Kayıp Masallar 2 (Karga ve Tilki Masalı)

 


 

Kayıp Masallar

Karga ve Tilki Masalı

 

Bölüm Bir

7. Suikastçı Koen

Hisar krallıkların hepsini birbirine bağlayan dokuz nehrin kesiştiği Fısıldayan Ormanın ardında yükselen on kulesi ile göz kamaştıran ve Orta Deniz'e kıyıda kalan eski alimlerin yetiştiği bir manastırdı. Yüz yıllar boyu orada krallıkların düzenin bozulmaması için alimler, efsuncular ve şifacılar yetiştirilmişti. Bilinenler buydu. Ancak bir de bilinmeyen yüzü vardı. Her on kule bir dalı simgeliyordu. Alimler, efsuncular, şifacılar, yazıcılar, kahinler, elçiler, zanaat ustaları, anlatıcılar namı diğer ozanlar, savaş ustaları ve en önemlisi geleceğin krallıklarını dinleyecek istihbaratçılar... Bu kulelerin hepsinin altında ise Hisar'ın yüzyıllarca asıl amacını sağlayan dört kule daha vardı. Üç kule ise siyah, beyaz ve gri olarak ayrılırdı. Gerçek dengeyi kuran kişiler bu kulelerde yetişir ve onları durdurmak için sadece tek bir kule ve çok az öğrencisi olan suikastçılar yetiştiren Denge kulesi. Denge kulesini kendisi seçemezdi öğrenciler. Üç kule için doğdukları andan itibaren alınan çocuklar yetiştirilirdi. Denge Kulesi için ise ölmüş olanlar kullanılırdı. Hayatta olmayan ve sadece bu yere hizmet edecek bağlanmış ruhlar kullanılırdı. Birer insan gibi görünen ama kalpsiz ve emir köpeği gibi her denileni yapan bu kişiler en kızgın ruhlardan seçilir ve yıllarca ehlileştirilip tasmaları takılınca gönderilirdi.
Bu kulede ölümsüzlük olduğu söylense de aslında bedenleri zarar gören ruhlar yer altına çekilip bin katta bin ateşle cezalandırıldığı yazılmıştı. Çağrılan ve çağrıyı cevaplayan ruhlar bu cezayı kabul etmiş ve tanrılar tarafından lanetlenmiş olarak bedenleri kor içinden çıkıyordu.

Bir gece bir ruh çağrıldı ve belki de Hisar kahinleri o zaman panikle etrafta koşturmaya başlamıştı. Ruh çağrıyı cevaplamamış ancak zorla çekilmişti yer yüzüne. Uyandığında ise öyle bir çığlık atmıştı ki gözlerinden kan akmıştı. Bir bebek olarak gelmiş olması herkesi şaşırtmıştı. Doğmadan ölen bir bebeğin ruhunu çağırmış olmaları herkesi şaşırtmıştı. Ufacık yüzü vardı. Simsiyah gözleri ile attığı çığlıktan sonra etrafa bakmaya başlamıştı. Yattığı yerde birden ağlamaya başlamış ve Denge Kulesi bu imkansızlıktan dolayı bir panik yaşamıştı. Çocuğu öldürmeleri gerektiğini bunun doğru olmadığını söylemişlerdi. Ancak hiçbir suçu olmayan çocuğun bin ateşten bin acı ile geçmesini doğru bulmamışlardı. Kulenin baş rahibi onu eğitebileceklerini savunmuştu. Bunu başarmak için en çok çabalayan baş alim olmuş ve onu evlat edinip sadece bir suikastçı olarak değil ileride Denge Kulesinin alimi olarak da yetiştirmeye karar verdi. Zor bir süreçti ama onu diğerlerinden ayıran bir şey vardı. O gerçek bir insan gibiydi. Kalbi atıyor, ağlıyor, gülüyor ve meraklıydı. İtaat etmeye mecbur olsa bile bir insan gibi merakı onu Denge Kulesinin ötesine taşıyacaktı. Kahinler onun geleceğini göremiyordu. Sadece Kızıl gözlü bir Karga'nın kader çizgisinde onu görüyorlardı. Alimler ona öğretmek istiyordu. Geceleri derslerin dışında gündüzleri arada ona okumayı yazmayı öğretiyor bir insan olarak yetişiyordu.

Denge Kulesinin baş rahibi onun adını Koen koydu. Eski dilde yetenekli erkek demekti. Koen yirmi yıl boyunca adına ve hayatına alıştı. En büyük ustası babası odu. Hisar'ın karanlığında aydınlık yaratma çabası içinde yaşarken bir lakap kazandı. Tilki dediler ona. O bir Tilki kadar kurnaz ve baştan çıkarıcıydı. Büyüdükçe yüzü hayranlık uyandırır simsiyah gözlerinin rengi yavaş yavaş bir tilkinin gözleri gibi kahverengiye dönmüştü. Saçlarının sarılığı kumralla karışmış dalga dalgaydı. Pek uzun değildi. Ama oldukça çevik ve hızlıydı. Girip çıkmadığı delik yoktu. Birazda ondan dolayı Tilki diyorlardı ona. Her yere girip çıkar hiç korkusu olmazdı. Ruh çağrısı geleneğinin her yıl dolunayda yapıldığını bilir ve gidip gizlice izlerdi. Bir defasında az daha ruhlardan birisinin bedeni oluşurken heyecandan çığlık atacaktı. Babası olan baş rahip onunla gençleşmişti adeta. Onun şakalarına oyunlarına eşlik eder olmuş ve Hisar'da bu dedikodular ile Denge Kulesi diğer baş alimlerce izlenir olmuştu. Birkaç ufak çaplı görevde yer aldığında ilk nişanını almış ve on sekiz yaşında ilk defa gerçek bir göreve gönderilip döndüğünde ensesine Suikastçı ambleminin dövmesi yapılmıştı. Öldürmek sadece bedendeki ruhu dışarı salmaktı onun için.

Ve o Üç Tanrı Dağındaki katliam olayı Hisar'a iletildiğinde konsey acilen toplanmıştı. On dört kulenin baş alimleri toplanmış ve Baş Kâhin titreyen elleri ile bir parşömeni açmıştı. "Karanlık çöküp yıldızlar titremeyi bıraktığında üç tanrı dağında bir gürültü koptu. Kıyameti işaret eden ilk şey ise bulutların siyaha boyanması oldu. Kızıl Gözlü on binlerce varlık vardı etrafta. Bir karha uçtu geldi Tılsımlı Üç tanrının muhafızları arasına. Kanatları kola, pençeleri ayağa dönüştü. Ve kızıl gözlerini açıp kapadığında yaşayan tek bir canlı kalmamıştı." kâhin sadece bunu okumuş ve bir anda etraf derin bir sessizliğe bürünmüştü.

"Ne olacak şimdi?" demişti beyaz kulenin yönetiminde bulunulan alim. Gözler suikastçı kulesinin yaşlı alimine çevrildiğinde kızıl gözlü karganın kader çizgisini sonlandıracak tek yöntemin ölüm olduğunu biliyorlardı.
"İstihbarat lazım! Onun kim olduğunu bilmeden bir ruhu gönderemem." demişti. İstihbarat toplanması zor değildi. Birbirinden yetenekli casuslar yetiştirmişlerdi. Onlardan birkaçının gönderilmesi yeterli olacaktı.

"Hisar'ın yönetiminden her zaman kopuk olan üç tanrı dağında kendi klanını kuran Karga denilen lideri izlemek için giden hiçbir suikastçı geri dönmedi. İstihbaratçıları koruyamadıkları gibi altı ruh kaybettik Koen." Evlatlık oğlu ile konuşan yaşlı alim oturduğu yerden sandalyesinin gıcırtısı ile kalktı. Karşısında sandalyede oturmuş gencin yanına doğru yürüdü. Ellerini omuzlarına koydu. Arkasında dikilmeye başladı. "Bir senedir ona dair hiçbir şey öğrenemedik. Sınır komşusu olan krallıklar zor durumda. Ve onu öldürmek için senin gibi özel eğitimli birisini göndermek istiyorlar. Bu görevi başarıp başaramayacağın konusunda hiçbir fikrim yok. Geleceğinde sadece Kızıl Gözlü Karga ile yolunun kesişeceği görüldü. Bilinmezlik içinde olduğunu biliyorum sevgili oğlum. Seni bu kadar tehlikeli bir göreve atamak istemiyorum." Koen birden omzunda duran elin üstüne elini koydu. "Bunu yapmak istiyorum. Sonuçta var oluş amacım dengeyi korumak. Bunu denemeyip kaçmak istemiyorum. Heyete kabul ettiğimi söylemene gerek yok. Emri verdiğini söylemeni istiyorum. Yeterince bana iyi davrandın ve kayırdın. Bundan rahatsız olduklarını biliyorum. Bu yüzden bu durumu kendimi kanıtlamak için kullanıp bu kaosu durduracağım." dedi.

Gün doğmadan Hisar'dan tek başına bir atlı çıktı. Koen ilk defa Hisar’ın dışına çıkıyordu. Surların ardında yer alan dokuz nehrin ikincisi boyunca ilerleyecek ve Üç Tanrı dağının işaretli olduğu yere vardığında Karga Lider'i öldürecekti. Plan basit suikastçı iyi eğitimliydi. Ancak Karga lider ortaya çıkmadan önce üç dilek hakkı verilmişti ona. Ve o henüz iki dilek dilemişti. Üçüncü dileği ikisi içinde bambaşka bir kader çizecekti.

Karga lider gizemli ve bir o kadar onu takip edenlerin bile tanımadığı bir adamdı. Birden ortaya çıkmış ve Üç Tanrı Dağında ona katılacak olanlar özgürlük ve para vereceğini söylemişti. Efsunları vardı. Ona karga diyorlardı çünkü büyük bir kargaya dönüşebilirdi. Gece olduğunda kanatlarını çıkarıp üç tanrının dağında dolaşabilirdi. Karga'nın kim olduğu nereden geldiği ve ne istediği tam olarak bilinmiyor ve hakkında tek bilinen Üç tanrının her birinden bir dilek hakkına sahip olması. Onun dışında pek göreni de olmuyordu. Bir sene içinde korkunç bir orduya sahip olmuş ve ona itaat etmeyen ovadaki herkesi kılıcından geçirip leşi ile kargalarını beslemişti. Şeytani güçleri olduğunu sağ kalanlar anlatmıştı. Karga'nın gerçek adı bilinmiyordu. Tanrıların ona neden üç dilek hakkın verdiği bilinmiyordu. İki dileği bilinmiyordu. Sadece kızıl gözlerinin kilometrelerce uzağı gördüğü biliniyordu. Koen ona verilen bilgilere bakarken gece tekrar çökmüş ve bir kasabada bir handa oda kiralamıştı. At üstünde yolculuk yorucu ve bir o kadar rahatsız edici gelmişti. Genç Tilki için bu av kolay gelmiyor ama onu avlayacağı düşüncesi ve ona yaşamını veren babasının gurur ile bu olaydan söz edeceği gerçeği ile gülümsüyordu. Elinde bir çizim vardı. Karga'nın tahminen gören kişilerden yola çıkarak çizilmiş resmi idi. Kuzguni dağınık saçları yüzüne düşüyordu. Keskin iki çift göz vardı ve sırtında bir kambur vardı. Çirkince çizilmiş bu resme bakıp hancının getirdiği içkiyi almak için masaya bıraktı.
"Bu Efendi başka bir şey ister mi?" diye sormuştu hancı. Bir kadın isteyip istemediğini sorarken ellerini birbirine sürtmüştü. Koen başını yavaşça sallayıp. "Bir şey istersem seslenirim. Hadi git!" deyip hancıyı göndermişti. Uzun bir yolu vardı. Üç Tanrı Dağına kadar bir haftadan fazla yol. İç çekip haritasını koyduğu heybeye resmi katlayıp yerleştirdi.

Bilmediği şey Karga'nın onun için gönderilecek bir suikastçıdan haberinin olmasıydı. Onun için gönderilen yedinci suikastçı olacaktı. İstihbaratı getiren kişilere baktı. Yüzündeki maskenin ardında gülümsediği belli olmuyordu. Çelikten dövülmüş maskenin iki çift göz yuvası ve incecik bir çizgi şeklinde ağız kısmı vardı. Gerisi ise siyaha boyanmıştı. Gelecek olan avcısını nasıl öldüreceğini düşünüp sırıtmıştı tekrardan.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

Bölüm İki

Frange Krallığı Katilleri

Her geçen gün büyüyen ordusu ve krallıkların sınırına dayanan savaş korku saçıyor ve Hisar olayı halledeceğini söylemişti. Koen'i izlemek için efsuncular seferber olmuştu. Hisar’ın büyük alimleri Koen'in kader çizgisini bozacağını söylüyordu. İlk hafta dolmaya yakın onu Üç Tanrı Dağının hemen sınırında yer alan Frange bölgesinde gördüler. Frange kralı oldukça kibirli bir adamdı. Diğer sınırda bulunan kralı korkak buluyordu. Onun gibi ağlamak yerine sınıra askerlerini yerleştirmiş ve Karga'yı öldürmesi için kiralık katiller tutmuştu. Karga gibi basit bir tehdit ile baş edemeyen komşu krallıkla dalga geçen ozanlar krallık surları ardında dolaşırken Koen içeri girmek için denetim sırasındaydı. Ona Hisar tarafından verilen mühür her kapıyı açardı. Metal blok üzerine basilmiş on kulenin sembolü olan oklu güneş işaretli blok elinde denetim yapan muhafıza doğru tuttu. Muhafız önce ona baktı ardından bloğa baktı. Son iki gündür kalacak han bulamamış ve bu süre içinde yolda bulduğu sığındığı açık yerlerde uyumuştu. Şanslıydı ki bahar yeni yeni kendini göstermiş ve hava artık kış kadar keskin bir soğuklukta değildi. Ona geçmesini işaret eden muhafıza gülümseyip esnedi. Uyuması gerekiyordu. Hisar içinde güvende uyumak ile dışarda uyumak arasındaki farkı anlamıştı. Hiç bu kadar uzak ve uzun bir göreve gitmediği için alışık değildi. Birkaç gün içinde gidip dönerken şimdi sıcak yatağı ve bol yemekten kilometrelerce uzakta ileride yükselen Üç Tanrı Dağı'nın eteklerinde Frange krallığının surlarındaydı. Dağ siste kaybolup gidiyordu.

Gece çökerken sonunda şehirde ucuz bir han bulmuştu. Yemekleri soğuk, döşekleri lekeliydi. Bir gece kalacaktı. Daha sonra daha gitmek için ufak bir malzeme alışverişi yapıp yola koyulacaktı. Karga'nın kampını bulmak zor olmayacaktı. Üç Tanrı dağına adım attığı anda onu bulacaklar ve götürecekleri muhtemelen. Onu öldürmek için sinsice yaklaşamayacağının farkındaydı. Kimliğinin anlaşılmasına izin vermeden yaklaşmak için düşünmeye başlamışken uykuya dalmıştı. Toprak ve taş üstünde uyumanın ardından yatak oldukça konforlu gelmişti. Gün doğduğunda onu uyandıran sokaktan gelen sesler oldu. Neler olduğunu anlamıyordu. Kalabalık ve bağırtılar... Panjura yaklaşıp hızla açınca insanların akın akın meydana doğru gittiğini görmüştü. Davullar vuruluyor ve kralın bir açıklama yapacağı söyleniyordu. Kralı meydana indiren önemli olayı merak etmişti. Hemen kemerini takıp giyindi. Atını almaya gittiğinde o korkunç gerçekle yüzleşmişti.

"Ne demek kral atıma el koydu. Sıradan bir çiftçinin atına el koyacak kadar fakir mi kralın?" diye askere bağırmıştı. Yalnız onun değil handaki ahıra bağlı atların hepsine el konulmuştu. Koen dışında herkes bir verilen paraya razı susarken o atı için bağırmaya devam ediyordu. Tartışma çıkmaya başlayacaktı neredeyse. "Seferberlik ilan edildi be adam. Atın için ödeme yapılacak. Yük arabaları için bu at bize lazım!" diye bağırmıştı askerlerden birisi. Koen öne doğru adım attı. Atının yularlarına asıldı. "Babamdan bana kalan atımı alamazsınız. Paranız sizin olsun. Ona ihtiyacım var." demişti. Adam güldü. Başını iki yana salladı. "İstediğini söylemeye devam et başını almak için yetkim var. Ya da al şu keseyi defol!" demişti. Koen birden güldü. Ufak bir kahkaha sesi çıktı. Ahırın girişinde duran uzun fırçayı aldı. "Beni öldürme yetkin var demek. Dene de gör seni piç!" demişti. O soylu gibi büyütülmüştü. En önemli kulenin en önemli adamının evlatlık çocuğu olarak bilinirdi. Kimse saygısızlık yapmaz, el kaldırmazdı. Diğerleri gibi acı çekerek büyütülmemişti. Ona bir asil bir insan gibi davranmışlardı. Ona her kapının açılacağı söylenmişti. Şimdi ise saygısız ve sıradan bir asker onu ölümle tehdit ediyordu.

"Başla!" demişti askere elinin birini arkasına alırken. Güç sadece irilik değildi. Güç, çeviklik ve zekaydı. Asker kılıcını çekip ona doğru hızla adım attığında boğazına inen sopanın yarattığı acı ve nefes kesilmesi ile geriye doğru devrilmişti. Koen gülümseyip diğer kılıcını çeken askerlere baktı. "Nereden geldiğimi ve neden geldiğimi bilmiyorsunuz galiba. Cehaletiniz canınızı bağışlar. Atımı verin!" demişti. Askerler ona bakıyordu. Birisi ıslık çaldı. Kılıcı ile öne doğru çıktı. "Sanırım yakında rahipler cenazeni götürmemizi istediğinde kim olduğun ve nereden geldiğini öğreneceksin!" demişti. Asker sayısı iki katına çıkmıştı. Koen yüzünü buruşturdu. Sopayı dizinde kırıp iki parça haline getirmişti. Üstüne doğru koşan adamları yere sermesi çok fazla yormamıştı onu. Etrafta kalabalık artmıştı. İnsanlar hem şaşkın hem de gergindi. Koen oraya doğru gelen birliği gördü ve elindeki sopaları bıraktı. "Salak herifler!" demişti. Atının yularını tutup kendine doğru çekti. Atı meydana doğru sürerken muhafız birliğini yarıp geçmişti. Meydana geldiğinde Kralın eli görevinde bulunan kişinin yaptığı konuşmayı kaçırmıştı. Kalabalık içinde oluşan bir sırayı fark etti. Atından inip yularını tutup sıraya doğru ilerlerken birisini çevirdi.

"Bu sıra ne için?" demişti. Adam onu baştan aşağı süzdü.
"Kral Üç Tanrı Dağında Karga avı için kişilere ödül vereceğini söyledi. En büyük ödül ise bir sandık dolusu gümüş ve altın." demişti. Koen sonunda gizli kimliğini bulmuştu. Atın yularını adamın bulunduğu yerdeki direğe bağladı. Oraya doğru ilerlemeye başladı. Sıraya girmişti. Onun iki katı ve iri cüsseli adamlar arasında sırıtması normaldi. Sıra aktı isimler alınıp devam ederken Koen'e sıra gelmişti. İsim yazan kişinin yanında kralın eli duruyordu. Kemerindeki armadan anlaşılıyordu. Sol omzunu örten kırmızı pelerini vardı. Koen ona baktı ve birden masaya elindeki blok mührü koydu. Kralın eli eğilip mühre baktı ve gülümsedi. "Sizi buraya sürükleyen rüzgâr av için mi?" dedi. Koen gülümsemişti. "Bir karga avı. Ekibin içine katılıp dağda yolumu ayıracağım. Kralın atıma el koymaya kalktı. Birkaç askerini patakladım. Bunun bedelini on kuleli hisar ödeyecektir." dedi. Kralın eli gülümsedi. "Sizi gitmeden önce bir yemeğe davet etmek isterim..." Koen onun ismini sorduğunu anlayınca bloğu alıp geri omzuna takacağı heybeye yerleştirdi. "Yakında bir yer ise iyi olur!" dedi. Kralın eli gülümsedi. Samimi bir adama benziyordu. Ancak Koen onun gibi yetiştirilenleri görmüştü. Gülüşleri gerçekliğe çok yakın, buğulu gözler altında binlerce sır ve sinsilik dönüyordu. Adam son birkaç kişinin bitmesi ile ilerideki lokantaya gelmesi üzerine emir aldı. Ve Kralın eli önden Koen'i buyur etti. İleride meydana bakan lokantaya girdiler. Oldukça şık ve pahalı olduğu belliydi.

İçerisi tütsülenmiş et kokuyordu. "Hisar nasıl? Yirmi yıldır orayı görmüyorum." dedi. Koen güldü. Oturmuş ve gelen garsona adamın sipariş vermesini bekledi. "Bilmem. Ben yirmi senedir oradayım." dediğinde adam biran anlayamadı. Ona baktı. Yirmi yıl kalacak kadar yaşlı durmuyordu. "Beyaz mı Kara mı yoksa Gri misin?" demişti. Onu üç kuleden biri sanmıştı. Çocukluktan eğitim alanlardan. Koen başını iki yana salladı. "Hiçbiri. " demiş ve gelen içkiyi yana doğru itekleyip öne doğru eğildi. "Görevimi tamamlayıp gitmem gerek. Ve bu durumda kralın ortalığı karıştırmasına izin vermemen gerek. Sınır ordusunu karga başı kesilince çekmesini sağla. Sessiz bitecek bu isyan!" demişti. Adam ondan yirmi yaş küçük duran Koen'e ve emir veren konuşma tarzına bakıp başını salladı. "Sanırım kralım pek beni dinlemeyecek. Üç Tanrı Dağı'nda yaşayan göçebeler bizim için iyi ticaret ürünleri getiriyordu. Kaybı çok ve kızgın." demişti. Koen her zaman bu karışık saray işlerinden kaçardı. Krallıklar ve entrikaları. Kral elleri bunun için özel olarak eğitilirdi. Koen gözlerini devirip yumruk yaptığı elini yanağına dayadı. Bir süre ondan iki krallığın çekişmeli olduğunu ve yakında gri bir elçi gönderilmesi gerekeceğinden uzun uzun söz etmesini dinledi. Ardından yemeği bitince onun Üç Tanrılı Dağ hakkında konuşması ile birden ayıldı.
"Karga Lider'in o dağlarda bir anda belirdiği söyleniyor. Yüz yıllardır orada uyuduğu ve tanrılar tarafından intikam için uyandırıldığı söyleniyor." dediğinde Koen birden şaşkınlıkla ona baktı. "Nasıl? Neden Hisar bunu bana bildirmedi?" demişti. Adam güldü. "Üç Tanrılı Dağ gibi bazı yerler Hisar'ın ulaşamayacağı ilk çağın öncesinden hikayeler barındırır. Zamanında tanrılardan birinin oğlu olduğunu düşünüyor insanlar. Onun kıyameti getireceği ve bütün dünyaya hastalıklar yayacağını söylüyor. Dağa çıkanları efsunlayıp kendi ordusuna katıyormuş. Sizden giden kaçıncı kişisin?" demişti. Koen düşündü. Altı kişi gitmiş ve geri dönmemişti. "Bu önemli değil. Onun yüzündeki siyah çelik maskeyi çıkardığında öyle korkunç bir görüntüsü oluyormuş ki korkudan diz çöküp ağlıyormuş savaşçılar. Kralım daha önce dağa kiralık katil yolladı. Ne yazıktı hiçbiri dönmedi. Bu giden ödül avcıları ve senin de döneceğin meçhul." dedi. Koen ürpermişti. Karşısındaki avın zorluğu onu ürpertse de babasını onurlandırmak istiyordu.
"Önemli değil. Bu tür durumlar için eğitildim ben. Gidip bu kaosu bastırıp Hisar'ın huzuru koruduğunu göstermem gerek. Senin aksine insanları riske atan kararlar almadan." dedi. Cebinden kesesini çıkarıp masaya iki gümüş para koydu. "Yemeğe eşlik ettiğiniz için teşekkürler." demişti. Kalkıp atına doğru gitmek için çıkarken içeri giren kâtip onu selamlayıp hemen Kralın Eli'nin yanına geçti.
"Hangi Kule göndermiş?" dedi. Kralın Eli onu çözmemişti. Ne bir ölü ruhun enerjisi vardı ne de bir insanın. Başını iki yana salladı. "Çözemedim. Sadece o garip birisi. Sanki neden buraya geldiğini bilmiyor gibi. Sadece dağa gitmek istiyor." dedi. Adam etrafa baktı ve gözlerini kıstı. "Peki siz?" demişti. Kralın eli derin bir nefes aldı. "Geri dönelim. Kralın beklemesi doğru olmaz." demişti. Kalkmışlardı.

Öğlen vakti ödül avcılarına çıkış emri için dağ eteklerine açılan kuzey kapısı aralanmıştı. Yirmiden fazla adam yüklü atlarla yola koyulmuştu. Gece çökene kadar dağın eteklerine varacaklar ve orada kamp yapacaklardı. Kendi içinde rekabetçi olan adamlar dağa yaklaştıkça adrenalinleri yükseliyor ve daha saldırgan oluyorlardı. Koen onlarla gitmek zorunda olduğu için kendini kurtlar arasında kalmış koyun gibi hissetmişti. Üç kişi aynı anda ona girişse ve öldürse mücadele edemezdi. Bunları hesaplarken ilk kamp alanına varmışlardı. Daha önceki kamp yapan askerlerden kalan ocak izleri, çadır kazıkları vardı. Koen hemen atını bir ağacın gövdesine bağlayıp üstündeki yükü yere indirdi. Oturdu ve ateş yakma çabasında olan adamları izlerken su içmek için matarasını aradı. Yoktu. İçlerinden birisi muhtemelen çalmıştı matarayı. Bunun için kavgaya tutuşamazdı. İleride akan suyun sesi duyuluyordu. Dağdan gelen nehrin sesine doğru yavaş adımlarla yürümek için kalkmıştı. Nehre vardığında birkaç kişinin orayı çoktan bulduğunu gördü. Mataralarına su dolduran adamları geçip daha ileriden su içmek için eğildi. Su fazla berrak ve serin duruyordu. Biraz içmek için elini uzatınca arkasında bir karartı hissetti. Ve ardından ensesinde bir soğukluk hissedince arkasını dönmüştü.

"Düşmanım mısın? Dostum mu?" karşısında dikilen karanlık gölge ona soruyordu. Koen oldukça korkmuştu fakat soğuk kanlılığını korumaya çalıştı.
"Sen benim düşmanım mısın? Yoksa dostum musun?" demişti. Gölge başını yana doğru eğip ona bakarken saklandığı yerden birkaç adım attı. "Bilmem ki? Sadece beni öldürmek isteyenlerin düşmanı oluyorum. Sen beni öldürmek istiyor musun?" kuzguni parlak saçları... Çelikten siyah demir maskenin altında kırmızı gözleri parlıyordu. Uzundu ve iriydi. Karga lider ile karşılaşmayı bu kadar erken beklemiyordu. "Beni öldürmek için buranın ötesinde şansın yok. İnsanlar dağa varabileceğini sanıyor. Ama yanılıyor. Beni öldürmek istiyor musun?" demişti. Koen belindeki hançere doğru uzanmıştı. Gözlerini ondan ayırmıyordu. "Göçebeleri öldürdün. Sen bir katilsin ve ben adaletle dengeyi sağlamak için buradayım. Ölmen gerektiğini düşünüyor musun?" demişti. Karga lider ona bakıyordu. Gözlerini ondan bir saniye bile ayırmıyordu. "Ölümüm için henüz erken. Daha yapmam gerekenler var. Tutmam gereken sözlerim var. Ben sadece beni öldürmek isteyenleri öldürdüm. Tıpkı senin gibi adalet ve denge için. Bu yanlışsa sen de beni öldüremezsin!" dedi. Koen ona bakıp gülmüştü. Elini hançerinden çekmişti. Onun alık olduğunu düşündü. Bir çocuk gibi konuşuyordu. "Bana zarar verirsen seni öldürmek zorunda kalırım. Ama buradan geri dönüp gidersen canını yakmam." demişti karga lider. Bir çocuk gibi konuşuyor olması çok komik gelmişti Koen'e. Olması gerektiğinden daha uzundu. Ve kamburu yoktu. Yaklarına kadar dökülen pelerin çok uzundu. Oraya doğru adım attı. "bir karganın daha zeki olması gerekirdi. Sen gerçekten o olsan beni şimdi öldürürdün." dedi. Hançerini çıkarıp kenarı doğru attı. Oraya doğru hızlı birkaç adım attı. Birkaç adım kalmıştı aralarında. Uzanıp onun maskesine bir fiske vurdu. "Burada bana oyun oynuyorsunuz demek. " demişti. Karga lider geriye doğru çekilmişti. Maskesine vuran adama şaşkınlıkla bakıyordu. Koen ise korkusunu yenmiş ve onu korkutmaya çabalayanın kim olduğunu merak ediyordu. "gerçekten kim olduğunu görmem gerek. Karga lideri taklit edip insanları dağdan uzaklaştırmaya çabalayan birkaç kişi olduğu duymuştum." dedi ve çevik bir hareket ile uzanıp maskeyi çekti. Birden donup kalmıştı. Karşısında beklediğinin aksine hoş bir yüz görmüştü. Tıraş edilmiş sakalları altında solgun bir yüz vardı. Kızıl gözleri yanlara doğru çekikti. Dudakları sertçe birbirine kilitlenmişti. Koen ona bakıp kaldı. Ardından bir kahkaha attı. "Karga lider çirkin bir canavar olmalı. Ona biraz olsun benzemek için yüzüne çamur sürmeliydin. Kimsin sen?" demişti. Karşısında tepkisiz durana dama bakıyordu. Adam elini uzatıp maskesini istedi. "Ona benzemek için metal maske takmam yetmiyor mu? " demişti. Koen başını iki yana sallayıp maskeyi geri ona uzattı. "Sanmıyorum. Burada neden duruyorsun? İnsanları korkutup kaçırıyorsun?" demişti. Adam uzatılan maskeyi aldı. "Karga lideri kendim öldürmek istiyorum. Ve buraya gelen ahmakların hiçbiri onu öldürecek kadar yetenekli değil. Ölmeden geri dönsünler diye uğraşıyorum." demişti. Koen başını yavaşça salladı. "Öncelikle bunu başarmak için dağa herkesten önce çıkmayı denemelisin. İkimizin de amacı aynı gibi." demişti. Adam ondan gözlerini ayırmıyordu. Koen ise derin bir nefes aldı. "Seni öldürmem gerek ama fazla aptalsın. Kesinlikle dağa çıkınca öleceksin. O yüzden maskeni alıp geri git!" demişti. Karşısındaki adam onu baştan aşağı süzdü. "Adını sorsam söyler misin?" demişti. Koen başını iki yana salladı. "Söyleyemem. Senin casus olup olmadığından emin değilim. O yüzden şimdi kaybol buradan seni öldürmem gerekecek." demişti. Adam ona doğru bir adım attı. "Biraz olsun bana bakınca korkmadın mı?" demişti. Koen güldü. "Bir çocuğa benziyorsun. Beni korkutmak için korkunç bir canavar olmalıydın. Yoluma çıkma ve git." demişti. Adam ona bir adım daha attı. "Peki beni birine benzettin mi?" demişti. Koen ortada bir gariplik olduğunun farkındaydı. Birden ciddileşti. "Kime benzetmem gerek?" demişti. Adam birden kızıl gözlerini normale çevirdi. Yeşil gözleri karanlıkta parlıyordu. Sert çehresi birden yumuşamıştı. Koen tanıdık gelen simaya baktı. "kime..." diye tekrar etti. Adam ona bakıp gülümsemişti. "Eski bir arkadaşa?" demişti. Koen hayatı boyunca Hisar’dan ayrılmamıştı. Nasıl eski bir arkadaşı olabilirdi. Etrafta garip bir enerji hissetmeye başlamıştı. Sanki gördüğü şey gerçek değil gibi geliyordu. "Sadece bak ve düşün Koen. Ben kimim? Ve neden Kızıl Karga’nın kader çizgisinde varsın?" demişti. Koen adını bilen adama bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Elleri titriyor şakakları terliyordu. Göğsünde bir yanma vardı. Sırtına binlerce ok saplanıyor gibi hissediyordu. "Kimsin?" demişti. Sesi titrek dudakları ise kupkuruydu.
"Eski bir arkadaş. Üçüncü dileğim seni tekrar görmek olacak. Bekliyor olacağım seni karga avcısı!" demişti. Birden yüzüne sertçe çarpan rüzgarla gözleri yanmış ve bedeni geriye doğru düşmüştü. Üstünde bir ağırlık hissetmişti. Gözleri karanlığa bürünmüştü. Gözlerini açtığında gün doğmuş ve üzerinde bir adam vardı. Kıpırtısız yatıyordu. Kan kokusu burnuna geldiğinde adamı itekledi. Sırtı boydan boya yarılmış bacakları kopmuş adamı yere doğru yuvarlayıp etrafa bakınca herkesin ölmüş olduğunu gördü. Başında korkunç bir ağrı vardı. Elleri kan içinde üstünde yırtıklar vardı. Dün gece ne olmuştu öyle? Atlara kadar her şey param parça olmuştu. Korku ile etrafa bakıp nehre doğru gitmek istedi. Ama nehir yoktu. Çıplak dağ eteği dışında başka bir şey yoktu. Etrafa bakıp kaldı. Neler olmuştu. Saldırıya uğramışlardı. O gördüğü kişi Karga lider ise o gerçekten buraya gelip herkesi öldürmüş müydü? Üstündeki kanlara baktı ve ardından etrafta bulduğu işine yarayacak her şeyi toplamaya başladı.

 

O gece ise Hisar'da kan dondurucu görüntüleri görmüşlerdi. Herkes bunun nasıl mümkün olduğunu düşünüyordu. Gece birden oturduğu yerden kalkan Koen eline aldığı kılıcı ile herkesi öldürmeye başlamış ve gözlerine çöken beyazlıkla onu izleyenlere dönüp gülümsemişti. Ardından görüntü kaybolup gitmişti. Ona neler olduğunu bilmiyorlardı ama sanki içinde uyuyan bir şey uyanıyordu. Denge Kulesinin baş alimi olanları araştırmak için kişileri görevlendirmiş ve Koen'in Karga'nın denetimine geçtiğini düşünmüşlerdi. Dağa adım attığı andan itibaren onu izleyemeyeceklerdi. Onu durdurmak için artık çok geçti. Sadece artık Karga’nın insanları nasıl kontrol edebileceğini anlamış olduklarını düşünüyorlardı. Ve gün doğduğunda güneş tepeye yükseldiğinde Koen'i izleyen efsuncu artık görüş alanın dışına çıktığını söylemişti.

 

Karga'nın inine ise haber hemen gelmişti. "O yola çıktı efendim. Uyanıyor!" demişlerdi. Karga onlara çıkmalarını söylemiş ve gülümsemişti. Maskesini çıkardı. Dün gece onu ziyaret etmek için çok enerji sarf etmişti. Sıradan bir suikastçı göndermemişlerdi. Gelen kişinin o olduğu gerçeği ile gözlerine çöken yorgunlukla kendini yere bıraktı. Elini göğsüne koymuştu. İşler düşündüğünden daha karışık bir hal almaya başlayacaktı. Bunu beklemiyordu. Üçüncü dileğini kullanmak için üçüncü tanrının tapınağına gitmesi gerekiyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Üç

Karga'nın Dilekleri

Dağda bahar ayının gelişi ile başlayan son fırtınalar Koen'in kaybolan haritası ile yolunu bulmasını daha zor hale getiriyordu. Her yer terk edilmiş gibiydi. Uzun süredir kimse yaşamıyor gibi sessizdi. İki gece geçirmişti dağda. Yiyeceği tükenmek üzereydi ve artık nereye gittiğini göremeyecek kadar dikleşmişti yollar. Girdiği mağaranın neresi olduğunu bilmiyordu. Sadece fırtınadan kaçmak istiyordu. İçeri girdiğinde yanan mum ışığını fark etti. Girişin ilerisine doğru gitmeye çekindi. Orada kimin olduğunu bilmiyordu. Karga'nın kendisini beklemiyordu ama adamları olabilirdi. İçinden bir küfür sallayıp alt dudağını parçalarcasına ısırdı. Rüzgâr o kadar sert esiyordu ki bir uğultu gibiydi. Buradan ayrılamazdı. Orada her kim varsa mücadele edip bu gece burada kalmalıydı. Sırtındaki heybeyi kenarı doğru çıkardı. Beline taktığı kılıcını usulca çekip adım adım yürürken yere damlayan su sesleri geliyordu. Ufacık bir mırıltı vardı. Birisi bir şarkı mırıldanıyordu adeta. Mağaranın daha içine yürüdükçe mırıltılı şarkı tanıdık bir melodiye dönüştü. Mum ışıkları etrafta oluşan gölgeleri daha da aydınlatır olmuştu. İçeri doğru girince ufacık bir su birikintisi ve ortasında yükselen bir heykel gördü. Heykelin gözlerinden akan yaşlardı bunlar. Etrafı mumla çevrilmişti iki sıra kadar. Şarkı mırıldanan kişi ise büyük heykelin arkasında kalıyordu. Onu göremedi. Ama bir kişi olması içini rahatlattı. Bir süre orada dikildi ve bir sesle ürperdi. "Karnın aç mı Koen?" ses tanıdıktı. O gece gördüğü kişinin sesini unutmamıştı. Ve yine o sesle konuşuyordu. Ama bu sefer onu tam olarak görebilecekti. Oraya doğru birkaç adım attı. Heykelin ardındaki kişiyi görmek için yana doğru ilerliyordu. "Sıcak çorbam var. İstersen biraz ekmek ve kurutulmuş et!" dedi. Son bir gündür hiçbir şey yememişti. Yemeği kabul edecek kadar güvenli bir yerde değildi. Kaşlarını çattı. Kılıcını heykelin ardından çıkan adama yöneltti. Kolları yukarı doğru sıyrılmış, kaftan etekleri toplanıp kuşağına sıkıştırılmıştı. Saçları geriye doğru bağlanmıştı. Elleri ıslaktı. Eşil gözleri parlıyordu. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. "Bu kadar erken karşılaşacağımız bilsem daha özenli karşına çıkmak isterdim." demişti. Sudan bir şeyler temizliyordu. Siyah yapraklardı galiba. Elinde bir tanesi vardı. Yorgundu gözleri.

"O insanları öldürdün!" demişti. Adam başını iki yana salladı. "Hayır yapmadım. Onları sen öldürdün!" demişti. Koen daha da sinirleniyordu. Ancak hata yapmak istemiyordu. "onları öldürecek kadar güçlü mü gözüküyorum ha?" demişti. Adam başını salladı. "Herkesin tahmin ettiğinden hep daha güçlüydün. Herkesin düşündüğünden hep daha yetenekli ve akıllıydın. Gerçi şimdi biraz aptal gibi duruyorsun." deyip kıkırdamıştı. Koen rahatsız olmuştu onunla konuşmaktan. Fazlasıyla durgun gözleri yorgundu. Dudakları kıpırdadıkça tanıdık gelen ses kulaklarında zonklamaya neden oluyordu. Adam eğilip kenarı doğru süzülen siyah yaprağı yakaladı suyun içinden. "Buraya gelmen aslında kaderimizle alakalı. Bundan üç asır önce seni kaybettiğim yerde tekrar görmek beni hem hüzünlendirdi hem de sevindirdi. " demişti. Koen artık gerilmeye başlamıştı. Kılıcı tutan elleri terliyordu. "Beni tanıdığını söylemen çok komik. Hem de üç asır önceden. Gerçekten delirmiş bir katilsin sen!" demişti. Gülmeye çabalamıştı ama yapamıyordu. Adam ona doğru birkaç adım attı. Koen geriye doğru kaçmıştı. "Seni tanıyorum. Sende beni tanıyorsun. O gün burada sıkıştığımızda son defa bana dönüp dediklerinden sonra tekrar doğmak için tanrılara yalvardım. Ve onlarda beni öldüğüm bedende dünyaya getirdi. Senin doğman için ilk dileğimi dilediğimde seni bambaşka bir bedende dünyaya getirdiler ama hala gözlerin aynı. Sesin aynı ve hala gülümserken dalga geçiyor gibi davranmaya çabalıyorsun. Seni tanıyorum Koen. Senin adını koyanların aksine daha uzun zamandır tanıyorum. Yüzün başkası ama hala aynısın." demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Aklını kaçırmış bir adamla konuştuğunu düşündü. Birden güldü. Sinirleri bozulmuştu. "Kim olduğumu nerden biliyorsun ki... "
"Beni öldürmeleri için gelen her suikastçının ruhuna baktım. Senin gelmeni bekledim. Sırf bunun için üç asır bekledim." demişti adam. Ve birden dizlerinin üzerine çöküp başını öne eğmişti. "Özür dilerim. Ölümün benim suçum. Eğer bu yola girmiş olmasaydım sen yaşayacaktın." demişti. Koen birden ona bakıp kaldı. Kılıcını ona doğru tuttu. Yüzünde dehşete kapılmış bir ifade vardı. "Ne saçmaladığını anlamıyorum. Kendine gel be adam. Seni öldürmeye geldiğimi biliyorsan kalk ve dövüş bu zırvalık bitsin." demişti. Karga birden gülümseyerek başını kaldırdı. "Beni yenemezsin. Sana öğrettikleri her şeyi biliyorum." demişti. Koen daha da rahatsız olmuş halde gözlerini irileştirdi. "Gerçek bir deli olduğunu kanıtlıyorsun. Karga lideri imiş. Kim bir karga olmayı seçer ki. Aptal herif seni. Kalk ve dövüş." dedi. Karga lider heykeli gösterdi. "Koen! Bu adı ilk defa sana vermediler. Üç tanrı tarafından yaratılan çocuklardan birisi idin. Seninle onların huzurunda dövüşmek istemiyorum. Sadece ben şimdi üçüncü dileğimi dileyeceğim. Sonra istersen çıkıp dövüşebiliriz." demişti. Koen birden güldü. "Efsuncu bir kaçıkla bir mağarada kaldım. Gerçekten sen delisin. Bir heykele dilek dilediğinde gerçek olmaz. Büyü yapmak için bir şeyler feda etmen gerek. Karşılıksız sana ne verecekler ki?" demişti. Karga liderin yüzüne birden bir ciddiyet ifadesi oturdu. "Karşılığını ödedim. Kendimi öldürdüm. Kanımı onlara adım. Ruhumu adadım ve onlardan üç dilek istedim. Birincisi hayata geri dönmekti. İkincisi seni tekrar hayata döndürmekti. Ve şimdi üçüncü dileğime sıra geldi." Koen ona bakıp kalmıştı. Onu aşağılar gibi güldü. "Seni yalancı herif. Ben ruh çağırma ile doğdum." dedi. Karga lider onu baştan aşağı süzdü. "Hangi ruh bebek olarak döner ki aptal olan sensin. Ruh çağırma için her dolunayda yapılan ayini ben bozdum. Gelecek olan ruhun yerini sana vermeleri için. Başka yol yoktu. Tanrılar senin günahkâr ve yolundan sapmış yer altının bin kat altında bin zincire çarptırıldığını söylediler. Ancak o güçlü alimler seni çağıracak kapı açardı. Tekrar doğmanın bedeli geçmişi unutmak oldu." demişti. Tanrı heykelinin önüne doğru yürüdü. "Şimdi geçmişi hatırlaman için bir dilek dileyeceğim. Ondan sonra istediğini yapabilirsin. İster çek git. İstersen kal. Beni öldür. Benimle savaş benimle kal. Ama önce hatırla." dedi. Tanrı heykelinin önündeki tütsü çubukları mumda tutuşturduğu çıra ile yakmaya başladı. Koen birkaç adım geriye gitti. "Hatırlamakmış. Babam senin hakkında insanları iyi kandıran birisi olduğunu söyledi. "demişti. Karga lider birden güldü. "Yaşlı Ludvig her zaman bana öyle derdi. Onun gibi yalanın ve kirli sırların ardında kalmadığım için karga ben oldum." dedi. Koen babasının adını bilen adama bakıp kaldı. Bir an sözleri boğazına takıldı. Elindeki kılıcı kınına doğru soktu.
"Kimsin sen?" demişti. Karga lider çırayı sallayıp ateşi söndürüp ona doğru döndü. Ellerini arkasında birleştirdi. Ona doğru bir adım atıp elini uzattı. "Senin ilk avındım. Senin son avın olmak için tekrar geldim bu dünyaya. Ben karga oldum sen tilki ve ikimizin uyumsuzluğu bu dengeyi bozdu. Benim kim olmamı istersin? Bir dost, bir aile, bir sırdaş bir aşık? Ne olmamı istersen o oldum hep. Seninle kısada olsa mutlu oldum. Şimdi seni benden çalanlardan geri almak için buradayım Koen. Lütfen bana elini ver ve üçüncü dileği dilemem izin ver." demişti. Koen ona doğru birkaç adım daha gelen adama korku ile bakmıştı. Gözleri irileşmiş ve tam karşısında duran adama bakıp öylece kalmıştı. Elini tutan soğuk eli hissetmişti. "Hatırlamanı istiyorum. Geçmişini, sana ve bana yapılanı ve o küçük güzel hayallerimizi. Üçüncü Tanrıdan dileğim senin tekrar beni ve geçmişi hatırlaman." dedi. Koen ona bakıp kalmıştı. Nefesi hızlanıyordu. Elini tutan eli silkeleyip itti. "Delisin! Seni şimdi öldürmem gerek!" dedi ve kılıcını çektiği gibi boğazına doğrulttu. Ona bakan yeşil gözler ve naif gülümseme ile öylece kalmıştı. O gözlerin içinde yanan ateşi görebiliyordu. Başı dönüyor ve burnuna hoş bir koku geliyordu. Baharın ilk yağmur damlaları toprağa çarparken iki çocuğun gülüşme sesleri kulağında çınlıyordu. Gözleri kapandı ve bir çocuk sesi hızla artmaya başlamıştı.

 

 

 

 

 

Bölüm Dört

Üç Asır Önce Dağlarda

"Koen! Hadi daha hızlı ol. Yoksa kaçıracaksın." Çocukların koşuşturmasına yetişmeye çabalıyordu. Arkadan hızla koşmaya çalışıyordu. Önde koşanlar o kadar hızlıydı ki ayağı sürekli takılıp nasıl düşmediklerini anlamıyordu. Üç Tanrı Dağı'nın geniş otlaklarında tepeye doğru koşuyorlardı. "Bekleyin!" diye bağırdı. Herkesin ulaştığı tepeye ulaştığında nefes nefeseydi. Yavaş yavaş giden göçü izliyordu. "Görüyor musun Koen? Bir gün bizde onlarla gideceğiz ve geri döndüğümüzde bir sürü hikâye anlatacağız." demişti. Koen onunla konuşan dağınık saçlı koşmaktan yanakları kızarmış yeşil gözleri ışıltı saçan arkadaşına baktı. Gülümseyip başını salladı. "Ben iyileştiğimde bizde gidelim Jeniske! Onlarla gitmek ve maceralar yaşamak istiyorum. Güçlü bir koruyucu olacağım." demiş ve cılız kollarını göstermişti. Jeniske birden gülmüştü. "Elbette ama önce daha fazla ıslanmadan seni eve götürelim." demişti. Her yıl bahar gelmeye başladığında göçebe denilen koruyucular Üç tanrı dağından iner ve ürünlerini satar, krallıklara gidip savaşıp para kazanırdı. Koruyucular güçlü erkek ve kadınlardı. Her kabile kendi soyunun en güçlüsünü gönderirdi. Jeniske güçlü ve atılgandı. Koen ile hemen kapı komşu olmaları dışında bir de bu hayalleri ortaktı. Koen doğduğunda Jeniske henüz beş yaşlarındaydı. Onunla sürekli ilgilendi. Koen'in annesi doğumda ölmüş ve babası sürekli olarak çalışan bir koruyucu olduğu için Jeniske ve ailesi ile yaşıyordu genellikle. Koen sevimli ama hasta bir çocuktu. Sürekli nefesi daralır, kalbi düzgün çalışmazdı. Kamlar onun hastalığının kalbinde olduğunu söylemişti. Bazen ataklar geçirir ve sürekli bakıma muhtaçtı. Jeniske ile asla kabilede yapılan antrenmanlara katılamazdı. Onlar gibi dövüşemediği için evin köpeği ile oturup Jeniske'yi izler ve onunla gurur duyardı. Jeniske büyüyor ve artık on beşine yaklaşmıştı. Yakında o da koruyucu olacak ve Hisar'ın denetiminde olmayan savaşçılardan birisi olarak krallıklarda para karşılığı savaşmak için dağdan inecek gerektiğinde kabilesini koruyacaktı. Koen onun gibi olmak istiyordu. Ona her zaman hayrandı.

Yağmur hızını arttırdığında Koen yorulmuş ve Jeniske onu sırtına almıştı. Kabileden ayrılan heyetin diğer kabile üyelerine katılmasını izlemek için bütün çocuklar büyük geçittin oraya gitmişti. Hepsi yakında oradan geçenlerden olmaktan söz ederken Koen çoktan Jeniske'nin sırtında uyumaya başlamıştı bile. İkisinin dostluğu herkesin hoşuna giderdi. Koen beceriksizdi. Adının aksine sürekli olarak sakardı. Huysuz bir çocuk değildi. Uyumluydu. Onu herkes severdi. Sevimli yüzü sayesinde her kapıdan girip çıkardı. Jeniske ise akıllı ve sert bir mizaca sahipti. İkisinin arasındaki uyumsuzluk aslında dengeyi sağlıyordu. Koen çabuk sinirlenip çabuk affederdi. Jeniske ise kindardı. Unutmaz ve intikamını geç alırdı. Jeniske'nin babası keçi çobanıydı. Annesi ise sıradan bir kadındı. Koen'in babası ise çok nadir kabileye uğrayan Üç Tanrı Dağı koruyucusu idi. Jeniske onun babasının hikayelerini severdi. Ailesinin istediği gibi bir koruyucu olmak istiyordu. Büyük ablası ise çoktan evlilik yoluna girmiş bir nakışçıydı.

"Koen'in de seninle gelmesi imkânsız Jeniske!" demişti kabile sınırları içine girdiklerinde elindeki sopayı sağa sola sallayan bir çocuk. Jeniske ona göz ucu ile baktı. "Yanılıyorsun. Yakında iyileşip o da bizim gibi olabilir. Sonuçta koruyucular sadece dövüşmüyor. " demişti. Çocuk güldü. "İyi de Koen'in bir yeteneği yok ki. O ne hayvan güdebilir ne efsun yapabilir ne de kılıç sallayabilir. Şuna bak hemencecik yoruluyor. Sen gittiğinde onun için her şey daha zor olacağından korkmuyor musun?" demişti. Jeniske bu gerçeği biliyordu. Babası gibi değildi Koen. Hasta ve çelimsiz yeteneksiz bir çocuktu. Keçi çobanı bile olamazdı. O gittiğinde onunla kim ilgilenecekti bilinemezdi. Ama bir şekilde başaracağına inanmak istiyordu. "Zeki birisi. Hem tanrılar her birimizi bir amaç için getirmedi mi dünyaya. Ona ismini veren annesi onun yaşamı için yaşamından vaz geçti. Sen anlamazsın mankafa bu işlerden git keçi boku say sen!" dediğinde herkes gülmüştü. Çocuğun haklılığını bilselerdi gülmüşlerdi. Koen'i hepsi severdi. Jeniske gittiğinde ona bakarlardı. Ama bir yere kadar. Kabilede herkesin bir görevi olurdu. Niteliksiz olanlar aşağı obadaki insanlar gibi beceriksiz görülüp dağdan kovulurdu. Koen'i dağdan kovma ihtimalleri vardı. On beş sene içinde kendine uygun bir iş bulmaz ise onu gönderme ihtimalleri vardı. Babası bile onu koruyamazdı o saatten sonra. Jeniske kalan birkaç ayında onun için bir şeyler bulmak ve o işte ustalaşmasını istiyordu. En azında buraya döndüğünde onu tekrar görmek istiyordu.

"Ayrıca hiçbir kız onun gibi çelimsiz beceriksiz birisi ile evlenmek istemez." demişti gençten güzel bir kız. Jeniske tam konuşacakken Koen ona doğru baktı. "Ben Jeniske ile evleneceğim. Sizinle evlenmek isteyende kim?" demişti. Kız güldü. Ona bakıp ellerini beline koymuştu. "Salak, erkekler kadınlarla evlenir. Tanrılar bizi bu yüzden iki cinsiyette yarattı. Sen de erkeksin. Benim cinsimde birisi ile evlenmek zorundasın." demişti. Koen grubun en küçüğüydü. Yüzünü ekşitip Jeniske'nin yanağına yanağını dayamıştı. "Kızlarla evlenmek istemiyorum ki ben!" demişti. İşte çocukça söylenen bu zehirli kelimeler. Koen çoktan bir şeylerin farklı olduğunu anlamaya başladığı zamanlara gelmeye yakın ortaya çıkmıştı. Jeniske onun bu çocuksu sözüne gülmüştü. "Zorunda değilsin tabi ki..." demekle kalmıştı.

Aylar çabuk geçmiş ikinci defa bahar geldiğinde yeni konvoy yola çıkmaya hazırlanıyordu. Bu sefer Jeniske o tepede izleyen çocuklarla değil on altı yaşında genç bir koruyucu olarak konvoya katılacak kişiydi. Onun gibi gençlerde vardı. Jeniske ve yeni katılan herkes çok heyecanlıydı. Ve ilk defa dağın ötesinde bir dünya olduğunu görecekti. Koen onun hazırladığı bohçaya bakıyordu. Son zamanlarda keçi kılından kumaş işleme konusunda Jeniske'nin ablasından bir şeyler öğrenmeye çabalıyordu. Demir dövmek için kolları güçsüz kalbi hastaydı. O yüzden nakış işlemeyi uygun bulmuşlardı. Derin bir iç çekti. "Bahar bitince dönecek misin?" demişti. Jeniske gülümsemişti heyecanla. "Elbette. Sana Frange'den güzel şeyler alıp döneceğim. Birkaç sene sonra beraber gideceğiz oraya. Seninle bütün dünyayı dolaşacağız. Ama önce at alacak kadar para biriktirmem lazım." demişti. Jeniske bunu deyince Koen ayağa kalktı. "Birazdan herkes meydanda olacak. Göçebelere yetişmek için acele etmelisin." demiş ve onun kılıcını alıp omzuna takmıştı. Jeniske annesi ve babası ile vedalaşıp Koen'i kız kardeşine emanet edip göçe hazırlananlara katılmak için meydana giderken Koen ise kalan çocuklarla göçü görmek için tepeye gitmek için evden fırlamıştı. Birçok arkadaşı Jeniske ile göçebelerle tepenin aşağısından geçip arda kalanlara el sallıyordu. Bahar yağmuru toprağa düşmeye başlamış ve bereket için adaklar adanmaya başlandığında göçebeler dağdan aşağı inen patikaya doğru kaybolup gitmişti. Koen her gün Jeniske'nin geleceği günü sayıp onun hikayelerini duymak istiyordu. Bahar bitip yaz gelmeye başladığında Göçebelerin dönmesine az kalmıştı. Yeni ekinleri ve ürünleri biriktiren kabileler aralarında takas için pazarlar kurmuştu yazın. Koen abla dediği Jeniske'nin ablası ile bu pazarlara gidiyor. Sevimli yüzü ile birçok kişiyi tezgâha çekiyordu. Yakın zamanda evlenen ablası hamileydi ve yaz sonuna doğru karnı daha da şişmişti. Koen artık tek başına gitmeliydi. Ona verilen eşeğe yükü yükleyip büyük buluşma yeri ve pazarı olan yere günü birlik gidip geliyordu. Babası bu sene kışın dönecekti. Kıdemli olanlar uzun görevlere giderdi. Bu senelerde sürebilirdi. Ama Jeniske gibi acemiler kış gelmeden döner ve hasılatının bir kısmını kabileye verip gerisini ailesine sunardı. Hediyeler getirirlerdi. Kış kendini gösterip toprak soğumaya başladığında Koen son defa pazara gitmek için eşyaları toplamıştı. Göçebelerin gidişi belli ama dönüşleri asla kesin olmazdı. Sadece herkes yakında dönecek diyordu. Koen evden çıkmadan Jeniske'nin annesinin eline tutuşturduğu yeni pişmiş ekmeği yemeye koyulmuştu. On bir yaşında ve burada bir düzenin parçası olmayı sonunda başarmıştı. Herkes onu artık daha ciddiye alıyordu. Boyu uzuyor ve dört sene sonra erkek olacaktı. Eşeğinin yularından çekiştirip ekmeğini yerken kabileden ayrılmış ve pazar yoluna düşmüştü. Son günlerde eşkıyalardan ve bazı kabilelerin hırsızlık yapmak için eşkıya kılığına girdiği dedikodusu klanları rahatsız ediyordu. Koen'in bu umurunda değildi. Bir topak keçi yünü dışında bir şey taşımıyordu bugün. Pazar yerine giden aşınmış patikada ilerlerken bir ses duydu. Toprağı döven ses ile ürpermişti. Ardından atlıları görmüştü. Ona doğru geliyorlar ve hız kesmiyorlardı. Eşeğini alıp kenarı çekildi ve atlıların geçmesini beklerken hepsi durmuştu. Ona ve eşeğine bakıyorlardı. Koen sarı saçları koyu gözlerine dökülen cılız bir çocuktu. Bu eşkıyalar ile mücadele edemezdi. Elindeki yarısı yenmiş ekmeği atından inip karşısına dikilen adama uzattı. "Birazda yünüm var!" demişti. Adam onun yarısını yediği ekmeği elinin tersi ile vurup düşürmüştü. "Seni alıp satmak daha mantıklı. Yünü ne yapayım? Kadın gibi oturup işleyeyim mi?" demişti. Koen korku ile geriye doğru çekilmişti. Adam eşeğe bakıp gülümsedi. "Eşeği alın. Bir de silkeleyin üstünde ne varmış?" demişti. Birisi onun elinden yuları alırken diğeri onun üstünü başını aramış ve bulduğu ufak deriden keseyi eşkıyaların liderine uzatmıştı. "Bu, ne?" demiş ve ağırlığına bakmıştı. "İçinde taş bilye var!" demişti Koen. Çocuklar arasında menşurdu bilye oyunu. Bu oyunu oynamayı severdi. Pazar yerinde bazen oynayacak çocuklar bulduğu için yanına almıştı. Adam keseyi açıp bilyeleri avucuna dökmüştü. Gülerken eksik dişleri gözükmüştü. "Taş bilye mi?" demiş ve hepsini yere atmıştı. Ardından yerdeki ekmeğe bir tekme savurmuştu. "Senin klanın kabilesi nerede?" demişti. Koen ne diyeceğini bilemeden ona bakmıştı. Yağmacılardan herkes korkardı. Koen yerdeki bilyelere ve toza bulanmış ekmeye baktı. "Geldiğin yer neresi?" diye daha yüksek sesle bağırmıştı. Koen eliyle geldiği yönü gösterdiğinde adamlar gülmüş ve eşeği peşlerine takıp yola koyulmuştu. Yağmacıları direkt kabileye yönlendirmiş olduğu umurunda değildi. Bilyelerini toplamış ve eşeği çaldırdığını nasıl söyleyeceğini düşünerek yola koyulmuştu. Geri döndüğünde bir kargaşa fark etmiş ve onu soyan eşkıyaların meydanda esir alındığını görmüştü. Eşkıyalar bahar vakti ayrılan koruyuculardan fırsat bulup yağma yapardı. Ne var ki Klanın koruyucularının geri dönüş yaptığı zamanı bulmuşlardı. Hepsi esir alınmış atlarına ve mallarına el konulmuştu. Çalmanın bedeli ölümdü. Eşkıyalar öldürülecekti. Klan lideri bu kararı meydanda açıklarken Koen kalabalık içine girmeden evin yolunu tutmak için eşeğini almak istedi. Köşede yığılı olan eşyalara ve atlarla eşeğin bağlı olduğu yere yöneldi. "Eşeğimi istiyorum." demişti dikilen kıdemli koruyucuya. Adam ona bakmıştı. "Eşeğini mi çalmışlardı?" dedi. Koen başını salladı. "Buraya gelmeden önce onu çaldılar benden. Sonra da buraya geldiler." demişti. Klanların bir kuralı vardı asla yabancılara kabile yolunu gösterme. Koen bu yasağı deldiğini bilmeden masumca eşeğini istediğinde Koruyucu ona şaşkınlıkla baktı. "Sen onlara yolu mu gösterdin?" demişti. Koen elini saçlarına daldırdı. Yükselen ses herkes dönmüştü. "Aslında sadece işaret ettim. Onlara yolu göstermedim..." demişti. Adam sinirle konuşacakken tanıdık bir ses duyuldu. "Kıdemli kardeşim eminim yanlış anlaşılıyor. Bu eşek aileme ait. Bu kişide benim ailemin koruması altında. Babası kıdemli bir koruyucudur." demişti. Koen tanıdık sesi duyunca dönmüş ve Jeniske'yi görmüştü. Şaşkınlıkla kalmış ve ona doğru gelen özlediği arkadaşına doğru koşup sarılmıştı. Koruyucu kaşları çatık bakıyordu. "Eminim öyledir. Yine de bu eşkıyaları sorgulayıp gerçeği duyalım. Klan kurallarına uymayanlar cezalandırılır." demişti. Jeniske gülümsedi. Eline uzatılan yuları alıp kalabalıktan Koen'in elini tutup yürümeye başladı. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Eve vardıklarında Jeniske'yi gören anne şaşkınlıkla oğluna sarıldı. Ardından Koen'e baktı. Eşkıya mevzusunu biliyor ama onun eşyasını çaldıklarını bilmiyordu. Jeniske eşeğin yularını annesine uzatıp sırtındaki heybeyi verdi. "Koen ile birazdan döneriz anne!" demişti. Koen elindeki bilyelerle ona bakıp kalmıştı. Jeniske yürümeye başlamıştı. Bahçeden geri çıkıp tepeye doğru yürümeye başlamıştı. Tepeye vardıklarında bir kayanın üstüne oturmuştu Jeniske. "Yolu sen mi gösterdin?" demişti. Koen bir elinde bilyeler diğer eli ile karşıyı işaret eder şekilde durdu. "Sadece bunu yaptım. Korktum çünkü onlar beni satacağını söyledi." demişti. Jeniske birden gülümsedi. "Zaten önemli değil. Onları durdurduk. En fazla sana biraz kızarlar." demişti. Koen heyecanla ona doğru birkaç adım attı. "Frange krallığı nasıldı?" demiş ve onun yanına oturmuştu. Jeniske gülümsedi. "Anlatacak çok hikayem var ama önce şuna bak!" dedi. Koen onun uzattığı tahta kutuya bakıp kalmıştı. Heyecanla kutuyu almak için bilyeleri yere bıraktı. Tahta kutuyu açınca mavi taşlardan yapılmış bir bileklik vardı. Boncuklar ardı ardına dizilmişti. Koen'in gözleri ışıldamıştı. Taşların üzerine ufak çiçek işlemeleri yapılmıştı. "Bunu seveceğini düşündüm." demişti. Koen hızla bilekliği koluna taktı ve güneşe doğru tuttu. "Babamın anlattığı denize benziyor bak!" demişti. Jeniske güldü. "Evet. Aynı zamanda gökyüzüne!" demişti. Koen uzun uzun bilekliğine bakarken bir sessizlik oluşmuştu. Jeniske onu özlemişti. Sessizce onu izliyordu. Koen ise bilekliğin üstündeki taşları sayıyordu. "Tam tamına on üç tane!" dedi. Jeniske başını salladı. "Tıpkı on üç ay gibi." demişti Koen. Jeniske onun saçlarını okşamıştı. Eve geri döndüklerinde herkese hediyelerini verip akşam yemeğinde anılarını anlatmaya, Frange krallığının nasıl bir yer olduğunu orada muhafız birliğine savaş eğitimi verdiklerini ve şehirde koruyuculuk yaptıklarından söz etmişti. Ufak kasabalarda çıkan olaylara gittiklerinden söz ederken Koen masada en heyecanlı kişiydi. Akşam yatma vakti geldiğinde Koen ondan hala şehri dinlemek istemişti. Yanına doğru sokulup anlatmasını istemiş ama bugünün yorgunluğu ile Jeniske ilk hikayesini bitiremeden onun göğsünde derin bir uykuya dalmıştı.

