doğusunda sınırda konaklayan kurt sürüsüne hayranlıkla bakıyordu. Onlarca kurtu görmek için nöbeti oraya isteyenler vardı. Ayezi nöbetçileri geçti ve sınırda gezinen Fohara'nın karşısına geçti. Fohara onu görünce durmuştu. Başını öne doğru eğerek selam verdi. Ayezi gzölerini sürüye çevirmişti. Alfa kulaklarını dikmiş onları dinliyordu.
''Efendi Kuwala'nın durumu nasıl? Bir kaç gündür onu göremiyoruz.'' demişti Alfa oraya doğru yürüyerek. Ayezi gözlerini tekrar Fohara'ya dikti.
''Her istediğinizde onu göremezsiniz. Durumu iyi. Londaga'nın hırçın ruhunu zapt etmek onu yoruyor.'' demişti. Fohara daha bir tedirgin halde oturdu. Kulakları bri sağa bir sola hareket ediyordu. Çenesi biraz açılmış soluyordu.
''Kantou'nun yaptığı doğru değildi. Onlarca komutan içinde ufak bir kız Rahoma tokat attı. Bunun bir bedeli olduğunu düşündüğün için mi endişelisin?'' demişti Ayezi. Fohara tek keliem etmeden ona bakıyordu. Alfa ise onların yanıan gelince oturmuştu.
''Kantou'nun yaptığı şey doğru değildi ama Kuwala onu cezalandıracak kadar acımasız değil. Son günlerde olanları biliyor musun?'' dedi. Fohara o zaman gözlerini yere doğru dikmişti.
''Biliyorsun tabş. Senin o ön görülerin her şeyi görmeyi sağlıyor. '' demişti. Fohara gözleirni yere dikmiş kulaklarını indirmişti.
''Daki artık Kuwala ile konuşmuyor. Iki gündür çadırdan dahi çıkmıyor. Kampta ayrılıkçı hareketler başladı. Aleon her saat Kuwala görüşmek için onun çadırının önünden ayrılmıyor. Bakren özgülükçüleri ve Ung destek birliği birbirine girdi girecek. Bunun sebebi Kantou'nun attığı tokat değil. Bunun sebebi Bakrenlerin bri lider bulmuş olması değil mi?'' dedi. Fohara'nın nefes alışı hızlanmıştı. Alfa şaşkınlık ile oturduğu yerden kalkıp kükredi.
'' Rahoma ihanet mi ettin?'' demişti. Ayezi kükreyen Alfa'ya dikti gözlerini.
''İhanet etmedi. Sadece göz yumuyor. Kendi sahibi için göz yumuyor.'' dedi. Fohara öylece yere doğru eğilmiş kalmıştı. Askerler onların hırlaşmalarıan bakıyordu. Cohin orada oluşan kalabalığı fark edince oraya doğru yürümüştü. Fohara'nın üzerine doğru gelmiş iki kurda baktı. Ayezi daha sakindi. Alfa ise sinirli ve öfkeliydi.
''Kendi kardeşlerini katleden bu lanetli varlık şimdi Rahoma ihanet planları içinde ise onu bu sefer boğazlayacağım. " demişti Alfa gür bir sesle. Sesine diğer kurtlarda doluşmaya başlamıştı.
''Konuşmamakta diretiyorsun ama zaten olanları biliyorum Fohara. Herşeyi bilmediğimi söylemiştin bana. Ama her şeyi biliyorum. Seni izliyor ve gözlüyorum. Sadece seni değil onu da...'' demişti. Fohara ne diyeceğini bilmiyordu. Öylece kaldı.   Bir açıklama bile yapamıyordu.
''Nasıl düzelteceğiz? Bu bir oyun değil. Eğer kaybedersek herkes ölür!'' diye devam etti Ayezi. Sakinliği Alfa'yı hayretlerde bırakıyordu.
''Hain olanı cezalandırmayacak mısınız?'' demişti. Ayezi başını iki yana salladı. Ne diyeceği konusunda kararsız olan Fohara'ya doğru bri kaç adım attı.
''Onu öldürmeni istiyorum.'' demişti. Fohara gözleri irileşmiş halde başını kaldırdı. Korku ile bakıyordu.
''Onu öldürmezsen olacaklar herkesi üzecek. Git ve onu öldür. Bu ona bir uyarı olsun.'' demişti. Alfa kimden söz eidldiğini çözmek isterken Fohara yaklanmıştı. Öe doğru eğilip selamladı. Titreyen bir sesle  sonunda konuşmaya cesaret etti.
''Ben bunu düzelteceğim. O henüz bir çocuk.'' demişti. Ayezi gözlerini kısmıştı.
''Kim olduğu umurumda değil. Tanrıların oğluna hadsizce davranma cesaretini bir daha bulamasın.'' demişti. Fohara hızla kampın içine doğru girmeye başlamıştı. Ayezi onun ardından bakarken Alfa ona doğru sokuldu.
''Kızı öldürecek mi?'' dedi. Ayezi gözleri çadırlar arasında kaybolan Fohara'ya dikili şekilde duruyordu.
''Sanmıyorum! Ona bir ders verecektir ama. Ne kadar uçarı fikirleri olduğunu bilirsin. Onun gibi iyi bri askeri kaybetmekte istemiyorum.'' dedmişti.

Tek sonrun Fohara'nıns akladığı sır değildi kampta. Bölünmeler ve kavgalar gün geçtikçe artıyordu. Daki'nin kendini Ung tarafına kapatması dikkat çekmiş ve Kuwala'nın çadırından günlerdir ses çıkmaması herkesi tedirgin ediyordu. Cohin bu konu hakkında soru sormaya çekinmeyecek tek kişiyi biliyordu ve soluğu onun yanında almıştı.
Muhon Asha oturduğu yerde içkisini içip silah arkadaşları ile sohbet ederken Cohin'in geldiğini görmemişti. Yaveri onu fark edip bakmaya başlayınca Muhon Asha sohbetten başını kaldırmıştı. Henüz öğle vaktiydi ve Muhon asha çoktan iki testi şarap bitirmişti.
''Cohin gel otur. Bizde geçmişi yad ediyoruz.'' demişti. Cohin pek muhattap olmadığı askerlere baktı. Yüzündeki endişeyi saklayamıyordu.
''Efendim aslında sizinle özel konuşmam gereken bir konu var.'' demişti. Muhon Asha sırttı.
''Sarışın kadınla ilgili ise geceye sakla!'' dedi. Cohin Güneş'in Kızından böyel söz eden Muhon Asha'ya bakıp kızardı.
''Değil. Daha önemli bir konu. Efendi Daki ve Efendi Kuwala arasında ki sorun." Asha bunu duyunca elindeki bardağı hızla masaya koydu ve ayağa kalktı.
''Bunu konuşmamamız gerek. Ikisi arasında olan kavga..."
"Bütün kampa yansıyor efendim. Bakren direnişçileri ve Ung askerleri arasında ki gerginliği görüyorsunuz. Kamp içinde sınır oluştu. Efendi Kuwala ile konuşacağım."
"Daki gibi inatçı herifin yanıan beni tek göndermeyi aklından bile geçirme. Kuwala'nın da Daki'nin de yanına ikimiz beraber gidersek gelirim." demişti. Bir süre çadır içinde tatışmaya başlamışlardı. Cohin onu yakın dostu olduğu için Daki'ye göndermek istemişti. Daki'nin durumu hiçde iç açıcı değildi.
''Bir süredir çadırına giren tepsiler tekrar dolu olarak çıkıyor. Hiç takip etmiyor musunuz? Onu meydanda görmekte zor. Efendi Daki hiç böyle yapmazdı." Muhon asha kollarını arkasında birleştirdi. Kaşları çatılmıştı.
"Eğer özel bir sebepten dolayı tartıştılarsa buna dahil olmak istemiyorum Cohin! Üç defadır Kuwala beni çadırına kabule tmedi. Üç defadır sürekli olarak kapıdan dönüyorum. Daki ise yanına uğradığımda ne konuşuyor ne sorularıma cevap veriyor.  Günlerdir bende olanın farkındayım. Ama bunu benimle konuşmak istemiyorlar. Sen denedin mi? Yoksa çekinip kaçındın mı?" Cohin öylece ona bakıp kalmıştı. Kaçtığını kabul edemedi bir an için.
''Tamam!'' demekle kalmıştı. Kuwala ve Daki'yi beraber ziyaret edeceklerdi. Ilk olarak görüşmeye gittikleri kişi Daki olmadı. Kuwala'nın çadırının önüne geldikleirnde Grave'nin diktiği nöbetçiler onları içeri alamayacaklarını söylemişlerdi. Muhon Asha yetkisini kullanıp içeri girince öylece kalmıştı. Içerisi oldukça boğucu ve karanlıktı. Ne yapacağını bilemeden öylece bakıp kaldı. Kuwala'yı gözleri aradı. Onu her zamanki gibi masanın başında bulmuşlardı. Öylece oturmuş onlara bakıyordu. Elini yumruk yapıp yanağıan dayamış gözleri bomboştu.
"seninle konuşmamız gerekiyor genç efendi Kuwala!" demişti Muhon Asha. Oraya doğru ilerledi. Hızlı adımlarla onun yanına varmıştı. Karşısına sandalye çekip oturdu.
''Daki'ye naptın?'' demişti. Cohin onun kadar cesur değildi. Çekingen şekilde kenarad duruyordu.
Bir süre sessizlik sürdü ve Kuwala cevap vermedi.
"Sessizliğini korumaya devam etmeye kalkma. Dışarı çıkıp neler olduğunu görmen için seni dışarıya sürüklemeye başlarım.'' dedi. Kuwala ona baktı. Gözleirnina ltında oluşan halkalar ve renksiz gözleri ile onu süzdü. Umurunda değildi. Bir sürede umurunda olmayacak gibiydi. Muhon Asha ona baktı ve sandalyed eöe doğru eğildi. Hiç bu kadar tepkisiz bir insan görmemişti. Bir süre buz gibi duran ifadeyi seyretti.
''Ne yaptın sen?'' demişti. Kuwala bunu duyunca gözlerini yere doğru dikti.
''Ben yenildim!'' dedi. Kelimeler hırıltılı şekild eboğazından yükseldi. Gözleir yere dikili durmaya devam etti.
''Ben Daki'nin karşısında yenildim. Ve kaybettim. Her şeyimi kaybettim.'' dedi. Sözcükler bomboş çıkıyordu dudaklarından. İfadesizce ve duygusuzca bakıyordu yere. Zemindeki sert dokuma kilime dikmişti gözlerini.
''Ne oldu da birden birbirinize karşı bu hale geldiniz?'' dedi Muhon Asha. Kuwala ellerini şakaklarıan dayadı.
''Onun benim için bir pişmanlık olduğunu söyledim. Öylece çıkıverdi ağzımdan. Bir an için dur bile diyemedne gitmesine de göz yumdum. Olan şey bu!'' demişti. Cohin öylece kalmıştı. Kuwala bunu nasıl söylemiş olabilir diye düşünüyordu ikiside. Daki için ölüp biten bir adam nasıl onu pişmanlık olarak görebilirdi ki...
''Efendi Daki'ye nedne kızdın da bunu söyledin?'' dedi. Kuwala sesini duyduğu Cohin'e bakmıştı.
''Kızgın değildim ona. Sadece pişmanım. Onunla olduğuma, burad aolduğuma ve bu içimdeki şeye sahip olduğuma pişmanım. Sadece geçmişe gidip sizi hiç bulmamak istiyorum.'' demişti. Cohin sessizce olduğu yerde kilitlenmişti. Muhon Asha dudaklarını kıpırtattığı sırada dışarıdan bir ses yükseldi.
''Kara Kurt Daki kılıcını çekti! Efsuncu Grave karşı!'' diye bir dağınık ses ile oturduğu yerden fırladı. Neler oluyor demeye kalmadan çadırın perdeleri hışımla açıldı. Aleon içeri öyel hızlı dalmıştı ki Cohin son adan ayağının altından çekilebilmişti.
''Kuwala!'' idye kükrediğinde Kuwala bir an için irkilmişti. 
''Daki ve o Bakren'li pisliği gidip durdurmazsan kamp paramparça olacak. Eğer sen yapmazsan Grave ve bütün o topladığın Bakren hainlerini geberteceğim.'' demişti. Kuwala ona bakıyordu.
''Sorun değil. Istediğini öldürebilirsin. Buna bende dahilim.'' demişti. Aleon bir an duraksadı. Kuwala'ya bakıp aklmıştı. Elindeki kılıç gevşedi. Ağırlaştı.
''Grave ve Daki'yi durdur!'' diye tekrar etti ama o gür sesinden eser yoktu. Kaşları dümdüzdü.
''Bunlara gerek yok Aleon. Ben de yenildim. Senin gibi bende kaybettim.  Ölüm hızlanırsa daha az acı çekeceğimizden eminim.'' demişti. Aleon kılıcını kınına soktu. Adımları sertti. Postalları yere çarptıkça hasır kilim dövülüyor gibi toz çıkıyordu. Uzanıp Kuwala'nın kolunu tuttu. Onu çekiştirip ayağa kaldırdı.
''Demek yenildin ha!'' demişti. Onu çekiştirip çadırdan çıkardı ve sürür gibi ilerdeki antreman meydanıan doğru çekti. Cohin ve Muhon Asha onlara yetişmişti. Kuwala'yı kalabalığın önüne doğru sürüdü ve kılıçlarını çarpıştıran, yumruklarını savuran iki adamın arasıan doğru fırlattığında kılıç sesleri kesildi. Nefes sesi bile yoktu. Kuwala sendeleyip iki adamın arasında kalmıştı. Aleon onun karşısınd akollarını birleştirmiş dikiliyordu.
''Öldür hadi iksinide. Madem acıyı azaltmak istiyorsun. Yap!'' demişti. Kuwala oan bakıyordu. Gözleri yarı açıktı. Yüzü ifadesizdi.
''Yap madem artık savaşmayacaksın!'' demişti. Kuwala ona baktı ve kollarını iki yana açtı. Soğuk hava hissedilirken kimse kıpırdayamıyordu. Aleon onun Daki'yi öldüremeyeceğini düşünmüştü ve  inatçı bakışlarını Kuwala'nın üzerine dikmişti.
''Öldüreceğim.'' demişti Kuwala. Sesi rüzgardan bile soğuktu. Elleri yukarı doğru döndüğünde yerden fırlayan buz sarkaçları bri kaç kişiyi teğet geçmişti. Sarkaçlar Grave ve Daki'nin başının üstünde ve etrafında topalnmıştı.
''Yap!'' diye inatlaştı Aleon. Kuwala birden elleirni kapatıp yumruk yaptığında buz sarkaçları Daki ve Grave'i sarıp bir milimlik boşluk bile bırakmadı. Kuwala ikisinin yanında bu ufak hapishaneye girmişti.
''Efendi Kuwala!'' demişti Grave. Kılıcını belien sokmuştu.
''Bunu yapmayın!'' derken krokusu gözlerien yansımıştı. Daki ise kılıcını eliyle sardı ve çektiğinde yeşil bir ateş yanmıştı.
''Yapacaksan seninle savaşmadan ölmeyeceğim.'' demişti Daki. Kuwala onun sesini duyduğunda titremişti. Yeşil alev buzu kesip erittiğind etekrar onları görüyorlardı. Grave fırsatını bulup kaçtığında Daki ile Kuwala karşı karşıya gelmişti.
''Madem böyel yapacağız. O zaman son gücüme kadar savaşacağım. En azından beni öldürürken pişman olmayacaksın.'' demişti. Ikinci kılıcını çekmişti. Kuwala ona doğru çevirdi bedeni. Ikiside çok halsiz ve yorgundu. Aleon ikisininde kazanamayacağını biliyordu.
''Onları durdurmayacak mısınız?'' demişti Cohin. Aleon başını iki yana salladı.
''Buna gerek yok. Ayezi herşeyin düzelmeis için ikisininde kılıçlarının birbriine çarpması gerektiğini söyledi.'' dediğinde Cohin'de rahatlamıştı.

Halsiz ve yorgunlardı. Ancak yarım saate yakındır dövüşüyorlardı. Etrafları kalabalıklaşmış ve herkes izleyici olmuştu. Ateş ve buzun bu mücadelesi herkesin göremeyeceği bir şeydi. İkiside çok iyi dövüşüyordu. Kuwala'nın naif hareketleri ve Daki'nin hızı... İzlenmeye değer bir gösteriydi. O kadar sabit devam ediyorlardı ki yüzlerinde yorgunluk ifadesi bile yoktu. Yeşil alev saçan iki kılıç ve buzların soğukluğu... Kuwala ve Daki birbrileirne hiç acımıyordu. Buz sarkaçları Daki'nin bedenini sıyırıp zırhını parçaladığında etraf gerilmişti. Ama bu karşılıksız kalmadı. Birden bri yanık kokusu duyuldu ve Kuwala'nın uzun örgü saçının büyük kısmı yere düştü. Ensesinden sızan kan beyaz kıyafetini lekeledi. Daki bir santim ıskalamsa bu darbe Kuwala'nın başını koparıp alacak kadar güçlüdü. Kuwala elini ensesine koyup acıyla yüzünü buruşturduğunda Daki bir fırsat bulmuş ve kılıcını savurmuştu. Saldırısı havada kalmıştı. Kılıçlar elinden düşüp söndüğünde öylece kalmıştı. Kuwala bir şey yapmamıştı. Ona bakıp kalmıştı. Daki bir süre elleir iki yana açık kalmıştı ve birden dizleri üstüne çökmüştü. Elleri karnında birleşip başı öne doğru eğildiğind eöksükle gelen kan yerdeki beyaz saçlara kadar sıçramıştı.  Öksürüğün ardından bir öğürtü yükselmişti. Kan kusuyordu oturduğu yerde. Kuwala'nın darbelerinden kaynaklı değildi. Bunun başka bir sebebi vardı. Kuwala bunu biliyordu. Ama ona yardım etmek yerien bir buz mızrak çekti. Mızrak Daki'nin ensesine doğru inmeye başlamıştı. Kan kusan ve öksüren adamın ensesien doğru yavaş yavaş iniyordu. Aleon müdahale etmek için kılıcının kabzasını kavramıştı. Bir o değil. Cohin ve Muhon Asha'd ahazırda bekliyordu. Ancak buzdan mızrak kar taneleiren dönüştüğünde Kuwala yorgunca yere oturdu. Kan kusan adama bakareken yorgundu.
''Öldür!'' demişti Daki. Sesi hırıltı ve öksürükle boğuluyordu. Kuwala yerdeki saçlarıan baktı ve ardından kan lekelerine baktı.
''Zaten ölüyorsun. Zahmet etmeyeceğim.'' demişti. Aşk sadece birbirine söylenen sevgi sözcükleir değildi. Aşk hırstı, öfkeydi, nefretti ve kindi. Kuwala bu duyguyu ilk defa yaşıyordu. Sadece o değil Daki'de ilk defa böyle hisseidyordu. Paramparça etmek istiyordu karşısındaki kalbi. Onu üzdüğü için parçalamak istiyordu. Kuwala elini karnına doğru koydu.
  ''Ciğerlerin iflas etmeye başlamış.'' dedi. Aleon onlara doğru yürüdü. Daki'nin yanıan geldiği sırada Daki onu eliyle durdurdu.
''Umurunda mı?'' demişti. Kuwala yavaşça ayaklandı. Daki'ye doğru yürüdü.
''Acı çekerek ölmeni istemiyorum. Hala bana aitsin.'' demişti. Daki bri an durdu. Başını kaldırdığında Kuwala ona bakıyordu.
''Bu neyi değiştirecek ki?'' demişti. Kuwala çömeldi. Onunla yüz yüze gelmişti.
''Sadece özür dilerim Daki. '' demişti. Daki birden etrafın karardığını fark etti ve bilincini kaybetti.

Üç gün kadar kendine gelemedi. Uyandığında ise tanıdık bir koku vardı. Yattığı yatağın Kuwala'nın yatağı olduğunu fark ettiğinde irkilmişti. Garip bir utançla etrafıan baktı. Cohin, Muhon Asha ve Aleon oradaydı. Güneş'in Kızı ve grave ise daha uzaktaydı. Ona en yakın duran ise Kuwala idi. Bir süre gözleri ile etrafı taradı ve sonunda Kuwala'ya takıldı gözü. Göğsündeki sancı hareketlerini kısıtlıyordu.
''Beni kurtardın! Öldürmek istiyordun!'' demişti. Kuwala buruk bri gülümseme ile ona baktı. Oturduğu sandalyede bir milim bile kıpırdamadan konuşmaya başladı.
''İnsanların yapamayacakları şeylerden söz ettiğini ve hissettikleri şeyleir yanlış aktardığını öğrendim Daki!'' demişti. Daki ona bri süre baktı ve tekrar gözlerini kapayıp konuşmaya başladı.
''Yapabilirdin. Gözlerinde gördüm o öfkeyi!'' dedi. Kuwala kıkırdadı.
''Eğer benim için gerçekten pişmanlık olsaydın kazanırdım Daki! Girdiğim bütün savaşları kazanıp çıkardım. Bu gün bunca şeyi kaybediyorum. Bunun sebebi seni kaybetmekten çekiniyor oluşum. Bunca şeyin sebebi senin için kaybediyor oluşum.'' demişti. Daki gözleirni açıp ona baktı. Aklına Kuwala'nın, onun yaşaması için UngurPan'ı kurtarışı ve az daha onun yerine Marinoe'yi öldürecek olması gelmişti. İrkilip gözleri kocaman açıldı.
''Ne yapacaksın? Benim için bu savaşı da mı kaybedeceksin?'' demişti. Kuwala odada bulunan komutanlara, kral ve kraliçeye baktı. Güldü.
''Gerekirse evet. Melez Piçin kaznamasıan izin vermek isterdim. Eğer bu acı çekmemize engel olacaksa izin verirdim. Ama daha iyi fikirleirm var.'' demişti. Daki'nin uyuduğu süreçte Kuwala orduların başında bulunan komutanları çağırmıştı. Artık ondan daha çok korkuyordu herkes. Daki'yi bile ölüme götürecek kadar gaddar ve acımasızdı. Ona karşı gelmeye kimsenin cesareti yoktu.
''Bir kurban gerekti bana. Melez Piç'i kendi silahı ile vurmak için bir kurban.'' demişti. Gözlerinde ki o korkunç ifade Daki'yi ne kadar ürpertsede bu ifadeyi seviyordu.
''Kim?'' dedi Daki. Kurbanı öğrenmek isterken bir yandan odada ki sessiz gerginliğe baktı.
''Tieden!'' demişti Kuwala. Öyle hızlı ve karralı bir şekild eçıkmıştı ki isim ağzından Daki yattığı yerden fırlamıştı.
''bir Rahomu kafes olarak mı kullanacaksın? Kanını?'' dedi. Kuwala başını salladı.
''Evet! Bana ihanet eden bri adamı kullanmaktan çekineceğimi sanmam. Güçsüzlüğümde arkamdan iş çevirmek için bri çocuğu oyununa malzeme edecek birisine acıyacağımı sanmam!'' demişti. Aleon o sırada konuşmaya hızla bir giriş yaptı.
''Darta2nın muhafız kurdu Ayezi ondan şüpleniyormuş. Ve onu General Byega ile konuşurken gördük. Onu serbest bırakma karşılığında seni zehirlemesini istemiş. Byega seni zehirlemiş. Hemde bununla!'' derken kılcıı göstermişti. Rahom kılıcını işaret ediyordu. Sapı kapkara olmuş kılıca bakıp kaldı Daki. Byega gizlice serbest kalıp Daki'nin kılıcına zehir sürmüş ve Kuwala ile dövüşürken onu güçsüz hale getirmişti.
''Zehir Fohara'nın kanıyla yapılmış.'' diye devam etti Cohin. ''Eğer, Kuwala'ya bunları Kantou anlatmış olmasaydı asla zamanında panzehiri alamayacaktın.'' diye ekledi Aleon. Daki şaşkınlık içindeydi.
''Her zaman bana ihanet edecek insnaları düşündüm. Bakrenler olabilir dedim. Ya da unglar... Ama hiçbir zaman Rahomlardan beklemedim bunu. Beni sırtımdan vurmalarını beklemedim.'' demişti. 
''Kantou'ya ne olacak?'' demişti Daki. Kuwala dışarıya doğru baktı.
''Başı, Fohara'nın başı ile Tieden'in kafesinin önünde duruyor.'' dedi. O kadar soğuk söylemişti ki sözleri. O gece olanlara şahit olanlar kanları donmuş halde kalmıştı.
O gece Ayezi ve Fohara bri dövüşe tutuşmuştu daki'nin fenalaştığı günün akşamı. Ayezi, Fohara'yı bri kaç pençe ile yere sermişti. Onu yarı canlı halde Alfa'ya bırakıp Kantou'yu bulmaya gitmişti. Onu sürükleyip çadıra getirdiğinde çadır doluydu. Kuwala yatağın başında Daki'ye ne olduğunu çözmeye çabalıyordu. Kantou is ekan ve korku içindeydi. Ayezi Kuwala'ya olanları anlatmış ve Kuwala aynı şeyleri Kantou'dan dinlemek istemişti.
''Yıllarca babam tekrar Kristal sarayı almayı düşledi. Bunun için seni bulmak ve kullanmak onun fikriydi. Biz sadece kaybettiğimiz iktidarı istiyoruz.'' demişti. Tieden'in Melez Piç'in neden sadece bir kolunu koparttığını anlatırken hepsi şaşkındı.
''Ona sadece güçlü olduğunu ve hayatta olduğunu göstermek istedi. Geleceğini ve geldiğinde onun yerini alacağını analtmak istedi. Birer dama taşından farksız değiliz. Bu oyun bizi aşar!'' demişti Kuwala'ya ve Daki'yi neden zehirlediğini sözyleidğinde Kuwala zehirli kılıçla Kantou'nun başını almıştı.
''Senin için zararlı olan bu güneyliyi ortadan kaldırmak hedefimize bizi daha hızlı uluştıracaktı. Eğer o ölürse gerçek amacını hatırlarsın.'' son sözleir bu olmuştu küçük kızın. Başı bedneindne kopup yere düştüğünde Kuwala Fohara'nın başını ayaklarının önünde istediğini söylemiş ve Ayezi uluduğunda kopuk baş Alfa'nın dişleri arasında çadıra getirilmişti. Güneş'in Kızı bunları hatırladığında irkilmişti. Ufak bir kızın böyle bri oyunda böyle bir planı soğuk kanlı şekild enalatısı ve Kuwala'nın acımadan onun başını kesip alışı aklından çıkmıyordu.
''Ben yenildim demiştim Daki. Ama ben sadece kandırılmışım.''
Daki yattığı yerden ona bakıyordu. 
''Herşey bir taç için miymiş?'' dedi. Kuwala başını sallayıp ona dğru başını eğdi.
''Bu kadar değer ve ölümüne savaşılan şey bir taç.'' demişti. Daki gözleirni kapayıp derin bir nefes aldı.

"Biraz uyumam gerekiyor. Bunları sindirmem gerek!'' demişti. Ertesi gün ise anlatılanlara inanmak için meydanda ki kafes edoğru yürümek için yataktan kalmıştı.
Karşısında demirdne bri kafe siçind eyarı çıplak Tieden ve önünde iki mızrağa saplanmış başlar vardı. Kantou'nun cansız gözleri babasına bakıyordu. Fohara'nın kopuk başı ise yere bakıyordu.
''Peki Byega?'' demişti Daki yanında oan eşlik eden Kuwala'ya dönüp. Kuwala ellerini arkasında birleştirmişti.
''Kaçmış. Melez Piç'in etekleir altında.'' demişti. Daki kopuk başlara ve onlara bakan Tieden'e baktı.
''Onu gerçekten kullanacak mısın?" demişti. Kuwala oraya doğru yavaş adımlarla yürdü. Muhafızlar onu selamlamıştı.
''Elbette. Aynısını bana yapsaydı ne yapardın?'' dedi. Daki onlara gözleirni dikmiş adama dikkatle bakınca ağzının dikilmiş olduğunu gördü. Dudakları birbirine dikilmişti.
''Sanırım onu öldürürdüm!''

"Hızlı mı ,yavaş mı?"

"Yavaş yavaş!"

"işte bende bunu yapıyorum."

"Ağzını kim dikti?"

"Ben!"

"Neden yaptın bunu?"

"Senin hakkında küfür etti. Bende yavaş yavaş ağzını diktim. İğnenin ucu kırık olduğu için delmesi zor oldu dudaklarını!"

"Bazen beni korkutuyorsun!" Kuwala bunu duyunca gülümseyip ona baktı.

"Benim için sen gerçek bri pişmanlıksın. Sana olan bu sevgim yüzünden yapmamam gereken şeyler yapıyorum." demişti. Daki istemsizce güldü.
"Seni buna mecbur ettiğim için özür dilerim." dedi. Kuwala başını tekrar Tieden'e çevirdi.
"Bazen bunu yaparken zevk aldığımı saklamayacağım." demişti. Daki karşısında gördüğü kişiye hayran kalmıştı. Kendini savunamayan o çocuk gitmiş ve onu koruyan kocaman bir lider ortaya çıkmıştı. İstemsizce ona daha fazla aşık oluyordu. Dudakları kıpırdandı. Kuwala onun ne dediğini duyamamıştı.
"Tekrar söyle! Anlayamadım."

"Ben sana yenildim Kuwala.'' dedi ve gülümsedi. 

 

 

 

 

Bölüm Otuz Dört

Bir Şeytan ve Bir Gölge

 

Melez Piç ummadığı haberler ile hiç olmadığı kadar yorgun halde oturmuştu sandalyeye. Byega karşısında deliliğin esaretinden kurtulmuş ama onca kötülüğün altında ezilmiş olan adama bakıyordu.
''Çok zeki ve kurnaz bri adam. Kimin ne yapabileceğini sürekli tahmn edebiliyor. Tieden'in canını yakmayı ve onu öfkelendirmeyi seviyor. Sana benziyor" demişti Byega. Melez piç başını iki yana salladı.
''Bana benzemek mi? O tam bir iblis. Onun kadar kötü olamadığım için kendimden utanç duyuyorum. " demişti. Byega onun üzüntüsünün sebebini anlayınca içindeki bütün vicdanı bir kenarı koydu.
''Kara Kurt Daki gibi onun hemen yanında olan adamlara zarar vermek imkansız. Dah afarklı bri yol denemelisin. Herkes ona sadık. Sadık olmayanlarda artık korkusundan ihanet edemez. Çok güçlü bri şekild esurların kapısını aşındıracak ve sen o zaman gölgelerini kullanacak bednele rbulamayabilirsin.'' demişti. Melez Piç cevap verecekken sarı saçlarını geriye doğru taramış altın zırhı içindeki adam oturduğu yerden gülmüştü.
"Barbar zihniyetin için seni suçlamayacağım Byega. Ancak sadece gölgeler bizim gücümüz değil. Onlarca makine yapılıyor. Hepsi ateş kusan ve ölümü taşıyan makineler." demişti. Byega Seron generaline döndü.
"O makineler onları durdurmaya yetmeyecek. Makineleri parmağı ile yok edbeilecek kadar güçlü bir Rahomdan söz ediyoruz. Eskisi gibi saf ve çocukta değil. Yanında kral ve kraliçelerden oluşan bri heyetle savaş planı hazırlayan bir rahom. Zihnen ve bedenen bu savaşa hazırlanıyor." demişti. Melez Piç güldü.
"Neden gülüyorsun sen?" diye sormuştu Seron generali.
"Bedenen dedi."
"Nesi komik bunun?"
"Komik olan onun zayıf olması. Bedeni çok zayıf. Ve bri erkeğin altıan yatacak kadar kadınsı!" demişti. Seron generali duraksadı. Oğlancılık onun için garip değildi ama Kuzeyin tek gerçek kralı olarak lanse edilen bir adamın oğlancılıkla aynı anda anılması... Belki de herkesin bilmediği bir sır olduğu için ona garip gelmişti.
"Bir sevgilisi mi var?"
"Kara Kurt Daki ile iki seneye dayanan bir birliktelikleir var!" demişti Byega. Seron generalı birdne sırıtmıştı. Ung prensi ve Rahom... Belki de sanıldığı kadar güçlü ve erkeksi olmayan bu iki kişiyi karalamanın bri yolunu bulmuştu.
"Dostlarım siz ebir tavsiyede bulunacağım. Savaş sadece bilek gücü iel kazanılmaz. Bazen aklınızıda çalıştırmak gerekir. " demişti. Sözcükleri dudaklarından döküldükçe Melez Piç heyecandan tırnaklarını kemiriyor ve gülüyordu. Byega ise bu şeytani fikre hayranlıkla bakıyordu. Kuwala'ya karşı içinde garip bir saygı vardı ve bu plan ona çirkin ve bir o kadar korkunç gelmişti.
"Bunu yapmak yerine onurumuz ile dövüşebiliriz. Rahomu gücümüzle yendiğimizde bütün kuzey boyunduruğumuzun altına girecek.'' demişti Byega. Bunun üzerine Seron generali bri kahkaha attı. Kraliçe tarafından özel olarak gönderilen bu general oldukça ünlüydü. Seronrakaul krallığında adı geçtiğinde herkes titrerdi. Kraliçenin yakın akrabası olan bu adam burada kuzeyi yönetmek için gönderilmişti. Melez Piç farkındaydı bunun. Ancak sessiz kalmayı tercih ediyordu.
"Hangi onurunla? İbne bir çocuk seni kafese kapatıp tasma takıp yol boyunca bir köpek gibi gezdirdi. Bu yetmiyor gibi kamptan kaçmak için bir Rahomun yardımını aldın. Sende onur olsaydı o kampta ölümüne savaşırdın zaten. O yüzden burada nasıl bri konumda olduğunu unutma Byega!'' demişti. Byega ona bakıp kalmıştı. Seronların kibri ve gücü korkutucuydu.
"Komutanlarım gibi ölümüne savaşmış olsaydınız o madenlerden sağ dönmez onurunuzla ölürdünüz. Kardeşiniz gibi hain olmadığınızı nereden bileceğiz ki... O kamptan sağ çıkmış olmak...'' nifak tohumlarını Melez Piç'in zihnine ekmeyi planlayan general alaycı bakışlarla karşılaştı. Melez Piç oan alaycı bir ifade ile bakıyordu.
''Topraklarımda senin gibi kendini kurnaz sanan çok adam var. Birisi şu an Kuwala'nın kafesinde sergileniyor. İstersen sınırlarını bilerek konuş.'' demişti Melez Piç. Cididyeti ile gerçek bri krala benziyordu. Seron Generali onu henüz etkisi altına alamadığını fark edince geri adım atmıştı. Konuşma bittiğinde Byega ve Melez Piç başbaşa kalmıştı.
"Baştan beri bunu mu planlıyordun?" byega bu soruyu sorarken masadaki içki testisini almış ve kaselere içki doldurmaya başlamıştı.
"Planlamak mı? Ben plan yapmam Byega! Sadece bri fırsat buldum. Kuwala denilen o kevaşe sayesinde gölgeler diyarıan gidilebileceğini fark ettim. Ve bil bakalım kimi buldum?'' demişti. Byega sakince içkisini yudumluyordu. Gözlerini ona çevirdi. O küstah gözlere bakmak Melez Piç'in canını yakıyordu.
"Kimi bulduğun pek umurumda değil. Karşımızda korkunç bri düşman var ve şehir senin gibi zır deli bri adamı başta görmek istemeyecek. Orduyu yarından itibaren toparlayacağım. Kapıları güçlendirmeliyiz. Seronlar burayı işgal etmiş gibi. İnsanlar rahatsız ve huzursuz. O general ile ne yapacaksan yap. Ben şehrimi savunacağım bri başka deliden.'' dedi. Melez Piç gülümsüyordu.
''Umurunda değil demek. Peki. Gidip uyu ve yarın istediğini yap.'' demişti. Byega onun aklını başıan topladığını görüyordu. Hala deli bakışları ve yarım akıl sözleri olmasıan rağmen Melez Piç'in çok değiştiğini düşünüyordu. Bunun nedenini merak etsede bulamayacağını düşünüyordu.