O hafta gerçekten bir sorgulama olmuş ve Koen'e sadece kızılmıştı. Bir süre kabileden ayrılmama cezası verilmişti. Jeniske ona kefil olup korumuştu. Sadece çocuk olduğunu ve korktuğunu söylemişti. Ama dedikoduların ardı arkası kesilmemiş Koen gibi korkak ve güçsüzlerin klanı riske attığı gerçeği kışın başlamasına bir ay kalan hala ortada dönüyordu. O ayın başında Koen'in babası dönüş yapmış ve bu dedikoduları duyup klan liderinden ciddi bir durumu öğrenmişti. Koen klan için yeteri kadar güçlü değil ve Jeniske onu korumaya devam ederse asla güçlü bir erkek olamayacaktı. Bunun yanı sıra eşkıyalarla yaşanılan olayı anlatıp koruyucular olmasa klanın ciddi zarar göreceği konuşulmuştu. Onun eğitilmesi için çaba sarf etmesini ve bir süre babalık yapmasını söylemişti klan reisi. Uzun süredir Hisar'a yakın olan krallıkların birinde saray içinde koruma olarak çalışıyordu ve iki senedir gelememişti kabileye. Oğlunu klan reisine uğradıktan sonra görecekti. Fakat duydukları karşısında dehşete düşmüştü. Onun gibi güçlü olmayan oğlu klanı riske attığı yetmiyor gibi bir başka koruyucunun arkasına sığınmıştı. Jeniske'nin iyi bir çocuk olduğunu biliyordu. Hep aklı başında güçlü birisiydi. Onun gibi olması için oğlunu yönlendirmeliydi. Geri dönüp Jeniske'yi bir koruyucu olduğu için tebrik etmiş. Ona ve ailesine Koen'e baktıkları için bir miktar gümüş vermişti. Hediyeleri teslim edip oğlunu alıp senelerdir açılmayan evin kapısını açıp onu içeri aldıktan sonra masada karşısına oturtup olanları sormak istemişti.
"Yazın sonunda eşkıyalar seni sıkıştırmış ve onlara kabilenin yolunu göstermişsin doğru mu?" demişti. Koen başını sallayıp babasına baktı. "Sadece elimle yol işaret ettim. Ben korktum." demişti. Babasın derin bir iç çekti. "Ne diye korkuyorsun? Ya Koruyucular dönmemiş olup klanda herkesi öldürselerdi? Onların hayatı senden daha değerli olursa asla bir koruyucu olamayacaksın!" dedi. Koen bunu duyunca babasına baktı ve gülümsedi. "Aslında bir koruyucu olmak istemiyorum. Ben keçi yünü dokuyup deri dikmeyi öğrendim. Bu sayede klandan atılmam." demişti. Onurlu ve kıdemli bir koruyucunun oğlundan duyulursa alay edilecek laflardı bunlar. Babası gözüne kan oturmuş şekilde ona baktı. "Sen kimin oğlusun? Keçi çobanın değil. Bir koruyucunun oğlusun. Benim yaptığım gibi klanını koruyup ilerletmek için çabalayacaksın." demişti. Koen babasının sinirli olduğunu anlamıştı. "Yünden yaptıklarımı satıp çok para kazandım." demişti. Babası gözü dönmüş şekilde ona baktı. "Kafana bu fikirleri kim soktu senin? Bir keçi çobanın oğlu bile koruyucu olurken senin gibi onurlu bir klan üyesi yün dokuyan bir korkak olamaz. Yarından itibaren seni eğitime alacağım." demişti. Koen babasını gördüğünde bunları konuşmayı beklemiyordu. Babası ayağa kalktı. "Gidip yatağını çırp ve yemeği hazırladığımda burada ol!" demişti. Koen uzun zamandır girmediği odasına girmişti. Her yer toz içindeydi. Babasının dediğini yaparken camdan bir tıkırtı duydu. Panjuru açınca Jeniske'nin yüzünü gördü ona sırıtıyordu. Koen camı yana doğru çekti. "Babanın sinirli sesini duyunca kapıyı çalmadım. Neye kızdı bu kadar?" demişti. Koen göz devirdi. "Benim yün işlememe. Artık koruyucu olmam için çalışmam gerektiğini söyledi. Sanırım eşkıyalara yol göstermem konusunda çok sinirli. " dedi. Jeniske güldü uzanıp ona elindeki bir avuç yemişi verdi. "Sizinle çalışırım bende. Baban çok güçlü ve yetenekli. Senin de kendini koruyacak kadar güçlü olmanı istiyor. Üzülme!" demişti. Koen onun uzattığı yemişleri aldı. "Biliyorum. Sadece deneyeceğim." demişti. Jeniske onun saçlarını karıştırmak için içeri uzandı. Koen saçlarını darmadağın eden Jeniske'ye baktı. "Sen nereye gidiyorsun?" deyip heybesini gösterdi. "Acemilerle beraber antrenmana. Akşam döner ve size gelirim. Babanın hikâye saatini kaçırmak istemem." demişti. Koen elinde arda kalan yemişleri ona uzattı. "Akşam yemeği içinde gel!" dedi. Jeniske yemişlerden birkaç tane alıp çıktığı taştan aşağı atlayıp el sallamıştı. Koen o gidince yatağının tozunu temizlemeye devam etti. Akşam Jeniske döndüğünde babasının anlattığı krallığı ve denizi dinlediler. Orada var olan efsuncuları ve güçlü zengin insanları. Jeniske onun gibi olmak istiyordu. Uzun maceralardan dönen ve bunu anlatan kişi olmak istiyordu. Koen ise hala bunda kararsızdı.

Koen için kış mutlu geçmiyordu. Babası sürekli olarak onu azarlıyor ve kılıç kullanıp gerçek bir korucu olması için sabahın ilk ışığından gecenin son ışığına kadar çalıştırıyordu. Bu yetmezmiş gibi klan lideri babasını bir bekar kadınla evlendirmişti. Evin kadınsız olmayacağını söyleyip onunla evlenmesi için bir ailenin büyük kızını istemişlerdi. Koen'e annelik yapmasını ve eşine kadınlık yapması içindi. Koen için kışı kötü yapan tek şey bunlar değildi. Kış ortasında zatürreye yakalanmış ve ciddi şekilde hastaydı. Öksürürken kalbine giren ağrıdan geceleri uyuyamıyordu. Babasının başlarda ona inanmaması ise hastalığı daha kötü hale getirmişti. Üvey annesi Koen'in durumunun ciddiyetini anlatmak istemişti. Bir şifacı kızı ve şifa öğrenen bir kadındı. Koen'in son durumu ise karın diz boyunu geçtiği bir öğlen tepenin eteğinde babası ve diğer korucular ile antrenman yaparken artık dayanamayıp baygınlık geçirmesi ile daha kötü olmuştu. Günlerce yarı baygın yatakta kalmış ve kış sonuna doğru kendini toplamaya başlamıştı. İyileşmeye başlaması babasının ona tekrar yükleneceği anlamına geliyordu. Eşeğini alıp yazın pazarda yünden yapılma kıyafetleri sattığı günleri istiyordu. Bilye yarıştırdığı ve Jeniske ile tepenin orada oturup laflayıp oyun oynamayı istiyordu. Üvey annesi ona karşı asla gerçek çocuğu gibi davranmıyordu. Ancak kötüde davranmıyordu. Daha çok ona bakmak zorundaymış gibi hisseden bir kadındı. Yaşı geçmişti evlilik yaşını. Kısır olduğu için evlendiği ilk kocası onu boşamıştı. Ve babası bunu duyduğunda çoktan tanrılar önünde nikah kıyılmıştı. Bu yüzden kadından pek hazzetmiyordu. Klan reisinin yakın akrabası olduğu için onu boşayamıyordu.

Evin içi de dışı da Koen için huzursuz geçmişti kış boyu. Jeniske onu ziyarete geldiğinde mutlu hissediyordu. Bu kış on iki yaşına basmış ve genç bir erkek olmasına üç sene kalmıştı. Büyümek istemiyordu. Bunu sürekli Jeniske'ye söyleyip yakınıyordu. Kış sonu bahara yakın ise Jeniske'nin hayatı sarsılmaya başlamış ve babasının kayalardan düşüp ölmesi üzerine bütün ailenin yükü omuzlarına binmişti. Baharın ilk yağmuru yağdığında koruyuculara katılamamıştı. Keçilerle ilgilenmesi gerekiyordu. Dağın daha yüksek yerlerine sabahtan çıkıp akşam keçi sürüsü ile dönüyordu. Baharın sonu yazın başlangıcına doğru Koen ayağa kalkmış ve onunla gitmeye başlamıştı. Babası bu durumdan sürekli rahatsız olduğunu söylese de Koen laf dinlemiyor ve Jeniske'nin peşine takılıp gidiyordu.

Ve bir akşam Koen'in evinden bir çığlık yükselmiş. Etraf gümbür güm bur sallanmaya başlamıştı. Yer yerinden oynuyordu. Kırılan eşyaların sesi kadının çığlıklarına karışıyordu. Komşular koştuğunda Jeniske kapıyı kırmış ve içeri girmişti. Koen'in babası delirmiş gibi karısını bir kenarı fırlatmış oğlunun sırtına kırdığı sandalyenin ayağıyla vuruyordu. Sinirden damarları çatlayacaktı adeta. Jeniske güçlükle onu durdurmuş ve komşular çocukla kadını evden uzaklaştırmıştı. O gece Koen babasının karşısına geçmiş ve bir koruyucu olmayacağını, yün dokuyup Jeniske ile yaşayacağını söyleyip masada gerginliğin içinde kavgayı başlatmıştı. Onun gibi olmak istemediğini, klanda kalmak için yeteneği olduğunu söylemişti. Karısı ise ortalığı yatıştırma çabasındayken kavga büyümüş ve Koen kendini odaya kilitlese de babasından kaçamamıştı. Yaz başı yaşanan bu olaydan sonra Koen ve üvey annesi birkaç gün Jeniske'nin evinde kalmıştı. Yaraları iyileşene kadar kalmaları gerekiyordu. O sırada Koen'in babasının sinirleri yatışacaktı. Etrafta dolaşan dedikodular ise babasının sinirini yatıştırmak yerine daha da artıyordu. Kadının başka klandan düşüp kalktığı birisi olduğu söylentisi ve arada kabileden çıkıp patikada kaybolduğu lafları ortalığı yakıp yıkarken Koen'in bir erkekle düşüp kalktığı söylenmeye başlanmıştı. Bu kişinin Jeniske olmadı ise daha kötüydü. Ve bir akşam kapılarına dayanan babanın eve girip kadını sokak ortasına sürükleyip tekme tokat dövemesin ile bütün kabile olayı izlemek için sokağa çıkmıştı. Koen zavallı kadını kurtarmak için girişen ilk kişi olduğunda yüzüne inen tokatla yeri öpmüştü. Kavga orada büyürken Jeniske Koen'i korumak için ortaya atılmış ve iki koruyucu birbirine kılıç çekmişti. Kıdemli koruyucu ve acemi koruyucu kılıçlarını çekince iç ciddileşmişti.

"Oğlumu ahlaksız yaptın. Seni keçi çobanın oğlu!" demişti Jeniske'ye karşı. Jeniske saygı duyduğu bu adamı durdurma konusunda ısrarlıydı. "Sarhoşsun kıdemli kardeş. Sarhoşsun sadece eve git ve dinlen. Sabah konuşmak için gel!" demişti. Bir hanenin en büyük erkeği olarak orada dikiliyordu Jeniske. Ama karşısında dedikodulardan gözü dönmüş ve gözleri içkinin etkisi ile kan dolmuş sinirli bir adam vardı. Mantıklı düşünemezdi. Kılıcını sağa sola savururken başak koruyucular gelmiş ve onu durdurmak için sonunda bayıltmak zorunda kalmıştı. Onun döneminden olan koruyucular herkesi dağıtıp adamı kendi evine götürürken diğerlerini Jeniske'nin evine götürmüştü. Onlara eşlik eden koruyucu Jeniske'nin ustası idi. Koen'in babasının dönem arkadaşıydı aynı zamanda. Şifacı çağrılmıştı. Kadının durumu kötüydü. Koen ise patlamış dudağı ile öylece oturmuş şok içinde yere bakıyordu. Jeniske ile kıdemli koruyucu konuşuyordu.
"Son zamanlarda iyi olmadığını biliyorum. O yetenekli bir koruyucu ve çok şey istiyorlar ondan. Bu durumdan yoruldu. Sağlıklı bir yerde görev yapmadı. Kabilede saçma salak dedikodular dönüyor. Bunları duymuşundur Jeniske. Sana ve ailene sıçrasın istemiyoruz. Onlar daha fazla seninle kalamaz." demişti. Koen bunu duyunca birden ayağa fırlamıştı. İkisine bakıp kapıya doğru yürümüştü. Hiç olmadığı kadar hızlı koşuyordu. Jeniske onu yakalamak için ardından çıkmıştı. Tepeye kadar koşmuş ve karanlıkta ayağı takılıp yere düştüğünde Jeniske onu yakalayabilmişti. Koen'i kaldırmak için eğildiğinde hıçkırık seslerini duymuştu. Onu hiç böyle ağlarken görmemişti. Korkmuş, yıpranmış ve çaresizce ağlıyordu. Yapabileceği tek şey ona sarılmak olmuştu. Ve onun korumak için daha fazlasını yapması gerektiğini düşünüyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Beş

Kahraman ve Kurtarıcı

"Her şey yoluna girecek!" demişti Jeniske. Atın heybesine hızla bir şeyler doldururken. Üçüncü bahardı. Koen artık on beş yaşında bir yetişkindi. Son iki senedir babası yine göreve gitmiş ve bu bahar başında dönmüştü. Henüz bahar yağmurlarının başlamadığı soğuk bir akşamda Jeniske kapının çalması ile şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Elleri kan içinde gözleri dolu dolu halde Koen'i görünce eve koşmuş ve Kıdemli koruyucunun cesedini bulmuştu. Kadın ise mutfakta kanlar içinde yatıyordu. Neler olduğunu anlamıyordu. Masada bir mektup vardı. Üstünde bilinmeyen bir damga. Mektubu aldı ve dışarı çıkıp atı hazırlamaya başlamıştı. Gün doğmadan hemen dağdan inmeleri gerekiyordu. Aksi taktirde Koen'i klan lideri ölüm cezasına çarptırırdı. Annesi panik halde hazırlanan oğluna bakıp kaldı. Koen'i görünce elini ağzına bastı. "Neler oluyor?" demişti. Jeniske annesinin bir şey bilmesini istemedi. Sessizce atı avluda hazırlamaya devam ediyordu. Koen ise titreyen bir sesle konuştu.
"Beni Hisar'a gönderecekti. Ve bir daha asla dönmeme izin vermeyecekti." demişti. Jeniske hisar adını duyunca birden irkildi. Hisar asla Üç Dağdan çocuk istemezdi. Bu savaşa bile neden olabilirdi. Kaçmalarına gerek yoktu aslında. "Hisar mı?" demişti. Göğsüne sıkıştırdığı mektubu çıkardı. "Seni Hisar'a neden göndermek istesin baban. Onlar yalancı ve hileciler. Büyü ile kralları kandıran insanları sömüren kişiler." dedi. Koen ellerindeki kana bakıyordu. "Onlar tarafında olmamın daha iyi olduğunu söyledi. Yakında Üç Tanrı Dağına geleceklermiş." dediğinde Jeniske'nin gözleri irice açıldı. "Neden?" demişti. Koen omuz silkti. "Kaçıp gidelim. Onlar gelmeden." demişti. Jeniske olayın bir cinayetten daha fazlası olduğunu anladığında atın heybesini indirdi. "Baban bir hain mi?" demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. Jeniske kaşlarını çattı. O bir koruyucu idi. Klanını korumak sorumluluğu ile büyütülmüştü. Annesine döndü. "Onu içeri sok. Güzelce temizle ve ışıkları açık tut." demişti. Koen son günlerde uzamış ve bir erkek gibi gelişmeye başlamıştı. Hızlı adımlarla Jeniske'nin yanına doğru gidip bileğini yakaladı. "Gitme!" demişti. Jeniske ona doğru döndü. "Korkmana gerek yok. Her şey yoluna girecek!" demişti.

Klan lideri mektubu okuduğunda şaşkına dönmüştü. Kıdemli koruyucu Hisar'ın hükmünü kabul etmek için kendini oğlunu onlara verecek ve onun hayatı karşılığında bu Üç Tanrı Dağı’nın işgaline karışmayacaktı. Bu mektup sonunda Jeniske gözü kararmış klan liderine bakıp diğer aile reislerine döndü. "Onu öldürmek zorunda kaldım. Cezamın neyse kabul edeceğim. Fakat bu ihanetin cezası ölüm olmalıydı. Yakında gelecek olan Hisar ordusunun klanları ve kabileleri ele geçireceğini biliyorum." dedi. Klan lideri başını iki yana salladı. "Onu bu çıkmaza süren ne oldu acaba? Çok fazla Hisar'a yakın çalıştı. Cesedini alacağız ve hemen yarın koruyucuları toplayın. Ve sen Jeniske..." demişti. Ayağa kalkmıştı. Elini Jeniske'nin omzuna koydu. "Koen'e ondan daha çok babalık yaptın. Onu korudun kolladın. Bu yüzden seninle biraz konuşalım." demişti. Diğer aile reisleri çıktığında Jeniske ile baş başa kalmışlardı.
"Onu gerçekte de sen mi öldürdün?" diye sormuştu Klan lideri. Jeniske başını sallamış ve kararlı bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
"Koen'i görmek için evlerine gittim. Bir şeylerin ters olduğunu seziyordum. Kapıyı açtıklarında ortalık gergindi. Koen'in üvey annesi ortada yoktu ve mutfakta sadece bir mum yanıyordu. Masada duran mektubu gördüm. Okuyamıyordum ama sonra Kıdemli kardeşle konuşmaya başladım. Bana Koen'i buradan götüreceğini söyledi. Bana evden gitmemi söyledi. Koen'in gitmek istemediğini anlamıştım. Ona nereye gideceklerini sorduğumda Koen söyledi Hisar'ı ve o anda Üç Tanrı Dağı'nın Hisar’dan bağımsız olduğunu bunu yapmasının yanlış olduğunu söyledim. Ve kavga etmeye başladık. Masada duran bıçağı alıp üstüme geldiğinde birkaç defa sapladım. Sonra yere yığıldı. Koen'i alıp eve bıraktım. Mektubu aldım. Üvey annesi ve babası öldü. Ve babası bir hain olarak anılacak muhtemelen. Ama bu olanlarla Koen'in hiçbir alakası yok Klan Liderim. "demişti. Yaşlı adam sakalını sıvazladı. Yorgunca gözlerini kapattı. "Babanı severdim. Bir koruyucu değildi ama dürüst ve çalışkandı. Tıpkı onun gibi oldun. Üç senedir ailene bakıyorsun tek başına. Herkes sana büyük saygı duyuyor. Suçu üstüne almanı anlıyorum. Koen gibi bir gence acımazlar ve bende onun dağdan kovulmasından başka bir şey yapamam. O yüzden bu cinayeti sen işlemiş olacaksın. Bir süre Kabileden uzaklaşman gerekecek. Kısa süreliğine bir sürgün olacak. Birkaç sene. Bu cezada tek başına olacaksın. Ve Hisar'ın buraya geleceği haberini verdiğin için ölüm cezan hafifleyecek." demişti. Jeniske karalı şekilde ona bakıp başını salladı. "Koen'i size emanet etmek istiyorum o zaman. O hala kendini savunacak kadar güçlü değil. Lütfen onu koruyun." dedi. Klan lideri başını sallayıp ayakta dikilen gence baktı. "İnsaflı bir gençsin. Onu büyüttün ve yetiştirdin. Dedikleri doğru mu?" demişti. Jeniske onun neyden söz ettiğini biliyordu. İkisi hakkında çıkan dedikoduları o da duymuştu. "O benim için ailemin bir parçası. Ve hala çocuk." demişti. Klan lideri usulca başını salladı. "Dağda nerede olduğunu haber vermek için senede bir defa gelebilirsin." demişti. Jeniske o gece geri eve döndüğünde heybesini hazırlamış ve usulca Koen uyurken Kabilenin topraklarını terk etmişti. Gün doğduğunda en büyük şoku Koen yaşamış ve cinayeti işlediğini söylediğini düşünüp ona zarar verdikleri fikri ile klan liderinin kapısını çalmıştı. Klan lideri ona yalan söylemişti. "Jeniske bir görev için ayrıldı evladım." demişti. Koen buna inanmamıştı ama başka bir şey düşünmek istemiyordu.

Bahar geldiğinde bağımsız nadir krallıklardan birisi olan Frange Hisar'a teslim olmak zorunda kalmış savaşın şiddeti dağdan bile görülmüştü. Frange insanları üç tanrı dağına sığınmıştı. Büyük topları dağa çıkarmak zordu. Mancınıkları. Bu yüzden Hisar bir süre boyunca Frange'yi kuşatma altında tutup yazın gelmesini bekledi. Tanrılar onları koruyordu adeta. Yaz kısacık sürdü ve uzun bir kış başlamıştı. Hisar kuşatmayı geciktirmek zorunda kalmıştı. Ve kış Kabilelerin bir araya gelip hep beraber dağı koruması için bir koruyucu ordusu kurmasını sağlamıştı. Baharın ilk yağmurları yağmaya başladığında dağın tüm kabileleri bir araya gelmiş ve büyük bir ordu kurmuştu. Kadını, erkeği, çocuğu yaşlısı hepsi bu orduya katılmak için canla başla çabalamıştı. Koen orduya dahil olmuştu. Klan lideri onun okçu olabileceğini söylemiş ve hedefi kaçırmaması için kış boyu çalışmıştı diğer okçularla. Bu sırada Jeniske'nin akıbeti bilinmiyordu. Klan lideri onu diğer kabile liderlerine sormuş ama kimse görmemişti. Dağdan indiğini düşündü. Belki de savaştan uzağa gitmek istemişti. Klan lideri onu sormaya devam etmişti. Kabile sınırları dağın girişine çok yakındı. Bu yüzden en büyük ordu burada toplanmış ve son çıkış denilen patika üzerine dev hendekler kurulup tarihin unutmayacağı en uzun savaş son yağmur düşüp uzun yaz başlayacağı sene patlak vermişti. Hisar'ın ordusu tahmin edilenden daha büyüktü. Otuzdan fazla krallığı hükmü altına almış ve barış birliği dediği ordusunda üç yüz bin adam vardı. On bin kadar dağ yerlisinin hakkından gelmelerini zorlaştıran ise topları yukarı çekememiş olmaları ve dağlıların stratejik konumuydu. Savaş yavaş ama kanlı sürmüştü. Kış gelmiş ve hisar gerilemişti. Ve tekrar bahar geldiğinde ani bir gece baskını ile Koen'in kabilesini yerle bir edip dağ koruyucularının yarısına yakını öldürülmüş ya da yakalanmıştı. İnsanlar akın akın geriye doğru çekilirken ikinci savunma hattı ikinci tanrının yükseldiği yerde başlamıştı. Burada çok uzun süre direnebildiler. İki sene boyunca bu hattı korudular. Büyük uçurum Hisar'ın ordusuna geçit vermemiş ve o süre içinde sivillerin çoğu daha gerilere birinci tanrının yükseldiği yere gönderilip daha fazla savaşçı eğitilmişti. Ve artık Koen on sekiz yaşında okçu birliğinin başında serpilmiş bir delikanlıydı. Savaş yaraları vardı. Gözleri keskinleşmiş dili kesilmişti. Sessizdi. Okçular önde savaşmazdı. Her saniye kurulan sınırı korurdu. İşinin hakkını veriyor ve klan liderini onurlandırıyordu.

Ve üçüncü seneye girdiklerinde bir bahar sabahı öten borular herkesi panikletmiş Koen sınıra doğru ilk koşan olmuştu. Hisar ordusu demirden dövülmüş dev köprüleri getiriyordu. Binlerce büyücü bütün efsunu ile bu tonlarca ağırlıkta üç köprüyü uçuruma koymak için adım adım ilerliyordu. Sınırda şu an iki bin adam vardı. Karşılarında ise yüz bin kişilik bir ordu. Koruyucular kılıçlarını çekmiş atların gözleri bağlanmıştı. Koen kurulan okçu kulelerine tırmananlara katılmıştı. Savaşın üçüncü senesiydi ve hala ikinci tanrının yükseldiği yerden ileriye gidememişti Hisar. Bu utançtı. Onlar için Üç tanrı dağı yönetim altına alınacak en önemli yerdi. Kuzey doğu sınırları olacaktı. Öğlen güne tepeye ulaşana kadar sınırda çekişmeli bir savaş sürmüş ve ateşe verilen tahtadan surlarla okçu kuleleri sonucu çekil emri verilmişti Koruyuculara.
"İleri!" emri duyulduğunda demirden köprüde Hisar ordusunun askerlerinin ayak sesleri yeri sallayacak kadar güçlü gelmeye başlamış ve savunma hattı dışında herkes geriye doğru kaçmaya başlamıştı. Savunma hattı ölüm hattı gibiydi. Orada kalanlar diğerleri için canını feda etmeye çekinmezdi. Koen arkada kalanlar arasındaydı. Kılıfında son oku kalana kadar kulesini terk etmeyecekti. Hayata onu bağlayan bu savaştı. Jeniske'nin geri döneceğini düşünmüyordu bir daha. Onun olmayışı ve kaybolan hayatı için bu savaş hayatta kalmamanın ne demek olduğunu hatırlatıyordu. Son oku bitip askerler yavaş yavaş içeri doğru girmeye başladığında kuleden aşağı doğru indi. Yayını sırtına taktı. Bacaklarındaki iki hançeri çekti aldı. Artık bir erkek gibi güçlü ve atılgandı. Kasları yoktu öyle çok. İnce jilet keskinliğinde bıçakları ve çevikliği sayesinde hızlı hareket edip düşmanını öldürürdü. Uzak mesafeden düşmanını tam iki kaşının arasından okla vurabilirdi. Kendini sadece savaşmaya adamıştı.

Hisar askerleri üstlerine doğru koşar iken geriye doğru birkaç adım attı. Üçü taştan yapılmış okçu kulesi ayaktaydı hala. Elini yumruk yapıp havaya kaldırdı ve indirdiğinde toprak yarıldı ve birden yukarı doğru kalkan gerilmiş mancınıklardan mızraklar fırlamaya başlamıştı. Savunma için kalanlar son gücüne kadar onlara geçit vermeyecekti. Koen mızrakların köprüyü geçmiş olanları devirişini izlerken boğaların sesi duyuldu. Başlarına devasa demir başlıklar geçirilmiş kızgın dağ boğaları. Normal boğanın dört katı kadar olan boğaların başlıklarında mızraklar vardı. Omuzlarından aşağı jilet gibi keskin bıçaklar takılmış zırhlar vardı. Koruyucular son üç senedir oldukça zorluyordu Hisar askerlerini beş boğa askerlere doğru koşarken onları süren koruyucuların amacı köprüleri düşürmekti. Tekrar o köprüyü efsuncular yükseltene kadar üçüncü savunma hattına varmış olacaklardı. Hisar askerlerinin içinde efsuncular vardı ve savaş koruyucular için daha da zor olmaya başlayacaktı. Bir efsuncu fırlamıştı ileri doğru cübbesini sıyırıp attığında kolundaki kabartılar alev alev yanıyordu adeta. Ellerini birbirine vurdu ve parmaklarını birbirine kenetlediğinde rüzgâr durdu. Ardından sert esintiye alevler karışmaya başlamıştı. Koen alevleri büyücünün yaratığını fark etmişti. Onu durdurmak için ok bulması yeterli olacaktı. Saklandığı kaya ardından yanındaki koruyucudan onu koruması için kalkanını aldı. Karşı tarafa doğru koşarken alevlerin sadece koruyucuları değil Hisar'ın askerlerini de kavurduğunu görmüştü. Bulduğu oku gerip efsuncuyu vurmak için konum almaya çabaladı. Alevler durulduğu anda büyücünün nefesi tükenmişti. Tekrar derin bir nefes alacağı sırada birden kalbine saplanan okla dizleri üstüne çökmüştü. Başındaki kapüşon kaydı. Genç bir kadındı. Ve ardından büyük bir çığlık duyuldu. Başka bir efsuncu köprüyü tutan vurulan kadını görüp bağırmıştı. Komutanı ona sakin olmasını söylerken Koen bir açık yakalamıştı. Alevlerin içine doğru koşup birden vurduğu kadının saçlarına asıldı. Hala kalbi atan kadının yüzünü köprüyü tutan büyücülere doğru çevirdi. Yüzüne çirkince bir gülümseme oturmuştu. Hançerini çekip kadını birden boğazını kesmişti. Bunu yaptığında bir köprü sallanmış e toprak titremişti. Yanan boğalardan birisini sürücüsü son hız köprüye dürdü ve boynuzları ile köprüye vurmaya başlamıştı. Koen'in yapmak istediğini anlamışlardı. Büyücüyü delirtip dengeyi bozuyordu. Kadını cesedi yere düşünce üstüne basıp ileri doğru birkaç adım attı. İlk hançeri de elindeydi. Büyücüye meydan okur gibi bakmıştı. Öyle bir çığlık atmıştı ki adam toprak sallanmış ve ardından köprüden yeşil bir ışık fırlamıştı ona doğru. Son adan eğildiğinde bedeni param parça olmaktan kurtulmuştu. Arkasında hissettiği elle hemen doğrulup döndü ve bıçağını ona doğru çevirdi. Kadının cesedini bir vahşi hayvan gibi koruyan efsuncunun gözlerini yeşil bir alev sarmıştı. Hızlı hızlı soluyordu. Köprünün gümbürtüsü ile koruyucular diğer köprüyü düşürmek için girişmişti savaşa. Köprüyü tutan büyücüler neler olduğunu anlamıyordu ama rüzgâr esmeye başlamıştı. O kadar sert esiyordu ki. Koen ve büyücünün etrafını saran iki aura vardı. Kızıla çalan ateş ve yeşil ateşin aurası ile etrafı sıcak bir rüzgâr sarmıştı. Koen ve savunmada kalacak olan bütün koruyucular birer efsun taşı almıştı. Bu güç bir defaya mahsus onları çok güçlü yapar ve o kadar hızlı olurlardı ki kimse onların hızına yetişemezdi. Ama bedeli çok ağırdı. Bedenleri bu gücü bir süre sonra kontrol edemez ve ciğerleri kalbi sıkışıp ölürdü. Koen efsun taşını dişleri arasına sıkıştırmış elinde iki bıçağı vardı. Vahşi bir hayvan gibi hırlıyordu. Kan çok hızlı pompalanıyor ve kalbi o kadar hızlı atıyordu ki... Her şey yavaşlamıştı. Bir o değil. Birçok koruyucu zamanı geldiğini anlamış ve taşları dilleri arasına sıkıştırmıştı. Efsun sadece Hisar'a özgü değildi. Ve bu taşlar tanrıların yükseldiği yerden çıkıyordu. Dilleri arasında kırılan taştan sızan sıvı bütün bedenlerine efsunu yüklüyordu. Taşlar ezilirken vahşi birer hayvana dönüyordu hepsi. Gözlerini kan bürüyor ve bedenleri normal bir insanın bedeninden on kat daha güçlü oluyordu. Koen'in ellerindeki keskin hançerler karşısındaki efsuncuyu bin bir parçaya ayırıp kanı onu tekrar yıkarken bağırmıştı. Sırtı kamburlaşmış davarları çatlayacak gibi genişlemişti. Sadece o değil boğa sürücüleri dışında hepsi değişmiş ve köprüden ileri doğru koşup efsuncuların onlara binlerce bıçak saplamasına rağmen üstlerine doğru koşup boğazlarını kesip uzuvlarını koparıyorlardı. Askerler etraflarını çevirip bedenlerini mızraklara takıp savuruyor ama onlar geri dönüyordu. Kanları öldürdüklerinin kanlarına karışırken kalpleri çatlayana kadar dövüşeceklerdi. İkinci köprünün gümbürtüsü zaferle karışık acı çığlıklarının uğultusuyla kutlandı. Koen köprüye doğru koşarken diğer tarafta bir tane bile düşman askeri bırakmamıştı. Oraya doğru koşup birkaç adım attı ve var gücü ile köprünün ortasında sıçradığında köprü ikiye bükülüp aşağı düşerken o Hisar cephesine doğru bir iniş gerçekleştirmişti. Yavaş yavaş kalpleri çatlayan koruyucular düşerken Koen etrafını saranların bir bıçak darbesini bile almadan kıyım yapıyordu. Köprünün düşüşü üflenen boru ile geri hatta kalanlara haber verilmiş ve onlardan ikinci savunma hattı koruyucuların cesedini almak için hızla dönerken o manzarayı görmüşlerdi. Bir dakikadan fazla kimsenin kalbi bu kadar kötü enerjiyi kaldırmazken yarım saati aşkındır orada savaşan Koen'i gösteren boğa sürücülerinin gösterdiği yere baktılar. Kandan kızıla boyanmıştı gözleri sapsarı olmuş ve elleri ile insanları param parça ederken askerlerin çoğu geri çekiliyor ve kaçmak için bir izdiham başlamıştı. Sırtı kamburlaşmış geriye bağlı saçları yüzüne dökülmüştü. Yaydığı aura o kadar kasvetli ve ölüm doluydu ki üçüncü tanrının yükseldiği yerin klan lideri oraya bakıp elini göğsüne doğru götürdü. "Onun ölmesi gerekirdi." demişti. Olmamıştı. Hala savaşıyordu bedeninde yaralardan kan akıyor ama o savaşmaya devam ediyordu. Koen'in sivrilmiş kulakları kambur sırtı ve hızını izliyorlardı. Üç yüzden fazla kişiyi orada tek başına katlederken bir anda durmuştu. Kalbi o kadar çok çalışmıştı ki durmuştu. Cesetlerin arasında ona yöneltilmiş kılıçlarla durup ağzından sızan kan ile diğer tarafa doğru dönmüştü. Gözleri normaldi. Aurası ise artık dağılmıştı. "Onu hatırlayacağız!" dedikleri sırada Koen yere doğru çöktü ve birden zıpladığında bacaklarındaki kemiklerin kırıldığını duymuştu herkes. Yer sarsılmış ve gök yüzüne doğru yükselip koruyucuların olduğu tarafa doğru süzülürken bir karartı onu havada kapmıştı. O kadar hızlıydı ki karartı. Koruyucular yerin ikinci defa sallanması ile oldukları yerde kalmıştı. Koen hala nefes alıyordu. Bacakları kırılmış bedeni param parça olmuştu. Ama hala nefes alıyordu. Ve onu bu tarafa geçerken düşmeden uçurumun ortasında yakalayan kişi ise üçüncü tanrının yükseldiği yerde yaşayanların tanımadığı birisiydi. Simsiyah kuzgunu saçları oldukça düzgün bir şekilde arkaya doğru toplanmıştı. Simsiyah cübbesi salaş ve yerlere kadar uzanıyordu. Sırtında deri bir çanta vardı. Yeşil gözleri parlıyordu. Belinde ise bir koruyucu kılıcı olması herkesi şaşırtmıştı.
"Onu alın ve gidin!" derken kucağında tuttuğu Koen'i şaşkınlıkla dikilen kişilere uzatmıştı. Koen'i alıp cesetlerin olduğu arabaya koyup boğaları sürmeye başlarken bir gümbürtü kopmuştu. Uçurumdan yükselen taşlar diğer tarafa doğru yağarken bu efsuncunun kim olduğunu merak ediyorlardı. Jeniske ise artık dövüşmenin ötesinde bu dağın sırlarını bilen dördüncü kişi olarak sonunda derin meditasyondan uyanıp gelmişti. Koen'in enerjisi onu meditasyondan uyandırmıştı. Çılgına dönmüş o enerjiyi hissedince hemen yola çıkmış ve onu gördüğünde savaşın dehşeti ile burun buruna gelmişti. Kayalar onları biraz geciktirecek şekilde yolu kapatırken uçurum biraz daha genişlemişti. Koen'i tekrar görmek için ikinci savunma noktasına gidenleri yakalamak için yürümeye başlamıştı. Ellerinde kimin olduğunu bilmediği bir sürü kişinin ve Koen'in kanı vardı. Yüzü durgundu. Belini saran kemerde siyah demir bir maske asılıydı.
Kampa vardığında onu tanıyan eski arkadaşları şaşkınlık içindeydi. Jeniske onları umursamadı bile. Direkt olarak sıhhiye çadırına yürüdü. Şifacı ve kamlar oradaydı. Koen'in durumu ciddiydi. Jeniske içeri girdiğinde kendi klanın lideri ve Koen'in üvey annesinin babası oradaydı. Şaşkınlıkla ona bakıp kalmışlardı.
"Ona dokunmayın!" demişti. Sesi soğuk ve sertti. Jeniske onların açtığı boşluktan oraya doğru girdi. Çantasından birkaç parça deriye yazılmış tılsım çıkardı. Belli aralıklar ile Koen’in anlından ayak uzuna kadar dizdi. Ardından etrafta dikilenlere baktı. "Bedenini hala saran bir kara enerji var. Size de bulaşır!" demişti. O taşlar gerçekte zehirliydi. Ve insanı çıldırtabilirdi. Jeniske çantasından birkaç şişe çıkardı. Ardından otlar. Üç Tanrı dağının doruklarından toplanmış bu bitkileri pek çok şifacı bilmezdi. Jeniske bir tahta kâse içinde sıvıları karıştırdı ve atları içinde ezip Koen'in dudaklarını aralayıp biraz içirdi. Çok değil saniyeler sonra Koen bağırarak doğrulmuş ve kusmaya başlamıştı. Simsiyah akışkan kan boğazını yakarak yere doğru akıyordu. Kusup doğrulduğunda karşısında ona gülümseyen Jeniske'ye bakıp kaldı. "Dönmüşsün..." demişti. Şaşkındı. Korkuyordu ve dehşet içinde bakıyordu. Jeniske işaret parmağını Koen'in alnına koydu. "Dinlen..." demişti. Koen olduğu yere yığıldığında şifacılara ona müdahale etmesi için yol verdi. Klan liderinin yanına doğru yürüyüp başını eğip onu selamladı. "Cezam bitti mi liderim?" demişti. Çok değişmişti. Gözleri buz gibi bakıyor ve bambaşka birisi gibi duruyordu. Klan lideri onu kabul etmek için elini uzattı. Jeniske eğilip yavaşça klan liderinin elini öpüp doğruldu.
"Bunca yıl neredeydin?" demişti. Jeniske tebessümle ona bakıyordu. "Üç tanrının yükseldiği mağaralarda. Dağın gizemlerini öğrenmek için üç büyük alimin yanındaydım. Meditasyonum bozulmamalıydı. Ziyarete gelemedim. Ama şimdi döndüm. Ve bu savaşı sonlandırmak için elimden geleni yapacağım. Kabilem ve klanımın şerefi için." demişti. Klan lideri ona bakıp kalmıştı. "Dağın sırrı mı?" demişti. Jeniske başını usulca salladı. "Beni cezalandırdığınız gün Hisar'ın amacını öğrenmek istedim. Frange'ye sızdım ve onların Dağın ruhunu ele geçirmek istediğini öğrendim. Ve Üç tanrının yükseldiği yere geri döndüm. Orada üç büyük alimden beni eğitmelerini istedim. Karşılığında onlara dağı koruyacağım yemini ettim. Her sene bambaşka bir şey öğrendim. Her geçen gün dağın yaşayan ve nefes alan bir canlı olduğunu. Ve Hisar'ın efsuncularının hiçbirinin bu dağı kontrol edemeyeceğini. Sadece bunu yapabilecek tek bir kişi var. O da benim!" demişti. Klan lideri ve içerideki herkes şaşkındı. Jeniske başını yavaşça Koen'in olduğu yere doğru çevirdi. "Ona göz kulak olun demiştim. Neden bir kan taşı çiğnettiniz?" demişti. Klan lideri daha da yaşlanmıştı. Hala kılıcı belinde bir koruyucu olarak savaşmak için savunma cephesinde bulunacak kadar da cesurdu. "O istedi. Savaşmak istedi. Korumak ve güçlü olmak. Ve ilk savunma cephesinde kalmak için gönüllü oldu. Hala hayatta olması..." Jeniske gülmüştü.
"Kabalığımı bağışlayın ama onu korumanızı istedim sizden. Bu şartla ayrıldım klandan. Onu önde intihar görevinde olmaması için gerekirse zincirleyecektiniz. Bunu talep etmiştim." dedi. Klan lideri yavaşça gözlerini kapadı. "Koen çok değişti. O artık eskisi gibi çocuk değil. Okçu birliğinin koruyucu lideri oldu. Güçlü ve cesur bir savaşçı tıpkı babası..." Jeniske birden gözlerini ona dikmişti. "Onun babası dağın yaşayan ruhunu Hisar'a satan bir hain. Babası ile kıyaslamayın." demişti. Klan lideri usulca başını salladı. "Haklısın Jeniske. Sadece gidip biraz dinlenelim. Daha sonra ana kampa doğru yolculuğa çıkacağız. Bol bol konuşacak zamanımız olacak." demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Sizi kampa giderken yakalarım. Biraz işim var. Kampta kalamam." demişti. Klan lideri ona soru soracakken Jeniske Koen'in yanına doğru yürümüştü. "Bu dağdan topladığım kara yapraklar kırıklarına iyi gelecek!" demişti. Koen'in üvey annesinin babasına uzatmıştı yaprakları. "O senin torunun sayılır. Onu ben gelene kadar iyileştirin." demişti. Yaşlı adam efsane sayılan yapraklara bakıp kalmıştı Jeniske elindeki yaprakları alan adamı selamladı ve çıktı. Eski arkadaşlarından birkaçı oradaydı. Onun yaşıyor olmasının şaşkınlığındaydı. Koen'in babasını öldürdüğü için sürüldüğü dedikodusu vardı. Ancak şimdi karşılarında kampın içindeydi.
"Jeniske!" demişti birisi öne doğru çıkıp. "Sen neredeydin?" dedi. Jeniske onlara bakıp gülümsedi. "Bunları daha sonra konuşacağız. Acilen yetişmem gereken bir yer var." demişti. Hızlı adımlarla yürüyüp şaşkın insanları arkasında bırakırken geldiği gibi çabucak kaybolmuştu. Nereye gittiğini kimse bilmiyordu. İki gün sonra kamp toplanmış ve yola çıkmıştı. Gün batmadan üçüncü noktaya varmışlardı. Orada kurulu büyük kamp bütün hepsinden daha sağlamdı. Jeniske'nin döndüğü haberi annesi ve kız kardeşine ulaşmıştı. Koen'i onların misafir olarak sığındığı eve götürmüşlerdi. Durumu pek içi açıcı değildi. Çok ciddi yaralanmış ve çok derin bir uykudaydı. Bacakları sabit kalsın diye tahta bloklar ile sarılmıştı. Her yerinde kesikler ve yaralar vardı. Kan kokuyordu.
"Ona ne oldu?" demişti kadın. Onu getiren klan lideri ve adamlar sessizdi. "Kan taşı çiğnemeyi kabul eden öncü birlikteydi." demişti tanıdık bir ses arkadan. Jeniske orada dikiliyordu. Çok sessiz gelmişti. Herkes şaşkınlıkla donmuşken ablası koşup ona sarılmıştı. Jeniske Büyük bir çuval taşıyordu sırtında. Ablası onu bırakınca klan liderine dönmüştü. "Acilen liderler arasında bir toplantı istemeliyiz. Onlara bir şey getirdim." demişti. Klan lideri şaşkındı. Jeniske elindeki çuvalı yere bıraktı. Taş zemine kan sızmıştı. Kesik başlar vardı çuvalın içinde. Bir koruyucu çuvala bakıp şaşkınlıkla başını kaldırdı. Jeniske ise soğuk kanlı bir şekilde konuştu. "İkisi de garnizon komutanı. Bunlarda savaş planı!" demiş ve deri çantadan bir sürü parşömen çıkarmıştı. "Yıkanacağım ve her şeyi anlatacağım. Bir saat sonra toplantı talebimi kabul etmiş olsunlar." demişti. İçeri doğru girmişti. Evin gerçek sahipleri öylece kalmıştı. Yaptığı ilk şey Koen'i yatırdıkları odaya girmek olmuştu. İçerdekilerden çıkmalarını istemişti. Herkes çıkınca yorgunca yatağın yanına çökmüştü. "Beni duyduğunu biliyorum. Seni tekrardan görmek çok güzel. Kocaman olmuşsun. Ve güçlü. Keşke güçlenmek zorunda kalmasaydın diyorum. Ama bunların hepsi kaderin bir çizgisi Koen. Ve ben kötü bir şey yaptım. Kaderi değiştirdim. Senin yok olduğun bir kaderi kabul etmeyip kötü şeyler yapmaya karar verdim. Bana kızacaksın biliyorum ama buna mecburum. Senin olmadığın barış dolu dünya benim için cehennemden farksız olacak. O yüzden sadece bunu ikimiz için yaptığımı bil. Ve bana sinirlenme." demişti. Koen'in sargılar içindeki elini tutup alnını üstüne koydu. "Onlara dağı kurtaracağıma söz verdim. Ve bu kaderim oldu. Ve o kaderde sen yoktun. Sadece biraz zaman alacak. Ama tekrar seninle eskisi gibi tepeye gidip keçi otlatıp günlerce güneşin doğuşunu ve batışını izleyebileceğiz." dedi. Kımıldayan parmakları hissedince başını kaldırdı. Hırıltılı bir ses takip etti kımıltının ardından. "Seni özledim..." demişti Koen'in yorgun ve hırıltılı sesi. Dudaklarını yukarı doğru bükmeye ve gülümsemeye çabalarken acı çektiği dolan gözlerinden anlaşılıyordu.
"Bende seni özledim." demişti Jeniske buruk bir sesle. Koen elini onun yüzüne doğru götürmek istedi. Ama halsizdi. Jeniske yanağını onun sargılar arasından çıkmış parmaklarına doğru eğdi. Koen yavaşça gözlerini kapadı. Jeniske'nin onu terk ettiğini düşünmüştü. Hayata dair hiç umudu yoktu ve intihar savaşçısı olma kararının sebebi buydu. Şimdi onu tekrar görmek yaşama arzusunu ortaya çıkarıyordu. Günler sonra uyandığında Jeniske'nin o gün dediği çoğu şeyi hatırlamıyordu. Bacakları çok hızlı iyileşse de yürüyemiyordu hala. Yaraları kapanmaya başlamıştı. İlk defa bilinci tam olarak kendine geldiğinde sadece Jeniske'yi görmek istemişti. Onun klan liderleri ile bir toplantıda olduğunu duyduğunda hayal olmadığını anlamış ve derin bir nefes almıştı. Birkaç hafta boyunca iki tarafta sessizce yeni savaş planları içindeydi. Jeniske çaldığı planları ve iki önemli garnizon komutanı başını klan liderlerine sunmuş ve dağın gücünü kontrol ettiğini söylemişti. Bunun şahitleri vardı ve klan liderleri bu avantajla biraz olsun savaşın yön değiştireceğini biliyordu. Üç alim efsanesi gerçekti ve sınır klanlardan birinden bir keçi çobanın oğlu onları bulmuştu. Güçlenip dönmüştü. Jeniske yine göz önünde olmuş ve herkes tarafından kahraman olarak görülmüştü. Bu sefer Koen geri planda değildi. Kan taşını ısırıp hayatta kalan nadir kişilerden birisiydi ve tek başına üç yüze yakın adamı yarım saatte öldürüp köprülerin yıkılmasını sağlayan bir kahramandı. Babasının ihanetini telafi etmek için yaşamını bu savaşı kazanmaya adayan bir kahramandı o.

Jeniske bir süre savaşın buraya gelmeyeceğini biliyordu. Gözcüler sürekli uçurumun ardını gözetliyor ve günlük rapor geliyordu. Bu süre içinde Koen'in tedavi için Üçüncü tanrının yükseldiği yerdeki şifalı suda onu bir süre dinlendirmek istediğini söylemişti. Bu sayede baş başa kalacaklardı. Klan liderleri bunu onaylamış ve Koen'in taşınması için hemen emir vermişlerdi. Bir günlük yoldu kaplıca. Koen bu haberi aldığında Jeniske ile sonunda konuşacak olmanın heyecanı ile hemen kabul etmişti. Gün doğarken Koen bir sedyeye benzer tahtadan yapılma araçla taşınmak için yerleştirilmişti. Dört güçlü koruyucu ve Jeniske eşliğinde yolculuğa çıkmışlardı. Oraya varana kadar doğru düzgün konuşmamıştı ikisi de. Koruyucuların gözünde Koen bir kahraman Jeniske ise kurtarıcı konumundaydı artık. Onların sorularını ve hikayelerini dinlemişlerdi. Jeniske oraya vardıklarında geri dönmelerini söylemişti. Koen'in yürüyerek döneceğini söyleyince hepsi şaşırmıştı. Geri dönmekten başka yapacak bir şeyleri yoktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Altı

Yıldızlı Gece

Oraya vardıklarında mağaranın arkasında kalan kaplıcaya götürmüştü Jeniske Koen'i. Yürüyemiyor ve kırık bacakları yüzünden acı çekiyordu. Jeniske onu kaplıcaya götürmüştü. Sudan hoş bir koku geliyor buhar yükseliyordu. "Bu dağda böyle bir yer olduğunu bilmiyordum." dedi. Jeniske onu savaşça yere bıraktı. "Üçüncü tanrı yükselişinde çok büyük acılar çekti. İnsanlar inançlarını yitirmeye başlamış ve o yükselmek için kendi ruhunun bir parçasını bu dağda bırakmak zorunda kalmış. Göz yaşları bu kaplıcanın kaynağı. Her hastalığa şifa olan bu yeri kimse bilmez." demişti. Koen ona bakıyordu. Bir bilge gibi konuşuyordu. Dalgınlıktan bir anda kurtuldu. Jeniske onun kuşağını çözme girişmişti. Koen onun elini yakalayıp birden itekledi. "Ne yapıyorsun?" demişti. Şaşkındı ve Jeniske onun şaşkınlığı ile garip bir şey olmuş gibi yüzüne baktı. "Suya kıyafetlerinle girmen faydasını yok edecek. Soyunman gerek!" demişti. Koen bir an utançla başını yana doğru çevirdi. "Ben. Ben kendim yaparım." demişti. Jeniske doğrulup gülümsedi. "Utanıyor musun?" demişti. Koen ona bakmadan kuşağını söküp iki yakasını tutan bağı sökmeye başlamıştı. "Utanmakla alakalı değil. İkimizde yetişkin erkeğiz. Ben kendi işimi yapabilirim." demişti. Jeniske gülümsemesini büyüttü. "Koen utandığında bunu saklamaya çabalama. Seninle büyüdük. Ve aynı yerde yıkandık hep. Şimdi neden..." birden susmuştu. Koen ona gözlerini dikmişti. Hafif nemli ve utangaçtı gözleri. Jeniske ona bakıp derin bir nefes aldı. "Yaraların ağır ve bacaklarını oynatmaya çabalamak sana daha çok zarar verecek." demişti. Acıdan gözleri dolmuştu. Jeniske eğilip onun soyunmasına yardım etmeye başladı. Ayaklarına ve bacağına kan oturmaya başlamıştı. Vücudunda bir sürü yara vardı. Su hepsini iyileştirecek kadar güçlüydü. Koen onunla göz göze gelmemek için çabalıyordu. Jeniske bir hamlede onu kucakladı. Daha fazla utanmaması için beline ince bir kumaş bağlamıştı. Örtünme iç güdüsü ağır basıyor ama kıyafetler suyun etkisini azaltacaktı. Suya doğru yavaş yavaş girmeye başladıklarında keskin hoş kuku Koen'in burnunu doldurmaya başlamış ve acıyan ciğerlerine bir rahatlık vermeye başlamıştı. Sıcak su bedenine dokunurken adeta kan dolaşımı hızlanıp rahatlıyordu. Gözlerini yavaşça kapatmıştı başı dışında bütün bedeni suyla buluştuğunda. "Sakın korkma!" demişti Jeniske. Koen gözlerini aralayıp etrafa bakınca sudan yükselen sesleri duymaya başlamıştı. Uğultulu ses bir ağlamaya benziyordu. Kalbi hızlanmaya başlamıştı. Jeniske onun çırpınması ile daha sıkı tutmaya başlamıştı. "Korkma buradayım!" demişti. Su ağırlaşıyor ve katrana benzer bir hal alıyordu. Yapış yapış olmaya başlamış ve kan kokusu geliyordu. Koku artık rahatlatıcı değildi. Boğucu ve keskindi. Saçlarına asılan elleri hissediyordu. "Çıkar beni!" diye bağırırken ellerini Jeniske'nin boğazına sarmış ve tırnaklarını geçiriyordu. Jeniske onu tekrar sıkıca kucaklayıp sudan çıkmaya başladıklarında su oldukça normal bir hale gelmeye başlamıştı. Koen korku ile onun boynuna sarılmıştı. Ağrıları dinmiş gibiydi. Ama vücudunu korkunç bir ateş sarmış gibi hissediyordu. Göz ucu ile suya baktı. Hala normal duruyordu. Orada neler olduğunu anlamamıştı.
"O neydi?" dedi. Jeniske onu sıkıca tutarken kaplıcanın kenarında dikiliyordu. "Senin çektiğin acıların beden bulmuş hali. Tanrının ruhunun yutup senden alacağı hastalıklar!" demişti. Koen yutkundu. Bacaklarını hala oynatamıyordu. Tahta bloklar arasında sarılıydı. "Biraz dinlenip tekrar deneyelim tamam mı?" demişti. Hava kararmış ve Jeniske kaplıcanın kenarına ufak bir kamp alanı kurmuştu. Hava yumuşak gök yüzü açıktı. Koen'i sırtını kayaya dayayacak şekilde serdiği yatağa oturtmuştu. "Sabah gün doğarken tekrar yapalım. Ondan korkmana gerek yok. Akıp gitmesine izin vermelisin." dedi. Koen gözlerini ateşe dikmişti. "O sesler..." demişti. Jeniske ona doğru kendini kaydırdı. "Senin sesindi Koen. Çektiğin acının sesi." dedi. Koen dolmuş gözlerini yavaşça kapadı. "Neden beni bırakıp gittin? Suçu üstüne aldığını söylediler. Niye yaptın bunu?" demişti. Jeniske onu izliyordu sessizce. Koen'e hemen cevap vermek istemedi. Bir süre düşündü ve ardından konuştu. "Seni sürmelerini istemedim. Dağ oldukça korkunç bir yer ve kabileler arasında sorunlar vardı. Klan reisi seni koruyacağını söylediği için gittim. Daha sonra gerçekleri öğrendim ve kaderimi... Tekrar gitmemek için bir süre uzak kalmalıydık." dedi. Koen yorgunca başını yana doğru çevirdi.
"Dağın gerçekten bir ruhu var mı?" demişti. Jeniske usulca başını salladı. O meraklı çocuğun gözlerini görmüştü bir anlığına Koen'in gözlerinde. "Peki o şarkı söyler mi?" dedi. Jeniske başını usulca salladı. "Ben o gün uçurumun öteki tarafına geçtiğimde bir ıslık duydum. Ve uzun bir melodi çalmaya başladı. Sanki hiç bitmeyecek bir çığlık gibiydi ama sakin ve bir o kadar hüzünlü... Dağın melodisi bu mu?" demişti. Jeniske durgundu. "Dağın melodisi çoktur Koen. Her ruh için başka bir ezgisi vardır. Başka bir davet edici yanı. Senin duyduğun onun acı dolu şarkısı olmuş. Peki onun geceleri söylediği şarkıyı duymak ister misin?" demişti. Koen başını sallayınca Jeniske ayağa kalktı. Onu uzandırdı. Yanına uzandı. Eliyle parlayan yıldızları gösterdi ve hafif bir melodi mırıldanmaya başlamıştı. Bir gece şarkısı gibi durgun ama içinde çok derin bir tutku vardı. Koen gökyüzüne bakarken gözlerinden yaşlar akıyordu. Kelimeler boğazına düğümlenmişti. Yanında şarkıyı mırıldanan Jeniske vardı. Üstlerinde ise binlerce yıldızın ışığı. Jeniske onun gözlerinden yaşlar aktığını fark ettiğinde durmuştu. Doğruldu. "Canın mı yanıyor?" demişti. Koen başını salladı. Gözlerini yıldızlara dikmişti. Dudakları yavaşça aralandı. "Çocukken hayal kurmak çok kolaydı. Dünya uçsuz bucaksız ve tehlikesiz gelirdi. Her yer hem uzak hem yakındı. Şimdi ise her şey daha tehlikeli ve imkânsız gözüküyor. Yıldızları uzun zamandır bu kadar net görmemiştim. Uzun zamandır başımı kaldırıp gökyüzüne bile bakmamışım. Senin şarkı söyleyebildiğini bile unutacak kadar kendimden hayatımdan bizden vaz geçmişim. Ben tekrar seninle dünyayı keşfetmek ve maceralar yaşamak istiyorum Jeniske. " dedi. Jeniske ona bakıyordu. Yıldızlar daha parlaktı. Ateşten gelen çıtırtılar daha sessizidir sanki. Yavaşça geri uzandı. Ona doğru döndü. Koen başını yan çevirmiş ona bakıyordu. "Ben buradayım ve bir daha gitmeyeceğim. İyileştiğinde eskisi gibi olacak her şey. Söz veriyorum." demişti. Uzanıp sıcak göz yaşlarını nazikçe sildi. Gülümsedi. Koen gözlerini kapamış ve hemen yanında hissettiği nefesle uyumuştu. Ertesi gün ve ondan sonraki gün zor geçmişti. Koen bedenini terk eden hastalık ve yaraların ağrıları ile ağırlaşan suda kalmak için direnmiş ve akşam yorgun düşüp hemen uyumuştu. İkinci gün ise bacaklarını sudan çıktığında hissediyor ve üstüne destek alarak basabiliyordu. O gece yine gökyüzü parlaktı. Jeniske'ye sokulup uyumuştu.