Karısı ve çocuklarını yarın göreceği için mutluydu. Bri ıslık çalarak eski odasıan döndü. Herşey olduğu gibiydi. Bir toz bile kıpırdamamıştı. Botlarını çözüp yatağa kendini attı. Taşta ve toprakta uyumaktan nasırlaşan bedeni yumuşak yatağı görünce hemen kendini uykuya teslim etmişti.

Gece yarısı bir uğultu ile uyandı. Odanın köşesinde birisi durmuş ağlıyordu. Mum ışıklarına arkasını dönmüş ağlayan bir kadın... Byega bir soğukluk hissetti. Ne yapacağını bilemedi. Önce sessizce o gölgeye baktı. Rüya gördüğünü düşünüp tekrar başını yastığa koydu. Ancak ağlama sesi artıyordu. Daha fazla dayanamayıp tekrar gözlerini açıp başını kaldırdığında gölgenin daha yakında olduğunu gördü. Ne var ki o gölge hala sırtı dönüktü.
"Odama nasıl girdin kadın?'' demişti. Sesi yüksekti. Kadın susmuştu. Byega kapıya baktı. Hala sürgülüydü. Hep burada olamazdı kadın. Içini saran korkuyu bastırıp ayağa kalktı.

"Muhafızları çağırmadan defol."demişti. Kadın hzılı adımlarla arkası dönük halde köşeye kaçmıştı. Byega ondan gelen kokuyla irkildi. Ceset kokusunu andıran bu koku dayanılmazdı.
"Defol git şuradan.'' deyip kılıcını almak için arkasını dönmüştü. Tekrar döndüğünde gölgedeki kadın artık burnun dibindeydi. Gözleri yuvalarından fırlamış hald eona bakıyordu. Dudakları zorla iki yana gerilmiş ve dehşet içinde gülümsüyordu.  Byega korku ile kılıcını yere düşürmüştü. Kadının beyaz saçlarından süyah akışkan bir sıvı yere doğru akıyordu. Elleri Byega'nın boğazını sarmış ve ağlarken gülümsüyordu.

Byega'yı korkutan şey bu ölü hayalet değildi. Bu hayaletin Melez Piç'in annesi olmasıydı. Öldürdüğü kadının onu boğuyor olması... Korku içinde boğuşmaya başlamıştı. Ancak boğazına doğru girmeye başlayan tırnaklar ile kımıldayamaz hale gelmişti.
"Hala kimi bulduğum umurunda değil mi?" yankılanan ses ve o bulanık görüntünün Melez Piç'e ait olduğunu biliyordu. Ağzını dolduran kan konuşmasıan izin vermiyordu.
"Onun seni umursadığını düşündüm. Senden öyle çok nefret ediyor ki. Sen ölürken gülümsemek istedi. Bende ağzını böyle gerdim. İyi bak." demişti. Kadının çığlığı duyduğu son şey olmuştu. Gördüğü şey ise kadının zorla gerilmiş sırıtan yüzüydü. Kopan başı gölgenin avuçları arasından kayıp yere yuvarlanmıştı.

Sabah ise hizmetçinin çığlıkları iel Byega'nın kopan başı bedeninin yanında bulunamamıştı. Kralın bedneindeki gölge bri emir verdi ve baş aranmaya başlanıldı. Melez Piç'in odası arandı. Yoktu. Odaların kapıları açılıp kapandı ve bir kapı sonuan kadar açık kaldı. Seron Generalinin kapısı...
Byega'nın kesik başı o odadan çıkmıştı. Bir testi içine konmuştu. Hemen kral muhafızları onu tutukladı ve Seronlara mektup yollandı. General tutuklanmıştı. Kraliçeye giden mektupta ise generalin suçunun idam olduğu yazıyordu. Bir kaç güne cevap gelecekti. Bu süre içinde Melez Piç onu etkisi altıan almaya çalışan adamla uğraşmak için bolca zaman bulmuştu. Bir gece mahzene indi ve hücrenin karşısına oturdu. O altın zırhlı general perişan haldeydi.

"Neden yaptın bunu?"

"Benim aklımla dalga geçtiğin için!"

"Bunun için dostunu mu öldürdün?"

"Dostum mu? Beni bu hale getiren bir adamdı o. Seni öldürmek için onu kullandım. "

"Beni kimse öldüremez. Kraliçe firarım için elinden geleni yapacaktır." dedi. Melez Piç gülmüştü.

"Bedenini öldürmekten söz eden kim? Benim başka planlarım var. Değil mi anne?" demişti. Seron generali bedeninde hissettiği soğuk kollarla irkildiğinde çok geçti. Melez Piç onun ruhunu çekip almış ve yerine Byega'nın öldürdüğü annesinin karanlıktan çekip getirdiği gölgesini koymuştu.

Kral bri kaç gün sonra Byega'nın hain olduğunu ve seron generalinin kahraman olduğunu duyurdu. Serbest kalan general artık akıl oyunlarıan giremeyecek bir gölge köle olarak hücreden çıkmıştı. 

 

Melez Piç zeki olduğu kadar dikkatli hareket eden bir adamdı. Kraliçeye gneralin mührü ile bir mektup göndertmişti. Mektubun içeriğinde daha faza makine için uztalar ve mala ihtiyaç olduğunu söylemişti. Ihtiyacı olan şey makine değildi. Gölgeleri için insandı. Kristal Sarayın arka kapılarından gelecek olan küçük kafile alınacaktı. Her türlü güvenlik durumunu anlatmıştı. Kraliçe gelen bu ikinci mektup ile ülkenin en başarılı ustası ve onun çıraklarını göndermek için gemi hazırlatmıştı.

Geminin Kuzey limanlarıan varsması bir hafta sürmüştü. Ufak kafile hemen yola çıkmış ve ikinci hafta dolduğunda Kristal sarayın önündeki büyük kampı görmüşlerdi. Girişin orası olduğunu anlamışlardı. Gece çökene kadar beklediler. Kamp hareketli ve fazlasıyla kalabalıktı. Ama işlevsiz duruyordu. Usta başı olan kişi kampı yakından takip etmeye başlamıştı. Kuwala kendini ve ordusunu tekrar toplamıştı. Ay gökte yükseldiğin de kurt sürüsü ulumuş ve bir hareketlilik olmuştu. Ustabaşı ve adamları gizlenmekte oldukça iyiydi. Kampı gören tepenin ardındaki kar altındaki ormanda gizleniyordu. Kurtların oraya doğru ava çıktığını anladıklarında karın altıan gömülmüşler ve sürünün geçip gitmesini beklemişlerdi. Ustabaşı sanıldığı gibi erkek değildi. Genç bri kadındı. Babasının işini devralmış bu kadın kurtları görmek için başını çalılar arasında tutuyordu. Kurtlar yürüyerek geçip giderken karda başka ayak sesleri duydu. İnsanlara ait olan ayak sesleri kalabalık değildi. Bir yada en fazla üç kişiydi gelenler.
''Takviye olarak bu av işe yarayacak mı dersin?" konuşan ses narin ve neşeliydi.

"Endişe etmeyin efendim. Bir av hayvanı bile getirseler yeterli olacaktır." demişti. Ayak sesleirnin sahipleri çalıların ardında gözükmeye başlamıştı. Üç kişiydiler. Birisi beyaz kıs asaçları ya ışığında parlayan Kuwala idi. Diğeri ise gülümseyen ve neşe ile yürüyen Cohin'di. Sonuncu ise Muhon Asha idi. O daha keyifsizdi.
''Keşke sizinle gelmeyip Daki ile kampın başında kalsaydım." dedi. Kuwala duraksadı. Yerdeki kara baktı ve sonra çalılara doğru kaydı gözleri.
"Kalmakta serbesttin. O gelmek istedi ancak yeteri kadar  güçlenmedi." demişti. Muhon Asha onun baktığı yere bakıp ardından bri kaç adım ona yaklaştı.

  "Bir şey mi gördün?" dedi. Kuwala başını iki yana sallayıp gülümsedi.

"Hayır! Sürüyü beklemek için yer bakıyordum." demişti. Cohin soğuktan ellerini ovuşturdu.
"Efendi Kuwala! "

"Bu sefer sorun ne Cohin?" demişti Kuwala. Cohin ona baktı.
"Aslında Efendi Daki ile kalsanız daha iyi olurdu. Onun size ihtiyacı var. Hem yaraları için hem de duygusal açıdan." demişti. Kuwala ilerdeki kurt izlerini gösterdi.
"Bu sürü başınızda ben olmazsam av olarak sizi alıp getirir. İnan bana Daki'den çok o zaman sizin ihtiyacınız olur bana. Hem duygusal olarak hem yaralarınız için." demişti. Muhon Asha istemsizce bir kahkaha attı.

"Rahoma katılıyorum. Gidip şu sürüyü takip edelim. Burası onları beklemek için uygun değil. Fazla açıktayız." demişti. Onlar uzaklaşırken çalıların arkasında ki insanlar sessizliğini korumaya devam etti. Bir süre sonra çıkacak zaman geldiğini anlamışlardı. Yemekleri az ve adamları yorgundu. Ne kampın içinden geçebilirlerdi ne etrafından dolanacak kadar cesurlardı. Kampın etrafında gezen beyaz kurt sürüsü oldukça tehlikeliydi.

"Hanımım ne yapacağız?" demişti birisi. Genç kadın kaşlarını çatmış ocakları yanan kampa bakmıştı.

"Bir yolunu bulacağız!" demekle yetindi kadın. Bir saat sonra sürü tekrar aynı yoldan geçecekti. Zamanları az ve kurtlar bu sefer bir geyiğin değil onların kokusunu alacak kadar tok olacaktı.
"Kampın içinden geçeceğiz." demişti kadın. Uzun uzun düşündükten sonra bu cevabı verebilmişti.
"İntihardan farksız!"
"Her şekild eölümle burun buruna kalacağız. Ağabeyimin yanına ne kadra hızlı varırsak  o kadar güvende olacağız." dedi kadın. Kampa doğru ilerlemekte kararlıydı. Yolda planını anlattı. En sığ olan kapıya yanaşmışlardı. Altı kadar ung askeri lazımdı onlara. Kıyafetlerini ve canlarını alacakları.
"Eğer dikkatli olmazsak hepimiz ölürüz." demişti kadın. Nöbette olan iki askeri gözüne kestirdi. Onların kıyafetleirni alıp oraya girebilirdi. Unglar gibi uzun boylu olan bir adamını yanıan aldı. Savaşması zor değildi askerlerle. Elleirndeki mühimmat yeterli olacaktı. Yavaşça gölgeden sokuldular. Tek hamlede boğazlarını kesip canlarını aldılar. Bir köşede onları soyup kıyafetlerini giydiler. Şans onlardan yanaydı. Nöbet değişimine gelen iki askerde on dakika sonra canlarından oldu. Cesetleirn olduğu yere saklandı ikisi kıyafet bulup döneceklerine söz veren dört kişi kampın içine doğru ilerlemeye başlamıştı. Genç kadın uzun ve zayıftı. Zırhın altında göğüsleri dümdüz olmuş ve bir erkeğe benziyordu. Tedirgindi. Ama karanlıkta onun yüzünü tanıyabilecek kimse yoktu. 
"Mektupta yazanlara bakılırsa artık sadece iki Ung prensi var!"

"Birisi kral oldu. Bu kişi belli ki Daki değil." demişti kız yanında konuşan adama bakıp. Daki ile olan eski tanışıklığını gizleme gereksinimi duymuyordu.
"Yakalanırsak sizi kurtaracaktır. Kampta olduğunu duyduk hepimiz." demişti. Kadın bunu duyuduğunda daha bri tediirgin oldu. Eskiden tanıdığı Daki şimdi düşündüğü Daki ile aynı ise onunla savaşmak istemezdi. Onu öldürmeyi düşünmezdi.
"Sizin için bri dosttan fazlasıydı hanımım." demişti adam. Onu göz ucu ile süzmüştü. Bir duygusal bağları olduğu ortadaydı. Bir prensle evlenmesine ise bütün aile destek verirken şimdi savaşta daha uç noktalarda birbirlerine uzaklardı.

Kampın ortasına doğru ilerlemişlerdi. Dikkat çekmemişlerdi. Herkes kendi işindeydi.
"Dağılıp kıyafet bulun!" emri ile ikiserli olarak ayrıldılar. Çok değil kısa süre sonra uluma sesleir tepeden gelmeye başladığında korku sarmıştı onları. Bu uluma kamp için yemek demekti. Onlar içinse kokularını alabilecek onlarca beyaz kurt...

"Kısa sürede çıkmalıyız!" yanında ki adam telaş etmişti. Kadın ise korkunun telaşına düşmemişti.

"Diğerlerine kıyafet bulmamız gerekiyor. Onları orada bırakamayız.'' demişti. Ancak çok değil kısa süre sonra hareketlilik başlamıştı. Yemekleirn yapıldığı çadırın önüne kazanlar kuruluydu ve şimdi altları yakılmaya başlanılmıştı. Saatlerdir yemek bekleyen askerler yavaş yavaş oraya doğru toplanıyordu. Askerler onlarıda sürüklemişti. Kuyruk uzun ve aşçılar hzılıydı. Gelecek etten bir parça yemek için can atıyorlardı. Kurtlar yaklaştıkça kalabalık içinde bekleyen dört kişi oldukça gergindi. 
"Buadan çıkmanın bir yolunu bulmalıyız." diye fısıldadı kadın. Fısıltısına cevap veremeden herke sbir kenarı doğru çekilmeye başladı. Açılan koridorda önde kalmıştı. Bir el onu geriye doğru çektiğinde şaşırmıştı.
"Rahomun yolunda durma!" demişti onu çeken el. Kadın o zaman gelen adama bakıp kalmıştı. Omuzlarıan değmeyen beyaz saçları geriye doğru taranmıştı. Kaşları beyaz teninde kaybolacak kadar zarifti. Kaftanı ve beline takılı kuşağının altında kalan siyah cübbesi tek renkli şeydi. Gri gözleri bulutların ardındaki ay gibiydi. Yanında yürüyen sarışın genç ile beraber gelirken arkalarından kızaklarla bri kaç kişi geliyordu. Ellerini arkasında birleştirmişti. Seyretmesi güzel bir adamdı. Genç olduğu yüzünün tazeliğinden belliydi. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında kime baktığını görmek için başını diğer tarafa çevirmişti. Kıvırcık saçları arkadan toplanmış, yeşil gözleri ışıldayan uzun ve yapılı adamı tanıyordu. Kara Kurt Daki. Ung Prenslerinin üçüncüsü... Onu uzun zaman önce tanımıştı. Neden Rahomun gülümsediğini bilecek kadar yakından tanımıştı. Ama Daki'nin nedne gülümsediğini bilemeyecek kadar şimdi ona uzaktı.
"Cohin yemeklerin eşit dağıtıldığından emin ol!" derken sesini duymuştu Rahomun. Kibar ama bir  o kadar itaat edilesi olan bu sesin sahibi adamın güçlü olduğunu tahmin ediyordu. Adım atışında adeta yer sallanıyordu. Onu çalıların arasında net görememişti. Şimdi ise oluşan koridorda yürürken o kadar net duyuyor ve görüyordu ki...

"Aklınız kalmasın efendim. Ben hallederim." demiş ve kızaklar ile o kazanlara doğr giderken Rahom,  Kara Kurt Daki'nin yanıan doğru yürümüş ve ikisi kapanan kalabalıkta kaybolup gitmişti.
"Daki..." demişti kadın. Hatırladığından daha farklı gözüken bu adam hala o güzel bakışlara sahipti.
"Rahomun yaveri gibi yanında dolanıyor belli ki..." fısıltınıns ahibi adama bakmıştı. Adam onu kolundan çeken kişi ile yer değişip hanımının yanına geri dönmüştü.
"Fırsatımız varken kaçalım." demişti. Ama kadın onu duymak yerine öne doğru ilerliyordu. Daki'yi tekrar görmek için hızla kalabalığı yararken bağırtılar artıyor ve sıra bozulmaya başlamıştı.

"Bekle!" diye oan bağırana damı duymadı ve birden kendini kalabalığın dışında buldu. Boğazına doğrultulmuş kılıcın soğukluğu ile olduğu yerde kalmıştı. Nasıl birden kalabalık bitip kendini Rahomun önünde bulduğunu anlamamıştı. Muhon Asha'nın soğuk kılıcı boynundaydı.
"Asker!" demişti Muhon Asha. Başı önde kişinin kim olduğunu görmek ister gibi kılıcı yukarı doğru kaldırmıştı. Kadın cesaret edemedi. Başını kaldırdığı anda boynun kesileceğini düşünüp kılıcı zorluyordu.
"General Asha bırakın! Belli ki bir şey demek için bu kadar acele etti." demişti. Rahomun masum sesi ile kılıç inmişti.
"Diniliyoruz!" demişti. Ince sesi erkek olmadığını ele verecek kadar güzeldi. Konuşamazdı. Cevap dahi veremezdi.
"Konuşacak mısın?" diye sesini yükseltmişti Muhon Asha. Daki is eters bir şeyler olduğunu sezmiş gibi kılıcını çekmişti. Onunla beraber bir gerginlik oluşmuştu.
"Komut aldın ve buna cevap vermeyecek misin asker?" diye kükremişti Muhon Asha. Daki oraya doğru adımlarını hızlandırdı. Kadının tam karşısıan geldiğinde kılıcını doğrultmuştu.
"Asker birliğini söyle ve komutanın adını bildir." demişti. Ung disiplininden aciz duran bu kişinin kim olduğunu merak etmişti. Ama sessizlik sürdü. Daki sorusuna cevap alamayınca kılıcını onun boynuna doğru hızla savurdu. Fakat kılıcın çarptığı yerden sadece bir demir sıkırtısı duyulmuştu. Kadının bileğine çarpan kılıç kıyafeti yırtmış ama altındaki gümüş kollukla çarpışmıştı. Daki bu tanıdık gelen kolluklara baktı ve kılıcını geri çekti. Birden etrafını saran muhafızlardan çekinmemişti kadın artık. Bu saaten sonra olabilecek herşeyin sonu ölümle bitecekti. Başındaki şapkayı çekip aldığında sarı saçları özgür kalmıştı. Koyu mavi gözleri ise karşısında dikilen Daki'ye sabitlenmişti.
"Kara Kurt Daki! Eski dostunu bu şekilde karşılaman beni paramparça etti." demişti. Daki oan bakıp kalmıştı. Yıllar sonra onu karşısında görmek tuhaf bir histi. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi. Öylece kalmıştı. Düşman vardı kampta ama bu düşman Daki'yi oldukça yakından tanıyordu belli ki...

"Tutuklayın!" emrini veren Muhon Asha olmuştu. Kuwala ise şaşkınlıkla kıza bakıyordu. Asha bununla yetinmedi ve bri çıkış daha yaptı.
"Kimse ayrılmasın ve sıraya girsin. Herkes kendi bölüğüne geçsin. Teker teker bölük komutanlarının askerleirni kontrol etmesini istiyorum. Yalnız olmadığından emin olana kadar kimse tek lokma yemek dahi yemeyecek!" demişti. Kadını tutuklamak kolay olmuştu. Üç asker onu alıp kafeslerin olduğu alana doğru götütürken düzenli bir kargaşa başlamış ve herkes bölüğüne doğru ilerlerken Bakren askerleri alandan çekiliyordu. Grave ve Güneş'in Kızı hemen askerlerini farklı alana toplamıştı. Aleon ise olayı duyup koşup gelmişti.

Denetim gün ışığına kadar sürmüş ve bu sürede üst komuta merkezide meydanı terk etmemişti. Üç kişide bulunmuş ve silahlarıan el konulup tutuklanmıştı.  Gün doğarken yemeklerini yemeye fırsat bulan askerler neler olduğunu aralarında atrtışmaya başlamıştı bile.
"Seron askerleri imiş onlar. Kampa sızıp Prens Daki ve Rahom Kuwala'yı öldürmeyi planlamışlar." inanılan en yatkın dedikodu buydu. Tek konuşma askerler arasında geçmiyordu. Karargahın ana çadırı olarak belirlenen Kuwala'nın çadırında komutanlar toplanmıştı. Onlar Kuwala ve Daki'yi beklerken Aleon, Daki, Güneş'in Kızı, Muhon Asha ve Grave ise iç kısımda konuşuyordu.

"Kim bunlar?" Kuwala'nın sorusunu cevaplayacak herkes oradaydı. Aleon sessizliğini korurken Daki öne doğru bri adım atmıştı.
"Seronrakaul krallığının en zengin ailesinin kızı ve onun adamları." demişti. Kuwala kaşlarını çattı. Kollarını önünde bağlamıştı.
"Buraya bir intihar saldırısına gelecek kadar aptal olmadığı belli. Neden burada olduğunu öğrenmemiz gerekiyor." dedi. Sormak istediği asıl soruyu bekliyordu herkes merakla. Daki ile kadının tanışıklığını.

"Peki sen nereden tanıyorsun onu?" sorunun altında yatan imayı herkes biliyordu ama bilmemezlikten gelirlerse daha iyi olacağını düşünüyorlardı. Aleon kızın eskiden Daki ile nişanlanacağını bilen hayatta ki son üç kişiden birisiydi. Muhon Asha ve Daki'de bunu biliyordu. Daki sessizce ona baktı.
"Seron krallığı ile bir dönem müttefik ve akraba olmaya karar vermiştik. Kea ile oraya gönderildiğimd ehenüz on beş yaşlarında onunla nişanlandırıldım. Bu sadece güç için yapılan bir nişandı." dedi. Kuwala sessizce ona bakıyordu. Yüzünde ifade aradılar. Kıskançlık, öfek ve hırsa dair bir ifade aradılar ama o sadece bakıyordu.
"Neden nişanı attın?" demişti Kuwala. Daki'nin nişanı attığından o kadar emindi ki... Muhon Asha buna şaşırmıştı. Kuwala'nın böyle düşünmesinin sebebini ararcasıan Daki'ye baktı.
"İstemiyordum. Abim Kea bu evliliği yapmam için çok ısrar etti ancak o sırada Kuzeye doğru ilerleme başlamış ve Seronların desteğini almamız gerektiği konusunda ısrarcıydı. Bir süre karargah eğitimi alamk için orad akaldım bu süre içind enişanlı gibi davranmak bile benim için saçmaydı. Geri döndüşümüzden sonra nişanın bozulmasını istedim. Bunu o da reddetmedi." demişti. Kuwala başını ağır ağır salladı.
"onunla konuşmak istiyorum. Belki bizim için çalışmaya ikna edebiliriz. " demişti. Hepsi şaşkınlıkla Kuwala'ya bakıyordu. Kuwala bunu söyleidkten sonra emin bir şekilde kaşlarını çattı. Öğleden sonra bir görüşme yapacağım. Onu hazırlayın ve dışarıda bekleyen komutanlara durumun kontrol altında olduğunu her saat birlikleirnd esayım yapmaya devam etmelerini söyleyin. Kapı nöbetçilerini arttırın. Çevre araması için askerlerden bir birlik oluşturun ve birliklerin yüz metre içindeki her taşın altına baktığından emin olun.  Şimdi Muhon Asha dışında herkes çıkabilir." demişti. Muhon Asha tedirginlikle diğerleirne bakmıştı. Kuwala ise masasına yöneldi ve bir kadeh şarap doldurmaya başlamıştı. Hepsi çıktıktan sonra elindeki kadehi Muhon Asha'ya getirdi. Asha şaşkınlık içinde onun ikaramını kabul edip gösterdiği sandalyeye oturdu.

"Bana ne soracağından korkuyorum." dedi. Kuwala bunu duyunca gülümsemişti.

"O kadar korkunç bri adam olduğumun farkında değilim sanırım. Endişen olmasın. Seninle Daki'nin yakın dostu olduğun için sohbet etmek istedim. Onu Cohin'den ve Aleon'dan daha iyi tanıyacak kadar yakınsınız." demişti. Muhon Asha gülümseyen gence bakıp kaldı. Karşısıan oturan adam uykusuz ve yorgundu. Avdan sonra ve önce hiç uyumamış olmasına rağmen gözleir hala ışıldıyordu.
"Daki2yi tanıyorum ama o tahmin edilemez şeylerle geliyor bana."

"Bu konuda seninle hem fikirim. Bir gün bir yerden seyiplediği çocuklarının gelmesini bekliyorum. Elbette bu sorun değil ama mirasımın ortakçısı bu adamın seyiplediği çocukları yaşatacak bir ortamımız olmayacak." demişti. Kuwala her geçen gün daha korkutucu ve zeki bir adam oluyordu. 
"Daki çapkındı. Bu konuda onunla yarışacak kimseyi tanımam. Istemeden kadınları elde edecek kadar hoş bir havası vardır. Ancak bunu artık göremediğimi söylemeliyim." demişti Muhon Asha. Kuwala gülümsedi.
"Onun sadakatinden asla şüphe etmedim. Birbriimizin varlığından habersizken yaşanmış şeylerde pek ilgimi çekmiyor. Sadece bu kadın hakkında bilgi istiyorum. Onu avucumuzun içine alıp bizim için silahlar tasarlamasını istiyorum. Gerekirse Daki'nin onu ikna etmesinide isteyeceğim. Bizim için büyük bir şans bu!" demişti. Muhon Asha bri an şaşırdı.

"Kıskançlık krizi geçirmeni beklerdim. Sonuçta o senin... şey, yani..."
"Evet o benim ve bana ait. Bu konuda kimsnein şüphesi olmasın. Geçmişte onu kaybeden kişilerle uğraşacak kadar alçak ve kopuk bri bağımızda yok. Şimdi bunu bri kenarı bırak ve bana bu kadını anlat. Ailesini, zaaflarını ve bildiğin herşeyini." demişti. Muhon Asha şarabından bir yudum aldı. Belki iki saat ikisi içerd ekaldı. Asha çıkarken brişey anlatmayacağı konusunda söz verip çıktı. Yorgun ve halsizce onu dışarıda bekleyen yaverine kılıcını verdi.
"Tutukluları hazırlayın. Cohin'e söyle kadın için sıcak su ve sabun ve düzgün kıyafetler ayarlasınlar. Karnını doyursunlar ve öğleden sonra Rahomun huzuruna çıkarsınlar." dedi. Emri hızlı ve sertti. Yaveri ve askerler ona bakıyordu. Muhon Asha bir iblise dönüşen Kuwala'ya hayran kalmaktan başka bir şey yapamıyordu. Gözüktüğünden çok fazlasıydı. O masum ve saf yüzünün ardında karşısındakini öldürecek bir zeka ve iblis vardı. Savaşın ortasında kalan bu genç ve saf ruhun nasıl iki senede çelik gibi olduğunu düşündü. Onun nele rgördüğünü düşündü ve onu zorla savaşa çeken gücün onu nasıl kutsal bir varlık haline getirdiğini...
"Olması gereken bu!" diye mırıldandı. Yürürken yolunu Daki kesmişti. Henüz kendini tam toparlayamamıştı. Ancak askerlerin eğitimlerine katılıyordu. Salınarak ve düşünceli yüüryen Muhon Asha'nın yolunu kesmişti.
"Ne oldu?" demişti. Asha bir süre ona baktı. Ardından elini Daki'nin omzuna koydu.
"Onunla işin zor. Kandırılamayacak kadar zeki ve oynayamayacağın kadar iblis. Bazen sana üzülüyorum." demişti. Daki şaşkınlık ile ona baktı.
"Kuwala'dan mı söz eidyorsun?" demişti. Muhon Asha başını salladı.
"Evet. Sanırım o artık pişip soğumuş. Onu çok iyi eğitmişsin. Gördüğü ve duyduğu herşeyi analiz etmiş ve gerçek bir lider olmuş." dedi. Daki br an gurulandı.
"Öyle tabi ki... Sonuçta o hep öğrenmeye hevesli ve zeki bir adamdı." demişti. Muhon Asha gözleirni yorgunca ona dikti.
  "Biraz ürkütücü bir zekası var. Onunla karşı karşıya kalmaktan çekiniyor insan. Bazen bir iblis gibi bakıyor." demişti. Daki bri an ciddiyetle ona baktı.
"Bir iblis değil o. Sadece gölgeleri emrine alacak kadar güçlü bir efendi oldu." demişti. Muhon Asha duraksayıp ona baktı.
"Ne deidn sen?" dedi. Daki gülmüştü.
"Güçleniyor. Gölgelerin onu yönetmeisne izin vermemek için güçleniyor. Bazen kendini kaybediyor ama güçlenmeye devam edecek. Beyaz Kurtlar burada olduğu sürece bu büyüde bozulmayacak." demişti. Muhon Asha şşakınlık içinde bakıyordu.
"Büyü mü?" demişti. Daki başını salladı.
"Buraya geldiğimzi andan beri içerde tutulan bütün gölgeleri kontrol etmek için uğraşıyor. Savaşı kazanmanın tek yolu onunda bir gölge olmasıymış. Bunun için çabalıyor." dedi. 

"Nasıl yani?"

"Londaga nasıl gölgelere ışığı ile hükmettiyse o da hükmetmek için çabalıyor."

"Bunu neden bize anlatmıyor?"

"Sebebini anlatsam anlayacağını sanmıyorum Asha! Ama şunu söyleyebilirim ki tek düşmanımız eli kılıç tutan düşman olacak. Karanlıkta yürüyen ve süzülen gölgeler olmayacak. Sadece sabret kardeşim. Ve onu sorgulama. " demişti. Bunu söylerken rahat davransada o da endişeliydi. Fazlası ile endişe ediyordu. Kurtları ilk bulduğu zaman Ayezi ona bir fikir sunmuştu. Bu ışığı kullanma fikri tamamen Ayezi'ye aitti. Kuwala o günden sonra her zaman olduğundan daha soğuk ve karanlık olmaya başlamıştı. Geceleri yaptığı meditasyonlarda ne yaşadığını asla Daki'ye anlatmamıştı. Sadece bunun yan etkilerine Daki şahit oluyordu. Kuwala yavaş yavaş acımasız ve karanlık bir kişiliğe bürünüyordu. Her zaman görmek istediği o saf gülümseme karanlık bir bakışla bozulup gidiyordu.  Kuwala'nın bütün benliğini dağıtıyordu bu plan. Her ne kadar arkadaşına endişe etmemesi gerektiğini söylemiş olsada onun için ilk endişelenen kişi o olmuştu. Gölgelerin sürekli aklına okyun oynadığını biliyordu. Sürekli onu kabuslara çekip karanlıkta tutmaya çabaladıklarını görüyordu. Kuwala'nın pişmanlığı oldunu duyduğunda kırgınlığı pişmanlık olmak değildi. Onun artık eskiden aşık olduğu adam olmadığını görmek onu kırmıştı.

Dalgın adımlarla yürürken yüzüne yorgunluk çökmüştü. Onu savaşa çektiğini ve onun bu hald eolmasının sebebi olduğunu bilmenin verdiği vicdani yükle adımları yavaşladı. Yemek yemeyi unutmuştu. Başı döner gibi oldu ve tutunacak bir yer aradığında koluan giren kişi ile ayakta kalmıştı. Cohin oan endişe ile bakıyordu. Kuwala'nın çadırına yakınlardı. Onu oraya götürmek için hareket etti.
"Sorun yok cohin. Kuwala beni böyle görmesin. Nefes alabileceğim bir yere gidelim." dedi. Cohin çözüm olarak onu kendi kaldığı çadıra götürdü. Ağabeyi ile kaldıkları bu komutan çadırı daha büyüktü. Içerd ebri kaç kişi yatak istiratındaydı. Geri kalan yataklar bomboştu.

"Su için efendim!" demişti. Daki onun uzattığı sudan bir kaç yudum aldı. Bedeni yorgundu ve aç karna antremanda bulunmak onu tüketmişti. Zihnen olan yorgunluğu ise katlanılmazdı.
"Efendi Kuwala ile aranız nasıl?" demişti Cohin. Daki buruk bir ifade ile ona baktı.
"İyi..." sözcük o kadar sadec ve yavandı ki Cohin kaşlarını çattı.
"Bir şeyler yolunda gitmiyor ve bunu görüyoruz efendim. Bir şeyleri gizlemeye çabaladıkça siz yıpranıp çürüyorsunuz. Neler oluyor o çadırda ve neden efendi Kuwala eskisi gibi değil anlamaya çaalıyorum ama aklım ermiyor." demişti. Daki önündeki suyu alıp bir kaç yudum daha içti.
"Onu bu savaşa sürükledim ve şimdi cezasını çekiyorum. Kaybetmemek için onu güçlü ve korkusuz yapmak için uğraştım hep. Ama fark ettim ki onu böyle böyle kaybettim ben. O kulübesine sığındığımzı adamı alıp kalbini söküp yerine zırhla kaplanmış bir asker yarattım. Bunun gururunu yaşamam gerekiyor değil mi?" demişti. Cohin onun yüzüne bir kaç saniye bakti. Renksiz ve huzursuz yüzü kısacık bri süre inceledi ve başını iki yana salladı.
"Siz vaz geçiyorsunuz. Bunu yapmayın!" dedi. Daki cevap vermek istedi ama veremedi. Yorgunca gözlerini boş yataklara çevirdi.
"Bir süre burada dinleneceğim. Beni soran olursa görmediğini belirt. Kuwala'd adahil buna." demişti. Ayağa kalkıp boş bulduğu ilk yatağa kendini bıraktı. Cohin ne yapacağını bilemez hald eona bakıyordu. Savaş onlardan sadece dostlarını, kardeşleirni ve tanıdıklarını götürmüyordu. Her geçen gün ruhlarını çürütüyor ve insanlıklarını yok ediyordu. Sevmeyi, sevilmeyi ve kendileri olmayı unutuyorlardı. Kuwala bunun farkına varmak için çok genç ve tazeydi. Henüz neleri kaybettiğini göremeyecek kadar öfkeli ve güçlüydü. Ama kaybettikleri onun görmediği yerdeydi hep. Kalbinin içinde gizliydi. Sıkıntı ile elini göğsüne her koyuşunda ondan gittikçe uzaklaşan Daki'nin varlığını unutuyordu.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm  Otuz Beş

Sahipsiz Ölüler

Öğlen Kuwala tutukluyu kabul etti ve onun için yemek istetti. Karşılıklı yemek yiyeceklerdi. Kadın şaşkındı. Ne diyeceğini bilmedi. Sadece sunulan yemekleri içkisini kaldırarark kabul etti. Kuwala sakince yemeğini yerken aynı zamanda tutuklu olan kişilerinde yemek için getirilebileceğini söylemişti. İçeride muhafızlar kalmış ve altı kişinin karşısında Kuwala oturmuş yemeğini yiyordu. 
"Daki'nin eskiden nişanlısı olduğunu bilseydim bu kadar kaba davranılmasına izin vermezdim. " dedi. Kadın şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala'nın soğuk bakışları ve ifadesiz yüzü korkutucuydu. 
"Yemek ve nezaketiniz için teşekkürler!" demişti kadın. Kuwala ufak ama sahte bir tebessüm etti. Cohin içerid eayakta dikilenlerdendi. Daki'nin çadırda güven içinde uyuduğunu bildiği için buraya gelmişti. 
"Bu nezaketimiz bütün misafirlerimiz için geçerlidir!" dedi. Kadın bunu duyunca kurt ve kız başını ve diğer Rahomu hatırladı. 
"Hepsi için olduğundan emin değilim!" demişti. 
"Hepsi için geçerli."
"Peki o küçük kız ve kurt, o tutuklu soydaşınız?"
"Onlar hain hanımefendi!"

"Hain mi?"

"Evet! Sevgili dostum Daki'yi zehirlemeye kalkışan bir avuç hain!" dedi. Kadın donuk bir ifade ona bakmıştı. Kuwala gülümsemeye devam etti. 
"Asla affedemeyeceğim tek şey ihanettir!"kadın ona şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu.
"Siz affeder misiniz hainleri ve ihanetçileri? Seronlar denildiği kadar onursuz değil diye umuyorum. Iki senedir sizden çok kişi elleirmde öldü. Onuru ile ölen adamlar azdı ama yinede vardı!" ekledi. Kadın şaşkınlık içerisind eonunla konuşan Rahoma bakıyordu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Hepsinin lokmalar boğazıan dizilmişti. 
"Onursuz değiliz Rahom Kuwala!" diye çıkışmıştı yaveri. Genç ateşinin verdiği çoşku ile eli masaya hızla inmişti. Kuwala onun eline daha sonra yüzüne baktı. 
"Hepinizin olmadığını biliyorum ama leş yiyen köpekler gibi parçalara bölünen kuzey topraklarına gelmeye devam ediyorsunuz. Arkamızda bıraktığımız artıklarla beslenmek için koşturuyorsunuz." demişti. Adam kaşlarını çattı. Masadaki eli yumruk oldu. 
"Laflarınızın altında ezilecek değiliz. Korkak değiliz." demişti. Kuwala bunu duyunca gülümsemesi silindi. 
"Korkak değilsin öyle mi? Gerçek korkunun ne olduğunu görmemiş bir adamın basit sözlerine bakın!" demişti. Adam ayağa kalktı.

"Korkuyu, savaşı ve yokluğu çok iyi biliriz. Sizin gibi altın işelmeli yastıklarda doğmadık. Ama onurumzu ve cesaretimzi ile..."

"Onu duydun mu Cohin? Altın işlemeli yastık dedi. " Cohin yanında dikildiği Kuwala'ya bakıp başını salladı. 
"Burada ben hiç altın işlemeli yastık görmüyorum. Kara Kurt binicisi Bakrenler kulübemi yakmadan öncede altın işlemeli yastığım olmadı. Sen görüdn mü evimde altın işlemeli yastık Cohin?"

"Görmedim efendim." demişti Cohin. Kuwala gözleirni adamın gözleirne dikti.

"Korkuyu kalbinde hissetmediğin sürece gerçekten bir erkek olamazsın diyor Bakren soyu. Sen gerçekten hissetmelisin." demişti. Gözleri beyazladığında adam transa girmiş gibi kilitlenmişti. Kuwala oldukça sakin şekilde ona bakıyordu. Bir süre sonra adam olduğu yerde titremeye başlamıştı. Korku iel kıvranıyor ve gözleirnden yaş akıyordu. Dudakları kıpırdandı. Ve birden çığlık atıp dizleri üstüen çöküp yalvarmaya başladı.
"Dur lütfen!" diyordu. Kuwala onun çığlıklarını duyduğunda transtan çıktı. Adam korku iel olduğu yerde dizleri üstündeydi. Adam elini kalbien doğru götürdü. Korku ile dudakları titrerken gözleirnden yaşlar akıyordu. Yaverinin ilk defa ağladığını gören kadın şaşkınlık içinde kalmıştı. 
"Korku bu işte. Cesaret sadece ölümü düşünüp onun hakkında konuşmak değil. Cesur olan kişiler o korkunun üsütüne giden aptallar değildir. Onlar bu korkulardan kurtulmak için farklı yollar deneyenlerdir." dedi. Adam titreyen eli ile içkisini aldı. Kuwala donuk bri ifade ile onlara bakıyordu. 
"Sizden burada kalıp benim ordum için çalışmanızı bir defa isteyeceğim. Eğer kabul etmezseniz oraya güvenle gitmenizi sağlayacağım. Ancak benim için çalışırsanız bu savaştan kaybeden olmayarak çıkacağınızı garanti ederim." demişti. Titreyen adam baktı. 
"Onlara gördüklerini anlat." demişti. Adamın dudakları titredi. 
"Yapamam!" diye mırıldandı. Kuwala geriye doğru yaslandı. 
"Git ve onlara anlat. Daha sonra istediğinizi yapın." demişti. Arkadaşlarının yardımı ile yaver toparlanmıştı. Ayağa kalktı ama yürüyemiyordu. Kadın gidecekken durmuştu. Çadırın kapısı önünde arkaya doğru dönüp baktığında Cohin'in panik içinde eğilmiş olduğunu gördü. Ne olduğunu görmek için döndüğünd eRahomun beyaz kıyafetinin önün kızıla boyandığını gördü. 
"Hekimi çağıracağım!"
"Gerek yok Cohin!" demişti Kuwala. Mendili dudaklarına götürdü. 
"Daki'den çekip aldığım o şey hala vücudumda dolaşıyor. Bir süre daha beni rahatsız etmeyin. Dinlenmek istiyorum." demişti. Cohin onun göğsüne doğru akmış kana bakıp kaşlarını çattı. 
"Efendi Daki şu an komutan çadıırnd auyuyor. En azından onun seninle kalmasıan izin vermelisin. Bu koyduğunu mesafe ikinizide bitiriyor. Bunu emrinde bri asker olarak söylemiyorum. Bir dostun sana can borcu olan bir dostun olarak söylüyorum." demişti. Kuwala başını iki yana salladı. 
"Yanımda kalırs adaha geç iyileşir."

"Peki sen?"

"Bana bir şey olmaz Cohin. Toparlarım bir kaç güne. Daki'ye ihtiyacınız olacak. Onun ayağa kalkması gerekiyor." bunları söylerken dolan gözleirni saklamak için başını öne doğru eğmişti. Cohin onun ağladığını fark etmişti. 
"Efendi Daki'ye gidiyorum. Ona ihtiyacınız var ve onunda size. Verdiğiniz emre uymadığım için cezam neyse çekerim." demişti. Kuwala onun birden bileğini yakaladı. Dişleirni sıkmış ve gözleri yaşla doluydu. 
"Bunu yapma!" demişti. Cohin dehşet içinde ona bakıyordu.
"Beni bu halde görmesini istemiyorum." demişti. Cohin bileğine baktı ve tekrar gözlerini Kuwala'ya dikti. 
"O zaman sizinle kalacağım. Beni gönderirseniz gideceğim ilk yer Efendi Daki'nin yanı olacak. Kampı ayağa kaldırmamı istemiyorsanız sizinle kalmam izin verin." demişti. Kuwala onun kolunu yavaşça bıraktı. Gözlerini kapattı. 
"Bana sandıktan kırmızı kutuyu getir." demişti. Kadın daha fazla konuşmayı duyamadan dışarı doğru sürüklendi. 

Tekrar kafese dönmüşlerdi. Yaver korku ile olduğu yerde gözleirni ayırmış dikiliyordu. Aklını kaçırmış gibi bakıyordu. 
"Sana ne gösterdi?" demişti kadın. Adam korku iel ona baktı ve olduğu yere çöküp alnını yere koydu. 
"Beni affedin hanımım ama ben o şehre gidemem. Orada olamam. Sizde olamazsınız. Orası iblis ve gölgelerin yeri. Orası işkence dolu ölümün bizi beklediği yer." demişti. Kadın şaşkınlık ile ona bakarken arlarında bir metreden az olan kafeste oturan Tieden onlara doğru çevirmişti başını. 
"Gerçek korkuyu görmek istiyorsanız Kuwala'nın gözleirne bakın!" demişti. Kuwala adını duyan kadın ona doğru döndü. 
"Ne demek bu?" 
"Sizi sınıyor. Bu kamptan canlı ayrılamayacaksınız. Ona ne istiyors avermek zorundasınız. Sizi o şehirde bekleyen gölgelerin efendisinden farksız bir iblis o. Londaga'nın yaptığını yapıyor." demişti. Londaga2nın anlatılan efsanaleşmiş hikayesinin altında yatan gerçeği az kişi bilirdi. Çoğu bu hikayeden habersizdi. 
"Kuzeyin kurtarıcısı olan Londaga gibi iyi yürekli ise neden ona iblis diyorsun efendi!" demişti. Tieden histerik bri kahkaha atıp elini alnıan koydu hızla. 
"Kurtarıcı mı? Yoks aonlarca izdırap çeken ruhu bir kafese kapatıp işkence eden mi? Londaga benim soyumun başıdır. Onun deliliği hepimizd ebri hastalık olarak devam etti. O gölgeleri adım sesi ile korkutan yücelerin yücesi olan Londaga'nın gerçek hikayesini dinlemek ister misiniz?" demişti. Kadın başı ile onayladı. Tieden adeta geçmişe dalar gibi gözlerini karşısındaki iki kopuk başa kitledi.

"Büyük kaos başladığında gece hiç gündüz olmayacakmış gibiydi. O kaosun ardından binlerce arada kalmış ruh buraya çekilmişti. Kendileirne sığınak arayan bu ruhlar burada buldukları her canlının bedenine yerleşmeye çalıştı. Burası sulu ve kanlı bir etti. Onlar ise o eti cürütmeye gelen solucanlar gibiydi. Hepsi hızla burada artıyordu. Yüce Darta onları durdurmak için ışık ve sonsuz şifa suyundan bir varlık yoğurdu. Kalbien kendi kalbinden bir parça koydu. Gözlerini ulu kurdun gözlerinden aldı. Ve aklını tanrıların babası güneşin aklından. Darta durduramadığı bu kaosu durdurmk için aceleci davranmıştı. Bir şeyi unuttuğunu fark ettiğinde geç kalmıştı. Merhametsiz oğlu kuzeyde adım adım gezmeye başlamadan yanıan merhamet için ulu kurdun bri yavrusu olan Darta'nın yaveri olarak bilinen Ayezi'yi verdi. Genç ve tecrübesiz Ayezi efendisine sadık olacağına yemin ettiğinde olacaklardan habersizdi. Londaga adım attığı yerd eşifa ve huzur götürdü. Arada kalmış gölge ruhları ikna etmeye hiçbir zaman uğraşmdı. Onları huzura kavuşturmak istemedi. Sadece onların yarattığı kaosun verdiği çirkinliği bitirmek ve huzur bulmak istedi. Ruhları teker teker zincirleyip onları gittiği yere sürür oldu. Binlerce gölgeyi zincire vurup tek bir kılıç içinde topladı. Ve kılıcını vurduğu yerde ne ruh ne can kalıyordu. Sıkışmış ruhların öfkelenmesiyle daha çok güç sağladıklarını öğrendiğinde bir karanlık diyar yarattı. Hepsini oraya hapsetti ve başlarıan Ayezi'yi koydu. Ayezi efendisinin emrini yerien getiriyordu. Ruhlara işkence edip onların sürekli olarak Londaga2ya güç sağlamasını istedi. Kuzey rafah ve huzura kavuuştuğunda Darta bu gerçeği öğrenmiş ve oğlunu sonsuz uyku için çekip almıştı. Emre itaat eden Ayezi'yi ise ruhların başıan bekçi olarak dikmişti. Londaga'nın ışığı aktarıldığında Ayezi uyandı ve o karanlık diyarı açtı. Oradan kaçan binlerce onlarca gölge ise kuzeyde gezinmeye başladı. Melez Piç onları fark ettiğinde ise onları aldı ve yoğurdu. Kendisi için çalışan birer köle halien getirdi. Işkence etmek yerien onları besledi ve huzura kavuşacaklarıan söz verdi. Şimdi Kuwala ondaki gücü almak için uğraşıyor. Bir defasında bizlere kimsenin ölümünü istemediğini söylemişti. Her ölü Melez piö için bir güç kaynağı olduğu için yaptığını söyledi ama bunu anlayacak kadar zeki kimse yok. Bu savaşta sen, ben ve onlar sadece birer kanlı ve sulu bri et parçasıyız. Kurtlar solucanlar yemedne bizi yemek için diş dişe girmiş durumda. Ne Daki ne başkası ikisi arasındaki savaşta önemli. Ne sen ne ben kimse önemli değil. Eğer giderseniz sizi Kuwala öldürecek, kalırsanızda Melez Piç. Sonuçta herkes ölecek. Ve bende bedeni solucanlar tarafından parçalanan bir başkası olacağım." demişti. Kadın ona bakıyordu. Anlattığına bakılırs akims ekazanmayacaktı bu savşı. Yarı Bakrenlı yarı Rahomlu bri delinin kendinden daha güçlü bri başka deli ile savaşında hepsi birer yemdi ve piyondu. Bunun aksini düşünmek istedi. Yaptığı silahlarla kazanabileceğini ve ölmeyeceğini. Ancak içinde birşeyler Tieden'in doğruyu söylediğini biliyordu.

"Kara Kurt Daki'yi daha önceden tanıdığını duydum. Onunla ilk tanıştığımda o Kuwala için dünyada herşeyden daha değerliydi. Şimdi ise... " kadın birden aklını saran karanlıktan kurtulur gibi gözlerini açtı. 
"Şimdi ne?" demişti. Ne olduğunu duymuştu. Rahom hala Kara Kurt Daki'yi önemsiyor ve korumak için uğraşıyordu. Bunu kendi kulakları iel duymuştu. Ikisi arasında sıkı bir dostluk olduğunu düşünmüştü. Iki silah arkadaşı ve savaşçı... 
"Şimdi sıradan bir asker ve güç kaynağı!" dediğinde kadın gülmeye başlamıştı. 
"Hayatta iki insana inanmam. Bir hainler iki deliler. O yüzden efendi dediklerin benim için kasabanın delisinin analttığı bir hikayeden ibaret. Ve bu kampta var olan bir hainin lafları." dedi. 
Tieden ona bakıp kalmıştı. Gözleri alev saçıyordu. 
"Hain..."demişti ve histerik bri kahkaha atmıştı. Kadın oan bakıp kalmıştı. Neye inanacağını bilmiyordu. Belki Daki ile konuşması gerektiğini düşünüyor ama bundan çekiniyordu. 
"Daki ile konuşmadan karar alamyacağım!" bu bilgiyi onları kontrole gelen askere söylemişti.

Bu bilgi gittiği sırada Daki çoktan Kuwala'nın çadırının yolunu tutmuştu. Oraya geldiğinde hekimin çırağını görmeyi beklemiyordu. Çadıra ilk giridğinde ufak ikinci koridorda onunla karşılaşmıştı. Çocuk elindeki kan dolu metal çanağı dışarı doğru götürüyordu. Daki ile göz göze geldi. Yanından koşarak geçip giden adama bir şey diyemeden onun gözden kayboluşunu gördü. Daki Kuwala'nın yatağının olduğu yere nasıl geldiğini hatırlamıyordu. İçerde iki muhafız kaynatılmış su dolu büyük kazanı tahta küvete boşaltırken yaşlı hekim yatağın yanında Kuwala'nın sol bileğini tutmuş nabzını dinliyordu. Cohin ve Grave ise ayaktaydı. 
"Neler oldu?" demişti. Gözleri yatakta uzanmış Kuwala'ya kaydı. Yüzü bembeyaz genç ona bakıyordu. 
"Ciddi bir durum yok ancak Efendi Kuwala'nın biraz dinlenmesi gerekiyor. Onun için hazırladım bu ilacı içerse daha rahat uyuyacaktır." demişti hekim. Yavaşça ayaklandı. Kuwala kasabada tanıştığı babasının arkadaşı olan hekim dışında kimseye güvenmiyordu. Onun özellikle kampta buunmasını istemişti. İhtiyar adam gözlerini Daki'ye doğru çevirdi.
"Eğer kendini yormaya devam ederse ona engel olmaya çalışın." dedi. Daki gözlerini Kenarda duran Kuwala'nın kanlı kaftanıan çevirdi. Göğüs kısmıan damlamış olan kandan anlamıştı Kuwala'nın kan kustuğunu. Kaşları çatıldı. Sert adımlarla yatağın yanına gelmişti. Yeşil gözlerinde bir karanlık vardı.

"Herkes çıksın!" diye verdiği emirden sonra ikisinin kalması bir kaç saniye sürdü. Etraf boşaldığında Daki suya doğru yürüdü. Kollarını yukarı doğru katlıyordu. 
"Bu gece transa girmeyeceksin. Sadece sıcak bir banyo yapıp ilacını içip uyuyacaksın. Başka bir şey yapmak yok!" demişti. Kuwala doğruldu.

"Buna gerek yok. Kendi başıma yıkanırım." demişti. Daki elini suya soktu. Bir süre sıcaklığını kontrol etti. Biraz soğuk su ekledi ve yatakta oturur konuma gelmiş olan Kuwala'nın yanına doğru yürüdü. Eğilip Kuwala'nın düzgün bağlanmış kuşağını çözdü. Zayıf karnı ve beyaz göğsü açılmıştı. Kuşağı çıkardı. Kemeri çözmeye başladı. 
"Daki kendi başıma yıkanmak istiyorum. Sen dinlenmelisin." demişti. Daki çömeldiği yerden başını kaldırıp ona baktı.

"Seninde dinlenmen gerekiyor. Birbirimize ölene kadar eş olacağımızı söylerken her anında yanında olacağımızıda söyledik. Madem tanrıların gözünde evliyiz o zaman izin ver artık sana yardım edeyim. Beni korumaya çabaladıkça yavaş yavaş ölüyorsun. Bırak öleceksek beraber ölelim Kuwala. Bu durumdan yoruldum. Ben sana sarılıp uyumayı sabah yanında uyanmayı özledim. Tek başına baş etmeye çalışma artık. " demişti. Kuwala titreyen gri gözlerini ondan alamıyordu. Daki biraz doğruldu. Burun buruna gelmişlerdi.

"Bırak artık yanında olayım. Ben Küçük Beyaz Gelinciğimi özlüyorum." demişti. Kuwala dudaklarıan dokunan kuru dudakların sıcaklığı ile gözlerini kapamıştı. Kollarını Daki'nin boynuan doladı. Ona sıkıca sarılmıştı.

"Seni çok özledim ben Kuwala!" dedi Daki. Kollarını Kuwala'nın ince beline doladı. Bir süre öyle durdular. Kuwala daha sonrasında ona izin verdi. Daki onun çizmeleirni çıkardı, kemerini çıkardı. Cübbesini omzularından alıp bir kaç düğüm iliklenmiş gömleğini söktü. Çekti aldı omuzlarından. Pantolonunu sıyırdı. Kucağına aldı ve ılık su dolu Küvete onu oturttu. Kokulu yağlardan yapılmış sabunu güzelce bir beza sürdü ve yavaş yavaş özlediği teni, adamı yıkadı. Onu seyretmek ve ona dokunmak... Daki ilk gün onu öptüğü an kadar heyecanlı hissediyordu kendini. Elleri titiriyordu. Londaga'nın eşsiz çiçeği olan bu adamı kırılgan bir çiçek gibi görüyordu. Onu severken incitip solduracağından korkuyordu.

Yorgun ve suyun sıcaklığı ile uykuya çekilen Kuwala'yı küvetten aldı. Kurulayıp giydirdi. Yatağa uzandılar. Kuwala gülümseyip ona doğru dönmüştü. Tek kelime etmeden derin derin bakıyordu. Daki onun bakışlarına cevap vermekten asla kaçınmadı. Gri gözler yavaş yavaş kapanana kadar onlardan gözünü bri saniye kaçırmadı.

Gece yarısı mumlar eriyip söndüğünde Daki ona doğru sokulmuş adama sarılmış ve uykuya dalmıştı. Bu huzurlu uykuyu boza ise inlemeler olmuştu. Kolları arasında ki beden can çekişir gibi kıpırdanıyordu. Nefesi kesik kesik ve sesi boğuktu. Yanan bir kaç mum odayı loşlaştırmıştı. Gözleirni açıp çırpınan Kuwala'yı gördüğünd eonu uyandırmak için belinden kavrayıp doğrulttu. 
"Kuwala! Ben buradayım!" demişti. Önce inlemeler kesildi. Sonra nefes alışı düzeldi. Bedeni kıvranmayı bırakıp Daki'nin göğsüne doğru yığılmıştı. 
"Onlar çok acı çekiyor!" demişti. Boğuk sesi hüzünle doluydu. Sıcak gözyaşları damla damla akıyordu. 
"Sadece bir kabustu!" dedi Daki. Kuwala ona doğru daha çok sokuldu. Bedeni halsiz ve zayıftı. Göğsü yavaş yavaş inip kalkıyordu. Omzuları düşmüştü.

"Acı çekiyorlar. Onları hapsettiği yerde hepsi acı çekiyor." dedi. Daki ona daha fazla bir şey diyemezdi. Kurduğu bu ruhani bağda onların acılarını hisseden bu adamın sadece acısını nasıl dindirebileceğini düşünmeye başladı. Onu kucaklayıp geri yatırdı.

"Onlar bekleyenleri olmadığı için acı çekiyor. Unutulmuş hissediyorlar." Kuwala yorgunca konuşmaya başlamıştı. "Sadece hatırlanmak istiyorlar. " demişti. Daki onun keisk kesik nefes alışından bu acının onu ne kadar halsiz düşürdüğünü anlamıştı.

"Sahipsiz ölüler için dua edelim mi?" Daki bunu söylediğinde Kuwala şaşkınlıkla ona bakmıştı.

"Bu gece şimdi kalkıp onlar için mumlar yakalım ve dua edelim. Hatırlanmak istiyorlar. Onlara bunu verelim." demişti.

 

Muhon Asha ve Aleon yan yana yürüyordu. Çadırlarına geçerken onlara bir grup askerde eşlik ediyordu. Bir ışık fark ettiler ve durdular. Binlerce mum yakılmıştı. Rahiplerin ikisi oradaydı. Cohin ve Grave ise ayakta dikiliyordu. Kuwala ve Daki onlarca mumun önünde diz çökmüş dua ediyorlardı. Elleri birbirine kenetli halde oturan kişilere Muhon Asha kadar Aleon'da şaşkınlıkla bakıyordu. Nereden çıkmıştı bu anma bilmiyorlardı ama gökyüzü inanılmaz durgun ve rüzgar birden sakinleşmişti. Dua bitip mumlar teker teker üflenerek söndürüldüğünde iki saat olmuştu. Daki ayağa kalktı. Kuwala'nın elinden tutup onu kaldırdı. Sahipsiz ölülerin ruhlarını anmışlardı. Kuwala elini göğsüne doğru koydu ve sakince Daki ile çadıra yürümüştü. Aleon ve Muhon Asha'da onların peşine takıldı.

"Ne oldu da gece yarısı birden bu anmayı düzenlediniz apartopar!" demişti. Daki onu duymamış gibi Kuwala'nın cübbesini çıkarmaya yardım etti. Kuwala fazlası ile yorgundu. Yatağa oturdu. Çizmelerini çıkarmak için eğilecekken Daki hemen çöküp ona yardım etmişti. Yatağ ayatırdı ve üzerini örttü. İki mum yanmaya devam ederken diğerlerini alıp çadırın ön bölümüne geçtiler.

"Birisi mi öldü de gecenin bu vakti anma düzenlediniz?" demişti Muhon Asha. Daki hekimin verdiği ilacı bir kadehe bir kaç damla boşalttı. Ağrı kesici etkisi olan ilacın üstüne biraz şarap doldurmaya başlamışken konuştu.

"Gölgelerin huzursuzluğunu dindirdik. Gece boyunca kıvranıyor. Rahatlamışken şimdi konuşup onu uyandırmayın. Yarın anlatırım. Gidin yatın." demişti. Aleon ona baktı. Grave ise kadehin dolması ile şaraba uzanmıştı.

"Aranız iyi mi?" demişti Aleon. Daki ona bakıp kadehi yavaş yavaş sallamaya başladı.

"Sadece bir süre dinlenmeye ihtiyacı var. Tek başına her şeyi halletmek istiyor. Buna müsade etmemeye karar verdim Aleon. Ona kırılıp onu kırmaktan vaz geçtim. Sanırım aramız iyi. Şimdi iyi geceler." deyip eliyle dışarıyı işaret etti. Yorgundu ancak daha çok sesin Kuwala'yı rahatsız etmesinden tedirgindi. Onları gönderip yatağa geri döndü. Kuwala'ya ağrı kesici olan şarap kadehini verdi.

"Rahatça uyuyabilirsin!" demişti. Kuwala yanına uzanan adama doğru itekledi bedenini. Daki'nin göğsünü sırtında hissedip kıvrıldı. Ağrıyan bedenini ısıtmak için ona iyice sokulunca gözlerini yummuştu. Özlemişti bu şekilde uyumayı. Ayakta kalmak için çabalamadan, yarını düşünmeden, Daki'ye sığınarak uyumayı özlemişti.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz Altı

Mavi Ave Kraliçesi

Günler geçmiş ve zaman bahara doğru kaymaya başlamıştı. Bir ay daha kamp şehrin surları önünde beklemişti. Daki hala tutuklular ile görüşmemişti. Bütün enerjisini Kuwala'ya odaklamıştı. Onu toparlamak için çabalamaya başlamıştı. Beraber kılıç eğitimine gidiyorlardı. Geceleri Kuwala transa geçtiğinde bir saniye olsun yanından ayrılmıyordu. Onu toparlarken kopan bağları eskisi gibi güçlü bir hal almay abaşlamıştı. Kuzeyin efendisi buzdan bir adam değil artık gülümseyen bir adam olarak karşılarındaydı. Ruhani ve fiziken iyi duruma gelmişti.

Tekrar güçlendiği yüzündeki hafif tebessümden belli oluyordu. Gri gözlerinin içi gülüyordu adeta. Akşamları komutanları ile yemek yiyor ve sabah askerlerin eğitimlerini takip ediyordu.

"Efendi Kuwala yeterli erzağa ulaşmayı başardık. Askerlerimiz güçleniyor. Savaşabilecek kadar güçlendiler. Başlasak mı artık?" demişti Grave. Kuwala ağzına götürdüğü ekmeği masaya koydu.

"Hazır olduğunuzdan emin misiniz?" demişti. Masada oturan bütün herkese baktı. Aleon, Güneş'in kızı gibi kral ve kraliçe, generaller, Bakren komutanları ve Ung komutanları.. herkes o masadaydı. Askerleri görebildikleir yerde oturmuş yanan ocakların sıcaklığında yemek yiyorlardı.

"Herkes aynı fikirde. Kuşatmaya başlamalıyız. Uzun süredir içeridekiler aç ve sefil durumda. Bizimle savaşabilecek kadar güçlü kimse kalmadı. Önümüz bahar. Yavaş yavaş rüzgarlar diniyor ve hava ısınıyor. Baharın ilk çiçeği açmadan bu toprakları kurtarmak istiyoruz." demişti. 

Kuwala başını yavaş yavaş salladı.
"O zaman başlayalım. Gün batarken Tieden'i hazırlayın. Sizde kraliçem geçitleri hazırlayın. Madem artık baharın gelişini kutlamak istiyoruz. O zaman tanrılara kurbanlarımızı sunalım." demişti. Bir büyü yapılıyordu haftalardır. Güneş'in Kızı'nın genç efsuncu kızları, Bakren'in güçlü efsuncuları ve Darta Tapınağı keşişleri bir büyü yapıyordu. Bu güçlü büyü belkide bütün karanlıktan gelen gölgeleri tek bir şeye hapsadecek kadar güçlü olacaktı. Ancak başarışızlık bu gölgelerin başıboş birer ruh olmasına sebep olacaktı.

Gün batarken kampta sessiz bir telaş vardı. Muhafızlar Tieden'in kafesinin orada sıraya girmişti. Çürümeye yüz tutmuş iki baş hala mızrakta duruyordu. Muhafızlar kıpırdamıyordu. Önce Akela kadınları geldi. Kafesin etrafını sardı. Aralarında iki kol mesafe vardı hepsinin. Tieden zamanı geldiğini fark etmişti. Gözünün önünde çürüyüp giden kızının başına baktı. Fohara'nın dökülmüş yüzüne...

"Hazır mı?" diye bir ses duyulmuştu. Ardında kalabalıkla Kuwala yürüyordu. Sarkan kollarını yukarı doğru katlarken yüüryordu. Güneş'in Kızı onun yanında adeta süzülerek geliyordu. Altın sarısı saçları rüzgarda dalga dalga sallanıyordu.
"Hazır sayılır. Ancak öfkesini ortaya çıkarmak gerekecek." demişti Güneş'in Kızı. Kuwala'nın diğer tarafında yürüyen Daki belinden kılıcı çekmişti. Kılıcı elinde kaydırdığında yeşil ateş parladı. Tutuklu Seronlar onları görüyordu. Daki bir kaç adım öne geçti. Kesik başların olduğu yere vardığında kılıcını savurdu ve ateş birden çürümeye yüz tutmuş başları sarmıştı. Tieden öylece kalmıştı. Bir Rahomun asla bedeni yakılamazdı. Bu onun ruhuna yapılan saygısızlıktı. Ayağ aklkıp kükrercesine bağırmıştı.
"Sizi aşağılık herifler. Ne istiyorsanız benim bedenime yapın!" demişti. Daki dönüp Kuwala'ya ufak bir baş selamı vermişti. Kuwala omzularındaki kolsuz cübbeyi çıkarıp arkaya uzattı. Cohin cübbesyi alınca durmuşlardı. Sadece Güneş'in Kızı ve Daki onunla kafese doğru yürümüştü. Kafesin etrafı iyice boşaltıldı. Sadece efsuncular kalmıştı. Kuwala oraya doğru yavaş adımlarla yürüyordu.

"Bana ne yapacaksan buna müsade etmeyeceğim." diye haykırmıştı Tieden. Kuwala dikilen grave'e baktı. Grave kafesin kapısını açmıştı. Haftalardır oradaydı. Kuwala onun kapısı açılınca adımlarını daha da yavaşlattı. Adeta onlar için geniş bir alan açılıyordu.
"Teslim olmayacağını biliyorum. O yüzden dövüşmene izin vereceğim." demişti. Tieden bu dövüşün ölümle kaçış arasında bir kapı olmadığının farkındaydı. Neden ona dövüşme hakkı verdiğini anlamış değildi. 

"Yapmayacağım!" Tieden'in bu cevabı Kuwala'yı şaşırtmadı. Ona dövüşme hakkını tanımasının asıl nedenini kimse bilmiyordu.
"Zaten kaybedeceğim. Senin için soytarılık yapmayacağım." diye ekledi. Kuwala gülümsemişti. Soğuk rüzgarın uğultusu dağları aşmaya başlamıştı. Efsuncular dışında herkes adım adım geri çekilerek çemberi genişletiyordu.
Rüzgar normal değildi. Sesi adeta savaş çığlıkları atan ölülerin ruhlarını anımsatıyordu. Kuwala elleirni yana doğru açtığında bir ışık hüzmesi belirdi alnında. Başı yukarı doğru kalktığında ilk gün onun için açılan gölgeler kapısını açan ışık yine ortaya çıkmıştı. Tieden ona öylece bakıyordu. Baş Kahin Sohow ise onun tam olarak nasıl bir büyü yapacağını merak ediyordu. Kimseye ne yapacağını tam olarak söylememişti. Sadece Daki bütün ayrıntıları biliyordu. Elinde iki kılıcı vardı ve Kuwala2nın bir kaç adım uzağında duruyordu. Kılıçları birden alev almıştı. Rüzgar onları yalayıp geçtiğinde Daki'nin iki kılıcı iki farklı renkte aleve bürünmüştü. Birisi yeşil alevdi. Ung kılıcını saran yeşil alev yükseldi. Vedaha sonra Rahom kılıcını saran kızıl alev onu bastıracak kadar şevkle yanmaya başladı. Daki kılıçların alevini kontrol altında tutmak için gözleirni kapamıştı. Kılıçlardan yanan ısı o kadar kuvvetliydi ki Soğuk rüzgar onu es geçiyordu adeta. Fırtına yavaş yavaş artarken Kuwala'nın alnından yükselen ışık artıyordu.

"Şimdi!" diye bir ses  duyulduğunda bir uluma ile yeri göğü sallayan bir gürültü kopmuştu. Işık kesilip gök kapkara oldğunda Akale kızlarının hepsi kafesinin üstüne bir geçit açmaya başlamışlardı. Nereye geçit açtıklarını bilen kişi ise Güneş'in Kızı'ydı. Çemberin başındaydı. Rüzgar şiddetlenirken geçit genişliyor ve sadece yanan kılıçların alevi eterafı aydınlatıyordu. Bakren efsuncuları kılıçlarını yakmışlardı. Kuwala'nın başı öne doğru indiiğinde ışık saçan gözleri yüzünü aydınlatmıştı. Kısa beyaz saçları dalga dalga savruluyordu. Rüzgar ona doğru dönmüştü. Geçitten esen rüzgarın çıkardığı uğultu kulakları sağır edecek kadar güçlüydü. Daki dönen rüzgarla üstüen düşeni yapma vakti geldiğini anlamıştı. Kuwala'nın önüne doğru fırladığında rüzgar birden durdu. Acı bir çığlık yükseldi. Gelen şey rüzgar değildi. Kafesin içini dolduran şeyi Daki'nin kılıçları aydınlatmıştı. Simsiyah duran kafesin içinde binlerce yüz ve sima vardı. Kollar ve bacaklar, gövdeler. Açılmış geçitten aşağı doğru hızla akıyordu. Kılıcın ilk ışığı ile karşılaşan yüz ise bir kurdun suratıydı. Hırıltılı ve çirkin sesi ile gürlercesine bağırdı. Daki'nin gözleir kapalıydı. Kuwala ona gözlerini açmamasını özellikle söylemişti. Elini Daki'nin omzuan doğru koyup yanıan geçti.
"Yürümelisin!" demişti. Daki adım adım giderken gölgeler ateş çemberi içinde kalmışçasıan kafesin içine doluyordu. Tieden balçıktan bir suyun içinde gibi orada çırpınıyordu. Ne yapıyordu Kuwala ona bilmiyordu ama bedeni yavaş yavaş eidyor gibi hissediyordu.