Gün tekrar doğduğunda Jeniske onu yanında bulamamıştı. Çıkarılmış kıyafetler vardı. Onu kaplıcaya girmiş halde görmüştü. Sadece oturuyor ve gözleri kapalı bekliyordu. Sudan gelen iniltiler yoktu. Su berrak ve durgundu. Hoş bir koku vardı. Baharda kırları saran çiçeklerin kokusuna benzeyen bu esinti kaplıcadan geliyordu. Zihni ve bedeni artık iyileşmişti. Üçüncü Tanrı onun bütün acılarını yaralarını çekip almıştı. Onu rahatsız etmeden yiyecek bir şeyler hazırlamaya koyulmuştu. Birkaç gün daha burada kalmaları gerekiyordu. Jeniske dağ kekiği bulmuş ve onu kaynatıp bir çay yapmıştı. Koen o döndüğünde çoktan sudan çıkmış ve giyinmişti. Sakince oturuyordu. Jeniske çay hazırlamış, biraz kurumuş eti pişirmişti. Koen onu izlemekle yetinmişti. Yemek için taşlara oturduklarında Koen hiç olmadığı kadar iştahla yemeğini yemişti. Jeniske onun toparlandığını ve iyileştiğini anlamıştı.
"Bacaklarında ağrı var mı?" demişti. Koen ağzı dolu halde konuşmaya çalışarak elini bacağına koymuştu. "Çok sağlamlar!" demişti. Jeniske gülümsedi. "O zaman bugün biraz dolaşmaya çıkalım. Sana göstermek istediğim bir yer var. Akşama orada oluruz." demişti. Koen hızla başını salladı. Yemekten sonra kamp alanını topladılar. Jeniske bütün yükü tek başına taşıma konusunda ısrarlıydı. Koen'e bir şey bırakmayıp büyük çantayı sırtlamıştı. Tırmanışa geçmişlerdi. Çok dik olmayan yol uzun ama dağın her yerini yavaş yavaş görmeye başlamışlardı. Jeniske akşam gün batımına kadar orada olacaklarını söylemiş ve yol boyunca sohbet edip eski günleri anmışlardı. Bazen durduk yere sessizleşmişlerdi. Arada dinlenip manzarayı izlemişlerdi. Zirveye varıp yolun bittiği yere geldiklerinde hoş bir esinti vardı. Koen yorulmuştu ama manzaraya bakınca gözleri kocaman açıldı. Rüzgâr saçlarını savurup yorgunluğunu alırken yüzünde kocaman bir gülümseme belirmişti. Jeniske eşyaları indirip onun yanına doğru geldi. Bulutların çöktüğü dağın her yeri görülebiliyordu. Diğer iki tanrının yükseldiği zirve ve bütün otlaklar... Gün batımı etrafa hoş bir kızıllık katıyordu. Koen şaşkınlıkla etrafa bakarken Jeniske onun yanında dikilmeye başlamıştı. Ellerini arkasında birleştirmiş gülümseyerek, hayran gözlerle etrafı izleyen Koen'e bakıyordu.
"Gün batımını hiç bu kadar güzel görmemiştim!" demişti. Jeniske batıya doğru döndürdü başını. Güneş yavaş yavaş kaybolurken dalga dalga kızıl izler bırakıyordu gökyüzünde. "Güneşin doğup yükselip battığı en yüksek zirve burası. Yıldızlar en yakın, insanlara bir o kadar uzak!" demişti Jeniske. Koen ona doğru çevirdi gözlerini. Yeşil gözleri gökyüzünün kızıl rengini yansıtıyordu adeta.
"Jeniske!" demişti. Jeniske ona doğru başını hafifçe çevirdi. Gözleri durgundu. "İnsanları severdin sen!" demişti. Jeniske bunu duyunca gözlerini yere doğru eğdi. Ardından tekrar gün batımına bakmaya başladı. "insanlar nankör varlıklar Koen. Onlar için ne yapmaya çalışırsak çalışalım her zaman daha fazlasını istiyor. Üçüncü tanrının yükselmesini engelleyen onların bencilce istekleri olmuştu. Onu buraya bağlayıp onun mucizeler yaratmasını istediler. Dileklerini gerçekleştirmelerini istediler." dedi. Koen onun durgun sesinin rüzgâra karışmasının ne kadar hoş olduğuna dalıp gitmişti. Jeniske gerçekten büyümüştü. Bir yetişkin gibi mantıklı ve sakin düşünüyordu. Tıpkı alimler gibi sakin ve huzurluydu. Koen bir an için öldürdüğü insanları anımsadı. Yutkunurken çıkan ses dağda yankılanmıştı sanki. Kulaklarına bir çınlama doldu. Jeniske ona göz ucu ile bakmıştı.

"Jeniske!" demişti. Jeniske ona döndüğünde Koen mahcup halde başını eğmişti. "Ben katil olmak istemedim." diye devam etmişti. Jeniske gülümsüyordu. "Kimse istemez Koen. Kimse birisini öldürmek istemez. Buna mecbur bırakılıyoruz." demişti. Koen babasını öldürdüğü anı hatırladı. "O beni senden buradan çok uzağa götürecekti. Bunu durdurmak istedim. Bu olanların hepsi benim suçum!" demişti. Jeniske hafif bir tebessümle ona doğru birkaç adım yaklaştı. "Bunlar senin hatan değil. Bu olanlar bir hata değil. Hepsi olması gereken şeylerdi. Ama artık bunları durduracak kadar güçlendim. Gerçekten seni koruyacak kadar güçlüyüm. İnsanların seni asla anlamadığını düşündüğünü biliyorum. Onların seni anlamasına gerek yok. Ben seni anlıyorum. " dedi. Koen ona bakıyordu öylece. Hemen yanında dikilmiş manzarayı izleyen adama... Bir adım attı ona doğru. Tam önünde durmuştu. Jeniske her zamanki gibi ondan daha uzun, daha yakışıklı ve daha akıllıydı. Daha güçlü ve daha becerikliydi. Fakat bunları asla önemsememişti. Güçlüyse ikisi için güçlü olduğunu söylemişti hep. Mutluysa ikisi için mutlu olduğunu. Paylaşmaktan korkmayan birisiydi.

Parmaklarının ucuna yükselip nazikçe dudakları durgun düz dudaklar dokunmuştu. Jeniske’nin dudakları pürüzsüz ve oldukça sıcaktı. Gözlerini kapatma gereksinimi duymuyordu. O yeşil ve hem şaşkın hem mutlu gözlere bakmak istiyordu.
"Koen..." demişti dudaklarından ayrılan dudaklarla. Koen bir an için başını eğip geriye doğru birkaç adım attı. "Bunu sana sormadan..." Fakat beline dolanan kollarla kendini Jeniske'nin göğsüne bastırılmış halde bulmuştu. Bir süre öylece durduktan sonra Koen başını kaldırıp ona bakan gözlere baktı.

Gece yavaş yavaş siyah bir örtü olup dağın üstünü örtmeye başlıyor ve yıldızlar telaşla göz kırpıyor gibiydi. Koen yanına uzandığı adama göz ucu ile baktı. Öpüşmekten daha ilerisi ne olabilirdi ki... Sadece aklından Jeniske'nin gözlerindeki o ifade vardı. Daha önce görmediği o ifade. Şaşkın ve her an mutluluktan gülerken gözleri kısılacak ve dolacak gibi bir ifade. Ellerini başının altına yastık yapmış dümdüz uzanmış gökyüzünü izleyen Jeniske'ye bakmaya devam etti. Göğsü yavaşça inip kalkıyordu.
"Birazdan yıldızlar kaymaya başlayacak!" demişti. Jeniske. Koen göz göze geldiği adam bakıp utançla gözlerini hemen gök yüzüne çevirdi. "Yıldızların her yüz yılda bir ömrü doluyor ve onlar kayıp gidiyor. Yerini yenileri alıyor." dedi. Koen gökyüzüne bakmaya başlamıştı. "Babam eskiden onların ölmüş olanların iyi insanların gökyüzüne yükselmiş ruhları olduğunu söylerdi. "dedi. Jeniske hafifçe bir nefes verdi. "Doğru! Ömrü dolup yeniden doğmak için iniyorlar." diye ekledi. Koen kaymaya başlayan yıldızların etkisiyle bir an ellerini yukarı doğru kaldırdı. Yıldızlar gök kubbenin etrafından kayarken arkalarında ışıltılı bir beyazlık bırakıyor ve son defa parlayıp kayboluyordu. Heyecanla Jeniske’ye uzattı elini. Jeniske onun elini havada tutmuştu. Yıldızlar gök yüzünde kayarken Koen artık onları göremiyordu. Ona bakan bir çift yeşil göz daha parlaktı yıldızlardan. Dudaklarında hissettiği ufak dokunuşlar yıldızların yarattığı sarhoşluktan daha güzeldi. Üzerine doğru eğilmiş bedenin ağırlığı onu sanki daha derine doğru çekiyordu. Kalbi yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Göğsündeki elin bedenini tanımak istemesini ister gibi bacaklarına doğru kaydığını hissediyordu. Üç yüz adamı öldürürken yaşadığı o hissi bedeninde tekrar hissediyordu. Kontrolsüz ve bir o kadar zevk verici. Jeniske'nin gözlerinde gördüğü o şehvetli bakışlar bedeninde tanımadı bir duyguya sebep oluyordu. "Arzulamak..." demişti Jeniske. Gözlerini onun gözlerine dikip hafifçe gülümsemişti. "Bu kelimenin anlamı benim için çok derin Koen." diye kulağına doğru fısıldamıştı. Koen onun nefesindeki sıcaklıkla bedenin daha da irkildiğini ve bütün sinirlerinin uyarıldığını hissetmişti. "Seni hep arzulamış olduğumu bilmeni istiyorum." diye devam etmişti. Bakışları ona ait değil gibiydi. Şehvet ve ateş doluyu. Yeşil gözlerinin ortasında her şeyi yutup içine çekecek kadar büyümüş göz bebekleri onun gözlerine dikiliydi. Elinin birisi bacaklarının arasında gezinirken diğeri Koen'in elini sıkıca tutuyordu. Koen bedenine olan bu şeyi anlamıyordu. Sanki yanıyordu. Kasılıp kıvrılıyor ve onun kontrolü dışındaydı. "Jeniske..." demişti titreyen sesiyle. Yutkunamıyor ve dudakları hareket edemiyordu. Erkekliğinde dolaşan elin yarattığı garip his nefesini kesecek kadar onu heyecanlandırmıştı. "Korkmana gerek!" demişti Jeniske onu nazikçe öpüp. "İlk olacağını biliyorum ve nazik olacağım." demişti. Koen utançla kızaran yüzünü kapatmak için elini gözlerine doğru götürdü. Kuşağını açan elleri hissediyordu. Nasıl tepki vermeliydi. Daha önce birileri ile birlikte olan koruyucuların gece nöbetlerinde anlattıklarını düşündü. Kadınlar şehvet dolu çığlıklar atıyordu. Bedenleri kıvranıyordu. Bunları mı yapmalıydı? Erkek olduğunu anımsadı. Ne yapacağı konusunda nasıl bir fikri olmazdı. İstemsizce dudakları arasından bir inilti yükseldiğini fark etti ve elini gözlerinden çekip bakınca Jeniske'nin dudaklarının bacakları arasında dolaştığını fark etmişti. "olmaz..." derken sesi titrek ve kısıktı. Jeniske ona baktı. Yüzünde bir gülümseme vardı. Gözleri gece karanlığında parlıyordu. "Bana bırak kendini Koen." demişti. Tecrübeli birisi gibi konuşuyor ve hareket ediyordu. Koen kalbini yerinden çıkaracak bir hisle bedeninin irkildiğini hissetti. Kuşağı çözülmüş ve panolunu artık bacaklarında değil kenarı doğru fırlatılmıştı. "Jenis..." diyebilmiş ve ardından kendinin bile tanımadığı bir inleme duymuştu. Erkekler kendi erkeklik organları ile hep oynadıklarını bilirdi. Onlar için bu durum gayet normaldi. Birkaç dakika sürer ve dikleşmiş olan penis geri inerdi. Fakat bu öyle değildi. Sanki asla içinde birikeni dışarı atamayacak gibi hissediyordu. O ince dudaklar ve sıcak dili hissettikçe nefesi hızlanıyor bedeni kasılıyordu. Ellerinin Jeniske'nin saçlarına gittiğini bile fark etmedi. Nefesi kesik kesik konuşuyordu. "Boşalmama izin ver!" demişti. Jeniske gülümsüyordu. Kıvrılan ve sıkışan dudakları hissediyordu. O vicdanlı adam yerini şehvete aç bir canavara bırakmış gibiydi. "Şimdi değil Koen." demişti. Doğrulup ona bakan yüze bakıp üzerine doğru tırmanmıştı. "Bu ilk seferimiz. Beraber yapmalıyız." demişti. Koen kasılmaktan kramplar giren bedenin üstüne çöken ağırlıkla geriye doğru tekrar devrilmiş. Bacaklarını yukarı doğru kaldıran Jeniske'ye utançtan kızaran yanakları ve zevkten dolmuş gözleri ile baktı. Jeniske gülümsemişti. "Gevşemen gerek." derken kalçasında hissettiği elle irkilmişti. Bunca şeyi dağda öğrenmiş olamazdı. O daha önce yapmış olmalıydı. Koen bunları düşünmeyi bıraktı bir anlığına. Arkasında hissettiği o kalın şeyin Jeniske'nin erkekliği olduğunu anladığında gözleri kocaman açmıştı. "Orası..." kelimeleri acılı bir iniltiye karıştı. "Sorun yok bana bırak kendini." demişti Jeniske. Üzerine doğru eğilirken Koen daha da ileri giden erkekliğin sertliği ile kasılmıştı. "Beni sıkıştırmayı bırakmazsan canın acıyacak!" demişti Jeniske. Koen'in bir eli onu göğsünden itekliyordu. Bacakları iki yana açılmış Jeniske'nin çıkmasını istiyordu adeta. "Koen..." dedi Jeniske yumuşacık sesiyle. "Gözlerini aç!" diye devam ederken Koen onun ılık nefesini yüzünde hissediyordu. Ardından dudaklarında hissetti o nefesi. "Hareket etmeyeceğim. Bana bak!" demişti. Bu daha acı vericiydi Koen için. Gözlerini yavaşça araladı ve elini çektiğinde Jeniske onu nazikçe birkaç defa öptü. Ardından Koen'in bu öpücüğe karşılık vermeye başladığında biraz daha ileri gitmek istedi. Hızlı olmuştu. Koen acıyla tırnaklarını onun sırtına geçirmiş ve boynuna doğru derin derin soluyordu. Jeniske alışması için bekledi ve biraz sonra hareket etmeye başladığında düzenli nefesin tekrar kesik kesik gelmeye başladığını hissetmişti. Kulağındaki o sıcak nefesin ve sırtını parçalayacak kadar derine batan tırnakların verdiği acı değildi hazdı. Koen'in nefesi yerini hoş bir inlemeye bıraktığında artık bedenini hareket ettiriyordu. "Arzuluyorum..." demişti. Sesi o kadar sıcak ve kesikti ki Jeniske onu görmek için omuzlarından tutup yere yatırdı. İleri geri giderken ona bakan adamın baygın gözlerini izlemek ve ısırılmaktan kızarmış dudaklarını öpmek bu anı daha hassas ve zevk dolu yapıyordu. "Geliyorum..." dediğinde Koen onu bacakları ile sarıp kendine doğru çekmişti. İlk seferleri beraber ve doğru olmalıydı. Çıkmasına izin vermedi ve dudaklarına yapışmıştı. O gece yıldızlar kayarken ikisi için yaşadıkları en güzel gece başlamıştı. Koen'i Jeniske'ye ve onu Koen'e bağlayan son halkaydı. Birlikte omuzladıkları hayatı tekrar en yükseğe çıkarmak için verilmiş bir söz gibiydi...

Ve o gün geldiğinde iki sene sonra yine o mağaranın o tepenin aşağısında kılıç sesleri, yayların gerilip gerilip salınmasından çıkan çınlama sürerken mağaranın ağzında Jeniske onu görmüştü. Sırtından girip göğsünden çıkan kılıcın çeliğinde parlayan kızıl kanın verdiği acı... kılıç çekilip ardında yere yığılmış o bedeni bıraktığında Jeniske'nin çığlığını duymuşlardı. Ve dağ birden homurdanıp kımıldanmaya başlamıştı. Adeta o çığlıkla uyanmış gibiydi. Koen ona doğru koşan adamı görmüş ama kalbinden bedenine yayılan acı gözlerini kapatmaya zorluyordu. Eli göğsüne gitmişti. İkinci defa soğuk kanla bulanmış çeliğin göğsüne girdiğini hissettiğinde dudakları kımıldanmıştı. Bir şeyler söylemeye çabalar gibiydi. Kan dudaklarından çenesine doğru akıp kelimeler boğulurken son gördüğü şey yeşil gözlerin kızıla dönmesi ve kargaların çığlık çığlığa etrafı sarmasından önce başlayan rüzgârın uçuşturduğu simsiyah tüylerdi.

...

"Seni seviyorum..." diye fısıltı duymuştu mağarada Jeniske. Üç gündür uyuyan sevgilisinin bedenin kımıldandığı ve derin bir nefesle gözlerini açtığını görmüştü. Bağdaş kurduğu yerden göz göze geldiklerinde gülümsemişti.
"Ne zamandır uyuyorum?" diye sormuştu Koen. Jeniske onun gözlerindeki o tanıdık ifade ile gülümsemişti. "Üç yüz yirmi yıldır Koen!" demişti.

 

 

 

 

Bölüm Yedi

3. Klan Bölgesine Doğru

Koen doğrulmuş elini göğsüne koymuştu. Derin derin nefes alıyordu. "Bir rüya gördüm..." dedi. Jeniske oturduğu yerden kalkıp onun yattığı şilteye doğru geldi ve oturdu. Elinde tahta bir kap içinde biraz su vardı. Koen o tanıdık ve bir o kadar hatıralarda kalmış yüzüne baktı. Elini alnına koydu. "Rüya değildi değil mi?" dedi. Jeniske gülümseyip ona baktı. "Değildi. Hepsi gerçek ve senin anılarındı. " dedi. Koen ona bakan adama baktı ve yüzünü ekşitti. "Peki ben ne oldu da öldüm? Bunun için özür dilemiştin. Senin hatan olduğunu söylemiştin. Niye?" dedi. Jeniske onu baştan aşağı süzdü. "Kaybediyorduk. Hisar çok güçlü bir şekilde bize saldırmaya başlamıştı. Günlerce haftalarca sınırı koruduk ama sonunda düştü. Tanıdığımız herkes ölmeye başladığında kalanları alıp Üç Tanrı'nın yükseldiği yere götürmek istedin. Kabul etmek zorunda kaldım. Mağaraya onlar geldiğinde dağın gücünü serbest bırakacaktım ve mağara dışında yaşayan her şey karanlıkta yanıp gidecekti. Ve başaramadık Koen. Onları getirme işini sana bıraktım. Fakat hızlı olamadım. Onları yolda kaybettin ve tek başına yaralı şekilde döndün. Mağaraya giremeden seni öldürdüler. Ve bende bütün orduyu dağa yuttu." dedi. Koen ona bakıyordu. Bu kadar güçlü müydü? Kocaman bir orduyu yok edecek kadar.
"Peki sonra..." dedi. Jeniske bunu duyunca gülümsedi. "Günlerce burada kaldım. Günlerce fırtınaların dinmesini ve tekrar bahar gelmesini diledim. Ve sonra... Bahar geldiğinde burada öldürdüm kendimi. Bu suya kanımı akıtıp üç dilek istedim Koen. Onların benden çaldığı seni ve yuvamı tekrar kurtarmak için." dedi. Koen hala kafası karışık halde oturuyordu. "Buraya giremiyorlar..." demişti. Jeniske başını iki yana salladı. Frange krallığı üzerinden buradaki bütün enerjiyi çalıyorlar. Siyah ve Beyaz kule burada üç tanrının enerjisi ile yeni efsuncular ve yaratıklar yapılmasını sağlıyor. Bu sayede dengeyi sağlayacaklarını düşünüyorlar. Kralların ve o büyülü güçlerde doğan prenseslerin özü buradan çıkarılıyor. Ve ben bunları durduracağım." demişti. Yeşil gözlerine dolan kan ve gülümsemesinin korkunçluğu ile Koen şaşkınlıkla kalmıştı. "Burası Hisar’ın dokunmayacağı kadar kutsal!" dedi. Jeniske gülmüştü. "Kutsal olanı yok ettiler ve kendileri için birer madene çevirdiler. Üç yüz yıldır burada dağın bütün can damarlarını sömürdüler. Benim kutsal olan sözümü tutmamı engellediler. Onlar birer katil... birer canavar ve onlar yalancı Koen..." diye ekledi. Koen düşünüyordu. Orada olanları ve bu anlatılanları gördüklerini düşünüyordu.

"Sen beni diriltebilecek kadar güçlüydün? Neden onların tarafımda doğmama izin verdin?" demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Seni çağıracak kadar güçlü değildim. Sen ruhunda karanlığı saklayan bir iblis olarak görülüyordun Koen. Seni tanrılar çağıramazdı. Ancak iblisler çağırabilirdi." dedi. Koen birden elini göğsüne koydu. "Bu kan taşı yüzünden mi oldu?" dedi. Jeniske başını iki yana salladı. "Bilmiyorum! O yıldızlı geceden sonra ruhundaki bir şey uyandı. Sanki başka bir sen vardın. Savaşırken gözü dönmüş bir yaratığa dönüşüyordun. Hızlı ve kimseye acımayan bir katil!" demişti. Koen aşağıda yaşanılan katliamı hatırladı. O Frange paralı askerlerinin başına gelenleri. Gözleri kocaman açılmıştı. "Merhametini kaybetmiyorsun Koen. Sadece karşına çıkan ve sana saldırana saldırıyorsun. Aşağıda sana saldırmaya kalktılar. Ve sende onları öldürdün. Bu doğanın kuralı. Kendini korumak zorundasın." demişti. Koen kaşlarını çattı. "Bu gördüklerim ve anlattıkların doğru ise ne yapmayı planlıyorsun?" demişti. Jeniske gülümsedi. "Tekrar bu dağı almayı ve özgürlüğün hala mümkün olduğunu bütün o krallıklara göstermek Koen. Ölmüş olan ailelerimizin ruhları bizimle. Binlerce karga oldu ve burada savaşıyorlar bizimle. O gördüğün simsiyah toprak onların kanıyla ıslandı. Ve şimdi onlar... Onlar intikam istiyor." demişti. Koen ayağa kalkmak için doğru. Fakat bedeni uyuşuktu. Olduğu yerde biraz kımıldanıp Jeniske'ye döndü. "Hisar tahmin edemeyeceğin kadar güçlü. Krallıkları ve orduları var. Onunla birkaç tane iblis karga ile savaşamazsın." dedi. Jeniske gülmüştü. "Tek başıma değilim Koen." dediğinde mağaranın öteki tarafından öksürük sesi gelmişti. Koen başını korku ile çevirince Frange'de karşılaştığı kralın eli gülümsüyordu orada. Koen şaşkınlık ile ona bakıyordu. "Sen!" demişti. Adam gülümsedi. "Tilki Koen! Daha önce düzgünce tanışamadık. Karga Liderin seni gerçek benliğine çevirene kadar da tanışmamamız iyi olurdu." dedi. Koen şaşkınlıkla bakıyordu. Jeniske ayağa kalktı. "Frange kralı ölü. Fakat bunu Hisar bilmemeli. Başka yerlerde kılık değiştirmiş çok casusumuz var. Birkaç seneleri boş boş dağda oturmuyorum. Hisar'ın zulmü ve baskısı altında kalmış özgürlük isteyen herkesi toplamaya çabalıyorum. Taktığım bu demir maske sadece dağda beni görenleri şaşırtmak için. Bu sayede Hisar'ın hükmü altındaki topraklarda özgürce dolaşabiliyorum ve müttefik topluyorum. Uzun bir aradan sonra ilk defa tekrar dağa geldim. Seni buraya gönderdiklerin haberin geldiğinde ..." dedi. Koen nasıl bir durumun içinde olduğunu bilmiyordu. Planın korkunçluğu ve gücün büyüklüğüne hayran kalırken Hisar'ın ne kadar güçlü olduğunu biliyordu.
"Peki o gönderilen suikastçılar?" diye sorduğunda Frange Kralının eli cevap verdi.
"Hepsi senin yaptığın gibi paralı asker ordusuna katılmak istedi. Ve dağın eteklerini çıktıklarında boğazları uyurken kesildi."

"Atımı almak istemeniz!"

"Sadece doğru kişi sen misin denemek istedik. Oyundu."

"Bütün Frange halkı bu oyuna dahil mi?"

"Evet! Aslında kralın öldüğünü üst merciler dışında kimse bilmiyor. Ama Frange halkı dağlarda çalışmaktan bıkmış durumdaydı bu yüzden bu devrime katılmak istediler."

"Kralı siz mi öldürdünüz?"

"Hem evet hem hayır. Kendi kızı tarafından boğuldu. Kızının bizim tarafımızda olması bu cevabı evet yapar sanırım."

"Peki Hisar olanları öğrenirse?"

"Hisar'ın gözcülerinin görmesini istediğini gösteriyoruz. Senin gördüğün şehri." dedi. Koen bunu duyunca olduğu yerde sersemledi. "Onca ordu hazırlığı, korkaklık bildirileri hepsi aslında Hisar'a karşı ordu hazırlamak için. Ve dağa gidip dönmeyenler..." Jeniske onun omzuna elini koydu. "Hepsi burada eğitim alıyor. Büyü ve dağın gücünü öğreniyor. Ondan bir parça alıp güçleniyor. Büyük bir orduyu gözlemek için yaratılmış bir paravan Frange ile olan savaş." demişti. Koen omzundaki elin dokunuşu ile titremişti. Jeniske'nin dediklerini duyduğunda ise başını ona çevirip kalmıştı. "Hisar'ın hiçbir şeyden haberi yok! Babam..." Jeniske birden ona bakmıştı. "Baban üç yüz sene senin tarafından öldürüldü Koen. Seni büyüten o adam o savaşta önlerde savaşan bir efsuncuydu. Seni ve ailemizi öldürenlerin tarafında bulunan bir katildi. “Dedi. Koen onun dedikleri ile tekrar olanları hatırladı. Elini alnına götürdü. "Şey biraz olanları anlamam için zaman vermelisin. Temiz hava almam gerek." dedi. Frange kralının eli olan Tavi durduğu yerden çıkışa doğru yürümüştü. "Fırtına dineli iki gün oluyor. Kampa çıkmak için atlar hazır!" dedi. Çıkışa vardığında Koen üstünü örten örtüyü çekti. Jeniske ile aynı yere bakıp kalmışlardı.

"Sanırım biraz heyecanlı şeyler hatırlamışsın." demişti. Koen örtüyü tekrar örttüğünde Jeniske gülümsedi.

"Eğer istersen onu indirmene yardımcı olabilirim." demişti. Koen utançla kızaran yüzünü saklamak istedi. Ve sesi hırçınlaştı. "Sadece beni bir süre rahat bırak." demişti. Jeniske ise arsızca gülümsüyordu. "Neler yaptığımızı her ayrıntısına kadar hatırlıyorum. Ve sende hatırlamışsın. Bu gördüğüm şey beni rahatlattı. Bir an için sadece beni öylesine öptüğün birisi olarak hatırlayacaksın sandım." demişti. Koen onun kalkması ile kenarı doğru çekildi. "Şunu bilmen gerek. Bir Hisar Suikastçısı asla evlenemez ve birisi ile birlikte olmaz." demişti. Jeniske kendisine sadakat kanıtlamaya çabalayan Koen'e döndü. Gülümserken gözleri kısılmıştı. "Bu demek ki bakir bir bedene sahipsin. Bunun ikinci defa yaşanacak olması beni çıldırtacak. İkinci defa ilkin olacak..." derken gülmüştü. Koen bel altı konuşma konusunda dili arsız Jeniske'ye baktı. "Yasak olduğunu söyledim ama yapmadığım anlamına gelmiyor bu!" demiş ve yalan söylerken kızaran kulaklarını saklayamamıştı. Jeniske onu sıkıştırmayı hep sevmişti. Utandırmaya bayılırdı onu. Yüzünün kızarması ve sesinin titremesi hep hoşuna gitmişti. O zaman daha çekici ve sevimli oluyordu. Geri sedire doğru bıraktı kendini. Koen'in tam önüne oturdu. Yüzünü ona doğru uzattı. "Eminim öyledir..." demişti. Koen ona bakarken kaşlarını çatmıştı. Jeniske eğilip onunla burun buruna gelmişti.

"Yardımcı olmak için can atıyorum. İzin vermeyecek misin?" demişti. Koen bir an ona bakıp kaldı. Ardından başını iki yana salladı. Ve Jeniske yüz yıllardır duymak istediği o sesten o ismi duydu.

"Jeniske..." demişti. Bir an durdu. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Sersemlemişti adeta. "Yüz yıllar sonra tekrar söyledin." demişti. Koen ona bakıp kaldı. Bu adı söylemek bu kadar güzel olamazdı. "Lütfen bir kez daha duymama izin ver!" dedi. Koen içine düştüğü boşluktan çıkıp onu geriye doğru itekleyip. "Beni rahat bırakırsan söylerim. Çık hadi." dedi. Jeniske eski formuna döndü. Sırttı. "İçeri kimsenin girmemesini sağlarım. İhtiyacın olursa seslen. Ve beni hayal et!" demişti. Arsızca gülüp çıkmıştı. Dışarda atlı adamlar vardı. Jeniske dışarı çıkınca Tavi ona doğru yürüdü.

"En iyi yirmi adamımı dilim dilim doğradı ve bunu Hisar girdi. Bir şeylere uyanmaları an meselesi olabilir." demişti. Jeniske ona bakıp gülümsedi.
"Tavi çok endişelisin. O sadece iç güdüleri ile hareket etti. Derin bir uykudaydı ve buna rağmen en iyi adamlarını uykudayken dilim dilim doğradı. Koen bu dağın kötü ruhunun bir parçasını vücudunda taşıyor. Onu iyileştiren ve tekrar bu dünyaya getiren şey o. O dengeyi sağlayacak kişi aslında. Her beyazlıkta biraz siyahlık olmalı. Haksız mıyım? Evrenin ve bu dünyanın dengesini sağlayan şey bu değil mi?" demişti. Tavi derin bir nefes aldı. "Senin mantığınla bakarsak Hisar'ın içinde de bir parça iyilik aramalıyız." demişti. Jeniske elini onun omzuna koydu. "Siz! Onun içindeki iyilik siz oldunuz. Karanlık tarafta değil bu tarafta durmayı tercih ettiniz. Sen de Hisar tarafından yetiştirilmiş bir adamsın Tavi. Ve şu an nerede olduğuna bak!" dedi. Tavi susmuştu. Haklıydı Jeniske ve yapabileceği tek şey onu dinlemek olacaktı. O geleceği görüyor gibi konuşuyor ve her şeyi o kadar planlı götürüyordu ki... Hisar o ilk dirildiğinde onu fark dahi edemedi. Ancak son iki senede onun varlığını hissetmişti. Jeniske derin bir nefes alıp gülümsedi. "Büyük bir savaş dağdan inecek ve bunu fark ettiklerinde her şey için çok geç olacak. Unutma Tavi ben bu dünyada bir defa öldüm. İkinci defa beni öldürmek için bu dünyanın ateşler içinde yanması gerekecek." demişti. Gözlerine çöken kızıllık ve sinsi gülümsemesi onu korkutucu yapıyordu. Koen mağaradan çıktığında Jeniske eki haline dönmüş ve ona doğru yürüdüğü sıradan Koen onu bekleyen atını görüp oraya doğru hızlı adımlar atmıştı. "Atım hala hayatta mı?" demişti. Tavi güldü. "Onu fırtınada bulduk. Geri dönmek yerine gelmeni bekleyecek kadar sadık bir attı. Burada bırakamazdık." demişti. Koen bekleyen adamlara ve ona doğru gelen Jeniske'ye baktı. Atına atladı. Gözlerini fırtınanın dindiği ama havanın hala griliğini bırakmadığı Dağa çevirdi. Burası artık ona yabancı gelmiyordu. Sanki sadece eksikleri var gibiydi. Atının yularına asıldı ve ayağıyla vurduğunda at koşmaya başlamıştı. Yolu biliyor gibi atı sürmeye başlamıştı. Diğerleri arkasından yetişmek için hızlanmıştı. Aşağı doğru iniyordu. Buraları biliyordu. Topraktan gelen o koku yabancıydı. Kan kokusu buraya ait değildi ama burası onun eviydi. Daha önce üçüncü savunma hattı olarak kullanılan kabilelerin birleştiği yere o kadar hızlı varmıştı ki atı soluk soluğa kalmıştı. Trajedinin boyutu ile o zaman karşılaşmıştı. Hâkim tepeden aşağı doğru baktığında kurulu kamp alanında insanlar vardı ancak daha ileride oyulmaya başlanmış ev darmaduman olmuş madenleri gördü. Kaşları çatılmıştı. Atının yularını tutup aşağı doğru inmeye başlamıştı. Kampa yaklaşırken bir boru sesi duydu. O aynı sesti. Kampa birileri yaklaştığında öten o haber borusu. Sesi hala aynıydı. Jeniske ve diğerleri ona yetişmişti. Koen kamp sınırına geldiğinde bir grup adam ona bakıyordu. Koen gözlerini kıstı. "Koruyucu kılıçları taşıyorlar!" demişti. Jeniske atından indi. Onun da inmesini bekledi. "Hisar'dan kurtarabildikleri bunlar." demişti. Koen kaşları çatılmış halde askerlere baktı. "Onlar koruyucu olmayı hak edecek ne yaptı ki?" demişti. Jeniske onun dürtülerinin uyandığını fark etmişti. "Dağı koruyorlar Koen. Bu kadar gaddar eleştirme." demişti. Koen göz ucu ile heyecanla gelenleri karşılayan adamlara baktı. "Koruyucu kılıcını almak onur işidir. Bunu sende çok iyi biliyorsun. Bir zafer kazanmalı ve ilk damganı almalısın. Bu adamlara damga kuralını dahi öğretmeden onlara atalarımızın şerefini mi verdin. Bu çok aptalca!" demişti. Jeniske onun neden huysuz davrandığını anlamaya çabalıyordu. Koen birden dikilen bir gencin üstüne doğru gitti. Burun buruna durduklarında Koen onun belinde asılı olan hançeri çekip aldı. "Bu Klan lideri tarafından bana verilen ikili hançerin eşi. Peki diğeri kimde?" demişti. Birisi belindeki hançeri tutup öne doğru çıktı. "Bende ve bu Karga lider tarafından bana verildi." demişti. Jeniske onun neden huzursuz olduğunu anlamış ve gülmüştü. Koen ona doğru hızla adım attı ve bir yumrukla onu geriye doğru itip belindeki hançeri aldı. Sağ ve sol bacağına sarılı olan iki hançer kabzasından gümüşten özel dövüle hançerleri çekip onlara doğru attı. Yerine kendi eski yüz yıllardır bu dağda korunmuş hançerlerini taktı. İki koruyucuda şaşkındı. Jeniske omuz silkti. "Biliyorsunuz ki o hançer üç yüzden adamın canın aldı. Onun için kıymetli." demişti. Koen onun dediklerini duyunca döndü. "Bunlar mirasımızdır." demişti. İçeri doğru yürürken Koen eski kamp alanına hiç benzemeyen yerleşkeye bakıyordu. Klan liderlerinin kaldığı merkezde komuta çadırları vardı. Hepsi madenlerden çalınmış ve buradaki çoğu kişi madenlerde çalışan insanlardan oluşuyordu. Koen etrafına baktı. "Sanki o çadırın içinde..." Jeniske onun sözünü bitirmesine izin vermedi. "Maalesef Koen. Hiç kimse artık yaşamıyor onlardan. Sadece sen ve ben..." demişti. Koen bunu duyunca yutkundu. "Biliyorum sadece oradan çıkacaklar ve zırhlarına vurup zafer için maniler bağıracaklar gibi geldi." demişti. Jeniske derin bir nefes aldı. "Karnın acıkmış olmalı. Çoktan yemek hazırdır. Girelim mi?" demişti. Çadıra doğru yürüyüp kapı perdesini kaldırmış ve onu beklemişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sekiz

Ölüm ve Uyku

 

"Sözlerle sarf edilen şey gerçek değildir. Eğer bir şeyin gerçek olması ve onun hissedilmesini istiyorsan o zaman yaşatacaksın. Yaşamak bu yüzden önemli Koen. Eğer sen bir şeyi yaşatmak istiyorsan yaşamak zorundasın. Bir şeylerin sadece sözlerden ibaret olmadığını bilmelerini istiyorsan bunu yapmak zorundasın. Sevgi ve nefrette böyle bir şey. Sadece sözlerde bulunan nefret gerçek değildir. Sadece sözlerle sarf edilen sevgi gerçek değildir. " Jeniske bunları söylerken büyük masadaki parşömenleri karıştırıyordu. Koen oturduğu yerden çadırı inceliyordu. Baş başa yemek yemişlerdi. Bir tahta benzeyen taştan oyulmuş yer vardı. Köşede tek kişilik yatak ve bir yemek masası. Yer bomboştu. Oturduğu sandalyeden Jeniske'nin ne aradığını anlamaya çalışırken sormuştu ona. "Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye. Jeniske ona cevap vermekle meşgulken bir yandan hala o dağınıklık içinde bir şeyler arıyordu. Zırhı çıkınca üstünde simsiyah sallanan bir cübbe kalmıştı. İnce beyaz gömleğinin rengi artık gri ve saçları yağlıydı. Gözleri yorgundu.
"Peki Jeniske nefret ve sevgiyi nasıl sözlerin ötesine bir eyleme çevirmek istiyorsun?" Jeniske bu soruyu bekliyor gibi dönmüştü. "Nefret ve sevgi aynı şeydir Koen. İkisi de uç noktalarda zehirli duygulardır. Eğer birisi ağır basarsa siyah ya da beyaz olmak zorunda kalırsın. Ben ikisini de dengede tutmak istiyorum. Gücü sağlayan şey bunlardır. Gücün dengede olmasını sağlayan şeylerdir. " dedi. Koen onun bir felsefeci gibi konuşmasını hayranlıkla izliyordu. Tıpkı alimler gibi konuşuyor ve her kelimesi net şekilde dudaklarından dökülüyordu. "Sen bu nefreti ve sevgiyi nasıl dengede tutuyorsun?" demişti. Jeniske bulduğu kâğıda baktı ve onu özenle boşattığı yere açtı. "Buraya gel görmeni istediğim bir şey var!" demişti. Koen oturduğu sandalyeden kalkıp yanına doğru yürüdü. Bir harita idi masada açılı olan. Derinin üzerine dövülerek işlemiş eski bir harita. Hisar’ın haritacılarının çizdiğinden bambaşka bir harita idi. Dar boğaz denilen bir yer vardı. Haritanın en üstünde ise. "Sen ve ben daha bu dünyada var olmamışken bu dar boğazın ötesinde bir öykü anlatılırmış. Bir Beyaz Gelincik ve Kara Kurt öyküsü. Rahom ve Bir Ung Prensinden söz edilirmiş. Rahom ‘un öyküsünü bilir misin?" demişti. Dar boğazın ötesi bilinmeyen bir dünya idi. Koen başını iki yana salladı. "Daha önce duymadım." dedi. Jeniske elini haritaya sürdü ve yanında duran adama baktı. "Bu haritayı oraları gören bir keşiş çizmiş. Ve bir öyküden söz etmiş. Saf sevgi ve saf nefret. " Koen gözleri büyülenmiş gibi kocaman açılmış ona bakıyordu. "Rahom sevginin ve nefretin ne demek olduğunu bilmeyen insanlardan uzakta yaşayan bir bilge imiş. Kara Kurt ise saf nefreti içinde taşıyan bir savaşçı imiş. İşgal ettiği topraklarda yaşayan tek bir canlı bırakmayacak kadar güçlü bir yarı tanrı imiş. Rahomla yolları kesişip onu gördüğünde nefretini söndüren bir güzellik ile karşılaştığını anlamış. Ona öyle saf âşık olmuş ki nefretini dengeleyen bu kişinin dünyada en güçlü ve büyük kişi olmasını istemiş. Ve içinde gizlediği tutkuyu dışarı çıkartması için Dar Boğazın ötesinde büyük bir maceraya atılmışlar. Ne olursa olsun ona dünyayı öğretecek ve sevginin anlamını bulacaklardı. Rahom ve ikisi kanlı savaşlara girmiş ve nefretlerini arttırıp tanrılara kadar nefretleri uzanmış. İkisi de çok güçlü ve yenilmezmiş. Ama asıl onları sonsuza dek bir arada tutan ve bu gücü sağlayan şeyin nefret olmadığını sadece tanrılar görmüş. Rahom ve Savaşçı birbirlerine öyle aşıklarmış ki bu aşk ikisinin de içindeki nefreti dengeleyecek ve birer yaratık olmaktan kurtaracak kadar güçlü imiş. Rahom'u görenler onun saf güzelliğine hayran kalırken savaşçıyı görenler onun acımasız gücüne hayran kalıyormuş. Birisi siyah birisi beyazmış. Ve ikisi bir araya geldiklerinde siyah ve beyazın dengesi ile gittikleri yere ölümle beraber özgürlük getiriyorlarmış. Savaştıkları kişiler saf nefretin tohumları olmaya başlamış ve bir gün bu savaşı sonsuza dek kazandıklarında tanrılar ikisine öyle hayran kalmış ki onlara ölümsüzlükle beraber yanlarında bir saray verip göklere davet etmişler. Dünyada göremeyecekleri serveti ve gücü sunmuşlar. Fakat birisi iyiliği birisi kötülüğü yaşatmaya çalışacakmış. Fakat onlar kabul etmemiş. İnsanların bizlerin dünyasında kalıp burada gece ve gündüzün dengesi olmak istemişler. Prenslikleri, sarayları reddedip sevgilerini büyütmek istemişler. Tanrılar yine hayran kalmış. İkisinin gücü dengede tutmak için bir arada kalma arzusuna hayran kalıp onlara huzurlu ve birlikte uzun bir hayat vermişler. Ve bu masal öyle büyümüş ki bu haritayı çizen keşiş bu masalı buraya getirmiş. Dağlara kadar taşımış öyküyü. Gücün dengede olması gerektiğini ve bunun sadece siyah ve beyazın nefret ve sevgiyle yani ikisini bir arada tutan aşkla bir araya gelmesi ile mümkün olacağını anlatmış. Bu keşiş bu masalı kimse unutmasın diye bu haritadan kopyalar yapıp arkasına yazmış. Çünkü ona Dar boğazın ardından bu öyküyü taşıması için bu masalın unutulmaması için bir görev verilmiş." dedi ve haritayı çevirip arkasındaki antik yazıyı gösterdi. Koen hayranlıkla yazıya bakıyordu. "Onların dengesini sağlayan şey aşk mı olmuş yani?" dedi. Jeniske başını salladı. "Sevgi ve nefret çok güçlüdür. Ama tek başına bir insanı öldürebilir. Binlerce insanı felakete sürükleyebilir. Fakat ikisinin bir arada olması mucizeler yaratıp tanrıların bile kıskanacağı bir dünya yaratmayı sağlar." Koen bunu duyunca ona döndü. "Peki tanrılar kıskanıp onları yok etmek istememiş mi? Ayrı koymak ve bu dengenin iki fani için uygun olmadığını söylememişler mi?" dedi. Jeniske gülümsedi. Ona doğru bir adım attı. "Tanrılar insanları onlara hizmet etsin diye yaratmadı Koen. Bu dünya üzerinde var olan enerjiyi dengede tutmaları için yarattı. Ve bunu başaranı ödüllendirmek isterler. Hisar bunu başaracağını söyledi. Fakat yüz yıllardır güç dengesini kendi elinde toplama çabasına girdi. Her krallığın altında yatan güç bir kişinin kontrol edemeyeceği kadar büyük. Tıpkı benim bu dağı kontrol edemeyeceğim gibi. " demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. "Peki senin tarafın ne Jeniske? Nefret mi? Sevgi mi?" dedi. Jeniske gülümsedi. "Nefret Koen. Ben bu dünya ve bu insanlardan onların aptallıklarından nefret ettim. Onların anlayışsızlığından, hor görmelerinden nefret ettim hep. Üç yüz yıl önce de nefret ettim. Şimdide nefret ediyorum." dedi. Koen ona biraz daha yaklaşan Jeniske'nin gözlerine bakmak için başını kaldırmıştı. "Ben sevgi mi oluyorum?" dedi. Jeniske başını kaldırıp gülümsedi. "Saf ve masum sevgi senin doğanda var Koen. Bu kadar acımasız olmanın sebebi senin sevgini har görmeleri oldu. Sevdiğin insanlar için ölümü bile göze aldın. Sevdiğin insan senden uzaklaşınca kendini tatmin etmek için öldürmeyi seçtin. Sevgi de nefret kadar tehlikeli ve aslında onunla aynı tohumdan filizleniyor." demişti. Koen şaşkındı. Jeniske gittiği için koruyucu olduğu gerçeği aklına gelmişti. Başkalarının hayatlarının koruma çabasını düşündü. Ve bunun için can almak... "Biz bir arada olursak Koen bu dağın dengesini koruyup onu kullanıp gerçek dengeyi sağlayabiliriz. Dağ nefret ve korku dolu. Ben de nefret ve korku doluyum. Bu yüzden seni bekledim. Bu yüzden hiçbir şey yapmadan dönmeni bekledim. Çünkü beni durdurabilecekte harekete geçirebilecekte tek kişi sensin." demişti. Koen öylece kalmıştı. Bir eli ile masadan tutunuyordu. Burun buruna geldiği adama bakıp kalmıştı. "Tanrılar bu dengeyi kadın ve erkek arasında kurdu Jeniske. Ben sanmıyorum ki..." Jeniske onun dudaklarına bir santim uzaktı.
"Rahom bir erkekti. Ve savaşçı da öyle. Onları kabul ettiler Koen. Tanrılardan korkma. Onlara ibadet et ama korkma. Onlar bizleri birer ruh olarak görüyor. İnsanların koyduğu cinsiyetler içinde görmüyor. Onlar sadece bizi birer ruh olarak görüyor..." demişti. Koen dudaklarında hissettiği dudaklarla gözlerini kapatmıştı. Bu sıcaklık hep çok yakın gibiydi. Hep tanıdık gibiydi ama sanki yüz yıllar öncesine aitti. Gözlerini açtığında Jeniske ona bakıyordu. "Korkmana gerek yok Koen. Ben burada olacağım. Ve bir kez daha ölmene izin vermeyeceğim. Eğer yaralanırsan orada olup yaralarını kapatacağım. Ağlarsan göz yaşlarını silmek için orada olacağım. Lütfen benden uzak kalma. Ben seni yüz yıllarca tekrar görmek için bekledim. Beni kendinden uzaklaştırmandan korkuyorum ve bunu yapma." dedi. Koen adeta ruhunu gören adama bakıp kalmıştı. Nedensizce gözleri dolmuştu. Boğazına düğümlenen sözcükler vardı. "Sadece zaman ver..." demişti. Jeniske gülümsedi. "İstediğin kadar. Seni yüz yıllarca bekledim yine beklerim. Bu kurduğum savaş oyunu sadece seni tekrar kazanmak için. Ve ben bu savaşı kazandığımda seni tekrar kazanacağım. Bunca insana sadece sana tekrar ulaşmak için yardım ediyorum. Onlar sana giden yolun taşları Koen. Yüz yıllar önce bu taşlar yok olup gitti. Ama şimdi buna izin vermeyeceğim. Yarım kalmışlıkların hepsini tamamlayacağım. Her şeyi seni tekrar gülümserken görmek için düzelteceğim. Sen benimle olursan ve bu yolda sana ulaşmama izin verirsen her şey daha güzel olacak." dedi. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Bu kadar çok sevilmek... Bu sevgiyi ona nasıl bin ateş unutturmuştu. Nasıl üç yüz yıl onun bu sevgiyi unutmasına neden olmuştu? Elini masadan çekip uzattı. Jeniske'nin saçlarına dokunmuştu. Yumuşak ve düz kuzguni saçları okşadı. "Sadece anlamam için zamma ver bana. Sana ve nefretine eş olmama için görmeme izin ver bir şeyleri. " demişti. Jeniske buruk bir gülümseme ile baktı. "Üç Tanrı Dağının alimleri bir şeyleri anlamak için zamana değil hatırlamaya ihtiyaç olduğunu söyler Koen. Burada gördüğün bütün her şey sana bir şeyleri hatırlatacak. Seni yalnız bırakacağım. Sadece bir defa adımı söylemen yeterli. O zaman hemen yanında olacağım." demişti. Koen başını salladı. Jeniske tekrar haritaya bakmaya başlamıştı. Koen o saatten sonra konuşmamıştı. Biraz oturmuş ardından oturduğu yerde gözleri kapanmıştı. Gün bitiyor ve Koen yorgunca uyuyakalmıştı masanın başında. Kollarını birleştirmiş Jeniske'yi izlerken başını kollarına düşüp uyuyup kalmıştı. Bir ara gözleri aralandığında bir kadının sesini duymuştu. Birkaç kişi daha vardı. Uyandığını belli etmeden dinlemeye başladı konuşanları.
"Haber alamayacaklar ve bir kişi daha gönderecekler. Buna ne kadar devam etmemiz gerekecek. Onun adamlarımızı öldürdüğünü gördüler. Buna göre şekillenecekler. Bize saldırmadan harekete geçmemiz gerek artık!" yabancı bir erkeğin sesiydi bu. Uyuyakaldığı yer artık masa değildi. Daha yumuşak ve sıcak bir yerdi. O tek kişilik kurulu yatakta yattığını düşündü.
"Olmaz! Bu dağa çıkacak kadar cesur değiller. Ve bizde inecek kadar henüz güçlü değiliz. Frange Krallığını riske atar ve bütün oyunu bozup destekçilerimizi kaybedebiliriz. "Kadın bunları söylemiş ve ardından sessizlik olmuştu. Ayak sesleri vardı etrafta. "Tilki Koen'in nasıl gaddar ve acımasız bir suikastçı olduğunu herkes bilir. Avını asla kaçırmayan ve asla kaybetmeyen. Onun bu avda başarısız olduğunu düşündüklerinden Hisar bir orduyu buraya gönderecek." dedi. Aynı erkek daha sert konuşuyor ve etrafta geziniyordu. "Biraz daha sakin olmalısın Aiken. Aceleci olursak bu planların hepsini bozar. Karga Lider senin planın ne? Neden sessizce sadece diniliyorsun?" Kadının sesi oldukça naif ve yatıştırıcıydı. "Aslında Aiken haklı. Buraya bir ordu gönderecekler. Ancak bu Frange ordusu olacak muhtemelen. O yüzden sadece bekleyip ilk hamlelerini yapma hakkını onlara vermeliyiz." Jeniske oldukça sakin konuşuyordu. Koen onların savaş planları hakkında konuştuğunu anlamıştı. Dinlemeye devam ediyordu. "Qufang Krallığı henüz bizim tarafımıza geçecek kadar hazır değil. Eğer Frange ordu göndermek zorunda kalırsa Qufang'da göndermek zorunda kalacak. Bu durumda ilk yapmamız gereken orada işleri hızlandırmak." diye ekledi Jeniske. Koen Frange ile sınır krallık olan Qufang 'ı anımsadı. İç siyaseti oldukça karışık durumdaydı. Kadın'ın sesi tekrar duyuldu. "Biliyorsunuz ki orada işler çok karışık durumda. Qufang prensinin hastalığı ve annesinin yönetimde olması durumu ciddi anlamda zorlaştırıyor. Prensin iyileşmesi ve annesinin tahttan çekilmesi gerek. Ancak o zaman beni kral eli olarak dikkate alacak. Onu pençemin içine aldım. Fakat sürekli olarak hastalığı kötüye gidiyor. Annesinin onu zehirlediğini kanıtlayamaz isem. Qufang ciddi bir tehlike olacak. Zindanlarında saklı gücü siz biliyorsunuz. " demişti. Jeniske derin bir iç çekti. "Durumu biliyorum Saisa. Ancak işleri hızlandırmak zorundayız. " dedi. Tavi'nin sesi duyuldu. "Prens ölürse işler daha da kolaylaşır. Saisa sen bir hekimsin. Onu sessizce öldürebilirsin. Prensin ölümünden kraliçe suçlanır ve iç kargaşada prens yanlısı adamların tahtı ele geçirip bizim tarafımızda durursa Hisar iç kargaşanın sonucu devrim olduğunu düşünecek. Ve senin onlara yazacağın durumu kontrol altına alıp yeni bir prensi tahta çıkaracağını söylersin. Birkaç ay içinde bu problem ortadan kalkabilir. Fakat hala Hisar’ın bu tarafa yaklaşmaması gerekiyor. Eğer buraya yeni bir denetimci yollarsa bu bizi zor duruma sokar." demişti. Bir süre sessizlik oldu. "Prensi öldüremem. Onu koruyacağıma söz verdim. " demişti Saisa. Yabancı erkeğin sesi yükselmişti. "Yapma ama. Bu sadece görev amaçlı bir işti. Sen bunun için eğitildin. İşin dengeyi sağlamak. Aptal bir hasta prens senin engelin olamaz." dedi. Saisa kaşları çatık duruyordu. Yatağa çok yakındı. Koen onun yürüdüğünü duyuyordu. "Bunu konuştuk. Prens ve ben bu işte ortağız. Onun özgür ordusu ve krallığı için girdim bu işe. Teklifiniz onun hayalleri ve isteklerini geriye itiyor. Onun yerine kraliçenin prensi zehirlediğini ortaya çıkarıp devrim yapmayı tercih ederim. Daha uzun ama prense verdiğiniz sözü tutmanızı sağlar değil mi?" demişti. "Saisa haklı. O bize ordusunu verirken bizde ona özgür krallığının sözünü verdik. Qufang'ın iç kargaşasını önümüzdeki ay içinde çözmek zorundasın Saisa. Yoksa Tavi'nin planını uygulamak zorunda kalırız. Bir prens için bütün planı riske atamam. Ondan daha değerli savaşçılar ve korumamız gereken kişiler var." Jeniske bunları söyledikten sonra yatağa doğru çevirmişti başını. "Korumak istemenin nedenini anılıyorum. Ancak biraz daha elini hızlı tutmazsan bu iş benden ve bizden çıkacak. Hisar'ın denetimci göndermesi riskini göze alamayacak kadar ilerledik." Tavi bunu eklerken oraya doğru yürümüştü. Saisa'nın düzensiz nefesini hissediyordu Koen. Sanki korku ve çaresizlik vardı. Onun yaydığı gergin enerji vücuduna akıyordu adeta. Midesine vuran ağrı ile birden öksürerek yatakta doğrulmuştu. Öksürükle beraber gelen kan ağzına bastığı elinin parmakları arasından fışkırmıştı. Boğuk öksürüğü devam ederken kadının sarı gözlerini görmüştü. Ona bakan ve bir şeyler söylerken müdahale etmeye çabalayan kanın dedikleri çok boğuktu.
"Biraz su..." demişti. Elini ağzından çekerken. Bu yaşanılan şeyin ne olduğunu bilmiyordu ama kalbi azıyordu adeta. Uzatılan suyu alıp içmek istediğinde ikinci öksürük ile acıyla kıvranmıştı. Kadının elini hızla iteklemişti. Suyu bırakıp iki büklüm olup başını yatağa dayayıp öksürürken kalbinin kadın dokundukça parçalandığını hissediyordu.
"Uzaklaş..." demişti nefesini toplayıp. Kadını uzak tutmak ister gibi elini ona doğrultmuştu. Bir süre öksürdü ve ardından boğazından ağzına süzülen ılıklık yatağa akmaya başladığında nefes alabilir hale gelmişti. Kan dizlerine ve yatağa akarken doğrulup nefes almak için dudaklarını aralamıştı.
"Koen?" demişti Jeniske oraya doğru yürürken. Koen kalbinin çok hızlı attığını hissediyordu. Her şey olması gerektiğinden yavaştı sanki. İki kalbin atış sesini hissediyordu. Dudaklarını araladığında ellerini saçlarının arasına sokmuştu. Attığı çığlık o kadar keskindi ki kulakları sağır edecek gibiydi. Boğazını dolduran kanın tadını hissediyor ve çığlığı boğuluyordu adeta.
"Koen!" ağzına kapanan elle kalmıştı öylece. Nefesi kesilmiş her şey durmuştu sanki. Jeniske'nin sesi değildi bu. Bambaşka birisinin sesiydi. "Doğru değil!" ses devam ederken bulanık bir görüntü görüyordu. Yansımasına bakmak gibi gelmişti bu görüntü. Yaralı ve çıplak bir beden vardı karşısında. "Kalbin doğru yerde değil ve acıtıyor." demişti hırıltılı ses. Öylece kalmıştı. Nefesi kesildikçe daha kötü hissediyordu. "Kalbin doğru yerde değil ve bu acıtıyor." diye tekrar etmişti ses. "Kendine yalan söylemeye devam edersen daha kötü olacak her şey. Kabul et!" demişti ses. Göğsünde bir acı hissediyordu. Gözlerini göğsüne çevirince karşısındaki kişinin kirli elinin göğsüne girdiğini gördü. Öylece kalmıştı. Dudakları aralandı ve elin geri çekildiğini hissetmişti. "Hepsini öldürmen gerekiyor. Yoksa daha çok acıyacak." demişti. Sesin son söylediği şey o kadar dağınık gelmişti ki kulaklarına. Geriye doğru düştüğünü hissetmişti. Kalbi durmuş gibiydi. Her şey eski hızına dönmüş ve kadının panikle göğsüne baskı yaptığını hissediyordu. Gözlerinden sıcak ve ılık yaşların süzüldüğünü görüyordu. Duyuyordu kadının dediklerini. "Kalbi durdu!" diye bağırdığını duyuyor ve git gide ses yankıda kaybolup görüntüler siliniyordu. Kalbinin durmadığını biliyordu. Attığını hissediyordu. Ağzını dolduran kanın yoğun tadı midesini daha kötü yapıyordu. Kalbinin attığını söylemek istiyordu ama bedeni ona itaat etmiyor ve hareketsizde duruyordu. Gözlerini açmak istedi. Açılmıyordu. Ama her şeyi duyuyordu.
"Neler oluyor?" diye bağıran Jeniske'nin sesini duymuştu. Kadın panikle nefes alıp kalbine bastırmaya devam ediyordu. "Çantam!" demişti. Bir şeyler isterken emirler yağdırıyor ve durmuş olduğunu düşündüğü kalbi tekrar tekrar çalıştırmak için sertçe vuruyordu. Kaburgasını çatladığını hissediyordu. Ciğerleri inip kalkmıyordu. Nefessiz kaldığını hissediyordu ancak ölüyormuş gibi değildi. Sadece onlara susmalarını ve uyuması gerektiğini söylemek istedi. Birden boğazına kadar giren parmaklarla kaslarını kasılıp gevşemesi ile ağzını dolduran kanın midesindeki her şeyle çıktığını hissetti. Birisi zorla ciğerlerine hava üflüyordu. O anda beyninde bir ses duydu. "güm" ardından ses devam etti. "güm... güm..." bir tempo ile atarken ciğerlerinin yandığını hissetti. Başındaki o bulanıklık dağılıyor ve ciğerlerinin inip kalkarken çıkardığı hırıltılı sesi duyuyordu. Gözlerini araladı. Çok yoğun bir ışık hissediyordu. Acıyla tekrar kapatmıştı. Uyumak istiyordu. İstedikleri gibi kalbi atmaya başladığı için onu rahat bıraktıklarını düşündü. Bütün bedeni hissizleşmiş ve etraf sessizleşmişti. Uyumak için mükemmel fırsattı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Dokuz

Gümüş Yüzük

Yaşlanmış bir ruhun genç bir bedense sıkışması zordu. O gece Koen aslında kendi bedenin özlemi ile hastalanmıştı. Üç yüz yıllık yükün bu genç ve toy bedene binmesi onu iflasa sürüklüyordu. Saisa onun kalbinin yavaşladığını ve durduğunu fark ettiğinde onu ölümden döndürmüştü ama bu geçici bir çare idi. Ruhu ve bedenin uyumsuzluğu bu gücün ve yaşanmışlığın altından kalkamamasına neden oluyordu. Dağın mühürlü kara enerjisini zamanında taşıyan güçlü bedenin yerinde şimdi uyanan gücün altında ezilen bir beden vardı. Onu uykuda tutmak biraz olsun kalbinin yükünü azaltıyordu. Saisa tütsüler ve otlarla onu uykuya yatırmıştı. Ve çözüm arıyordu. Hisar tarafından yetiştirilen iyi bir şifacıydı. Bu yer yüzünde olan bütün hastalıkları ve çarelerini öğrenmişti. Ancak bir kalbin bir bedeni reddettiğini ilk defa görüyordu. Gücün altında ezilen kalp çatlamamak için yavaşlıyor ve bedenin yavaş yavaş ölmesine sebep oluyordu. Düşünüyordu. Kara kara düşünüyor ve bu hastalığa benzer hastalıkların çözüm yollarından bir çıkar yol bulmaya çabalıyordu. Jeniske'ye olan vefa borcunun ağırlığını şimdi omuzlarında hissediyordu.

Oturduğu yerde önündeki kitapları sinirle sağa sola attı ve ayağa kalktı. "Saçmalık bu. Bir çözüm var ama nerde olduğunu bilecek kadar zamanımız yok!" diye bağırmıştı. İçeri giren kişi gençten bir kızdı. Korku ile delirmiş gibi etrafı dağıtan kadına baktı. Elinde yemek tepsisi vardı. Sinirle olduğu yerde dolaşmaya başladı. Gelen kız ona bakıyordu.
"Hanımım!" demişti. Saisa ona bakmıştı. Kız elindeki tepsiyi ve yemeği gösterdi. "Yemeğinizi yemeniz gerek. Bir süredir burada kapalı durumdasınız. Sizi merak eden kişiler var. Günlerdir orada el yazmalarının içindesiniz. Sıcak bir banyo hazırlayacağım sizin için." demişti. Saisa kaç gün olduğunu bilmiyordu. Arada bir Koen'in durumunu kontrol etmek için çadırdan çıkıp geri dönüyordu. Krallığına dönemiyordu. Bu da büyük sıkıntıydı. Kraliçe'nin iktidara geçmesi an meselesiydi. Yorgunca başını salladı. "Yıkanmak iyi gelebilir. Sen suyu hazırla. Ben bir Karga Liderin çadırına gidip geleceğim!" dedi ve çıktı. Gün hala aydınlıktı ve oraya hızla gitmişti. Kimseyle iletişim kurmak istemeyerek. İzin alıp içeri girdiğinde Jeniske yalnızdı. Koen'in birkaç gündür bilinci kapalıydı.