"Fohara!" demişti Kuwala. Sesi sakin gözleri hala beyaz ışıkal doluydu. Daki ile adım adım gittikçe kurt başı geriye doğru çekiyordu.
"Sizin için yeni bir beden buldum. Hanımının ölümüne sebep olan o beden!" demişti. Ateşe gözünü dikmiş olan kurt başı ona çevirmişti simsiyah gözlerini. Bir hırıltı ile çatlak bir ses duyuldu.
"Onu bana ver!" derken dişleirnin gıcırtısını duyuyorlardı. Fohara'nın karanlıkta artan öfkesi Kuwala'nın ihtiyacı olan karanlık enerjiydi. Daki'yi bırakıp birden öne doğru koştu ve Fohara'nın başına elini koyduğunda birden herşey durmuştu. Derin sessizlikte alevle rbile donmuştu. Kalp atış sesleirni duyuyordu insanlar. Gölgeler birbirine yapışmış halde öylece donmuştu.

"Acıyor!" bu ince inilti duyulduğunda yavaş yavaş kımıldanmaya başlamıştı bedenler. Kafesin içini dolduran bedenler birbirinden ayrılıyordu. Tieden onu saran balçıksı sıvıdan kurtulduğunda kafesin ucuna doğru kaçmıştı. Açılan boşlukta bir çocuk bedeni belirmişti.
"Efendi Kuwala canım acıyor!" diyordu. Kuwala elini koyduğu başa baktı. Fohara usulca ona bakıyordu.

"Bana başımı tekrar verin efendi Kuwala!" demişti. Kuwala açılan boşlukta ona doğru yürüyen başsız bedene bakıyordu.
"Bana yaşamımı geri verin!" diyordu. Kuwala onun yanıan gelmeisni sabırla bekledi. Sallana sallana gelen başssız beden ona doğru kolunu uzattığında Kuwala ayağını yavaşça yere vurmuştu. Beden birden bir bilye tanesi kadar ufaldı ve bir küre içinde kaldı. Yalnız o değil bri çok beden ufalıp hızla bilye içine toplanmaya başlamıştı. Kuwala ikinc defa ayağını nazikçe yere vurduğunda yüzlerce bilyeden arda kalan sadece bir gölgeydi. Kuwala başını tuttuğu Fohara'ya baktı.
"Sadece uyu!" demişti. Fohara birden var olan hacmini kaybedip daha iri bir bilye haline gelmişti.
"Geçidi kapatın!" dediğinde rüzgarın sesini tekrar duymaya başlamışlardı. Kuwala geçit kapanırken elleirni yukarı doğru kaldırmış ve karanlık yavaş yavaş dağılırken yüzlerce bilye kafesin etrafında bir çember şeklinde toplanmaya başlamıştı. Daki o zaman gözleirni açtı ve elindeki iki kılıcı birden yere saplamıştı. Alevler sönerken bilyeler hızla dönüyor ve döndükçe simsiyah bir çembere benziyordu yörüngeleri. Kuwala parmağını sıklattığında çemberdeki bilyeler hızla Tieden'e doğru hücüm etmeye başlamış ve bedenine değen her bilye toprağa düşen yağmur damlası gibi emilip gidiyordu. Tieden'in acı doğru çığlıkları ve bu olay on dakika sürdü. Kılıçların ateşleri söndüğünd eve gökyüzü durulduğunda Kuwala gözleri normal hale dönmüş biçimde ayaktaydı. Daki'nin kılıcını sapladığı yerden yükselen iki zincir Tieden'in ayaklarını sarmıştı. Güneş'in Kızı kafesin üstündeki siyah is lekelerine baktı ve kafeste baygın kalan Tieden'e dikti gözlerini.

"Ne olacak şimdi?" demişti. Kuwala kollarını indirmemişti henüz. Kollarında is lekesine benzer siyahlıklar vardı.
"Uyanacak ve ne olduğunu göreceğiz!" demişti Grave. Kahin Sohow birden korku iel geriye doğru çekilip yalpaladı.
"Bu doğru değil. O insan ve sen onu bir efsun için kurban ettin!" demişti. Şoktan yeni çıkıyordu. Kuwala sakince Sohow'a doğru dönmüştü.
"Kahin Sohow!" demişti Güneş'in Kızı. Sohow ise ellerini birbirine birleştirip dizleri üstüen çöktü. Yere kapandı ve hıçkırıklar içinde yalvarmaya başladı.
"Darta beni ve beni takip edenleir affetsin. Biz kara büyü yapıp onun yasaklarını deldik." diye haykırdı. Darta Tapınağı kahinlerinin hepsi dizleri üstüne kapanmıştı. Yere kapanıp yalvarmaya ve af dilemeye başladılar. Herkes bir panik halindeydi. Kuwala ise oldukça sakindi.
"Lanet hepimizi yok edeck!" demişti bir kahin. Ve o zaman Bakren Efsuncularıda dizleir üstüen çöküp yalvarmaya başlamıştı. Kuwala kollarıan baktı. Parmak uçlarıan kadar bu siyah is bulaşmıştı.
"Sizi aptallar kalkın ayağa!" diye haykırmıştı Grave. Ama onu duymuyordu adamları. Sadece yalvarıyordu. Daki tıpkı eşi gibi sessiz ve sakindi. Ne yaptıklarını bilen ikisi sessizce dikilmiş yerde yalvaranları izliyordu.
"Bunu yapmak zorundaydık!" diye haykırdı Güneş'in Kızı ama onu duyan yoktu. Akela Kadınlarıda korku iel geriye doğru çekilmişti.

Kuwala olaya müdahale edecekken bir şeyle rhissetti ve arkasıan doğru döndüğünde askerlerin yana doğru çekilerek yol açtığını gördü. Mavi cübbeler içinde birileri onlara doğru yürüyordu. Aleon bu cübbeleri biliyordu. Içine çöken ürperti ile geirye doğru adım attı. Daki ise Kuwala'nın önüne geçmişti. Cübbe içinde gelen kişiler Ave rahipleriydi. Ave ormanın sessiz rahiplerinin burada ne işi vardı? Güneş'in Kızı düşmanı olan bu grubu görünce kızlarını hemen toplamış ve oraya doğru sert adımlarla yürümüştü. Ancak durmak zorunda kaldı. Ave rahipleri sandıklar taşıyordu. Ve önde gelen bir kadın gülümsüyordu. Beyaz tenli ve yeşil gözlü bu kadın karnı burnunda yürüyordu. Daki onu hemen tanımıştı. Kuwala'yı bırakıp oraya doğru gitti. Sevgili kız kardeşini karşısında görmek onu şok etmişti. Aleon ise şaşkınlıktan dili tutulmuş halde duruyordu.
"Abilerim ve Kuzey Savaşının yüce müttefikleri!" demişti genç kadın. Daki şaşkınlıkla senelerdir görmediği kız kardeşine baktı.
"Ve siz Efendi Kuwala!" demiş ve başını önüne eğip bütün onu takip eden rahiplerle selam vermişti. Kuwala şaşkındı. Ama Aleon ve Daki kadar şaşkın olamıyordu.
"Sizlere Ave'nin mavi ormanlarından şifa getirdik." demişti kız. Yirmi kadar büyük sandık bırakılmıştı yere. Kadın kafese ve zincirlere baktı.
"Yoldayken büyünün gücünü hissedince acele ettik. Bu mühürleme büyüsünü kaçırmak istemedim. Ancak belli ki bitirmişsiniz. Karanlık ruhların bir bedene mühürlenmesini görmek biz büyük efsuncular için kaçırılmaz bir deneyim olurdu!" demişti. Yerde debelenenler durmuştu. Kadın karşısında dikilen Daki'ye gülümsedi.

...

 

Çadıra geçmişlerdi. Kadına eşlik eden iki kişi vardı. Birisi erkek birisi ise kadındı. Karnı burnundaydı. Aleon oturduğu yerden küçük kız kardeşine bakarken ne diyeceğini bilemiyordu. Daki'de onun kadar sessizdi. Kuwala ise misafiri için yemek hazırlatıyordu. Cohin ve Muhon Asha şaşkınlık içinde ung tarafında oturuyordu.
"Beni gördüğünüze bu kadar şaşırmış olmayın. Bir kaç ay önce sevgili kocam öldü ve bütün Ave Ormanlarının yönetimi karnımdaki varisim ve bana kaldı. Burada yardıma ihtiyacınız olduğunu Tanrıça Ave rüyalarıam gelip söyledi. Umarım geç kalmadık. Sizlere yiyecek ve şifalı ilaçlar getirdik." demişti. Kuwala ne diyeceğini bilemedi. Gülümsemişti.
"Bu yardımınız bizim için çok değerli. Karşılığını..."

"Sizden karşılık beklemiyorum. Ailemden iki kişi sizin tarafınızda savaşıyor ve size yeminli. Onların kardeşi olarak benim de yapmam gereken bu!" diyerek kız Kuwala'nın lafını kesmişti.  Sofra doldururken Grave daha fazla dayanamadı.
"Mavi Ave Halkı ve Rahipleri Akela kadınları ile düşman. Ancak siz onlar bizim tarafımızda olmasıan rağmen burayı destekleyecek misiniz?" demişti. Güneş'in Kızı'd abu sorunun cevabını merak ediyordu.  Kadın gülümsedi. Tıpkı Daki'ye benziyordu gözleri. Ancak düz kumral saçları Aleon'un saçları gibiydi. Orta boylu ve hoş bir kadındı.
"Düşmanlıklar geçmişte kalıyor. Dünya değişiyor ve sevgili eşimin Ave Kralının bir isteğide halkımızı dünyaya açmaktı. Bu bizim için bir fırsat. Bu fırsatı eski kan davalarını öne çıkarıp kaçıramazdım." dedi. Kuwala gülümsemişti.
"Bunu duyduğuma sevindim hanım efendi." demişti. Kadının yanında oturan adam sert bir yüz ile araya girdi.
"Kraliçe Aisoo!" dediğinde Kuwala gülümseyerek cümlesinin sonunu düzeltti.
"Kraliçe Aisoo. Tanıştığıma memnun oldum sizlerle!" dedi. Kadın etrafına bakındı.
"Duyduğuma göre UngurPan'ı siz kurtarmışsınız Seron istilasından. Ancak babamı kaybetmişiz. Sevgili abim Aleon tahta geçmiş. Onu hep buna layık görüyordum. Abim Helyan Kea ise ihanet suçundan sizin tarafınızdan öldürülmüş. Bunu hak edecek kadar gözünün dönmüş olması beni üzdü." dedi. Kuwala ona bakıyordu. Sakin ve oldukça bilgece konuşan kadın kenarda oturan Daki'ye baktı ve gülümsedi.
"Abim Daki ise her zamankinden daha mutlu ve huzurlu duruyor." dedi. Daki gülümsemişti.
"Kaç ay oldu?" demişti Daki. Gözleri kardeşinin karnındaydı.
"Bir ay kaldı doğuma. Bir erkek. Babası kadar güçlü bir kral olacak bir erkek." dedi. Aleon gülümsemişti.
"Adını düşündün mü?" dedi. Aisoo ona baktı. Abisi ile konuşmayalı yıllar oluyordu.
"Babasının adını almasını istiyorum. Yaşamım bana sunduğu en büyük hediye babasıydı. Şimdi ise o olacak. Onun babası ile aynı adı taşımasını isterim." dedi. Daki ve Aleon ne zaman kız kardeşlerinin evlendiğini merak ediyordu.
"Peki sen ne zaman evlendin?" soruyu soran Daki olmuştu. Aisoo gülümsedi.
"İki sene oluyor. Ancak beni oraya gönderdiğinizde henüz on iki yaşındayken tanıştım oğlumun babası ile. Beni koruyup kollayan bir genç efendiydi. Ve zamanla önce benim için sadık bir dost, daha sonra beni kalbine kabul eden bir eş oldu." demişti. Kuwala gülümsemişti.
"İyi bir eşti. İyi bir dost ve ustaydı. İyi bir babada olacaktı. Kuzeyin soğuk ateşi hastalığı onu bizden alana kadar..." demişti. Kuwala'nın yüzündeki gülümseme silindi.
"Onu kurtarmak için bir çok hekim çabaladı. Rahipler çabaladı. Ancak hastalık için için onu çoktan çürütmüştü. Benden istediği iki şeyi yapmak için çabalayacağıma söz verdim. Oğluma iyi bir anne ve krallığıma iyi bir hükümdar olacağım." demişti. Kuwala istemsizce gözlerini kadının karnıan çevirmişti. Daki onun dalgın bakışlarını takip etti. Neden bu kadar hüzünlü ve dalgın olduğunu merak ediyordu. Kuwala'nın dalgınlığı bir süre daha sürdü. Adı geçene kadar gözleri Aisoo'nun şişkin karnındaydı.
"Size asker açısındanda yardım getirebiliriz Efendi Kuwala!" Aisoo'nun ince sesi ile sıçradı.
"Buna gerek yok. Şehir zaten güçsüz durumda. Sadece bir süre gölgeleri kontrol etmek için çabalamamız gerekecek." demişti Grave. Kuwala başıyla onayladı. Ellerindeki is izinin geçmesi için bir süre beklemesi gerekiyordu. Avuçları ve parmak uçları kaşınıyordu.
"Yüzlerce gölgeyi bir bedene mühürlediniz. Amacınızı merak ediyorum. Ancak bunu bana söylemeyeceğiniz için sadece bir tahmind ebulunabilir miyim?" demişti. Kuwala tebessüm ile başını sallamıştı.
"Savaşacağınız bakren şehrinde gölgelerin hükmünü hissediyoruz. Onlarla bu mühürlü olanları mı savaştıracaksınız?" demişti. Kuwala'nın başı aşağı yukarı sallandı.
"Sayılır Kraliçe Aisoo. Ancak o kadar kolay olacağını sanmıyorum. Mühürlü oldukları beden öfke ve korku dolu. Başarısız olursak onu diri diri gömmek zorunda kalacağız." demişti. Aisoo hiç tepki vermedi. Odada soğuk bir hava oluşmuştu. Kuwala yüzündeki gülümsemeyi sildi. Yemek bitmek üzereydi.

Konuşmalar havadan sudan oldu ve Aisoo abileirne Ave diyarından söz etti. Oranın ormanından ve efsunun gücünden söz etti. Daki'nin kılıcı ateşle dirilttiğini öğrenince heyecanlanmıştı. Kendisi gibi efsunlu bir kardeşe sahip olmanın verdiği hazla gülümsmeişti. Aleon'un ise o vahşiliğinin kaybolduğunu gördüğünde şaşırmıştı. Yemeğin sonunda içki getirildiğind eçoğu kişi gitmişti. Sadece yakın ahbaplar kalmıştı. O zaman Aisoo dayanamadı ve Daki'ye doğru döndü.
"Üzeirndeki bu enerji... Onu bir kadına mı borçlusun?" demişti. Abisinin çapkın olduğunu bilirdi. Ipe sığmaz maymun iştahını biliyordu kadın konusunda. Ancak aklına onun bir erkekle olabileceği gelmiyordu. Aleon gülmüştü. Öyle bri kahkaha atmıştı ki Daki buna eşlik etmek zorunda kalmıştı. Kuwala ise sadece ifadesizce onlara bakıyordu. Cohin öne doğru başını biraz eğdi. Gülümsemesini saklamaya çabalıyordu. Muhon Asha duramayıp sonunda konuşmaya başladı.
"Majesteleri, Daki'nin evli olduğunu bilmiyor galiba!" demişti. Aisoo şaşkınlık içinde ona bakıp kalmıştı.
"Ne zamandır?" demişti. Daki sesini toplayıp konuşmaya başlamıştı.
"Bir senedir evliyim."

"Tanrıların huzurunda mı evlendin?"

"Evet Aisoo. Evliliğim geçerli!"

"Peki kim bu şanssız kadın? Senin gibi bir adamı çekmek için sağlam bir bünye lazım!" demişti.

"Aslında onunla tanıştın."

"Nasıl az önce yemekte burada mıydı?"

"Hala burada!" demişti Daki. Aisoo etrafa baktı. Güneş'in Kızı'na dikti gözünü. Etrafta gördüğü tek kadın oydu.
"Bir Akelalı kadın seninle evlenmeyi kabul mu etti?"

"O ben değilim! O kadar aklımı kaçırmadım." demişti Güneş'in Kızı. Aisoo bunun üzerine abisine döndü.

"Kim?" demişti. Daki karşılarında oturan Kuwala'yı işaret etmişti. Derin bir sessizlik başlamıştı. Kuwala bir tebessüm gösterdi. Aisoo ise nasıl tepki vereceğini bilemedi. Dili tutulmuş gibi bir abisine bi Kuwala'ya baktı.
"Tanrılar onay verdi mi?" dedi. Aleon bu evliliği öğrendiğind ebu kadar şaşırmamıştı. Aisoo ise şaşkınlıktan  ne diyeceğini bilemiyordu.

"Verdiler!" dedi. Aisoo başını hızla Kuwala'ya çevirdi.
"Sizi bir erkek sanmıştım. Bunun için ben affedin hanım efendi. Abimin eşi olduğunuz için ve onu eş olaraka ldığınzı için tebrik ederim." dedi. Kuwala birden gülmüştü. Elini dudaklarıan götürdü ve gelen ikinci kahkahayı bastırmaya çabaladı. Aleon daha fazla dayanamadı. Kaşları çatık halde sandalyesinde kımıldandı.
"Aisoo, Kuwala zaten erkek. Kardeşimi zbir erkekle evli!" demişti. Aisoo bunu en son duyacağına inandığı abisine dönüp bakakaldı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Düşünüyordu ama tanrıların yasaklamış olduğu kuralı aklıan getiriyordu.
"Fakat onlar erkeğin, bir erkekle..."

"Tanrılar onları kutsadı bile. Ancak bu evlilik bir sır. Biz altı kişinin dışında kimse bilmiyor." dedi Daki. Aisoo şaşkınlıkla onlara bakıyordu.
"Şimdi biz yedi kişi dışında kimse bilmeyecek!" diye ekledi Aleon.  

"Peki..." demişti Aisoo. Kuwala dirseğini masaya dayayıp alnını eline dayadı.
"İzin verirseniz biraz dinlenmem gerekiyor şimdi. Sizinle tanışmış olmak benim için bir şerefti. Sizi hem Ave Kraliçesi olarak hemde Daki'nin kız kardeşi olarak tanımak..." dedi. Ayağa kalktı. Onunla beraber hepsi ayaklanmıştı. Aisoo sandalyeden destek alarak kalktı. Yavaşça eğilip selam verdi. Başını kaldırdı. Kuwala ona gülümsedi ancak gülümsemesi silindi. Tutunacak bir yer arıyor gibi eli boşlukta dolandı. Fazlası iel enerji harcamış ve sonunda bedeni dayanamamıştı. Daki bunun farkındaydı. Onu göz hapsinde tutuyordu. Oan en yakın oturan Cohin hemen Kuwala'yı yakalamıştı. Onu ayakta tutuyordu. Aisoo pnaikle etrafa bakareken Aleon elini omzuan koydu.

"Endişelenecek bir durum yok. Sadece bir süre uyuması gerekecek. Sık sık başına gelir." demişti. Daki oraya doğru yürüyüp Kuwala'nın koluan girdi.
"Seni yatıralım!" demişti. Kuwala misafirine dönüp gülüsedi ve sessizce çadırın iç kısmındaki kapıya doğru yürüdü. Daki yürüken ona eşilik ediyor ve konuşuyordu.
"İhtiyarın verdiği ilaçtan biraz içmelisin. Gece ağrın olmaz." demişti. Aleon kız kardeşinin elinden tutup dışarı doğru yürümeye başlamıştı.

"O gücünü kullandığında hep böyle mi oluyor? Yoksa hasta mı?" demişti. Aleon kız kardeşinin koluan girmesini sağladı.

"Kontrolsüzce gücün kullandığında bu bedeni için iyi olmuyor. Sonuçta oan ait bir güç değil. Londaga'nın gücü onun bedenini zorluyor. Uyuyup yemesi ve dinlenmesi gerekecek. Yarın akşama kadar uyurs abri şeyi kalmaz." demişti. Cohin hemen yanlarında yürüyordu.

"Efendi Kuwala bu büyü için çok büyük bir enerjiyi dışarı bıraktı. Bu saate kadar ayakta kalmış olması bile eskisine göre daha iyi olduğunu gösteriyor." dedi. Güneş'in Kızı başını salladı.

"Doğru. Kuwala için bu zor bri büyüydü. Yüzlerce gölgeyi etkisizleştirmeyi denemek ve bunu başarmak. Normalde ağzından ve burnundan kan kusması gerekirdi. Benim kızlarımdan ikisi hala yataktan kalkamadı." demişti. Aisoo deirn bri iç çekip elini karnına koydu.

"Revhi'nin bahsettiği kadar güçlü demek. Bana Rahom soyunun ne kadar güçlü olduğunu anlatmıştı." dedi. Eşinin adını ilk defa kullanıyordu. Rahiplerin yanında ondan hep "kralım" ya da "eşim" olarak söz ediyordu. Aleon gülümsedi.

"Yeğenimin adı Revhi demek." demişti Aisoo utançla gülümsedi.
"Babası ile aynı adı taşıyacak olması beni hem hüzünlendiriyro hem gülümsetiyor." dedi. Revhi'nin adını Güneş'in kızı duyunca irkilmişti.

"Kral Revhi aslında babasına göre iyi sayılacak bir adamdı. Savaşa gittiğimde Akela sur sınırını bizim için rahat bıraktı. " dedi Güneş'in Kızı. Aisoo birden durgunlaştı. Yüzüne çöken hüzünün nedeni belirsizdi. Sakladığı sırların ağırlığı ile adımları yavaşladı.

"Güneş'in Kızı seninle konuşmam gereken şeyler var!" demişti. Akela kraliçesi şaşkınlıkla ona bakıyordu. Aleon'un kolundan çıktı. Bir adım arkadan gelen kraliçeye döndü.
"Lütfen!" demişti. Güneş'in Kızı başıyla ona onay verdi çadırına doğru yürüdüler. Ikisinin özel konuşacağını söyleyip çadırda kimseyi bırakmadı.

Aisoo huzursuzca oturmuştu.
"Aileni katlettiğini duyduğumda içime bir korku yerleşti. Tanrıların sana gazabı ne oldu?" demişti. Güneş'in Kızı oturduğu mindere yerleşmişti.
"Sevdiğim dostlarımı benden teker teker almak oldu." demişti. Aisoo bunu udyunca dehşete kapılmıştı.

"Sevdiğin kişileri senden almak mı? Tanrılar gaddar!" dedi. Güneş'in Kızı gözlerini Aisoo'nun karnıan dikti.
"Buraya gerçekten Kuzey Savaşına yardım etmek için mi geldin?" demişti. Aisoo başını iki yana salladı.

"Buraya onun için gelmedim. Buraya seni görmek için geldim. Rüyalarımda seni bulmam gerektiğini söyledi Ave. Biliyorsun Tanrıça Akela ve Tanrıça Ave iki kız  kardeşti. Ve bizler onun topraklarında konaklayan iki yabancıyız. Seni Akela kızı olarak seçti beni Ave kızı olarak seçti. " dedi. Güneş'in Kızı başını sallamıştı. "Bizle ristemediğimiz bir kadere sürüklendik. Ve tanrılar bunu izlerken yapacaklarımızı tahmin bile edemedi." diye ekledi Aisoo. Güneş'in Kızı kaşlarını çatmıştı.
"Ne yaptın sen?" demişti. Aisoo bunu duyunca buruk bir gülümseme ile ona baktı. Ellerini karnına koydu.
"Onların yaşaması için öldürdüm." dedi.

"Olar mı?" demişti Güneş'in Kızı şaşkınlıkla.
"Evet. Birisi kız birisi oğlan. İki çocuk var karnımda. Ancak kızımı öldüreceklerdi. Kralın soyu için bir erkek yeterli olacağı için onu öldürecekti." dedi. Dolmuş gözleri ve titreyen dudakları... Güneş'in Kızı karşısında güçlü durmaya çabalayan kadıan bakıp kaldı.

"Kraliçe ve sadece Revhi gerçeği biliyordu. Ve o oğlunun soyu için bir oğlanın yeterli olacağını söyledi. Revhi'ye hastalığı bulaştırdım. Ve sonra annesine... İkisinin yaşamıan karşılık benim iki çocuğumun yaşamı." dedi. Güneşin Kızı ona şaşkınlıkla bakıyordu.
"Peki benim rolüm ne burada?" demişti.

"Sen bana rüyalarımda gösterildin. Karnımdaki bu kız senin kızın olacak. Onu doğurup sana vereceğim. Oğlum ise istediğim şekilde bri kral olacak. Akela'nın bir kraliçeye ve Ave'nin bir krala ihtiyacı var. Onların kardeşliği bu iki tanrıçanın düşmanlığını bastıracak. Tarih onları iki dost ve kardeş olarak yazacak. Bunu kabul etmeni istiyorum. Karnımda ki isimsiz kız senin kızın olarak anılması için bunu kabul etmeni istiyorum." demişti. Güneş'in Kızı kadife mektubu hatırladı. Kör Kahin oan bir kız çocuğu bahşedileceğini yazıyordu. Bir kraliçe olarak onu büyüteceği ve tarihin akışının o çocuğa bağlı olduğunu söylediğini anımsadı. Karşısında oturan kadın damla damla göz yaşı döküyordu.

"Revhi beni asla incitmedi. Ama karnımdaki o cana kıyacağını duymak beni deliye çevirdi. Onun böyle bir şey yapmasıan ve bu günahı taşımasına izin veremezdim. Onu öldürmekten başka seçeneğim yoktu. Bana verilen bu iki ruhun gelecekte dünyayı değiştireceğini hissediyroum. Onlar küs olan iki krallığın geleceği olacaklar." demişti. Güneş'in Kızı onu sessizce izliyordu.

"O kız çocuğunun hep Marinoe'nin kızı sanmıştım. Ama tanrıların benim için planları bambaşkaymış. Onu alacağım. Benim geleceğimde onun annesi olmak yazıyordu. Onu alacağım ve barışı sürdürecek bir kkraliçe olarak yetiştireceğim. Tıpkı annemin bana öğrettiği gibi." dedi. Aisoo gülümseyip kalmıştı. Elini uzattı. Güneş'in Kızı onun elini sıkıca tutmuştu.
"Merak etme. Onu kendi kızım yapacağım ve Akela'nin geleceğinde muhteşem bir kraliçe olacak!" demişti.

Konuşma orada bitmişti. Güneş'in Kızı o günden sonra Aisoo'nun sürekli takibind eolacağını söylemişti. Geleceğin Akela kraliçesi o kadının karnında büyüyor ve doğmayı bekliyordu. Gün gelip Kristal saray kapıları açıldığında Akela ve Ave'nin hükümsarları anneleirnin kucağında ülkelerine dönecekti. Bunu hisseden iki kadında o günü bekliyordu.

 

 

Bölüm Otuz Yedi

Zincir

"Gelecek kendini geçmişte yaratır." Bu söz Kuwala'nın hep yanında taşıdığı Kör Kahinin el yazmasında yer alıyordu. Geçmişte yaşanan her şey gelecekte bir çizik oluyordu. Kuwala el yazmasından sayfalara bakmaya devam ediyordu.

"Gelecekte gördüğüm herşey doğru çıkmazken nasıl gelecek kendini geçmişte yaratmayı başarıyor Daki?" demişti. Daki mum ışığında şehir haritasını inceliyordu. Ona eşlik edenlerde bu soruyu duyunca dönmüştü. Yeni bir planlama yapılıyordu.

"Son kurtuluş yolunun sonunu gördüm. Iyi değildi ama şimdi herşey bambaşka durumda. Bu nasıl mümkün oluyor. Gelecek sürekli değişiyor ise tanrıların bizlere yazdığı kader nasıl doğru olabilir ki... Ölüm tek gerçek kader diyor Kör kahin. Ne gelecek doğru ne kehanetler ne kader." diye devam etti. Daki elindeki ince soğayı bırakıp onu dinlemeye başlamıştı.

"Eğer gelecek geçmişte yaşananlar ile yaratılıyor ise benim geleceği görmem doğru değil. Hayat bir zincir gibi. Herkes ve herşey birbirine bağlı. Bir kişi yok olduğunda baştan yazılıyor. Her şey birbirine bağlı ve bir kişinin hareketi değiştiğinde gelecekte değişiyor. Herkesin geleceğini görüp onları birleştirmek mi gerçek kaderi ortaya koyar?" dedi. Daki gülümsemişti. Kuwala'nın böyle sorgulayıcı konuşmalarını özlemişti.

"Kadere inanıyor musun?" demişti. Kuwala oan baktı. Kaşları çatılmıştı. Gri gzöleir loş ışıkta parlıyordu.

"Sanırım hayır. Kaderimin bir hükümdar olacağına dair yazıldığını söylediler ama bu savaş benim kuzey için yapacağım son şey!" dedi. Daki gülümsüyordu.

"Peki bu kararı sana aldıran ne? Bir hükümdar olarak taç giymek yerine buradan uzaklaşmanın sebebi ne?" demişti. Kuwala düşündü. Kaşları daha çok çatıldı. Eli çenesine gitti.

"Sen!" demişti. Daki gülümsedi.

"İşte zincir halkaları. Ayrı iki dünyadan olan ikimiz bir zincirin halkalarıydık ve birleşip yeni zincir oluşturmaya başladık. Eğer hiç karşılaşmasaydık bambaşka olurdu. Kader süreklilik değildir. Bazı olaylar gelecekte ve geçmişte hiç değişmez. Ve bunun önüne geçmek için geleceği değil geçmişi değiştirmek gerekir bence. Eğer seninle tanışmamış olsaydık birbirimize karşı savaşıyor olurduk. Ve belki güçlü olma arzun seni bir hükümdar olarak tahtında görmek isteyenlerce körüklenecekti. O zaman bambaşka bri gelecek olacaktı." dedi. Kuwala ona hayranlıkla baktı. Kaşları yukarı doğru kalktı. Dudakları kıvrıldı. Gülümsemişti.

"Gelecek geçmişte yazılır. Tesadüfle rise geçmişi sürekli değiştiriyor. Olmuş olaylar üzerinden görmeliyim o zaman geleceği. " dedi. Daki başını usulca salladı.

"Oluşmamış bir zincir değil oluşmuş bir zincirin ne kadar sağlam olduğuna bakman gerek. " demişti. Grave onları dikatle dinleyenlerdendi.

"İstersen bizlerin geleceğini görebilirsin yani?" demişti Kuwala'ya bakıp. Kuwala ona çevirdi başını.

"Evet ama sürekli değişiyor gelecek. Senin hayatının ilerleyişinin her anını kontrol edersem ancak gördüğüm gelecek gerçekleşir." dedi. Daki ona katılarak başını salladı.

"Ancak sana sunulan onlarca seçim var. Yol ayırımların da seçimleri özgür iraden ile yaparsan sürekli değişir geleceğin." demişti Daki. Kuwala heyecanla el yazmasını kapattı.

"Her insan bir ruh taşıyor ve her ruhun özgür bri iradesi var. Onları kontrol etmek ise onları köle yapmak gibi. Bu yüzden geleceği görmeye ve kesinlik koymaya çabalamak onlara hükmetmeye çabalamak gibi olur!" demişti. Güneş'in Kızı onları dikkatle dinliyordu. Düşünüyordu. Nasıl olurda kadife mektup doğru oluyordu o zaman? Aisoo'nın kızına anne olacağı gerçeğini sormak istedi fakat bu bir sırdı.

"Kuwala!" demişti Aleon kaşları çatık halde. Haritanın üzerine kadehini koyup ona dikmişti gözlerini.

"Savaşın sonunu gördün mü?" demişti. Kuwala birden ona buz gibi bir ifade ile bakmıştı. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Bir süre öylece kaldı. 
"Gördün mü?" demişti Aleon tekrar ederek. Kuwala başını yavaşça salladı. 
"Sonucu biliyorsun yani!" diye çıkıştı Grave ona. Kuwala buruk bir ifade ile onlara bakıyordu. Gördüğü sonucun değiştiğini anlatmak istedi. Ancak bazı şeylerin değişmediği gerçeği ile karşı karşıyaydı. 
"Peki, kazanıyor muyuz?" demişti Muhon Asha. Kuwala soru soran ung generaline baktı ve başını usulca salladı.
"Kazanıyoruz. Ama kaybettiklerimiz için yas tutuyorduk." demişti. Kahramanların ismini hatırladı. Büyük Kuzey Savaşı kahramanlarını. Derin bir nefes aldı. Yüzünde ki soğuk ifade rahatsız olduğunu gösteriyordu. 
"Bu kadar yeterli değil mi beyler?" demişti Daki sertçe. Kuwala'yı ikisinin sıkıştırmasına izin vermeyerek. 
"Sadece sonucu merak ettim. Bunca emeğin ce kaybın sonucunu!" demişti. O sözünü tamamladığı sırada içeri çavuş nefes nefese girdi. 
"Uyandı!" demişti.

Tieden'in gölgelerle dolu bedeni sonunda kendine gelmişti. Bu haber çadırda bir panik yaratmış ve hepsi toparlanıp meşaleler ile aydınlatılan kafese doğru yrüümüştü. Tieden zincirli ayaklarını kafesin içinde sürüyor ve hırıltılar çıkarıyordu.

"Onunla konuşacak mısın?" demişti. Kuwala başını iki yana salladı.

"Ben değil!" demişti. Karanlıktan çıkıp gelen üç kurt kafesin oraya doğru yürürken Tieden paniklemiş ve bağırmaya başlamıştı. Ayezi, Alfa ve bir beyaz kurt orada belirivermişti.

"Sadece ne olduğunu görmeye geldim." diye devam etmişti Kuwala."Ayezi onların bekçisi ve gardiyanıydı. Şimdi onları tekrar kontrolü altına alması gerek." dedi ve bir daha konuşmadı. Kurtlar için demir kafesin kapısı bri pençe ile parçalanacak kadar basit ve ucuz bir engeldi. Ayezi'nin pençe darbesi demirleri yere parça parça dökmüştü. Tieden çığlıklar atıyor ve kafesin sonuna doğru kaçmaya çabalıyordu. Onu ayaklarından toprağa bağlayan zincirle rgeriliyor ve şakırdıyordu. Ayezi içeri doğru girdi. İki kurt arkasındaydı. Etrafa bakıp hırlıyorlardı. Ayezi ise oldukça rahattı. Tieden korku ile olduğu yerde çığlıklar attı. Ayezi'ye saldırmak için hamle yaptı. Ancak bir pençe darbesi hem yüzünü parçaladı hem onu yere sermişti. Bunun üzerine dizleri üzerinde doğruldu. Hala boyun eğmemek için çabalıyordu. Bağırıyor ve başını sağa sola çeviriyordu. Çığlığı kulak tırmalıyordu. 
"Hayır!" diye hırıltıyla bağırdı. Ellerini öne doğru koymuştu. Başını öne doğru eğmiş ve çığlıkları inleme gibi çıkmaya başlamıştı. Kuwala ellerini arkasında birleştirmiş Ayezi'nin ona diz çöktürmesini izliyordu. Çok değil kısa süre sonra Tieden'in içine hapsolmuş gölgeler gardiyana diz çöküp onun üstünlüğünü kabullenmişti. İnlemek durmuştu. Kuwala bunun üzerine kafese doğru yürüdü. Tieden başını yerden kaldırmıyordu.

"Bize zarar verme!" dedi Tieden'in boğuk sesi. Kuwala kafese adım attığında büzülmüş beden biraz daha toparlandı. Kurtlar Kuwala'ya yol vermişti. Kuwala ayaklarının önünde çökmüş olan adama bakıyordu.

"Size zarar vermeyeceğim." demişti. Sesi duyan Tieden başını kaldırmıştı. Yüzü kandan kızıla boyanmıştı. Gözleri ise simsiyahtı.

"Sen bizler için dua ediyordun. Neden bizi bu bedene hapsettin?" demişti. Kuwala çömeldi. Karşısındaki bir çift simsiyah göze gri gözlerini dikti.

"Ölüm bile sizi kabul etmezken sizi kabul ettim ve günahlarınızın affedilmesi için size bir şans vereceğim." demişti. Siyah gözler dahada irileşti.

"Nasıl? Tanrıları tarafından yok sayılan bizlere nasıl bir şans vereceksin Londaga'nın oğlu?" demişlerdi. Kuwala o gözlerden bri saniye olsun gözlerini ayırmıyordu.

"Bana itaat edip, benim halkım için savaşacaksınız. Sizi uykunuzdan çekip alan Melez Rahomun gölgelerine karşı bizi koruyacaksınız." demişti. Derin bir sessizlikte binbir ses duyulmuştu.

"Bunu yapamayız."

"Onlar çok güçlü!"

"Bizi tekrar kafeslere koyacak!"

"Onunla savaşamayız. Onu yenemeyiz.."

Sesler ardı ardına olumsuzluk doluydu. Kuwala onları susturmak istemedi. Ne hissettiklerini merak ediyordu.

"Onu durduramayız." cümlesi ortak kararları olmuştu. Kuwala bunun üzerine ayağa kalkmıştı.

"Sorun değil. Bunu deneyip kaybederseniz onun kafesine döneceksiniz. Denemezsenizde..." demişti Kuwala. Ayezi'nin sivri dişleri kızıl ateş ışıklarında parlamıştı. Göğsünden gelen hırıltı gölgeleri susturmuştu. Fısıltılar sustu ve teker teker tekrar başladı.

"Deneyelim!" bunu söylüyorlardı.

Umut pazarlanması en kolay maldı. Bunun sebebi herkesin ona ihtiyacı olmasıydı. Kuwala umut taciri olmuştu o arada sıkışıp siyaha boyanmış ruhlara. Onlara kazancın ve kaybın umuttan daha değersiz olduğunu anlatmış ve onlara satmıştı malını. Onlara özgürlüğü umut ettirmişti. Yüzyıllardır içlerinde acı çeken ruhlar vardı ve buna ihtiyaçları vardı. Seronlu kadın onları izliyordu kafesinde oturmuş. Ruhlar ile anlaşma yapan bir kral...

"Rahom Kuwala!" demişti kafesin içinden çıkan adama doğru yürüyüp. Parmaklıkları sıkıca tutmuştu. Onunla konuşmak istiyordu. Daki'yi beklemek ona bir şey kazandırmamış sadece kaybettiriyordu. Zaman daralıyordu.

"Rahom Kuwala karar verdim!" diye tekrar etmişti. Kuwala zinciri anımsadı. Her şeyin nasıl birbiri ile ilişkili olduğunu. Ve bunun geleceği nasıl değiştirdiğini.

"Sizi dinlemek isterim hanımefendi!" demiş ve dikilen askere dönmüştü.

"Onu bırakın yanıma gelsin!" demişti. Bir aydır kafesten bir kaç defa çıkmıştı ve şimdi kapının açılma sesi ona o kadar güzel gelmişti ki... Bu sürede iki adamı hastalandığı için kafesten alınmış ve sadece birisi dönmüştü. Kuwala olduğu yerde dikiliyordu. Kadın onun yanına doğru geldi. Kaçamak bakışlarını onu görmezden gelen Daki'ye çeviriyordu arada bir. Kuwala'nın karşısına geldiğinde dikilmişti. 
"Madem umut satıyorsun o zaman bende kendi adamlarıma umut satacağım. Bizi bırak. Kristal saraya döneceğiz." demişti. Kuwala birden güldü. Alaylı gülüşü kadını ürkütmüştü.

"Bunun için geç kaldın. Onca olan şeyi gördükten sonra oraya gidip gördüklerini anlatman için seni yolcu edemem." demişti. Kadın şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala ellerini arkasında birleştirdi.

"Bu teklifinden sonra benim içinde çalışmana güvenemem. O yüzden senin için daha iyi bir fikrim var." demişti. Kadın korku ile ona bakıyordu. Kuwala kenarda duran Cohin'e çevirdi başını.

"Elleri ve ayaklarını prangalayın. Kaçamayacağından emin olun. Daha sonra onu ihtiyar hekimin yanına götürün." demişti. Zincirin bir halkası olan bu kadının bekleyişinin ardından olacakları görmüştü. Ve gelecek şekillenmişti onun için. Krallığının en zengin ve usta mühendisi oydu. Ama artık bir hekimin çırağı olacaktı. Kuwala onun gözlerine dikti gözlerini.

"Tanrılar bizleri senin makinelerin gibi tasarladı. Ve onlar bozulduğunda nasıl düzeltiyorsan şimdi benim yaralanmış ve hasta halkıma yardım edeceksin. " demişti. Kadın şaşkınlık içindeydi. Kafeste kalan arkadaşlarına ne olacağını bile bilmiyordu. Onu götüren askerlere direnemedi. Kuwala geleceğin nasıl şekillendiğini anlamaya başlamıştı. Bir tane gelecek yoktu.

Eğer Seronlu kadın gerçekten erkenden gitmek isteseydi onları bırakacaktı. Ama şimdi bunu yapamazdı. Tieden onun en büyük kozuydu ve Melez Piç'in bunu öğrenmesini istemezdi. Kadının geleceğinde onu usta bir hekim olarak görmüştü. Kristal saray dahil birçok yere seyahat eden bir hekim... Şimdi düşünüyordu. O zincirden kopan bir halka olsaydı bunlar olabilecek miydi?

Daki onu derin düşüncelerinden aldı.

"Onun iyi bir insan olduğunu sana söyleyebilirim." dedi. Kuwala gülümsemişti.

"Seni sevecek kadar zeki bir kadın. Hala gözlerine bakmaya çabalayacak kadar cesur. Onunla iyi anlaşacağımızı düşünüyorum." dedi. Daki şaşırmıştı.
"Ondan nefret etmiyor musun?" demişti. Kuwala gülerek başını salladı.

"Nefret etmek mi? Zevklerimiz aynı olduğu için ona saygı bile duyuyorum Daki." demişti. Daki ona hayretle bakıyordu.
"Zevkleriniz mi?" dedi. Kuwala elini Daki'nin göğsüne doğru koydu ve eğilip kulağına fısıldadı.

"O da benim gibi sana aşık olmuş. Bu yüzden bile o kadına saygı duyarım. Benim sende gördüğümü görecek kadar zeki ve zevk sahibi." demişti. Daki ne diyeceğini bilemedi. Öylece utancıyla kaldı. Yüzünde oluşan tebessüm kızaran kulaklarını kapatamamıştı.

 

Bölüm Otuz Dokuz

(38. bölüm resim.)

 

Kuş Seslerini Duyuyorum


Gün doğmuştu. Kuwala aldığı karardan memnundu ancak ihtiyar hekim için bu memnuniyet geçerli değildi. Kuwala onun çadırını ziyarete gitmişti. Bir kaç hasta asker, o ve seronlu kadın vardı. Kızı ve damadı onunal gelmemişti. Kasabada kalmışlardı. Genç hekim yamağı olan çocuk ise Kuwala geldikten hemen sonra içeri girmişti. Elindeki ilaç dolu sandığı nefes nefese sehpaya bırakmıştı. İhtiyar hekim köşede somurtan seronlu kadını gösterdi.

"Bana dilsiz bir kadın gönderdin. Ne iş yapıyor ne konuşuyor. Şuna bak. Öfkesinden çadırda ilk bulduğu şeyle herkesi öldürecek." demişti. Kuwala dönüp sakince oturan kadına baktı.

"Sanmıyorum! Söylesene ihtiyar onda sende bir ışık gördün mü?" demişti. İhtiyar kaşlarını çattı.

"Çabuk anlayacak kadar zeki. Ama anlamamak için inat ediyor." demişti. Kuwala gülümsedi. Bir süre daha sohbete devam etti.

"Ave'leirn getirdiği ilaçları dikkatli kullanırsak şehri kuşattığımızda da ilacımız kalmış olur." demişti ihtiyar birden konuyu değiştirerek.

"Ne kadar kalır?" demişti Kuwala. Yaralılar olacaktı. Çok fazla yaralı olacağını biliyordu. Özel eğitilmiş Bakren ve Seron askerlerine karşı kuzeyin bağımsız ordusu savaşacaktı.

"Herkesi iyileştirecek kadar olacaktır. İyileşemeyecek olanın ensesine çakacak kazıklarımızda olacak!" dediğinde Kuwala ona dehşetle bakmıştı.

"Onları yaşatmaya çabalamak inan bana acılarını arttıracak." diye ekledi İhtiyar hekim. Kuwala derin bir iç çekti.

"Sanırım buna alışmam gerek. Bazen bir ruhu kurtarmak için ona ölümü sunmak gerek." demişti. İhtiyar gülümsedi.

"Akadnov sana böyle öğretmedi. Buna alışmak zorunda değilsin. O her ruhun ve bedenin kurtarılmaya değer olduğunu söylerdi. Onların tanrıların bir parçası olduğunu düşünürdü. Baban gibi olmaktan vazgeçme. O olmasaydı ne sen burada olabilirdin ne de biz!" demişti. Kuwala buruk bir gülümseme ile ona baktı. 
"Babama olan yaşam borcumu ödemek için hayat kurtarmak istedim. Daki bana bunun doğru olacağını söylemişti. Bu savaş sonunda bir çok kişiye özgür bir yaşam ve güzel bir hayat sunmam gerektiğini söylüyor herkes. Onların kralı olarak kalmamı istiyor."

"Peki sen ne istiyorsun?" diye sormuştu İhtiyar hekim. Kuwala gülümsedi. Uzaklardaydı onun istediği.

"Kızıl ormanda kuş sesilerini duymak istiyorum. Kulübemi baştan yapmak istiyorum. Orada uyanmak ve uyandığımda Daki'nin ölmeyeceğinden emin olduğum bir hayat istiyorum. Akşamları sadece sabah güneşin doğup doğmayacağı için endişe etmek istiyorum. Geceleri bedenimin sancılar çekmemesini ve uyandığımda acı çekmek istemiyorum. Ait olduğum ormanda en saklı güzellikleri Daki'ye anlatacak uzun bir yaşam istiyorum. Bir kral bunların hiç birini yapamaz. Onu görüyorum. Binlerce insanın babası olarak görülmek istemiyorum. Onların yaşamı için kendi hayallerimi satmak istemiyorum ihtiyar!" demişti. Seronlu kadın ona hayretle bakıyordu. Basit bir yaşam. Bunca gücü ve bunca hizmeti geriye doğru atıp bir kulübede yaşama hayali kurmak... Hiç duymadığı bir şeydi. 
"Bunu yapmana engel olan ne?" demişti. Kuwala bunu duyunca kaşlarını çattı.

"Bir varisim yok. Son Rahomun bedenini gölgeler için bir sandık olarak kullandım. Ve bir evlat sahibi olamayacağımı biliyorum. Bunu istemiyorum. Yerime geçecek ve benim ardımdan insanlara umduğunu verecek bir lider lazım. Onlara istediği kralı ve Kuzey'i bir arada tutan kralı ya da kraliçeyi vermezsem herşey başa saracak." demişti. İhtiyar ona dolu kadehi uzattı. Elini dizine hızla koydu.

"Daha önce bir varisin var mıydı?"

"Vardı ancak onu ölüm aldı. Iyi bir kraliçe olabilirdi."

"Küçük rahom kızı mı?"

"Hayır! O değil. O iyi bir kraliçe olamayacak kadar yönetilmeye müsaitti."

"Ölen Beyaz Kurt köyü reisi mi?"

"Evet Marinoe! Melez Piç onu paramparça etmeseydi o benim tek varisim olarak kalacaktı." dedi. Sesi boğazına takılmıştı. Hatırladığı o anı aklından asla silemiyordu. İhtiyar ayağa kalktı. Kuwala'nın sağlık durumuna bakacaktı. Kuwala ihtiyarın hareketi ile ayaklandı. Kaftanını çıkardı ve cübbesini çıkarmak için kuşağını çözmeye başladı.

"Kuzey'in başında kalıp hayallerini korumanın bir yolu yok mu?" demişti ihtiyar. Kuwala cübbesini çıkardı ve gömleğini sıyırdı. İhtiyar onu tekrar oturtmuştu. Göğsündeki kan toplanmalarının devam edip etmediğini anlamak için ince iğnelerini aldı. Kuwala'nın karşısına oturdu.

"Olacağını sanmam. Kuzey'i alırsam ve o tacı takarsam kendi hayatımı onlara adamam gerek. Bunu yapmak istemiyorum. Bunu yaparsam sadece ben yok olmayacağım." dedi. Hekim onun soğuk beyaz göğsüne bakıyordu. Morluklar azalmıştı. Deri altı kanamaların durduğunu analmıştı. İğnenin birini yaşlı hekim genç çırağına uzattı. Onu ateşte temizlemesini beklerken soluk tendeki ufak kılcal çatlamalara dikti gözünü.

"Pişman olmak yerine denemelisin!"

"Pişman olmayacağım. Bu krallık ve bu topraklar benim için bir kişiden daha önemli değil. Sadece bu kamp bile benim ondan uzaklaşmama sebep oluyor. Bir krallık ikimizin arasına dağları getirecek. Pişman olmayacağım." dedi. İhtiyar temiz suya iğneyi alıp soktu. Ardından Kuwala'ya geriye yaslanmasını söyledi. İğneyi sağ tarafa doğru sapladı. Ikinci iğne geldi sola sapladı. Nazikçe batırmıştı iğneleri. Kuwala ufak sızıdan başka bir şey hissetmemişti. Dört tane iğne göğsüne saplandığında bir şeyler hissetmeye başlamıştı. Normal olmayan bu kusma isteği ile bir an öne doğru eğildi. İhtiyarın uzattığı metal kabı tuttu ve kurmaktan öte öksürmeye başlamıştı. Öksürdükçe dudakları arasından kan geliyordu. Her öksürüşte bir hırıltı yükseliyordu. Dakikalarca öksürdü. Bir süre öylece eğik durdu ve geri doğrulduğunda bitkince arkasına yaslandı. Demir kabı uzattı. Kan ve ufak siyah parçalar dolu kabı masaya koydu ihtiyar. Kuwala derin bir nefes aldı. Sanki daha önce nefes alamıyormuş gibi defalarca soludu.

"Bu yöntemi bana öğretmelisin!" demişti. İhtiyar güldü.

"Kolay bir yöntem değil. Öğrenmek için çabalamak gerek." demişti. Seronlu kadın o zaman konuşmaya başladı.

"Yaptığı şey senin sinir uçlarını tetiklemek oldu. Göğsünde biriken kanı temizlemek için kasılmaları sağladı. " demişti. İhtiyar ona doğru dönüp gülümsedi.

"İnsanın yapısını biliyorsun gibi genç hanım!" demişti. Kadın kaşlarını çatıp ayağa kalktı. Ihtiyarın masaya bıraktığı kabı almak için oraya yürüdü.

"Ailem tıp ve makineler konusunda uzmandı. Annem bana insanın yapısını ve organlarına dair her şeyi zamanında iyi bir hekim olmam için öğretmişti." dedi. Kuwala gülümsüyordu.

"Bu yüzden mi onu bana verdin?" demişti İhtiyar. Kuwala başını sallayıp öylece durdu. Dudaklarındaki kızıl kan beyaz yüzünde ona bir renklilik katmıştı. Kadın ona bakıp gözlerini kaçırdı.

"İyi bir hekim olacak!" demişti Kuwala. Hazırlanıp çıkmak için enerji bulduğunda ihtiyarın genç yamağı hazırladığı karışımı şişelemişti. Kuwala'ya uzatırken eli titriyordu. Kuwala kemerini bağlayıp şişeyi aldı. Gülümseyip çıktı. İhtiyar bunun üzerine genç yamağına dönmüştü.

"O senin efendin! Onun hakkında hayal kurma!" diye genç yamağa çıkışmıştı. Genç yamak utançla başını eğdiğinde Seronlu kadın şaşkınlıkla ona bakıyordu.

İhtiyar dizlerinde ki ağrıdan çok ayakta duramıyordu. Yavaşça oturdu.

"Onun kalbinde birisinin olduğunu bile bile ona karşı böyle duygular beslemek seni sadece yıpratır evladım. Buna devam etme!" demişti. Genç yamak utançla olduğu yerde duruyordu başı önünde elleri yana sarkmış haldeydi.

"Belki diyorsun ama o belki olmayacak bir şey." demişti. Genç yamak bir şey diyemiyordu. Kuwala'ya karşı hissettiklerinden ustasının haberinin olmasını beklemiyordu. Sadece onu görmek için bile çabalayan gencin durumuna üzülen ihtiyar derin bir iç çekti.

"Hayat her zaman senden yana olmaz. Efendilerine davranışlarında bir kusur dahi olmasın. İleride gerçek bir hekim olacaksın. Saygınlığın bu adamların elinde. Efendi Daki'ye karşı kinlenmeye devam edersen Efendi Kuwala'nın sana olan sevgisini de yitirirsin." demişti. Genç yutkundu ve kaldı. Görülmediğini sandığı her şeyin ustası tarafından görülüyor olması onu çıplak kalmış gibi hissettirdi.

"Onlar ava çıktığında çaldığın o kıyafetleri geri götürüp koy. Aynısı tekrar olursa seni bu kamptan uzaklaştırmak zorunda kalacağım!" demişti. Genç şaşkınlık içinde ona bakıp kalmıştı. Kuwala'nın ciddi şekilde rahatsızlandığı gün onun kanlı gömleğini almış ve geri getirmemişti. İhtiyarın bunu fark etmediğini düşünmüştü. Ancak bunun görülmüş olması ile yüzü kıpkırmızı kesildi.

"Gençsin ve yanlış kararlar alabilirsin. Bunları sana utanman için söylüyorum. Birazdan av için çıkacaklar. Birkaç şeyle beraber götür ve onu koy." diye tekrarladı. Genç başını eğip hemen çadırın sonundaki kendi yattığı bölüme doğru hızlı adımlarla uzaklaştı. Seronlu kadın elindeki kabu yıkamıştı. Ihtiyara doğru yürüdü.

"Onun gömleği çaldığını düşünüyordun neden bekledin?" diye sormuştu. İhtiyar gülümsedi.

"Belki vazgeçer diye. Ancak erkeklerin hayvani güdüleri onları avlarından vaz geçirmeyecek kadar kuvvetli kızım. Onu utandırarak terbiye etmekten başka seçenek bırakmadı bana. Genç Efendi Kuwala onun birliktelik düşünemeyeceği birisi. İlk günden bu yana onu izlediğinin farkındayım. Sadece yaşamını borçlu olduğunu düşündüğüm için böyle yapıyor sanmıştım. Ancak daha fazlasını hayal edecek kadar cürretkar. Bunu yapmaya devam ederse Efendi Daki onun canını alacak. Henüz toy ve genç bir bedene sahip. Neyin ne olduğunu bilemeyecek kadar cahilde." dedi. Seronlu kadın ihtiyarın karşısına oturmuştu.

"Bir adamı sevmesi suç değil. Onun hakkında hayalleri olmasıda..."

"Yanılıyorsun kızım. Sevdiği kişi sıradan birisi değil. Aşık olduğunu düşündüğü insan onun ulaşamayacağı birisi. Bunu sende gördün. O sahipli. Onun sahibi ise bu adamı bir kaç parçaya bölüp kurtlara atacak kadar kıskanç bir aşkın pençesinde. Bunun duyulması bile Daki'yi çıldırtacak kadar tehlikeli. Genç Efendinin adını bir küfürle yan yana kullandığı için bir adamı ortadan ikiye ayırdığını ben gördüm. Bu genç ahmağı öldürmeye bile zahmet etmeden kurtlara parçalatır." dedi. Seronlu kadın şaşkındı.

"Daki onu o kadar seviyor mu?" demişti. İhtiyar başını salladı.

"Sende duydun. Sadece Daki'nin yanında olmak için krallığını geride bırakacak bir adam nasıl bir aşkla besleniyor olabilir?"

"Sınırsız bir aşkla. Daki'nin onu bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Ikisinin sıkı dost olduğunu sanıyordum." dedi Seronlu kadın. Ihtiyar güldü.

"Bir kaç kişi dışında herkes bunu böyle bilmeli de... Sende böyle bilmelisin. O yüzden duyduklarını asla diline getirme. Iyi bir hekim iyi bir sırdaştır. Bunu asla unutma. Gördüklerini diline getirmek seni sadece dedikodu yapan bir cadı kadın yapar. Duy ve unut. Gör ve unut... ki seni sadece iyi bir hekim olduğun için sevmesinler. Seni bir dost olarak görsünler. Kalbin temiz kızım. Ne bir öfke ne bir kin var. Tarafsızsın. Beyazsın... Bu yüzden gerçek bir şifa dağıtan olabilirsin." demişti. Seronlu kadın adamın konuşmasından etkilenmişti. Daki'ye karşı olan duygularını bastırmasını sağlayacak bu konuşma onun geleceğindeki yolun önünü tamamen açmaya başlamıştı.

 

Bu sırada Daki bir grupla atları hazırlamış bekliyordu. Kuwala'nın gelişi ile ava çıkacaklardı. Onlara eşlik edecek ufak manganın yanı sıra Güneş'in Kızı ve Aisoo'da vardı. Aleon, Cohin ve Muhon Asha'da eşilik edecekler arasındaydı. Kuwala hekimden çıkıp çadırına uğramış ve ufak bir heybe ile geri dönmüştü. Ata binmekte hala usta değildi. Ancak Ayezi ile oraya gidemezdi. Kurtlar onlar yokken kampın güvenliğinden sorumlu olacaktı.  Bu sabah avı onlar için önemliydi. Birkaç gün önce bri yaban geyiği sürüsünün izini bulmuşlardı. En iyi okçulardan oluşan ekibi almışlardı. Beşi ung beşi ise bakren askeri olan okçular vardı. Birde Akela ve Ave kraliçelerine eşlik eden ufak bir grup. Kuwala atına oturduğunda Daki kendi atına atlamıştı. Atlar yavaş yavaş yola koyulmuştu. Aisoo ve Güneş'in Kızı atlarını daha yavaş sürüyordu. Önde ise Muhon Asha ile Grave gidiyordu. Birbirlerinin av becerilerini görmek istiyorlardı.

"İhtiyar ne dedi?" demişti Daki atının üstünde. Kuwala ona döndü. Kaftanın üstüne Daki'nin ona verdiği siyah kalın atkıyı takıyordu.

"İğne tedavisi uyguladı. Biraz kustum ve daha iyi hissediyorum. Uyumadan önce ilaç içmeye devam etmemi istedi. Zamanla eskisinden daha iyi olduğumu söyledi." demişti. Daki huzurla gülümseyip onu süzdü.

"Bu iyi. Artık gece kabusları iel sıçramadan derin uyuyorsun." demişti. Cohin ve Aleon onların hemen önündeydi. Kadınlar ise arkadaydı. Manga ve iki general önden başlarını alıp gitmişlerdi. Atla geziye çıkmış gibi dolanıyordu arda kalanlar.

"Ciğerlerim artık eski halinden iyi." diye tekrarlamıştı Kuwala. Elini yumruk yapıp göğsüne iki defa vurmuştu. Daki gülümsedi. Cohin ise onlara doğru çevirdi başını.

"Av size iyi gelecek o zaman efendi Kuwala. Kamptan uzak sakin ama kısa bir yolculuk olacak. Geçenlerde bir göl bulduk. Muhtemelen havalar ısındığı için eriyip ortaya çıktı. Orayı görmeniz gerek." demişti. Kuwala gülümsedi. Atın yularına asıldı. Daki ise onun yularlara asılması ile öen doğru eğilmişti.

"Daha iyi bir fikrim var. Büyük çamı görüyor musun Kuwala?"

"Evet!"

"Oraya benden önce varırsan istediğin bir şeyi yapacağım." demişti. Kuwala bunu duyunca gözleri ışıldadı. Sırıtmıştı.

"Kaybedersen sen benim istediğim bir şeyi yapacaksın!" demişti. Daki'nin gülüşündeki şeytanilik Kuwala'yı ürkütsede atını şahlandırmış ve koşmaya başlamıştı atlar. Daki senelerin binicisiydi. Oraya varması Kuwala'ya nal toplatması dakikalarını almıştı. Kuwala ona yetişecek kadar usta değildi. Kaybedeceğini bile bile bu yarışa gönüllü olmasına Cohin şaşırmıştı.

İleride koşan atlara bakıyordu Aisoo.

"Asla büyümeyen erkekler!" demişti Güneş'in Kızı. Cohin bunu duyduğunda efendisinin kazanmasının sevincini bir kenarı bıraktı.

"Öyle demeyin hanımım ne güzel eğleniyorlar." demişti. Aisoo güldü.

"Daki her şekilde kazanır. Ona at binmeyi ustası öğretmişti. Altı yaşından bu yana atın tepesindeydi." dedi. Aleon ise ileriye bakıyordu. Çamın altında iki adam atın üstünde konuşurken birden gözden kaybolmuştu.

"Bunlar nereye gidiyor?" diye çıkıştığında diğerleride yokuş aşağı inip kaybolan atların bıraktığı boşluğa bakıp kaldı. Cohin aksi yönü gösterdi.

"Göl bu tarafta ve General Muhon Asha bizi orada bekleyecekti!" demişti. Aleon omuz silkti.

"Onları kendi haline bırakın. Canları sıkılınca geri dönerler." diye ekledi ve atını sürmeye devam etti.

 

Çamın altında Daki bir adam Kuwala'nın atının yularından tutmuş ve aşağı inmeye başlamışlardı.

"Nereye gidiyoruz*" demişti Kuwala. Daki gülümsedi.

"Bir kulübe buldum geçen günlerde. Orayı görmeni istiyorum." demişti. Kuwala deirn bri iç çekti.

"Dediğini yapacağım. Sonuçta yarışı kaybettim. Ama diğerleri endişenecektir!" dedi. Daki ona dönüp gülümsedi. Atın yularını bırakmıştı. Yavaş yavaş gidiyorlardı.

"Endişenlenmezler. Güneş'in Kızı gibi mantıklı bir kadın onlarla olduğu için o herifler için sende endişelenme. En fazla hepsini bağlar ve biz dönene kadar kavga etmeden durmalarını sağlar." demişti. Kuwala gülümsedi. Daha sonrasında çok konuşmadılar. Kulübe ağaçların arasında gözüktüğünde Daki atını hızlandırdı. Kuwala'nın atıda ona uyum sağladı. Kulübenin önüne geldiklerinde Daki atından inmişti. Kuwala'nın atının yanına geldi. Onu belinden kavrayıp atın üstünden indirdi. Atları kulübenin verandasının temel direğine bağladı. Bu eski ufak kulübe bir süre önce terk edilmiş gibiydi. Daki burayı bulduğunda içerinin bakımlı olmasından anlamıştı.

"Acaba içeride birisi olabilir mi?" demişti. Daki başını sallayıp verandaya çıktı. Kuwala onun ardından verandaya çıktığında aklına Daki iel verandada vedalaşması gelmişti. Kalbi birden hızla atmıştı. Daki kapıyı itekledi. Gıcırtı ile kapı açıldı. Içerisi boştu. Tek oda olan bu yerde camlar kirliydi. Ancak içerisi temizdi. Daki onu içeri doğru davet etti elini uzatarak.

"Senin kulüben kadar güzel değil ama idare eder mi?" demişti. Kuwala etrafa bakındı. Alçak tavan ve eski eşyalar... Tek oda olan bu kulübe ona nedense cazip gelmişti.

"İlerid ebunun gibi bri yerde yaşayabiliriz." dedi Daki. İçeri doğru girip kendini divana attı. Kuwala içeriyi dolaşıyordu. Rafların olduğu yerde bir kaç kap kaçack vardı. Bir kaç şişe. Yerde büyük bri testi. Içine baktı. Su doluydu. Bir kap alıp sudan biraz içti. Daha sonra Daki'ye götürmek için biraz daha aldı. Divana gelip oturdu. Daki suyunu kana kana içti. Kabı kenarı bıraktı.

"Arada misafirlerimiz olacağı için inşaa edeceğimzi kulübenin iki ya da üç odası olması iyi olur. Onlara kalacak yer olur." demişti. Kuwala onun hayal ettiği kulübeyi dinlemeye başlamıştı.

"Önümüz bahar. Baharda güzel havanın tadını çıkarmak için geniş bir veranda olur. Yaz yılında ise orada oturmamız için bir divan inşaa ederiz. Odaları geniş olur. Bir kitaplık yaparız. Tıpkı babanın kitaplığı gibi. Oraya bir sürü okuman için kitap getiririm UngurPan ve başka diyarlardan." dedi. Etrafa bakındı.

"Pencereleri geniş olur. Bu sayede içeriyi temizlerken onları rahatça açabiliriz. Işık girer. Her cepheye pencere yaparsak gün batımında bile içerisi aydınlık olur." demişti. Kuwala ona bakıp gülümsedi.

"Mum da yakabiliriz. Pencereleri dert etmek zorunda değilsin." demişti. Daki bunu duyunca oan döndü. Başını iki yana salladı.

"Hayır! Yüzüne güneşin son ışığı vurduğunda o heyecanını gördüm. Hep o mutluluğu ve heyecanı görmek istiyorum." demişti. Kuwala istemsizce güldü.

"Bunu istiyorsan sana bir şey demeyeceğim." demişti. Daki'nin bu kadar ince düşünmesi onu mutlu ediyordu.

"Tavanı böyle üçgen olmasın. Düz olması daha rahat olur. Yağmurlarda ve karda direkt içeri su sızmaz. " demişti. Kuwala onun bu kadar planladığı hayali düşünüyordu. Ve imparatorluğu, krallığı geride bırakmaktan pişman olmadığını tekrar hissedince gülümsedi. Dudakları nazikçe yukarı kıvrıldığında Daki ona bakıp kalmıştı.

"Bu hayali bile seni mutlu ediyorsa onu inşaa ettiğimde daha mutlu olacaksın. Kendi sebzelerimiz için ufak bir bahçe bile yapacağım." demişti. Kuwala ona doğru döndü.

"Beni mutlu eden kulübe değil Daki. Senin bunca şeyi anlatırken yaşadığın heyecan." demişti. Daki ona bakıp kaldı. Ne diyeceğini bilmiyordu.

"içinde sen olmadığın sürece anlattığın hiçbir şey bana güzel gelmiyor. Seninle olduğumu düşündüğümde o batı penceresi, ufak bahçe ve kitaplık güzel geliyor..." demişti. Daki bir an kendini daha fazla tutamadı. Kuwala'nın üzerine doğru eğilip onu divana yatırdı. Genç yüzün saflığına ve güzelliğine ilk defa bakıyor gibi detay detay baktı. Aylar olmuştu bedenleri birbirine dokunmayalı. Ondan yayılan sıcaklığı Kuwala hissediyordu. Kollarını nazikçe üstüne eğilmiş vahşi gözlerle ona bakan adama sardı. Kendine doğru çekip dudaklarını dudaklarına yapıştırdı Kuwala. Daki çekiniyordu. Onu incitmek ve yaralamaktan çekiniyordu. Kuwala ise her şeyin yolunda olduğunu söylercesine onu öpmüştü. Özlediği tenin sıcaklığını ve ağırlığı bedenin üstünde hissetmek onu şevke getirmişti. Daha tutkulu öptü. Dudaklarını nefes almak için bile Daki'nin dudaklarından ayırmıyordu. Daki işin nereye gideceğini bilidği için bir an durdu. Nefesini nefesin de hissedecekkadar yakın olduğu adamın saçlarını okşadı.

"Henüz iyileşmedin. Bekleyebilirim." demişti. Kuwala ise onun boynuna kollarını daha sıkı dolayıp bedenini onun bedenine doğru sertçe yasladı. Kulağına doğru yaklaştırdı dudaklarını.

"Ben beklemek istemiyorum Daki." demişti. Daki bunu duyduğunda bedenini saran titreme ve sıcaklık ile onu çekip oturur konuma gelmişti. Kucağında oturan adamın boynuna saran şalı çekip almıştı. Boynuna dudaklarını dayamıştı. Sıcak ve hoş kokan boyunda dudaklarını dolaştırdı. Kuwala belindeki kolların onu daha sıkı sarmasını ister gibi bedeni Daki'nin bedeninden ayırmıyordu.

"Seninle olmayı özledim." demişti. Daki kulağındaki bu mırıltılı sesiyle Kuwala'nın belindeki ellerini aşağı doğru kaydırdı. Artık iradesini kaybetmiş bir kurttu. Onu arzulayan bu adamın karşısında bütün iradesini kaybetmişti. Kuwala'nın dudaklarını şakaklarında hissetti.

"Nazik olmanı istemiyorum. Vahşi bir kara kurt olmanı istiyorum." diye fısıldamıştı Kuwala. Daki bunu duyduğunda onu divana doğru yatırmıştı. Elleri birer pençe gibi hızl kıyafetlerini söküp alıyordu üstünden. Kuwala onun sert davranışları ile kendinden geçmek için can atıyor gibi onun bedenini kıyafetlerden kurtarıyordu. Göğsünde Hissettiği öpücükler kasıklarında hissettiği dudaklara dönüşüyordu. Bedeni böyle alev alev yanmayalı yıllar olmuş gibi hissediyordu adeta. Bacaklarında hissettiği titreme bedenine yayılıyordu. Bir çelik kadar sert ve sıcak pürüzlü beden bedenine doğru dokunduğunda titremişti. Dudaklarından çıkan iniltinin sebebi kalçasında hissettiği parmaklardı. Gözlerini ona bakan yeşil gözlere dikti. Dudaklarını parçalarcasına öpen bu vahşi kurdun bedenine ve sadece onun dokunabileceği bölgelerine dokunmanın verdiği zevk ile kendini kasmıştı.

Bacaklarını Daki'nin beline doladı. Kolları ise onun boynundaydı.

"Daha fazla dayanamıyorum." demişti. İnilti ile karışık haz dolu Daki'nin bu sesi Kuwala'nın bedenini gevşetmesine sebep olmuştu. Hissettiği acının ardından gelen o zevk ile bedeni kontrolünden çıkmıştı adeta. Kendi başına hareket ediyor ve üste çıkmak için Daki'yi divana devirmişti. Daki'nin bileklerini yakalamış ve onu geriye doğru devirmişti. Sıra ondaydı. Şimdi o bir vahşi kurt olmuştu. Vücudunun kıvraklığı ve kalçalarını her oynatışı onun için inleyen Daki'yi ortaya çıkarıyordu. Kısa ama nefes kesen öpücükleri ile onu kıvrandırmayı seviyordu. Hekim olduğu bedenin ateşinin arttığını ve titremelerin yakın olduğunu anlamıştı.