"Uyandı mı hiç?" demişti. Jeniske başını yavaşça sallayıp oturduğu yerden kalktı.
"Kendini çok fazla hırpaladığını duydum. Kısa zaman içinde geri dağdan inmen gerek. Yokluğun göze batmaya başlıyormuş diye haberler aldım." dedi. Saisa uyuyan Koen'in yanına doğru yürüdü. Nabzını ve nefes alışını kontrol etmeye başladı. Kalbi hala normale göre yavaş atıyor ve bedeni buz gibiydi.
"Onun iyileşmesi için bildiğimin daha üstünde bir şifacılık gerekecek. Belki onu Frange'ye indirmek daha doğru olur. Burada pek de yeterli imkanlar yok!" demişti. Jeniske bunu duyunca gerilmişti birden. "Dağdan onu indirmek tehlikeli olur. Bir süre daha burada dengeyi sağlamak için kalmam gerek!" dedi. Saisa ona bakmıştı. "Tavi'ye güveniyorsunuz. O Frange'nin yönetiminde en güçlü kişi. Onu oraya götürmek durumu için daha iyi olur. Burada sadece birkaç gün daha uyuyarak nefes almasını sağlamış oluruz. Sizin gelmenize gerek yok. Tavi'nin yetiştirdiği çok güçlü bir şifacı olduğunu biliyorsunuz. O benim bildiğimden daha fazlasını biliyordur." demişti. Jeniske ona bakıyordu. Kaşları çatık ve gözleri derindi. Saisa ayağa kalkmıştı. "Jeniske..." demişti. Ona ismiyle hitap etmek yasaktı. Bu delinmemesi gereken bir kural iken bazı yakın olduğu insanlar bu ismi telaffuz edebilirdi.

"Ona değer verdiğini görüyorum. Günlerdir sende canla başla çabalıyorsun. Bunca zahmet bu kamp onun unuttuklarını geri hatırlaması için yapıldı. Şimdi sadece ufak bir risk almak yerine onu kaybetmeyi göze alma. Benim sana borçlu olduğu şeyler var. Bunlardan en önemlisi ise beni evimde bekleyen oğlum. O yüzden lütfen beni dinle ve onu Tavi ile Frange'ye gönder. Burada ölümünü izlemeye devam etmekten başka şansın yok." demişti. Saisa onun için iyi bir arkadaştı. Müttefik toplamak için Qufang'a inmişti ve bir kadının ölmek üzere olan çocuğunu kurtarmıştı. O kişinin Kraliyetin şifacısı olması ise bambaşka bir yol açmıştı ona. Saisa zeki ve yetenekli bir kadındı. Qufang'ın yönetimindeki prensi avucunun içinde tutan başarılı bir kadındı. Tek sorunu ise ondan nefret eden kraliçe idi. Onun dışında krallığının yönetiminde herkesi etkileyecek kadar güzel ve zekiydi. Hisar tarafından yetiştirilen yetenekli çocuklardan birisiydi. Sırları vardı ve bunlar yüzünden Hisar'dan nefret ediyordu. Hisar'ın emrinde çalışan kişilerin çocuk sahibi olup evlenmesi yasaktı. Ve o ilk ve tek aşkını Hisar yüzünden kaybetmişti. Ondan arda kalan çocuğu ise şehirde sıradan bir çocuk olarak yaşlı bir kadının yanında büyüyordu. Onu çok göremez ve konuşamazdı. Ama oğlu olanları bilen akıllı bir çocuk olarak yetişiyordu. Saisa oğlunun hasta olduğunu öğrendiğinde her şey için geç kalınmıştı. Çocuk yüksek ateş içinde ölüme giderken Jeniske onu kurtarmış ve bunu Saisa'nın oğlu olduğunu bilmeden önce yapmıştı.
"Siz bana hayatımın tek değerli incisini koruyup kurtardınız. Bundan sonra benim yaşamım size ve sizin ideallerinize ait." demişti o gün. O günden sonra Qufang bir tehdit değil erzak ve ilaçları takviye ettikleri bir krallık olmuştu. Kraliçe gece terörleri ile zayıf düşürülüp hasta edilirken Prensin zehirlendiğini fark etmişti Saisa ve zehrin ne olduğunu çözene kadar kraliçenin ölmemesi gerektiğini düşünmüştü. Bu yüzden Jeniske onu yaşatmaya karar vermişti. Üç Tanrı dağının eteklerinde en yakın ve güçlü olan iki krallık Jeniske'nin emrine girmişti. Hisar bunlardan habersiz sadece madenleri korumak için birkaç suikastçı ve gözlemci göndermişti. Onların güvendiği herkes Jeniske için çalışan kişilerdi. Ve ölüme gitmişlerdi.

"Hisar'ı kışkırtmazsak onu asla buraya göndermeyecekler. Onu göndermeleri için hepsini öldüreceğiz. Unutmayın onlar bir insandan farklı. Sadece öldürmeye odaklı katiller. Gerçekten ruhları bile yok!" Saisa bunu hatırlıyordu. Qufang'a gelen kişinin gece yarısı öldürülüp dağa atılmasını sağladığı günde hatırlamıştı. Ölümü hayatının felsefesi yapmış bu katillerden farklı olan kişi Koen idi. İçinde taşıdığı gerçek özü onu hala bir insan ve sıradan bir ruh yapıyordu. Onu gördüğünde yüzündeki ifadeyi unutamıyordu. Korku... Korku vardı yüzünde. Bu insana özgü özel bir duyguydu. Ve o henüz diğerlerine göre gençti. Yirmilerindeydi... Derin bir nefes aldı. Sıcak su vücudunuzda düşünceleri gibi gevşetiyordu.
"Sanırım en iyisi bu olacak!" demişti. İçeri giren Tavi ile göz göze geldiğinde. Tavi ona baktı ve yavaşça yanına doğru yürüdü. "Yetiştirdiğim şifacı onun için çözüm bulacak. Verdiğin karar çok doğru. Peki Karga Lider'i nasıl ikna ettin?" derken sorgulayıcı idi. Tavi hala Koen'in iyi bir silah olduğunu düşünüyordu. Saisa'nın fark ettiğini fark edemeyecek kadar savaşçı ve gaddardı. Onun kadar ince düşünemezdi. Sonuçta birisi kralın eli diğeri ise şifacı idi. Birisi insanları kast sisteminde uzaktan tutarken diğeri insanların yaralarına bakmak zorundaydı.
"Sanırım ona bunun en doğru şey olacağını söyledim. Sonuçta bende iyi bir şifacıyım. Sadece büyü yapacak yeteneği olmayan sıradan bir insan olduğum için çözümün bende olmadığını anladı." dedi. Tavi ona baktı. Gözlerini kısıp kollarını birleştirmişti.
"Yaşlı bir adama göre çok düşünüyorsun. Daha fazla yaşamak için daha az düşünmen gerek. Konu liderimiz olunca bunu tavsiye ederim." diye eklemişti Saisa. Tahta küvetten çıkmıştı. Çıplak bedeninden sular damlayarak ilerlerken hizmetçi hemen bornozunu vermişti üstüne.
"Saisa iyi bir şifacı olman onu ikna edecek değil. Biraz daha gerçekleri konuşalım mı?" demişti. Saisa güldü. Masaya doğru yürümüştü. "Bence ikna ediciydi. Muhtemelen onunla aramızda var olan özel bağı çözmeyi istiyorsun. Merak etme Tavi onunla yatmıyorum. O ne kadar uzun yaşamış olmada hala benden genç duruyor. Ve şunu unutma ben ona oğlunun canını borçlu bir anneyim. Ona en fazla iyi bir dost olabilirim." demişti. Tavi gözlerini yere dikti. "Seninle atıp yatmadığı umurumda değil. O hepimiz için bir şeyler yapmış ve Üç Tanrı Dağı'nın tek mirasçısı. Sadece kolay ikna edilen bir adam değildir. Ne yaptığını merak ettim." dedi. Saisa ona doğru yürüdü. Tam dibinde durdu.
"İki gözün var, iki kulağın... Ancak ne olanı görüyor ne de duyuyorsun. Seni Hisar yetiştirdi. Biraz daha çerçeveni genişlet ve Koen'e sadece bir silah gibi bakmayı bırak. Liderimizin gözünde onun ne anlama geldiğini gördüm ve konuştum." demişti. Tavi kaşının tekini kaldırdı. Dudaklarını aşağı doğru büktü. "Seni anlamaya çabalamak yerine kendi yolumdan devam etmeliyim. Birkaç saate gün batmaya yakın yola çıkacağız. Seninle meydanda görüşürüz. " dedi ve ayrıldı. Saisa gülmüştü. Dikilen kıza döndü. "Sende benimle Qufang'a geleceksin. Hazırlanmaya başla!" demişti. Ayrılacak olanlar akşama doğru hazırlıklarını bitirmişlerdi. Jeniske özellikle Koen'in taşıyacak olan konvoy için sıkı güvenlik tedbirleri aldırmıştı. Onlarla dağın eteklerine kadar inecekti. Ancak Frange'ye gidemezdi. Saisa’nın ekibi ile Tavi'nin ekibi orada ayrılacaktı. Konvoy güvenliydi. At arabasında Koen için kurulmuş yatak ve Saisa'nın ona refakatçilik için aynı arabada bulunması için oturacak yer hazırlanmıştı. Koen oraya tahtadan bir sedye ile taşınmış ve dikkatlice yerleştirilmişti. Saisa onunla aynı arabada olduğu için Jeniske yolculukta bir sıkıntı çıkacağını düşünmüyordu. Fırtınaya daha iki gün vardı ve bu gece dağdan inmiş olurdu. Jeniske görülmemeleri için paravan olacak büyüsünü özellikle araca yönlendirmişti.

"Madenlerden çıkanları indirmek için kullanılan yol güvenli ve hızlı. Atlar için toprak düz ve sert. Araba sarsılmadan orayı kullanabiliriz. "elindeki harita ile Aiken konuşuyordu. Zamanlarda madenlerde çalışan bir adamdı. Şimdi ise Jeniske'nin ordusunu eğiten bir kumandan olma onuruna erişmişti.
"Toprak yumuşamayacak kadar ezilmiş durumda. Tekerlek çamura batarsa inişimiz gün doğumundan sonra olur. Bu da konvoyu tehlikeye sokar. Hisar'ın gözcüleri burayı görmek için elinden geleni yapıyor olmalı." diye eklemişti. Jeniske başını usulca salladı. Maskesini yüzüne taktı. "Şimdi harekete geçip o yolu kullanacağız. Aiken adamların özellikle bir tehlike anında arabayı koruyacak." demişti. Aiken başını salladı ve miğferini başına geçirdi. Çadırdan çıktıklarında konvoy harekete geçileceğini anlamıştı.
...

"Bir gün güneşin batışını bensiz görmek gerekecek. O gün geldiğinde sakın benim peşimden gelme. Eğer gelirsen bütün dünyayı yıkıp yakmak için geri dönerim. Seni yaralayan herkesi bu ateşin içinde yanarken keyifle izlerim. O gün benim geri dönmemi sağlamaya çalışma. Çünkü Jeniske ben bir defa kontrolümü kaybedersem bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Ve güneş kan denizinin üstünde batar." Koen bunları söylerken yanında uzanmış olan Jeniske’nin saçlarını okşuyordu. Zayıflıklarını ve kırgınlıklarını kapatmak için gücü kullananlar hep acımasız olmuştu. Koen gücün zayıflıklarını kapattığını ve saygın bir koruyucu olmasını sağladığını biliyordu. Bedeninde bulunan ve kalbini saran öfkeyi dindirebilecek tek kişiye bu sözleri söylerken gözleri gün batımını seyrediyordu.
"Eğer sensiz bugün batımını izlemek zorunda kalırsam yapacaklarım senin yapacaklarından farklı olmaz. Biz çok şey kaybettik. Ve artık kaybetmemek için acımasız olacağız Koen." Jeniske doğrulmuş ve ona bakan gence doğru sözlerini fısıldamıştı. "Kaybedersek beraberinde bu dünyada kaybeder!" demişti. Nefretin sevgiye denk düştüğü yerde durmak bilmeyen bir güç oluşurdu. Jeniske bunu anladığında Koen'e karşı bütün bedenini ve ruhunu savunmasız bırakmış ev aynı karşılığı gördüğünde o gücün karanlık tarafını görmüştü. Acımasızlık ve bir iblisi kıskandıracak bir zekâ...

Düşünceler ve geçmiş beynini karıncalandırıyorken eli göğsüne gitmişti. Kutsal bir bağ ve verilmiş sözlerin ağırlığı ile nefesi daralmıştı. Onun çektiği acıyı çektiğini görmeyecek kadar herkesten bu bağı saklamıştı. Atını yularına asıldı. Derin bir nefes aldı ve başını geriye doğru atıp gök yüzüne baktı. Çözümün Frange'de olmadığını biliyordu. Gerekli olan şeyin farkındaydı ama bunu kimse bilemezdi. Bir yaratık olarak Koen'i göremezlerdi. Onlardan saklaması gereken bir nadir varlıktı o. Herkesin gözünde iyi eğitimle bir suikastçı ve Hisar’ın değerli bir adamıydı ama aslında bundan daha fazlası vardı onda. Üç tanrının ikincisinin dediklerini anımsadı.
"O çok derine gönderilmiş durumda. Ruhunda büyüyen o şey onun gerçek benliği. Yıllarca onu saklaması için onu korudun. Ama bunu artık yapacak kadar güçlü değilsin. O özüne dönecek ve sen... Onu geri çağırdığında o özün o ruhun aslı olmasına izin vermek zorunda kalacaksın. Bunun sorumluluğunu alabileceksen sana üçüncü tanrıdan bir dilek istemeni tavsiye ediyorum." demişti. Jeniske üçüncü dileği kabul etmiş ve Koen'in hatırlamasına izin vermişti. İçindeki o gerçek ruhun uyanmasından başka çaresi yoktu.
"Doğru değil!" diye fısıldarken gökyüzündeki gri bulutlara bakıyordu. Tavi hemen onun yanında at sürüyordu.
"Doğru olmayan ne?" demişti. Jeniske elini havaya kaldırıp konvoyu durdurmuştu. Herkes telaşla ona bakıyordu. "Karga Lider?" diye sorgulamıştı Aiken. Jeniske derin bir nefes aldı.
"Çözüm Frange'de değil. Çözüm aşağıda değil." demişti. Arabaya doğru çevirmişti atını.
"Aiken!" diye bağırmıştı. Aiken ona bakıyordu. Jeniske maskesini çıkarıp kenarı doğru attı.
"Ayrılıyoruz burada. Koen'i benim atıma yerleştireceğiz." demişti. Saisa arabanın kapısını açıp şaşkınlıkla bakıyordu.
"Sarsılmaması gerek. " demişti. Jeniske kaşlarını çatmıştı.
"Emrimi duydun Aiken. Koen'i atıma yerleştirin ve kargayı izleyin." demişti. Aiken şaşkınlıkla bakıyordu. Jeniske atından inmiş yeşil gözleri kızıla dönmüştü.
"İzci size yol gösterecek." demişti ve bir ıslık çaldığında bir karganın sesi duyulmuştu dağda. Aiken atından inmişti. Saisa bu yolculuk için Koen'in dayanamayacağını söylemek için arabadan çıkıp geldikleri yola doğru yürüyen Jeniske'ye yetişmek için koşmaya başlamıştı.
"Onu götürmeye kalkarsan kalbi durur. Yeteri kadar güçlü değil at üstünde yolculuk yapmak için. " demişti. Jeniske birden durup sarp kayalıklara bakmıştı.
"Açacağım yoldan araba geçmez. Ayrıca onun kalbinde değil sorun. Ruhunda! "demişti. Saisa ona doğru yaklaştığı sırada Jeniske ellerini yana doğru açmıştı. Atlar kişnemeye yer sallanmaya başlamıştı. Dağı hareket ettirebilirlerdi. Yollar açıp yolları kapayabilirdi. Açılan yolda oluşan patika bir atın geçebileceği genişlikteydi. Jeniske şaşkınlık ile ona bakan Saisa'ya döndü. "Sen elinden geleni yaptın. Ama onun hastalığı... Daha doğrusu yaşadığı bu olayı çözecek şey bu dağda gizli. Şimdilik yollarımızı ayıralım. Qufang'ın ele geçirilmesi için bütün yetkiyi sana veriyorum." demişti. Saisa ne diyeceğini bilemezken Aiken ve birkaç kişi bir atın yularını tutmuş oraya doğru yürüyordu. Yüzü bembeyaz olmuş Koen atın üzerinde oturan kişi tarafından tutulmuş halde yanından geçip gitmişti. Onlar giderken Jeniske atına binmiş ve geldikleri yoldan hızla çıkmaya başlamıştı. İkinci Tanrının tapınağına gitmesi gerekiyordu. Oradan alması gereken bir şey vardı. İzci karga patikada yürüyenlere yol gösteriyordu. Dar patikada tek sıra gidiyorlardı.

"Gün doğmadan dağdan inmiş olmamız gerek." demişti Tavi. Saisa şaşkındı. Ona getirilen atın yularını tutan kıza baktı.
"Bildikleri gibi yapsınlar. Devam edelim." dedi. Kız ona atını getirmişti.

...

Tavi ve Saisa gün doğarken dağdan inmiş ve ayrılmışlardı. Frange ve Qufang'ın sorunlarını halletmekle yükümlüydü. Bu sırada Aiken çoktan birinci tanrının yükseldiği mağaraya gelmişlerdi. Diğer mağaralardan farklıydı. Daha açıktı girişi. Daha büyük daha görkemliydi. İçeride bulunan tanrının heykeli daha büyük ve daha ok tapınma işaretleri vardı. Birinci tanrının sunağına belki iki yüz yıldır kimse uğramıyordu ama hala tütsü ve mumlar duruyordu. İçeri girerken mumlar yanıp tütsüler yanmaya başlamıştı. O soluk mağara duvarları canlanmış ve bir zamanlar insanların bıraktığı izler duvarlarda görülmeye başlamıştı. Aiken bu dağın kanından geldiğini düşünürdü hep. Mağaranın duvarlarında yaldızlı izlere bakıyordu. Yükselen tanrının heykeli altındandı. Nasıl olmuştu da Hisar bunu fark edip eritmek için almamıştı diye düşünüyorlardı. İnce bir mırıltı duyulmuştu. Ardından hafif bir davul sesi ile duvarlarda izler canlanmaya başlamıştı. Sanki o yaldızlı çizgiler birer beden gibi hareketlenip çalan davul ve söylenen eski dildeki mırıltılı türküye eşlik ediyor gibi dans ediyorlardı. Aiken ve diğerleri şaşkınlıkla bakarken izci karga hızla duvara doğru uçup orada bir iz olmuştu. Dans eden yaldızlı çizgilere karışırken davulun hoş sesine eşlik eden bir arp sesi duyulmaya başlamıştı. Gözlerinin önünde alevler yükselip yaldızlı çizgiler uzaktan gelen müzikle dans ediyordu. Şaşkınlık ve hayranlık içindeydi.

"Birinci tanrı doğumdur. İnsan neşe içinde doğar. Onu karşılayanlar neşe içinde olur. İkinci tanrı yaşamın ta kendisidir. Bilgili ama bir o kadar hatalarla dolu kararlar alır. Onun sunağına gidenler yaşamlarının düzelmesini ister. O da akıl verir. Ve üçüncü tanrı ölümdür. O ölümleri izler. Herkes onun mucizeler yarattığını düşündü yaşama verdiğini ama sadece ölmüş ruhların ardında kalan enerjiden yaşam yaratmak için vardı. Ölü ruhlarını çağırıp onları tanrıların yanına gönderirken arda kalan enerjilerini göz yaşlarına hapsedecek kadar güçlüydü. " Herkes içeri girerken konuşan Jeniske'ye dönmüştü. Müzik durmuş yaldızlı çizgiler geleni selamlar gibi eğilmişti. Jeniske elinde ahşap bir kutu taşıyordu.
"Doğarken bir kişi için eğer doğru bir kutlama yapılmazsa o bedenini hep yadırgayan yanlış ve eksik bir ruh olarak kalırdı. Eskiden doğan bebekler buraya getirilip tanrı tarafından kutsanması için müzikler eşliğinde etrafında dans edilirdi. Koen'in annesi öldüğü için onun kutsanmasını benim annem gerçekleştirmişti. Tanrı onu kutsamış ve onun için iyi bir gelecek çizmişti. Şimdi o tekrar bu bedende kutsanmalı ki... Eksik ve yanlış olan ruhu düzelsin!" demişti. Aiken öylece dikiliyordu. "Bunu en başından biliyor muydunuz?" dedi. Jeniske başını iki yana salladı. "Bilmiyordum. Sadece onun kalbinin bedenini reddettiğini düşündüm. Ama yanılıyordum. Ruhunun tamamı bedenini reddediyor. Bunu düzeltmek için ikinci tanrının bana verdiği bir hediyeyi getirdim." demişti. Ahşap kutuyu açarken Koen'i tan tanrı heykelinin önüne serdikleri şilteye yatırmışlardı. Bir ölüden farksızdı yüzü. Göğsü o kadar yavaş inip kalkıyordu ki... Dudakları morarmış göz kapakları birbirine kilitlenmişti. Jeniske eğilip doğan güneşin içeri sızan ışıkları altında parlayan tanrıça heykeline bakıp kutunun içinden çıkarttığı gümüş yüzüğü bir mendil yardımı ile tuttu. Koen'in sol elini tutup işaret parmağına ince gümüş yüzüğü taktı. Geriye doğru çekildiğinde tekrar davul sesleri duyulmaya başlamıştı. Ama bu sefer aydınlık girişten insan siluetleri giriyordu içeri Jeniske en önde giden Klan Şifacısı ve büyücüsünün arkasında kucağında çocukla yürüyen annesini görmüştü. Sıradan bir bahar ayının aydınlık bir günü gibiydi etraf. Jeniske dahil herkes geriye doğru çekilmişti.
Davul sesleri durduğunda kucağındaki bebeği yerdeki şilteye koymuştu kadın. Bebek ve Koen'in bedenleri üst üste duruyordu. Bebek şaşkınlıkla etrafına bakıyor ve davulun hafif sesi arp sesine karışırken kam onun önünde diz çökmüştü. Elindeki kırmızı boya ile karnına üç tur dönecek bir spiral çizmişti. Ardından baş parmağını boyaya batırıp alnına basmıştı. Daha sonra bebeğin saçlarını okşayıp ayağa kalktığı sırada bir ses duyuldu. Geçmişin geleceğe yansıması olmasına rağmen bu sesi sanki geçmiştekilerde duyuyordu.
"Korkuyorum!" titrek sesle beraber herkes olduğu yerde kalmıştı. Kam etrafa bakmış ve kimin konuştuğunu anlamak ister gibi gözleri ile etrafı hızla taramaya başlamıştı. Jeniske annesini anlattığı o anıyı anımsadı. "Kader öyle garip bir şey ki. Nedensizce Koen'in vaftiz annesi engelleyen o ruh o gün tanrılar tarafından getirilmiş olmalı. Her şey zaten yazılmış. Bazen sadece oluruna barak Jeniske!" Bu sözlerle beraber ikinci ses duyuldu. "Sadece ölmeme izin verin." Kam bebeğe bakıyordu. Bebek korku içinde ağlarken Koen'in bedeni kıpırdanmıştı. Alnında beliren kırmızı leke kana dönüşmüş akıyordu. "Tekrar dirilmek istemedim. Sadece huzurla uyumak istedim. Geri dönemem izin verin. Beni çağırmaktan vaz geçin." demişti. Huzursuz ve boğuk sesi bebeğin hemen olduğu yerden geliyordu.
"Sadece ölmeme izin verin. Beni kutsamayın. Benim kutsanmam ruhumu sıkıştırmaktan başka işe yaramayacak. Beni kutsamayın!" derken gözlerini karşıda dikilen siluet şeklindeki Kam'a dikmişti.
"Sen kaybolmuş bir ruhsun. İzin ver tanrı onu kutsasın." derken Koen elindeki yüzüğe bakıp doğrulmuştu. "Tanrıların beni kutsamasına izin vermeyin. Sadece ölmeme izin verin." demişti. Jeniske bir an kaldı. Koen en başından beri kutsanmamıştı. Onun ruhu tanrılara ait değildi. Onlar için hizmet etmek zorunda değildi. Bu dağda bağımsız bir ruhtu. Olduğu yerde kaldı. Gözleri Koen'e kilitlenmişti. Dağın karanlık gücünü bedeni asla reddetmemişti. Çünkü zaten o tanrıların tarafında değildi. Onun ruhu özgürdü. İtaat etmesine gerek yoktu.
"Yüce hükmeden ve doğrunun ardında dikilen tanrılar o gün ve beni kutsamadı. Belki de en doğrusu buydu Jeniske..." derken siluetler dalgalanıp kayboluyordu. Koen olduğu yerde doğrulmuştu. Parmağındaki gümüş yüzüğe baktı. Oturur konuma gelmişti.
"Ama tanrılar seni kutsamadı ise neden burada olmana izin verdiler?" demişti Jeniske ona doğru yürürken. Koen omuz silkti. "Bunu bilseydim güzel olurdu. Bu yüzük daha önce klan reisinin söz ettiği o baskılayıcı değil mi?" demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Evet. Onu takmanın doğru olacağını düşündüm. Bu bedenin zayıf ve senin ruhun fazlası ile ağır. Onu kontrol etmek için yardıma ihtiyacın var. Tanrılar seni kutsamıyor ancak korumaya devam ediyor Koen." demişti. Koen güldü. Kurumuş dudaklarını diliyle ıslatmaya çalıştı. "Tanrıların ve senin şu garip eşyaların. Burada olmayı bile istemiyorum. Beni neden geri çağırdığını hala anlamıyorum. Her şeyin dengede olması için yanlış noktada duruyoruz bence. Taraflarımız karımış." dedi. Jeniske ona baktı. Kaşlarını çatmıştı. "Nefret ben, sevgi sen olmalıydın. Şuna baksana sana itaat eden bir sürü insan var. Eminim hepsinin sana olan vefa borcu vardır. Nefretin simgesi olması gereken benim. En başından bu yana kutsanmadığım için bütün klanın bana uzak ve hasta baktığını bilseydim..." Jeniske ona susmasını işaret etti. İşaret parmağını dudaklarına koyup gözlerini ona dikmişti.
"Hepsi sana hayatlarını borçlandı. O köprüleri yıktın ve binlercesini tek başına korudun. İnan bana kutsanmış ya da kutsanmamış olman önemli değildi. Önemli olan onları hayatta tutmandı. Sen hain babasını öldüren kişisin. Doğruyu ve sevgiyi temsil etmenin sebebi bastırılmamış ruhunda yaşayan ve özgürce var olan sevgi..." demişti. Koen ona bakıyordu. Jeniske elini göğsüne doğru koydu. "Ve baskılanmış ruhunda gizlice nefreti büyüten ben... Denge bu Koen. Bunu daha fazla yok saymayı bırak. Dünya tarihinin göreceği en büyük katil sen olabilirsin, en güçlü ve acımasız suikastçı ve kara büyücüde olabilirsin. Ama bunu yaparken yok etmek için değil yaşatmak için yaptın. Ben ise yaşattım çünkü yok etmem gerek. Burada olmanın sebebini zamanla daha iyi anlayacaksın. " dedi. Koen parmağındaki yüzükle oynadı. Derin bir nefes alıp altından tanrı heykeline baktı. "Senin gibi karanlıkta olmayı seven bir adamı neden seçtiklerini de zamanla anlar mıyım?" demişti. Jeniske başını salladı. "Anlayacaksın." demişti. Aiken şaşkınlıkla onlara bakıyordu. Koen elini göğsün doğru koydu.
"Eğer bir gün çocuğum olursa ne olursa olsun onu kutsayıp öyle büyüteceğim. Bunu bana hatırlat!" demişti. Jeniske güldü. Ardından ciddi bir sesle konuştu. "Asla çocuğun olmayacak. " dedi. Gözlerinde bir kıskançlık ateşi yanıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On

Bir Gece...

Zaman içinde yaşanılacak çok şey vardı. Ancak şu an sadece bir arada olup unutulanları hatırlamaları gerekiyordu. Koen için yaşadıkları oldukça şaşırtıcı ve inanması güç durumlardı. Fakat kendisi de artık geçmişini biliyor ve inanma konusunda asla zorluk çekmiyordu. Jeniske'nin ona hatırlatacağı çok şey vardı. Onunla paylaşacağı çok duygu vardı. Ama önce kibirli tilkiyi avından vaz geçirip kendi tarafına alması gerekiyordu. Bunun için ona hatırlatması gereken şey sadece hatıralar değil aynı zamanda beraber paylaştıkları duygulardı. Bir bedenin sıcaklığı ve o bedenin sahibi olmak. Koen'in ikinci defa bedeninin uyanması için bunu yapması gerekiyordu. Fakat karşısında eski âşık olduğu o adam yoktu. İki yaşamın içinde kargaşaya düşmüş bir avcı vardı. Koen'e asla zora sahip olamazdı. Bunu yapmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Onu ruhen ve bedenen yaralamaktan deli gibi her zaman korkmuştu. Şimdi onun kendisinin teslim olup bunu istemesini sağlamaktan başka yolu yoktu.

Kamp ateşi yanarken Koen oturmuş parmağındaki yüzükle oynuyordu. Aiken olanların etkisinde onu şaşkınlıkla izliyor ve karşısında Jeniske kadar eski bir ruh olduğunun bilincine varmış halde hayranlık duyuyordu. Atik zeki ve bir o kadar çekici bir delikanlıydı. Hayranı çok kadın vardı. Güçlü ve kılıç kullanmada başarılı ve Karga Lider'in bir numaralı komutanıydı. Yerine yakışıyordu. Ama o henüz gençti. Ruhu ve bedeni henüz yirmi beşlerindeydi. Karşısında üç yüz yılık ruhlarını taşıyan ve dünyayı ateşten daha sıcak bir kaosa sürüklemeyi planlayan iki adama hayranlık duyarken daha beş yaşında bir çocuk gibi görünüyordu.
"Kötü bir son planlamak kolay Jeniske ama bize kötü son değil o sona giden kâbus dolu bir yol gerekiyor. Eğer hatıralarım ve anlattıkların doğru ise onlar benden yaşamımı, ailemi, dostlarımı ve..." bir an duraksadı. Yüzüğü ile oynamayı bırakıp Jeniske'ye kaçamak bir bakış attı. Jeniske arsız bir adamdı. Gücü onu daha da arsız ve çekingenlikten uzak hale getirmişti. "Ve bizi aldı senden onlar Koen." diye arsızca eklemişti Jeniske. İçini yakan o ateşi söndürecek tek şey ona şaşkınlıkla bakıyordu. Koen gözleri ona dikili halde bakarken bir an duraksadı. "Onlar beni kandırdı ve bunu bile bile yaptılar mı emin bile değiliz. Senelerce ailem sandığım kişiler gerçek ailemi ve evimi yıkıp yok etti ve beni seni avlamam için eğittiler. Şimdi ben bu gücü onlara çevirmek istiyorum. Onlara yaklaştığımız her günün gecesi kâbus olsun istiyorum. Bunu istemek eğer tanrılarca günahsa pek de umurumda olmaz. Çünkü onlar benim ruhumun sahibi değil. Gerekirse yine bin ateşte bin acı çekerim ölünce ama bu dünya da acı çekmesi gerekenlerin olduğunu düşünüyorum." demişti. Jeniske memnuniyet ile gülümsedi. "Duymak istedikleri söyledin. Söylemek istediklerimi anlattın. Bende bunun için geri getirdim seni. Bizden çalınan her şeyin intikamı için." demişti. Koen derin bir nefes aldı. "Ettiği yemin yüzünden sen hala benim avımsın ama. Seni avlamadığım sürece onların tanrıları lanetleyecek beni. Bu durumda kendini bana karşı her zaman koruman gerek." demişti. Bir suikastçı hedefi için yemin ederdi. Ruhunun ıstırap duymaması için avını yok edeceğine canı üzerine yemin ederdi. Jeniske bu yeminden haberdardı. Yemin gereği ruhu lanetlenip sonsuz karanlık ve acıya hapsedilmemesi için Jeniske'yi öldürmek için çabalaması gerekiyordu. En azından yemin ettikleri ölene kadar. Koen onları kendi eliyle öldüremezdi. Bunu yaparsa ihanet en büyük günahtı onun yemin ettiği tanrıların gözünde. Lanet asla peşini bırakmazdı.
"Beni öldürmene izin vermediğim sürece bir sorun olacağını sanmam. Sadece eline fırsat geçmesini engellemem yeterli olacaktır." dedi. Koen gülmüştü. Eski dostlar bugün yine karşı karşıyaydı ama bu sefer ortada birinin av birinin avcı olması gerekiyordu. Koen derin bir nefes aldı. "Kargalar kurnaz ve zeki hayvanlardır. Kadere bak ki bir tilkinin avı bir karga. Bu durumda Karganın tilkiden daha kurnaz olması gerekecek." demişti. Jeniske başını salladı. "Beni öldürmek için elinden geleni yapman gerekiyor. İnsanları kandırmak kadar kolay değil tanrıları kandırmak. Onların her yerde bir elçisi var." demişti. Aiken ve adamları şaşkınlıkla konuşmayı dinliyordu. Koen parmağındaki yüzükle oynamayı alışkanlık haline getiriyordu. "Bu durumda aynı yerde bulunmak doğru olmayacak. İkimizin de zıt kutuplara gidip birbirimize uzak durmamız..." Jeniske birden onun lafını kesti. "Burada benim yanımda kalacaksın ve beni öldürmek için uğraşacaksın. Ufak bir sır vereyim Koen sıradan insanların sıradan silahları işe yaramıyor. Efsunlu ya da yadigâr bir şey beni öldürebilir. Bunları bulmak bize yeterince zaman kazandırır. Sen eni öldürmeden ben senin gönderilmeni sağlayan ve yemin ettiğin büyükleri öldürürsem... Asla gitmene gerek kalmayacak" demişti. Koen parmağındaki yüzüğün bir silah olduğunu ilk andan beri farkındaydı. Gümüş yüzük. Jeniske gümüşe dokunmaktan kaçınıyordu. Bunu su içmek için gümüş kadeh yerine tahta bir tas kullandığında da fark etmişti. Onu avlamak istemiyordu ama buna mecburdu. Kandırılmaya hazırdı. Kandırılmak ve kurnaz karganın oyununa düşmek ve ona yenilmek istiyordu. Aiken birden sessizleşen iki kişiye baktı. Elini çenesine dayayıp öne doğru eğildi. "Peki Karga Lider'i ben korursam?" dediğinde Koen ona doğru döndü. Gözlerinde hırçın bir ifade vardı. "Seni öldürmemek için önümde engel yok. Bence bu işe hiç karışma komutan..." Aiken adını söylemek için bir hamle yaptı. "Aiken..." dedi. Koen onu baştan aşağı süzdü. Ardından derin bir nefes aldı. "Adamlarınla isimleriyle ilgilenmiyorum Jeniske. Dediğim gibi ben sadece benden çalınanların bedelini mümkünse o şeyleri geri istiyorum. Bu iş için beni çağırdıysan bunu yap. Ve lanetlenmemek için seni öldürmeye çalışacağımı bil." demişti. Jeniske memnuniyetle güldü. "Evet! İstediğin şekilde dene... Eminim hepsi benim için eğlenceli olacak. Dağdan uzaklaşma ve mümkünse bana yakın kal." dedi. Koen onun gülümsemesine bir an takılıp kaldı. Gözleri bomboş bakıyordu. Bu gülümseme onun hala uyanmamış olan duygularını tetiklemeye başlayabilirdi. Jeniske lanet mevzusunu bildiğinden beri Koen'in onu öldürmeye çalışacağını hep düşünmüştü. Ama işin tehlikesiz ve eğlenceli olacağını düşünüyordu. Koen'in ne kadar tehlikeli olabileceğini düşünürken ona karşı gelebilecek kadar güçlü olduğunun farkındaydı. Ve onun bu oyunda kandırılmak istediğinin farkındaydı.

O gecenin sabahı tekrar kampa dönmek için yola çıkmışlardı. Koen kaldıkları iki gün içinde kendini toparlamış o kadar ki sabah öğlen kampa vardıklarında oldukça enerjikti. Kampı dolaşırken Aiken'in ona eşlik etmesine izin vermemiş olsa da oldukça sakin davranıyordu. İnsanların yerleştikleri yerlerde eskiden kimlerin yaşadığını bilmenin verdiği acıyla eski harabeleri dolanıp bir süre sonra kendini eskiden Koruyucuların antrenman yaptığı yerde bulduğunda nefesinin kesildiğini fark etmişti. Hala orada antrenman yapanlar vardı. Ancak eskisi gibi değil daha ordu bütünlüğü içindeydiler. Koen onları bir süre izledi. Aiken onun geldiğini fark edince antrenmanı durdurdu.
"Katılmak ister misin?" demişti. Koen ona bakıp başını iki yana salladı. "Aldığım iki eğitim içinde yetersiz adamların var." demişti. Aiken kibirle konuşan adama yavaştan sinirlenmişti.
"O zaman ufak bir düello ya ne dersin. Dostane olur! Bu sayede Karga Lider'i öldürmek için çalışma şansın olur!" demişti. Koen gülümsedi. Bacağındaki bıçakları çekti. "İlk çiziği atan alır!" demişti. Açılan çemberde Aiken ellerindeki bandajları söküp iki hançerini aldı. Bire bir gösteri için kalabalık heyecanlı ancak gergindi. Koen onlar için Hisar tarafından yetiştirilmiş bir suikastçıdan fazlası değildi henüz. Ancak Aiken oldukça iyi bir savaşçı ve dürüst bir adamdı. Koen bir tilki gibi öne doğru eğilip bacaklarının biri iler diğeri geriye doğru konum almıştı. Ellerini geriye doğru çekmişti.
"Seni bana hatırlatacak kadar derin olan çiziği yüzüme atabilirsin!" demişti Koen. Aiken güldü. Onun bu kadar kibirli olması hoşuna gitmiyordu. Jeniske kadar yaşlı olmasına rağmen ruhu kibir dolu geliyordu ona. "Madem öyle sende yüzüme bir çizik at. Bakalım kim aynaya her baktığında karşıyı hatırlayacak." demişti. Koen onun sadece kas gücü kullandığını çözmüştü. Bıçak tutma tekniği hatalıydı. İleri doğru elleri çıkmıştı. Bu karşının koluna hamle yapmasına izin verirdi. Ayakları birbirine çok yakındı. Seri ve hızlı olamazdı. Ve gövdesini savunacak şekilde pozisyon almıyordu. Birkaç saniye inçinde onun konumunu, duruşunu ve ilk saldırı anını hesaplamıştı. Fakat güçlüydü bilekleri. İleri doğru yapacağı darbe amatör birisi için ölümcül olurdu. Tahmin ettiği gibi Aiken öne doğru ilk ve en güçlü darbesini yaptığında ona doğru savrulan bıçağı atlatmak için eğilip bir yumrukla ileri doğru gelen bileğe vurmuştu. Bileğini çıkaracak kadar kuvvetli ama kırmayacak kadar hafif ve dengeli bir vuruştu. Aiken çıkan bileğinin yarattığı boşlukla birden bıçağını düşürmüştü. Koen onun şaşkınlığı ile kenarı doğru çekilip bir çelme takıp düşmesini izlerken sakince geriye doğru birkaç adım atmıştı. Koruyucular yakın dövüşte iyiydi ve suikastçılar insan anatomisinin bütün zayıflıklarını bilirdi. İkisini bir arada kullanmak gerçekten yenilmez olmak için yeterliydi. Aiken yere düştüğünde çıkmış el bileğine bakıp kalmıştı. Ve o anda ayağına basamayacağını fark etmişti. Koen onun ayağını ters çevirmişti. Öne doğru birkaç adım attı. Yere düşmüş bıçağı yana doğru tekmeledi.
"Jeniske'yi öldürmek için antrenmana ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum. O benim zamanımda en güçlü koruyuculardan birisi idi. Ve sonra bütün dağa hükmeden bir alim oldu. Onun gücüyle yarışmak için bu ucuz bıçak antrenmanları yeterli olmaz. Yıllarca uğraşmak gerekir. Onun beni kaç saniyede yeneceğini sen şu an yaşıyorsun. Onu öldürebileceğimi hiç düşünmüyorum. Tıpkı burada olan gibi birkaç saniye içinde ona çektiğim hançeri kendi boğazımda hissederim. Onunla karşılıklı dövüşecek olsaydım tahta bir kılıç seçip birkaç morluğum olmasını tercih ederdim." dedi. Gülmüştü. Aiken eline ve ayak bileğine bakarken Koen onun yanına oturdu. Eline baktı. Hançerlerini yana bıraktı. "Bileğini çıkardım çünkü bu işi çok ciddiye alıyorsun. Yüzümü sana çizdirmekten kaçınmanın yolu bileğini çıkarmaktı. Geri yerine oturtmama izin ver. Eskisi kadar iyi olacak." demişti. Aiken şaşkınlıkla doğrulmuştu. Ters dönmüş ayağına bakıyordu. Ağrı vardı ve bu ağrı yüzünden dişlerini sıkmıştı. "Darbelerinin güçlü ama savunman çok eksik. Bu şekilde bu adamları eğitiyorsan onların üstünden geçmek Hisar için çocuk oyuncağı olur." dedi. Koen kaba yapılı bileği sıkıca tutup bir anda ileri geri çektiğinde Aiken dişlerini o kadar sert sıkmıştı ki gıcırtıyı Koen duymuştu. Ancak elini tekrar hareket ettirebiliyordu. Koen onun bileğine baktı. "Ayak bileğini çıkartmak gibi bir amacım yoktu. Cüssen o kadar iri ki üstüne düştün." demişti. Aiken ona baktığında Koen burnundan nefes verdi. "Peki onu da yerine oturtalım. Yine de bir şifacıya git ve orası için ot ezdir. Morarma olabilir." demişti. Aiken bileğinin otururken çıkardığı kıtır diye sesle irkildi. Koen ayağa kalkıp üstünü çırptı. Aiken onun hançerlerini alıp uzattı. Koen bir eli ile hançerleri alırken diğer elini uzatmıştı. Aiken ile ilk defa dostça el sıkışmaları o andı. Son olmayacaktı ancak o günden sonra birbirlerinin arkasını kollayan iki efsane savaşçı olacaklardı. Jeniske onları görüyordu. Yüzünde sakin bir gülümseme vardı. Koen beklediğinden daha güçlüydü. Onu zayıflatan şeylere rağmen hala çevik ve kurnazdı. Bilerek Aiken'in iki bileğini çıkarmıştı. Eğer sinsice saldıracak olursa ağrıdan böğürmesini izleyecek kadar acımasızdı. Aiken ise onun oyununa düşmüş ve yeteneklerini doğru kullanmadığı konusunda ikna olmuştu. Koen tekrar etrafı dolaşmaya devam ederken akşam yemeği için Aiken onu savaşçı masasına davet etmişti. Koen söz vermemiş ama Jeniske'nin dibinde olmaktansa biraz uzakta olmak daha doğru gelmişti ona. Güneş bulutlar ardında kaybolup dünyanın öteki tarafına gün ışığını taşırken parlak ay açılmış gök yüzünde kendini göstermeye başlamıştı. Yakılmış fenerler ve mumlar eşliğinde kampta yemek dağıtımı başlamıştı. Koen için bu artık bir masa seçmesi ve karnını doyurması anlamına geliyordu. Jeniske her zaman olduğu gibi yine çadırında yemek yiyecekti. Geri kalanlar istediği yere kurulabilirdi. İlk defa böyle bir yemek sırasında olmadığını hissetti. Daha önce klan liderleri gıda azaldıkça yemeklerin ortak pişmesine karar vermiş ve bu saatlerde kazanlar kaynayıp yemek kokuları kampı sarmaya başlıyordu. Onun hissi ile gözlerini kapadı. Yabancı sesler tanıdık seslere dönmüştü. Ilık rüzgârda çocuk seslerinin kaçık seslerine karıştığı o an canlanmıştı kafasında. Jeniske ile oturmuş yemeklerini hızla yerken yan masada onları hayranlıkla izleyen çocukları hatırladı. Bir zamanlar onlarda o çocuklar gibi koruyucuları izlerdi. Gülümsemişlerdi. Jeniske çocuklara dalmış olan Koen'in kaşığına vurmuştu kaşığını. "Neden dalıp gidiyorsun?" demişti. Koen gülümsemişti. "Ben iyi bir baba olur muydum diye düşünüyorum Jeniske. Acaba babam gibi mi olurdum yoksa senin gibi yetenekli bir baba mı?" dedi. Jeniske birden gülmüştü. "Benim yetenekli olduğumu nerden çıkardın ki?" demişti. Koen onu baştan aşağı süzüp tek kaşını kaldırmıştı. "Çocukları seviyorsun, onlarla anlaşabiliyorsun ve bana nerden bakarsan bak babamdan daha fazla babalık yaptın. Bunları düşününce sen gerçekten çok iyi bir baba olurdun." dedi. Jeniske ona bakıp kalmıştı. Bir an yutkunmuştu. "Bir çocuğumuz olsaydı ona babalık yapabileceğimi düşünmen çok duygusal!" demişti. Koen başkası duyacak korkusu ile ona kaşığını fırlatıp fısıldamıştı. "Aptal gibi konuşma. Ayrıca onu demek istemedim." diye çıkışmıştı.

Yüzünde bir gülümseme ile boşluğa bakıp kalmıştı. Aiken onun ne düşündüğünü anlamaya çalışır gibi baktığı boş meydana dikti gözlerini. Onun geçmişin tatlı anılarında kaybolup gülümsediğini tahmin bile edemezdi. Koen gülümseyerek arkaya döndüğünde Aiken ona gülümsemişti. "Yemek bitmeden bir şeyler aldım sana da..." demişti Aiken elindeki tası uzatıp. Koen gülümsemesini devam ettirdi. "Teşekkürler. Güzel kokuyor." dedi. Aiken ona kalabalık masayı işaret etti. "İstersen bize..." Koen karşıda duran boş meydanı gösterdi. "Sanırım manzaraya karşı burada yiyeceğim deyip harabenin üstüne oturup ayaklarını aşağı sallandırdı. Aiken başını eğip geri dönmüştü. Herkes Koen'i oldukça garip buluyordu. Aiken oturduğunda yakınındaki asker merakla ona döndü. "Gerçekten Karga Lider gibi geçmişte yaşamış birisi mi?" demişti. Aiken başını salladı. Gördükleri bunu onaylamasına yetiyordu ona göre. "Öyle! Tıpkı Karga Lider gibi üç yüz yaşından büyük ruhu!" demişti. Adamlar şaşkınlıkla sırtı onlara dönük Aiken'in bıraktığı fenerin aydınlattığı sırtı onlara dönük adama baktı. "Hisar onu esir mi tutmuş?" dedi bir başkası. Aiken omzu silkti. "Bunları ben bilmiyorum. Cesaretiniz varsa kendisine sorup öğrenin" demekle kalmıştı. Gözleri aşağıdaki meydanı izleyerek yemek yiyen adama kaydı. Orada hangi hatıralarını gördüğünü düşünemiyordu. Üç yüz yıl önce burada başka insanların oturmuş olacağını ve bu saatte onların da yemek yediğinden habersizdi hepsi. Koen dolan gözlerine rağmen gülümseyip derin bir nefes aldı. "Evde olmak çok güzel!" diye mırıldanmıştı.

Gece ay yükseldiğinde Koen sonunda uyuması gerektiğine karar vermişti. Nöbetçi kalanlar dışında herkes içeri çekilmişti. Onun da içeri girmesi gerekiyordu ama nereye gideceğini kestiremedi. Jeniske'nin çadırının önünde kendini bulduğunda elini sertçe alnına vurdu. Onu öldürmek için eline bir fırsat geçirme ihtimalinden korkarak çadırın kapısını araladı. İşin garip gelen kısmı kapıda hiç nöbetçi olmamasıydı. O gece ay hiç olmadığı kadar aydınlık ve çadır ihtişamlı bir şato gibi gelmişti gözüne. Hava soğumuş ve şimdi içerisi oldukça sıcaktı. Eli istemsizce bacağındaki hançer kabzasına gitti. Derin bir nefes alıp ikinci kapıyı araladı. Jeniske yatağında arkası dönük halde yatıyordu. Kendi kendine düşündü Koen. "Onu şimdi biraz yaralayıp bağırması ile kaçabilirse iyi olurdu. Karın boşluğuna ufak bir yarık. Bununla mücadele edebilirdi. Yatağa o kadar sessiz yaklaşıyordu ki nefes alışı durmuştu. "Ufacık bir saplama..." diye düşündü. Kuruyan dudaklarını yavaşça yalayıp ıslattı. Eğer bu fırsatı kaçırır ve bilerek yaptığı anlaşılırsa lanetleneceğini biliyordu. Son bir adım ve yatağa uzaklığı sıfırdı. Tam bıçağı kaldırmışken elini yakalayıp onu yatağa doğru çeken kolla beraber yatağa düşmüştü. Hançer elinden düşmüştü. Jeniske ile burun buruna gelmişlerdi. Koen şaşkınlıkla bakarken Jeniske gülümseyip kulağına doğru dudaklarını yaklaştırdı. "Geç kaldın. Daha erken gelmeliydin. Beni çok beklettin." demişti. Koen tahmin edilebilirlikle sinirlenmiş ancak sesin yumuşaklığı ile bedenin ısındığını fark etmişti. Kulağına dokunan dudaklarla beraber bedeni titremişti adeta. "Seni yakaladığıma göre ne yapmalıyım ufak tilki!" demişti. Koen konuşmak için sesini toparlamaya çalıştı. "Cevapsız kalman işi daha heyecanlı kılıyor." demişti. Koen kesik kesik nefes alıyordu. "Bunu yapmak zorundaydım." diye kekelemişti. Jeniske onun bacağında yavaşça elini gezdirip ikinci hançeri almıştı. Onu kenarı doğru attı. Koen bacağında dolaşan elle irkilmiş ve hançerin düşme sesi ile rahatlamıştı. "Merak etme seni zorlayacak değilim ama aklıma bir çözüm geldi." demişti. Koen başını geriye doğru çekip sinsice yukarı doğru kıvrılmış dudaklara ve parlayan yeşil gözlere baktı.

...

Üstünü örten Jeniske'ye bakarken kımıldayamıyordu. Ellerini ve bacaklarını bağlayan ip bedenine de bağlamıştı. Jeniske sırıtıp eğilip onun yüzüne yüzünü yakınlaştırdı. "Küçük tilkimi gözümün önünde tutmamada fayda var anlaşılan. Birlikte uyursak beni öldürmediğinden emin olabilirim." demişti. Koen iplerin sıkılığı ile yüzünü buruşturdu. "Bu kadarına gerek var mıydı? Beni bir yere kapattırabilirdin." demişti. Jeniske başını yavaşça sallayıp diğer tarafa uzandı. "Sana o kadar gaddar olamam. Bu sevgime ve aşkıma hakaret olur. O yüzden sadece bununla başlayacağız. Şimdi bana iyi geceler öpücüğü vermek istersen..." demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Jeniske ona doğru eğildi. "Hadi ama ufacık. Dillerimiz bile birbirine dokunmayacak söz." demişti. Koen ona hala şaşkınlıkla bakıyordu. "Öldürmekle yükümlü olduğum kişiyi öpmem inan çok tuhaf olur." demişti. Jeniske'de asla çözümler tükenmiyordu. "O zaman öldürmek istediğin kişi seni öpsün mü?" dedi. Koen gözlerini devirmişti. "Hadi Koen bir öpücükten fazlasını defalarca yaptık. Bu bedeninle değil ama diğeri ile oldukça fazla vakit geçirdi bedenim." demişti Jeniske. Koen bir nefes verdi. "Sadece sade bir öpücük. Fazlası..." Jeniske bunu duyduğunda onun daha fazla konuşmasına izin vermeden birden dudaklarına dudaklarını yapıştırmıştı. Koen şaşkındı. Kulaklarını kızardığını ve kalbinin çok hızlı attığını fark etmişti. Bir an Jeniske dudaklarını geri çektiğinde Koen bir boşlukta gibi hissetti. Jeniske mumu üfledi hızla ve arkasını ona doğru döndü. "İyi geceler Koen!" demişti. Koen öylece kalmıştı. Gözlerini hızlı hızlı kırptı. Düştüğü boşluğu anlamlandırmaya çalışırken yavaşça yan dönmüştü. Bir solucan gibiydi. Ne kolunu ne bacağını kullanabiliyordu. Dizini büküp Jeniske'nin sırtına vurdu. Jeniske ona doğru dönmüştü. "Ne var?" demişti. Koen bir süre bekledi ve fısıltıyla konuştu. "Bir şey söylemem gerek. Önemli!" demişti. Karga kadar Tilki'de kurnaz ve oyuncuydu. Onlar düşman olamayacak kadar birbirine bağlıydı. Skoru eşitlemesi gerekiyordu. Jeniske ona doğru yaklaştığında Koen birden hızlı bir öpücük bıraktı onun dudaklarına. Jeniske şaşkınlıkla kaldığında Koen örtünün altında kıvranıp arkasını dönmüştü. Ağzı kulaklarına vararak sırıtıyordu.
"Ne bu şimdi?" demişti Jeniske şaşkınlıkla. Koen güldü. "Artık ikimizde eşitiz. Sayı farkı olmasın diye bir meydan okumayı kabul etmeydi." demişti. Jeniske onun hala değişmeyen oyunculuğunu seviyordu. Ona doğru sokuldu. Kendine doğru çekip sarıldı. "Sanırım Tilkim çok kurnaz. Bu yüzden onu daha sıkı tutmam gerek. Şimdi uyu." demişti. Koen güldü gözlerini kapamıştı. Gecenin kalanında yüz yıllardır duymadığı o kalbin atışını dinleyerek uyumak için çok zamanı vardı. Tanrılar itaatkâr insanları birer koyun gibi görür ve izlemekten hoşlanmazdı. Ama asi ve meydan okuyanlar. Onlar izlenmesi eğlenceli olanlardı. Ve tanrılar o ikisini izlerken eğleniyordu.