"Henüz değil!" demiş ve yavaşlamıştı. Daki onun başına buyruk bu halini daha çok seviyordu. Kuwala ellerini Daki'nin göğsüne dayamış ve yavaş yavaş devam ediyordu inip kalkmalarına. Ancak kendisi de sınırına gelmişti. Bu vahşi eğlenceli oyunları orada son bulmamıştı. Birbirilerinin üstünde hakimiyet kurmak için divanda süren sevişme bir süre daha devam etmiş ve ikiside yorulduğunda durmuşlardı. Kuwala kendini sıcacık Daki'nin göğsüne bırakıp gözlerini kapatmıştı. Onun nefes sesini dinlemeyi seviyordu. Daki ise terden nemlenmiş ve ferah bir koku saçan beyaz saçlarla oynuyordu. Buradan ayrılmak istemiyorlardı. Bir kaç gün burada bu divanda böyle kalmak istiyorlardı ama sessizlik devam ediyordu. Kuwala dinlediği nefes sesine eşlik eden kalbin sesini bir ozanın çalgısının tıngırtısına benzetti. Ona bir kahramanın şarkısını söyleyen bu sesi sonsuza kadar duymak için her şeyi verirdi.

"Duydun mu?" Daki bunu söylediğinde kalbinin atışı hızlanmıştı. Kuwala başını kaldırıp ona baktı.

"Neyi duydum mu?" demişti. Daki parmaklarını dudağına götürdü ve sessiz olmasını söyledi. Kuwala sessizce beklerken birden Grave'in madenlerde yaptığı kuş sesine benzeyen ıslığın daha canlısını ve daha çoğunu duymuştu. Heyecan ile doğrulmuş ve divanın arkasındaki cama bakmıştı. Daki onunla beraber doğruldu. Kucağında oturan adamın gömleğini yerden almıştı.

"Göç ediyorlar. Geri dönüyorlar." demişti. Kuwala onun verdiği gömleğini hızla giydi. İkiside hızla giyindi. Dışarı çıktıklarında çam ağaçlarında siyahlı kırmızılı ufak kuşların cıvıldaması artmış ve kanat sesleri yankılanmıştı. Kuwala verandanın ucuna doğru koştu. Çamlarda cıvıldayan kuşları heyecanla izlemeye başladı.

Daki onun yanına gelmişti. Kollarını Kuwala'nın beline dolayıp çenesini omzuna koydu. Ellerinin üstünde Kuwala'nın ellerini hissetmişti. İlk defa bahar görecek olan bu adamın heyecanını hissetmenin verdiği huzurla gülümsedi.

"Onları duyuyor musun? Bize baharı müjdeliyorlar." demişti. Kuwala heyecanla gülümsedi.

"Duyuyorum. Kuş seslerini duyuyorum Daki. Onları sonunda duydum. Tıpkı anlattığınız gibi. " demişti. Daki verandanın kenarına konan kuşu görmüştü. Kuwala bu kadar yakınlarıan konan kuşa bakarken heyecandan titremişti.

"Çok küçük ve güzel..." diye fısıldamıştı. Daki onun hayranlıkla izlediği kuşa baktı ve gülümsedi.

"Henüz bir yavru. Yakında erişkin olup kendi yuvasını kuracak." demişti. Kuwala bunu duyunca başını çevirip omzuna çenesini koymuş adamın yüzüne yüzünü yasladı.

"Bizde yuva kuracağız. Tıpkı kuşlar gibi..."

"Tıpkı onlar gibi özgür ve mutlu olacağız..." diye tamamlamıştı cümlesini. Orada bir süre daha kaldılar. Daha sonra gölün oraya döndüklerinde manga çoktan yirmiden fazla av ile dönmüştü. Hem geyik hem tavşan avlamışlardı. Kuwala heyecan ile atını durdurdu. Aşağıya inmek için yeltendi. Ama Daki ondan önce onu indirmek için harekete geçmişti. Kuwala'nın yüzündeki heyecanı hepsi görüyordu.

"Komutan Grave!" demişti. Grave oturduğu yerde okların ucundaki kanı siliyordu.

"Buyrun genç efendi Kuwala?" demişti. Kuwala onun yanına doğru gidip heyecanla oturdu.

"Daki ile ne gördüğümüze inanamazsın!" demişti. Grave ve diğerleri şaşkınlıkla bakıyordu. Kuwala tıpkı madenlerde Grave'in ellerini birleştirdiği gibi birleştirip dudaklarına götürdü.

"Senin seslerini çıkardığın kuşları. Kırmızı ve siyah lekeleri olan o kuşları gördük. Bir tanesi yanımıza kadar geldi. Ufak bir gagası vardı ve siyah parlak gözleri. Sesleri tıpkı senin ellerine üfleyerek yaptığın gibiydi. Ama daha canlıydı!" demişti. Hepsi onun bu çocuksu heyecanına hayret ve mutlulukla bakıyordu. Ave ormanlarında Aisoo bu kuş seslerini çok duymuştu.

"Demek ki bahar sonunda Kuzey'e ulaştı." demişti. Kuwala heyecanla bunu söyleyen Aisoo'ya döndü.

"Evet. Sonunda baharın ne olduğunu görebileceğim. Sonunda bende, bizde kuşlar gibi özgür olabileceğiz." demiş ve bakışlarını ayakta dikilen Daki'ye çevirmişti. Gözleri heyecandan ve mutluluktan ışıldıyordu Daki bu bakışları ve bu çocuksu heyecanı görmenin verdiği mutlulukla gülümsedi ve başını salladı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm 40

 

Ölüler Listesinin Sahibi

 

Bahar kendini hissettiriyor günler artık daha uzun geliyordu. Soğuk rüzgarlar yerini ılık rüzgarlara bırakmıştı. Toprağı saran kar eriyip yerini kara çamura bırakıyordu. Geceleri esen ve akan suyu buza çeviren rüzgar yerini ılık rüzgarlara bırakıyordu. Sert kışın hızla yerini taze bahar alıyordu. Baharın doğayı canlandırması gibi Kuwala'da canlanıyordu. Gözleri ışıldıyor ve heyecan ile kampta dolanıyordu. Sabahları kalkıyor hazırlanıyor ve hemen çıkıyordu dışarıya. Önce sürüyü kontrol ediyor ardından Tieden'in yanıan gidip onunla iletişim kurmak için transa geçiyordu. Günlük rutini bu hale gelmişti bir kaç hafta içinde. Daki ise orduyu hazırlıyordu. Atak için hazırlanacaklardı. Güneş'in Kızı gökyüzünü izliyordu her gece. Yıldızların ve tanrıların aynı yerde toplandığı gün ilk oku atacaklardı. Güneş'in Kızı yıldızları okuyor ve bekliyordu. Doğumun yıldızların dizileceği güne denk düşmesinden korkuyordu.

Dertli halde kızları ile yıldızların haritasına bakarken Aisoo içeri girmişti. Güneş'in Kızı onu görünce gülümseyip yanıan buyur etmişti. Aisoo yavaşça onun yanına doğru gidip yumuşak mindere oturdu.

"Doğumun yaklaştığını hissediyorum. Geceleri durmuyorlar. Burada doğuramam onları. Bunu yaparsam iki tane olduğunu görecekler." demişti. Güneş'in Kızı elini Aisoo'nin karnıan koyup gözleirni kapadı.

"Sabırsızlar çünkü geleceği hissediyorlar. Bir kaç gün sonra Güneş uykusuna çekildiğinde ilk ok atılacak ve o zaman senin çığlıkların kapıları açmak için ileri geri giden koçbaşının sesine karışacak. Bunu görüyorum Aisoo. O çocuklar burada doğacak. Bir Seronlu kadının kucağıan doğacaklar. Bu ben değilim. Bu başka bir kadın" Aisoo deirn bri nefes ladı ve Güneş'in Kızı'nın elinin üstüne elini koydu.

"Abim Daki'nin eski nişanlısı. Doğumu onun yapması doğru olur mu? Bir düşman olmasına rağmen bir şifacı o!" demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi.

"Endişeni anlıyorum Aisoo. Ancak o Seronlu bir kadın. Ona güçlü olmayı öğrettiler. İnsafsız olmayı değil. Onun içind ekötülük olsa Kuwala başını kesip alırdı. Bunu korkusuzca gözünü kırpmadan yapardı." demişti. Aisoo birden gülümsedi. Aklına kuşlara sveinen Kuwala gelmişti.

"Henüz kendisi çocuk olan bir liderin peşinden gidiyoruz." demişti. Güneş'in Kızı gözleirni açıp güldü.

"O çocuk sayesinde bu zamana kadar ayakta kaldı krallığım. Annemin ölümü ile batacak ve yanacak olan krallığımı o kurtardı. Ve bana kaybetsemde unutamayacağım bir dost verdi. Şimdi onun sayesinde anne olacağım. Bana onun kader zinciri seni getirdi. Senin kızın benim kızım olacak ve gelecekte barışın temsilcilerindne birisi olacak." demişti. Aisoo derin bir nefes aldı.

"Onun bir iblis olduğunu söylemişti Ave rahipleri. Onun Londaga'nın ruhunun karanlık bir yansıması olduğunu. Acımasız ve gaddar olduğunu... Ancak o kuşları gördüğü için heyecandan gözleri ışıldayan bir çocukmuş." dedi. Güneş'in Kızı başını iki yana salladı.

"O gerçek bir iblis. Gözünü kırpmadan öldürebilecek kadar yetenekli bri savaşçı. Sadece Kara Kurt yanındayken bri çocuk gibi davranıyor. Onun yanında Kuzey'in efendisi olmaktan kaçabiliyor. Ona zorla dayatılmış gücün verdiği öfkeden kurtuluyor. Savaş başladığında tarihte eşi benzeri görülmeyecek bir güç çıkacak ortaya. Onu son defa bu kadar güçlü göreceğiz. Son defa onun bu kadar hırçın ve öfkeli olduğunu katdedecek Darta rahipleri. Son defa Kristal Sarayda gürleyen bri Rahom olacak. Ve o gün tarihin bir sayfası kapanacak. O gün yeni bir kuşak için temiz bir sayfa açacak bu kampta nefes alan herkes." dedi. Aisoo ona hayranlıkla bakıyordu.

"Tek bri amaç için bri araya gelmiş onlarca insan. Bunu o mu sağladı?" dedi. Güneş'in Kızı başını salladı.

"En uzun gece başlayıp Ay gökyüzünde asılı kaldığında bunca gücün bir kaosu bastırmak için nasıl çılgınlar gibi savaştığını göreceksin. Doğum sancılarının sana attırdığı he rçığlık bri savaşçının çığlığı olacak. Onlar doğacak olan her ççocuk ve onlar için çığlık atan her anne için orada gürleyecek. Ve kapılar kırıldığında... Sana gösterecek kızlarım. Sana o savaşı göstereceğim. İleride oğluna bu krallığın ve bu barışın nasıl kazanıldığını anlatman için göstereceğim." demişti. Aisoo gözlerini kapamıştı.

"görmek istiyorum. Nasıl kazandıklarını? Nasıl başardıklarını görmek ve anlatmak istiyorum..." dedi.

Anlatılacak masalın anlatıcısını seçmişti Güneş'in Kızı. En uzun gecenin en kanlı savaşın ve tarihte bir def agörülecek kan donduran gücün anlatıcısı seçilmişti. Karnında Kuzey'in geleceğinde yer alan iki çocuğu taşıyan bu kadın anlatacaktı hikayeyi. Herkese anlatacak olan ise o değildi. O bir kralın kulağıan fısıldayacaktı. Tüm diyarlara bu hikayeyi yayacak olan kişi ise onun için kalbi yanıp tutuşan Cohin'di. Şimdi Güneş'in Kızı ona verilen son kadersel görevini yerine getirmek için hazırlanıyordu. Kaybolup gitmedne bu masalı birileirnin anlatmasını sağlamak istiyordu.

"Sohow'a söyleyin bu güen kadar yazdıklarını bana getirsin!" demişti. En baştan okuyacaktı bütün hikayeyi. Nasıl başladığını ve nasıl bittiğini. Narin bir beyaz gelinciğin nasıl bir vahşi kara kurta aşık olup onun peşinden gelip bunca şeyi başardığını en baştan okumak istiyordu. Yüzünde hüzünlü bri gülümseme vardı. Sabah Kuwala'nın oan verdiği liste aklına geldi. Aisoo'ya baktı.

"Ölmeyeceksin ve sen anlatacaksın bu hikayeyi. Ölecek olanlar içinde anlatacaksın." demişti. Listede bu savaşın sonunda kimin yaşayacağı yazıyordu. Kuwala kendi adınıda koyduğu bu listeyi sabah onu çadırına çağırıp vermişti. Aralarında kısa bir konuşma geçmişti. Daki henüz uyuyordu.

"Bu liste kimin öleceğini gösterdikleir liste. İsimler var. Askerleirn ve sevdiğimiz bazı dostlarımızın. Hepsinin adını yazdım. Ve sonunda gördüğüm kendi ölümüm için olan kısımıda. Ben o isimlerin sahiplerinin ailelerine gidemeyeceğim. Ama sen yapabilirsin. Onlara yardım et ve onlara hikayelerini analt. Neden savaştıklarını, ne için bunca acıya katlandıklarını ve neden... Neden onları geride bıraktıklarını. Sohow en baştan bu yana benim masalımı yazdı. Onu al ve Daki'ye ver. Ona beni unutmaması için onları ver. Neden onu geride bırakmak zorunda kaldığımı bilsin." dedi. Güneş'in Kızı uzatılan siyah zarfı geri iteklemişti.

"Gelecek değişir! Bunun doğru olduğunu sanmıyorum."

"Değişmedi. Her şeyi denedim ama olmuyor. Eğer bu zarfı almazsan... Eğer bunu yapmazsan orada yazan bütün isimler değişecek. Aisoo'nun adı oraya geçecek. Sana kızını emanet edecek olan kadının yetim kalan oğlunu alamayacaksın ve gelecek kararacak." demişti. Güneş'in Kızı bu sözler üzerine zarfı almıştı. İsimler ebaktı. Kimisini tanır kimini hiç bilmezdi. Yüzlerce isim yazılı uzun listede en sonra Rahom Kuwala Akanov adını görünce duraksamıştı. Hala o titrek el yazısı aklıan geliyordu. Ne yapacaktı. Liste değişmeli miydi? Geleceği az çok o da biliyordu.

Elini göğsüne götürdü.

"Bunu niye bana yapıyor?" demişti. Bildiği bir gerçek vardı ve onu saklamak için başkasının üsütüne veriyordu yükü. Aisoo bunalmış kadına ve onun gözünü diktiği zarfa bir süre baktı.

"Bu kampta anlamadığım çok şey oluyor. Nedne bu kadar derin düşünüyorsun?" demişti. Güneş'in Kızı ona döndü.

"Hayatından bir an için vazgeçmek zorunda olsaydın iki çocuğunuda bana bırakır mıydın?" dedi. Kadın şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Güneş'in Kızı başını sallayıp ayaklandı.

"Unut gitsin! Gidip hazırlıklara başlamamız gerekiyor. Burada istediğin kadar kalabilirsin. Kızlar seninle ilgilenir. O garip rahiplerin yanına gitmek zorunda değilsin." demişti. Aisoo onun ne sakladığını bilmiyordu. Ama o zarfta ne yazdığını merak ediyordu.

 

...

 

Çok fazla çadırda duramadı. Daralıyor ve arada gelen sancıları uzanmasıan engel oluyordu. Çadırdan çıktı ve kampta dolanmaya başlamıştı. Abisi Aleon ile karşılaşmıştı. Aleon komutanları ile toplantıyı yeni bitirmiş ve Muhon Asha ile yürüyordu.

"Aisoo!" demişti. Kız kardeşini korumasız kampta gezerken görmek onu tedirgin etmişti. Buradaki adamlar kadından yoksun olarak aylardır hareket halindeydi. Askerleirn ne kadar gözünün döneceğini biliyordu. Güçsüz bir kadına saldırabilecek adamlar olabilridi. Hepsini teker teker tanımıyordu.

"Neden çadırında değilsin?" demişti. Aisoo gülümseyip etrafa bakındı.

"Sadece etrafı dolaşıyordum. Endişelenme kendimi koruyacak kadar yetenekliyim." demişti. Omzularıan attığı cübbenin bri kenarını çekince beline takılı uzun hançeri gösterdi.

"Bununla kendimi korumayı bana öğrettiler." dedi. Aleon onun kocaman bir kadın olduğunu görünce duraksamıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Gülümseid ve onlarla beraber gelmesi için ısrarda bulundu.

"Nereye gideceksiniz?" demişti. Aleon yürümeye başlamıştı bile.

"Kuwala ile toplantı yapılacak. Orada olmak istersin belki. Sonuçta seninde askerleirn bulunuyor bu kampta." dedi. Aisoo daha iyi bir şey bulamadı ve onların peşine takıldı.

"Olur!" demişti. Yürüken düşünüyordu. En uzun gece mevsim dönümünün olacağı geceydi. O gec ekış artık tamamen sona ermiş olacak ve bahar takvimi başlayacaktı. Çocukları baharda doğacak ve bu kan denizi durulacaktı. Güneş'in Kızı'nın ona sorduğu soru geldi aklına. Ona iki çocuğunuda bırakabilirdi. Ancak sadece kadınların olduğu Akela surlarının ardında erkeklerin hadım olarak kadınlara hizmet ettiği gerçeğini düşününce çocuğu için bunu doğru bulmuyordu. Çadıra giden sadece onlar değildi. Grave'in sesini duydu. Başını kaldırdı. Iki admala onlarda çadıra doğru yürüyordu.

"Zamanında bitirmişsiniz toplantıyı Kral Aleon!" dedi. Gözleirni yanında yürüyen Muhon Asha'ya çevirdi. Omzuna bir yumruk vurdu. Aisoo zamanında düşman olan bu iki komutanın birbrileirne karşı bu kadar şakacı ve yarışçı olmasıan şaşırıyordu. Bakren ve ung soyu kuzey için ölümüne savaşırken şimdi bu iki soyun komutanları savaşı bitirmek için omuz omuza gidiyordu.

"Sizin toplantınız bitti mi?" demişti Muhon Asha. Elini omzuan koyup ovaladı.

"Bitti. Düzenimiz ve saldırı planımız hiç değişmedi. Her zaman Rahomu çemberd etutarak ilerlemeye devam edeceğiz." demişti. Bakren askerleri Rahomu konuma konusunda kararlı ve istikrarlıydı. Daki bile onların bu korumacı tavrına alışmıştı.

"Güzel. Bizde genel saldırı planımızı hazırladık!" demişti Aleon. Grave onlarla gelen Aisoo'yu görüp selamladı.

"Merhaba majesteleri." demişti Aisoo onun selamını nazikçe bir tebessümle karşıladı. Onlar yavaş yavaş çadıra doğru yürüyordu. Aisoo tanıdık gelen koku iel arkasıan bakınca Güneş'in Kızı'nın beş kadar koruması ile hızlı adımlarla çadıra doğru yürüdüğünü gördü. Oraya doğru o kadar sert ve hızlı adımlarla giridyordu ki önündekiler kaçışır gibi yol verdi. Aisoo ona seslenecekken o kimseyi görmeden çadıra doğru gitmeye devam etti. Kaşları çatıktı. Ardından ise Cohin koşuyordu.

"Majesteleri!" diye bağırmış ama ona yetişmede kötüydü. Aleon yanlarından geçecek olan Cohin'in kolunu yakalamıştı.

"Neden sinirli?" dedi. Cohin telaşlıydı.

"Genç Efendinin onu kristal saray saldırısında kamp içind ebırakmasıan öfkeli!" demişti. Kolunu kurtarıp koşarak çadıra doğru gitti. Korumalar Güneş'in Kızı'nın girişine engel olamamıştı. Diğerleride koşup çadıra girmişti. Güneş'in Kızı öfke ile yumruğunu masaya vurmuş ve bağırarak konuşmaya başlamıştı.

"Ben ailemi öldürdüm sana ihanet etmeyeceğimi göstermek için. Sana sadık kaldığımı bilmen için bile bile Marinoe'yi ölüme sürükleidm. O şehirde onu öldüren adamı öldürmem için bana söz verdin. Ölümlerin listesini bir zarfa koyup eliem verdin ve susmamı söyledin. Şimdi bu kampta oturup savaşın sonunu izlememi mi istiyorsun? O aklından ne geçiyor senin ha?" demişti. Kuwala oturduğu yerde ona dehşet iel bakıyordu. Daki ise çoktan ayağa fırlamıştı. Güneş'in Kızı kaşlarını öyle sert çatmıştı ki alnında deirn bri yarık oluşmuştu. Öfke ile konuşurken bedeni sinirden titriyordu.

"Aklından en geçtiğini bana söylemez isen neyi koruyacağım ben daha? O pisliği ellerim ile boğup her parçasını lime lime edecekken neden önüme geçiyorsun?" diye gürledi. Kuwala dehşetle bakan gözleirni kapadı ve açtığında derin bir sakinlik vardı.

"Anlat!" diye gürlemişti Güneş'in Kızı.  Kuwala ise ona bakıyordu. Gri gözleirnd ebir durgunluk vardı.

"Sadece kampta kalıp burada kalanları koruyacaksın. Yaralılar olacak ve onların korunmaya ihtyacı olacak!" dedi. Güneş'in Kızı bunu duyunca daha bir çıldırdı. Histerik bri kahkah atıp masayı tutup savurdu. Masa kapı eşiğinde dikilenlere doğru uçup yerde paramparça olurken Daki kılıcına uzanmıştı. Kuwala ise oturduğu yerden hala ona bakıyordu.

"Burada kalmak mı? Savunmandan emin değilsen benide o şehre sokacaksın! Oradan dönerken kaybettiğim dostumun intikamını alacağım." demişti. Aisoo korku ile Aleon'un bir adım gerisine çekilmişti.

"Düzgün düşünemiyorsun!" dedi Kuwala sakin bir sesle.

"Düşünmeme izin mi veriyorsun?"

"Seni nedne götürmediğimi çok iyi biliyorsun!"

"Ailesini öldüren lanetli bri kraliçe olduğum için mi? Bir anne olarak hayatta kalmam için mi? Yoksa siz erkeklerin arkasında kalıp kız kardeşleirmden birisini paramparça eden o herifi öldürürken izlemem için mi? Niye?" demişti. Kuwala ona sandalyeyi gösterdi.

"Hiç biri!" dedi. Hepsi kulaklarıan inanamıyordu. Anne olmak kelimesi en çok onları şaşırtmıştı. Güneş'in Kızı'nın hamile olabileceği düşüncesi ile öylece kaldılar. Kimden diye sorguluyordu herşeyden habersiz erkek grubu. Aisoo ise elini karnıan koymuştu.

"Sebebi ne o zaman?" dedi Güneş'in Kızı. Sandalyeye oturdu ve bacak bacak üstüne attı. 

"Anlat! Bu sefer herkesin duyacağı şekilde anlat!" dedi. Masanın kırıklarına basıp geldi diğerleir oraya doğru. Aleon direkt sandalyeye oturmuştu.

"Ne anlatması erekiyor?" demişti. Kuwala derin bir nefe saldı.

"Bir çok gelecek gördüm. Bir çoğunda kazandık. Ama çoğumuz ölüp gitti. Hepsini görmek istedim. Tek tek... Herkesin durduğu yerde zincirin nasıl kopruğunu görmek istedim. Ve tek bir seçenek kaldı bana. Yaşaması gerekenlerin yaratacağı yeni zincirde barışın olduğu gelecekte yaşaması gerekenlerin olduğu geleceği seçtim. Bizim unutulup gidecek olan masalımızı ve kahramanlığımızı, dostluğumuzu, sevgimizi anlatabilecek kişileri seçtim. Bizlerin, bu yerde bulunan herkesin nasıl canla başla o geleceği yarattığını anlatacak kişilerin sağ kalması için seçtim onu. Bir liste yaptım. Orada ölecek olanların isimlerini teker teker yazdım. Ve o kişilerin öldüğü gelecekte barış mümkündü... Bunun için gelemezsin. Sen gelirsen herşey değişiyror. Herşey değişiyor. Düşmanlıklar ve kanın olduğu gelecek devam ediyor. " dedi. Güneş'in Kızı gzöleirni ona dikti. Kaşları çatıktı.

"Ben kimin yerine hayatımı veriyorum d abu kadar değişiyor gelecek? Bu bana ismini söylediğin kişi değil. Bu kim?" demişti. Kuwala ona baktı ve hepsinin yüzünd egözleirni gezdirdi. Bir acı vardı gözleirnde. Ruhunu deşen bir kör bıçaktı bu sorunun cevabı. Orada bulunan herkes bu cevabı duyduğunda onu dinlemeyi bırakacak ve bunu en başta Daki yapacaktı.

"Kimin?" diye tekrar etti Güneş'in Kızı. Kuwala elini göğsüne doğru koydu.

"Bunu bilme hakkı olan sadece sensin. O yüzden diğerlerinin duymasını istemiyorum." demişti. Güneş'in Kızı birden kendini karanlık bir yerde buldu.

"Burası neresi?" demişti. Büyü yapmayı denedi ama bu imkansızdı. Ellerind eo gücü hissedemedi. Karanlıkta ona doğru açılan pencereye baktı. Birden durdu. Yanık kokusuna karışmış zifir kokusu... onu bastırmak için akan oluk oluk kanın kokusu burnunu sardı. Sesler.. Kılıç sesleri ve çığlıklar... Pencereye doğru yürüdü ve alev alev yanan sokaklar hızla akıp gitti. Paramparça olmuş sütünların olduğu taç salonuna gelmişti. Kristal sarayın lanetli duvarlarını saran karanlık yeşil ateşle booğulurken Tieden'in azgın çığlıkları kulaklarını kanatıyor gibi hissetti. Tahtında ölü gibi oturan Bakren lordunu gördü ve generaller. Gözleri bomboş bakan generaller. Kuwala ve Daki'nin yalnzı olarak o salona girdiğini görmüştü. Kılıç sesleri arttı ve tek kollu Melez Piç belirmişti. Kuwala onunla Tiden'i kullanarak mücadele etsede başaramadı. Göğsünden içeri giren kapkara kılıçlar generallerin kılıçlarıydı. Bedeni kan içinde yere düşerken Dkai'nin yeşil alevleri güçlenmiş ve etraf birden alev alev yanmaya başlamıştı. Güneş'in kızı sıcak ile geri geri çekildi ve birden karanlıkta tekrar buldu kendini. Diğer pencere açıldı. Ve içeir bu sefer hepsi beraber girmişti. Aynı şekilde savaştılar. Generalleri oyalayan diğer komutanlar sayeisnde Kuwala daha güçlü mücadele etiyordu. Ancak birden ona doğru fırlayan kılıçı görmüştü birisi. Sarı saçları kızıl kaftanında bukle bukle iniyordu. Bedenini saran zırh takırdadı ve oraya doğru bri portal açtı. O an göğüsnd ebri yanma hissetmişti. Kuwala'nın önüen çıktığında onu çekemeden kılıç sırtından girip göğsünden çıkmıştı. Bu acıyla elini göğsüne koydu ve uyanmak istr gibi gözlerini kapadı tekrar açtığında göğsü yanıyordu. Oturduğu sandalyede nefesini toparlamaya çabaladı. Gzöleirni yere dikmişti. Kesik kesik nefes alıyordu.

"Bunu ..." elini göğsündne çekip baktı. Kan görmüyordu ama göğsü acıyro ve yanıyordu.

"Burada kalmalısın!" dedi. Güneş'in Kızı gülmeye başlamıştı.

"Bildiğim bri saldırıyı artık durdurabilirim. Bunun olmasını istemiyorum." dedi. Kuwala ona baktı. Ayağa kalktı ve birden elini onun başına koymuştu. Güneş'in Kızı ikinci defa transa girdiğinde daha uzun sürmüştü. Kuwala gözleirni onun başına dikmişti. Güneş'in Kızı ise titremeye başlamıştı ve birdne korku ile Kuwala'nın bileğini yakalayıp kendini sandalye ile geriye attı.

"Mümkün değil!" demişti. Başını iki yana salladı.

"Sadece iki olasılık mümkünd eğil. Daha fazla zincir ve gelecek olmalı. Mümkün değil!" dedi. Kuwala ona bakıyrodu. Yüzünd ebuz gibi bri ifade vardı.

"Fedakarlık nedir? Bir isimden bir krallıktan bir gelecekten vaz geçmek mi? Senin bu zamana kadar yaptığın şeylerin hepsi fedakarlıktı. İsminden, ailenden, krallığından ve geleceğinden vaz geçtin. Bu barışı sana emanet etmek için çok sebebim var!" dedi. Güneş'in Kızı oan bakıp kalmıştı. Dkai olan bri çok şeyi biliyordu. Sadece o olduğu yerde sakindi. Ayağı ile yerdeki kırılmış testi parçalarını sağa sola itekliyordu.

" Bir gün Mariona, Daki, Aleon, Cohin, Grave, Muhon Asha ve nice isimle runutulacak ama anlatılan bri masal olacak. Bir çok kişinin yaptığı fedakarlık sonucu kazanılmış dünyada anlatılan bir masal. Kaybolup gitmemiş, koca karı ağzında çürümemiş bir masal! Yalnız onu sana emanet edebilirim." dedi. Güneş'in Kızı olduğu yerde kalmış titriyordu. Ne diyeceğini bilemeden öylece titriyordu.

"Kalacağım. Arkada kalacağım ve o gün geldiğinde hazır olacağım!" demişti. Kuwala gülümsedi. Oan doğru bri kaç adım attı. Eğilip elini uzattı.

"Bunları görmek zorunda kaldığın için özür dilerim. Sert güçlü ve çetin bir kadınsın. Seni bir kaç laf ile tatmin edemezdim." dedi. Güneş'in Kızı onun elini tutup ayağa kalktı.

"Gidip dinleneceğim. Dahil olmadığım bir savaşın planlarını dinlemek istemiyorum. Cohin bana eşil eder misin?" demişti. Cohin onun uzattığı elini tuttu. Çadırdan çıkmasıan yardım etti. Aleon ise oturduğu yerde şaşkınlık içindeydi. Düşmüş sandalyeye baktı ve ayakta dikilmiş olan Daki'ye.

"Ne çeviriyorsunuz?" demişti. Kuwala gülümsedi.

"İç taraftaki masaya geçelim. Sadece planlarınızı duyup ona göre genel savaş planı oluşturacağız." dedi. Hepsi oraya yönelmişken Daki Kuwala'nın yolunu kesti. Onlar ilerlerken kısık bir sesle konuşmaya başlamıştı.

"Eğer gösterdikleirn olmaz ve sen başaramazsan bende arkandan geleceğim." demişti. Kuwala gülümseyip ona baktı. Elini Daki'nin yzüüne sürdü.

"Bunu yapacağını biliyorum. Ama gerek kalmayacak. Darta şahidim olsun ki onu hapsettiğim yerden geri geleceğim. Başka bir yol yok Daki. Bedenimi ben dönene kadar koruyabilecek tek kişi o! Güneş'in kızı" demişti.  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm 41

 

En Uzun Gece

 

"Gölgeler kalbimin üzerine düşüyor. Ayı biel bu gece kararttım. Gözlerimi kapayacağım ama uyumayacağım. Son defa kılıcımı çekip düşmanın üstüne yürüyeceğim. Bekliyorum kapıların açılmasını. Bekliyorum ateşin beni kavurmasını. Tüm bedenimin savaşta paramparça olmasını. Ölümü huzurla bekliyorum. Gölgeler kalbimin üzerine düştü. Ay karardı ve kılıcım benimle bir bütün. Savaşacağım. Savaşacağım! Soyumun bana verdiği güç ile kanımın son damlasıan kadar savaşacağım. Simsiyah olmuş bri kalple herşeyi karartacağım. Ayı kararttığım gbii gözümü karartacağım. Dansım kılıcımın gücü olsun. Her adımım düşmanımın nefesini kessin. Utancımı gizleyeceğim. Ölümün peşimden geldiğini bilerek utancımı gizleyeceğim ve savaşacağım. Ben bir Bakren askeriyim. Yıllarca soyumun bana verdiği gücü korudum ve onun için savaştım. Şimdi yine savaşacağım. Son ateş sonup tekrar güneş üstümüze doğana kadar o ateşle yanacağım."

Ağız birliği yapmıştı Bakren askerleri. Onarlı sıra halinde kılıçlarını tutmuş sol elelri ve havaya kalkmıştı. Sağ ellerini ise yumruk yapıp kalplerinin üstüne koymuş her bir söz bittiğinde sertçe göğüslerine vuruyordu. Ay gökte yusyuvarlaktı. Karanlığı aydınlatıyordu. Ordunun bölükleri sıraya girmiş ve komutanları başlarındaydı. Grave yanında çavuşu ile bu savaş öncesi ezgiye eşlik ediyordu. Kuwala sesleri dinlerken Güneş'in Kızı'nın çadırındaydı. Onun ve kadınlarının burada kalacağından emindi. Şimdi onunla konuşması gerekiyordu. Aisoo'da o çadırdaydı. Daki içeri girmiş ama kenarda bekliyordu. Güneş'in Kızı karşısında dikilen gence baktı. Birden uzanıp onu kucakladı. Kendini o olaydans onra toparlamış ve mantıklı hareket etmeye başlamıştı. Kampa kızlarını yerleştirmiş ve ondan habersiz bir kuş bile uçamazdı. Haftalar çabuk geçip bu gün gelmişti.

"Sana teşekkür edecek ve minnet duyacak çok kişi olacak!" demişti. Kuwala ona sarılmıştı. Kendisi kadar güçlü bu kadına emanet edeceği şey çok önemliydi. Bedenini oan bırakacaktı.

"Bir çok kişi senin sayende bu zaferin kazanıldığını bilemeyecek! Bu yüzden beni affet!" dedi Kuwala. Güneş'in Kızı onu bırakıp gülümsedi.

"Sen benim bir çocuk sahibi olmamı sağlıyorsun. Krallığıma barışı sağlıyorsun. Affedilecek bir şey yapmıyorsun. Sadece onun acı çektiğinden emin olmamı sağla." dedi.  Kuwala başını sallayıp gülümsedi.

"Sağlayacağım. Gün doğmaya yakın bedenimi almak için kapıları aç. Daki senin için onu koruyacak. O andan sonra geçitleri aç ve Cohin'in salonda ki herkesi infaz ettiğinden emin ol!" dedi. Cohin oradaydı. Olacak şeylerden haberdar olan dördüncü kişiydi. Aisoo'nun oturduğu yerin bir kaç adım ötesindeydi. Başını eğdi.

"Orayı paramparça edecek kadar güçlü bri patlayıcı çaldım. Siz çıktığınızda orası tuzla buz olacak!" demişti. Daki gülümsemişti.

"Bu plan sadece burada olanlar tarafından bilinecek. Kuwala'nın o kristal sarayın duvarları arasında öldüğünü herkes kabul edecek!" demişti. Cohin başını sallayıp;

"Merak etmeyin efendim!" dedi. Planları saldırıdan öte bu savaşı sonsuza dek durdumaktı. Kuwala bunun için akıllara durgunluk gelecek bir yol keşfetmişti. Planını yaptığında baharın geldiğini öğrendiği o gündü. Güneş'in Kızı ve Cohin'in dahil olacağı bu planda ikisi dşında kimseye güvenemeyeceği gerçeği iel karşı karşıyaydı. Gücün akıllarını başlarındana lamyacağı iki kişi vardı. Onlardan birisi Güneş'in Kızına sadık bir eş olarak ileride ilk defa Akela kralı olacak Cohin, diğeri ise anne olduktan sonra krallığını cohin'e emanet edecek olan Güneş'in Kızı idi. Kuwala planını ve gördüklerini Dkai'ye anlatmıştı. Onu ikna etmek zordu. Kuwala'nın öleceğini, bir süre olsun ölü olarak kalacağı gerçeği Daki'nin kabul etmekte zorlandığı bri durumdu. Onu ikna ettiğinde planını yavaş yavaş işlemiş ve o gün Güneş'in Kızı atağa geçtiğinde oan gördüklerini geleceği göstermişti.   İkna edilmesi zor olan Güneş'in Kızı hemen planı uygulamaya koymuş ve Seron krallığına bir geçit açıp Cohin'i orada ahzenlere indirmişti. Oldukça yanıcı ve patlamaya müsait olan dev ateş toplarından kilolarca çaldırmıştı. Ve hepsi Güneş'in Kızı'nın çadırında geçitten saraya gitmeyi beklemeye başlamıştı. Herşeyden habersiz olan Melez Piç ve müttefiği Seornlar ise savaş şarkılarını dinleyip kapıların güçlendirilmesini istemişti. Ay tepeye yükseldiğinde Kuwala, Ayezi ve Beyaz Kurt sürüsü ile ordunun dizildiği tepenin aşağısında ki düzlüğe inmişti. Daki atının sırtında ona eşilik ediyordu. Komutanlar ve krallar bekliyordu. Kuwala meşaleleirn yandığı Kristal saray surlarıan dikti gözünü. Bu gece oldukça uzun bir gece olacaktı. Ama sonunda zafer gelecekti onun için. Sadece ölümlerin olmasını engelleyip Melez Piç'i tuzağıan çekmeliydi. Birden bri kükreme duyuldu. Ve zincirlerini şangırtadan Tieden ortaya çıktı. Kurtların ardından dört ayağı üstünde bir hayvan gibi koşuyordu. Ayezi'nin hemen yanında ki sürünün yanında durmuştu.

Atları ile diğerlerde Kuwala'nın yanıan gelmişti. Aleon onun yüzündeki tebessüme bakıp atının yularlarıan asıldı.

"Neden yüzünde garip bri tebessüm var?" demişti. Kuwala ileride surlarında ateşleir parlayan şeyre baktı.

"Kapılar açıldığında herşey bitecek. Ve gün doğduğunda bu huzuru senind eyüzünde bir tebessüm olarak göreceğiz Aleon!" demişti. Aleon şehre dikti gözlerini. Gecenin karanlığında gerçekten bri kristal gibi parlıyordu.

"Bu gülümsemeyi yüzümd egörmek istemem!" demişti. Kuwala gülümsedi.

"Beni dikkatli dinleyin!" demişti. Sesi yankılanıyordu. Ayezi'nin kürkünü okşadı.

"Plnada bir değişiklik var. Sizinle ana surda savaşmayacağım. Tieden , ve sürü benimle atka girişe gidecek. Surları aşarken size komuta edecek kişi Daki. Onunla gireceksiniz ve saraydan öte sokaklarda kimseyi bırakmayın." demişti. Hepsi bu plan değişikliği ile şaşkındı. Plan gereği ana kapıyı aşıp saraya doğru ilerleyeceklerdi. Grave kaşlarını çattı.

"Sizi korumak bizim görevimiz. Ordumla size eşlik edeceğim." demişti. Kuwala ona çevirdi  başını.

"Beni korumak için emrimdesin madem şimdi sana burada kalmanı emredeceğim. Eğer burada kalıp askerlerinle şehri alamaz isen o zaman benid ekorumuş sayılmazsın general Grave. Artık koruman gereken kişi Daki. Onun saraya vardığından emin olun. Sarayın etrafında ki sokaklara kimsenin yaklaşmadığından da..." dedi. Daki ona bakmıştı. Diyeceği bir şeyle rvardı ama kelimeler boğazına diizlmişti. Kuwala ona bakıp gülümsedi ve gözlerini kapadı. Ayezi ulumuştu. Kurtlar hızla koşmaya başladığında ordudan davul ve boru sesleri yükselmeye başlamıştı.

Kristal sarayda halk korku ile evlerine ve sığınaklara gizlenirken Seron ve içerde kalan içlerine gölgeler yerleştirilmiş Bakren askerleri şehirde yürümeye başlamıştı. Kapılara doğru gidiyorlardı. Melez piç oturduğu yerden gelen ordunun attığı çığlık sesini dinliyordu.

"Sonunda karşıma gelecek cesareti topladın." demişti. İçlerine gölgeleri hapsettiği onlarca komutana ve generale bakıp gülümsedi.

"Onun ruhu benim tacım olacak!" dedi. Olacakları düşünüyor ve Kuwala'nın planını anlamaya çabalıyordu.

"Bir grup askeri ile kapımı aşındırmayacak kadar düşünmüş olmalısın. Bu göz boyamaların bana sökmeyecek!" dedi. Ayağa kalkıp taç odasının yüksek penceresine yürüdü. Gelen ordunun büyüklüğü korkutucuydu. Yavaş yavaş sokaklarda mumlar sönüyordu. Meydanda sadece askerler kalmaya başlamıştı. İçlerindeki gölge askerler onları ürkütüyordu.

"Ana kapıyı koruyun!" emri ile hareketlilik başlamış ve çalan davul sesleri kalp atışlarını bastırmaya yetmiyordu.

"Gün doğsuğunda zafer bizim olacak!" diye konuşuyordu komutanlar ancak onları saran korku üstleirne doğru yağmaya başlayan oklarla şiddetlendi.

Önce davuls esleir kesildi. Sonra bağırtılı savaş ezgileri. Ve gecenin sessiz karanlığında sadece bir vınıldı duyuldu. Alevli oklar surları dövmeye başladığında içeriden yükselen bağırtılar kontrolsüzlük sadece yaşayanları etkiliyordu. Gölgelerin hükmü altında olanlar bedenlerine saplanan okları çıkarıp yanan alevleri söndüp dikilmeye devam ediyordu. Bir sorun komutanı dikilen ve yanan adamlara baktı. Kılıcını çekip ayağa dikildi.

"Mancınıkları gerin!" demişti. Mancılıklar gerildi. Katrana bulanmış dec barut dolu küreler ateşe verildi ve fırlatıldı. Surlardan gelen onlarca barut dolu küre düştüğü yeri alev alav yakarken Ordudan kopan grup karanlıkta ilerliyordu. Surlara varıp merdivenleri dayayıp koşbaşı ile kapıyı düvmeye başlayacaktı. Daki karşı saldırı geldiğinde kılıcını çekti.

"Düzene geçin!" emri verilmiş ve ordu paniklemeden ayrılmıştı. Dört kola ayrılan ordunun önünde giden Bakren efsuncuları gelen küreleirn yönünü değiştiriyor ve kayıp sayısını azaltıyordu. Daki atının eğerini sıkıca kavradı ve ayaklarını vurduğunda at koşmaya başlamış ve kılıcınınn yeşil ateşi geceyi aydınlatmaya başlamıştı. Kulağında deirn bri ıslık sesi vardı. Duyduğu şey çarpışmanın kargaşası değildi. O gün surda ıslık çalan Grave'in ıslık sesiydi. Onunla atını koşturan Grave'e döndü. Islık çalıyor ve üstleirne gelen güller başka yönlere düşüyordu.

"Kazanamayacaksak da kaybetmemiş gibi öleceğiz!" Ungların bu meşur lafını hatırladı. Atı sura yaklaştığı sırada birden ayağa kalktı. Unglar çok iyi at binicisi değildi. Ama o binmeyi bri ungdan öğrenmemişti. Ona bunu öğreten kişi ung soyundan olsada zamanında oraya ataları başka yerdne gelen bri adamdı. Atının üstünd ekoşarken Kuwala'nın ona verdiği kılcıını çekti ve yeşil ateş büyüdü. İki elinde kılıcı ile atının üstünde giderken bağırdı.

"Kaybetmemiş gibi öleceğiz!" sesi öyle gürdü öyle savaş doluydu ki... Atlar hızlandı. Çığlıklar arttı. Ön saldırı komutansında olanlar için sur dibien varan bakren efsuncuları ikinci işareti almış ve birden toprak oynamaya başlamıştı. Toprak sarsılıp karın altında kımıldayıp bir rampa gibi yükselirken Daki ve Grave'e yetişiyordu diğerleri. Daki gülümsedi ve yanında kılıcını çeken efsuncuya baktı. Atlar rampaya girmiş ve hızla koşarken zaman adeta donmuş gbiyiydi. Suru tırmanan iki at içeri doğru girip surun diğer tarafıan düşmüştü. Atlar düştüklerinde boyunları kırılmıştı. Efendileirnin onları ölüme sürüklediğini bile biel koşmuş ve düştükleri yerde kendileir ile bir kaç kişiyi daha öldürmüşlerdi. İçeri ilk giren Grave ve Daki olmuştu. İçeri gridikleir anda kıyıma başlamış ve daha kılıcını çekememiş olanları kaylatmişlerdi. Onları hzıla doğğrayıp mancınıkları durdumak için iki kola ayrılmışlardı. Yeşil ve kızıl alev surun içinde gittiği yeri gösteriyordu. Kara Kurtların ulumasıan eşlik eden Daki'nin savaş nağraları ve kılıcının sesiydi. Kılıcının alevleri kesilen deriyi eritp yakarken karşısıan çıkanlar can havli ile saldırıyor ama onun keskin kılcıına ve tekniğine karşı koyacak kimse yoktu.

Aleon surdaki yeşil ateşi görmüştü. Bu Ungların içeri grimesi için işaretti. Elini kaldırdı ve atını hızlandırdı.

"Şimdi!" demiş ve atlara bağlı koş başı ileri geri gidip kapıyı dövmeye başlamıştı. Kapının ardında onları bekleyende habersizce kapıyı tüm hzıları iel dövüyrolardı. Dkai kapının yanında ki mancınıkları Grave ile imha ediyrodu. Hızlı ilerlemeye çabalasada askerler onu kuşatmak için çabalıyordu. Grave ona doğru döndüğünde arkasından gelenleri görmüştü. Çok fazla kişi onu kuşatmak ve düşürmek için üstüne doğru taaruza geçmişti.   Grave ona doğru giden askerleri durdurmak için oraya doğru koştu. Zıplamış ve metrelerce uzağa onun olduğu yere iniş yapıp gelenleri doğramaya başlamıştı. Daki düzeni bozan bu adama sırtını dayamış ve nefes nefese durmuşlardı.

"Yapman gereken mancınıkları bozmak. Niye geldin?" demişti. Grave zıplayışla çok enerji kaybetmişti.

"Genç Efendi Kuwala'ya seni koruyacağıma söz verdim! Mancınıklardan yeterince imha ettim." dedi. Daki gülmüştü.

"Lanet olası Bakrenli. Ben snein komutanınım. Kuwala'nın emri benim sözümü dinlemendi." dedi. Gelen askerleirn etraflarını sarmasını beklemişlerdi adeta. Daki ona doğru gözleirni kaydırdı.

"Eğil dediğimde eğileceksin." demiş ve birden ona doğru dönüp bağırmıştı.

"Eğil!" diye. Grave yere çökmüş ve yukarıda oluşan Alev girdabının sıcaklığı ile gözleirni kapamıştı. Yeşil alevin parlaklığı ve sıcaklığı ile herkes duraksamıştı. Daki kılcıçlarını döndürmüş ve girdap çevresindeki herkesi yakıp parmaparça etmeye başlamıştı. Sur şimdi kızıl alevle değil Yeşil alevle aydınlanıyordu. Girdap durup ateş etrafı sarmaya devam ederken Daki gülmüştü.

"Korumaya ihtiyacım yok Bakrenli Grave." demişti. Grave şaşkınlıkla kalktı ve çevredeki ölü ve canlı canlı yanarken kendini surdan atanlara baktı. Onları bilerek etrafına topluyor olmasına şaşırmıştı. 

"Aşağıda kapının orada buluşalım!" dedi. Grave bu sefer onune mrini dinlemeye kararlıydı. Daki'nin korunmaya ihtiyacı yoktu. O planlı hareket eden yetenkli bri savaşçıydı. Ancak aynısını kapıdan içeri girmek üzere olan Unglar için söylemek zordu. Daki aşağıda kapının girişinde kurulmuş bri pusu olduğundan korkuyordu. Bu yüzden hızla oraya inmeye çabalıyordu. Hızla mancınıkları geçip merdivenleri inerken Ung askerleirnin kapıyı kırdığından habersizdi. Kapı birden açılmış ama bunu aşan koş başı değildi. Aleon olayı fark ettiğinde çok geçti. Kapının önüne yığı askerler arasında bri kargaşa başlamıştı. Çığlıklar etrafta yükselirken Cohin onlara doğru hızla koşan Kara Kurt sürüsünü görmüştü. Nromalden daha saldırgan ve azgın duran kurtların bilinci farklı durumdaydı. Bedenlerini dolduran gölgeler onları daha iri ve güçlü hale daha öfkeli konuma getirmişti. Onlarla baş edecek kadar güçlü değillerdi ve kıyım başlamıştı.

 

                                                Birinci Kısım Sonu ...

 

 

İkinci Kısım : Bir Masalcı

"Bir çok kişi o geceyi hatırladığında akıllarına en son an gelir. O kocaman kristal sarayın saniyeler içinde gürültüler ile yıkılıp tozlarının geceyi daha bir karanlık yaptığından söz eder. Ama o gece bambaşka bir şey oldu. O saray yerle bir olmadan önce kanla dolacak sokaklarda elinde kılıçları ile kahramanların çığlıkları duyuldu. Kara kurtları deşip geçen elinde yeşil alevi parlayan kılıcı ile Kara Kurt Daki ve onun yanında koşan onlarca kahraman. Sokaklarda içleri gölgeler ile dolmuş saldırmaya hazır bedenlerin karşısında tenleri onların koyu kanı ile bulanıp, yerler cesetlerle dolana kadar savaştılar. Ve bir tarafta ise yanında yarattığı canavarı ile herkesi kurtarıp o gece bir daha kimsenin göremeyeceği bir lider ölüme doğru adım adım gidiyordu çocuklarım. Onlar sakince adımlarını atıp kristal saraya doğru yürürken karşılarına çıkanı keskin dişleri ile asil ve sadık koruyucusu Ayezi ile onu takip eden efsanevi beyaz kurt sürüsü parçalıyordu. Onu görenler anlatır. Gecenin tek ay ışığı onun üstündeydi. Yürürken saçları kardan daha beyaz olan bu adamı izliyordu ay ışığı. Tanrılar oturdukları tahtından kalkmış gökten yeri izlerken onun ışıltısını görmek için ayın tek ışığını ona verdiklerini söylüyorlardı. Asil ve güçlü Londaga'nın ruhunun sahibi ve Kara Kurt Daki'nin bulunmaz Kuzey Çiçeği o gece öleceğini biliyordu. Ama Kuzey bir daha o kaosa yenik düşmesin diye kendini feda edecek kadar cömert bir kalbi vardı." Oturduğu yerde derin bir nefes aldı Güneş'in Kızı. Oturmuş onlarca kişi onu dinliyordu. Yetim kalmış çocuklar vardı. O artık sadece kadınları almıyordu. O savaştan bu yana beş sene geçmiş ve sevgili kızı eteğinin dibindeydi. Ve diğer tarafında sevgili oğlu. Aisoo'nun ona emanet ettiği iki güzel çocuk.

"O gece içeride kan ve gölgelerin çığlığı ile doluymuş her yer. Kuzeyin Tek gerçek kralı oraya girip bunca karanlığı etrafına toplamış olan Melez'i öldürmek için harekete geçtiğinde diğerleri ona yetişmiş ve sadece içeri kadar girebilen Kara Kurt Daki olmuştu. Ve onun bedenini alıp dışarı çıkaran da o olmuştu. O gece o kadar korkunç bir çatışma olmuş ki... Yer defalarca sallandı. Kız kardeşim Aisoo o gece sevgili çocuklarımın annesi sancılarının erken gelmesini sebep olan sarsıntı ve gürültünün içinde bağırmıştı. Sadece şunu diyordu 'özgürlük' o gece herkes gibi bağırıyordu. Yer sallanıp gölgelerin korkunç enerjisi ile zayıf ruhlar ezilirken birden her şey durulmuştu ve sonra o gürültülü patlama duyulmuştu. " etrafta derin sessizlik olmuştu. Güneş'in Kızı hafif bir tebessümle gözlerini terasa yöneltti. Bahar geçmiş ve yavaş yavaş yaz geliyordu. Tatlı bir esinti vardı.

"Bir savaşın ardında kalan harebeyi gördüğünüzde bilin ki orada çok kahraman ölmüştür. Orada çok hayat sönmüştür gelecekte başka ışıklar parlasın diye. Rahom Kuwala Akanov'un söndürdüğü ışığı bugün hepimizin bu aydınlık geleceği görmesi için yanmamızı sağladı. Onun için tutulan yas dönemi tekrar başlayacak ve bri kaç gün sonra sokaklar sessizliğe gömülecek. Bu yasın kimin için tutulduğunu bilin istiyorum çocuklarım. En uzun gece yapılan en uzun savaşın hikayesinin gerçek kahramanlarını bilin istiyorum. Şimdi bana Rahom Kuwala tarafından verilen gerçek görevimi yapacağım ve size kaybolmuş bri masalı anlatacağım. " dedi. Hepsi ona bakıyordu. Çenesi titredi. Gözleri doldu.

"Hayatını bir küçük kulübeye sığdırmış kocaman kalbi olan genç bir çocuktu. Henüz on yedilerinde onu bulan kişi Ungur Pan prensi Kara Kurt Daki olmuştu. İkisinin dostluğu ve sevgisi bir çok kişinin dilinde farklıdır fakat aslını ben size söyleyeyim. Öyle birbirini severdi ki bu iki adam ölümün bile onları ayırmasına izin vermeyeceklerin yemin etti ve tanrıları bri düğünde buna şahit tuttular. Rahom Kuwala'yı bir kahraman yapan ve onu güçlü hale getiren kişi Kara Kurt Daki idi. Kırılgan Kuzey Çiçeğini güçlü bir kurda çevirmiş ve ona bütün kalbini vermişti. Ve Kuzey içeği ise karşısında ki yabani kurdu dizginleyip onu sevgisi ile yaralarını sarmıştı. İlk defa güney ile kuzey bir arada olmuştu onlarla. İkisi sayesinde bu gün beş krallığın başına da iyi insanlar oturuyor." dedi. Içeri doğru giren kişiyi hissedince dönmüştü Güneş'in Kızı. Cohin gülümseyerek oraya doğru geliyordu. Ikizler onu görünce ayağa fırlamış ve "baba" diye bağırıp onun kucağına tırmanmaya başlamışlardı. Cohin ise yüzünde buruk bir tebessümle ona bakıyordu.

"Misafirler gelmeye başladı. Yas günü için." dedi. Güneş'in kızı beş senedir tek bir misafiri bekliyordu. Ama onun gelmediğini hissetmişti.

"Peki Daki?" dedi. Cohin başını iki yana salladı.

"Kral Aleon onun gelmediğini söyledi." demişti. O gece olanları Güneş'in Kızı'nın ağzından değil gerçek hikayeciden duyalım birde. Sohow o geceyi izlemişti. Hepsini yazmış ve Darta tapınağına koymuştu. Yazanlar şuydu;

"Kuzey'in gerçek efendisi içeri girdiğinde Melez Piç onu generalleri ile bekliyordu. Kaosun kokusu ortamı ağırlaştırmış ve ışıklar gölgelerin kıpırtasına dayanamıyordu. Kurtları uluyor ve Kuzey'in efendisi ona verilen gücü son defa kullanmak üzere serbest bırakmaya başladığında etraf donmuştu adeta. Kurtlar parçaladıkları gölgelerin üstünde gölgeler kurtların üzerindeydi. Melez Piç ve o dışında herşey donmuştu. Kimse bilmez ama orada o gece saatlerce ikisi karşılklı dikilip kalmıştı. Konuşmuşlar ve bazen vuruşup dövüşmüşlerdi. En sonunda ise Kuzey'in kurtarıcısı tekrar kendi ruhunu feda etmek için Kuwala'nın bedeninden ayrılmıştı. Bedeni beyaz bir ışıktı ve ışık etrafta ki gölgeleri yakıyordu. Tieden'in ağır bedeninde toplanmış olan gölgeler dışarı doğru çıkıp onları sararken Londaga Kuwala'nın bileğinden yakalmıştı ve Melez Piçi tutup birden ruhlarını çekip götürdüğünd eiçeri giren kişiler geride sadece iki boş ceset bulmuştu. Hala kalpleri atan cesetlerin ikisinide almışlardı. Sonrasında ise planlandığı gibi Bakrenlı Grave bütün bir sarayı havaya uçurmuştu. O gece Aisoo erken gelen doğum sancılarının ardından şiddetli kanaması durmamıştı. Oğlunu ve kızını kucağına aldığında abisi Daki sevgilisi kollarında onların çadırına gelmişti.

"ölümümden sonra onlar sana emanet!" demişti Güneş'in kızı'na. Onlara emanet ettikten sonra son nefesini vermeden önce abisine bakıp gülümsemişti ve sadece şu sözcükler çıkmıştı ağzından "Bekle! O uyanacağı zaman seni çağıracak!" demişti. O gece çok kişi ölümdne kurtulmuştu ve Kuwala'nın verdiği listedeki kişilerin çoğunun ölümünü Aisoo ödemişti. Bunu hissetmişti ve ölüme kendi güçlü ruhunu verip bir amaca hizmet etmenin verdiği huzur ile ölmüştü. Melez Piç'in cesedi binlerce zincir vurulmuş bir tabut içinde tutulmaya başlanmıştı. Kuwala ise yaşam fonksiyonları bozulmaması için Güneş'in kızı'nın yarattığı boşlukta tutulmaya başlanmıştı. O geceden sonra kimse o çadırda olanları konuşmamıştı. Ama Londaga'nın huzurundan Kuwala'nın dönüşünü bekleyen iki kişi vardı. Ve bu bekleyişin sona ermesi için her gün Darta'ya yalvaran. En uzun gece henüz bitmemişti onlar için."

Yazanlar gizliydi. Mühürlenmiş olan bu parşömen ileride birileri tarafından bulunacaktı elbet ama şu an Kuzey'in Akela'nın ve Ave'nin birleştirici olan Güneş'in Kızı ile Ung Diyarında dinlenmede olan Kara Kurt Daki dışında kimse bilmeyecekti gerçeği.

 

İkinci Kısım Sonu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Kısım: İçeride

 

Kuwala etrafın karanlığında parlayan güneşi görmeye başlamıştı. Heryer dümdüzdü. Gün ışığı etrafı aydınlatmay abaşladığında karşısında kaçmaktan yorulmuş olan Melez Piç oturmuş soluklanıyordu. Kuwala yerdeki kuma dokundu ve onun karşısıan oturdu bağdaş kurdu.
"Yoruldun mu?" dedi. Melez Piç ona bakıp güldü.
"Sanki sen yorulmadın. Yıllardır beni bu karanlıkta kovalamaktan bıkmadın mı?" dedi. Kuwala başını iki yana salladı. Ona dikti mavi gözlerini. Yanlarıan doğru gelen Ayezi ikisinin arasıan oturmuştu.
"Süre doluyor. Briinizin dönmesi için karar verme zamanı!" demişti. Melez Piç karşısında oturan Kuwala'yı sağlam tek eli ile göstesterdi.
"Onun döneceğiniikimizd ebiliyoruz yalaka köle!" demişti. Kuwala oldukça sakin bri ifade ile doğan güneşin ışıkları ile aydınlanan uçsuz bucaksız çöle benzeyen yere baktı.
"Acı çekecek ve yaptıklarının cezasını çekmek için tanrılar tarafından cezalandırılacaksın. Ama bir yolu daha var!" dedi. Melez Piç başını iki yana salladı.
"Beni yakalayıp zorla itaat etmemi istedin. Ama bunun yerini cehennemin bin kırbaçlı şeytanı tarafından işkence edilmesini tercih ederim!" dedi. Kuwala ona bakıp gülmüştü.
"İnatçı domuz. Senelerdir burada benden kaçıp duruyordun. Ikinci defa gün doğuyor. Üçüncüsünü ikimizde göremeyeceğiz." dedi. Melez Piç yüzünü astı.
"Ne diye böyel bri saçmalık yapıp beni bu aptal yere kapattın. Londaga'nın güçlerindne vaz geçmek uğruna!" dedi. Yer sallanmıştı. Kuwala gelen deve döndü. Karanlık gölgelerin hepsi bir insan bedeni gibi oraya doğru yürüyordu.
"Senden intikam almak isteyen çok kişi var!" demişti. Melez Piç gelen devi görünce ayağa kalktı.
"koşmaya devam edeceğim. Ve süre dolunca onların gücü yetmedne cehenneme hep beraber çekileceğiz!" demişti. Kuwala birden oturduğu yerden fırlayıp onu boğazından yakaladı.
"Bu sefer öyle olmayacak. Birilerine canın yanacağıan söz verdim. Zamanım doluyro ve seni bırakmayacağım!" dedi. Dev yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kuwala Einden kaçmaya çalışan Melez Piç2in saçlarına yapışıp onu yere itti. Üstüen oturup bri elini boğazına dayadı.

"Hazır mısın? Hesap vakti geldi!" dedi. Melez Piç boğazını saran elleridenkurtulmaya çabalayıp onu üstünden atmay açabaladığında Kuwala yaklaşan devden gelen iğrenç koku ile yüzünü buruşturmuştu. Birdne doğan güneşin ışığı kayboldu. Senelerdir bu uçsuz bucaksız yerde üç gün olarak geçmişti. Kuwala peşine takılan gölgeleirn oluşturduğu devle beraber Melez Piç'i günlerdir kovalıyordu. Onu şimdi yakalamış ve üçüncü gün battığında sürenin dolacağını bildiği için elindne kaçırmay aniyetli değildi.

Dev onların üstüen doğru çullandığında iğrenç siyah katransı sıvı her yerileirni sardı ve bütün ışık yok olup onları siyah sıvının içine çekti. Kuwala sonunda Melez Piç'in boğazına sardığı elleirni bıraktı. Ve sıvının yoğunluğu içinde beklemeye başladılar. Altın rengind esarı bri ışık parladı. Melez Piç onlara gelen ışığa bakıyordu.
"Kuwala!" demişti titrek ışık. Marinoe'nin sesini tanımıştı Kuwala. Ilk hak onundu. Melez Piç'in bedenien doğru yaklaşırken ışıktan huzurlu bir ses yayıldı.
"Teşekkürler." birden bütün o siyah sıvı altın renginde parlamaya başladı ve Melez Piç gözleir ışıktan yanıyor gibi çığlık atmıştı. Ama bağırmasıan sebep olan şey sürekli ışıkların onun içindne geçip gitmesi ve geçerken bedenini delik deşik etmeleriydi.
"Onu bize verdiğin için teşekkürler!" dedi derin bir ses. Ve ardından histerik kahkahalar duyuldu. Kuwala yavaş yavaş nefesinin daraldığını hissetti ve ışıktan gözleri ağrımaya başladığında yavaş yavaş gözleir kapanmay abaşlamıştı. Bir rüya görüyrodu. Gök yüzünd ekadar uzanan kalın kapının başında dikilen birisi vardı. Kuwala ona doğru yürüdü. Kapının üstünde anlayamadığı antik yazılar vardı. Dikilen adam dört kolluydı. Bir eliyle mızrak tutuyordu. Diğerinde ise uzun bri kılıç vardı.
"Geçip gidecek misn öylece?" dedi. Kuwala kendisi ile konuşan kişiye bakıyordu. Adamın beyaz gözlerine dikkatli baktığında binlerce yıldız vardı iri gözleirnin içinde yanıp sönüyordu.
"Yıllarca yok etemk istediğin kişinin parça parça olmasını izlemek istemiyor musun?" demişti. Kuwala kap kadar uzun adama baktı. Oraya doğru salınarak yürüdü.
"Görevimi yerien getirdim. Benim için yeterliydi. Daha fazla burada kalmak istemiyorum!" dedi. Adam on abakmak için eğildi ve gürültü ile yere çöktü. Iki elini dizleirne dayadı. Dev mızrak ve kılıç ise hala havada duruyordu diğer iki elinde. 
"Geri dönmek için nedenin nedir?" dedi.

"Beni bekleyenler var!"

"Seni bekleyen kişiler yok!"

"Hayır var. En azından hala o benim döneceğim günü bekliyor!"

"Unglu prens mi? Evet hala seni bekliyor! Ama başka kimse seni beklemiyor. Öldüğün gerçeğini hepsi kabul etmiş durumda. Ve senin için anma törenleir yapıyorlar."

"Bunu biliyorum. Benim için yakılan mumların ışıklarını gördüm."

"Işıkları görebilecek kadar şanslısın! Burada istediğini elde edebilirsin. Dilersen onuda buraya getirebilirsin. Sonsuz yaşamı düşleyen sen onu burad apaylaşabilirsin!" demişti. Kuwala karşısında ki dev tanrıya baktı. Ölümle yaşam arasında ki kapının bekçisi olan bu tanrının onu geri göndermesi için gerçekten çabalaması gerektiğinin farkındaydı.
"Sonsuz bir yaşam dilemiyorum!" dedi. Tanrı ona bakıp kalmıştı.
"Yaşayanların tarafında ki eşinle burada sonzu bir yaşam istemiyro musun?" dedi. Kuwala başını sallamıştı.
"İstemiyroum. O tarafta onunla kısada ols agerçek ve huzurlu bir yaşam istiyorum. Hayal ettiğimiz kulübeyi yapmayı ve uyandığımda yanımda olmasını. Sabahların ve akşamların arasında kalan zamanda onunla geçirmek istiyorum günlerimi. Bu tarafta zaman durmuş gibi. Ne acıkıyrosun, ne hisseidyorsun ne de kalbinin attığını duyuyorsun. Bu tarafta onu atan kalbini duyamam. O zaman onun benim için atan klabini asla tekrar dinleyemem. Bu yüzden dönmek istiyorum." dedi.
"Bencil bir insansın Kuwala!"

"Evet bencilim tıpkı her insan gibi!"

"Hayatında yaşadığın olaylar seni bencil bri insan olarak biçimlendirmiş. Senin seçilme sebebin insnalardan daha üstün olmandı!"

"Bizi biçimlendiren hayatımızdaki olaylar değil, bu olaylar karşısında geliştirdiğimiz inançlardır. Beni bencil yapan inandığım aşk oldu. Onu hiç bir şey için feda etmemeye karar verdiğimd ebenim inancım Daki'nin kalbi oldu. O yüzden geri döneceğim!" demişti. Tanrı gürültülü bir kahkaha attı.
"Siz sefil insanlar. Hepiniz aynısınız. Sana bahşettiğim şey sonsuz yaşam ve bilgelik. Burada onuda  yaratabilirsin. Bri tanrı olup sonsuza dek istediğin sevgiyi ve tatmini yaşabilirsin!"

"İstemiyorum. Onun sevdiği ve beraber fedakarlık yaparak yarattığımız dünyama dönmek istiyorum. Orada onunla kısada olsa yaşamak istiyorum!" dedi. 
"Garip mahluklar sizi. Yolculuğun bitti mi şimdi?" dedi. Kuwala ona baktı. Ellerini arkasında birleştirdi.
"Bitti. Büyük bri yolculuğa ufacık bir adımla ve güçlü bir aşkın peşinden giderek başladım. Kırıldım, yıprandım, hayattımda görmediğim kadar korkunç şeyle rgördüm. Insnalığın nasıl dehşete düştüğünü ve karanlıkla boğulduğunu gördüm. Kaosun insanı nasıl bir canavar yapacağını gördüm. Bazen bende o kaosun içinde bir canavar oldum. Bana verilen gücün altı ezildim. Kaybettim. Insnaları kaybettim. Dostlarımı kaybettim. Arkadaşlarımı kaybettim. Ama aynı zamanda kazandım. İnsnaların hayatlarını kazandım. Dostluk kazandım. Sevildim ve sayıldım. Ama en önemlisi benim için atan bir kalp kazandım. O gün verandada ilk defa yaşadığımı fark ettim. Aşık olmak yaşamay abaşlamak onu anladım. Hep hayatımın gece ve gündü zgibi aynı olacağını sandım. Ama onunl atanıştığımda bazı gecele rçok uzun oldu. Bazı gündüzler bitmez oldu. Bazen acı çektim, bazen o kadar mutluydum ki... Sanki bir daha hiç o kadar mutlu olamayacağımı sandım. Kıskandım. Kızdım. Ağladım. İnsan olduğumu hissettim. Gülmeyi öğrendim ağlamak gibi onunda normal olduğunu öğrendim. Birisi için endişe etmeyi ve birisini korumanın ne demek olduğunu öğrendim. Siz tanrılar gibi olmak istemiyorum. Bri insan gibi yaşamak istiyorum. Etim kanasın, kalbim ağrısın istiyorum. Nefes almak, yağmur yağınca ıslanıp hasta olmak istiyorum. Ona sarıldığımda soğukta o sıcak tenin yaydığı sıısda uyumak istiyorum. Bazen güçsüz olmak ve beni korumasını beklemek istiyorum. Kaybetme ve bazen kaznamak... bunlar insanlar için sizleirn verdiği yetenekler. Bend eonlar gibi olmak istiyorum." dedi. Tanrı ona buruk bri gülümseme ile baktı.

"Darta'nın oğlu olduğun nasıl belli. Onun gibi insanın özellikleirne hayran ve onlar gibi yaşamak isteyen birisisin. Geçmene izin vereceğim. Uzun bri ömür dileyeceğim sen ve eşin için. Ama bir fedakarlık daha yapman gerekecek!" dedi. Kuwala ona bakıyordu.
"Bir daha asla ama asla bu tarafa geçmeyecek ve sana verilmiş bütün yetenekleirni kaybedeceksin. Ne zaman bir ruhani güç seni ziyarete gelirse onu ağırlamak orunda kalacaksın!" dedi. Kuwala elini göğsüne koyup öne doğru saygı ile eğildi.
"Elbette! Bu o tarfa dönmek için yapabileceğim bir fedakarlık!" dedi. Tanrı gürültü iel güldü. Ona baktı ve ayağa kalktı.

"Kapıyı açacağım. Gözleirni kapat ve dümdüz yürü. Duyduğun seslere aldırış etmeden git!" dedi. Kuwala gözleirni kapamıştı. Ve gürültü iel kapının iki kanadığının açıldığını duydu.