 

 

 

Bölüm On Bir

Duvarın Ötesinde Günahlar

Bulduğu duvar üstüne bağdaş kurmuştu. Kavgaya tutuşmuş iki adamı izlerken Jeniske'nin masasından çaldığı kuru üzümleri yemekle meşguldü. Tiyatro izler gibi heyecanla tekme tokat birbirine girmiş iki kişiyi izlerken zevk içinde hızla kuru üzümleri yiyordu. Oluşan kalabalık kavgayı durdurma çabası içindeydi. Koen ise heyecanla kavgayı izliyordu. Birden gözüne oraya doğru koşan Aiken ve iki adam takıldı. İkisinin arasına girip kavgayı ayırırken Koen oraya doğru üzüm fırlattı bağırmıştı. "Bıraksana kim kazanacak üstüne bahis bile koydum." demişti. Aiken ona sinirle bakmıştı. Ağzı yüzü kan içinde kalmış iki adamı köpek yavrusu gibi ensesinden tutup dikilen adamlara doğru savurdu. "Şifacının çadırına götürün şunları." demiş ve Koen'in yanına doğru hızlı adımlarla yürümüştü. Koen sırıtarak kuru üzümlerini yemeye devam ediyordu. "Derdin en senin. İçerinin karışması hoşuna mı gidiyor?" demişti. Koen gülüp ona yanına zıplamasını işaret etti. Aiken onun yanına çıkmadan dikilince Koen aşağı inmişti. Üzüm uzattı. Aiken onu da istemeyince gülümseyip dağılan kalabalığı gösterdi. "İki adamının neden kavga ettiğini biliyor musun?" demişti. Aiken ona bakınca Koen güldü. "Bir kız var. Güzel bir kız. Yemek çadırında çalışıyor. Sarışın, mavi gözlü zayıf ve her erkeğin düşeceği kadar cilveli. Onun için kavgaya tutuştular. İki erkeğin en doğal hareketini durdurma. Bırak enerjilerini atsınlar. Sonuçta kız çoktan aşçıya gönlünü kaptırmış." dedi. Aiken ona şaşkınlıkla bakıyordu. Koen ise gülümseyip yürümeye başladı. "Etrafta dolaşırken insanları izlemeyi severim. Çok garip kişiler var. Mesele şu atların tutulduğu çadırda ufak bir oğlan var. O çok iyi cepçilik yapıyor. Atların heybesinde unutulan her şeyden güzel bir koleksiyon yapmış. Bana bir tane bileme taşı bile sattı. Burası oldukça eğlenceli bir yer olmuş. Benim zamanımda birisi kavga edince ya da bir şey çalınca sonu iyi bitmezdi. Jeniske katı kurallarla büyümüş birisi olmadığı için şansınız yaver gidiyor." demişti. Aiken ona şaşkın gözlerle bakınca Koen yönünü meydana giden geniş merdivenlere çevirdi. "Jeniske çok iyi bir koruyucu olmasına rağmen yumuşak kalpli ve yardım sever bir adamdı. Onu çok zorlamaya çekinirdi üst rütbeler. Çünkü hemen sertleşir ve kavgaya tutuşurdu. İtaatkâr olması için nazik olmaları gerekirdi. Kimisi sokak iti gibi dövülerek kimi başı okşanarak eğitilirdi. Dövülenler fedai olurdu ve Koruyucu kardeşliğinin önlerinde dururdu. Başı okşananlar ise daha özeldi. Jeniske’nin aksine ben önde fedai olmayı seçtim. Babam gibi güçlü ve iri değildim. Bu yüzden daha fazla zorladılar beni. Gerçi bunu bende kabul ettim. Bir de ıslah edilmemiş kutsanmamış kirli ruhum var." dedi ve gülüp son kuru üzümleri ağzına tıkadı. Aiken ona bakıp meydanda durdu birden.
"Koen sen çok garip bir adamsın. Arsız ve ahlaksız olduğun kadar gerçekten hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun. Karga Lider'in geçmişini önüne gelene anlatmamalısın. Bana bile!" demişti. Koen birden güldü. Yüzünde korkunç bir sırıtış olmuştu. "Daha duydukların hiçbir şey. Ayrıca bana onu öldürmem için gerekli olan her şeyi yapabileceğimi söyledi. Biliyorsun zaten yeterince kirli bir ruhum var bir de lanetlenmek istemiyorum. Hele ikinci defa dünyaya gelmişken. Bu sefer daha farklı olmalı!" dedi. Aiken onun bir şey planladığını anlamıştı.
"Kafandan geçenleri bana söylersen Karga Lider'e anlatırım." demişti. Koen gülümseyip onun önünde dikildi. Elini cebine atıp biraz kuru üzüm çıkardı. "İstesen de söyleyemezsin. Çünkü bir bahse gireceğiz." demişti. Aiken iradesinin onda olmadığını düşünen kibirli Koen'e baktı. Başını iki yana salladı. "Hayır bunu yapmayacağız. Daha uyurken bile onu öldüremedin. Seni bağlayıp yatırdığını bilmeyen yok!" demişti. "Vaz geçtim. Senden yardım falan almayacağım. Sonuçta aptal gibi onu korumaya çabalayıp ölebilirsin. Geçen gün sana toprağı öptürdüm. Şimdide toprağa gömmek zorunda kalırsak sorun olur. Sonuçta senden iyi bebek bakıcı yok burada!" demişti. Aiken ona sinirle bakmıştı. "Karga Lider senin neyine katlanıyor ki? Şu an bak utanmadan onun ordusuna bebek dedin. Bir de gelmiş benimle dalga geçiyorsun!" diye çıkışınca Koen güldü. "Eğer izlediğim şovu bozmasaydın sana bulaşmazdım. Şimdi bütün gün tepende olmak zorundayım. Neden çünkü bu saçma yerde gezecek hiçbir yer kalmadı. Bir yere kaybolma, ambardan biraz yemiş çalıp geleceğim." dedi ve sekerek ortadan kaybolurken Aiken elini alnına vurmuştu. "Eğer beni sınamak için bu deliyi başıma musallat ettiyseniz siz kazandınız Tanrılar. Çünkü sabrım taşmaya başladı." demişti. Koen gizlendiği yerden onu duyup gülmüştü. Can sıkıntısını geçirmek için Jeniske ile uğraşamıyordu. Bütün gün boyunca onun çalışmasını izlemeyi denemiş ama uykusu gelip yorulmuştu. Aiken ondan daha fazla hareket ediyor ve etrafta geziniyordu. Eğlenmek için onun peşine takılabilirdi. Ambara doğru yürürken yolda Jeniske'yi ve şifacı yaşlı kadını görmüştü. Bir süre onlara baktı. Ardından oraya doğru yürüdü. Yaşlı kadın eksik malzemelerden söz ediyordu. Koen'in geldiğini Jeniske görmüş ve gülümsemişti. Yaşlı kadın ona doğru döndü.
"Nereye gidiyorsun?" diye sormuştu Jeniske. Koen boş cebini gösterdi. "Yemiş aşırmaya?" demişti. Yaşlı kadın güldü. "Sadece isteyebilirsin. Sana vermeleri için yemek çadırına gidip biraz yemiş istersen eminim bir avuç dolusu alırsın!" demişti. Koen omuz silkti. "Öyle eğlenceli olmuyor. Ambardaki adamlarını kandırıp güvenliği test etmiş olurum." demişti. Jeniske onun sıkıldığının farkındaydı. Bir haftadır aynı yerde dolanıp duruyordu.
"Sıkıldıysan sana iş verebilir..." Jeniske bunu söylerken Koen hemen atılmıştı. "Yo sıkılmadım. Hem Aiken'in antrenmanlarına katılıp adamlarına bakıyorum. Sonuçta savaşacakları orduyu hepsinden daha iyi biliyorum. Yardım etmiş olurum." demişti. Yaşlı kadın onu baştan aşağı süzdü. Jeniske gülümsemişti. "Aiken'i çok fazla rahatsız etme. Sabrı çok yoktur. Canın sıkıldığında beni bul. Kimseye bulaşmayacağına söz ver!" demişti. Koen ona bir süre baktı. Ardından kaşlarını yukarı doğru kaldırdı. "Tutamayacağım sözler vermem. Ayrıca Aiken bence bana alıştı. Seyirlik oyunumu bozdu. Şimdi bunun bedelini ödemeli. Gidip biraz yemiş aşırmalıyım." demişti. Hızla ambara doğru yürümüştü. Yaşlı kadın tebessümle giden gence baktı. "Sağlığı iyi görünüyor. Gece uykuları nasıl?" demişti. Jeniske iç çekti. "Fazlasıyla sayıklıyor. Verdiğin ilaç işe yaradı gibi. Son iki gündür. Baya derin uyuyor. Bazen sayıklamaya devam ediyor ama olsun. İştahı açılmış durumda. Çadırda ne var en yok ceplerine doldurup yiyor. Çocukken de bunu çok yapardı." demişti. Tatlı bir hüzünle gülümsedi. Koen ortadan kaybolduktan saatler sonra Jeniske artık çadırına dönmek için hazırlanıyordu. Şifacı ile saatlerdir konuşuyor ve bir yandan da büyüler üzerine derin bir tartışma içine girmelerine sebep olan kör yaver gelmişti yanlarına. Kör yaverine enerjisi güçlü ama ne olduğunu çözememiş bir adamdı. Jeniske onunla dağ arasındaki spritüal bağı çözmeye çabalıyordu. Madenlerde çalışan ve iki gözü de mühürlenmiş bu adamla sohbet etmesi eğlenceli değildi ama onun ruhu eski ve yaşlıydı. Jeniske onun ruhunu okumaya çabalıyordu. Bu konuda çok ilerleme kaydetmiş değildi. Adam doğru düzgün konuşamıyordu bile. Elini ensesine koyup yürürken Aiken onu çadırın önünde yakaladı.
"Karga Lider!" diye yolunu kesmişti. Yüzünde bezgin bir ifade vardı.
"Dinliyorum Aiken! Ama oturmam gerek. İçeri gel!" demişti. Aiken içeri girerken konuşmaya başlamıştı.
"Koen hakkında konuşmamız lazım. Çocuk bakıcı olmak istemiyorum. Sürekli antrenmanları baltaladı ve adamları birbirine düşürüp tiyatro izler gibi izliyor. Ona bir uğraş vermeni isteyeceğim. Peşimi ve orduyu bıraksın. Bütün gün boyunca uğraştı ve birden ortadan kayboldu." demişti. Jeniske köşedeki yatağa bakıp gülümsedi.
"Onu baya yormuşsun!" demişti. Aiken dönüp bakınca Koen'i yatakta uyurken gördü. Örtünün altına girmiş uyukluyordu. Botlarını çıkarıp atmıştı. Hançerleri ve paltosu... Aiken ona bakıp kaşlarını çattı. "Gerçekten mi?" demişti. Jeniske yorgunca sandalyeye yürüdü. Sandalyenin kolçaklarından tutarak oturdu. Yorgunca başını geriye doğru attı. "Ordunun durumu nasıl?" demişti. Aiken ona masadan su vermek için oraya doğru yürüdü. "İlerleme kat edecek kadar yetenekli değiller. Onlar savaşçı değil. Madende çalışan sıradan insanlar. Aralarında birkaç tane yetenekli ve azimli olan var. Ancak burada huzurlu ve güvenli hissettikleri için o azim sönüp gidecek." demişti. Doldurduğu suyu Jeniske'ye doğru yürüyüp uzattı. Jeniske suyu aldı ve biraz içip kadehi elinde tutmaya başladı. Gözleri yatakta yatan Koen'e dönmüştü. Aiken onun baktığı yere baktı. "Son günlerde o geldiğinden beri daha fazla çadırdan çıkıyorsunuz." demişti. Jeniske gülümsedi. "Burası benim evimdi. Onun eviydi. Belki kötü anıların olmadığı yer burasıydı. Sonra o çekip gitti. Burada yüz yıllarca tek başıma kaldım. Dağda yüz yıllarca kaldım. Onun yokluğunda burası bana sıradan taş yığını olarak geliyordu Aiken. Şimdi bir anlamı var." demişti. Aiken ona bakıp kaldı. Bir süre sessizlik sürdü. Ardından Aiken bir selam verdi ve çıkmak için arkasını döndüğü sırada bir fısıltı duydu. Koen'in uyanık olduğunu düşünüp dönmüştü.
"Jeniske..." diyordu Koen. O kadar kısık sesle ve hızlı söylüyordu ki ürpertici bir ton almıştı ses. İsmi iki defa söyledi. Çadırda derin bir sessizlik başlamıştı. Sadece Koen'in hızlı hızlı nefes alışını duyuyordu. Bu nefes alışı en son yaptığında kalbi durmuştu. Göz ucu ile Aiken hemen Jeniske'ye baktı. O oldukça sakindi. Sanki sık gördüğü bir şeye bakıyor gibiydi.
"Sorun yok sadece kâbus görüyor. Şu sıralar sıkça yaşıyor. Eskiden de çok kâbus görürdü. " demişti Jeniske yumuşak bir tonla. Koen hızla dönmüştü. Birkaç defa döndü ve ardından oturur konuma geldi. Gözleri yarı açıktı. Elini saçlarına doğru daldırdı.
"Rüyamda babamı gördüm. O en son onu öldürdüğüm günüde..." dedi. Orada yalnız olmadıklarını anlayınca başını kaldırıp Aiken'e bakmıştı. Aiken ona bakarken Koen terle yapışan saçlarını geriye doğru çekiştirdi. Bir süre sessizlik olduktan sonra Koen geri yattığı yere bıraktı kendini.
"Bütün gün boyunca seni rahatsız edip durdum. Can sıkıntımı üstünde geçirmeye çalıştığım için kusuruma bakma!" demişti. Aiken ona baktı. "Adamlarımla olan disiplin sıkıntısını görüyorsun. Bu durum işleri daha da zorlaştırıyor. Ama kafanı burada şişirmeyeceğim." demişti. Koen onu görmek için doğruldu. "Onlara yeteri kadar sert olmuyorsun. Bu yüzden seni dinlemiyorlar." demişti. Aiken ona bakıp tek kaşını kaldırdı. "Onları eğitecek disiplini kendinde görüyor musun?" demişti. Koen ona bakıp ayağa kalktı. Ayakları çıplaktı.
"Disiplin var, karşısında duracağınız ordunun gücüne dair bilgi var ve hem suikastçı hem koruyuculuk yapmış birisi için bir ordu eğitmek kolay olur. Ama ben onlarla senin iletişim kurduğun kadar iyi iletişim kuramam. O yüzden muhtemelen onlara sadece dövüşmeleri için yöntem gösterebilirim." demişti. Aiken şaşkınlıkla ona baktı.
"Bir an için kibirleneceksin diye bekledim. Açıkçası bu durumda seninle çalışmak isterim. Senin kurallarınla" demişti. Koen oturan Jeniske'ye döndü. Gülümsemişti. "Kendime iş buldum görüyor musun?" demişti. Jeniske yorgunca başını salladı. Koen onun yüzündeki yorgun ifade ile duraksadı bir an için.
"Bir sorun mu var?" demişti. Jeniske başını iki yana salladı.
"Hayır. İstersen onlarla çalışabilirsin. Gözümün önünde olduğun sürece..." bir an duraksadı. Başına giren ağrıyla elini anlına koydu. Kendini bütün gün boyunca yormanın verdiği yan etkilerdi bunlar. Koen ona doğru gidecekken geriye doğru bir adım attı.
"Jeniske ile ilgilenir misin? Savunmasızken ona yaklaşmam doğru olmaz." demişti. Aiken onların ölümcül düşman olması gerektiğini anımsadı. Jeniske'nin yanına doğru yürüdü.
"Karga Lider sizi şifacıya götürelim!" demişti. Jeniske başını iki yana salladı. Elindeki kupayı uzatmıştı. Elleri titriyordu.
"Gerek yok Aiken. Çadırdan çıkabilirsin. Koen sen kal!" demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Aiken tedirgindi. "Burada kalmam daha iyi olur gibi. " demişti. Jeniske ona çevirdi gözlerini. "Dışarı çık Aiken. Kalmana gerek yok." demişti. Aiken onun lafını duyunca başını eğdi. Kenarda duran Koen'in hançerlerini aldı ve nöbetçiye bırakacağını söyledi. Koen sandalyede halsizce oturan Jeniske'ye bir süre baktı. Ardından birkaç adım ona doğru yürüdü.
"Lanetlenmemi istediğini sanmıyorum. Bu halde iken seni öldürebileceğimi o kas kafa Aiken bile anlıyor." demişti. Jeniske ona bakıp yanına doğru çağırdı.
"Dene!" demişti. Koen tuzak olduğunu anlamıştı ama denemek dışında başka şansı yoktu.
"Peki!" demiş ve masada duran zarf açacağını kapıp ona doğru koşmuştu. Birden bedenin bir şeye çarptığını fark etmişti. Görünmez bir duvar vardı adeta. Jeniske gülümsedi. Koen birden bedenini ürperten soğuklukla titrediğinde duvarın içinden geçip gittiğini hissetmişti.
"Bu bir kalkan Koen. O kör adamın kafasından çaldığım bir bilgi. Bu ne tanrıların ne insanların bizim düşüncelerimizi görüp duyamayacağı tek kalkan. Şimdi nefretini bırak gittin." demişti. Koen elindeki zarf açacağını yere atmıştı birden. Koşup Jeniske'nin hemen yanına koşmuştu. Kalkmasına yardım etmek için kolunun altına girdi. Onu yatağa taşımıştı. Yatağa oturturken kendisine yapışan Jeniske ile yatakta üst üste düşüp kalmıştı. Jeniske onun kalkmasına müsaade etmeden sıkıca onu belinden kavramıştı.
"Merak etme bu duvarın ötesinde zaman ve mekân bizden farklı işliyor. Onlar biz duyamaz ve göremez." demişti. Koen ona çok yakın olmaktan hem rahatsız hem de heyecanlıydı. Gözlerini o derin maviliğe dikmişti. Yeşilin maviye baskın gelmeye çalışması. Jeniske ne zaman heyecanlansa gözlerinin içinde bir savaş başlardı. O gözlerin içindeki savaş bir renk festivaline dönüşürdü. Bir an için geçmişten gelen o hisle direnmeyi bıraktı. Bedeni öyle halsizleşti ki kolları ile direnmeyi bırakıp Jeniske'nin göğsüne doğru bıraktı kendini.
"Bu beden bekaret yemini etmek zorunda bırakıldı!" demişti. Jeniske gülümsedi. Onun saçlarını nazikçe okşadı. "Bu yemini eden kişi sen değildin." demişti. Bir şeyi istemek ancak ona ulaşamamak. Jeniske bunu çok defa yaşamıştı. Geri dönmek istemişti ama mümkün değildi. Koen'in ruhu dünyaya düştüğünde onu hissettiğinde tutulduğu tanrıların yanından aşağı inmek için adeta yalvarmıştı. Şimdi tekrar aynı yakarı kalbinde hissediyordu.
"Eğer onlar benim bedenimin başkası tarafından..." Jeniske onun endişesinin farkındaydı. Onu rahatlatmak için kollarını gevşetti.
"Sana zorla bir şey yapmayacağım. Korktuğunu biliyorum." demişti. Koen gevşeyen kollara rağmen orada durmak istiyordu. Jeniske'nin onu zorlamasını ve Hisar tanrıları için günah olan şeyleri yapmak istiyordu.
"Zorlamanı istersem?" demişti. Jeniske şaşırmıştı. Koen'in yüzünü görmek istedi. Ama bunu onu yapacak kadar cesur değildi Koen. Yüzünü saklamak için başını daha sıkı şekilde Jeniske'nin göğsüne bastırdı. Ve mırıldanarak devam etti.
"Benim iki hayatım var. Birisi yüz yıllar önce Hisar tarafından yok edildi diğeri yüz yıllar sonra Hisar tarafından verildi. Bu ikilem beni yoruyor Jeniske. O kadar yoruldum ki kim olduğuma bile karar veremiyorum. Sana yenilmek istiyorum. Sana karşı kaybetmek ve lanetlenmek pek de umurumda değil. Sadece ben kim olduğumu bilmek ne olduğumu anlamak itiyorum. Sürekli olarak geçmişten gelen rüyaların bana yaşattığı kabuslardan kurtulmak istiyorum. Göğsümü saran bu nefret ve yok etme arzusunun nedenini bilmek istiyorum. Ve en önemlisi ben senin kaderinde neden göründüğümü bilmeliyim. Kendi kaderim yok. Tanrılar tarafından kutsanmamış başıboş bir ruh taşıyorum. Kirli ve kötü olan kadar iyi ve temiz olanla yaşamak çok zor geliyor bana. Ben Hisar’ın bildiği iyiliğe sahip olmak istemiyorum. Senin korktuğun kötülüğün kaynağını taşımak istemiyorum içimde. Bunlarla yüzleşmekten o kadar çok korkuyorum ki... Görülmekten, anlaşılmaktan o kadar korkuyorum ki bir soytarı gibi kampta dolaşmak dışında başka bir şey yapabileceğimi bile sanmıyorum. Cevapları bulmak istesem de bir o kadar korkuyorum. Sanki her an aklımı kaçırıp delirecek gibi hissediyorum. O gün o büyücünün sevdiği kadını öldürdüğümde onun gözlerinde gördüğüm nefret beni o kadar mutlu etti ki... Ben bu olmak istemiyorum. İnsanların acılarından beslenen bir karanlık olmak istemiyorum. Ama kaderinde böyle gözüküyorum. Ben senin kaderinin parçasıysam bu olamam." demişti. Jeniske doğruldu. Koen ‘de kalkmak zorunda kalmıştı. Oturur konuma gelmişlerdi. Jeniske onun yüzünü görmek için eğildi. Dolmuş gözlerin etrafındaki kirpikler nemlenmiş ve dudakları bir kelime daha söyleyecek olsa titremekten kilitlenecek gibi duruyordu.
"Sen benim kaderimin parçası değilsin." demişti Jeniske. Onun yüzüne nazikçe elini sürmüş ve süzülmeye başlayan yaşı düşmeden yakalayıp silmişti.
"Senin kendi kaderin var. Ve bu kaderi kimse bilmiyor. Ne tanrılar ne onların elçisi kahinler. Senin kaderini sadece sen biliyorsun. İçinde taşıdığın şey bu dünyanın insanları için o kadar yabancı ki ondan korkuyorlar. Ama ben korkmuyorum. O kalbini dolduran güç onların anlayıp ve karanlık diyeceği kadar basit bir şey değil. " demişti. Koen onun bilgin sözleri ile biraz olsun rahatlamıştı. "Ve..." dedi Jeniske. Yüzünde o kadar sakin bir ifade vardı ki Koen ona bakmaktan kendini alamıyordu. "Kutsal olan şey bu beden bu güç değil. Sensin. Senin içindeki ruh bu kimsenin anlayamadığı gücü kontrol edebilecek kadar güçlü. Sana hep benim yanımda kal dedim çünkü bencillik etmeyi severim. Yanımda olmanı istememin sebebi benim kaderimde olman değil. Seni seviyor ve senin uzakta oluşunun bana özlem dolu yorgun hisler vereceğinden korkmam. İstediğinde kendi kaderini bulmak için yola çıkabilecek kadar güçlü ve herkesi alt edecek kadar yeteneklisin. Sadece ben sana karşı olan bu sevgimin acıya dönüşmesinden korktuğum için bunu yapıyorum." demişti. Koen ona bakıp kaldı. "Senin yanından gitsem bile sana olan sevgimde bir değişim olmaz." demişti. Jeniske gözlerini yavaşça kırptı. "En son senden ayrıldığımda tekrar dönemedin. Bedenin uzakta kanlar içinde yığılışını gördüm ve seni kaybettim. Günlerce o mağarada aklımı kaçırdım. Bütün insanları öldürmek ve yok etmek istedim. Son halin hala benim en büyük kâbusum ve gidip geri dönmeyeceğin düşüncesi benim en büyük korkum oldu. O yüzden bu bencilliğimi anlamanı istiyorum." dedi. Koen ona bakmıştı. Geçmişin korkularını o da yaşıyordu. Hisar'a meydan okuyacak kadar güçlü ve bilgiliydi. Ama o da korkuyordu.
"Ben hala ölümümü hatırlamıyorum. Sadece bedenimde derin bir sızı olduğunu anımsıyorum. Sana hayatta kalıp geri döneceğime dair söz versem bana ne kadar inanırsın? Gidip kendimi bulmak istesem ve geri döndüğümde bu kargaşaların içinden sıyrılacağımı söyleseydim bana güvenir miydin?" demişti. Jeniske onun arayışını anlıyordu. Kargaşanın içinde çürümek istemiyordu. Onca yıl inandığı şeyler bir anda başka gerçekler altında ezilmeye başlamıştı. Ona bakıp gülümsedi.
"Sen geri döneceğim dersen dönersin. Asla benim yaptığım gibi yapmazsın." demişti. Gözünün önüne kanlar içinde geri dönmek için mağaraya koşan Koen gelmişti. Dolan gözlerinden yaşlar akıyordu. Bir kez daha ondan ayrılacak olmanın verdiği acı kalbini parçalarken sadece gözleri dolmuş ve dudakları mühürlenmişti. Koen, gözlerinden yaşlar akan Jeniske'ye baktı. Uzanıp o yaşları silmek istedi. Ancak Jeniske buna müsaade etmemek için onun elini yakalamıştı.
"Yapma. Bu şekilde hala insan olduğumu hatırlıyorum. Bırak aksın." demişti. Bilgi her zaman güç değildi. Zayıflıktı aynı zamanda. Çok bilmek insanı duyguları öldürmeye ve ruhsuz bir kayıtçıya dönüştürmeye başlardı fanileri. Jeniske bunu biliyordu. Ve insanı duygularını kaybetmekten korkuyordu. Ağlamak, sevmek, gülümsemek... Bu duygularının canlı kaldığını bilmek istiyordu. Gözyaşlarının yanaklarını ıslattığını hissettiğinde gülümsemişti.
"Bazen sadece bu dağın bir parçası olduğumu ve bundan fazlası olmadığımı düşündüğümde gözyaşları bana insan olduğumu ve benim de bir hayatım olabileceğini hatırlatıyor. Ağlamak tanrılar için imkansızdır. Ya da ölümsüzler... Ben ağlamak ve saçlarımın beyazlayıp derimin kırışmasını istiyorum. Bir gün sadece huzurla ölebilmek..." Koen onun yüzüne bakıp kalmıştı. Yüzyıllardır bilinci açık ve yalnızdı Jeniske. Her anı her saniyeyi hatırlanmakla lanetlenmek... Korkunç bir lanetti bu. Ne olduğunu unutup sadece düşsel bir varlık olmak ve unutulmak... Koen bunları düşünürken onun yaralarını görebildiğini fark etmişti. O da yaralı ve yalnızdı. Kargaşa ve kaosun içindeydi. Bu kargaşanın yanı sıra bilmenin verdiği sorumluluklar onu sıkıştırmıştı.
"Jeniske..." demişti. Bu ismi sürekli telaffuz etmek isterdi. Her an... Bazen kızgın bazen mutlu... "umurumda değil..." diye devam etmişti. Ona doğru biraz kaydı. "Lanet ve bu yaşamın ardındaki gerçekler umurumda değil." derken ona doğru sokulmuştu. Elini Jeniske'nin yatağa dayalı elinin üstüne koyup yüzüne doğru yaklaşmıştı. Sesi de tıpkı nefesi gibi sıcaktı. "Hisar, savaş ya da onların tanrıları umurumda değil. Bu beden, bu ruh ve bu güç benim... Ben onlarla savaşacak kadar güçlüyüm." demişti. Jeniske ona bakıyordu. "Ama şu umurumda değil. Sadece ben seni istiyorum. Geri döneceğimi bilmeni ve ağlamak dışında sana insan olduğunu hatırlatacak şeyler vermek istiyorum." demişti. Jeniske ona asla zorla dokunamazdı. Fakat şimdi Koen onu istediğini utanmadan söyleyebiliyordu. Gözünden süzülen yaşı silen parmakları hissetti. Ve dudaklarına dokunan yabancı ama bir o kadar tanıdık dudakları...
Sevgi herkese verilirdi. O belki de en güzel büyü olarak geçerdi. Sevmek yaşamın olmazsa olmaz bir parçasıydı. Fakat aşk öyle değildi. Aşk kutsal değildi. Saygı duyulacak bir lütuf değildi. Aşk günahlara kapı açan sinsi bir duyguydu. Hatalar yaptıran ve kararları, yeminleri bozduran bir duyguydu. Aşk aslında büyük bir lanetti. Bir insanın bütün ruhunu yok edecek kadar güçlü ama bir o kadar bağımlılık yapıcıydı. Korkaklar için aşk buydu. Fakat bu lanetin esiri olmaktan çekinmeyenler için... Dünyada daha güçlü bir bağ yoktu onlar için. Yüz yıllarca unutulmayacak hatıralar yaratan dokunuşların olduğu aşk Koen ve Jeniske için en kutsal şeydi. Onların aşk dediği şey insan denilen varlığı dengede tutan şeydi. Bedenin bir başka bedeni arzulaması ve kalbinin o kişi karşısında hızla çarpıp dudaklarının heyecandan kurumasıydı.

Yüz yıllar sonra tekrar o bedene dokunmak. Jeniske dudaklarından çekilen dudaklarla beraber yutkunmuştu. Gözlerini kapamıştı. Elinin üstündeki elin sıcaklığı ile derin bir nefes aldı. "Bedeli olacak..." demişti. Koen bir hamle ile onun kucağına doğru zıplamıştı. "Bu umurumda değil. Daha sonra düşünebiliriz bedelini." demişti. Jeniske onun duygularının uyanmasına şaşırmıştı. O gün mağarada kendine geldiği andan itibaren savaştığı duyguları bu gece birden canlanmıştı. Bir şey söylemek için dudaklarını araladığında Koen onun dudaklarına yapışmıştı. Konuşmasına izin vermeden onu geriye doğru devirdi. Solukları kesilene kadar Koen onu öpmeye devam etmişti. Bedeninde dolaşan elin verdiği tahrik ediciliğe daha fazla Jeniske direnememişti. Koen kıyafetlerini çıkarmaya başlayan Jeniske'ye eşlik etmek için doğrulup hızla üstündeki gömleği sıyırıp attı. Suikastçılar iyi yollarla eğitilmezdi. Koen her ne kadar vaftiz babası sayesinde şanslı olsa da o da aynı zorlu eğitimden geçmiş ve bunun bıraktığı ufak izlerle vardı bedeninde. Jeniske ona hoş gelen bu izlere bakıp doğruldu. Koen'in yardımı ile gömleğini çıkarmaya başlamıştı. Onun kadar hızlı soyunamazdı. Üstünde deri zırhı bile varken bu zordu. Ayrıca ellerini ve dudaklarını meşgul eden Koen'e karşı koymak zordu. Koen onun düğmelerini sonunda söktüğünde dudaklarını dudaklarından çekti. Jeniske'nin bedenin nasıl olduğunu hatırlamak ister gibi çıplak göğsüne baktı. Kalbin olduğu hızda derin ve eski üç büyük yara vardı. Dilek ritüeli için kendi kalbini üç defa hançerlemişti. Koen'i heyecanlandıran bu fedakârlık ile dudaklarını onun göğsüne doğru götürdü. "Bu fedakarlığın benim için miydi?" demişti. Jeniske göğsüne dokunan dudaklarla irkilip geriye doğru dirseklerinden yarım alarak yaslandı. "Yeterli bir fedakârlık olmalıydı." dedi. Koen ona bakıp gülümsedi. "Rüyalarımda sadece kabuslar görmedim. Bunu defalarca yaptığımızı gördüm. Çok uzun süredir direndiğimi hissettin değil mi?" dedi. Jeniske gülümsemişti. "Pes etmeni beklemekten başka şansım yoktu." demişti. Koen gülümsedi. Eli onun kemerine doğru gitmişti. "O zaman hemen bitmesine müsaade etmeyelim." demişti. Jeniske pantolonundan içeri giren elle beraber başını geriye doğru atıp alt dudağını ısırmıştı. Koen her zaman şehvet dolu birisi olmuştu. O arsız ve yatakta asla utanmayan birisiydi. Bu halini özlemişti Jeniske. Onun daima doyumsuz ve heyecanlı oluşu hoşuna giderdi.
"Sanırım bunu seviyordun." dedi ve Jeniske erkeliğinde Koen'in dudaklarını hissettiğinde bedeni birden titremişti. Göğsü hızla inip kalkarken sadece "hım" diye bir ses çıkarabilmişti. Koen onu yatakta yönetmeyi severdi. Bu gece bütün kontrolü elinde tutmak istiyordu. Jeniske'nin bilmediği bazı şeyler öğrendiğini düşünüyordu. Hisar'da fahişe olarak eğitilen casus kadınları gizlice izlerdi. Onlara verilen dersleri ve ergenlik zamanın fantezileri aklına geldi. Bazen iki hayatın hatıralarına sahip olmanın kötü bir şey olmayacağını düşündü. Şişko kadının sesi yankılandı kulağında. "Bir erkek zevkten ölebilir. Bunu başarmak isterseniz onun boşalmasına izin vermeyin." demişti. Karga'nın o zayıf hali ile Tilki adeta zevk dolmuştu. Onun boşalmasına izin vermeden birden durdu. Erkekliğini sıkıca kavramıştı. Jeniske boşalmasına izin vermeyen Koen'in gözlerindeki o kızıl ateşi gördüğünde onunla mücadele etmesi gerektiğini anlamıştı. "Kimin altta kalacağına karar verme vakti." demişti Jeniske. Artık pasif olarak bekleyemezdi. Koen onun göğsüne hızla bastırdı. "Kaybetmeye gönüllü olmamı ister misin?" demişti. İkisi arasındaki zıtlığın büyük bir şehvet doğurduğunun farkındaydılar. Jeniske onu omuzlarından yakalayıp bir hamlede yatağa sırt üstü devirdi. Koen üzerine doğru çöken adamın dudaklarına doğru uzanmıştı. Jeniske dudaklarını parçalayacak gibi ısırıp öpen Koen'in hazır olduğunu hissediyordu. "Emin misin altta olmak istediğinden?" diye sorduğunda Koen bacaklarını onun bacaklarına doğru dolayıp çekti. "Bir süre için evet!" demişti. Jeniske onu pantolonunu çekip bir hamlede çıkarmıştı. Elleri önce kasıklarında sonra erkekliğinde dolaştı. Ardından kalçasına doğru kaydığında Koen bedenini saran irkilme ile onun beline dolamıştı elini. "Bu benim ilkim!" demişti. Jeniske güldü. İstemsizce bir kahkaha atmıştı. "Gerçekten arsız bir adamsın Koen!" demişti. Koen onun girebilmesi için bacaklarını iki yana doğru ayırmıştı. Gülüp yüzünü yakalayıp kendine doğru çekti. "Bütün enerjini harcama" diye fısıldamıştı. Jeniske Onun kalçaları arasına doğru süzülüp erkekliğini gerçekten bakir olan deliğe doğru sokarken sırtına saplanan tırnakların verdiği sızıyla başını Koen'in boynuna doğru gömdü. Bir süre öylece durdu. Ardından yavaş yavaş hareket etmeye başlamıştı. Koen o kadar hızlı nefes alıyordu ki kalbi çatlayacak gibiydi. Bedeninden yayılan ısı çok fazlaydı. Jeniske büyülenmiş gibi hissediyordu. Koen'in tırnakları bedeni parçalıyordu. İtaat etmek... Onun pençeleri o kadar güçlü şekilde sırtını parçalıyordu ki itaat etmek ve yavaşlamak zorunda kalmıştı. Koen bunu fırsat bilip onun yavaşlaması ile kendini geriye doğru çekti. Jeniske şaşkınlıkla ona bakınca onu yana doğru devirip üstüne çıkmıştı. Kasıklarının üstüne doğru yavaşça oturmuştu. Onun bir şeyler söylemesine izin vermek istemiyordu. Her kelime utanç dolu olabilirdi. Bunu engellemek için onu sürekli öpüyordu. Bedeni kıvrak ve beklediğinden daha ateşliydi. Jeniske'nin boşalmak üzere olduğunu fark etmişti. Kendini buna hazır hissetmeyince bir an için yavaşladı. "Bana bırak." demişti Jeniske. Onun erkekliğini kavrarken. O gün ilk seferi gün batıp yıldızlar gökyüzünde yükselirken yaşadıkları o anı yüz yıllar sonra tekrar yaşayabilmek. Koen bedenin kasıldığını ve ılık ılık akan dölleri içinde hissederken Jeniske'nin de onu boşalttığını anlamıştı. Halsizce yana doğru devrildi. Jeniske parmağını yavaşça şaklatınca birden mumlar sönüp yerini ışıl ışıl bir gökyüzü almıştı. Koen parlayan yıldızlara hayranlıkla bakıp kaldı. Öylece gökyüzüne bakarken bedeni saran kolları hissetmişti. "Geri döneceğine söz ver!" demişti Jeniske. Koen onun sesini kulağında hissetmişti. "Geri döneceğim." demişti. Gün onlar için günler sonra doğacaktı. Jeniske'nin büyüsü onları dışarıya göre daha yavaş bir boyuta almıştı. Hasret gidermek ve tekrar birlikteliklerini hatırlamak için birkaç saatleri değil birkaç günleri vardı. Dinlenmek için, sevişmek ve sevilmek için...

Gün doğduğunda Koen sessizce ona lazım olacaklardan bir çanta yapmıştı. Jeniske ona bir at verilmesini istedi. Aiken şaşkınlıkla dün gece neler olduğunu anlamaya çabalıyordu.
"Neden aniden gitme kararı aldın?" demişti. Koen buruk bir ifade ile gülümsedi.
"Burası bana göre değil. Bu yer benim için çok fazla anlam taşıyor. Frange'ye gidip oradan ufak bir yolculuğa çıkacağım. Tekrar döndüğümde askerlerin hazır olsun." demişti. Aiken ona dağın sonuna kadar eşlik etmek istedi. Koen bunu kabul etmişti. Ayrılmadan ve hançerlerini almadan önce onu yolcu edenlerin başında olan Jeniske'nin karşısında durdur.
"Ben gelene kadar hayatta kal ve güçlen. Bu ordu bu yer güçlü olsun." demişti. Jeniske gülümsedi.
"Bir kuzgun olacak peşinde. Bana söylemen gereken bir şey olursa bir parça kâğıda birkaç kelime yazman ve ona vermen yeterli olur." dedi. Koen ona bir süre baktı. Ardından birden sıkıca sarıldı. Jeniske artık çevresindeki insanları umursamak istemiyordu. Ona sarıldı ve ardından bir kolye çıkardı cebinden. "Dağın ruhu... Bu sende olduğu sürece kalbinin attığını hissedeceğim." demişti. Koen onun veda hediyesini reddetmedi. Aldı ve boynuna taktı. Ufak gümüş rengindeki taş öyle cilalanmıştı ki parlıyordu. Koen onu boynuna taktı ve atın yularını tuttu. Yolculuğu yeniden başlıyordu. Kendini bulup bu laneti kaldırmak için bir çözüm bulmalıydı. Bu yolculukta Jeniske onunla olmasa da her zaman gözü kulağı onunla olacaktı. Aiken onun hareketi ile kendi atının yularını tutmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On İki

Kehanet

Güneş tekrar doğup tekrar batmıştı. Ayrılığın ilk günü dolduğunda aklında kalan tek şey neyi aradığı olmuştu Koen için. Kendince bulması gereken cevaplar ve keşfetmesi gereken gücü vardı. Jeniske'den uzakta bunu yaparsa dikkatinin dağılmayacağına inanmıştı. Pişmandı. Oturduğu handa kaçıncı içişiydi bilmiyordu ama sarhoş olduğunun farkındaydı. Yolu bulmak onun önemliydi. Kim olmak istediğine hala karar veremiyordu. Yüzyıllar önce bitip giden klanın ardında kalan savaşa yardım etmek istiyor muydu bilmiyordu. Sadece Jeniske'yi ikna ederse durabileceğini düşündü. Her şeyi bir kenarı atıp gidebilirlerdi. Söz edilen Dar Boğazın ardında barış olan krallıklar olabilirdi. Ya da başka diyarlar. Burada kalıp başkaları için savaşmak ona mantıklı gelmiyordu. Yarım ağız yeni içki istedi ve bir bakır para daha koydu bar tezgahına. Yanına oturan kişiyi fark edemeyecek kadar yorgun hissediyordu.
"Seni götürmem gerek. Burada kalamazsın." Bu tanıdık ses Tavi'ye aitti. Koen onu görmek için başını çevirmişti. Gerçekten de ihtiyar gelmiş ve ona kalkmasını söylüyordu.
"Git başımdan!" diye eliyle onu iteklerken oturduğu iskemleden kayıp yere doğru düşmüştü.

"Şu halinle seni bırakacak değilim. Kaleye gidiyoruz!" demişti. Koen bunu duyunca onun uzattığı eli vurup kenarı doğru itekledi.
"Burada yatacak yerim var." demişti. Masadan destek alıp geri ayağa kalktı. Bastığı yeri seçemiyordu bile.
"Siktir git lan şuradan! Zaten kafam yerinde değil. Bir de seninle uğraşamam! "deyip Tavi'yi es geçti. Tavi onun kaba birisi olduğunu hiç düşünmemişti. Bir den küfürle karşılaşınca şaşırmıştı. Handa bir sessizlik hakimdi. "Kafama göre içip yatamayacaksam ne diye buradayım ben?" diye homurdandı Koen. Tavi ona doğru yürüyen adamını durdurdu.
"Yolculuğuna çıkmadan önce sana yardımcı olmak..." Koen ona doğru dönmüştü. "Yardım mı?" birden gülmüştü. "Bana yardım etmek istiyorsan peşimde dolaşmayı bırakın. Yarın terk ederim ülke topraklarını!" demişti. Tavi onun sarhoş ve bir şeye kızgın olduğunun farkındaydı. Üstüne gitmek istemedi. Koen yukarı doğru çıkmak için dar basamaklara yöneldi. Bir yandan da küfrediyordu. Tavi dikilen adamlarına sabaha kadar burada nöbette olmalarını emrettikten sonra içki içmek için bar tezgahındaki tabureye oturdu. Bu sırada yukarıdan bir patırtı gelmeye başladı ve ardından Koen merdivenlerden aşağı doğru tek hamlede atlamıştı. Başına bir şeyler vurulmuş olmalıydı. Alnından kan akıyordu. Ayakta duramayan o adam birden kendini toplamış ve iki hançeri sıkıca kavramıştı.
"Boşaltın burayı!" diye bağırırken etrafta bir panik başlamıştı. Merdivenden aşağı doğru bir şey iniyordu. Pis bir koku onunla geliyordu. Onu ilk görenler merdivene dikkatle bakanlar olmuştu. Kırmızı gözleri yuvalarından fırlamış gibiydi. Teni yeşile dönmüş ve dev bir canavar gibi ağzından salyalar saçan bir adam... Başının etrafında alın derisi ile birleşmiş dikenli bir tek vardı. Damarları çatlayacak gibiydi. Elindeki balyoz basamakları kırarak onun ardından aşağı doğru geliyordu. Koen gözüne doğru akan kanı sildi.
"Umarım bunu gören tek kişi değilim. O kadar sarhoş olmadım." demişti. Tavi ve adamları kılıçlarını çekmişti. "Yo!" demişti Tavi. Gelen adama bakarken gözlerini kısmıştı. "Hisarın ufak deney farelerinden birisi. Sanırım seni arıyorlar. İşte bu yüzden açıkta kalmamalısın." demişti. Sözünü kesen şey kükreme ile havalanan balyoz olmuştu. Koen Tavi'yi yana doğru itip havaya sıçramıştı. İnsanlar han içinde saklanacak ve kaçacak yer ararken Koen bu yaratığın nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı. Damarları siyaha dönmüş canavara bir şey enjekte etmiş olmalıydılar. Düşünemiyor ve sadece öldürmeye odaklıydı belli ki.
"Tavi!" demişti. Tavi kolunu tutan adamını arkasına doğru aldı.
"Sanırım onu öldürmek için boğazını kesmemiz yeterli değil!" demişti. Tavi kaşlarını çatıp ona baktığında Koen güldü ve eline bulaşan kanı yalayıp; "Bunu yukarıda denedim. Kafama balyozu indirmek üzereydi yarı kesik gırtlağına rağmen. Onu dışarı çekip yakacağım!" dedi. Tavi ona bakarken Koen yaladığı siyah kanın tadında aldığı baruta benzer tatla onu yakabileceğini fark etmişti. Hançerlerini bacağına yerleştirdi. Kollarını sıvadı ve masadaki şişeyi alıp birden dev yaratığa doğru attı. İki metreden uzun yaratık kaçışanlardan gözlerini ayırıp ona doğru çevirdi başını. Koen gülmüştü.
"Babana gel yavrum!" derken gözleri birden kızıla dönmüştü. Vahşi bir canavar gibi dudaklarını yalayıp sırtını kamburlaştırdı. Tavi ona bakıp kalmıştı. Koen sivrilen dişlerini gösterip gülümsemişti.
"Zafer yok! Sadece kan var!" demişti. Yaratık ona bakıp birden üstüne doğru koşmaya başladığında esen rüzgârın içindeki çığlıklar camları patlatmış herkes korku ile olduğu yerde kalmıştı.
Tanrılar asla hata yapmazdı. Koen’in ruhunu kısırlaştırmak onun dünyasını yok etmekti. Vaftiz edilmeyen ruhu kısır değildi ve o tanrıların bile kontrol edemediği bir şeyi kontrol edebilirdi. Kaos ve nefreti kontrol edip kendine bir çocuk yaratabilirdi ondan. Düşmanlarını ve Üç Tanrı Dağının katillerini yok edebilirdi. Tanrılar izliyordu. Atılan çığlıktaki onlarca ruhun acısını ve nefretini kendine silah yapan Koen'in gözlerinden fışkıran kızıl alevin yarattığı gücü hissediyordu. Ay o gece bambaşka bir renk alırken yağmur bulutları toplanmaya başlamıştı. Yağacak şey yağmur değildi. O gece kan yağacaktı Frange'nin üstüne. Üç Tanrının gökyüzünden izlediği kapışma ve gerçek bir nefretin doğuşu...
Bir kehanet vardı. Yüzyıllar önce Kayıp Masalların gün yüzüne çıkması için büyük olayları hatırlatacak kehanet. Bunlar birbiri ile bağlı ama birbirinden bağımsızdı. Koen'in kehaneti ise Karga'nın kader çizgisinde kendisini gösteriyordu.

Rüzgâr sert, gök yüzü gri ve insanlar korku içindeydi. Koen kapıya doğru adım adım çekilmişti. Tavi ve adamları geride kalmıştı. Kan bu yaratık için çekici ve bir o kadar aklını başından çalan bir yemdi. Koen alnındaki yaradan akan kanı eliyle sildi ve gülümsedi.
"Buraya gel seni çirkin pislik!" demişti. Eline masadaki feneri almıştı. Işık onu çekecekti. Dışarı doğru geri geri çıkarken onu yakmak için meydana çekmeye çabalıyordu. Ama bunun için yeteri kadar zamanı yoktu. Bir sıçrayışta devasa adam onun önünde belirmiş ve bir yumruk savurup onu duvara doğru fırlatmıştı. Koen midesine inen yumrukla duvara doğru yapışmış ve elindeki fener düşüp kırılmıştı. Ateş tahta zemine yayılırken onu yakmak için buradan çıkaramayacağını anlamıştı.
"Tavi hanı boşaltın." demişti.
Gecenin karanlığında han cayır cayır yanarken Koen tükenmiş halde kendini kapıdan atmıştı. Büyük bir patlama onun çıkışı ile alevleri daha da harlamıştı. Tavi herkesi tahliye ederken Koen o dev adamı içerde tutmak için canla başla uğraşmıştı. Elindeki baltayı kenarı doğru fırlatıp adamın savurduğu parçalardan korunmak için koşmuş ve yere yatmıştı. Tavi ve insanlar şaşkınlık içinde patlamayı izlerken Koen sırt üstü dönmüştü.
"Siktiğim piçini kim gönderdi!" diye mırıldanmıştı. Koluna saplanmış bıçağa bakıp gözlerini ona doğru yürüyen Tavi'ye çevirdi. Tavi onun kolundan sızan kana baktı. Perişan haldeydi. Onu yok etmesi için Hisar'ın gönderdiği bu yaratığın nasıl içeri sızdığını merak ediyordu. Ama önceliği Koen'in kan kaybından ölmemesi için onu şifacıya götürmekti.
"Karga?" demişti Koen. Yanan hanın üstünde uçan kargaları göstermişti. Tavi baktığında onlarca karganın yükselen dumanın üstünde döndüğünü fark etmişti.
"Jeniske neler olduğunu görmek istemiş olmalı!" demişti. Koen güldü ve elini alnına koydu.

"Neden ben? Neden buradayım ben?" demişti. Kargaların çirkin sesini duymaya başlamıştı. Ona doğru onlarca karga aynı anda uçmaya başlamış ve etrafında hızla dönüyordu. Tavi etraflarını saran kargalara bakıp kalmıştı. O kadar hızlı kanat çırpıyorlardı ki Tavi sesten kulaklarının ağrımaya başladığını fark etti. Ardından bütün kanat sesleri kesildi. Zaman etraflarında durmuştu adeta. Koen duran zamanın ardından gelen ayak sesi ile irkilmişti.
"Seni fark ettiler. Artık güvende değilsin!" Jeniske'nin sesini duymuştu Tavi. Etrafına bakınca gökyüzünden süzülen daha iri karganın yavaşça dönüşüp yere indiğini fark etti. Alevlerin donmuş ışığında yeşil gözleri parlıyordu. Kuzguni siyah saçları donuk yüzünü daha da renksiz kılıyordu. Başını yana doğru çevirip yerde yatan Koen'e bakınca düzgün burnu ve çene hattı ile oldukça çekici ve yakışıklı bir adam olduğunu fark etti. Normalde asla buraya inmezdi. Ama şimdi zamanı durdurmuş ve buradaydı.
"Burada çok uzun kalamam. Zamanı dondurmak hepimiz için tehlikeli. Tavi onu tekrar dağa götüreceğim..." Koen bunu duyunca birden elini ona doğru uzattı. Avuç içi ona dönüktü.
"Buna gerek yok. Sarhoştum ve savunmam zayıf düştü. Hisar onlara ihanet ettiğimi anladıysa daha büyük bir sorun var! " demişti. Kanayan kolunu kıpırdatamıyordu.
"Nasıl bir sorun?" demişti Tavi. Koen güçlükle nefes aldı.
"Tanrılara ettiğim yemin. Lanetlenmem an meselesi. Senin tarafına geçtiğimi tanrılar duyacak ve o kanla verilmiş yemin benim ecelim olacak." demişti. Jeniske birden duraksadı. Ona doğru yürüyüp yere çöktü. Kolundaki biçimsiz bıçağı tek hamlede çekip çıkardığında Koen sıkı bir küfür savurmuştu. Acıyla dişlerini gıcırdattığında Jeniske nazikçe onun koluna dokunmuştu. Koen vücudunun yavaşa derin bir uykuya doğru çekildiğini hissederken zamanın tekrar akmaya başladığını görmüştü. Alevler yavaş yavaş hareketlenirken sesler tekrar etrafı doldurmaya başlamıştı. Çekildiği karanlık yoğun bir su gibiydi. Bütün vücudunu kaplayan suyun ılıklığı ve yoğunluğu onu boğuyor gibi hissetti.
Doğrulmak için çabaladığında bir mum ışığı fark etti. Burası neresiydi bilmiyordu ama bambaşka yerde bulmuştu kendini. Şaşkınlıkla etrafa bakarken gözlerini sıkıca kapayıp açtı. Ellerini yüzüne doğru götürdüğünde ıslak elleri ile saçlarını geriye doğru çekiştirdi. Mum ışığının etrafında oturan bir adam vardı. Akışkan sıvının üzerinde düz bir zeminde oturur gibi rahatça bağdaş kurmuş oturuyordu. Işık yüzünü aydınlatıyordu. Kim olduğunu anlamak için yüzülmesi zor suda yüzmeye başlamıştı bin katı daha fazla efor sarf etmesine rağmen oraya varması günler sürmüş gibiydi. Oraya yaklaştığında adamın yüzüne bakmak için başını doğrulttu.
"Burası neresi?" demişti. Adam ona bakmadan yanmaya devam eden ince mum alevini izliyordu. Alev yüzünü aydınlatmıyordu. Buruşuk çirkin ellerini ve eski kirli siyah ama rengi bozarmış cübbesini aydınlatıyordu. Fakat yüzü başındaki kapüşonun ardında karanlıktaydı. Sadece titrek çenesi ve kırışık dudakları gözüküyordu.
"Gerçeklik! Zamanın gerçekliği burası." demişti. Koen burnunu dolduran kokunun tanıdıklığı ile ellerine bakmıştı. Kızıl koyu rengin kan olduğunu anladığında paniklemiş ve tutunacak bir yer arayarak ellerini sağa sola vurmaya başlamıştı. Adam aynı dingin ve sakin sesle konuşmaya devam etti.
"Yukarı çıkmak için zorlarsan kendini, daha çok derine batacaksın. Sadece kendini bırak. Zaman seni doğru yere doğru çekecek." demişti. Koen ona güvenmiyordu ama çırpındıkça sıvının katılaştığı ve onu daha hızlı şekilde derine çektiğini fark ediyordu. Çırpınmanın bir anlam ifade etmeyeceğini anladığında bedenini gevşetmek için sakinleşmeye çabaladı. Ölebilirdi... Ama bu ilk defa öleceği anlamına gelmiyordu. Burası gerçeklik olamazdı. Kanla dolu bir sonsuzluk.
"Sadece düşün! Nerede olmak isterdin?" demişti. Koen gözlerini onun gibi mum ışığına dikmişti.
"Ben geçmişte olmak isterdim. O gün! Nasıl oldu da ben hata yapıp öldüm? Hala anlamıyorum!" demişti. İhtiyarın sesi sakin şekilde sonsuzlukta yankılandı.
"O zaman sadece düşün!" dedi. Düşünmek. Koen için o anı düşünmek zordu. Sadece birisinin onu öldürdüğünü ve oraya yetişmeye çalıştığını anımsıyordu. Jeniske'ye yetişmeye çalışıyordu. Yorgun hissediyordu. Derine doğru çekildiğini ve nefes almanın anlamsızlığıyla gözlerini kaparken mum ışığı kayboluyordu. Son gördüğü adamın yukarı doğru kıvrılmış dudakları oldu. Sakalı ve bıyıkları arasında yukarı doğru kıvrılmış dudakları...
Derine çekilirken hissettiği tek şey rahatlamaktı. Huzurlu ve tasasızdı. Gece yarısı Hisar'da uyandığında susamış olurdu. Kirli duvarlar ile çevrili hücreyi anımsatan odasında geri yatağa dönüp gözlerini kapadığında onu saran sıcaklığı hissediyordu. Bu sıcaklığın aynısı hissettiği başka bir an daha vardı. Yanan mum ışığında ona bakan bir çift yeşile çalan gözleri görmüştü. Hırçınca uyanmış ve korku ile etrafa bakarken doğrulmuş yanındaki yere serili yataktan ona bakan Jeniske'nin gözlerini. Henüz on beşine bile gelmemiş genç oğlan Jeniske...
"Kâbus gördün." diye fısıldamıştı. Onlarda kaldığı gecelerde Jeniske onunla çatı katına çıkardı. Yatak serer ve orada yatarlardı. Çatıya çıkan merdiven ince ve uzundu. Dar alanda ikisi yataklarını yan yana serip uzanırdı. Düzensiz ve çatlak kiremitler arasından yıldızları gördükleri yere yatmayı severlerdi.
"Bir canavar vardı peşimdi. Büyükçe!" Koen fısıltılı sesle bunu söylerken onları izliyordu. Bağdaş kurmuş halde o çatı katında konuşan iki çocuğa bakıyordu. Kendi çocukluğuna ve Jeniske'ye. Çocukken sürekli kabuslar görürdü. Katlanılmaz olan kabuslardan uyandığında Jeniske onun tekrar uyuyabilmesi için bir mumu yanık bırakırdı. Mum pahalıydı. Yapımı zordu ve aşağıdaki Frange pazarından alınabiliyordu sadece. Ama buna değerdi. Koen için bir mumu harcamak Jeniske için feda edilecek ufak bir şeydi.
"Korkmana gerek yok. Mum yanık kalacak. Bende burada olurum. Elimi tutarsan seninle aynı rüyayı görürüz. Ve ben o canavarı öldürmek için, seni korumak için orada olurum." diye konuşmuştu Jeniske. Koen bunun işi yaradığını anımsadı. Rüyalarında Jeniske olur ve onu korurdu. Baştan beri o zaten ruhani olarak güçlü ve yetenekliydi. O gücünün farkında mıydı? Oturduğu zemin yavaşça kayboldu ve kendini boşlukta buldu. Oluşan zemin soğuk ve nemliydi. Taşa dokunduğunu hissetti ve ardından Jeniske'nin keşişlerin peşinden koştuğunu gördü. Kış vaktiydi. Henüz o daha küçüktü. Elindeki sopayı savurup keçileri yakalamaya çabalıyordu.
"Jeniske!" arkadan gelen ses bir adam aitti. "Anneni götüreceğim! Komşumuz doğum yapıyormuş! Keçileri toplayıp getir!" diye devam etmişti adam. Koen dönünce Jeniske'nin babasını ve annesini görmüştü. Bir başka adam daha vardı. Babası! Kendi babasının gençliği. Onu keskin koyu gözlerinden tanımıştı. Jeniske Koşarak oraya doğru gelmişti. Tam Koen'in olduğu yerde durmuş ve bağırmıştı.
"Bende gelmek istiyorum baba!" diye bağırmış ama adam ve kadın getirilen ata binip hızla uzaklaşmaya başlamıştı. Jeniske sopayı hızla otlara vurmuştu. "Onu bende görmek istiyorum!" demişti. Ama çabuk unutmuştu. Tekrar keçilerin peşine koşmaya gitmiş fakat birden durup Koen'e doğru dönmüştü. Onu görüyor gibi kaşlarını çatmıştı. Başını yana doğru eğip oraya doğru yürümüştü.
"Hey sende nereden çıktın?" demişti. Koen bir an irkildi. "Sana diyorum! Nereden çıktın sen?" diye çıkışıp ona sopasını doğrultmuştu.
"Sen... Sen beni görebiliyor musun?" demişti. Jeniske kaşlarını çatıp ona doğru bakmıştı. "Seni görüyorum! Hangi klandansın? Yoksa keçilerimi çalmaya mı geldin?" demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Başını iki yana sallayınca Jeniske onu baştan aşağı süzmüştü. "Kolun kanıyor!" demişti. Koen koluna bakınca yarasının kanadığını gördü. Öylece kaldı. "Eğer onu durdurmazsan ölürsün!" demişti Jeniske. Vahşi bir hayvan gibi ürkek bakıyordu. Ama yine de ona doğru emin adımlar atıp boynuna bağlı olan ince bezden yapılma atkıyı vermişti.

"Al bununla bağla!" diye ona doğru atmıştı. Koen yerden atkıyı alıp koluna bağlarken hala Jeniske'nin onu nasıl görebildiğini anlamıyordu.
"Bana şimdi nereden geldiğini söyle çabuk!" demişti. Koen ona bakıp kaldı. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu.
"Ben... Ben Frange krallığından geliyorum." demişti. Jeniske bunu duyunca heyecanla ona doğru birkaç adım atmıştı.
"Dağın aşağı kısmından mı? Neden ki?" demişti. Koen o an bir şey fark etmişti.
"Ben bir kahinim ve Jeniske adında bir çocuğu arıyorum. Ona çok önemli bazı şeyler anlatacağım!" demişti. Jeniske gözleri fal taşı gibi açılmış ona bakıyordu.
"O benim!" demişti. Elindeki sopayı düşürmüştü şaşkınlıktan. Koen gülümsemişti.
"Bugün bir çocuk doğacak! Ve senin kaderinde yer alacak! Onun kim olduğunu biliyor musun?" demişti.
"Evet! Koruyucu liderinin karısı doğum yapacak. Karnı kocaman olmuştu. Annem onun doğum yapmasına yardım etmek için gitti." demişti. Koen onun masumca konuşmasına bakıp gülümsedi.
"Onun adını bilmek ister misin?"
"Evet!"
"Adı Koen! O savunmasız ve ürkek bir çocuk olacak! " demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Koen ona yanındaki yeri gösterdi. "Sana anlatmam gereken şeyler var ve bunları asla unutmaman gerek!" demişti. O tarihi değiştirebileceğini fark etmişti. Jeniske'nin kaderinde gözüküyordu çünkü tanrılar ona kendi kaderini çizmek için bir şans veriyordu.
"Onun annesi ölecek bugün! Ve o tanrılarca kutsanamayacak! Onun kaderi senin kader çizginde olacak. Ve sen onun için tek gerçek arkadaş ve aile olacaksın! Senin onu koruman gerek. İleride ikinizde çok önemli kişiler olacaksınız. Büyük savaşçılar. Ama sakın onu yalnız bırakma. Onu koru ve sev! Onun sana ihtiyacı olacak Jeniske. O yalnızlıktan, karanlıktan ve kabuslarına gelen canavarlardan korkacak. Sen onun ailesi olacaksın, ışığı ve kahramanı... Onu korumanı söylemek için geldim!" demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı.
"Onun annesi ölecek mi?" demişti. Koen usulca başını salladı. "O zayıf olacak, savaşamayacak. Senin onu koruman gerek. Asla babası olamayacak. Onu babasından koruman gerek!" demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı.
"Ama babası çok güçlü. Ve onları seviyor..." Koen buruk bir gülümseme ile ona bakıp kaldı. "Sevgi zamanla yok olur Jeniske. Aşk ve nefret sonsuzdur. Geri kalan her şey zamanla yok olur. Sen herkesten farklısın!" demişti. Jeniske ona bakıyordu. Koen ona yükselen üç zirveyi gösterdi. "Sen tanrıların dilini anlayan son kişi olacaksın. Bu dağın muhafızı ve koruyucu olacaksın. Ama onu asla terk etme! Bunu yaparsan o yaralanacak. Üzülecek ve canı yanacak... " demişti. Birden kalbine saplanan bir bıçak hissetti. Dudaklarından kelimeler değil kan süzülmeye başlamıştı. Jeniske şaşkınlık içinde ona bakarken olduğu yerde kalmıştı. Korku ile geriye doğru çekilirken arkada beliren zırhlı muhafız haykırmıştı.
"Mağarada! Onu canlı yakalayacağız..." Koen göğsüne giren hançerle beraber kollarındaki ağırlığı hissetti. Bir bebek tutuyordu kollarında. Çığlıklar atan bebeğin yüzüne dökülen kanlar... Jeniske'nin çocukluğu kaybolup mağaranın girişinde dikilen o delikanlı ortaya çıkmıştı.
"Koen..." haykırışı dağı inletmişti adeta. Koen dizlerine çöken ağırlıkla yere doğru düşmüştü. Ancak ağlayan bebeği bırakmamıştı. Sırtına giren ve çıkan kılıç darbelerini hissederken çocuğun yüzünü görmek istiyordu. Yerin sarsıntısını hissediyordu. İnsanların çığlıkları artarken ona doğru yürüyen Jeniske'yi görmüştü. Ona doğru koşmaya başlarken arkasındaki adamın kırılan kemiklerinin sesi bebeğin ağlamasını bastırıyordu.
"Beceremedim!" bunu söylerken Jeniske onun yanına çökmüştü. Koen acıyı o kadar derinden hissediyordu ki ölmek istiyordu. Kucağındaki bebeği neden tuttuğunu anımsadı. Bir kadın... Bebek yeni doğmuştu ve o da buraya getirmeye çabaladığı kafilenin içindeydi. Canını vermek uğruna bebeğin üstüne kapanmıştı. Koen o anı anımsıyordu. Acılar durdu. Zaman durdu adeta. Sadece o anı görüyordu. Bebeğin ağlamasını durdurmak ve kılıç darbelerine rağmen memesini ağzına vermiş kadını görmüştü. Önüne geleni hançerlerinden geçirip kadına ulaştığında onu koruyacağını söylemişti. Ve mağaraya doğru koşmaya başlamıştı.
"Bir çocuğumuz olacak bir gün..." Jeniske'ye bunu dediğini anımsadı. Kucağındaki çocuğu ona doğru uzatıyordu. "Onunla tekrar doğacağım. Onu koru ve büyüt!" Koen bunları söylerken bedenine çöken ağırlığı hissediyordu. Zaman sanki hızlanmıştı. Jeniske'nin çocukla ona bakışı kaybolurken dağ yarılıyordu. Olduğu yerdeydi. Jeniske'nin sesini duydu.
"O geri dönecek. Bunun için bu bebeği feda edemem. Üç tanrıdan tek isteğim var. Her hançer darbesi dileğim olsun. Koen göğsüne doğru saplanan hançerleri hissediyordu. Jeniske ile bir beden gibiydi. Üçüncü hançer göğsüne girdiğinde gözleri kapandı. Ruhunda derin bir ağırlık ve sessizlik vardı. Kan kokusu ve sessizlik o kadar uzun süredir etrafında gibi hissediyordu ki... Adeta delirmiş gibiydi. Unuttuğunu anımsıyordu. Ama hatırlıyordu.
"Benim cehennemim unutmaktı! Demişti. Bin zincire vurulmak değildi. Unutuyordu. Ve o parlayan ışıkla beraber çekildiğini hissediyordu. Bir yere çekilirken bir kadın gördü. O ölürken bile çocuğunu emziren kadın ona bebeği uzatıyordu. Koen onu tuttuğu anda bir ağlama sesi duymuştu. O an anlamıştı. Zaman ve mekân karışmıştı. Karışan anıları yüzünden bedeni yanlıştı. Ve o bebeğin zaman içinde donup kalmış bedenini almıştı. Ağlıyordu. Ciğerlerini yakan hava ile ağlıyordu. Kesilen süt yüzünden ağlıyordu. Öyle derin çığlıklar atmak istedi ki... Zihni bulanıyor ve nefes alamıyordu.
"unut!" diye bir fısıltı duydu ve o fısıltı derinden fırlayıp yüzüne bir çığlık olarak çarptığında korku ile çığlık atmıştı.
...

Yattığı yerden doğrulduğunda kan ter içindeydi. Kolu ağrıyordu. Ama işin garip yanı elini tutan bir el hissetmişti. Jeniske onun bağırtısı ile sıçramış ve ona bakıp kalmıştı. Koen nefes nefese tuttuğu eli sıkıca tutuyordu. Tanrılar ona şans vermemişti. Ona kaderini çizmek için şansı vermemişti. Ama ona nasıl ölüp nasıl dirildiğini göstermişti. O kadar sıkı tutuyordu ki Jeniske'nin elini sıktığı eli titriyordu. Koluna sarılı bez kızıla boyanıyordu sıktıkça.
"Koen!" demişti Jeniske oturduğu sandalyeden kalkıp. Oturduğu yerde uyuya kalmıştı.
"Kâbus gördün!" Jeniske bunu söylediğinde Koen dolan gözlerini kapadı. "Kâbus görmedim. Elimi tutuyordun ve beni koruyordun!" Jeniske ona bakıp kalmıştı. Hatıraları artık tamdı. Kim olduğu ve ne olduğunu artık biliyordu Koen. Ona ne olmuştu bilmiyordu ama şimdi o tamdı ve ne olduğunu biliyordu.
"Ben her zaman senden kendimden o dağdan bir parça taşıdım. Ben... Ben olarak hep vardım. Sadece korkuyordum." dedi. Jeniske ona bakıp yatağın kenarına oturdu.
"Sen uyurken bende bir şeyler düşündüm. Tanrıların seni lanetlemesini engelleyebilirim. Bunu yapabiliriz." demişti. Koen birden ona doğru uzanıp boynuna sarıldı. "Sen hep özeldin. Beni gördüğünü biliyorum. Asla unutmazsın sen! Beni bu şekilde tanıdın. O günden sonra hep o kâhini Frange'de aradın ve sonra olacakları anladın. Kehanet mi bu?" demişti. Jeniske onun beline doladı kollarını.
"O kâhinin yüzünü hiç unutamadım. Çaresiz ve şaşkın yüzünü hep senin yüzünde görmüştüm. Ve sonra çekilmek zorunda kaldım. Kehanet Koen! Bu kehaneti sen yazdın. " demişti. Koen derin bir nefes aldı. Göğsüne dolan nefeste Jeniske'nin kokusu vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Üç:

Resimler

 

Bölüm On Dört

Hisar ve İhanet

Şer bölgesi deniyordu Üç Tanrı Dağına. Yaşanan o olaylardan ve yüz binlerce ölüden sonra Hisar o bölge için her zaman Şer bölgesi demişti. Karanlık ruhlarla dolu yerde aklını kaçırmış efsuncudan söz edilirdi. Jeniske onlar için aklını kaçırmış kötülüğün sembolü idi. Kontrolsüz ve her zaman kana susamış bir mahluktu. Çirkin, acımasız ve nefret dolu bu iblisin orada yaptığı katliam sonucu öldüğünü söylemiş olsalar da bedenini asla bulamamışlardı. Bu da kafada soru işaretleri oluşturmasın diye onun gibi görünen siyah saçlı çirkin bir adamı öldürüp yüzünü parçalayıp bütün krallıkları geçirip Hisar'da cesedi yakarak onun ölümünü müjdelemişlerdi. Üç yüz yıl önce gerçekleşen bu ritüel ile Krallıklar düşen Üç Tanrı Dağından sonra Hisar'ın hükmünü ve bilgeliğini kabul etmişti. Üç yüz yıl boyunca onun hükmü altında yaşarken tekrar dirilen bu iblis hakkında dedikodular yayılmaya başlamış ve Hisar onun geri döndüğünü anlayınca Kurnaz suikastçı Koen'i göndermişti. Fakat işler olduğu gibi gitmemişti. Koen taraf değiştirmişti. Bunun sebebini anlama konusunda zorluk çekiyordu Alimler. Koen'i baştan aşağı Hisar'a sadık bir köpek olarak yetiştirmişlerdi. Onun ruhani, fiziksel ve duygusal iplerini ellerine almışlardı. Bu ihanet neden yapılıyordu. Hisar korku içinde gelişmeleri izlemiş ve Koen'i ortadan kaldırmak için Üç Tanrı Dağından gelen Kızıl Taş ile yarattıkları varlığı göndermişlerdi. Onu yakıp yok eden Koen'in yanında ilk defa Jeniske'yi görme fırsatı bulmuşlardı. Alimler o çirkin ruh yerine oldukça düzgün bir adam görmüşlerdi. Ve sessizlik başlamıştı. Ama etrafında sessizce oturan alimler öylece Jeniske'nin yüzüne bakıyordu.
"Tanrıları onu tekrar diriltip bizden intikam istiyor." Bir alim bunu söylerken öne doğru eğilmişti. Derin bir nefes almıştı burnundan. Göğsüne dolan nefesle konuşmaya başlamıştı.
"Tanrılar hoşnutsuz. Onların krallığı olan bu yerde üç asi tanrının temsilcisine karşı kaybedemeyiz. Onu yok etmek için bütün krallıklara ordularını toplama emri vermeliyiz. Frange'yi yerle bir edip onların bize ihanetinin bedelini ödetmeliyiz. Ki başka kimse onlara katılacak cesaret gösteremesin." dedi. Baş alim gözlerini kısmış masaya bakıyordu.
"Zor!" demişti. Sessizce dudaklarından süzülen bu kelime oğlunun ona ihaneti ile sarsılan bütün iktidarından kaynaklanan baskıyla konuşmaya başlamıştı.
"Çok zor bir savaş olacak. İnsanlar onlardan korkuyor ve karşımızda sıradan bir ordu yok. Kargalar ve ölü olduğu söylenilenlerden meydana gelen bu ordu şimdiden şehirlerde adını duyurmaya başladı. Frange'nin isyanı ile birçok krallık sessizliğe gömüldü. İnsanlar onlardan korkuyor ve korku bizim tarafımızdan yönetilmeyen bir kaosa sebep olursa çok zor bir savaş olacak. İnsanları ordulara katılmaya ikna etmemiz gerek. Üç Tanrı Dağında yaşananları unutmayanlar ve hala konuşanlar var. Orada yerin yarılışı ile binlerce askerimizin kızgın alevler tarafından yutulduğunu duyan binlerce insan var. Krallıklar durduk yere bize askerlerini vermez. Onları ikna edecek bir şey görmemiz gerek. Çoğunluğu o bölgenin ne işe yaradığını bilmeyen aptal kralları tarafından yönetilirken onlara gerçeği gösteremeyiz." demişti. Geriye doğru yaslanıp kırışık ellerini karnın üzerinden birleştirdi. "Oradan gelen gücün onlara bir faydası olduğunu görmek zorundalar. Yoksa onları ikna edip ordularını alamayız. Karga'nın tehdidini algılamaları lazım." dedi. O konuşmadan sonra derin sessizlik tekrar başlamıştı. Sessizliği bozan şey titreyen bir gölge oldu. Ardından baskın ışık ortaya çıkmaya başlamıştı. Daha sonra Koen'in bedeni belirmişti. Işık güçlü ve göz yakıcıydı. Karanlık mahzeni aydınlatıyordu. Oraya nasıl geldiğini bilmiyordu kimse ama ışık saçan bedeni oradaydı.
"Bir sene oldu ve siz beni gönderdiğinizde kim olduğunu bilmeyen bir çocuktum. Neden var olduğumu anlayamayan birisiydim. Şimdi ise kim olduğumu nereden geldiğimi ve ne yapmam gerektiğini biliyorum." mahzende yavaşça yürüyüp yaşlıların bulunduğu masaya doğru yaklaşıyordu. Gözlerinde kararlılık vardı.
"Çocukken çalışmak zorundaydım. En iyi olmak ve her zaman kazanmak zorundaydım. Kendimi eğitmek ve itaat etmek zorundaydım. Var oluşum bu Hisar'a aitti ve onun içindi. Bu masala inandığım için çok kavga ettim kendimle. Ve şimdi sizlerin de bilmesi gereken bir gerçekle geri döndüm. Büyüdüm. Gençliğimin hatalarını görerek iki yaşamım arasında kavgalar ederek büyüdüm ve kan istemeye geldim. Benden çaldığınız hayatın karşılığını almak için. Tek başıma değilim. İntikamını alacağım çok yaşamın bana verdiği güç ile buradayım." Masaya gelmişti. Sırtında büyük bir kılıç vardı. Yavaşça kılıcı çıkarıp masaya bıraktığında Alimler ona bakıyordu. Koen ise yavaşça boş sandalyeye oturdu.
"Bunca yaşadığım şey bir rüyadan ibaretti. Baba dediğim kişi ise sadece beni ve halkımı yok edenlerin öncüsüymüş. Şimdi bu rüyadan uyanma vakti. İşte şimdi buradayız. Sizin planlarınız ve hayatların yönünü hesapladığını o küflü mahzeninizde." ellerini iki yana açmış ve şaşkın gözlere bakıyordu.
"Frange bizim, Üç Tanrı dağı bizim ve daha binlercesi bizim olup sizin bu kalın surlarınızı param parça etmek için denizi ikiye bölmeye geleceğiz. Yolumuzdan dönmeyeceğiz. Bizler savaşçılarız ve koruyucularız. Bu dünyayı inşa edenlerin soyundanız ve her şeyi yıkıntılarından var edenler olacağız. Sizin cesetlerinizin ve kirli düşüncelerinizin öldüğü bu şehirleri tekrar yaratacağız. Sadece son bir veda etmek için buraya geldim. Artık yeni Çağ başlıyor ve bir avuç ihtiyarın bu düzene yön vermesine izin vermeyeceğiz. Bizler sizlerin yarattığı bu düzeni yıkacağız. Bizlerden aldığınız her şeyi tekrar alacağız. Üç isyancı tanrının gücü ile buraya doğru yola çıkacağız. Ondan önce bir haber vermek istedim." demişti. Parmaklarını şaklattığında birden boş sandalyede olması gereken Siyah Kule aliminin başı düşmüştü. Masaya kanlar içinde düştüğünde herkes oturduğu yerden sıçramıştı. Koen düşen başa bakıp yavaşça dudaklarını yukarı doğru kıvrılışı ile gözlerini onu eğiten yaşlı baş alime çevirdi. "Çok yakınınızdayız. Bizi fark edemeyecek kadar kibirli ve küstah olan sizlerin çok yakınında!" demişti ve öyle şiddetli parlamıştı ki etrafını saran ışık herkes gözünü kapatmak zorunda kalmıştı. Işık mum alevi gibi sönüp kaybolduğunda kesik başın bedenide masada belirmişti. Bir süredir haber alınamayan Kara Kule baş Aliminin ölü bedeni başından ayrı halde hala sıcak ve kanı taze halde masada duruyordu. Alimin kesik başında dişleri arasına sıkıştırılmış bir not vardı. Notta ise şunlar yazıyordu.
"Ben Karga lider ve Üç Tanrının Temsilcisi Jeniske. Açık bir şekilde size tutumumuzu belittik. Aylardır gönderdiğiniz o varlıkların içinde benim dağımın enerjisi var ve onların ruhlarını sizin zincirlerinizden azat etmekten yorulmadım asla. Frange, Qufang ve Üç Tanrı Dağı benim toprağımdır. Bu topraklarımı genişletecek ve gittiği yere gerçekliği götürecek büyük bir ordu ile üzerinize doğru yürümeye başlayacağım. Tanrılarınız sizden umudu kesmiş halde bir köşede sadece kıvranışınızı izleyecek. Kapılarını açıp teslim olan krallıklarda bir taşı bile yerinden oynatmadan geçip gideceğiz. Onlara gerçeği ve gücü göstereceğiz sadece. Direnen ve sizi kollayan bütün krallıklar bunun bedelini hem canları hem kanları ile ödeyecek. Savaşımızın sadece Hisar ile olduğunu bilmesi için bütün krallıklara bu mektup gidecek. Kapılarını açanların dilerse bizim özgülük ordumuzda yeri olacak. Dilerlerse oldukları yerde kalıp ülkelerini koruyacaklar. Direnen kimseye merhamet olmayacak. Cana can, kana kan!" Mektup bütün krallıklara yaşayan elçiler ile ulaşırken Hisar'a ölü Kara Kule Aliminin ağzında gitmişti. Kanla yazılmış ve içindeki tehdit diğerlerinden daha korkutucuydu.

Koen geçmişi ile tamamen yüzleşeli neredeyse sekiz ay olmuş ve Hisardan ayrılalı bir sene olmuştu. Tanrılar onu lanetlemesin diye Jeniske ile yollarını Frange'de ayırmıştı. Qufang'a gidip orada iç kargaşayı bastırmış ve orduyu eline alıp oldukça büyük bir ordu toplamıştı. Kraliçenin başını almamış ama tahta prensi oturtmuş ve bunları ilk defa yaparken Hisar mührünü kullanmıştı. Şimdi Qufang krallığı onun ve Prensin denetimindeydi. Saisa ise onun eli kulağı olmuştu. Koen kaybettiği yeteneğini kazanmış ve dağın onun ruhuna kattığı kızıl gücü geri almıştı. Jeniske sayesinde Hisar'a canlı mesajı ileten kişi olmuştu. Savaş hazırlıkları bitmeye yakındı ve Qufang'da toplanan ordudan henüz Hisar'ın haberi bile yoktu. Onlar sadece ihanetçi yeri Frange sanıyordu. Oysa yüz bin kişilik bir ordu Qufang'da hazır bekliyordu. Bir sene içinde Koen bütün orduyu hizaya alıp şehirde ve krallıkta yaşayan herkese bu orduya katılma emri vermişti. Yedi aydan kısa sürede orduyu güçlendirmiş ve prenslerine yeminli Karga Lidere sadık kişiler haline getirmişti. Üç Tanrı Dağından geldiği yönetimde sır şeklinde tutulurken Qufang ordusu onun güçlü bir komutan olduğunu ve Hisar'a baskısı yüzünden baş kaldırdığını düşünerek peşine takılmıştı. Koen iktidar sahibi bir general olma yolunda kısa sürede kendini göstermişti. Qufang'da birkaç ay yanında kalan Aiken ise ondan eğitim taktiklerini öğrenip Üç Tanrı Dağına geri dönüp Jeniske'nin ordusunu eğitime almıştı. Frange ve Qufang'dan Üç Tanrı dağına silah ustaları ve iyi demirciler gönderilmiş ve zırhlı büyük bir ordu yaratılmıştı. Sayıları azdı. İki bin kadar askeri vardı ancak hepsi Jeniske tarafından büyülenmiş silahlara sahipti. Kılıçlarının bir hamlesi bir ağacı ikiye bölebilirdi. Ve Hisar'a mektup gidip bütün krallıklara mektuplar ulaştığı günün akşamı Qufang sarayında bir toplantı düzenlenecekti. Jeniske'nin de katılacağı toplantı oldukça gizli ve önemliydi. Jeniske bazen Qufang'a tek başına Koen'i görmeye gelirdi. Ve onların nerede olduğunu kimse bilmezdi. Jeniske'nin yaptığı büyü ikisini görünmez, duyulmaz ve bulunmaz kılardı. Saatlerce birbirlerine karşı olan özlemlerini giderip ardından tekrar haftalarca görüşmezlerdi. O sırada savaş ve orduları hakkında konuşurlardı. Bu gece ise Tavi ve Frange yönetiminin de katılacağı toplantı Qufang sarayının gizli odasında yapılacaktı. Sessizce gelen misafirler saraya arkadan girip gizli odaya iniyordu. Saisa ve Prensinde bulunacağı toplantıya en son Qufang tarafı katılacaktı. Onlar da sarayın gizli odasına geldiğinde Jeniske ve Koen'in yokluğunu fark etmişlerdi. Aiken efendisinin dağın yarı yolunda ayrıldığını söylemişti. Koen'in en sevdiği genç komutan ise Koen'in öğleden sonradan beri ortada olmadığını anlamıştı. Saisa gülümseyip prense oturması için eşlik etmişti.
"Anladığım kadarıyla bizimle görüşmeden önce ikisi görüşmeye karar verdi." demişti Tavi. Aiken oturduğu yerden masaya konulan şaraptan bir yudum aldı. "Bunun ihtimali durumu yok. İkisinin de olmaması bir araya geldikleri ve görüştükleri anlamına gelir." Dediğinde kapı açılmıştı. Jeniske içeri doğru girerken Koen onun ardından giriyordu. Uzattığı dalgalı saçlarını geriye doğru toplamıştı Tavi ve Frange yönetimi en son onu sekiz ay önce görmüştü. Şimdi o bitik ve tükenmiş hali yoktu. Jeniske'nin ardından girip kapıyı çekip oturanları ufak bir baş selamı ile selamlamıştı. Prens Maios'un ayağa kalkması ile herkes ayaklanmıştı. Prens elini Jeniske'ye uzatmış ve birbirlerinin bileklerini kavrayarak el sıkışmışlardı. Jeniske gülümsemişti. Ona ayrılan Prensin karşısına oturduğunda Koen onun yanına değil Prensin boş olan yanına oturmuştu.
"Generalimle olan dostluğunuz size olan güvenimi iyice sağlamlaştırıyor Karga Lider Jeniske" demişti Prens Maios. Jeniske demir maskesini çıkarıp nazikçe gülümsemişti.
"Kendisi ile olan dostluğum benim de sizlere güvenmemi sağlıyor. Saisa ve onun sayesinde güçlü bir ittifak kurduk. Hayal bile edilemeyecek ordu gücüne ulaştık. Bu sayede Hisar'ın baskısını yenip sonunda özgürlüğü tatmış olacağız." demişti. Prens onunla gülümsedi. Kadehlerde dolu içkiler birer yudum içilip masaya konuldu. Tavi Frange'nin yönetim heyetinin başındaydı. Orada bir kral yoktu. Bir lider vardı. Yönetimde meclis ve bu lider Yaşlı Tavi idi.

"Mektuplar krallara ulaştı ve artık son bir hamle kaldı. Qufang'dan yola çıkacak ordu ile Frange de Üç Tanrı Dağı koruyucuları bir araya gelecek. Bu sayede ordu Hisar'a doğru yola çıkmış olacak!" dedi Tavi. Koen dirseğini kolçağa yaslamış elini çenesine dayamıştı. Orduyu yürütmeye hazırdı ama bir konuda endişeleri vardı. Bunu Jeniske ile konuştuğunda onun desteğini almıştı.
"Sorun şu ki ordunun prense olan güveni bana olan güveninden daha fazla. Ona itaat ediyorlar ve orduyu ben yürütemem. Onu yürütmek için majestelerinin bizimle yola çıkması gerekiyor. Bu durumda Qufang başsız kalıyor." demişti Koen. Prens iç çekmişti. Bu sorunun o da farkındaydı ve Kraliçe hala hayatta olduğu için tahta çıkması kolay olurdu.
"Qufang'a bir el atamanız gerekecek. Bu kişi sizin güvendiğiniz ve iktidar sahibi birisi olmalı. Ona bıraktığımız askerler ile siz dönene kadar şehri ve ülkeyi korumalı!" demişti Saisa. Prens usulca başını salladı. Aklında bir isim vardı. Ve bu isim tehlikeli olsa da halk tarafından sevilen birisiydi. Ordunun itimat edeceği bir isimdi. Tek bir sorun vardı.
"Benim yokluğumda tahtımı sana emanet edeceğim." demiş ve Saisa'ya dönmüştü. Saisa şaşkındı. Tek sorun onun bir kadın olması ve kadınların tahta el olmasını Qufang kaldırabilir miydi? Bunu kimse bilmiyordu. Sadece halk özellikle şehir halkı Saisa'yı seviyordu. Onun sayesinde prensin yardım sever ve adil olduğunu prensin onu dinlediğini biliyorlardı. Her hafta tapınakta onların sorunlarını dinlemeye gelen bu kadın onlar için bir ana gibiydi. Prensin ona karşı sevgisinin bambaşka olduğunu anlamak için bunları bilmeye gerek yoktu. Prens o kadına bambaşka bakardı. Onun ağzından çıkan bir kelimeye hayranlıkla bakar ve gözlerini ondan asla ayırmazdı.
"Efendim biliyorsunuz ki kraliyet kanından olmayan bir kadın saray içinde böyle rütbeli bir pozisyona getirilemez." demişti Saisa. Tavi ise oldukça sessiz bir iç çekişten sonra Prensin söyleyemediği o sözü bir anda söylemişti.
"Evlenirseniz bu durum değişir. En azından tahtı korumak için. Onunla gerçekten karı koca olmana gerek bile yok!" demişti. Etrafta derin bir sessizlik ve sessiz bakışmalar başlamıştı. Saisa bu sefer daha yumuşak bir biçimde konuşmaya başladı.
"Biliyorsunuz ki kraliyet kurallarından birisi krallığın başında olan prensin ilk eşinin bakire olmasıdır. Ve benim oğlum olduğunu çoğu kişi biliyor. Bu durumu kabul etmeyecekler. Oğlumun varlığını saklamam..." prens birden ona susmasını işaret edip öne doğru eğildi.
"Oğlunun oğlum olduğunu bilmiyorlar ama..." demişti. O kadar derin bir sessizlik oluşmuştu ki kulaklar sağır olacaktı. Koen kaşlarını çatıp ikisine bakmak için öne doğru eğildi. "Bu gerçeği bilmeleri iyi olacaktır. Bir veliahttım olması bana kral unvanı verecektir." dedi. Jeniske başını yavaşça salladı. Koen ise şaşkınlıkla ağzı açık onlara bakıyordu.
"Prens Maios bu doğru ise ortalık karışabilir. Qufang'da sert kurallar var ve bunu ben bile biliyorum." Koen bunu söylerken gözlerini prense dikmişti. Jeniske ise sakince oturmuş onlara bakıyordu.
"Ben prensim ve Saisa ile daha önce gizli evlilik yaptığımı söylediğimde bana karşı çıkacak rahip olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca şu an bundan daha iyi bir çözüm yok. Bir prens ve tahtı koruyacak birisi var. Ve bu kişi Saisa. Daha fazla kimseye güven duyamam." demişti. Saisa bir şey diyemeden öylece kalmıştı. Birden özel hayatı masaya dökülmüş ve çırılçıplak kalmıştı.
"Kısa sürede evliliğinizi duyurmanız gerekecek o zaman. Ordum bir hafta içinde Frange surlarında olacak. O zamana kadar bu evlilik ve varis mevzusu halledilmeli!" demişti. Jeniske bunu söylerken Koen hala olayın şokundaydı. Onları hiç yakın ve el ele bile görmemişti. İlişkilerini saklama profesyonelliğine hayrandı. Saisa her zaman prensin üzerine titrerdi ama bunun görevi olduğunu düşündüğü ve vefa borcu ile alakalı sanmıştı.
"Oğlun prensin oğlu ve sen onunla evlisin. Bu ne zaman nasıl gerçekleşti?" demişti. Saisa ona bakıyordu. Dudakları oynadı ama prens onun yerine cevap vermişti.
"Bunu karıştırmana gerek var mı Koen? Ben sen ve Karga Lider arasındaki çelişkili ilişki hakkında soru sormadım!" demişti. Koen cevabını almış halde dudaklarını mühürleyip geriye doğru yaslandığında Jeniske bıyık altından gülümsemişti.
"Bir sorunu hallettiğimize göre düğün tarihini oldukça erkene alın ki harekete geçelim." demişti Tavi. Aiken bir sıkıntısı var gibi Jeniske'nin yanında kıvranıyordu. Bu düğün işinden mutlu olmayan tek kişi o olabilirdi. Saisa'ya karşı hissettiklerini Jeniske bilse de ona imkân olmadığını söylemişti. Aiken hemen konuyu dağıtmak için masanın yanındaki çantasından deri üzerine işlenmiş haritaları ve savaş planlarını çıkardı.
"Orduların yürüyüşü ve savaş planlarına dair bizim ilk önerilerimiz burada yer alıyor. Sizin planlarınızı görmek için bir araya geldik. Taht ve düğün işi konuşmaya değil!" demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Çarpık ilişkileri izlemekten hep haz duymuştu. Aiken'in Saisa'yı sevdiğini düşünmemişti ama şimdi bu düşünce ile sırıtmıştı.
"Koen!" demişti Jeniske onun adeta kafasında geçirdiklerini okur gibi bakıyordu.
"Savaş planlarınız?" dedi ardından. Koen bir an için toparlandı ve açılan büyük haritaya baktı. Planlarını çizmemişti. Bunu yapmama sebebi aldığı eğitimdi. Mürekkep iz bırakırdı. O kimsenin gerçekten yüzüne güvenemezdi. Kimin Hisar'a çalışıp çalışmadığını bilemezdi. Bu yüzden çizmemişti. İşaret parmağını şakağına dayadı.
" Hepsi burada ve ordu harekete geçtiğinde kâğıda dökülecek!" demişti. Aiken ona bakıp kaşlarını çatmıştı.
"Bize güvenmiyor musun?" diye çıkışmıştı. Koen oldukça sakin bir ses tonuyla ona cevap verdi.
"Sorun siz değilsiniz. Hisar tahminimizden daha sinirli ve kimin kanına gireceği belli olmaz. Herkesin bir zaafı vardır ve Hisar bunları bulma konusunda oldukça iyidir. İnsanları yönetmek onların beş yüz yıldır yaptığı şey değil mi? Bu sebepten bu ordunun yürütülmesi planını açığa vuramam. Gerekenleri konuşurum. Gerekeni yaparım ve gerektiğinde sadece susup izlerim." Aiken onu dinlemiş ve memnuniyetsiz şekilde geriye doğru yaslanmıştı.
"Bilmiyorum. Sonuçta bu masada oturan birisinin Hisar'a kaptıracağı tek şey yaşamı olur." diye ısrarını sürdürmüştü. Koen ise onunla mücadele etmeye devam ediyordu.
"Sorun senin benim ya da başkasının haritada planı görmesi değil. Sorun bu plan kafamdan çıkarsa herkes öğrenmeye başlar ve yüz bin kişiden oluşan orduda kontrol edip her gece izleyemediğimiz binlerce on binlerce adam var. Ama biz izlenebilecek kadar yalnız yürüyoruz. Onların bizden bir şeyler öğrenme ihtimali bizim onlardan öğrenme ihtimalinden düşük. Komuta merkezinde her şeyi ortaya koymak demek yüz bin askere bütün sırları söylemekle aynı. O yüzden ordu Frange'ye kadar gelecek ve sonrasında Prens Maios ile benim komutamda ilerleyecek. Buna Üç Tanrı Ordusunun itirazı varsa makul bir noktada anlaşılabilir." dedi. Aiken adamlarını Prensin ordusuna karıştırmak istemiyordu. Ama son söz Jeniske'nin idi. Onun itiraz edeceğini düşünmüyordu kimse. Koen'in adımlarını izleyen ve adeta ona tapan bir mahluk gibi bakıyordu herkes ona. Eskisi kadar özgür değildi. Koen'e bağlı olduğunu herkes görebiliyordu. Aiken efendisine döndü ve bir cevap beklerken Jeniske başını iki yana salladı.
"Ordumu öylece Prensin ordusuna karıştırmak onların potansiyelin düşürecek ve içeride cevabı olmayan sorular büyüyüp büyük sorunlara neden olacaktır. Üç Tanrı ordusu ile Qufang Ordusu yan yana yürüyebilir ama asla iç içe geçemez." demişti. Aiken şaşkınlıkla ona bakarken Koen daha şaşkındı. Bunu hiç beklemiyordu. Ona bu konudan daha önce söz etmiş olsaydı cevabını bilirdi ama sakladığı bu son koz ile olduğu yere çökmüştü.
"Duydun! Üç Tanrı Ordusu sandığın gibi zayıf ve niteliksiz değil. Savunmamız sizinki kadar güçlü olmasa da sonuçta bizim atak gücümüz daha fazla." diye devam etmişti Aiken. Jeniske'nin verdiği güç ile konuşuyordu. Tavi sadece onları izliyordu. Frange ordusu Üç Tanrı Ordusuna bağlıydı ve bu masada alınan karar baş komuta noktasını belirleyecekti. Prens ya da Aiken'in bir rolü yoktu. Koen ve Jeniske bir hegomonik savaşa girmişti. Bunun farkında olan iki kişi vardı. Saisa ve Tavi! İkisi de sessizce bu savaşı köşelerinden izlemekle meşguldü. Frange'nin en rütbeli komutanı ise masada oluşan gerginlik ile gürültüyle şarabından birkaç yudum içmişti.
"Atak gücünün önemli olduğunu sanmıyorum." Koen bunu söyleyip arkasına yaslanmıştı. Jeniske ise Aiken'i susturup konuya kendisi müdahil olmuştu.
"Atakla alınan darbe ile savunma geliştirilir." Jeniske meydan okur gibi ona bakıyordu. Koen kaşlarını çatmıştı.
"İlk darbede o askerlerin yerle bir olduğunda savunmanın önde olması ve bizim arkamızda atağa geçme fikrini aklından geçirip pişman olursun!"
"Bunun olmayacağını biliyorum."
"Asla emin olmazsın. Üç Tanrı ordusu hacmen zayıf ve bu düşmana baskı yapmaz!"
"Önemli olan kalıpsa bu masada en ufak olan sensin. Ama göz kırpış süresinden az zamanda herkesi öldürebilirsin. Üç Tanrı Ordusunun potansiyeli Qufang'dan daha fazla!"
"Potansiyel değil sayı önemli. Hisar gibi düşünerek hareket etmezsen buradan ayrılınca dağılıp parça parça edilir ve yarı yola gelmeden bu sefer biter!" Koen ona bakarken öne doğru eğilmişti. Jeniske yavaşça ellerini birleştirdi.
"O zaman gerçek amacını bana söyleyeceksin!"
"Bunu yapmak zorunda değilim. Qufang önden gidecek Üç Tanrı Ordusu ile Frange ordusu arkamızdan gelecek. Sadece bu kadar!" demişti. Jeniske bunun üzerine masaya doğru eğilip haritanın üzerine elini koydu. Serçe parmağında takılı kırmızı taştan yüzük ışıldamıştı.
"Ordunun potansiyelini boşa harcayıp pasif kalacaksın!" demişti. Koen ayağa kalkıp onun elinin altından haritayı çekti. Kendi önüne getirip en yakındaki şehrin üzerine işaret parmağını koymuştu.
"Pain gölüne en az bir ayda varacağız. Bu sürede ataklar sadece köylüleri ürkütür. Epharai Krallığı bizim ilk zafer noktamız olacak. Hisar’ın en büyük gözetim kuleleri burada. Pain'den bölgesinden itibaren atağa geçmezseniz itibarımız ve ardımızda bıraktığımız yıkım kapların daha güçlü olmasını ve bizim ilerleyişimizi daha zor hale getirir. Bunu göremeyecek kadar Hisar'ın yönetimini bilmiyorsunuz." demişti. Jeniske onun gösterdiği yere bakıp başını iki yana salladı.
"Ordumun başına geçmeni istiyorum hala! Ve sen sırf burada daha fazla oyuncu olduğu için bu orduda komutan olmayı tercih ediyorsun. Biliyorsun ki daha hızlı gidebiliriz. Senin önderliğinde bunu yapabiliriz." demişti. İçeride gergin bir hava oluşmuştu. Koen başını iki yana salladı. "Mevzu daha fazla adam olması değil. Savaş az ya da çok adamla belirlenmiyor. Taktikle belirleniyor. Ve Epharai bizim ilk şanlı zaferimiz olacak kadar önemli bir denetim noktası. Oraya varana kadar en azından Üç Tanrı Ordusunu arkada tut!" demişti. Jeniske inatçıydı.
"Hayır! Başına geçip onları geride tutarsan ancak o zaman. Qufang'da kaldığın süre boyunca yeteri kadar toparlandın ve hazırsın. Bu kurduğum ordunun amacını biliyorsun. Onlara neyi öğretmen gerektiğini biliyorsun!" demişti. Serçe parmağındaki yüzüğü çıkarıp ona doğru attı. Yüzük masaya düşüp birkaç defa döndü ve durdu. Koen kırmızı taşa bakıyordu.
"Bunu yapamam! Buna hazır değilim. Bir komutan olarak kalmam gerek! Qufang'ın planını öğrenmek istiyorsan geride kalın! Yoksa sizi geride bırakmak zorunda kalırım Jeniske!" demişti. Kimse tek kelime etmiyordu. Koen yüzüğü ona doğru tekrar yuvarladı. "Keşke her şey istediğimiz gibi olsaydı ama bu kadar kolay değil. Hala zamana ihtiyacım var. Ve hala zaman ihtiyacın var. " demişti. Haritaya son defa bakıp başıyla masayı selamladı. Jeniske'nin bu saldırısı onu hırpalamış gibiydi.
"İzninizle!" dedi ve toplantıya ara verildi. İlk çıkan ve sırra kadem basan kişi oldu. Aiken şoktaydı ve oturduğu yerden kalktı.
"Onu ordunun başına mı getireceksiniz?" demişti. Jeniske yüzüğü alıp geri parmağına takmış ve soğuk bir sesle konuşmuştu.
"Kararlarımı sorgulamak pek senin yapacağın bir hareket değil Aiken! Kendini toparla!" diye çıkıştı. Ayağa kalkıp odadan çıkarken Prens neye uğradığını şaşırmıştı. Ordusuna hakaret edilmiş ve burada yokmuş gibi pazarlık yapılmıştı. Saisa ise derin bir nefes alıp elini alnına koydu.
"Ortalık karışacak gibi. Karga Lider istediğini alamazsa en büyük destekçimiz çekilmiş olacak. Koen'i bulup onunla konuşacağım!" deyip odadan fırlamıştı. Tavi ise prensle göz göze geldiğinde omuz silkti.
"Biraz sizin için tuhaf bir deneyim olmuş olmalı. Dediğim gibi bu yaşlı ruhlu iki adamın neyi paylaşamadığını anlamak zor. Yakında olay çözülür. Gidip dinleneceğim." demişti. Qufang'da kalacaklardı. İkinci görüşme ne zaman yapılırdı kimse bilmiyordu ama oda da alınan tek mantıklı karar Saisa ve Prensin evliliği durumu idi. Bunun için çalışmaya başlamak için ikinci toplantıyı beklemeye karar verilmiş ve derin bir nefes alıp ayağa kalkmıştı Prens Maios.

Koridorda yavaş yavaş yürürken ana avluya çıkan kapının orada Saisa'nın sesini duymuştu köşeyi dönmeden önce. Birileri ile konuşuyordu.
"Sanırım bir sorun! Fakat olayın savaş planı olduğunu sanmıyorum. Koen seni zorla burada tutmuyoruz. Prens Maios'da bunu belirtmişti. Karga Liderin önünde seni zorla tutuyor gibi davranmak riskli olur. Qufang'ın ordusunu gerçekten çok sistemli şekilde büyüttün. Ancak seni burada zorla tutup ihtiyacımız olduğunu söylemek onu sinirlendirecektir." Saisa bunu söyledikten sonra Koen'in sesini duymuştu Prens.
"Beni zorla tuttuğunuzu söylemenizi istemiyorum. Burada kalmam ve orduya yön vermem gerektiğini söylemeniz gerekiyor. Jeniske bu konuda ikna olmalı." bunu söylerken sesinde bir öz güvensizlik vardı. "Senden şu zaman kadar bir şey istemedim. Sadece bunu istiyorum. Qufang ordusunda bana ihtiyaç olduğunu söyleyin. Sadece iki günde bütün savaş planlarını çizip sana ve prense vereceğim. Ben oraya gidemem." demişti ardından Saisa yumuşak ve anaç bir sesle konuşmaya başlamıştı onun hemen ardından.
"Karga Lider seni istemediğin bir yere koyamaz. Bunu onunla konuşursan eminim anlayacaktır. Prens Maios ve Karga Lider arasındaki anlaşmayı riske atamam Koen. Özür dilerim ama bunu yapmak doğru olmaz." demişti. Koen'in sessizliğinin ardından Saisa’nın kelimeleri yükseldi.
"Korkuyorsun! Bir şey seni korkutuyor. O gece Frange'de ne oldu?" demişti. Koen sessizdi. O yangın ve Hisar'ın saldırı mevzusunu daha önce anlatmıştı. Ancak bu sefer anlatmıyordu. Saisa aynı yumuşak tonla tekrarladı.
"Bir şey seni korkutuyor." demişti.
"Lanet!" demişti. Saisa ona baktı. Bedeninde lanete dair bir iz arar gibi onu baştan aşağı süzmüştü.
"Ne laneti?"
"Jeniske'yi öldürmek üzere Hisar Tanrılarına yemin ettim. Ve bunu yapmak yerine ordusuna kumandan olursam lanetleneceğim. Bu gerçeği göz ardı edemem." demişti. Saisa ona bakıp kaldı. Bu inandırıcı gelmiyordu. İkisinin dostluktan fazla bir bağ taşıdığını ilk anda fark etmişti. Şimdi basit bir lanet ile olayın bağdaştıramıyordu. Kafası karışmış halde ona baktı.
"Tarihin en büyük efsuncusu ve şifacısının ordusunu yönetirken korkman gereken son şey lanetlenmek olmalı. Bunu bir şekilde çözeceğinden eminim." demişti. Koen başını iki yana salladı.
"Prens Maios'u ikna et ve bütün savaş planları sizin olsun. Daha fazla tartışmayacağım." dedi ve birden susmuştu. Başka birisine ait ayak sesleri duyulmuştu.
"Karga lider!" diye saygılı bir tonla konuşmuştu Saisa. Koen ise burnundan solumuştu.
"Bize biraz izin verir misin Saisa!" demişti Jeniske tok bir sesle. "Elbette. Bende tam gidiyordum." dedikten sonra Maios, Saisa'nın ona yaklaşan ayak sesi ile bir an paniklemiş ve göz göze gelince onun yanına gelip durması ile kıpırdamadan kalmıştı. Saisa ona susmasını işaret etmişti.
"Benden ne saklıyorsun?" Jeniske bunu sorarken oldukça sinirliydi. Koen ise bir süre sessiz kalmıştı. "Qufang ordusu istediğim kıvamda. Onlarla yürümek istemem senden bir şey sakladığım anlamına mı geliyor?" demişti.
"Seni davet ettiğimde amacımı biliyordun. Ve sınırların ardında benden kaçtın. Neden? Bilmediğim bir durum var ve bu beni rahatsız ediyor Koen!" demişti Jeniske. Koen hemen kavgacı bir sesle konuşmaya başlamıştı.
"Kaçmadım. Sadece hazır değildim. Ve istemiyordum. Beni zorlayacak değilsin. Saygı duymalısın. Her an bir fahişe gibi hazır bekleyecek değilim. Ayrıca senden bir şey saklasam bunu öğrenmemiş olma ihtimalin yok!" dedi. Sesi kaçak ve yalan doluydu adeta. Jeniske onun gözlerine dikmişti gözlerini.
"Sana boşuna Tilki demiyor Dokuz kulenin alimleri. Yalancılık senin doğanda var. Zihnini okuyamadığımı biliyorsun. Ve beni kandıracak kadar zaaflarımı biliyorsun. Sana neden güveneyim?" demişti. Ardından birkaç adım ona yaklaştı. "Neden kızıl taşı kabul etmiyorsun? Oysaki o senin en temel gücün! Niye ondan kaçıyorsun? Kor parçasına dokunuyor gibi sürekli fırlatıyorsun?" demişti. Koen'in sessizliğini hızlı soluk alışları takip ediyordu. "İki günün var Koen! Ya seni ordunun başına alırım ya da beni ikna edecek iyi bir neden bulursun! Bunlarla uğraşmak istemiyorsan bana dürüst ol. İki Gün Koen. Bazı konularda ne kadar sabırsız olduğumu ve sakin kalamadığımı biliyorsun. Amacımı biliyorsun. Sebeplerimi biliyorsun. Beni yarı yolda bırakırsan neler olacağını biliyorsun! İkinci defa verilmiş şansımızı aptal yalanlarla tüketmek doğru değil bunu çok iyi biliyorsun. İki gün!" deyip parmakları ile göstermişti. Koen den cevap yoktu. Ardından hızlı ayak seslerini duymuştu Saisa ve Maios. Saisa sütunun arkasına doğru çekmişti Prensi ve Koen'in hızlı adımlarla dalgınca yanlarından geçişine bakıp kalmışlardı. O kadar telaşlı ve hızlı gidiyordu ki Saisa onun nereye gittiğini bilmediğini düşünmüştü. Birkaç dakika sessizce durdular ve Maios birden şaşkınlıkla Saisa'ya döndü.
"Neler oluyor?" demişti. Saisa ona bakıp kaldı.
"Koen sanırım yalan söylüyor. Bir şeyler konusunda yalan söylüyor ve istediğini almak için uğraşıyor!" demişti. İkisinin de kafasında Koen'in hain olduğu düşüncesi belirmişti. Hisar'a bağlılığı süren ve bu yüzden en büyük orduda ısrarla kalma çabası olduğu düşüncesi ile uzaklaşıp gitmiş Koen'in ardından bakıp kaldılar. Kelimeler yoktu ama bakışları birbirlerini anlamaya yetmişti.
"Girdiğimiz yolda geri dönüş şansı yok Saisa. Bu işin ardında ne var öğrenmek zorundayız. Tavi'yi çağır ve konuşmamız gerektiğini söyle. Yalnız gelsin. Senin evinde!" dedi. Hızla oradan uzaklaşmıştı. Saisa öylece kalmıştı. Koen'in ihanet edebileceği düşüncesi ağır basıyordu. Sonuçta geçmiş yaşamı ile burada var olan yaşamı neredeyse aynı zamandı. Ve ikiside onun hayatı idi. Hisar'da onun eviydi, Üç Tanrı Dağı'da. Hisar'da onun ailesi, Jeniske'de ailesi olarak biliniyordu. Bu durumda hala kafa karışıklığı yaşıyor olabileceği düşüncesi ihanet kavramını destekliyordu. Saisa hızla Tavi'nin yerleştiği odaya doğru yürümeye başlamıştı. Koen için ayarlanan odada o katta ve yakındı. Bütün misafirler güvenli olduğu için Koen'in kaldığı yere yakın yerde konumlanmıştı. Koen'in odasını Tavi'nin odasına varmadan görebilecekti. Birkaç haritacının odaya doğru yürüdüğünü görmüştü.
"Nereye gidiyorsunuz?" demişti Saisa onları durdurup.
"Komutan Koen çağırdı Hanım Efendi." demişti birisi. Elinde büyük harita kağıtları ile. Saisa bir süre onlara baktı. Ardından başını sallayıp onlarla yürümeye başlamıştı. Koen'in neler karıştırdığını bilmiyordu ama Üç Tanrı Ordusu ve Frange birliğinin savaş planlarını biliyordu. Hain olması durumunda bu çıkılan seferler büyük kayıpların olması ile sonlanacağa benziyordu. Haritacı kapıyı vurdu ve içeri doğru kapı açıldığında Saisa içeriyi gördü. Hiçbir zaman onun odasını görme şansı olmamıştı. Daha doğrusu ilk defa odasına birileri girecekti. Haritacılarda şaşkındı. Normalde Koen'in olduğu kata bile kimse doğru düzgün çıkamazdı. Perdeler sonuna kadar kapalıydı büyük camın. İçeride yanan birkaç mum vardı. İşin garip yanı yatak olması gerektiği yerde değildi. En dibe doğru çekilip üstünü örten büyük perdeler sökülmüş bir kenarı topak yapılıp atılmıştı. Yatağın olması gereken büyük yerde iki çalışma masası birleştirilmiş ve her yerde eşyalar dağınıktı. Koen onlar içeri girdiği sırada yerden bazı kağıtları ve yırttığı sayfaları topluyordu. Başını kaldırıp onlarla göz göze geldi.
"Bizi çağırmışsınız Komutan Koen!" dedi daha yaşı büyük olan harita ustası. Koen elindeki kağıtlarla ve sayfalarla oturduğu yerden onlara bakıyordu. Kolları yukarı doğru sıvanmıştı. Bir süre onlara baktı ve ardından Saisa'yı görünce başını salladı.
"Evet! Haritaları getirmişsiniz. Bırakın ve çıkın!" demişti. Bunun için çağrılmış olmayı beklemiyorlardı. Divit ve mürekkepte getirmişlerdi. Koen onların öylece kapının eşiğinde kalışına baktı ve yavaşça içeri doğru eliyle buyur etti.
"Masaya bırakabilirsiniz." demişti. İçeri doğru girdikleri sırada masanın üstünün harp yeri gibi olduğunu fark etmişlerdi. Her şey karman çormandı. Bir şey için çalışıyordu belli ki. Eski büyü kitaplarından Hisar tarafından krallıklara verilen savaş ve kuralları kitabına kadar bir sürü kitap vardı. Odanın her yeri dağınıktı. Koen elindeki sayfaları karıştırırken haritacılar yavaşça haritaları söylenilen yere bırakmışlardı. Saisa tekrar Tavi ile görüşmek için sessizce koridor boyunca yürümeye başlamıştı. Koen'in bir şeyler sakladığından artık o da emindi. Odasının dağınıklığı onun telaşını gösteriyordu. Kafası karışık halde yarınki gizli toplantıyı haber vermek için Tavi'nin yanına gitmişti.
"Sanırım bu Jeniske'nin ardından iş çevirmek gibi olacak!" demişti Tavi. Saisa duvara yaslanmış yaşlı adamın çalışa masasındaki haritalara bakıyordu.
"Amacımız orduların ve seferin güvenliğini sağlamak. Bunu öğrendiğinde hoşgörülü olacağından eminim." demişti.
"Geleceğim. Yarın öğlen orada olurum. Prense iletebilirsin." demişti. Saisa haritada bir yeri gösterdi.
"Epharai'nın neden kuşatması bu kadar öncü. Sonuçta o Hisar'ın en büyük kalesi ve krallığı. Oraya bu kadar erken gitmek…" Tavi onun konuşmasına izin vermeden ayaklandı.
"Bunu Aiken ya da Karga Lider'e sormalısın. Sonuçta bu haritanın temelde planlaması onlara ait." dedi ve haritayı kapatmak için ucundan tutup ikiye katladı.

"Orada görüşürüz Saisa!" dedi. Saisa herkesin içten içe ne düşündüğünü bilmek istiyordu. Ama şu an düşünmesi gereken bambaşka bir olay vardı.

Düğün...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Beş

Düğün Çiçekleri

Tavi ve Saisa o gün büyük bir kavgaya tutuşmuştu. Görüşmeyi yaptıkları yerde Saisa Koen'in hain olabileceğini söylediğinde Tavi bu konuşmanın Karga Lider'e ihanet konuşması olabileceğini söylemişti. Kavga ileri doğru taşınmış ve Saisa sadece orduları ve planı korumak istediğini belirtmişti. Prens onları yatıştırdığında Koen'i sürekli izleme kararı vermişlerdi. Ama Koen üç gündür odadan dışarı adım atmıyordu. Arada yemek vermeye giden kişiler onu kapıdan görüyordu. Yemeklerin çoğunu yemediğini duymuşlardı. Bu sürede Jeniske enteresan bir sessizliğe girmişti. Jeniske'nin sessizliğinin aksine şehirde bir heyecan vardı. Prens ve Saisa iki gün sonra evleneceklerdi. Saray meclisi Saisa'nın oğlunun prensten olduğunu öğrendiğinde kendini kaybetmişti adeta. Kraliçe yandaşları bu gerçeği kabul etmezken çoğunluk durumun tanrıları onurlandıracak kadar güzel olduğunu prensin yetişmeye başlamış bir varisi olduğunu düşünmüşlerdi. Düğün hazırlıkları Saisa'nın kontrolünden çıkmış ve büyük bir şölen tadına varmıştı bile. Frange'nin üst sınıf aileleri bu düğüne gelmek istediklerini belirtmişti. Qufang onları geri çeviremezdi. İki gün sonra Prens kral olacak, Saisa Kraliçe ve oğulları prens unvanını alacaktı. Bunun stresini mutluluğundan daha fazla hissediyordu Saisa. Koen'in ve Jeniske'nin sessizliği herkesi yeterince geriyordu. Aiken dışında Jeniske kimseyle konuşmamıştı. Aiken ise sadece dinlenmek istediğini söylemiş ve beklenen toplantı bir gün daha ertelenmişti. Bu sırada Koen'in izleniyor olması Aiken'in oldukça dikkatini çekmişti. Tavi ona durumu anlatmak zorunda kaldığında ortalıkta daha tehlikeli bir durum baş göstermişti. Çok içince çok konuşan Tavi bir dedikodunun kaynağını başkalarına taşımaya başlayabilirdi. Saisa bunları düşünürken alnını kırıştırmış ve parmakları arasında saçlarını döndürüyordu.
"Yüzünde kırışık oluşacak!" Prens Maios bunu söylerken onun yanına doğru ilerledi. Giyeceği elbiseyi diken kızlar durmuştu. Terzi ise ölçü almayı bırakmıştı.
"Kırışıklıklarımı dert edecek kadar uzun yaşayacağımı bile düşünmüyorum. Toplantı gecikti. Kimsede ses yok. Şüphelerimiz doğru çıkarsa bu savaş başlamadan biter. Karga Lider ve Koen arasındaki bağ sandığımızdan güçlü. Her şey tepemize yıkılır." dedi Saisa. Maios onun arkasında duruyordu. Aynadan ona bakıyordu.
"Şüphelerimizin doğru olduğunu sanmıyorum. Üç gündür hiç odasından çıkmadı."
"O büyücü ve onun iletişim kurmak için bir yere yürümesine gerek olduğunu sanmıyorum."
"Sürekli olarak saray ve bölge içinde sinyal var mı diye kontrol ediyorlar. Çıkış yok. İletişim kurma çabası yok."
"Bilmiyorum Prens hazretleri. Sadece bunca aşamaya gelmişken bir şeyler ters giderse..."
"Hiçbir şey ters gitmeyecek. Sadece sakin ol!" demişti. Saisa beline sarılan kolların üzerine ellerini koydu.
"İki gün sonra toplantı yapılmazsa müdahale edeceğim. Bu kargaşaya son vermek için doğru zamanı bekliyorum. Bizden istenileni yaptık. Yapıyoruz. Onların da artık meydana inmesi gerekiyor. Merak etme!" Maios normalde barışçıl ve sakin yapılı bir adamdı. Ancak sert müdahaleleri ile ünlüydü. Annesini tahtan indirirken hiç kimseye acımamış ve saray merdivenlerinde onu askerlere sürükletmişti.
"Bekleyeceğim! Ve sana bırakıyorum!" demişti Saisa. O gün düğün için sarayın büyük avlusu hazırlanıyordu. Mihrap ve tonlarca çiçek. Saisa odasından orayı görebiliyordu. Maios gitmeden ona mihrabı göstermek istedi.
"Mihrabı gördün mü? Buradan nasıl hazırladıklarını görebiliyorum. Bakmak ister misin?" demişti. Pencereye doğru yürüyüp orada bir an için dikilip kaldı. Sadece mihrap değil yukarı doğru bakınca balkondan Koen'in odası gözüküyordu. Onu dışarı çıkmış halde görmeyi beklemiyordu. Hızla kapıyı itip kendi balkonuna çıktı. Yarı dikili elbisesi ile birden fırlamıştı. Maios onun telaşı ile peşine takıldığında Koen'i görmüştü. Balkonda dikilmiş getirilen çiçeklere ve mihraba bakıyordu. Yüzü renksiz saçları dağınıktı. O gün toplantıda giydiği kıyafetleri vardı üstünde. Gözleri yarı açıktı. Elinde bir kadeh vardı. İçinin içki dolu olduğunu düşünüyorlardı.
"Biraz garip bir durumu var!" demişti Maios. Saisa ise ondan gözlerini ayırmıyordu.
"Sağlığı iyi değil gibi. Uykusuzlukta var. Gidip onunla..." Maios onun kolunu birden tutmuştu.
"Artık karışma. Düğünümüze odaklan ve bu işi bana bırak. Kendini yorma ve bu işe odaklan." demişti. Saisa ona bakıp kaldı. Maios ise izlendiğini hisseder gibi Koen'in daha aşağıda kalan balkonuna doğru bakınca gerçekten onunla göz göze gelmişti. Ancak bu çok kısa sürdü. Koen elini ağzına basıp birden içeri doğru koşmuştu. Balkonun iki kanatlı kapısının ardında kaybolurken Maios kolları arasını aldığı Saisa'nın saçlarını öptü.
"Ben halledeceğim." demişti.

Koen'in sağlık durumunun iyi olmadığını anlamak için onu görmeye gerek yoktu. Pek yemek yemediği ve sürekli perdeleri kapalı odada aralıksız çalıştığını biliyorlardı. Yıkanmıyordu. Tıraş olmuyordu. Sadece gelen yemeklerin yanındaki bir testi şarapla besleniyordu. Maios bu duruma müdahale etek için Jeniske ile konuşmaya karar verdi.

" Komutan Aiken!" demişti. Cephaneliği gezen Aiken'i bulması kolay olmuştu. Aiken Qufang ordusunun komutanları ile arası iyi olduğu için onlarla sarayı ve ordu cephaneliğini geziyordu.
"Majesteleri!" diyerek onu selamlamışlardı. Prens Maios ise ona doğru hızlı adımlarla yürümüştü.
"Karga Lider ile görüşmem gerek. En kısa sürede. Ona beni götürür müsün?" demişti. Aiken bir an duraksadı.
"Sabah odasındaydı Majesteleri. Hala orada olmalı. Size eşlik edeyim!" dedi. Aiken komutanlardan ayrılıp Prense eşlik etmeye başlamıştı. Üst kata çıkmadan önce büyük avludan geçmişlerdi. Düğünün yapılacağı yer oldukça güzel hazırlanıyordu. Çalgıcılar ve ozanlar için kurulan yer dışında her yere çiçekler konmuştu. Aiken beyaz ve sarı çiçeklere hayranlıkla bakıyordu.
"Bunlar Qufang'a özel türler mi?" demişti. Prens yanında yaveri ile dolaşıyordu.
"Evet! Qufang'ın ovalarında yetişir. Özellikle yaz ayına yaklaştığımız bu zamanda açmaya başlarlar. Saisa bu çiçekleri çok sever!" demişti. Aiken'in birden yüzü düşmüştü.
"Bunu bilmiyordum." demişti. Aiken'in Saisa'ya karşı duygular beslediğini kimse bilmiyordu. Bunu saklama konusunda oldukça başarılıydı. Prense karşı Saisa'yı alma şansı asla yoktu. Bu yüzden sessizce bu düğünün olmasını ve sefere çıkılmasını bekleyecekti.
"Saisa bu çiçeklerin kötü ruhları kovduğunu ve bereketi simgelediğini söylemişti. Gerçekten çok bilgili ve güzel bir kadın. Onunla tanışmış olmak ..." Aiken daha fazla bu sohbete katlanamayacaktı.
"Majesteleri sözünüzü böleceğim ama Karga Lider'i neden arıyorsunuz?" demişti. Prens birden afalladı. Ona sert bir mizaçla soru soran Aiken'e baktı.
"Toplantı hakkında konuşacaklarım var. Gecikmesi beni tedirgin ediyor!" demişti. Aiken kaşlarını çattı ve merdivenlere doğru yöneldi.
"Bana başka bir nedenle oraya gidiyormuşsunuz gibi geldi. Sonuçta siz konuşurken bende orada olacağım. Eğer Koen hakkında konuşacaksanız bunu bana söylemeye çekinmeyin. Sonuçta onun hakkında düşüncelerinizi biliyorum. Ve yakında bu düşünceleri Karga Lider'de öğrenmek zorunda kalacak." demişti. Prens Maios basamakları yavaş yavaş çıkıyordu.
"Düşüncelerimde yanıldığımı duymak için sabırsızım. Bunu kaldıramayız. Ama bunu konuşmaya gitmiyorum. Koen birkaç gündür hiçbir şey yemeden odasından çıkmadan çalışıyor. Saisa ile onu balkonda gördük. Durumu hiç iyi değildi. Kimseyle konuşmadığı ve odasına almadığı için Karga Lider'in bu olaya el atmasını isteyeceğiz. Sağlığı iyi değil gibi." dedi. Aiken birden gülmüştü. "Neden güldün?" dedi. Aiken omuz silkti ve koridora doğru döndü.
"Komutanlarınız sizin çok karı bir adam olduğunuzu söyledi. Ben burada eğitim alırken de oldukça sert bir yapınız vardı. Koen'i bu kadar düşünüyor olmanız beni şaşırttı!" dedi. Prens bunu duyunca ellerini arkasında birleştirdi.
"Aslında benim değil Saisa'nın umurunda. Düğünden önce bu tür şeylerle meşgul olmaması için onun yerine konuşmaya gidiyorum. O bir diplomat gibi. Barışçıl ve detaycı. Biraz kendine zaman ayırması için bu ayak işlerini ben yapacağım!" demişti. Yakında kral unvanı alacak bir prense göre fazla cömertti. Aiken onun yanında olmaya katlanamıyordu ama Saisa'yı düşünme şekli hoşuna gitmişti. Saisa ondan büyük olmasına rağmen ona âşık olmuştu. Karga Lider ile Qufang'a gidip onu ilk defa gördüğü anda kalbi yerinden oynamıştı adeta. O günden sonra ona karşı her zaman kalbinde bir kıvılcım olmuştu. Şimdi ise onun evleneceği adama bakıp Saisa'yı hak edip etmediğini düşünmekle yetiniyordu. Cömert ve gerçekten onu sevdiğini gösteren bir adamdı. Bu yanı en azından ona daha tahammül edilebilir bir hava katıyordu. Jeniske'nin odasına yaklaştıklarını prens kapıda dikilen korumalardan anlamıştı.
"Sarayımı yeterince güvenli bulmuyor musunuz?" demişti. Aiken dikilen askerlere selam verdi.
"Karga Lider buluyor ancak ben bulmuyorum. Onun güvenliğinden ben sorumluyum." demişti. Prens dikilen adamlara baktı.
"Üç yüz yaşından daha büyük olan antik bir büyücüyü iki muhafız mı koruyacak?" demişti alay eder gibi. Aiken ona bakıp güldü.
"O muhafızlar özel yeteneklerle donatıldı. Sizi bile emir aldıklarında param parça edecek kadar sadık ve güçlüler." demişti. Kapıyı açtı muhafızlar. Prens onların elindeki ışıltılı silahlara bakıyordu. Üç Tanrı ordusu gerçekten de oldukça güçlü olmalıydı. Jeniske'yi koruyan askerlerin silahlarından karanlık enerji akıyordu adeta. Yanlarından geçerken ensesindeki saçların ürperdiğini ve dikleştiğini hissetti.
"Efendim, Prens Maios sizi görmeye geldi." demişti. Jeniske masanın başında oturmuş bir şeyler yazıyordu.
"Karga Lider!" demişti Prens Maios. Jeniske onu duymuştu ama dönmüyordu. Dikkatle yazısını yazmaya devam ediyordu.
"Konun Koen'in sağlığı ile alakalı olduğunu söylediğinde sizi rahatsız etmek zorunda kaldım." Aiken bunu söyleyip bir adım geriye çekilmişti. Jeniske ise yavaşça sandalyesinde geriye doğru bakmıştı. Açık saçları yüzüne dökülüyordu. Başıyla onları kabul ettiğinde muhafızlar kapıyı kapatmıştı. Aiken hemen prensi yuvarlak masanın yanındaki sandalyeye yönlendirmiş ve komedinin üzerinde duran şarap testisi ile boş kadehi doldurup ikram etmişti.
"Sizi iyi ağırlıyoruzdur umarım." dedi Prens. Jeniske ile ilk defa bu kadar baş başa kalma anı yaşıyordu. Bir an için ne konuşacağını bilemedi.
"Evet! Çadırda uyumaktan daha rahat. Bir gün belki kendi evim olduğunda bu şekilde havalı ve rahat bir yatak alırım." dedi. O korku saçan dağın lideri ve tanrıların son rahibi idi. Bir evi olmaması prense garip gelmişti.
"Anladım. Dilersen bunun gibi bir yatağı evine hediye olarak gönderebilirim. Buna gücüm yeter." demişti. Bir an ikiside güldü. Ardından prens ciddi bir yüz ifadesi ile ona baktı.
"Sabah Koen'i balkonda gördük. Yüzü ve hali hiç iyi değildi. Öğrendiğim kadarı ile yemeklerini yemiyormuş. Yıkanmıyor ve uyumuyormuş. Onun için endişe duyuyoruz. Özellikle Saisa onun hasta olduğunu düşünüyor. Belki bu konuda bir şey yapmak istersin!" demişti. Jeniske ona baktı. Başını iki yana salladı.
"Dün gece konuşmaya gittim ancak bana meşgul olduğunu söyledi. Halini gördüm merak etmeyin. Ne rengi kalmış tenin ne hali. Ama bunun yemek yememesi ve uykusuz kalması ile alakalı olduğunu düşünmüyorum. Aldığı eğitim onun haftalarca aç ve uykusuz ayakta kalmasını sağlar. Başka bir durum olduğunu düşündüm. Saisa ile bunu konuşmak istiyordum fakat düğün işi onu meşgul ettiği için kendim çözmeye çalışıyorum." dedi. Masada duran kitapları ve yazdığı kağıtları işaret etti.
"Sanırım başka bir durum var. Bazı şeyler kafamda oturmaya başlıyor. Lanetlenme korkusu ve hastalıklar... Sandığımız gibi kendine yüklendiği için bu kadar kötü değil. Ya da Hisar'a çalışan bir casus olduğunu düşündürecek kadar gaddar değil. Dün odasında birçok eski büyü kitabı gördüm. Birçoğu antik dilde yazılmış durumda. Bizim eski dilimizde..." demişti. Prens onun her şeyden haberdar olduğunu fark edince bir anlığına utandı.
"Biliyordunuz demek. Biz sadece... Özür dilememiz gerekir aslında..." Prens lafları ağzında gevelerken Jeniske onu susturmuştu. Kendi sandalyesinden kalkıp onun karşısındaki sandalyeye oturdu.
"Koen pek güven veren bir geçmişe sahip değil. Hala kendi içinde kavgaları olduğunu hepimiz görüyoruz. Güvenme konusunda o da çekingen. Ancak ben gözüm kapalı ona canımı teslim ederim. İhanet edeceği çok kişi var ama bunlar içinde ben ve benim olduğum taraf yok. O yüzden sizin hatanız değil, onun hatası hiç değil bu düşüncelerin oluşması. Sadece onu tanımıyorsunuz. Uzun zamandır burada olmasına rağmen onu tanıyamamış olmanıza şaşırmıyorum. Ben onu büyüten ve onun hayatının her anında olan birisi olarak bile ne düşündüğünü anlamıyorum. Sadece ona zaman verin. Bazı şeyleri kafasında oturtması gerek." dedi. Prens bir süre ona baktı ve ardından şarabından birkaç yudum aldı.
"Onu neden ordunuzun başına istiyorsunuz? Qufang'da kalması büyük bir sorun olmaz. Savaş planında oldukça iyiydi. Mantıklı bir adamsınız ve savaş planına bakışınızı gördüm. Beğendiniz fakat neden onu zorluyorsunuz?" demişti. Jeniske gülümsedi.
"Ait olduğu yerden kaçmak için bir defa burayı kullandı. İkinci defa buna kolayca müsaade etmeyeceğimi kendisi de bilmeliydi. Üç Tanrı Ordusu onun ordusu. Onun başına geçip kaçtıklarıyla yüzleşip güçlenmesi gerekiyor. Ona verdiğim süre dolmasına rağmen biraz daha zaman için yalvarmasını görmek hoşumda gitmiyor değil. Hala küçük bir çocuk ve şımarık bir Hisarlı olmaktan çıkamadı." demişti. Prens şaşkınlıkla Jeniske'ye bakıyordu.
"Sağlığından olabilir!" dedi. Jeniske başını iki yana salladı. Yeşil gözlerini ona sabitledi.
"Bir süredir sağlığının yerinde olduğunu sanmıyorum. Kızıl Taşı taşıyamayacak kadar güçsüz durumda ve bunu benden saklıyor." derken parmağında takılı yüzüğü göstermişti.
"O bu taşın ustası. Ruhunun enerjisi bu taş sayesinde canlanıyor. Ama bundan bile kaçıyor. Durumun Hisar ya da savaşla alakası yok. O benden kaçıyor çünkü bilmemeden korktuğu bir şeyler var. O yüzden endişelenmeyin. İki gün sonra ikinci toplantıyı yapmış oluruz. Sizde tıpkı Saisa gibi düğüne odaklanın." demişti. Prens Maios ona bakıp kalmıştı. Neler olduğunu anlamıyordu ama merakı artmıştı.
"Elbette. Amacım işinize burnumu sokmak değil. Eğer siz o iyi diyorsanız sorun yok. Sonuçta hala benim komutanlarımdan birisi. Umarım yakın zamanda her şey düzelir." demişti. Jeniske gülümsedi.
"Endişe etmeyin daha fazla dayanamaz. Sınırlarını biliyorum." demişti. Prens gülümseyip ayağa kalktı.

"Bir şeye ihtiyaç duyarsanız saray emrinizde." demişti. Jeniske gülümsemişti. Prens kapıya doğru yürürken birden duraksadı.
"Bir de senden bir dost olarak bir şey isteyebilir miyim?" dedi. Jeniske şaşkınlıkla ona bakmıştı. "Oğlumun hastalığı senin sayende atlattığını öğrenmiştim. Bunun karşılığı olmaz ama düğünde Saisa'yı mihraptan sen geçirir misin?" demişti. Jeniske ona bakıp mutlulukla gülümsedi. Gelini mihraptan geçirmek büyük bir onurdu.
"Ben bundan onur duyarım." demişti. Ayağa kalkmıştı. Prense doğru yürüdü. "Açıkçası şaşırdım bu teklife ama bunu yapmayı çok isterim. Teşekkürler Prens Maios!" dedi. Prens gülümsedi. "Sadece Maios demen yeterli." demişti. Jeniske onun bu dostane elini boş bırakmak istemeyerek konuştu onun ardından. "Maios, bana da sadece Jeniske diyebilirsin. Biz bize büyük bir aile olacaksak bu şekilde konuşalım" demişti. Prens saygı ile başını eğip doğrulttu.