"Seni izliyor ve tekrar buraya geldiğinde seni karşılamak için bekliyor olacağım. Git şimdi!" demişti. Kuwala gözleir kapalı yürümeye başladı. Kapının gürültü ile kanadığını duymuştu. Sesler vardı. Birileri konuşuyordu. Kimi zaman kavga eder gibi bağrişlar geliyor kimi zamanda fısıltı ile birileri birşeyler anlatıyordu. Duymamak için yürümeye devam etti. Dümdüz yol o kadar uzun gelmişti ki... Ne zmanadır yürüdüğünü bilmiyordu. Sadece bir yerden gürültülü davul sesleir geliyordu. Bedeni uzun aradan sonra sanki ilk defa tanıdık bri sıcaklık içindeydi. Nefes alamıyro gibi hissetti. Bri sıvı vardı etrafını saran. Ve yürüdğü yol kayboldu. Sanki deirn bri suyun içine düşmüş gibi hissetti. Çırpınmaya başladı. Gözleirni açtı ve bir çığlık attığında ciğerlerine dolan suyu hissediyordu. Etrfa bulanıktı. Birileri koşturuyordu ve sarı bri camın ardında hareket eden kişileri görüyordu. Kulaklarıan dolan ses ise kalbinin çarpma sesiydi.
"Uyandı!" bu ses ile bütün herşey durmuş gibi geldi. Su çekilip giderken zaminin soğukluğunu hissetti. Bedenine örtülen ipekten kaftanın yumuşaklığı ile sarsıntılı öksürükleir durmuştu. Saçları ve tırnakları uzamıştı. Bedeni sanki zayıf düşmüş gibi kasları titriyordu.

"Hoş geldin!" demişti yumuşak bri kadın sesi. Tanıdık bus esi duyduğunda başını kaldırmış ve Güneş'in Kızı'nı görmüştü. Islak saçları ve bedenin çıplaklığını unutup ayağa kalkmaya çalıştı. Kasları çok zayıftı. Senelerdir o suyun içind ederin bir uykudaydı. Güneş'in kızı eğildi onun yanıan oturdu. Sıkıca ona sarıldı.

"Geri döndün sonunda!" demişti. Kuwala ona sarılamayacak kadar bedenini zayıf hissediyordu.

"Daki?" demişti. Sesi kısıktı. Seneler sonra ilk defa konuşmuş ve dediği tek kelime Daki olmuştu.

"Geliyor. Onu alması için gönderdim kızlarımı. Uyanacağın işaretleri gelmeye başladığında onu çağırmak için yola çıktılar. Yakında burada olur!" demişti. Kuwala gün ışığının acıttığı gözleirni eliyle kapadı. Ipek kaftana sarıldı.

"Çok açım!" demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi ve ona bakıp kenarda dikilen kızlarına döndü.

"Majesteleirni duydunuz. Yemek hazırlansın ve sıcak bir banyo." dedi. Kuwala karşısında ki kadına baktı.

"Kaç sene oldu?" demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi.

"Çok uzun bir gece ve beş sene!" dedi.

 

Bölüm sonu...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Kırk Dört

Final

1. kısım: Yeniden Doğmak

Beşinci yıldı ve Kuwala'nın ölümü ile Kuzey'e karşı yaptığı fedakarlığın anılması başlamıştı. Bir hafta sürecek etkinlik başladığı ilk gün bri kız koşarak gelmişti. Ve suyun içinde deirn uykuda olan Kuwala'nın klap atışlarını hızlandığını söylediğinde Güneş'in kızı masada misafirleirni bırakıp fırlamıştı. Oraya vardığında oluşturulan kalkan kırılmaya başlamış ve Kuwala tekrar nefes almaya başlamıştı. Kalkan kırılıp su boşaldığında Kuwala tekrar gözleirni açmıştı. Güneş'in Kızı onun uyandığını anladığı anda Daki'yi alması için iki kişi göndermişti.

Ung sarayında inzivada olan Daki onu alamya gelen kızların portalının sarı ışığını gördüğü anda kalbi hızla atmaya başlamıştı. O gün oraya vardığında saat gece yarısına varmıştı. Misafirleirn hepsi garip bri koşuşturma olduğunun farkındaydı. Ama meraklarını gideremiyorlardı. Akşam için yapılan yemekte Cohin'i Aleon sonunda kıstırmış ve konuşması için çabalamaya başlamıştı.

"Karın ne haltlar karıştırıyor Cohin?" demişti. Muhon Asha'da onun kadar meraklıydı. Ona doğru sokulmuştu. Bakren beyi olan Grave onlara eşlik ediyordu.

"Söylesen kraliçe nedne telaşlı ve bize eşlik etmiyor?" diye o da çıkışmıştı. Cohin ne cevap vereceğini bilmiyordu. Aleon tanıdık bri koku ile bri tazı gibi burnunu havaya dikti. Ve ayak sesi Cohin'i sıkıştırdıkları koridorda yayılmaya başlamıştı. Dört adam şaşkınlık ile oraya doğru yanında iki kadınla yürüyen Daki'yi görmüşlerdi. Daki oldukça durgun bir ifade ile yürüyordu. Dalgındı. Onları görmezden gelecek kadarda telaşlıydı. Aleon Cohin'in yakasını bırakıp yanından yürüyüp gidne kardeşine bakıp kaldı.

"Bu herif beş senedir saraydan dışarı adım atmamıştı. Nele roluyro lan?" demişti ve oraya doğru koşar adım gittiğind eonu iki kanatlı büyük kapıdan girerken görüp içeri telaşla daldığında radından gelenlerde şaşkınlık içind ekapının orada kalmıştı. Daki onlardan bir kaç adım ilerde öylece karşısında oturan kişiye bakıp kalmıştı. Grave şaşkınlığın etkisi ile öne doğru bri kaç adım attı.

"Tanrılar şahidim olsun bu bir rüya! Imkansız!" demişti. Kuwala onları görmüyordu. Karşısında dikilen Daki'y ebaktı. Elini ona doğru uzattı.

"Beş senedir uyuyordum. Kaslarım yeteri kadar güçlü değil. Yanına gelemeyeceğim." demişti. Güneş'in kızı onun yanında gülümseyerek dikiliyordu. Daki bri kaç adım attı ve ardından birdne koşup oturan adamın belien sarılıp olduğu yere çöktü. Ona sıkıca sarılmış ve göz yaşlarını onun kaftanın eteğine dökmeye başlamıştı. Kuwala onuns açlarını okşadı. Her zaman hatırladıkları kişiden daha zayıf olan bu kişinin Kuwala olduğundan emin olmak için oraya doğru bri kaç adım atmışlardı. Gerçektende oydu. Gri gözleri, beyaz saçları ve o aptal gülümsemesi...

"Nasıl?" dedi Aleon. Şaşkınlıktan dili tutulmuş gibi öylece kalmıştı.

"Bir süredir diğer tarafta Melez Piç'i avlamaya çalışıyordum. Sonunda onu yakaladım Tieden'in ruhuna ve bedenine hapsettiğim gölgeler sayesinde." dedi. Beline sraılmış olan Daki'nin yüzüne bakmak isteyerek onun omzularını tuttu.

"Lütfen seni görmeme izin ver!" dmeişti. Hala zayıf ve kırılgandı kasları. Daki ona bakmak için dözleir üstünde doğruldu. Kuwala oturduğu sandalyed egülümsemişti. Onun için kısa geçen bu süreçte Daki sanki bira zyaşlanmış gibi gelmişti. Gülümseyip onun yüzüne dokundu.

"Artık ihtiyar bri adam benziyorsun!" dedi. Daki istemsizce güldü. Ona bakıyordu.

"Beş koca sene uyanmanı bekledim!" dedi. Kuwala ona bakıyordu. Dolmuş gözlerden mutlulukla süzülen yaşları nazikçe sildi.

"Tanrıların beni göndermesi uzun sürüdğü için onları lanetleyebiliriz. Ama uzun bri yaşam kazandım bizim için." dedi. Daki gülümseid. Doğruldu. Ona bakmaktan kendini alamıyordu.

"Dönmek için güçlerimden vazgeçtim. Ama buan değerdi." dedi. Daki ona bakıyordu.

"Burada yanımda olduğun sürece bir daha o lanetli güce ihtiyacın olmayacak!" demişti. İki aşığın hasret gidermesi uzun sürecekti. Bunu bilen Güneş'in Kızı şok içind ekalmış adamlara döndü.

"Çıkalım mı?" demişti. Hepsi şaşkınlık içinde çıkarken Güneş'in Kızı gülümseyip iki kanatlı kapıyı kapattı.

"Bu nasıl mümkün oldu?" demişti Aleon. Güneş'in kızı ona bakıp gülümsedi.

"Beş sene önce bu günü planlayan Kuwala idi. Kendini toparladığında o size anlatır. Ancak onun dönüşünden kimsenin haberi olmayacak. Onun ölümünü saygıyla andığımız bu günlerde yasımıza devam edeceğiz." dedi. 

...

 

"Kara toprak ve aydınlık ay! Son her zaman yeni bir başlangıçtır. Ölüm için yazılmış olan bu sözleri düşündüm. Ve yeniden doğmak istedim. Yeniden doğuşumun bir bedeli oldu. Artık eski yeteneklerim yok. Buzun soğukluğu, Londaga'nın gücü yok. Ama geri dönmenin huzuru var içimde. İnanıyorum ki kalan ömrümde bundan asla pişmanlık duymayacağım. Sadece hayalini kurduğum ve en başından beri istediğim yaşamı elde etmek için bana verilen bu şansı kullanacağım. Artık huzurlu krallığımızı tehdit eden tek bir karanlık gölge bile kalmadı. Olması gerektiği gibi Kuzey krallığı, imparatorluğu huzur içinde Güneş'in Kızı tarafından, Rahom halkıyla, Bakren halkıyla, Akela halkıy ve Mavi Ave halkı ile güçlü birlikteliğini sürdürecek şekilde yönetilecek. Artık nebir kral, ne bir lider ne de bir Rahom olarak devam edeceğim yaşamıma. Sadece bir eş, bir yoldaş ve bir şifacı olarak bu süreçte yaşamımım kalan yıllarını Kızıl Ormanda harcayacağım. Bu süreçte sizlerle tekrar bir araya gelmek, yıkılmış diyarların yeniden büyüdüğünü görmek beni mutlu edecek. Parçalanmış Seron krallığının Sant yönetimi altıan geçmiş olması beni endişelendiriyor olsada eminim ki bu kutsal birliktelik onlarıda ehlileştirmeye yetecek. Başarılı bir İmparatorluğun yönetiminde Güneş'in Kızı'na  maddi ve manevi olarak destek sağlayan eşi Cohin'i tebrik ederim. Hayatını kurtardığım ilk insandı o benim için. Bir dost, bir kardeş ve benim dünyamda doğruyu her zaman gösteren bir yolcuydu. Kararlarının ardında dururken asla çatık kaşlarını düzeltmeyen ve bu savaşta bir çok kişyi kaybeden eşimin kardeşi, benimde kardeşim olan Aleon'un krallığında yönetimi boyunca huzurlu ve güçlü bir dönem diler onu Kuzey'i baştan kurarken yaptığı fedakarlıklar için ödüllendirmek isterim. Bıraktığım kitap bir çok efsunun kullanılması ve içindeki güçleri açığa çıkarmasına yardımcı olacaktır. Kız kardeşi, babası, abisi, askerleri ve biricik aşkı Marinoe'nin kaybını geri getiremem ama daha fazla kayıp olmaması için atalarının unuttuğunu tekrar hatırlatması için bu kitabı kullanabilir. Teşekkür edip özür dileyecek çok kişi var. Yaşanılan uzun gecede kaybedilmiş çok insan var. Hepsini bu satırlara sığdırmak isterdim. Herkesin bir parçası ile yeniden diirlen bu topraklarda güneşin doğup, buzların eridiği daha nice yıllar görecek çocuklar olacağını bilmek beni mutlu ediyor. Bunca var ettiğimiz şeyin en güzel mükafatı, yıllarımı geçirdiğim ormanın bana tekrar verilmesi ve her şeyin başladığı o yerde yeniden bir kulübe inşa edecek bir eş bulmuş olmamdı. Bunu hiç bir şeye değişmem. Sizler gibi nice dostlar kazanmış olmak ise benim için en büyük hazine oldu. Kızıl ormandan, Krizstal saraya kadar sürne bu yolculukta çok kişi kaybettik ama çok kişide kazandık. Tekrar görüşürüz elbet bir gün. Çok büyük olmasada bir gün sizleri kulübemizde bir yemeğe davet etmemi istedi Daki. Bizim hayatta kalan tek ailemiz sizlersiniz. Adını saymadığım nice kişide davetli bu güzel yemeğe. Eski günlerin acı tatlı her anını hatırlamak için bir gün bir araya geleceğiz. O güne kadar hepiniz esen kalın. "

Herkese iletilmiş olan bu mektup Kuwala'nın ölümün altıncı senesinde okunmuştu. Onun ailesi olarak adlandırdığı herkes oradaydı. Onların kurduğu aileleri... Hepsi mektubu okurken Cohin'e bakıyordu. Mektubun son satırlarında bitince korkunç bir sessizlik patladı. O gün Daki ve Kuwala yalnız kaldıklarında geri onları görmeye geldiklerinde yoklardı. Hiç biri peşlerine düşmedi. Ikisininde Kızıl Ormana gideceğini biliyorlardı. Orada bir kulübe inşa edip kalna hayatlarını bir arada geçireceklerini. Şimdi onları davet eden bu mektupla heyecanlanmışlardı.
"Ne zaman gideceğiz?" dedi Grave. Oturduğu yerdne kalkmıştı. Hala kabul edilemez gibi gelsede Daki ile Kuwala2nın tanrılar tarafından eş görüldüğü gerçeğini sindirmeye başlamıştı. Kuwala'nın yaşadığı gerçeği belli kesim dışında kimseye söylenmiyordu. Kızıl Ormanda onların varlığı ruhlar tarafından bir perde ile gözlerniyordu.
"Yedinci ölüm yılında, tanrıların verdiği o tarihte onları ziyarete gideceğiz." demişti Güneş'in Kızı. Kadehini kaldırdı. Yanında çocukları vardı. Bir oğlu ve bir kızı. Onlar için Kuwala bir efsane kadar uzak bir kahramandı. Onunla tanışacak olmak... Belki de o salonda anne ve babalarından hikayeyi dinleyen bir çok çocuk için inanılmazdı. Aleon sonunda evlenmişti. Onunla evlenen kişi ise Sant Diyarının nüfüslü bri kadınıydı. İki krallığın sükunetiiçin evlilik yemini etmişler ve kadın krallığını Seron krallığı ile Ung diyarına bağlamaya karar vermişti. Ailesi ise Ung diyarını çoktan kabul etmişti. Grave hala bekar ve hayatını at üstünd egeçiren bri ordu komutanıydı. Güneş'in Kızı'nın ordusuna komutanlık yapıyordu. Hem kadınları hem erkekleri eğiten bir Bakren lordu olmuştu aslında. Ve Muhon Asha... sonunda evlenmişti. Kaderinde o ölüm gözüküyordu hep. Ama bu ölüm onu değil hastalıktan karısını almıştı. Oğlu ile Ung krallığından bağımsız yaşamaya karar vermişti. Her zaman Kuwala'nın ölüm yıl dönümü için Aleon ile yola çıkardı. Onun dışında balıkçı kasabasında hayatına devam ediyordu. Yaveri ise onun yerien Ung kumandanı olmuş ve yükselişi tahmin bile edilemeyecek kadar hızlı olmuştu. Krallığın sokaklarında dinginlik ve huzur demir yumruk denilen bu adamın elindeydi. Daima komutanını ziyarete giden evli ve iki çocuk babasıydı. Kızlarının annesi olan kadın sessiz bir kadındı. Kahin Sohow ise Darta tapınağında hala bir keşiş olarak devam eidyordu hayatına. Bir çok eğiteceği çocuk vardı. Orada tarihi kaydediyor ve depoluyordu. Onunla çalışan Akela Kadınları ile diyarlarda yolculuk yapıyor ve Beyaz Kurt Köyü'nin orada tekrar kurulmasına izin vermişti. Hayatları devam ediyordu hepsinin. Kaybettikleirnin yerine kazandıklarını koymaya başlamışlardı. O günden sonra yedinci ölüm yılını beklediler. Ve yedinci ölüm yılında çanlar çalarken Kızıl ormanda hiç olmadığı kadar bir hareketlilik başlamıştı. Kimse saraya gitmemişti. Gidenler sadece krallık kafileleri olmuş ve sıradan at arabaları yola çıkmıştı. Hepsini gidecekleri yere götüren bir kutsal ruh vardı. Onlara adeta yol gösterir gibi önden giden iri boynuzlu geyikler dört ayrı koldan gelen misafirleri bir kulübeye kadar götürmüştü. Cohin orayı biliyordu. O kış günü geldikleir ve sonra alevler içinde kalmış olan kulübenin yerind eşimdi yenidne inşa eidlmiş daha güzel bir kulübe vardı. Ancak aynı anda gelmeyi başarmış bu muhafızları beyaz iri bir kurt karşılamıştı. Ayezi olduğundan şüphe etmedikleir kurt onların karşısında durmuş ve başını öne eğip selamlamıştı hepsini. Bedeni şekil değiştirip afacan bir çocuk biçimi almıştı. Hala Kuwala'yı korumak için dünyada kalması hepsini şaşırtmıştı. Misafirleir getiren ruhlar yavaş yavaş silinip giderken Afacan bri çocuğa dönüşen Ayezi kulübeye doğru yürümüştü. Bedeni çıplaktı. "Geldiler!" diye bağırmıştı. Tıpkı Kuwala gibi beyaz saçları vardı. Dışarı çıkan kişi Kuwala olmuştu. Kolları yukarı doğru katlanmış, üstünde sıradan bir köylünün kıyafetleri vardı. Saçları arkaya doğru örülmüştü. Gözleri parlıyordu. Elinde ufak bri kaftan vardı. "Buraya gel ayezi!" diye bağırmış ve ormana doğru yön değiştirip koşa çocuğa bakıp kalmıştı. Ardından misafirlere dönmüştü. Hepsi ona bakıyordu. Yeniden doğduğu o gün kü hali yoktu. Yanakları aldı, yüzünd eren, gözleirnd eışıltı vardı. Biraz kilo bile almıştı. Onlara doğru yürüken elindeki kaftanı verandanın korkuluğuna bıraktı. İlk kucakladığı kişi Cohin olmuştu. Sıkıca sarıldı eski arkadaşına. Ardından iki ufak çocuğa baktı. Tıpkı ölen anneleri Aisoo gibi keskin bakışları vardı. Ama babalarına benzeyen açık kumral saçları... Cohin ve Güneş'in Kızı gibi sarışın iki anne babadan olmayacağı aşikar çocuklardı. Kuwala daha sonra Güneş'in Kızına sarıldı. Sarılacak çok kişi vardı ama onun dikkatini Aleon çekti. Yanında karnı burnunda sarışın bir kadın vardı. Onlara doğru yürüdü. "Bir kız babası olacaksın!" demişti Aleon gülümsedi. Kuwala kadının karşısında dikilip elini tuttu. "Güzel bir kızın olacak Sant kadını!" demişti. Kadın gülümsedi. "Biliyorum. Adının Marinoe olmasını istiyorum." demişti. Kuwala gülümsedi. Gözleri dolmuştu. Fakat dikkatlerini dağıtan şey ormandan çocuğu yakalayıp omzuan atmış halde çıkan oldu. "Kuwala şu pasaklıyı..." birden sustu. Ona bakan bir sürü göz ve tanıdık sima ile kaldı. Ayezi biel susmuştu. Daki oraya doğru yürüdü. Omzundan çocuk formunda olan Ayezi'yi indirdi. Ayezi hemen Kuwala'nın eteklerine kaçmıştı. Daki önce abisi Aleon'a sonra Muhon Asha ve daha sonra Cohin'e sarıldı. Ne diyeceğini bilmiyordu. "Geleceğiniz gün bu gün müydü?" demişti. Kuwala onun kadar şaşırdırdığını belli etmemişti. Güneş'in Kızı güldü. "Evet! Açıkcası tanrılar ölümün yedinci yılında sizin yolunuzu tutmamızı istedi. Ve ölümünün yedinci yılı bu gün Kuwala!" demişti. Kuwala bacağıan sarılmış olan Ayezi'ye baktı. Sonra gülümsedi. "Gidip misafirle riçin güzel bri şeyler avlar mısın?" demişti. Ayezi ona baktı ve gözlerini irileştirdi. "Yapam ama ben hala bir çocuğum. Daki gitsin!" demişti. Daki ona bakınca Kuwala'nın bacağını bıraktı. "Gidiyorum!" demişti. Kuwala misafirleirni içeri almak için yol gösterdi. Büyük bir salon vardı. Yükselen kitaplıklar. Kahin Sohow oraya bir sürü kitap getirmişti zamanında. Onun dışında kimse uğrayamamıştı. Güneş'in Kızı oturduğu yerden yükselen raflara baktı. "Darta'nın kurdu, o bir çocuk gibi neden sizinle yaşıyor?" demişti. Daki kapının kenarında dikiliyordu. Gözleirni Kuwala'ya dikti. Kuwala gülümsedi. "Aslında bunu açıklamak zor. Buraya geldiğimizde o da geldi ve bizimle kalmak istediğini söyledi. Yaralıydı. Muhtemelen Darta gitmesine izin vermeyince gökten atladı. Geri dönemiyor. O yüzden bizde onu aldık." dedi. Daki iç çekti. "yabani bir çocuk az kalır. Şımarık bri velet! Rahat bırakmıyor bizi." demişti. Ne kadar iç çeksede Ayezi'nin çocuk formunu seviyordu Daki. Kuwala gülümsedi. "Şarabımız yok ama güzel bir bitki çayı demlemiştim. Onu getireyim." dedi Salondan çıktı. Cohin raflara bakıyordu. "O gün geldiğimi yere benziyor." demişti. Ocağın yanında bulunan iki sandalyeye dikti gözünü. Üstü kürklü ve örtülü sandalyeler Daki ve Kuwala için  tasarlanmıştı. Akşam yemeği için hepsi beklemeleri gerektiğini biliyordu. Kuwala ve Daki yemeği dışarıya hazırlamak istedi. Büyük bir masa vardı. Daki yeni bitirmişti. Uzun arkası olmayan banklar yapmıştı. Erken geldikleirni düşünsede her şeyin hazır olduğu hafta gelmişlerdi. Kuwala demlediği çayı süzüyordu. Daki ona doğru sokuldu. "Gidip Ayezi'ye bakacağım. O kurt ne kadar iyi avcıda olsa bir çocuk gibi sürekli oyuna dalıyor." demişti. Kuwala gülümsedi. Daki eski dostlarını ve kardeşlerini de ormana dolaşmaya davet etmişti. Cohin oğlunu aldı, Muhon Asha'da oğlunu almıştı. Grave ve Aleon yalnız katılacaktı. Onlar gittiğinde kadınlar ve Kuwala evde kalmıştı. Kuwala onlara çay ikaram edip oturdu. Güneş'in Kızı onu baştan aşağı süzdü. "Mutlusun!" demişti. Kuwala gülümsedi. "Evet. Bir şey soracağım." demişti. Güneş'in Kızı ona bakmıştı. "Iries, Darta tapınağında güçlü bir keşiş ve Beyaz Kurt köyünün lideri olmuş. Hiç onunla haberleşebildiniz mi?" demişti. Güneş'in Kızı gülümsedi. "Evet. Yakında burada olur. Sohow ve o yakında burada olur." demişti. Kuwala sessizce oturan Santlı kadına baktı. Kadın Iries'i tanımıyordu muhtemelen. Çok değil kısa süre sonra kapı çalmış ve Sohow ile o gelmişti. Kuwala kapıya bakıp kaldı. Marinoe'nin daha genç hali karşısında duruyordu adeta. Kız kocaman bri genç kadın olmuştu. Gülümserkene linde bir bohça vardı. "Efendi Kuwala!" demişti. Kuwala sesi biel Marinoe'ye benzeyen kıza bakıp kaldı. On yedi yaşında olmalıydı Iries. Kuwala ona baktı ve birden sarıldı. Marinoe gibi güçlü bakan bir kadındı. Sohow ise gülümsedi. Iries'i bırakıp gidecekti.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Kırk Beş

Final

İkinci Kısım: Kara Kurt ve Beyaz Gelincik

 

Daki haklı çıkmıştı. Ayezi avlanmak yerine kaplıcaya yakın yerde bir kelebekle oyuna dalmıştı. Eski formuna göre daha ufak bir kurt formunda kelebekle oynuyordu. Daki ona kızmış ve avlanmak için yola çıkmışlardı. Ayezi onunla gitmiş ve söz verdiği gibi avlanmış. Büyükçe bir geyik avlamışlardı. Kızıl Ormanın meşhur geyik etinden tatma şansları olacaktı. Geri döndüklerinde masa hazırdı. Kuwala fenerleir yakmıştı. Güneş'in Kızı ve Sant kadını onlara yardım ediyordu. Ve bri kişi dah avardı. Aleon karanlıkta yalnış gördüğünü düşündü. Marinoe'yi animsatan kişiye baktı. Ardından oraya doğru elindeki ok kılıfını bırakıp yürüdü. "Marinoe!" demişti. Kız ise annesinin adını duyması ile dönmüştü. Aleon'nu anımsıyordu. Hatta onu bir ara takip dahi etmişti. Gülümsedi. "Majesteleri!" dedi. Aleon karşısında Iries olduğunu anlamıştı. Ama ona sarılmadan edemedi. Iries gülümsemişti. Onu kucaklayan adama baktı. "Yaşlanmışsınız majesteleri!" demişti. Aleon ne diyeceğini bilmiyordu. Senelerdir haber alamadığı bu kızın büyüyüp Marinoe'ye benzemesine şaşırmıştı. "Sen... sende kocaman bir kadın olmuşsun!" dedi. Iries gülümsedi. "Doğru. Kahin Sohow sayesinde büyüdüm ve güçlendim. Şimdi annemin yarım kalan işini devraldım. Köyüme liderlik yapmay abaşladım geçen senden bu yana!" demişti. Aleon ona bakıyordu. Dolan gözlerini elinin tersi iel sildi. "Anneni kurtaramadım. Özür dilerim!" demişti. Iries güldü. "Olan he şeyin farkındaydım Majesteleri. Merak etmeyin o şimdi huzurlu. " demişti. O akşam yemeği eski anıların hatırladığı, bazen gülündüğü bazen gözlerin dolup sessizliğin başladığı anlarla dolup taşmıştı. Kaybettikleri dostları, aşkları anlatırken sesler titremiş, yolculukları anlatırken sesleri heyecanla yükselmişti. Ve duygular özgür kalmıştı. Aleon'un eşi sakince onları dinlerken Kuwala kadına bakıp gülümsemişti. "Aleon gerçekten iyi bri yoldaş ve dost oldu bizim için! Bazen ona kızdım, hatta öldürmek dahi istedim ama onun sayesinde bu kadar ilerleyebildik!" demişti. Kadın gülümsedi. Ülkesine gelip isyanları bastıran orduda Aleon'un ordusuydu. Onu ve ailesini kurtaranda Aleon'un ta kendisiydi. Elini karnıan koydu.
"O sadece biraz fazla tutkulu bir adam! UngurPan'da size itaat ettiğini bana söylediğinde buna inanmadım!" demişti. Aleon kaşlarını çatıp başını yana eğmişti. "Hey! O zamanlar ya ında dev bir kurdu olan ve ellerinden efsun çıkaran bir adamdı. Şimdi saçları örülü bir keşiş gibi durduğuna bakma. Sinirliyken gerçekten korkutucu olabilir. O zamanlarda gücü ile yüzlerce kişilik orduları yok edebilirdi!" dedi. Kadın şaşkınlıkla baktı. Ayezi ise kadına dönüp yanında oturduğu Daki'yi kenarı doğru iterek öne doğru eğildi. "Ben hala istediğimd egüçlü bir kurt olup seni parçalayabilirim." demişti. Kimse onu ciddeye almadı ve güldü. Ufak bir çocuktu. Iries ise gülümseyip Ayezi'ye bakmıştı. Onunda kaybettiği çok kişi vardı. Ama neşeli ufak bir çocuk olmuştu.

Shbetler edilip getirilen fıçılarda ki içkiler tükenidikçe kahkahaların dozu artıyordu. Grave ve Muhon Asha hala çekişiyordu. Herkes eski günlere dönmüştü adeta. Laflar dönüp dolaşıp ilk karşılaşmalara gelmişti. Muhon Asha ayağa kalkıp bağırmıştı. "Grave'i ilk gördüğümde bu Bakren piçini neden sağ bırakmışlar diye düşünmüştüm. Sonrasında omuz omuza kılıç salladık diyip güldü. Grave hepsindne daha yaşı ileriydi. Güldü. "Peki, Kuwala sizinle ilk karşılaştığımda ne düşündüğümü bilmek ister misiniz?" demişti. Hepsi merakla Muhon Asha'ya baktı. Muhon Asha güldü. Ona doğru kadehini uzattı.
"Daki ile seni gördüğüm anda o çadırda dedim ki, Aleon hepimizin ağzına sıçacak. Ve kesin öldürecek onu dedim. Sonra Daki'nin sana aşık olduğunu görünce ikinizinde tanrılar tarafından kutsanmanızı diledim!" demişti. Herkes gülüyordu. Cohin gülmeyi bırakıp söz aldı. "Ben efendi Kuwala'yı ilk defa gördüğümde keisnlikle öldüğümü düşündüm. Atın sıcaklığının soğuğa dönüştüğünü ve beni almaya gelen ölüm perisinin o olduğunu düşündüm. Ve birden gözümü sıcak bri döşekte açtığımda şaşırdım." dedi. Kuwala gülümsedi. "Hayatını kurtardığım ilk insan sendin." dedi. Daki ona doğru döndü. "Hey ilk o sayılmaz. Biz ondan önce gelmiştik kapına." dedi. Kuwala iç çekti. "Açıkcası o yaralı olmasaydı sizi içeri almazdım." demişti. Daki gülümsedi. "Peki sen ilk defa Kuwala'yı gördüğünde ne düşündün?" demişti Güneş'in Kızı. Daki soru ile birden durgunlaştı. Etraf derin bir sessizliğe gömülmüştü. Hepsi onlara bakıyordu. "Şey sanırım bu adama bizi eve almayacak galiba! Diye düşündüm." dedi. Kuwala ona bakıp kaldı. Daki başını yana doğru eğip karşısında oan bakan gri gözlere kilitlendi. "Ocakta ateş yanıyordu. Içerisi çok sessizdi. Isınmaya yeni yeni başladığım anlardı. Adamlarım katledilmiş, Helyan Kea bizi ölüme sürmüştü. Bir hain vardı. Yaverim ölüm döşeğinde ve peşimde bir sürü kara kurt vardı. O an bunca şeyi unutmuştum. Ocağın hemen yanında sandalyeye oturmuş sakince kitabını okuyan Kuwala'ya bakıp kalmıştım. Yüzü sakindi. Parmakları satırları takip ediyordu. Bir bilge gibi her kelimenin ardından gözlerine deirn düşünceler doluyordu. Arada çıtırdayan odun sesine nefes sesi karışıyordu. Beyaz saçlarını tamamlayan gök yüzünden daha gri gözleri... Dudaklarında garip bir tebessüm vardı. Sanki halime gülecek ama gülmesini bastırmak için dudaklarını sımsıkı kapatmış gibiydi. O an göz ucu ile bana bakmıştı. Sanırım o an gerçekten ona aşık oldum ben. Gözleri bir kaç saniye bana baktı... Fakat seneleri gördüm ben o bakışta. O seneler içinde her şeyi unuttuğumu, mutluluğu ve gerçekten yanında durmak istediğim birisini." dedi. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Sadece bir bakışa aşık olmak mı? Ve bunu çekinmeden tekrar tekrar anlatmak istemek... Kimse bu kadar güzel aşık olamazdı. "Sanırım onu tehlikeye atacağımı düşündüğüm gün gitmeye karar verdiğimizde bir daha göremeyebilirim diyerek öptüm onu. Bana karşılık vermemesi arkama bakmama engel olmuştu. Öylece ne yapıyorsun sen der gibi gözleri kocaman olmuş bakıyordu. Saf ve bu dünyadan olmayan bakışlarının ağırlığından kaçmak için ormana dalmıştık. O ateşin dumanını ve kurtların ulumasını duyana kadar iyi olacağına inanıp yoluma bakmak istedim. Bu dünya için fazla saf ve temizdi. Güzeldi, kırılgandı ve kimseye ait olamayacak kadar yabani bir ruhtu. Onu arzulamak bile tanrılar tarafından lanetlenmeye yetecek kadar günah gelmişti. O ulumalar ile kızıl kan gözleirme indi sanki... Onu bulduğumda tekrar bırakmayacağımı söyledim. Ve hala bana baktığı her an o ilk gün göz ucuyla bana baktığı halime dönüyorum. Suçlu, utangaç ve bir o kadar heyecanlı hissediyorum." dedi. Kuwala elini dudaklarına götürmüş ona deli divane aşık olmuş adamın gözlerine bakıyordu. Sevilmek... Sevilmenin verdiği o his... Dolan gözlerinden yaşlar akıyordu. Daki yanında oturan adama bakıp kaldı. Onu ağlatan şey sözleri olamazdı. Onun hatırmak istemediği bri şeyi dillendirdiğini düşünüp korkuyla bakmıştı. Kuwala'yı kucakladı. Başını omzuna bastı. "Kötü şeyleri hatırlatmak istemedim." dedi. Kuwala burnunu çekti. Ona sarıldı. "Mutlu olunca ağlayabileceğie hala alışamadım." demişti. Kuwala derin bir nefes alıp doğruldu. "Bu dünyada benim tek varlığım sen oldun. Bana yaşamayıi sevmeyi öğrettin. Aşık olmayı, ağlamayı, kızmayı, bazen vurmayı bazen kaçmayı... Sen beni ben yaptın. O gün geri döndüğün için teşekkür ederim. " demişti.

...

O gece hatırladılar, tekrar aşık oldular, tekrar dost oldular ve tekrar tekrar kazandıkları zaferi kutladılar. Ve her yıl bunu yapmak istediler. Sabah gün doğarken herkes yavaş yavaş uyandığında dağılıp geri hayatlarına döndüler. Kızıl ormanın ortasında sessiz bir kulübede birbirine kimsenin aşık olmadığı kadar aşık iki kahramanın kaybolup gidecek masalını bıraktılar.

Kuzey'in kayıp masalının unutulan kısmı Kuwala'nın bir erkek olması oldu. Bir masal anlatıldı. Birbirine çok aşık iki kişi vardı. Ama bunlardan Daki, şeytanın oğlu olarak geçen yeşil gözleri ile dehşet saçan bir iblis olan Kara Kurt'tu. Kuwala ise Darta'nın güzelliği  dillere destan kızı Beyaz Gelincikti. Yıllarca anlatıldı. Nasıl aşık oldukları ve aşklarının nasıl bir kuzeyi sarıp savaşları kazanmaya yettiği. Herkes onları tutkuları ile andı. Aşkları ile hatırladı. İnanmak istedikleri kadar güçlü, dillendiremedikleri kadar tutkulu ve bir o kadar masal olarak hatırladı. Yüz yıllarca kuzeyde, güneyde, batıda ve doğuda bu masal kaybolmadan anlatıldı. Onlar huzurla yaşarken, yüz yıllar sonra çocuklar onların aşkını ve kahramanlığını dinleyerek uyudu.

Son...

 


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kayıp Masallar 3 (34. Bölüm)

Kayıp Masallar 3 (23. bölüm)