Düğün hazırlıkları bir süre için sarayı eski neşeli haline getirmişti. Kimse savaşı düşünmüyordu. Halk ise düğünün getirdiği neşe içindeydi. Prenslerinin evliliği için heyecanlıydılar. İnsanlar o günü heyecan içinde bekledi. Heyecanları evliliğin getireceği şanstı. Qufang prenslerinin evliliği daima şans olarak dönerdi. Bunu düşünüyordu halk. Prensin evliliği onlara bereket ve şans getirecekti. Ve kraliçeleri olacak kadın ise onlar için bir anne gibiydi. Saisa halk tarafından ve saray zümresi tarafından çok sevilirdi. Onlara karşı asla kibirli ve hoşgörüsüz olmamıştı. Prens ile olan ilişkisini asla açığa vurmamıştı. Sessiz ve akıllı bir kadındı. Düğünün olacağı günün sabahı sarayda bir neşe ve koşturma vardı. Mihrap hazırdı. Havai fişekler ve her şey meydana götürülürken halk meydanı özellikle süslenmiş ve insanlar oradan Saisa'nın at arabasından geçişini görmek istiyordu. Düğünden bir gün önce kraliçe şehrin diğer ucunda bulunan büyük tapınağa giderdi. Ve oradan düğüne saatler kala at arabasında gelmeye başlardı. Ona eşlik eden kişi genelde kadının aile tarafından en büyük erkek olurdu. Mihrap yolu denirdi bu uzun yolculuğa. Ve Saisa'ya eşlik edecek kişi Jeniske idi. Ancak o henüz yola çıkmamıştı. Koen'in kapısının önündeydi. Yanında ise ona mihrap yolu boyunca giyeceği cübbeyi tutan kadınlar vardı. Jeniske son kez umutsuzca kapıyı çaldı.
"Gelini almaya gideceğim. Geldiğimde seni düğünde görmek istiyorum." demişti. Koen cevap vermemişti. Jeniske onun iyi olduğunu umarak uzatılan cübbeyi giydi ve hazırlanan atına binmek için ana avluya inmişti. Aiken'e Koen'i arada bir kontrol etmesini ve düğün anında aşağıda olmasını sağlamasını emretmişti. Mihrap yolundan konvoy yola çıkıştı tapınağa doğru. İnsanlar heyecanla gelini almaya giden konvoya bakıyordu. Jeniske demir maskesini takmamıştı. Yüzü açıktaydı ve insanlar kim olduğunu bilmedikleri adam hayranlıkla bakıyordu. Kuzguni düz siyah saçları altında beyaz teni parlıyordu. Yeşil gözleri neşe ile ışıldıyordu. Gelin almaya gitmek oldukça saygın birisi olmayı gerektiriyordu. Ve onu alkışlayıp çiçek yaprakları atan kişileri görmek hoşuna gitmişti. Zamanında demir maskesi ile gizlice gezindiği Qufang'da şimdi bir kral gibi ağırlanıyordu. Tapınağa vardığında beyaz keşişler ile Saisa onu bekliyordu. Giydiği mavi elbisesi ve beyaz tüllerle gerçek bir periye benzeyecek kadar güzel olmuştu. Oğlu ise onun yanında sakince dikiliyordu. Jeniske'nin attan indiğini görünce heyecanlanmıştı.
"Jeniske amca!" diye oraya koşup ona sarılmıştı. Babasının gerçekte kim olduğunu her zaman bilecek kadar şanslı bir çocuktu. Jeniske onu kucakladı ve sakince ellerini önünde birleştirmiş bekleyen Saisa'ya doğru yürüdü. Onun mihrap yolu boyunca geçerken yüzünü örtecek olan tülleri başından aşağı doğru bıraktı. Elini uzattı.
"Son kez bekar bir kadın olarak bu şehri geçmeye hazır mısın?" demişti. Saisa konuşamazdı. Evlilik yemini edene kadar suskun kalması gerekiyordu. Sakince Jeniske'nin elini tuttu. Beyaz Keşişler bunun üzerine davullarını çalmaya başlamıştı. Saisa ve oğlu at arabasına binmiş ve gelin alamaya gelen konvoy onun önüne geçmişti. Beyaz keşişler ise davulları ile konvoyun ardından yürüyordu. Yürüyüş başlamış ve öğlen güneş yükselmişken Mihrapta olacaklardı. Davul sesleri sokaklarda duyuldukça insanlar heyecanla oraya gidiyordu. Çocuklar gelinin önü süre atılan sikkeleri toplamak için ne şe ile koşturuyordu. Jeniske atının sırtında bu kalabalığı ve coşkusunu izlerken gülümseyemiyordu. Aklına Koen gelmişti. Sabah düğüne katılması gerekiyordu. Durumu bu kadar kötü değildi. Ama odasının kapısını açtığı gibi kapatmıştı. Ardından işi olduğunu söyleyip Jeniske'yi terslemişti. Bir şeyler yapıyordu. Jeniske birden irkildi. Meydana gelmişlerdi ve gelin burada yüzünü bir defa açacaktı. İnsanlar heyecanlıydı. Herkes Saisa’yı görmek istiyordu. Konvoy durmuş ve kalabalık alkışlar çığlıklar içindeydi. Gelinin refakatçisi olarak onun tüllerini kısa süre kaldırmak Jeniske'nin göreviydi. Atından indi ve kurulan yükseltiye doğru yürüyen Saisa’nın yanına geldi. Elinden tutup onu yukarı iki basamaktan çıkardı. Ardından yanına çıkıp tülleri yavaşça kaldırdığında insanlar heyecanla bağırıp tanrılara dua etmeye başlamıştı. Halk onu beğendiğini göstermek için kurulan yere hediye bırakırdı. Saisa tüller inince tek kalmıştı ve hediyeler bırakılıyordu. Manevi anlamı yüksek hediyeler ve maddi anlamı yüksek şeyler. Hepsi eşit olurdu bu anda. Kimi altın bir kolye verir kimi ise bir elma. Herkes onu beğendiğini ve sevdiğini göstermek için elinden geldiğince bir hediye bırakırdı. Hediye bırakma töreni bir saat kadar sürmüş ve insanlar ona dualarını sunduktan sonra konvoy tekrar harekete geçmişti. Artık durmayacak ve insanların akına kın gittiği sarayın en büyük avlusuna doğru gidecekti. Güneş artık tepeye varmak üzereydi ve sarayın büyük giriş gözükmeye başlamıştı. Konvoyun ardından geleneler ve onu kuşatan halk ile ozanlar şarkılar söylemeye başlayıp çalgılar çalınmaya başladığında Prens mihrapta baş keşiş ile dikiliyordu. Jeniske saray kapısında atını durdurmuştu. Bu uzun koridorda artık Saisa'yı koluna takıp geçecekti. Gelenek gereği Saisa’yı arabadan indirdi. Nazikçe koluna girmesini bekledi ve diğer yanına Saisa ve Maios'un oğlunu aldı. Arp sesleri yükselip çiçek yaprakları tepelerinden dökülürken Kraliçenin girişini gördü herkes. Mihrapta heyecan dolu bir sessizlik vardı. Birkaç adım kala Jeniske birden durdu. Bir adım geriye çekildi ve Saisa'nın oğluna döndü.
"Bundan sonrası senin iznine kalmış." demişti. Bu gelenekte yoktu. Jeniske geleceğin prensini onurlandırmak için saygı ile başını eğdi. Saisa oğlunun koluna girmiş ve gülümsemişti. Prens ise bu onur verici hareket ile gururla dimdik durmuştu. Oğlu annesini teslim ederken gülümsemişti. Ve keşişin önünde yemin etme zamanı gelmişti. İkisinin de günlerdir ezberlediği bir metin vardı. Bunu okumaları gerekiyordu. El ele tutuştular büyük kamelyanın altında.
"Sonsuzluk bizimle olsun. Sevgimiz ölümle bile solmasın!" son sözlerde binlerce arpa ve çiçek yaprağı etrafta uçarken müzikler başlamıştı ikisinin de dudakları birbirine dokunduğunda. Evlilik onlar için uzun süredir bekledikleri bir şeydi. Sonsuzluğun içinde bir anda duracaklar ve yemin ettikleri andı. Aiken bile o an sadece olayın büyüsüne kapılmış halde gülümsüyordu. Bir kadını sevmek kolaydı ama onunla bir ömür olmaya söz vermek kolay değildi. Aiken bu cesarete karşı aşkını bastırmakla saygısını gösterebilirdi. Üç krallığın bir arada olduğu bugünün gecesi daha coşkulu geçecekti. İnsanlar kral ve kraliçenin ilk dansı sonrası dans etmek için avluda toplanmış ve müzik eşliğinde bugünü kutlarken ozanlar şiirlerini şarkıları yazmak için etrafı izlemeye başlamıştı. Akşamında eğlenceler sürecekti. Aiken kurulmuş uzun protokol masasında huzursuzca oturan Jeniske'ye döndü.
"İnmek istemedi. İşi olduğunu söyledi!" demişti. Tavi onlara kulak misafiriydi. Kral Maios ve Kraliçe Saisa ise onların konuşmasına dikkat kesilmişti.
"Durumu nasıl?" demişti Jeniske.
"Onu görmeme izin vermedi. Kapının aralığından bana bakıp yüzüme kapıyı kapattı. Sizin emrinizin pek umurunda olmadığını bu düğünden daha önemli işleri olduğunu söyledi. Sabah götürülen yemeği yemiş olacak ki boş tepsi götürüyordu kızlar." dedi Aiken. Jeniske canı sıkkın halde iç çekti.
"Birazdan ona bakmaya çıkalım." demişti. Aiken bunu duyunca başını salladı.
"Çıkarken ona çiçek götürmek ister misin?" Saisa bunu söylerken ona doğru dönmüştü. Jeniske ise şaşkınlıkla ona bakıyordu. Saisa beyaz ve sarı çiçekleri gösterdi.
"İnsana huzur veren bir kokusu vardır. Bunlardan ona götürmelisin. Geçen gün balkondan çiçeklere baktığını gördüm. Sanırım hoşuna gittiler." demişti. Jeniske gülümseyen kadına bakmıştı. Saisa ise yavaşça ona doğru eğildi ve ikisinin duyacağı bir seste konuştu. "Çiçekler sevginin en güzel temsilcileridir. Kırılgan ve bir o kadar göz kamaştırıcı. Ona sevgini hatırlatmak iyi gelecektir." demişti. Jeniske öylece kalmıştı. Saisa gülümsedi.
"Nasıl öğrendin?" demişti Jeniske. Bunu sorarken şaşkındı.
"İlk günden beri fark ettim. O bir silah ve iyi bir komutandan ötesi..." demişti. Birden Jeniske gülümsedi. Birisinin biliyor olması rahatsız edici olmalıydı. Koen ile ilişkisinin pek onay almayacağının farkındaydı ama Saisa ona rahatsız edici gelmemişti. Aksine biliyor olması mutluluk ve huzur vericiydi.
"İzninizle!" dedi Jeniske. Masada konulmuş çiçeği kaptı ve ayağa kalktı. Masada bulunan asiller ve herkes ona şaşkınlıkla bakıyordu. Aiken ve Tavi'de onunla kalkmıştı. Jeniske usulca avludan ardında iki adamla ayrılmıştı. Merdivenleri çıkıp kapının önüne kadar soluksuz gelmişti. Kapıyı çaldı birkaç defa. İçeriden ses gelmemişti. Bir kez daha çaldı ve konuşmaya başladı.
"Koen! Konuşmamız lazım!" demişti. Ama hala içeriden ufacık bir ses bile yoktu. Aiken kaşları çatık kapıya bakıp havayı kokladı.
"Kan kokusu alıyorum." demişti. Yalnız o değil Jeniske'de kanın kokusunu almıştı.
"Geri çekilin!" demişti Jeniske. Onlar geriye doğru çekildiğinde bir tekem ile kapıyı kırıp arkaya doğru düşürmüştü. İçeriden korkunç bir koku gelmişti. Yanan mum ışığı kapıya kadar gelen kanı parlatıyordu. İçerisi korkunç şekilde kan kokuyordu. Her yer dağınık ve onlarca mum yanıyordu. Perdeler sonuna kadar kapalıydı. Bir yerden gelen kusmuk kokusu ise mide bulandırıcıydı. Koen beş gündür bu odadan hiç çıkmamıştı. Tavi burnunu tutmuştu. Jeniske ise içeri girince köşede yatağın orada olan manzarayı görmüştü. Aiken onunla aynı yere baktığında dışarı doğru fırlayıp bağırmıştı.
"Hemen bir şifacı çağırın!" demişti. Askerler hızla onun emrine uyarken Jeniske oraya doğru koşmuştu. Yatağa bağlı kesik bir kol vardı. Ama çürümüş ve simsiyah duruyordu. Hala hareket ediyor olması rahatsız ediciydi. Hemen yanında ise hareketsiz gözleri açık onlara bakan Koen vardı. Elinde kemik testeresi vardı. Sıkıca bağladığı kolundan akan an her yerini kızıla boyamıştı. Etrafa dizilmiş mumların sıralaması çok dikkat çekiciydi. Yıldızın köşelerine konulmuş ve beş adetti. Alevleri ise yeşildi. Jeniske adım atacakken durdu. Koen ona hareketsizce bakıyordu.
"Ne yaptın kendine böyle?" diye bağırmıştı. Ama oraya yaklaşamıyordu. Aralarında bir duvar vardı adeta. Tavi öylece manzaraya bakıp kalmıştı. Koen dişleri arasındaki kayışı çenesini gevşetip bıraktı. Dudakları arasından incecik bir kan boynuna doğru akmaya başlamıştı. Jeniske yere doğru çöküp çemberdeki mumlardan birisine baktı. Duvarı yaratan şey bu mumlardı. Doğrulup ellerini birbirine vurdu ve mumlar söndüğünde incecik bir fısıltı duyuldu.
"Ne dediği anlaşılmayan fısıltının ardından üç defa kahkaha sesi duyuldu ve Koen'in kesik simsiyah ölmüş çürümüş kolu birden yatağı sallayacak kadar şiddetle hareket etmeye başlamıştı. Onu bağlayan kemer ve kayışlardan kurtulmak istercesine hareket ediyor ve Koen'in saçlarını yakalamaya çabalıyordu. Koen kızıla dönmüş gözlerini ona doğru çevirdiğinde ise daha şeytani bir biçimde çırpınmaya başlamıştı.
"Kolumu kesemeyeceğimi sandılar!" demişti. Ardından gülüp elindeki testereyi şiddetle kesik kola saplamıştı. Jeniske onun yanına koşup bulduğu çarşafın ucunu yırtıp onun koluna sarmaya başlamıştı.
"Bu ne böyle?" demişti. Koen ona bakıp kızıl gözlerindeki acımasız ifade ile konuşmaya başladı.
"Zehir!" demişti. Ardından gelen bulantı ile birden kusmaya başlamıştı. Bedeni titriyordu. Saatlerdir orada kesik kolu ile oturuyor olmalıydı. Çember onu hayatta tutmuş olmalı diye düşündü Jeniske. Şimdi ise onu koruyan bir şey yoktu. Ve komaya giriyordu. Kustu ev bedeni şoka girmiş gibi titremeye başladı. Öyle şiddetli titriyordu ki bedeni zapt edilemez gibiydi. Kesik kol ise onun acı çekmesinden zevk alır gibi heyecanla yatağın destek bölümünü şiddetle sallıyordu. Jeniske koldan gelen karanlık enerjinin ağırlığı ile boynuna doğru inene acıyı hissetmişti. Koen'i kucaklayıp odanın dışına doğru koşmuş ve Tavi'ye çıkmasını söylemişti. O anda şiddetli bir patlama sesi duyulmuştu. Camların indiği ve düğünün susmasına neden olana patlamanın ardından bir çığlık sesi gelmişti. Etrafta kontrolsüz bir rüzgâr vardı. Muhafızlar oraya doğru koştuğunda Aiken ile Tavi'yi Koen'in başında görmüştü. Jeniske ise kapının önünde dışarı doğru çıkmaya çabalayan siyah dumanı zapt etmeye çabalıyordu. Duman Koen'in bedenine gitmek için çığlıklar atıyordu. Jeniske kontrol edemeyeceği kadar güçlü olan bu karanlık enerjinin ne olduğunu anlamaya çabalıyordu.
"Aiken onu buradan götürün. Yarasını dağlasınlar." demişti. Ancak Aiken olduğu yerde kalmıştı. Tavi ise korku ile kendini geriye doğru atmaya başlamıştı. Koen'in gözleri ve burnundan simsiyah bir duman süzülüyordu. Süzülen duman boynunu sarmaya başlamıştı. Onu nefessiz bırakmaya başlıyordu.
"Efsuncu çağırın!" diye bağırıyordu Jeniske ama ayakları geri geri kaymaya başlamıştı. Üzerine doğru gelmeye başlayan karanlık enerjiye doğru uçan gümüş bir parıltı birden onu durdurmuştu. Maios'un hep belinde taşıdığı kılıcı dumanın önünde büyük bir kalkan oluşturmuştu. Jeniske hiç zaman kaybetmeden Koen'in yanına koşmuştu. Maios ise süslü kaftanını atıp oraya gitmiş ve iki elini birbirine hızla vurup açtığında kılıç daha güçlenmiş ve dumanın gücünü zayıflatarak onu odaya doğru iteklemeye başlamıştı.
Jeniske ise Koen'i etrafına beş köşeli yıldızı çizmiş ve birden her yıldızın köşesinde yeşil alev belirmişti. Koen'in kanı ile çizilen yıldız ile birden siyah duman olduğu yerde kalmıştı.
Maios havada asılı kalan dumana baktı. Odanın eşiğindeydi. Jeniske geriye doğru çekildi.
"Ölümle lanetlenmiş..." demişti. Saisa şaşkınlıkla koridorda dikiliyordu. Aiken onu arkasına almıştı. Koridoru kızıla boyamaya başlayan kan yıldızın içinden akıyordu.
"Kim lanetlemiş?" demişti Maios nefes nefese. Jeniske elini dudaklarına götürdü.
"Tanrılar! Onların lanetini bozmak için kendini hapsedip kolunu kesmiş." dedi. Elleri titriyordu. Saisa ise kapının orada kızıla boyanmaya başlamış çiçeklere bakıp kaldı.
"Günlerdir bunun hazırlığını yapıyor olmalı. Laneti kalbinden koluna çekip kesmiş. Ama onu yok edememiş. Sadece bedeninden uzaklaştırmaya çalışmış!" dedi Saisa. Oraya doğru yürüyordu. Maios ona gelmemesini söylemişti. Duman hala hareket ediyordu ama aradığı kişiyi göremiyor gibiydi. Beş köşeli yıldız Koen'i lanetten koruyordu ama başka kimse oraya giremezdi. Ölecekti ama daha yavaş bir şekilde. Jeniske öylece kalmıştı.
"Nasıl yok edeceğiz?" demişti Maios. Jeniske derin bir nefes aldı.
"Asla yok edemeyiz. Tanrıların laneti yok edilemez. Sadece durdurulabilir. Ama bir gün tekrar karşısına çıkacak." demişti. Koen yavaşça gözlerini aralamıştı.
"Aktarmamız gerek!" demişti. Herkes onun hırıltılı sesi ile irkilmişti. Koen yavaşça doğrulmuştu. Boynundaki tırnak ve yara izleri onun koluyla boğuştuğunu gösteriyordu.
"Bana bir insan gerek!" demişti. Herkes kanı çekilmiş gibi ona bakıyordu.
"Bedeni yavaşça yıldızın içinde ayağa kalkmıştı. Kolundan kan yere akıyordu. Elini göğsüne doğru götürdü.

"Bu lanet... Sözümü tutmadığım için başıma geldi. Benim gibi ihanet etmiş birisine aktarmam gerek!" dedi. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Kim olacağını bilmiyorlardı. O sırada Maios öne doğru bir adım attı.
"Anneme aktarabiliriz." demişti. Korkunç bir ölüm sessizliği olmuştu.
"Ailesine ihanet etti. Babamın ölümüne sebep oldu. Ve beni öldürmek istedi. Ülkesini satmak istedi. Onun bedenini kullanabilirsin!" demişti. Muhafızlara doğru dönmüştü.
"Eski kraliçeyi getirin!" diye emrettiğinde herkes kanı çekilmiş halde kalmıştı. Koen kesmiş olduğu koluna bakıp sağlam koluyla onu bir süre tuttu. Ardından odasına döndürdü yüzünü.
"İçeride bir kitap var. Siyah deri kaplamalı. Onun içinde arasına kâğıt koyduğum kısım..." Dişlerini sıkmıştı. Birden yere çökeldi. Burnundan sızan siyah duman fark ediliyordu. Ve onu fark eden siyah duman yavaş yavaş hareket etmeye başlamıştı. Maios'un sihirli kılıcı bile onu durduramıyordu.
"Onu durdurmaya çalışmanız yersiz. " demişti Jeniske. Çekilmesini söylemişti Maios'a. Duman yavaş yavaş çemberin önünde toplanmaya başlamıştı. İki metrelik bir bedene dönüşüyordu. Kalp kısmı dışında her yeri vardı. İnsan gölgesi gibiydi. Koen çemberin dışında duran varlığa bakıyordu.
"Eski kraliçeyi bağlamamız gerekecek!" demişti Jeniske. Aiken hemen başını eğdi ve koşarak uzaklaştı. Geri döndüğünde parıldayan ipler vardı elinde. "Altın suyunda mühürlenmiş ipler bunlar!" demişti Aiken. Kraliçe kontrol edilemez bir varlığa dönüşecekti. Koen ayakta durmaya çabalıyordu. Bir ara sendelediğinde duman içeri doğru girmeye başlamıştı. Ama şimdi tekrar duruyordu. Koen boynun asılı ipi çekip aldı. Kızıl biçimsiz taşı dişleri arasında tutuyordu. Ayak sesleri yaklaşırken Etrafta gergin bir hava oluşmuştu.
"Bunu senin için yapmama izin ver demişti Jeniske. Koen başını iki yana salladı.
"Katran gibi. Dokunursan sana da bulaşır." demişti. Taş dişleri arasında kırıldığında kızıl bir enerji etrafını sarmış ev alevler yeşilden kızıla dönerken Jeniske herkese geri çekilmesini söylemişti. Aiken Saisa'yı alıp geriye doğru çekilirken perişan haldeki kraliçe muhafızlar ile koridorun başında kalmıştı. Koen parmaklarını şaklattığında mum alevleri sönmüş ve duman bedenini kuşatmaya başlamıştı. Dişleri gıcırdıyor ve kanı siyah akmaya başlamıştı. Muhafızlar birden kraliçenin sürüklenerek hızla ellerinden çekildiğini görmüştü. Koen kitapta okuduğu yerleri hatırladı. Onun kalbine elini sokması gerekiyordu. Laneti aktarıp ölmesini sağlamalıydı. Aiken elindeki iplerin çekilmesi ile irkilmişti. İpler kraliçenin bedenini sararken onun çığlıkları koridoru dolduruyordu. Koen tam karşısında dikilen kadına baktı. Gözleri kızıl ve bedeni kan içindeki Koen oldukça ürkütücü duruyordu. Kadına doğru bir adım attı. Dumandan acı çeken bir hayvanın çığlıklarına benzer çığlıklar yükseliyordu. Bir adım daha attığında bu çığlıklar artmış ve kraliçe korku içinde olduğu yerde çırpınıyordu. Koen onun kulağına doğru yaklaşmış ve dudakları kıpırdadıktan sonra kaburgaların kırılma sesi ile yere kana akmaya başlamıştı. Kraliçenin delinen göğsüne doğru giren duman Koen'in kolundan akıyordu. Yavaş yavaş onu terk edip tamamı kraliçenin bedenine girdiğinde Koen birkaç adım uzaklaştı ve Jeniske onun ardında belirmişti. Yeşil gözleri parlıyordu. Koen'i tutup ayağını yere vurduğunda beliren beş köşeli yıldızda tekrar yeşil alevler yanmaya başlamıştı. Kraliçe öylece duruyordu. Koen Jeniske'ye doğru yaslanmıştı. Göğsü çok yavaş inip kalkıyordu. Gözlerini kapamadan önce dudaklarından iki kelime süzüldü.
"Üzgünüm Jeniske..." demişti. O artık dayanamayıp bedeni halsiz düştüğünde kraliçenin acı dolu çığlıkları başlamıştı. Bedeni yavaş yavaş kararırken acıyla olduğu yerde tepiniyor ve bağırıyordu. Jeniske kadına şaşkınlıkla bakıyordu. Bu lanetin verdiği acıya Koen'de dayanmış olmalıydı. Dehşete düşmüş gözler bedeni içten içe parçalanan kraliçeyi izliyordu. Saraya büyük bir sessizlik olmuştu. Etrafta çıt sesi bile yoktu. Kraliçenin ağzından, burnundan kulaklarından ve gözlerinden kan gelmiş bedeni çürümüş gibi koyulaşmış ve kokmaya başlamıştı. Aiken daha fazla kendisini tutamayıp kokudan dolayı kusan ilk kişi oldu. Ölmüş hayvan leşi gibi kokuyordu. Öğürtüler ve ağıza kapanan eller ile ufak gürültüler oluşurken Saisa'nın ayak sesleri hızlandı. Eteğinden gelen sesle herkes ona dönmüştü.
"Daha fazla onu ayakta tutma. Yarasını kapatmamız gerek." demişti. Jeniske ona bakıyordu. O da şoktaydı. Koen'i tutan eli hala kasılmış ve sıkı haldeydi ama bedenin geri kalanı için bunu söylemek zordu.
"Jeniske onu hemen bir yatağa almamız gerek." demişti. Kumaş parçası ile kolu sıkıca bağlarken. Jeniske uykudan uyanmış gibi sıçramıştı. Savaşın acı olan tarafı karşılarında sadece insanlar yoktu. O insanları taptığı ve yücelttiği ve insanlarına ihtiyacı olan tanrılar vardı.
"Bu odaya!" demişti Tavi. Kendi odasına doğru hızlı adımlarla gidip kapıyı açmıştı. Herkes havada asılı gibi duran kraliçenin bedenine bakıyordu. Jeniske hemen Koen'i kucağına aldı ve hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Rengi bembeyazdı Koen'in ve artık bir kolu dirseğine kadar yoktu. Saisa güzel gelinliğini ve yapılmış saçını umursamadan hemen kollarını sıvadı. Gelmiş olan şifacılardan birinin çantasını istemişti. Büyük şömine yakılmış ve demir ısıtılmaya başlanmıştı.
"Dikmeden dağlayamayız. Mikrop kapar." demişti. At kılından yapılan dikişler insanların çok yarasını kapatmıştı.
"Kızgın yağ dökelim." ona yardıma gelen şifacılardan birisi bunu söylemişti. Saisa başını iki yana salladı.
"Hayır. Demiri ısıtmayı da bırakın." demişti. Yaraya bakıp kalmıştı. Kana yoktu artık. Koen'in kolundaki kesik dikilerek kapatılabilirdi.
"Büyük iğneyi ısıtıp alkole batırın." demişti Saisa. Jeniske sadece şok içinde yatağa bakıyordu. Şifacılar onun kolunu dikmek için uğraşıyordu. Yatağa kadar gelen kan yoktu. Damla damla kan vardı. Jeniske üstüne bakınca gelin alma alayının başındaki kişinin giymesi gereken cübbenin beyazdan kızıla döndüğünü fark etti. Dışarı doğru çıkarıp hızla cübbeyi fırlatıp atmıştı. Herkes ona bakıyordu.
"Bu lanetli bedeni ne yapacağız?" Prens bunu sormaya cesaret edebilecek tek kişi olarak oraya doğru yavaş adımlarla yürümeye başlamıştı. Jeniske buz gibi bir ifade ile bakmıştı.
"Yakacağız!" dediğinde oraya doğru hızlı adımlarla yürüyordu. "Ama önce öğrenmem gereken bir şey var. Kim bu tanrılar?" demişti. Kraliçenin bedenin önünde durmuştu. Koku bütün koridoru sararken o hiç etkilenmiyor gibi cesede bakıyordu. Uzanıp kadının göğsüne doğru elini sokmaya başladı. Çürümüş etin ve kemiklerin çıkardığı ses koku kadar rahatsız ediciydi. Bir süre bir şey arar gibi durdu. Ardından parçalanmış kalbi yerinden sökmüştü. Diğer eliyle göğsünden bir mendil çıkarıp kalbi içine koydu.
"Aiken cesedi kimse görmeden dışarı çıkarıp önce parçalayın sonra yakın. Küllerinin etrafa saçılmadığından emin olup gümüş bir kapta Kral Maios'a iade edin." demişti. Aiken zar zor ayakta duruyordu. Emri alınca başını eğip dikilen kendi adamlarına döndü. Jeniske ise kalbe bakıyordu. Elindeki simsiyah olmuş kalp ortasından delinmişti. Hala koyulaşmış kan sızıyordu üzerinden. Prens ona doğru yürüdü.
"Elimden bir şey gelir mi bilmiyorum ama yardıma ihtiyacın varsa..." Jeniske onun belindeki kılıca baktı.
"Aslında sizin de orada olmanız iyi olur." demişti. Tavi onlara bakıyordu.
Prens kılıcının kabzasını kavradı.
"Mahzenler uygun durumda. Oraya gidebiliriz." demişti. Jeniske'nin kapalı bir yer ve sessiz bir yer isteyeceğini düşünmüştü. "Gidelim!" dedi. Tavi onun Koen ile kalmamasına şaşırmıştı.
"Aiken!" dedi Tavi. Şaşkınlık ve şok içindeydi. Aiken onu duymazdan geldi. Ciddiyetle verilen emre odaklanmıştı. O günün akşamı Qufang sarayında derin bir sessizlik hakimdi. Kimseden ufacık bir tepki bile yoku. Hiçbir şey olmamış gibi davranamıyorlardı. Ancak verilen emirleri yerine getiriyorlardı. Sarayın en sessiz yeri ise mahzenlerdi. Herkesi dışarı çıkarmışlardı. Tutukluların olduğu yer bile boşaltılmış diğer kanada gönderilmişti. Prens ikinci emre kadar giriş çıkışları yasaklamış ve içerideydiler. Jeniske elindeki siyah kaplı eski büyü kitabını kurcalıyordu. Bir süredir orada öylece durmuş sayfaları değiştiriyor ve kan bulaşmış yerleri siliyordu.
"Kılıcın aile yadigarı mı?" Birden bunu sormuştu kraliçenin kalbine dalgın dalgın bakan Maios'a. Kral Maios irkilmiş halde önce ona sonra kılıcına baktı.
"Evet. Kuşaklardır ailemde. Biliyorsun ki benim neslimde büyücüler yok. Ama ailemin çok sevdiği büyücüler oldu. Bunlardan bize bırakılan bir hediye imiş. Sadece aynı kanı taşıyan kişiler bu kılıca emir verebilir." demişti. Jeniske onun parlak kılıcına bakıyordu. Çeliğin keskinliği ve büyünün muazzam detayları hoşuna gitmişti.
"Kutsanmış olmak güzeldir." dedi. Maios biraz çekingen halde ona baktı.
"Koen'in kutsanmamış olduğu doğru mu?" dedi. Jeniske iç çekti.
"Doğru. Eğer kutsanmış olsaydı bu laneti daha hızlı fark ederdik. Ama görüyorsun ya... Kolunu kesip canından olmasına az zaman kala fark ettim." dedi. Maios kendi geleneklerinin düşünce baskısında buna bir çözüm bulmak ister gibi konuşmaya başladı.
"Aslında... Onu kutsayabiliriz." demişti. Jeniske birden gülümsedi.
"Bedenini evet! Ama ruhu kutsanamayacak kadar asi ve merak dolu..." dedi. Derin bir iç çekip ekledi; "O bizim kadar basit değil. Karmaşık ve karanlık." demişti. Maios anlamamış halde ona bir süre baktı.
"Peki o ölmeden önce de... yani üç yüz yıl önce de bu kadar kötü birisi miydi?" dedi. Jeniske ona baktı ve başını yavaşça salladı.
"Her zaman böyleydi. Ama ona kötü demek doğru olmaz." dedi. Maios bir an duraksadı.
"Kötü demek istemedim. Sadece o bizden farklı ve..." Jeniske onun sözünü keserek devam etti.
"Acımasız, unutmaz ve asla affetmez... bunlar insanı kötü yapıyorsa biz de kötü olmalıyız." dedi. Maios başını yavaşça sallayıp çürümüş kalbi gösterdi.
"Sanırım bende acımasız ve unutmayan birisiyim. Bunu yaptığım için umarım kraliçe taraftarları beni öldürmeye çalışmaz." dedi. Jeniske ona bakıp tekrar büyü kitabını gösterdi.
"Burada senin ailenin etrafında olan büyücülerin korkunç büyüleri var biliyor musun? Koen bunu ne zaman buldu?" dedi. Maios bir an düşündü. Koen geldikten bir hafta sonra arşivden bu kitabı almak istemiş ve üzerine çalışmayı talep etmişti.
"Sanırım aylar önce aldı." dedi. Jeniske bir aydınlanma yaşamıştı.
"Lanetin tanrılar değil de onların yarattıkları tarafından gönderildiği düşüncem gerçek sanırım. Hisar'da birisileri kara büyü üzerine çalışıyor. Koen'in kestiği kolu o gelen varlığın hançeri sapladığı kolu isi. O kaynağını kesip atmaya çabalıyordu. Kesmeden yok etmek için ailenin naçizane güzellikteki büyülerini kullanarak derinlemesine bir araştırma yapmış." dedi. Bu büyüler bizim dünyamıza ait değil. Onlar sanki..." birden duraksadı ve kitabın kapağının ardındaki sayfayı açtı. "Onlar Akela kadınlarının büyüleri..." dedi. Kitabın başında yer alan yazının üzerinde parmaklarını gezdirdi. "Akela malıdır." yazıyordu. Öylece kaldı. Bu ismi daha önce duymuştu. Ama nerede?
"Beyaz Gelincik ve Kara Kurt masalı..." diye mırıldandı. Ardından güldü. "Bunun buraya kadar ulaşmış olması garip. Beş yüz yıldan daha eski bir büyü kitabı." demişti ve o anda lanet bölümünü açtı hızla.
"Kara büyü değil bu... Bu ışıkla yapılan bir ihanet büyüsü. Onun... bana..." Aklına düşen şeyle beraber eli yavaşça çenesine gitti. Fark ettiği gerçekle beraber suçluluk omuzuna çökmüştü.
"Neler oluyor?" demişti Maios. Jeniske yavaşça kitabı kapattı. "Sanırım biraz dinlenmeliyiz. Mahzeninde içkin var mı Maios?" demişti. Maios ona beklemesini söylemişti. Jeniske yaptıklarını düşünürken elini saçlarına doğru soktu.
İhanet lanetlerinin en büyük özelliği kişi işaretlendiği andan itibaren ihanet etmeye devam ettikçe lanetin ilerleyişi artıyor. Sol kolunda başlayan şey ilerlemiş ve bunu durdurmak için Koen Jeniske’de uzaklaşmaya çalışmıştı.
"Bu sıradan bir hastalık gibi değildir. Kişinin sadakati için yapılan bir büyüden kaynaklanır. Kalbi ve bedeni sarıp acı çektirerek öldürür. Lanetten öte bir sadakat yemini ile bağlantılıdır." Jeniske bunları okudu ve derin bir iç çekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Altı

Derici ve Cadı

Koen gözlerini yavaşça aralamıştı. Sol kolunda korkunç bir ağrı vardı. Bedeni çok yorgundu. Kıpırdayacak hali yoktu. Etrafa bakınmak için başını sağa sola oynattığında kimseyi görememişti. Susuzluktan dudaklarının kuruduğunu ve göğsünün yandığını hissediyordu. Derin bir nefes aldı ama verirken öksürük krizi ile doğrulmuştu. Bir eli göğsüne gitmiş fakat birden diğer elinin eksikliği ile kalmıştı. Kafasında canlanan anılarla koluna bakıp kaldı. Öksürük yavaşlarken doğrulduğu yerden yarım sol koluna ve sargılara bakıyordu. Öksürük kesilmemişti ama eli ağzındaydı artık. Susuzluk boğazını kaşındırıyordu. Her öksürükte koluna ince ince sancılar giriyordu. Bir süre öylece öksürük krizi ile mücadele etmişti. İçeri giren bir kadın ona su içirene kadar öksürüğü kesilmemişti. Öksürükten kurtulduğunda Saisa içeri doğru girmişti. Yorgun duruyordu. Gözleri sönüktü. Elinde bir deri çanta vardı. Yatağın yanına doğru yürürken ona bakmamıştı. Yatağın yanına geldiğinde sessizliğini bozmuştu.
"Ağrın var mı?" demişti. Koen bir an duraksadı. Olanlar hayal meyal aklındaydı ama ona müdahale eden Saisa'yı anımsamıştı.
"Birazcık!" demişti. Günlerin susuzluğu ile sesi hırıltılı çıkmıştı.
"Pansuman yapacağım. Birazcık canın acıyacak. Yaranın toparlanması uzun sürememesi için bu acıya katlanman gerek..." dedi ve yatağın kenarına oturdu. Kandan ve merhemden dolayı yapış yapış olmuş sargıları sökmeye başladı. Bir süre sessizlik oldu.
"Kolunu kesmeye başladığında bilincini kaybetmemek için ne yaptın?" Saisa bir hekim gibi konuşuyordu onunla. Koen yarasına bakmıyordu. Açık balkon kapısından gelen rüzgârın tülleri savurmasını izliyordu.
"Hiçbir şey. Bunun için eğitildim ben. Yürümeye başladığım andan itibaren bedenimin kontrolünü elime almam için eğittiler beni." dedi. Saisa yaraya merhem sürmeden önce dikişlere baktı. Dağlamamıştı yarayı. Dikmiş ve merhem sürmüştü.
"Dayanmış olman çok enteresan. Yaptığın şeyi merak eden çok kişi var." dedi. Koen hala perdelere bakıyordu.
"Ölmemek için buna dayanmam gerekiyordu." dedi. O sırada ayak sesi ile irkildi ve kapıya doğru hızla başını çevirince Jeniske'yi gördü. Uykusuz ve yorgun olduğu halinden belliydi. Saisa onun baktığı yere doğru döndü. Jeniske gözlerini kısmış onlara bakıyordu.
"Ben devam ederim Kraliçe Saisa!" demişti Jeniske. Günler sonra mahzenden çıkmışlardı. Saisa ayağa kalkmıştı. "Maios yorgun olduğunu söyledi ve odanıza gitti. İstersen onunla ilgilen." demişti. Saisa bunu duyunca hemen odadan çıktı. Koen ise sessizce yatağın yanına doğru yürüyen Jeniske'ye bakıyordu. Oturup koluna bakan adama bakmadı. Perdelerle ilgilenmeye devam etti.
"Onu yok etmek için üç gece uğraştık." demişti. Koen yutkunmuştu. "Ama yok edemedik. Sadece zayıflatıp hapsedebildik." diye ekledi Jeniske. Koen koluna değine merhemle dişlerini sıktı. Jeniske kollarını sıvamış onun yarasına merhem sürmeye konsantre olmuşken konuşuyordu. "Dar Boğazın ardından gelen o kitabın son sayfasında eklenmiş yazılar var. Akela malı olduğu yazıyor. Ancak Kör Kâhin diye bir efsuncu yazmış ve meşhur Rahom Kuwala onun devamını getirip Güneş'in Kızı diye bir kraliçeye hediye etmiş. İçinde bizim dünyamızda bilinmeyenler biliniyor. Gölgeler, lanetler ve tanrılara baş kaldırıp... O kitapta bulamadığım tek şey ihanet lanetinin nasıl yok edileceği idi." demişti. Koen kolunun sarılmaya başlandığını hissediyordu. Jeniske ise konuşmaya devam ediyordu. "Sana gönderilen lanet bir ruh şeklinde. Ve bedenin içine doğru sızıp karanlıkla kalbine doğru ilerliyormuş. Onu Gölgeler diyarı denilen yere hapsettik. Ve orayı gördüm. Büyük bir beyaz kurt tarafından korunan o diyarı üç yüz yıllık dinlenme zamanımda gördüm. Kurdun onu kabul etmesi için kolun ve kraliçenin kalbi yeterli oldu." demişti. Sargı bezinin ucunu diğer uç ile bağladı ve ikinci bir kat sarmaya başladı. Nazikti. Dikkatliydi.
"Ne zaman fark ettin?" dedi. Jeniske onun kolundan elini çekince bu soruyu sormuştu.
"Onca acıya dayanarak burada kalıp bu kitabın burada olduğunu bilerek tedavi aradın ve durdurmak için bir yol bulduğunda işleri mahvettim." demişti. Koen bunu duyunca ona doğru çevirmişti başını. Jeniske çantayı topluyordu. "Sana yakın olmam o ruhun güçlenmesine sebep oluyordu ve o gün benimle olmayı reddetmene rağmen yanında durarak senin kalbinin zayıflamasına sebep oldum." demişti. Jeniske çantayı yatağın kenarına doğru koydu ve yavaşça ona döndü.
"Suçsuz olduğumu bile söylemiyorsun." demişti. İkinci yastığı çekip kenarı doğru koydu ve yan devrilip gözlerini kapattı. "Sorun değil bana bir şeyler anlatmak zorunda değilsin. Sadece dinlenelim." demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Jeniske yastığa başını koyup gözlerini kapatmış ve bir süre sonra nefesi yavaşlayıp uykuya doğru çekilmişti. Koen ondan gelen barut ve katran kokusuna karışmış kan kokusunu alabiliyordu.
"Kendi başıma halledebilirim sanmıştım!" dedi Koen. Jeniske bunu duyunca ona sırtını döndü. "Halledebilirdin. Ritüelini bozmamış olsaydım." dedi. Koen bunu duyduğunda kaşlarını çattı.
"Sana söylemem gerekiyordu."
"Söylemen gerekmiyordu. Hayatında ne kadar yer kapladığım çok önemli değil anladığım kadarıyla. Tavi'ye ya da bana... Kimseye söylemek zorunda değildin." dedi. Koen bunu duyduğunda şaşkınlıkla ona bakıp kaldı.
"Tavi ya da diğerleri ile aynı konumda olmadığını biliyorsun." dedi. Jeniske omuz silkti.
"Sadece seninle yatıyor olmam aramızda bir fark yaratıyor gibi konuşuyorsun! Farkım benimle yatmış olmansa bunu istemiyorum. " Koen onun söyledikleri ile sinirlenmişti.
"Sadece yatmak mı? Bundan daha fazlası olduğunu biliyorsun. Bizim aramızda bir bağ var..."
"Sanırım o bağ yok Koen. Olsaydı benden bunu gizlemezdin. Sana bana dürüst olmanı söylediğimde ve bana mantıklı bir neden ver dediğimde o masadaki herkesten sakladığın gibi benden de sakladın bunu." demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Jeniske ona doğru döndü.
"Bir bağ böyle olmaz. Sevmek bu değil. Eğer aramızda cinsel bir şeyden ötesi varsa bu güvenle alakalıdır. Benden gizlemekle uzak kalacağına inandın. Ama her şeyi mahvedip bir kişiyi daha öldürmek zorunda kaldım. Bunun yükünü neden bile bile bana yıktın?" demişti. Koen gözleri dolmuş halde ona bakıyordu. Jeniske ise kaşları çatık ona bakıyordu.
"Bilerek yapmadığını söyleyeceksin. Bende bilerek yapmadım. Bunların olmasının sebebi bir şey bilmiyor oluşumdu. Sana yardım edemeyeceğimi düşündün. Benden kaçarak çözümü bulacağını düşündün. Bu her şeyi mahvetti. Koluna bak Koen. Bu halde savaşabilecek misin?" demişti. Koen gözleri dolmuş çenesi titreyerek ona bakıyordu.
"Biz oyun oynamıyoruz, ya da bir şeyleri deneye yanıla gidemeyiz. Saklayarak, gizlice yaparak başaramayız. Herkes sen bu ritüel için hazırlanırken senin Hisar'a çalıştığını düşündü. Kafalarında bir şüphe oluştu. Şimdi hepsi senden korkuyor. Ordunun içine yayılan dedikodular ve o ihtişamlı düğünü batırışın... Koen yaptıkların sadece senden parçalar götürmüyor. Herkes aynı gemide ve sen yanlış yere çivi çaktıkça bizde batıyoruz. " demişti. Koen daha fazla söylenenlere dayanamamıştı. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu ve Jeniske'nin kıyafetini sıkıca sağlam eliyle yakalayıp bağırmıştı.
"Biliyorum!" öyle hırçınca çıkmıştı ki bu kelime dudakları arasından. Yaşlar yatağın bej örtüsüne damlarken ikinci defa tekrarladı. "Biliyorum." Jeniske kıyafetinin kolunu yakalayan ele baktı ve ardından bütün kızgınlığını geçirecek o gözlere bakıp kaldı. "Ne yaptığımı biliyorum. Ben onların gününü mahvetmek, başkasının ölümüne sebep olmak istedim. Sadece tekrar güçlendiğimi görmeni ve bu şeyi tek başıma yendiğimi görmeni istedim." Başını öne doğru eğdi. "Senin orduna gelmemi istiyorsun çünkü bana güvenmiyorsun. Hala güçsüzüm. Zayıfım ve kafam karışık... Benim için endişelenmeminiz sağlamak istedim." demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. "Kolunu keserek mi?" demişti. Koen bunu duyunca elini çekip kendi kıyafetini hızla yana doğru açtı ve kalbinin orada oluşmuş siyah lekeleri gösterdi. "Feda etmem gereken tek şey kolum oldu. Kalbimden önemli değildi..." demişti. Jeniske yorgunlukla gözlerini kapadı.
"Tek başına güçlü olmak zorunda değilsin Koen. Burada olduğumu bilmeni istiyorum." dedi. Koen elini göğsüne koymuştu. Birden bağırarak ağlamaya başlamıştı. Canın acısı ile hıçkırarak ve bağırarak ağlıyordu. Kapı muhafızları bir şey olduğunu sanıp oraya koşmuştu. Koen'in iki büklüm olmuş halde eli kalbinde ağlayışını görüp kalmışlardı. Aiken odaya girdi ve ne olduğunu sormak için öne doğru fırladı.
"Hekim ve şifacı..." Jeniske onu durdurdu.
"Gerek yok. Sadece biraz izin verin." demişti. Koen alnını yatağa doğru dayadı ve bağırdı. Öyle keskin çığlıklar atmıştı ki bütün sesi kısılmıştı adeta. Jeniske onun saçına yavaşça dokundu. "Her şeyi yoluna sokacağız!" demişti. Koen hıçkırıklara boğulmuş halde kolunu tutuyordu. "Her şeyi düzelteceğim!" Jeniske bunu söylerken onun saçlarını okşuyordu. Kaybetmeye alışık insanlardı onlar. İkiside her zaman kaybedeceklerini biliyordu. Bu bazen bir aile, bazen bir klan bazen bir kol oluyorum. Ama hep kaybediyorlardı. Kazandıklarını kayıplarını asla kapatmayacaktı. Ne üç yüz sene önce kaybettikleri ailelerini bu savaş bittiğinde kazanabileceklerdi ne de masumiyetlerini... Kirlenmişlik onlarda kayıplar olarak iz bırakacaktı. Bu izler arttıkça dayanmak için sadece birbirlerine sığınacaklardı. Uzaklaşmak ve bir şeyleri saklamak zorunda kalmak zordu. Kahraman olmak değildi onların derdi. Daha fazla kaybetmemekti.
Jeniske yorgunluktan uyuyan Koen'e baktı. İç çekip yanına doğru uzandı. Onu izlerken yavaşça gözleri kapanmıştı. Günler birbirini kovaladı, güneş her akşam aydan kaçar gibi hızla battı. Gündüzler kısaldı gece uzadı. Bahar gelmiyor yerini daha sert bir kış alıyordu. Sefer geciktikçe ordu sabırsız, subaylar huzursuzdu. Koen'in başına gelenler duyulmuş ve çolak bir komutanın ordunun başında olmasını istemez olmuştu komutanlar. Qufang'ın kralı ise çaresizlik içinde kışın bitmesi için beklemeyi teklif etmişti. Orduyu karlı yollara sürmek daha fazla masrafa ve yorgun askere neden olacaktı. Birden baharın güzel havası bozulmuş yerini soğuk ve kara bırakmaya başlamıştı.
"Tanrılar iklimlerin zamanını karıştırmış olmalı. Yaz ayı uçup gitti mi?" diye çıkışmıştı Tavi. Frange'de kışla kurmuş ordu da sabırsız ve artık yiyecek tükeniyordu. Tavi yönetim heyeti ile konuşmak için kışlaya inmişti. Frange ordusu ile Üç Tanrı ordusu bir aradaydı.
"Olanlardan bizde mutlu değiliz Efendi Tavi. Ama ordunun harekete geçmesi manasız olacak. Qufang bile bekleme kararı almışken tek başımıza yola çıkmak ölümü kendi ellerimiz ile hazırlamak olur." dedi Aiken. Oturduğu yerde odun parçasını bıçağı ile soyuyordu. Ayaklarını ileri doğru uzatmıştı.
"Koen'in durumu hakkında bilgi verildi mi sana? Sonuçta yakında Üç Tanrı ordusunu o yürütecek!" demişti Tavi'nin yardımcısı. Aiken umursamaz biçimde dudaklarını büzdü ve onlara baktı. Olay yaşandığından bu yana üç hafta geçmişti. O süre içinde Koen'in durumundan kimse haberdar olamamıştı. Qufang'da olduğunu biliyorlardı sadece. Jeniske ise oradan iki hafta önce ayrılıp ordusunun Frange'ye gelişi ile Frange kışlasına inmişti. Birden çadırda gözler kapıya doğru döndü. Jeniske içeri doğru girip omzundaki karları silkeledi.
"Bu gidişle kar şiddetini arttıracak. Yollar iyice kapanacak." diye söylendi. Kaşları çatık durumdan o da rahatsızdı. Aiken toparlanmıştı. Tavi ise oturduğu yerden ona bakıyordu. "Qufang kralı Maios ile görüşmemiz gerek. Ordularımızı burada tutmak onların daha fazla aç kalmasına sebep olacak. Frange'nin ambarları boşaldı. Yardım etmeleri gerek. Bunun için görüşmemiz gerek." demişti Tavi. Jeniske ona bakıp masaya doğru yürüdü.
"Yarın bir heyetle onlarda burada olacak. Ambarların ve kilerlerin boşalmak üzere olduğunu iletmiştim. Endişelerinizi anlıyorum. Hiçbiri yersiz değil. Kışın uzaması ve başımıza gelen talihsizlikler seferi engelliyor ve kış zaten ambarları boşaltmıştı. Bunun için Qufang kendi ambarından bizlere gıda takviyesi yapacak. Bu sürede orduda yemek israfını engellemek sizin elinizde komutanlar." demişti. Tavi başını yavaşça salladı.
"Heyet ne zaman burada olur?" dedi. Jeniske cebinden ufak mektubu çıkardı. "bir haftadan kısa sürede. Bu süre içinde Frange halkının da biraz tutumlu olması gerekecek. Üç Tanrı Dağından son yiyecekleri dün Aiken ve ekibi getirdi. Elimizde olanla ilk bahar yağmurlarını beklemek zorundayız. " demişti. Etrafta biraz sessizlik oldu. Jeniske masada duran iki haritaya bakıyordu. "Çalışmalara ara vermiyoruz. Bu bekleyişin bizi daha güçlü yapması için taktikler ve düzenler için çalışıyoruz." demişti Aiken'in yanında oturan Frangeli komutan. Jeniske başını salladı. "İhmal olmamalı. Savaşın sonunda az kayıpla büyük zafer olursa bu anlamlı olur." dedi. Geldiği gibi çıkacakken Tavi ayaklandı. "Karga lider!" demişti. Jeniske durdu. Tavi ona yetişip çadırdan onunla çıktı.

"Size göstermek istediğim bir şey var." demişti. Jeniske ona baktı.
"Meraklanmalı mıyım?" dedi. Tavi onunla şehrin girişine doğru yürüdü. Surların dibine kurulan kışla şehrin içine taşmamıştı henüz. Yavaş yavaş şehrin sokaklarına doğru ilerlemişlerdi. İnsanlar dayanışma ve seferberlik içindeydi. Beklenmeyen bu kar ve fırtınalar tarlalara ekini geciktiriyordu. Hayvanları salamıyorlar ve şehre ticarete gelecek yakın kasabaların yolları kapanmıştı. Frange'nin başkenti için zor bir dönemdi.
"Açıkçası insanların huzursuzluk çıkaracağını düşünmüştüm. Ancak bunu yapmayıp bizi kabul etmeleri beni hala şaşırtıyor." dedi. Tavi nezaketle gülümsedi. "Huzursuzluk çıkarmak mı? Frange halkı her daim misafirperverdi. Hisarla bile savaşmadı. Bu insanlar nesillerdir bu topraklarda ve burada çok şey görüp geçirdiler. Sükûnet ve savaş arasında tercihi hep doğru yaparlar. Onların kralı istememesi beni daha çok şaşırtmıştı. Başımızda bir meclis var ve kralı istemiyorlar. Şifahanelerde gönüllüler var ve iki büyük tapınakta yemekler veriliyor. İnsanlar kral olmadan kendi özgür iradeleri ile kararlar veriyorlar. Ufak tefek çıkıntılar oluyor ama elimize verdikleri çekiçle o çıkıntıları yerine oturtuyoruz." dedi. Gülümsemesi devam ederken bir ara sokağa doğru girdiler. "Bir otorite olmadan ben yönetimin olacağına inanmıyordum Karga lider. Otorite tek yumruk olmaktı. Ama sende görüyorsun. İnsanlar onları temsil eden kişileri bir yere topladı ve dertlerini anladığını gördü. Frange’nin asilleri ya da şu köşedeki berberin olduğu bir kurul. Meclis, parlamento... Adına ne dersen... İnsanlar onları dinleyen kişileri istedi. Yüz yıllardır bu krallığı hep aynı aile yönetti ve insanlar onlardan yoruldu. Hisar'a teslim oluşlarında, aç bırakılmaktan ve kazandıklarının zevk için tüketilmesinden yoruldu. Krallığına sadık olanlar bile yoruldu. Ve onlar için bizler yol gösterici olduk. Kimisi kendini yakarak ışık oldu kimi ise bir kılıç savurarak kahraman." dedi. Kılıç sallamak. Tavi devrik kralı öldüren kişi değildi. Kendini yakanda değildi. O sadece bu düzeni kurarken akıl alınması için baş vurulmuş ve sonra onun da başta olması istenmiş birisi idi. Hiçbir zaman Hisar'ın boyunduruğunu kabul etmeyen bir adam değildi. O bir diplomattı. Ağzı yalancı, kalbi ürkek ve gözleri bulanık bir adam... Onun için uğruna hedeflediği şeyler için yapılması gereken en doğru şey az kayıpla yapılmalıydı. Birazda insancıldı. Çocuklara kıyamaz, insanların içinde dolanmayı severdi bu adam. Altın kesesini çalan çocuğa kızar ama elini kestirmezdi. Yaşlı ve Frange sokaklarının ayyaşlarının çok sevdiği bir ahbaptı. Gerektiğinde mecliste sert bir bürokrattı. Jeniske onun aklını ve davranışlarını severdi. Tanıştıkları ilk günde Tavi onu saraya davet etmişti. İşin ilginç yanı saray gerçek bir saray gibi değildi. İnsanlar vardı içinde. Halktan olanlar. Büyük arşiv açıkta ve sarayın en büyük kısmı olan avlu büyük bir eğitim alanı olmuştu. Jeniske kralı sorduğunda Tavi ellerini iki yana açmıştı. "Kim bilebilir hangisinin kral olduğunu." demişti. Jeniske aklı kaçık bu adamın ve Frange halkının üç yüz yıldan bu yana büyük bir değişim geçirdiğini o gün anlamıştı.
"İnsanlar zamanla silahlarını değiştirecek. Kılıçlar başka güçlü silahların altında ezilip gidecek ama bilgi başka bir bilginin altında ezilmeyecek. Çünkü o bir kar topu gibi. Üstüne koydukça yuvarladıkça büyüyor. Frange’de akılı ve yetenekli çok insan var. Birçoğu Qufang dilini de bilir Efir dilini de. Şimdi hepimiz ortak dili konuşuyoruz ama çoğu eski dilleri atalarından öğrenmiş. Bilirsin Frange eskiden daha Üç tanrı dağı dağılıp birkaç ufak krallık yok olmadan önce büyük bir kervan saray gibiydi. Nasıl kalabalık ve etnik olarak karışık olduğunu görmüşsündür buraya kadar gelirken. Ataları burada kalanlar onların zanaatını ve sanatını sürdürdü. Kimi altın işledi kimi demir... Kimi deri kimi nakış... Frange Qufang ya da Epharai gibi tek tip bir halka sahip değil. Onların bir krala sadık olması da zor. O yüzden kral yok burada. Onun yerine meclis var." Kral nerede sorusu için akşam yemeğinde Tavi ona bu cevabı vermişti. Jeniske o gün Frange'nin aslında her krallık gibi olduğunu ama onlardan bağımsız olarak her krallığın kültürünü içinde barındırdığını ve bu etnik karışıklığı benimseyen insanların bu büyük yolculukta ve değişimde yer alması gerektiğini anlamıştı.
Sokakta yokuş yukarı çıkıyorlardı. Tavi yavaştı.
"İhtiyarlık zor. Ara ara göğsüm daralıyor bacaklarım ağrıyor ama hala bu yokuşu severim." demişti. Aşağı doğru tekerlek çevirerek koşan çocuklar yanlarından geçerken Jeniske koluna giren adamla yavaş yavaş çıkmıştı. "Burada eski ustaların dükkanları var hep. Birside benim çok sevdiğim dostumun. Bu şehre ilk görevle geldiğim gün onunla tanışmıştım. Kırık teker yüzünden bu yokuşu çıkamayan atını kırbaçlayıp duruyordu. Tekerin kırığını tutup onun atı çekmesine yardım edince ahbap olduk. O günden beri onu ve ailesini çok severim. Oğlu orduya komutan oldu. Bir kızı kâtip diğeri ise hem anne hem de onun zanaat işini devam eden yetenekli bir kadın oldu." demişti. Önünde durdukları tahta kapı yeni zımparalanmış gibiydi. Gümüş tokmağı işlemeli cilası taze gibi. Kapısında ileri çıkık ve asılı olduğu demirde sallanan bir tabela vardı. Yazı eskimiş gibiydi ama hala okunuyordu. "Derici" Jeniske ihtiyarın kapıyı vurmasını izledi. Kapı birkaç ayak sesinden sonra açıldı. Jeniske bekledi ve kapı açılınca başını öne doğru eğdi. Ufak sarı saçlı siyah gözlü bir çocuk onlara bakıyordu. Bir eli kapının tokmağında diğeri ise aşağı sarkıyordu.
"Büyük baba..." demişti. İçerden ahşap döşemenin gıcırtısı geldi ve ardından bir ihtiyar dizlerini tutarak oraya doğru yürüdü. "Buyurun efendim... Buyurun..." demişti ihtiyar onları görünce. Tavi iki basamağı çıkıp ahbabına sarılırken Jeniske kapının önünde kalmıştı. "Bu delikanlı kim Tavi?" demişti ihtiyar derici neşe içinde. Tavi içeri doğru girerken Jeniske'yi içeri doğru çağırdı.
"Kendisi senden benden yaşlıdır delikanlı deme." Tavi bunu söylerken gülmüştü. İçeride yükselen raflar ve yanan bir şömine vardı. Divana koşmuş ve elindeki oyma oyuncakla oynayan sarışın çocuk... Jeniske ufak dükkânı incelemeye devam etti. Birkaç sandalye masaya bakacak şekildeydi. Etrafta işlenmiş deri kokusu ve cila kokusu vardı. Jeniske şaşkınlıkla etrafı incelerken ona seslenen ihtiyarların sesi ile irkilmişti. "Çekinme delikanlı otur." demişti. Jeniske sandalyelerden birine otururken Tavi etrafa bakındı. "Kızın ve damadın nerede?" demişti. İhtiyar dizlerini ovarak ocağa yakın oturdu. "İşlenmiş derileri almaya gittiler. Şifahanede doluymuş. Damat orada." demişti. Ardından Jeniske'ye döndü. "Sende gelen ordudan birisi olmalısın... Benimde oğlum orada komutan. Akıllı çocuktur ama pek vicdanlı. " dedi. Jeniske gülümsedi. "Vicdan önemli tabi... Ordudanım bende..." dedi. Tavi tam konuşacakken kapı açıldı ve burnu kızarmış halde bir delikanlı içeri daldı. "Baba... Çizmem patladı!" diye bağırmıştı. İçeride oturanlar ona doğru döndüğünde Frange üniforması içindeki asker bir an aldı. Hemen hazır konuma geçip öne doğru eğildi. "Efendi Tavi!" demiş ve eğilmişti. Ancak Jeniske'yi gördüğünde ürpermişti. Onu maskesiz görenler sadece Frange subayları idi. Adam ne yapacağını şaşırmış halde ona baktı.
"Karga Lider..." demişti sonunda. Saygılarını sunarak eğilmiş ve doğrulmuştu. Patlamış botuna erimiş kar suyu dolmuştu.
"Getir onu koy yenisini al." demişti babası. Karga Lider adını duyunca ufacık bir tepki bile vermemişti. Oğlu botunu çıkarıp ıslanan çorabını kurutmak için ocağın karşısına geçmişti.
"Demek Karga Lider! O zaman buraya benden emanetinizi almaya geldiniz." demişti. Tavi gülümsedi. "Evet! Aslında biraz sohbette etmeye geldim. Senin Karga Lider yani Jeniske ile tanışmanı da isterim. Bir noktada akrabalığınız var." demişti. Jeniske şaşkınlıkla ona bakmıştı. Adam ise gülümsedi. "Annemin babasının babası Üç Tanrı Dağında 2. klandanmış. Zamanında buraya ailesi gelmiş." dedi. Jeniske şaşkınlıkla adama bakıp kalmıştı. "Hayatta kalanlar olmuş mu ki?" dedi. Adam başını salladı. "Elbette. Birkaç aile daha var. Hisar'ın esaretinden kaçmak için burada insanlar tarafından korunmuş. O savaşın korkunçluğunu anlatmış büyüklerim. Yerin ateş kustuğunu ve cesetlerin dağdan aktığını..." Gözleri dalmıştı ateşe. "Köprüler kuruldu dermiş büyük büyük babam. Babası ve ağabeyinin o köprüleri yıkmak için savaştığının ve ağabeyinin orada can verdiğini söyler. Ve sonra babasının yaralı olarak döndüğünü anlatırmış. Bu hikayeleri yazıyor küçük kızım. Ailemizin büyüklerinden topladığı hikayeleri." dedi. Jeniske birden öylece kalmıştı. "Onları görmek isterim." dedi. Yüzünde grip bir huzur vardı. "Benim ve Koen'in geçmişi onlar..." demişti. Herkes ikisinin de ölümden dönerek uyandığının ve o savaşta ölmüş olduğunu biliyordu. Karga Lider Üç Tanrının son rahibi olarak bilinirdi o zaman. Koen ise Koruyucu komutanı. Deri işlemecisi adam birden durdu. "Koen mi?" demişti. Oğlu heyecanla çorabını ateşe doğru tutup sandalyeye oturdu. "Evet. Kendisi Qufang ordusunda komutan şimdi. O ve Karga Lider Ölümü yenip geri gelenlerden. Üç Tanrı Dağında savaşanlardan." demişti. Adam birden duraksadı. "Koruyucu komutanı ve Üç Tanrının Rahibini bilirim. İsimler yok bende. Küçük kızım akşam yemeğine gelecektir. Onun hafızası daha taze." dedi. Jeniske bir an düşündü. Tarih yazıcılığının ne kadar önemli olduğu aklına gelmişti. Bu deri zanaatçısının kızı aslında geleceğe olanları aktarmak için iyi bir yazıcı olabilir diye düşündü.
"Yine de size vereceğimiz şey bu değil. Daha farklı bir şey için sizi buraya kadar yordum." demişti Tavi. Sesi Jeniske'nin dikkatini tekrar toplamasını sağlamıştı. "Qufang'dan sizden izinsiz bir şey getirdiler. Aiken onu bana getirip temize çekmeme istedi. O kadar yetenekli değildim. Ve oldukça kötü durumdaydı gelen parşömenler." demişti. Bu sırada ihtiyar kalkıp kitaplıkların oradan silindir tahta bir kap almıştı eline. Çalışsam masasını yavaş yavaş boşaltıp içeri giren ışığın olduğu yere silindir kabı koydu.
"Günlerdir kızım ve ben bunu aktarmak için uğraştık." dedi. Ardından masanın çekmecesinden bir tomar katlanmış parşömen çıkardı. Kızılla siyaha bulanmıştı bir kısmı. O anda Jeniske onun ne olabileceğini anlamıştı. Yavaşça ayaklandı. İhtiyar önce eski parşömenleri titreyen elleri ile açtı. "Yanmış kısımlar vardı. Ama kan çizimleri daha çok tahrip etmiş. Haritanın çizeri her kim ise oldukça yetenekli olmalı. O kadar doğru ve ölçekli çizmiş ki kopyalamak zor olmadı." demişti. Jeniske açılan kâğıda baktı ve mürekkebin kanla karıştığı yerlere gözleri kilitlenip kaldı.
"Koen'in haritası!" demişti. Yavaşça kurumu ve siyahlaşmış kana elini sürdü. "İyi bir izcidir o. Gittiği yeri unutmaz. Yolları, akarsuları ve dağları. Adım adım sayardı." diye ekledi Jeniske. Adam parşömeni katladı ve ona doğru uzattı. "Aslıda sizin. Haritanın tekrar aynı tahribi yaşamaması için bu sefer onu ceylan derisine işledik. Planları, komuta merkezlerini hepsini hazırladık." demişti. Silindir kutudan rulo halde deri çıkarıyordu ihtiyar. Deriden mürekkep ve naftalinle karışık misk kokusu geliyordu. "Üstünü cila ile kapattık ki sıvılar kan ya da yağmur bulaşıp dağıtmasın." diye devam etti deri ustası. Açtığı harita parşömen ile aynı büyüklükte idi. Çizimler birebir aynı ama ne kan ne yanık izleri vardı.
"Bunu ne zaman çizmiş?" dedi Jeniske sorusunu Tavi'ye yöneltmek için ona doğru döndü. Tavi oturduğu yerde elini alnına doğru götürdü.
"Aiken ve adamları odada önemli bir şey var mı diye kontrol ederken yatağın oradaki sandığın en altında bulmuş. En başından beri haritayı çizmiş, planları hazırlamış ama onları masaya getirmek istememiş." dedi. Jeniske kaşlarını çattı. "Qufang ordusunda kalmak için onunla kavga etmemi istedi." diye mırıldandı. Tavi yavaşça ayağa kalktı. "Haritadaki düzene göre Qufang'ın öne geçmesi çok doğru ve kusursuz gözüküyor. En başından beri bu haritayı gösterseydi bu kadar gecikmezdik." demişti Tavi. Jeniske haritaya dikti gözlerini. Geçitlerin genişliği ve kaç adamın aynı anda geçeceği hangi toprağın arabaları daha rahat sürmeyi sağlayacağına kadar her şey vardı. Haritanın yarısı yazılarla doluydu. Jeniske daralmış gibi başını çevirip yutkundu. "Buraya geldiklerinde haritasını ona teslim edersiniz. Savaş planına saygısızlık edip onu incelediğimiz gerçeği hoşuna gitmez." dedi. Deri zanaatçısı yavaşça haritayı topladı.

"Kral Maios ile görüşmemiz gerekecek gibi. Yakında yağmurlar başlar. Orduyu bir ay dolmadan harekete geçecek şekilde hazırlayın Tavi." demişti Jeniske. Kapıya doğru yöneldiği sırada deri ustası ona seslendi. "Karga Lider, akşam yemeği için sizi bekliyor olacağız." demişti. Jeniske başını sallayıp çıktı. Onu rahatsız eden şey Koen'in bu kadar detayları düşünmüş olması ve planının kusursuzluğu değildi. Artık o planın başında olmayacağı gerçeği idi. İnsanlar çolak bir komutan istemiyordu. O çift hançer ve kılıç kullanan bir adamdı. Bu durumda onun yönetimini istemeyecek çok kişi olacaktı. Sokaktan yukarı doğru çıkmaya devam ediyordu. Birden durmuştu. Gözüne çarpan dükkâna bakıp kalmıştı. Öylece önünde kalmıştı. Bu Frange'ye koruyucu olarak indiğinde geldiği dükkandı. Oradan Koen için mavi taşları olan bileklik almıştı. Gökyüzü ve denize benzeyen on üç mavi taşın özenle dizildiği bilekliği vitrinde görmüş ve onu almıştı. Bir kadın takısı olsa da onu Koen'e çok yakıştırmıştı. Adımları içeri doğru ilerledi. Eski gıcırtılı kapıyı itekledi. Kasada oturan kadın ona bakmak için başını kaldırmıştı. Buruşuk yüzü ve kuru dudakları... Griye çalan gözleri kısık ve beyaz kirpikleri altında gölgeliydi. Saçlarının üstünde çenesinin altından bağlanmış bir desenli örtü vardı. Üstünde şalı vardı. Açılan kapı ile irkilen sadece o değildi. Köşede ateşin başında uyuyan iki kedide irkilerek bakmıştı. Birisi esneyip geri uykusuna dönerken ötekisi Jeniske'yi baştan aşağı süzüp yattığı yerde oturmaya başlamıştı. Jeniske bu takı dükkânın hala var olmasına şaşkınlıkla bakıyordu.
"Aradığın şey için geciktin..." Kadın bunu söylerken çatallı sesi ile yağlı gıdığı titreşmişti. Uzun tırnakları bakımsız ve sol tarafında belirgin bir et beni vardı. Jeniske bu kadını hatırlamanın verdiği korku ile irkilmişti. O gün bileziği ısrarla satın aldığı kadındı o.
"Zaman geçmiş ve sen artık genç bir efendi olmaktan çıkmışsın. Tıpkı benim genç bir kadın olmaktan çıkışım gibi..." Kadın bunları söylerken oturduğu yerden fincanına biraz daha sıcak çay koydu. "Ölümsüzlerin gerçek olduğunu bilmiyordum." demişti Jeniske. Kadın gülümsemişti. Onun oturması için bir sandalyeyi işaret etmişti. Jeniske ilk girişinde bu sandalyeyi fark edememişti. Şimdi birden beliren sandalye ona ürkütücü gelmişti.
"Kafanın karışıklığı seni buraya sürüklediğine göre sana yardımcı olmak elimde..." demişti. Ardından tezgâhın altından bir kutu çıkarıp masaya doğru koymuştu. "aradığın bileklikte hala burada. Sanırım ölü soyduğum için bana kızacaksın!" demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Oraya doğru yürüyüp kutuyu açınca mavi boncuklu bileziğe bakıp kaldı. "Bunu hediye ettiğin kişiye kötü şans getirdiğini fark ettim ve onu almak zorunda kaldım. Ama anlaşılan kötü şansın sebebi bilezik değilmiş. Kişinin zaten bahtı kapalı imiş." dedi. Jeniske oturduğunda bir fincan çayda onun önünde belirmişti. Kadın gülümsedi. "Tanrıların esrarengiz varlıklar. Yüz yıllar boyunca bedenini koruyabilmiş olmalarına hayret ediyorum. Oysa bunu yapabilmek için ben ne çok uğraş verdim." demişti. Yaşlanmış cildine dokundu. "Ruhum hala genç ama cildim ve vücudum yaşlı. Sanırım yakınlarda yeni bir beden bulacağım." diye ekledi. Jeniske konuşmanın mantıksızlığı içinde ona bakıyordu.
"Sen nesin böyle?" demişti. Kadın bunu duyunca gülümsedi.

"Aslında bana ve benim gibi olanlara çok farklı lakaplar takıyorlar. Kimi dünyalarda cadı dedikleri için bende cadı denilmesini isterim." demişti. Jeniske bu yeni kelimeye şaşkınlıkla tepki vermişti. "Cadı mı? O ne demek oluyor?" demişti. Kadın bunu duyunca birden güldü. Çayından birkaç yudum aldı ve konuşmaya başladı.
"Bizi yaratanların bize isim koymadığını fark ettik. Genelde kötü talihler yüzünden bizi suçlarlar ama aslında biz genelde iyi talih için etrafta dolaşan bir çeşit... bir çeşit... ah evet senin anlayacağın şekilde üstün yetenekli efsuncularız. Ama öyle basit efsunlar yapmayız. Zamanı durdurabiliriz, ya da başka boyutlara geçeriz. İnsanların parlayan yıldızlarının sönmesini engelleriz." demişti. Jeniske onu hayretle dinliyordu. Eli çayına gitti ve birkaç yudum aldı. "Sihir yapıyorsunuz." demişti. Kadın gülümsedi. "Sadece sihir değil, bilim ve büyüde... Yani bunun için eğitildik. Bizler boyutların dengesi için varız. Tıpkı..." Jeniske ona bakıp sözünü tamamladı. "Tanrılar gibi..." demişti. Kadın gülümsedi. "Sadece tanrı değil, tanrıçalarda. Binlerce boyut ve binlercesi..." demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. "Üç Tanrı da senin gibi..." demişti. Kadın onun şaşkınlığına gülümsedi. "Evet o asiler de benim gibi. Gerçi çok uzun zamandır yer yüzüne inmediler. Hiçbir boyuta dokunmuyorlar. Sanırım sana bir söz vermişler. O üçü gerçekten diğerlerini burada çok kızdırıyor." demişti. Jeniske karşısında bir tanrıça olduğunu anlayınca irkilmişti. "Ölümsüzler tanrı ve tanrıçalar bizler hepimiz aynıyız. Açıkçası bizi kim neden yarattı ve eğitiyor pek anlamıyorum. Sadece bazı öykülerin yolunda gitmesi için görevliyiz. Bugün bu eski dükkânda tekrar karşılaşma sebebimizde bazı şeylerin çözümü için konuşmamız gerekiyor." dedi kadın. Jeniske ona bakıp kalmıştı.
"Sen o zamanda bir tanrıça mıydın?" demişti Jeniske ilk karşılaşmalarını anımsayıp. Kadın başını salladı. "Evet yazılı kaderinin ardında kalacak Koen'i takip edebilmek için ona bu bileziği almanı sağladığım için hileci bir cadı olarak sayabilirsin ama hikayeleri takip etmek gerekiyor ve maalesef senin ufak tilkin bu öyküde kendi kararlarını alabilen tek kişi. O yüzden şimdi bazı şeyleri yeniden düzenleyeceğiz. Bu sayede ileride bu masalı ve öyküyü doğru yere koymuş olacağız." dedi. Jeniske ona bakıyordu. "Ne öyküsü? Ne demek istediğinizi anlamıyorum. Hayatlarımız..." Kadın onun sözünü bölmek için elini yavaşça havaya kaldırıp avuç içini ona çevirdi. "Kaderlerin hepsi bir yazıcı tarafından yazılır. Bu yazıcı ise tanrısına bağlıdır. Milyonlarca yazıcı var ve bunlar sizlerin hayatlarınızın gidişini ve kararını belirliyor. Bu olmazsa büyük bir kaos çıkar." dedi. Jeniske birden ona bakıp kaldı. "Hisar gibi..." demişti. Kadın gözlerini kaçırdı. "Aslında Hisar biraz ufak bir yapı. Ancak sayılır. Düzeni sağlamazsak büyük kaoslar olur. Tıpkı üç yüz yıl önce olan gibi. Onca kişinin ölmesine gerek yoktu. Ama kaderini takip edemediğimiz birisi oyunu bozup boş yere çok can aldı. Bu verilen hayatı da aslında bir özür olarak görmek gerek. Fakat o üçüne laf anlatamadığımız için yine ortalığı karıştırıyor. Senin tanrılarına aramızda ne diyoruz biliyor musun?" demişti kadın öne doğru eğilip. Jeniske ona bakıyordu sakince. "Onlara kaos tanrıları diyoruz. Üçü bir arada iken ortalığı karıştırmayı seviyor. Tıpkı zamanında iki büyük tanrıyı birbirine düşürdükleri gibi yine burada kaos çıkarıp ortalığı ateşe verecekler." demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı. "Onlar insanlara yardım eden tanrılar. Yükselişlerini bile geciktirdiler…" Kadın bir kahkaha attı. Öyle yüksek bir ses çıkmıştı ki geniş ağzından. Uyuyan kedi sırtı ürpermiş halde yattığı yerden fırlamıştı. "Yüz yıllardır böyle gülmemiştim." dedi kadın. Nefesini toplayıp. Ardından kaşları çatıldı. "Siz insanların ruhundaki mucizeye olan inanç bizlerin yaşam enerjisi. Onlar kendi ordusunu kurmak istedi bu mucizeyi kullanarak. Ama olmadı. Buna kimse izin veremezdi. İnsanlar bize tapabilir hediyeler verebilir ve biz onlara yardım ederiz ama bizler krallar ve kraliçeler olup insanları yönetecek kadar aciz varlıklar değiliz. Onların acizliği bu dünyanın kaderine mal olacaktı. Bunu engellemek için bu dağa kadar kovaladılar onları." derken eliyle dağın olduğu yeri gösteriyordu. "Yükselmek bizim için aslında nedir biliyor musun? Var olan boyutu terk edip kurulan düzen işlerken başka dünyalara geçmektir. Oraları düzenlemek ve çarkların dönmesini sağlamaktır." demişti. Jeniske öylece kalmıştı. Kadın ise gülümsedi. "Gözlerin donuklaştığına göre seni çok zorluyorum. Şimdi bu ufak konuları geçip esas olaya gelelim." demişti. Jeniske ona dikkat kesildiğini belli etmek için kaşlarını çattı. "Kurduğun bizim görmemizi engellediğini düşündüğün ufak yeni boyutun açıkçası etkileyici ama orada ufak aşk oyunlarınızı gördük. Ve buna sinirlenen tanrılar oldu. Ve bunun bedelini sevgilin kolunu kaybederek ödedi. O olayı atlatması gerçekten mükemmel. Kesinlikle öldüreceğini düşünmüştük. Hatta ben birkaç yüz yıllık yaşamımı bile bahse koymuştum." dedi. Jeniske ona gözlerini dikmişti. "Sizler için birer oyuncak ya da çöpten bebekler gibi konuşuyorsun." demişti öfkeli sesi ile. Kadın başını salladı. "Öylesiniz bir çoğumuz için. Ama benim gibi görevini ciddiye alıp birebir sizinle ilgilenenlerde var. Açıkçası Koen yetenekli birisi. Bence onu daha doğduğu anda alıp bizden birisi yapmak gerekiyordu. Kendi annesinin ruhu bile onun ruhu altında ezilip gitti. Yetenek budur. İnsan enerjisini çekip alabiliyor. Onları etkiliyor ve yönetiyor. Ne yazık ki birkaç kişi onun yönetilemeyeceğini algılayamadı. Ve senin üç tanrın olan bu kişiler onun kader çizgisi ile oynadı. Başı boş bir köpek gibi bıraktılar. Sizlerin uzun yaşamları bizim elimizdeki mürekkebin çizdiği yoldur. Ve onu başı boş bırakıp kutsanmasını engelleyen ruhunu ıslah etmek yerine eğitmek yerine onu senin kader çizgine koyup hala burada hakimiyet kurmaya çabalayan üç Kaos tanrısının ufak oyununu bozmamız gerekiyor. Senin insanları sevdiğini düşünüyorum. Ne kadar kendini nefrete tapan birisi olarak gösteren gizemli bir adam olsan da insansın. Ve kendi türünü sevmekle lanetlilerdensin." çayından bir yudum alıp çatallaşmış sesini düzeltmek için öksürdü. Yüzükler dolu tombul parmaklarını birbirine kenetledi masanın üstünde. "Amacım sana zarar vermek değil. Ya da bu ufak oyununda işine karışmakta değil. Olayları benim istediğim yere çekersen ve çizili plan işlerse dilersen buranın kralı hatta bu dünyanın bağımsız lideri bile olabilirsin. Ama öncelikle Koen'i bu oyunda görmek istemiyorum. Onun savaşamayacağını anlaman lazım. Bu oyuna dahil oldukça önce uzuvlarını sonra ruhunu alacaklar ondan. Eğer onu seviyorsan biraz onu oyun dışında tutman gerek." dedi. Masanın altından kırmızı deri ciltli bir kitap çıkardı ve bir sayfayı gelişi güzel açıp okumaya başladı.
"Koen'in elindeki kılıç düşmüştü. Toprak kanla ıslanmış ve ona doğru gelen ordunun ayak sesleri bir deprem hissi veriyordu. Tekrar ölmek için henüz erken gibi gelmişti ona. Ama başka ne seçeneği vardı. Yine tek başına ölecekti burada. Hisar'ın askerleri üzerine doğru koşup bin kılıcı bin defa bedenine saplayıp kanını toprağa akıtırken sadece lanet edebilirdi onlara. Elinden geldiği kadar kapıyı korumuştu. Ve geciken ordu onu yüzü üstü bırakmıştı. Tekrar ve tekrar kaybediyordu..." Gülümseyerek kitabı kapadı. "Görüyorsun yazılanlar bunlar. Onun ölümünü istemiyorsan onun savaşmasına izin veremezsin. Ayrıca çolak bir komutanı pek istemiyorlar gibi. Bu ölüm sahnesini değiştirmek elinde. Sonuç aynı olmaması için bu sefer sana kaderin çizgisini gösteren ve sana kendi gözlerinden bakmayı öğreten o üç ahmaktan kopman gerek." diye ekledi. Jeniske kırmızı kaplı deftere bakıyordu. Defterin üstünde bilmediği bir dilde birkaç kelime vardı. Kadın defteri masanın altına geri kaldırdı. "Bizleri kızdırmayın ve olayın akışını bozmayın Jeniske. Bazı kardeşlerim öfkelidir. Senin akıllı bir adam olduğunu anlıyorum ve bu yüzden bu oyunda biraz daha fikir sahibi olmanı istiyorum. Bu ufak görüşme bir sır olacak ve sana bir şans vereceğim. Kaderde olmayan ve bu dünyanın parçası olmayan birisi hep kayıpları getirir. Olması gereken düzeni bozar. Onu kaderin içine katarsan... " Birden durdu. Oturan kedi kapıya bakarak miyavlamıştı. Dışarıda gezinen bir şeyler vardı. Kadın iç çekti. "Sanırım bizi bulmak için çok aceleciler. Bu görüşmeyi burada kesmek zorundayım. " dedi ve ona bakıp gülümsedi. "ayağa kalkıp benim için şu kutuyu tutar mısın?" demişti. Jeniske istemsizce ayağa kalkıp kutuyu tuttuğu anda bir sesle irkilmişti. "Efendim onu alacak mısınız? Galiba sağır!" kızgın erkek sesi ile irkilip arkasına döndüğünde öylece kalmıştı. Elindeki kalıp sabundan defne kokusu geliyordu. Dükkânda birbirine karışmış kokular vardı. "Neyi alacak mıyım?" diye sormuştu Jeniske şaşkınlıkla. Nerede olduğunu idrak edene kadar bu soru ona zaman kazandırmıştı. "Sabun efendim. Sabuna yarım saattir bakıyorsunuz. Yakında elinizde eriyecek!" demişti. Jeniske nasıl bir efsuna uğradığını anlayamamıştı. Başını salladı. "Evet. Alacağım. Bunların hepsini!" demişti. Adam gülümseyip ellerini ovuşturmuştu. Sizin için paketleyeyim demişti. Jeniske dışarı çıktığında akşamın yaklaştığını fark etmişti. Orada yarım saatten daha uzun kaldığını düşünüyordu. Dışarı çıkınca dönüp dükkâna baktı. Baharat ve sabun satan yerin kapısı cilalı önü temizdi. Camları yeni silinmiş gibiydi. Geri dericinin dükkanına doğru yürüyüp kapının önünden geçerken elinde sıcak ekmekle gelen subayı görmüştü. "Efendim!" demişti subay saygı ile eğilip. "Yemek için bende birazdan sizi aramaya çıkacaktım. Babam ve Efendi Tavi sizi merak etti." demişti. Jeniske'nin elindeki onlarca kalıp sabuna ve yüzündeki dehşete düşmüş ifadeye bakıp kaldı. "İyi misiniz?" demişti. Kapıyı çalarken. Jeniske açılan kapıda dikilen kadına ve subaya baktı. Ardından sabunları uzattı. "Bir ev hediyesi." demişti. Soğuk bir sesle. Kadın onlarca kalıp sabuna bakıp kaldı. İçeri doğru kucağında kalıp sabunlarla girerken açılan kapı kapanmıştı. Ufak kapıdan yan tarafa geçmişlerdi. İnsanlar masada oturuyor ve yemeği beklerken herkes kadının kucağındaki kalıp sabunlara bakıp kaldı. Jeniske ise sakince ona ayrıldığını düşündüğü ev sahibinin karşısındaki sandalyeye oturdu. Kalabalık bir sofraydı. En küçük olan kişi sarı saçlı ufak çocuktu. En büyük ise deri zanaatçısı idi. Üç çocuğu vardı. Kızlarından birisi evliydi. Oğlunun ise nişanlısı vardı. Diğer ise... Jeniske telaşla içeri giren kıza baktı. Elleri mürekkepti. Saçları koşmaktan dağılmıştı. Sırtındaki heybeyi attı. "Yemeğe geç mi kaldım?" demişti. Misafirleri başıyla sakince selamlayıp babasının yanından geçerken yanağına bir öpücük bıraktı. Ablası masaya servis yaparken kız kucağındaki bir yığın parşömeni boş divana bıraktı. "Hemen geleceğim." demiş ve kapıya doğru koşup bağırmıştı. "Nikow! Nikow! Eşeği bağlayıp içeri gel!" diye bağırırken botlarını söküyordu. Birbirine karışmış saçları gür ve kıvırcıktı. Babasının gözleri gibi gri gözleri vardı. Ayakkabılarını kenarı doğru fırlatıp bir küfür savurmuştu. "Nikow eşeği bağlasana be!" diye çığırtkanca bağırmıştı. "Akşam saati bağırıp durma bana!" diye çıkışırken eşeğin anırma sesleri geliyordu. Kız yere oturup çorabını söküp ayağının üstündeki sargıyı yenilerken "abla sanırım biraz daha merhem gerekiyor!" demişti. Bugün bir kaza yaşamıştı. Bileğinin üstüne düşen raflar orada hasara sebep olmuştu.
"Mona! Misafirlerimiz var!" demişti ablası onun yerine utanarak. O sırada içeri doğru başka birisi girmişti. Yerde oturan Mona'ya bir krem fırlatıp üstündeki paltosunu hızla çıkarmıştı. Yirmilerinde genç bir adamdı içeri giren kişi. Uzun boylu geniş omuzluydu. "Şey o zaman Nikow’un yemeğe kalması sorun olmaz değil mi?" demişti Mona. Genç içeri doğru girince öylece kalmıştı. Tavi ve Jeniske'ye bakıyordu. Birkaç adım geriledi. "Mona... Sanırım gitsem iyi olur. Misafirleriniz varmış." dedi. Mona omuzu üzerinde oturanlara baktı. "Tavi amca ve onun askerlerinden birisi olmalı. Kalmalısın." demişti. Nikow kıza baktı ve fısıldadı. "Asker değil o adam. Karga Lider!" demişti. Kız birden ayağındaki yarayla uğraşmayı bırakıp fırlamıştı. Masaya doğru dönüp birkaç adım atıp Jeniske'nin yüzüne baktı. "Tanrılar benimle alay ediyor olmalı. Tarihini yazdığım adamın burada olacağını tahmin etmezdim." dedi. Jeniske yorgunca gülümsedi. "Tanrılar gerçekten de bizimle alay ediyor." demişti. Kız hemen elini yıkamak için yukarı koştu. Ayağı sarılı halde aşağı inmişti. Herkes masada idi. Nikow bile bir sandalye alıp oturmuştu. Kız heyecan ise ıslak ellerini Jeniske'ye uzattı. Elinin ıslak olduğunu fark edince hemen ütüne silip tekrar elini uzattı. "Karga Lider, Üç tanrının son rahibi ve birinci klanın koruyucu ekibinde çalışan Jeniske... Seninle tanışmak bir onur. Ben Mona. Basit bir tarih yazıcısıyım." demişti. Etrafta gergin bir sessizlik vardı. Jeniske kızın mürekkep izleri dolu elini sıktı. "Üç Tanrı dağındaki savaşı yazdığını duyduğumda seninle tanışmak için bu akşam yemeği davetini kabul ettiğimi bilmen gerek." dedi. Kız heyecanla Yeğenin sandalyesini kenarı doğru çekip oraya oturdu. "Doğru mu? Dağı ikiye bölerek savaşı bitirdiğin. Yaşayan çok az kişi kalmış. Bunların hepsi etraftan topladığım bilgiler. Aslında sizin sayenizde çok farklı şeyler öğrenebilirim. Bir de Koruyucu öncü birliği komutanı olan Koen var. Onun da tekrar dirildiğini söylediler. Bunu duyduğumda heyecanlandım. Sonuçta bizim için sizler yaşayan tarihsiniz. Anlatacağınız çok şey vardır." dedi. Nefessiz konuşuyordu. "Mona, misafirimizin yemek yemesine izin ver!" demişti babası. Kız bunun üzerine sessizce başını eğip gülümsedi. En küçük oydu kardeşler arasında belki on dokuz yaşlarındaydı. Ama oldukça heyecanlı ve meraklıydı. Hızla çorbasını içerken birden yutkunup konuşmaya devam etti. "Size bir şey sorabilir miyim?" dedi. Jeniske yavaşça başını ona çevirmişti. "Bu evet demek anlaşılan. Bazı kişiler köprülerden söz ediyor. Üç köprünün yıkılması isin kızıl taş kullanıldığını söylüyor. Koruyucu lideri Koen'in kızıl taş kırdıktan sonra hala hayatta olduğunu yazdık ancak kızıl taş insan bedeninin sınırlarını zorlayıp kalbi çatlatan bir yapıya sahipmiş bir efsuncu bunu söyledi. Nasıl hayatta kaldı?" demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Onun bu dünyanın kurallarını es geçebilen birisi olduğu gerçeğini anımsadı. Sınırlar yoktu onun için. Bunu söylemek doğru olur muydu? "O güçlü birisi!" demişti Jeniske soğuk bir sesle. Kız bunun üzerine gözlerini kıstı. "Çocukken çok yetenekli olmalı o zaman. Savaşın kahramanlarının geçmişleri yok elimizde. Sadece sizlerin birinci klanda yaşadığı söyleniyordu. Ancak aileleriniz... Aslında Koruyucu Koen'in babasını öldürdüğü var bir de kabile geçmişlerinizde. O olay çok karanlık. Onu aydınlatma isteriz." Jeniske çorbasına baktı ve sakince konuştu. "Babası bir haindi. Onu öldürerek kahramanca bir davranış gerçekleştirdi. Hisar için çalışan ve kabilesini satan birisi idi. Eskiden çok yetenekli bir koruyucu komutanı iken onu bozan düzene ayak uydurmak zorunda kaldı ve ihanetinin bedelini oğlu tarafından öldürülerek ödedi." demişti. Buz gibi bir sessizlik başlamıştı. Kız yutkundu ve daha ürkek bir sesle devam etti. "Onun acımasız olduğunu söylüyorlar. Savaşta birçok kişiyi kendini korumak için geride bıraktığı..." Jeniske hızla kaşığı masaya koydu. Yumruk yaptığı eli masadaydı. "Kimseyi arkada bırakmamak için uğraştı ve bu ölümüne neden oldu. Bunu söyleyen kişi hainden başka bir şey değildir. İnsanları kurtarmak için canını ortaya koyan birisi için bunu söylemek ne büyük bir ahlaksızlıktır!" demişti. Burnundan soluyordu. "O benim umursamadığım herkesi korumak için Hisar ordusu ile tek başına yüzleşmeye gitti. Ve bunu başaramadı. Gerçek bir kahraman arıyorsan o kişi ben değilim. Bu dünyanın kurallarına baş kaldıran Koen gerçek kahraman. " sesi sertti. Burnundan soluyordu ve kızgındı. Gözleri sert ve öfke dolu halde Mona'ya dikilmişti. "Eğer bir kez daha onu karalayacak bir şey duyarsam bu sefer oturduğum sofranıza saygımda kalmayacak!" demişti. Sinirden eli titriyordu. Bugün çok fazla şeyle karşılaşmıştı. Aklını karıştıran yaşlı kadını kafasından çıkaramıyordu. Derin bir nefes verdi. Ona dehşetle ve korku ile bakan kıza döndü. "Kötü ve yorucu bir gün geçiriyorum. Doğrusunu öğrenmek istediğin bir şey varsa savaşın nasıl başladığını benden daha iyi bilen kişi Koen ve ondan öğrenmen gerek. O daha sabırlı ve daha nazik olabilir." demişti. Mona başını sallayıp sessizce yemeğine gömüldü. Tavi ise ortamı yumuşatmak için gülümsedi. "Yakında Qufang'dan yiyeceklerle beraber Koen gelecek. O gün onunla tanışmak için gelebilirsiniz." demişti. Kız başını salladı. Nikow ise bir öksürük ile boğazını temizledi. "Tarihte çok fazla yanlış var. Bunları düzeltmek için sorular soruyoruz. Ve genelde insanlar sorulardan nefret eder Efendi Jeniske. Sizin kızgınlığınızı anlıyoruz ama Mona'nın kötü bir amacı yok. O oldukça iyi bir tarih yazıcısıdır. Hisar'ın yalan yanlış anlattıklarını doğrusu ile arşivlemek için on beş yaşından bu yana yazıyor. Dört senedir okuyup yazıyor. Geziyor... O yüzden ona karşı nazik olmalısınız." demişti. Nikow'un bunu demesi ile herkes nefesini tutmuştu. Jeniske sert ve acımasız bir adamdı. Tavi onu yatıştırmak için ağzını açacakken Jeniske başını yavaşça salladı. "Amacım ona bağırmak değildi. Bazı şeylerin kargaşası içindeyim. Bu yüzden özür dilemek isterim." dedi. Karga Liderin özür dilemesi... On dokuz yaşında bir kıza dönmüş ve samimiyet ile gülümsemişti. "Sana bağırdığım için özür dilerim. Arkadaşın haklı. Sen sadece işini yapıyorsun!" demişti. Mona utançla karışık bir gülümseme ile baktı. Ağzındaki ekmeği hızla çiğnedi. "Sorun değil insanların beni örselemesine alışığım. Çoğu bir kadının bu işi yapamayacağını düşünüyor. Oysa Dar Boğazın ötesinde Akela arşivlerinde binlerce kadın yazıcı var." demişti. Jeniske gülümsedi. "Qufang arşivini senin için açtırmam özrümün bir nişanı olur o zaman." demişti. Mona heyecandan ağzı açık kalmıştı. "Qufang arşivi oldukça saygın yazıcıların eserleri ile dolu. Bunu yapar mısınız?" demişti. Jeniske başını usulca salladı. "Kral Maios ile olan samimiyetime güveniyorum." demişti. Mona heyecandan en yapacağını bilemeyip Jeniske'nin koluna vurdu. "Harika!" diye bağırdı. Tavi onun pervasız hareketleri ile gerilen tek kişi değildi. Jeniske sadece gülümseyerek darbeye karşılık verdi. "Ben heyecanlanınca ne yapacağımı bilmiyorum. Kusuruma bakın." diyerek Mona özür dilemişti. Yemek sonrasında sakindi. Yemekten sonra Jeniske ve Tavi haritayı alıp ayrılmıştı oradan. Jeniske kışlaya doğru yavaş yavaş yürürken kar usulca yağıyordu. Tavi onun yanında elleri arkasında yürüyordu. "Canınızı sıkan en bilmiyorum ama eminim ki yakın zamanda çözersiniz. Bu süreçte size yardım edebileceğim bir şey varsa söyleyin." demişti. Jeniske başını salladı. "Sanırım yok. Yakında çözeceğimi bende düşünüyorum. Qufang'dan gelecek olan yiyecekler biraz biz rahatlatır Tavi." demişti. Tavi onun sorunu saklamayı tercih ettiğini anlayınca sessizliğini korumuştu. Kışlanın görünmesi ile adımları hızlanmıştı ikisinin de. Yanan ateşler ve sayısız çadır... Gelen uğultulu konuşma sesleri ve çalan müzik aletlerinin tıngırtı sesi... Frange’nin surlarının ardı uzun zamandır bu kadar hareketli olmamıştı.

 

Bölüm On Yedi

Çolak Komutan

Bir hafta çabuk dolmuştu. Jeniske o gün duyduklarının üzerine araştırma yapmaya başlamıştı. Ama bunu yaparken kendini belli etmemek için kısa süreli ufak araştırmalardı. Üç Tanrı Dağına gidememişti. Kadının onu izlediği düşüncesi aklını bulandırıp yapacaklarının önüne geçiyordu. Çadırında sessizce oturup elindeki eski büyü kitabını okurken birden bir bağırtı gelmiş ve borular üflenmişti. Qufang'dan gelen ekip görünmüştü. İnsanlar onları dört gözle bekliyordu. Yiyecek dolu yirmi araba ve kırk atlı adam ile geliyorlardı. Qufang'ın gümüş zırhlı süvarileri konvoyu koruyacak şekilde onlara eşlik ederken atlılar kışlanın merkezine doğru ilerliyordu. Koen'in yanında bir atlı daha vardı. Oldukça zengin duruşu ile insanlar ona bakıyordu. Maios konvoyun başında Koen ile gelmişti. Yolculuk yorucuydu. Askerler bitkin hayvanlar susuzdu. Atlar durdu arabaları çeken öküzlerin toynakları yere sertçe vurdu. Çapa atan bir gemi gibi yavaşlamış ve sonunda kışlanın büyük merkezinde durmuşlardı. Subaylar ve komuta merkezi onları karşılamak için bekliyordu. Derin bir sessizlik vardı iki tarafta da. Maios atının yularını bırakıp aşağı atladı. Ardından Koen bir hamlede kendini aşağı attı. Sert çizmeleri donmuş toprağı döver gibi yere vurdu. Maios adımlarını Jeniske'nin karşısında durdurdu. Elini uzattı ve birbirlerinin kollarını kavradı iki lider.
"Arabaları şehir ambarına çekin!" demişti Maios sert ve emri tonu baskın sesi ile. Jeniske gülümseyerek dikilen Koen'e baktı. Kendini toparlamış olması güzeldi. Koen ona doğru bir adım attı. "Yorucu bir yolculuktan geldik. Umarım bizim için biraz şarabınız ve etiniz vardır." demişti. Jeniske onları çadırında ağırlayacaktı.

Sıcak yemekler ve şarap gelmişti. Maios o an Koen'e içkinin yasaklandığını anımsatmak için Koen'in iştahla uzattığı kadehi elinden kapıp karşısına oturdu. "Qufang Kraliçe onun bir süre daha şarap gibi içkileri içmemesini söyledi. Ağrıları için ve yarası için verdiği ilaçlarda yeterince kafa bulucu şeyler olduğunu söyledi." demişti. Koen bunu duyduğunda donuk bir ifade ile etrafa bakıp iç çekti. "Bu durumda Koen için kaynatılmış aramalı su ya da çay vermek gerekecek." demişti Tavi. Aiken oturduğu yerden şarap testisini onun önünden aldı. Kendi kadehine dökmeye başladı. Yolculuğun nasıl geçtiğini sormuşlardı. Koen boşlukta kalan kıyafetini bir çengelli iğne ile kıvırıp tutturmuştu.
"Tek elle at sürmek cidden zormuş. Yularını düzgün tutana kadar iki gün geçti." demişti. Yarım kolunu gösterdi. "Sürekli sağa doğru kendi etrafımıza daire çizip durduk." diye ekleyip güldü. Aiken gülmüştü. "At binmenin ötesin de geçersin elbet. İki kolu iki bacağı olan adamlar var ata binemiyor." demişti. Koen güldü. Sadece o değil masada lafın Tavi'nin yeni süvari birliğine gittiğini bilen herkes gülmüştü. Toprak zeminin eriyen karla yaydığı koku çadırın kalın keten kumaşından içeri dolmaya başlamıştı. İçerisi yakılan tütsüler ile duman altında kalmaya başlayıp hava karardıkça gaz lambalarının ışığında puslu bir görüntü almaya başladığında biten şarap testilerinin sayısı artmıştı. Masa başında kahkahalar yükselip sohbet uzarken yol yorgunu olanların başları düşmeye başlamıştı. Elini yanağına, dirseğini masaya dayamış sohbete katılmaktan çok dinleyen ve sessizlik içinde uykuya direnen Koen sonunda uykuya yenik düşeceğini anladığında başı taşınmaz bir taş kadar ağır gelmeye başlamıştı. Arada bir ona konulan sıcak şerbetten içmek için başını boynun taşımasına müsaade ediyordu. Şerbetin son sıcak damlasını da içince başını tekrar kolunun güzüne bırakmıştı. Yorgunlukla yuvarlak iri gözleri kısılmıştı. Tütsünün hoş kokusu içeri gelen toprak kokusu ile karışırken sesler duyulmaz bir uğultu gibi kulağına çarpıyordu. Masada kopan kahkahalara tebessümle cevap vermenin dışına çıkamıyordu. Bir elin omzuna dokunması ile irkilmişti yavaş yavaş dalmaya başladığı uykudan. "Bu gece saraya gitmek için yol tepmeyelim. Kurulan çadırlarda boş yer olacak. Oralara dağılalım." Tavi bunu söylerken Koen omzunda Jeniske'nin eli olduğunu anlamıştı. Maios sarhoştu ve bunu keyifle kabul etmişti. "Koen burada mı kalmak istersin yoksa senin için çadırda yer yaptıralım mı?" demişti Aiken. Koen tebessümle gülümsedi. "Ne kadar az yürürsem benim için o kadar. At sırtında yolculuk ve taşta uyumak sınırlarımı fazlası ile zorladı." demişti. Aiken ayaklanmış ve kapıda dikilen adamlarına dönmüştü. "Bir subay çadırını boşaltıp temiz şilteler serin." diye emir verirken Koen için hızlı bir yatak istemişlerdi. Dört kereste üstünde yükselen ve bir düz tahtanın bu dört keresteye çivilendiği taşınabilir ve sökülebilen yataklardan birisi çadıra getirilip Jeniske'nin yatağının yanına konuştuğunda Koen diğer yataktan bir örtü çekip kendini sert tahtanın üzerine bırakıp gözlerini yummuştu. Yerde bile uyuyabilecek kadar yorgundu. Onu tekrar uyandırmak oldukça zordu. Aiken elinde bir döşek ve sert yünden dikilmiş yastıkla bekleyen adama baktı. Ona eşyaları bırakmasını ve Kral ve Tavi'ye yol göstermesini istemişti. Ardından herkesle beraber o da çadırı terk ettiğinde çadır yine eski sessizliği ve durgunluğuna kavuşmuştu. Jeniske bir süre tahtanın üzerinde uyuyan adam baktı. Ardından derin bir nefes alıp kendi yatağının örtülerini kaldırdı. Koen'in zayıf görünmesine rağmen ağır olduğunu daha önce keşfetmişti. Kollarında gücünü toplayıp onu kucakladığında zayıflamış olduğunu fark etti. Eskisine göre hafif ve daha cılız gelmişti. Kendi yatağına onu yatırıp botlarını söktü. Koen uzun bir aradan sonra tanıdık koku ve yumuşak yatakla beraber uykusuna daha bir teklifle devam etmişti. Yasemin kokusuna benzeyen bu koku onu rahatlatıyordu. Jeniske'nin saçlarına özgü olan bu koku onun için yasemin kokusu ile aynıydı. Terlediğinde daima bu koku saçılırdı saçları arasından. Uzun süredir almadığı kokuyu daha çok içine çekmek ister gibi burnunu yastığa gömüp örtüye daha sıkı sarıldı. Jeniske şilteyi tahtaya serip yastığı üstüne attı. Örtüğü dağınık biçimde koyup son kalan şarabı bitirmek için masaya geri döndü. Koen'in eşyaları da gelenlerinki gibi köşede duruyordu. Jeniske kadehindeki içkiyle beraber ayağa kalkmıştı. Eşyalara doğru yürürken birden çadırın kapısında bir gölge belirmişti. "Efendim müsait misiniz?" Aiken'in sesi dışarıdan gelmişti. "İçeri gel Aiken!" demişti Jeniske. Aiken onu eşyaların başında görmüştü. "Kral Maios'un çantasını alacağım. Deri ufak çantasında baş ağrısı için çiğnemeli otları olduğunu söyledi!" dedi. Jeniske eşyaların yanında duran deri heybeyi gösterdi. "Al tabi ki..." demişti. Aiken eşyaları aldı ve doğrulduğunda tahta yatağa baktı. "Sırtınız ağrıyabilir. Bir kat daha şilte getirteceğim." demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Gerek yok. Gayet yumuşak!" demişti. Aiken gülümsedi. "Bir şeye ihtiyacınız olursa diye kapıda muhafız bırakacağım." demişti. Jeniske güldü. "Koen'in beni öldüreceğini düşünüyorsun hala!" demişti. Aiken ona ve yatakta masumca uyuyan Koen'e baktı ve gülümsedi. "Bir nevi o çolak olsa da sizi öldürme konusunda iyi olacağına inanıyorum. Ama artık söz verdiği tanrılarına karşı bedel ödediği için sizi öldüreceği düşüncesi yok aklımda. Sadece bir şey isterseniz hava soğuk olduğu için dışarı çıkmayın isterim." demişti. Jeniske yeterince ikna olmuş şekilde başını salladı. "Seni neden general yaptığımı bana bir ara hatırlar." dedi. Aiken ona bakıp gülmüştü. Jeniske'nin son zamanlarda üstüne çok fazla titriyor ve onun yaveri gibi her an yanında dolaşıyordu Aiken. Jeniske sürekli onu general değil de yaver yapması gerektiği hakkında şakalaşıyordu onunla. İyi uykular dileyip çıkmıştı Aiken. Jeniske yavaşça gaz lambasını kapatmadan önce birkaç mum yakıp masaya koydu. Çadırı biraz loş olsa da aydınlatacaktı mumlar. Gaz yağını tasarruflu kullanmaları gereken bir dönemdeydiler. Mum erise de erimiş parçalarını içinde bulunduğu çanaktan kazıyıp tekrar mum yapabiliyorlardı. Ama gaz yağı biterse Qufang'dan daha fazla gelmeyecekti. Sert şilteye uzandı. Şarap tatlı bir baş dönmesi oluşturmuştu. Yan dönüp biraz yüksekte olan yatakta yatan Koen'in loş ışıkta parlayan saçlarına bakmaya başladı. "Uyumak konusunda ısrarcı mısın?" demişti. Haftalardır onu görmemişti ve şimdi biraz oynaşmak iyi gelebilirdi. Koen onu duymamıştı bile. Derin bir uykuya dalmıştı. Sadece nefes sesi vardı. Jeniske burnundan derin bir nefes aldı. Uyumak dışında başka bir şey yapamazdı. Koen'i uyandırıp onu bir şeylere zorlarsa kavga etmeye başlayabilirlerdi. Onu uyandırmak doğru bir hareket olmuyordu. Her zaman yorgunken aksi ve huysuz davranan bir kişiliğe sahipti. Asla uykusundan taviz vermek istemezdi. Jeniske bir süre onu izledi. Yastığın yarısına gömülü yüzünün ardında kalan kısım loşlukta gölgelenmiş ve daha çekici bir hal almıştı. Abartılacak bir yakışıklılığı yoktu Koen'in. Sıradan yüz hatları vardı. Pembeleşen dudakları ve sarı bir teni vardı. Uyumlu düz kaşları ve dalgalı kumral saçları... Bir erkeğe göre zayıf bir yapısı vardı. Ama oldukça güçlü ve esnekti. Gözleri ise onu herkesten farklı yapıyordu. Kahverengi gözlerinin etrafında tunç renginde ince halkalar vardı. Onunla burun buruna gelecek kadar yaklaşan herkes bu halkaları seçebilirdi. Göz bebekleri o kadar siyahtı ki derin ve sonsuz bir çukur gibiydi. İçine her şeyi hapsedecek kadar derin... Ve sesi... Jeniske'nin etkilendiği ufak şeylerden birisi sesti. Koen'in sesi o zamanda şimdide derinden gelirdi hep. Boğuk bir havası olan sesi hep yankılı olurdu. Sinirlendiğinde titrerdi. Korktuğunda kısılır ve mutluyken o kadar yüksek çıkardı ki kulaklarda bir çınlama bırakırdı. Utandığında ise dudakları birbirine kenetlenip dışarı doğru yayılacak o ince ve naif sesi hapsetmeye çabalardı. Jeniske şarabın etkisi ile gülümseyerek konuştu. "Koen. Sanırım ben çok fena bir şekilde sana vurulmuşum." dedi. Nasılsa onun itiraflarını duyamayacak kadar derin uykudaydı Koen. Bunun rahatlığı ile konuşuyordu Jeniske. "Bu savaşı bırakmak istersen ve gidersen senin arkadan her şeyi bırakıp koşacak kadar bağlanmış hissediyorum." Sözcükler sarhoş dudakları arasında eğilip bükülerek karmaşık çıkıyordu. "Lanet olası koca karı kılıklı tanrı senin burada olmamanı istediği için onu dinleyecek değilim." demişti biraz öfke ile. Yattığı yerden sıcaklanarak doğrulup kemeri ve kuşağını söküp yere atmıştı. "Onlar için bir şeyleri söylemek çok kolay." diye mırıldandı. Şarap içini yakmıştı. Kalkıp bezlerle kapalı pencereye yöneldi. Üstünde ince bir saten gömlek vardı. Ve kuşağından botlarından kurtulmuş salık bir pantolon... Bezleri kenarı doğru çekip toka ile tutturduğunda esen soğuk hava saçlarını savurup içeri doğru girmeye başlamıştı. Soğuk iyi gelmişti. Gözlerini kapatmıştı. Bir süre orada dikildiğinde bileğini tutan elle irkildi. Yarı uyanık biçimde Koen onun bileğini yakalamıştı. Onu kenarı doğru çekti. Yüzünde kızgın bir ifade vardı. Tokayı tek eli ile açmakta zorlansa da sonunda başarmıştı. Kıskaçlardan kurtulan bezler ağırlıkları ile tekrar pencereyi kaparken Koen Jeniske'nin bileğini tekrar yakalamıştı. Onu yatağa doğru çekip itekledi. Ardından tek kelime etmeden yanına doğru uzandı. Örtüleri üstüne doğru çekmişti. "Koen!" dedi Jeniske fısıltılı bir sesle. "Uykunda mı yürüyorsun?" demişti. Koen bunu duyduğunda ona doğru döndü. İkisi için yatak oldukça dardı. Koen onun kolunun altına doğru sokuldu. "Evet! Sende sarhoşsun ve artık susup uyu!" demişti. Jeniske bir an utançla yanaklarındaki kanın arttığını fark etti. Ufak aşk itirafının duyulmuş olması utanç verici idi. Tam ağzını açacakken Koen'in yavaşlayan nefesini fark etti. Onun tekrar uyumaya başladığını fark etmişti. Göğsüne çöken ağırlık ve onu ısıtan bedenin verdiği hisle kımıldayamadı. Bir süre gözleri açık huni gibi yükselen çadırın en ucunu izledi. Titreyen mum ışığında ileri geri hareket eden gölgelere bakarken gözleri yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı.

Uykusundan onu uyandıran yatağın hızla sarsılması ve üzerine atılan örtüler olmuştu. Koen'in yataktan hızla fırladığını fark etmişti. Dün içkiyi çok kaçırdığı için başında derin bir ağrı vardı. Gözlerini aralayıp bakınca Koen’in yüz yıkamak için konulan bakır kâsenin başına eğilmiş olduğunu gördü. Bir öğürme sesi vardı. Yataktan bütün gücünü toplayıp birkaç adımda kâsenin başına gelmişti. Koen'in midesindekileri çıkardığını fark ettiğinde saçlarını toplayıp kenarda duran testiyi aldı. Kusması bitince eline biraz su döktü. Koen elini yıkadığında biraz suyu yüzüne sürdü. Jeniske kendi eline su döküp onun yüzünü yıkadı. Ardından yatağa oturmasına yardım etti. Halsizce otururken ona içmesi için biraz su verdi. Diğer yatağa oturdu. Suyu içmesini izlemeye başladı. Yavaş yudumlarla yüzünü ekşiterek su içen adamı izlerken kusmasının sebebini düşünüyordu. Henüz hala pembe duran yanakları ve yorgun gözleri yavaş yavaş inceliyordu. "Sabahları iğrenç bir mide bulantısı ile uyanıyorum. Birkaç haftadır oluyor. Saisa bunun gayet normal olduğunu söyledi." Yavaş yavaş konuşuyordu Koen. Boğazı yanıyordu hala. Birkaç yudum daha su aldı. "Sanırım bana verdiği ağrı kesiciler buna sebep oluyor." demişti. Ağrıyan kolunu tuttu. Kolunun direkten itibaren bomboştu. Salınmış yumuşak dokulu gömlek kolu öyle boş duruyordu ki... Jeniske bir an onun kolundaki boşluğa daldı. O 'çolak' olarak geçiyordu artık. Bir savaşçı erkek için kolunu kaybetmek oldukça büyük bir olaydı. Kolu olmadan savaşabileceğini düşünmüyordu kimse. Kılıç tutamaz ve hızlı at süremezdi. Eksik bir erkek olarak savaş meydanında ve orduda yer alırdı. Bir yaver gibi getir götür işleri ile uğraşırdı. Kılıç bile bileyemeyeceği düşünülürdü. Jeniske midesini kavuran asitle yüzünü buruşturdu. Koen ise onun buruşan yüzüne bakıp kalmıştı. "Farkındayım..." diye mırıldanmıştı. Eli kolunu sıkıca kavramıştı. Ve tekrarlamıştı. " Farkındayım... Buraya gelene kadar düşünüp durdum. Kimse orduda çolak bir adam istemez. Bir komutan görmek istemez." diye mırıltıyla konuşmuştu. "Savaşın senin için anlamını biliyorum ve ben bu zaferin önünde engel olmak istemiyorum." dediğinde Jeniske birden yataktan kalkmıştı. Çadırın içinde bir ileri bir geri elleri arkasında dolaşmaya başlamıştı. Koen halsizce yana doğru devrilmişti. Onu seçim yapmak zorunda bırakmak istemiyordu. Ne Kızıl Taşın gücünü içinde hissediyor ne iki bir daha iki hançerle dehşet saçabileceğini düşünüyordu. Sadece yük olacağı düşüncesi bütün benliğini sarmıştı. Bu bulantılar ilaçlardan değildi. İştahsızlığı ve kilo vermesinin bütün sebebi bu hastalıklı düşüncelerdi. Yattığı yerden bir ileri bir geri gidip düren Jeniske'yi izlemeye başlamıştı. "Buraya sadece bunları söylemek için geldim. Düşündüm ve ben yük olup seni arada bırakmak istemiyorum. Qufang ordusunda görevimi devrettim. Kral Maios bunu anlayışla karşıladı. Şimdi de Frange'de bir süre kalmak ve ordu hareket edene kadar seninle zaman geçirmek için geldim. Savaş meydanı benim için artık çok uzak bir yer!" demişti. Jeniske birden bir şeye çarpmış gibi durmuştu. Gözleri dehşetle açılmıştı. "Beni yalnız mı bırakacaksın?" diye fısıldamıştı. Koen bunu biliyordu. Onu savaşta tek başına bırakmak istemiyordu. "Ben... Ben bunu demek istemedim." Diye kekelemişti. Jeniske ise ona sırtını dönmüş rüzgârla kımıldanan çadırın girişine bakıyordu. "Ne demek istediğini biliyorum Koen. Kimse konuşmasa da herkes bunu düşünüyor. Kendi başına verebileceğin bir karar değil. Qufang senin ayrılışını kabul etse de hala Frange ve Üç Tanrı ordusu içine mensupsun ve görevlerin var. Bu süreçte kaçmak sana yakışmaz. Kimse senin geri adım atmanı istemiyor. Hisar'a istediğini verme." demişti. Dönüp çoraplarını giymek için yatağa arkası Koen'e dönük şekilde oturmuştu. Keçi kılınan dokunmuş halıya çıplak ayakla basmak hiçbir zaman hoşuna gitmiyordu. Onlar dokuma halı kullanmıyordu dağda. Kürklerden yapılmış yumuşak yerlere göre keçi kılı halı sert ve kaşındırıcı gelirdi hep ona. Botlarının iplerini sertçe bağlamıştı. Ayağa kalkıp elindeki kuşağını ve kemerini takarken Koen'in onu izlediğini biliyordu. Dağılmış gömleğinin iplerini düzeltirken konuştu. "Sabahları taze süt getirirler. Ve ekmek pişiriyorlar. Tadı güzel oluyor. Birazda süt yağı... Çok güzel bir kahvaltı değil ama karnını doyurmaya yeter. Dinlen ve yemek ye. Öğleden sonra dönerim." demişti. Kaftanını giyip ikinci kemerini taktıktan sonra kalın cübbesini omuzlarına atmıştı. Kala kemerinde asılı olan o demir maske kılıcın kını ile buluşunca bir şıkırtı çıkarıyordu. Koen onun yüzünü görmek için birden bağırmıştı. Öyle saçma bir çığlık atmıştı ki Jeniske çıkacakken birden ona doğru dehşetle dönmüştü. Koen yatakta oturuyordu. Çığlığın ardından yarım açık dudakları arasından inci gibi düşleri parlıyordu. "Ne oldu?" demişti Jeniske. Nöbetteki askerlerde çığlığın sebebini merak edip içeri doğru bakmıştı. Koen omuz silkti. "Hiç sadece bağırmak istedim." demişti. Jeniske'nin ifadesiz yüzü belirmişti. "Ona biraz kahvaltı getirin. Birazda varsa et koyun!" demişti. Emri kapıda dikilen nöbetçilere vermişti. Koen gülüp yatağa geri devrildi. Ondan henüz vaz geçmediklerini bilmek güzeldi. Jeniske kaşları çatık ve gözleri kararmış haldeydi. Kafasında bir fikir olduğundan emin olmuştu Koen onun yüzünü gördüğünde. Bağırıp dikkat çekmeye değmişti. İçeri dolan soğukla ürperip hızla örtülerin altına kaçmıştı. Sadece burnundan itibaren başı dışarıdaydı. Çok değil kısa süre sonra bir tepsi ile içeri bir genç kadın girmişti. Kusmuk dolu kâseyi almak için tepsiyi masaya bırakmıştı. Dünden beri orada kalan testileri almasına yardım etmesi için dışarda duran kişilere seslenmişti. Koen yattığı yerden hızla etrafı temizleyen kadına ve ona yardım eden sıradan asker olan adamlara bakıyordu. Gözleri kısıktı. "Kral Maios ve Efendi Tavi kahvaltı yaptı mı?" demişti Koen örtüyü çenesine kadar indirip. Kadın yıkanmış yeni bakır kaba su dolduruyordu. "Henüz değil! Onlarda Karga Lider ile merkeze gitmek için ayrıldı." demişti. Koen bunu duyunca kaşlarını çattı. "Senden bir şey isteyebilir miyim?" demişti. Kadın elindeki boş testiyi yanında dikilen ondan daha genç olan kıza uzattı. "Tabi ki efendim!" demişti kadın. Koen örtüleri üstünden attı. "Bir kolum olmadığı için tek başıma giyinemiyorum. Botlarımı bağlayıp kuşağımı takmama yardımcı olur musun?" demişti. Kadın gülümsedi. Sandalyede duran kuşağa doğru yürüdü. "Elbette." demişti. Dağılmış ve kirlenmiş gömleğe baktı kadın. "Kokmamak için kıyafetlerinizi değiştiriyor musunuz yoksa berduşlar gibi aylarca aynı şeyi mi giyiyorsunuz?" demişti. Koen bunu duyunca gülmüştü. Kadın oldukça cana yakın ve sevimliydi. "Aslında bir haftadır hiçbir şeyi yıkayamadık. Kendimizi bile. Akan sular çok soğuktu nehirlerde." demişti. Kadın kuşağı kenarı koydu. "Gidip çamaşırcılara söyleyin sıcak suları varsa Karga Liderin çadırına getirsinler. Bir de tahta küvetle biraz kil ve bir kalıp sabun getirin. Temiz bir gömlek ve pantolonda!" demişti. Koen bir an kadına bakıp kaldı. Kadın kırklarına gelmişti. Kaz ayakları gözlerinin yanında belirmişti. Sert çehresine rağmen siyah gözleri ışıltı saçıyordu. "Endişelenme iki oğlum da on beşlerine gelip erkek olana kadar ben yıkadım. Birisinin bacakları tutmazdı. O yüzden sakın ha çekingenlik yapma!" demişti. Koen utançla gülümsedi. "Qufang sarayındaki beni yıkamak isteyen kadınlar genelde edepsizlik peşinde koşuyordu." demişti. Kadın bunu duyunca neşeli bir kahkaha attı. Koen'in kirden soluklaşmış saçlarına baktı. "Sanırım bunları biraz kısaltmamız iyi olacak. Yoksa kırpılmamış bir koyun gibi kabaracaksın!" demişti. Koen elini saçlarına daldırdı. Saç bağını çözmüş olmasına rağmen saçları kalıp gibiydi. Saçından yastığa bulaşan kire baktı. "Karga Liderin yatağını pislik içinde bırakacak kadar kirli saçların var!" demişti. Koen utançla başını eğdi. "Kral Maios dahil kimse yıkanamadı!" demişti. Kadın kaşlarını çattı. "Onlar ikinci subay çadırında kaldılar ve dün gece yıkanmak için çamaşır çadırını kullandılar. Hepsi aklandı paklandı." demişti. Koen dün nasıl uyuduğunu bile hatırlamıyordu. Öksürdü. "Dün gece bir ton şarap içip yıkanmaları çok enteresan! Demişti. Kadın güldü ve gelen küveti tüllerin kapattığı en kalın yere koydurttu. "Pasaklılık size özel olmalı genç efendi. Herkes yıkanmaya can atıyordu." demişti. Kasları katlı gömleğinin altından gerilmiş iri yarı bir adam iki sıcak su dolu kazanı küvete hızla boşaltıyordu. Koen rahat etsin diye kadın o çıkınca yatakla çalışma yerini ayıran tülleri kapattı. "Siz soyunup suya girin ben suyu köpürteceğim." demişti kadın. Ancak beş dakika sonra onun soyunmasına yardım etmez zorunda kaldı. Hala tek kolu ile iş yapabilmeye alışık değildi. Gömlekle kavga ederken yırtılma sesi ile kadın dönüp ona bakmış ve soyunmasına yardım etmişti. Koen kadının elinden kaçıp hemen sıcak suya oturmuştu. Bir süre kille karışık sıcak suda oturdu. Durgun bir suda birikmiş milde oturma hisse veriyordu. Kadın yanda duran diğer sıcak suyu ılıştırmakla meşgul olmadan önce kirli kıyafetleri kapıda bekleyen çamaşırcıya vermişti.
"Qufang’da soğuk mermer üzerinde oturmaya bayılıyorlar. Bu sıcak mil akıntısı olan bir su birikintisi hissi veriyor!" demişti Koen memnuniyet dolu bir sesle. Kadın gülümsedi. "Frange'de hamamlarda sudaki kiri tutsun ve daha yumuşak olsun diye dibine kil koyarlar." demişti. Koen saçlarına giren tek tel tarağı hissetmişti. Yattıkları yerler ufak kaya sığınakları olmuştu. Çamura bulanmış yerlerde temiz şekilde uyumak mümkün değildi. Bir defasında büyük bir örümcek gören asker örümceğin zehirli olduğunu söylediğinde gece boyu at sırtında kalmak zorunda kalmışlardı. Gerçekten de sabah sokulan bir at düşüp ölmüş ve onu aç hayvanlara bırakıp devam etmişlerdi. Koen bunları anlatırken kadın sonunda onun yapağılarmış saçlarını ılık su yardımı ve biraz sabun ile açmayı başarmıştı. Yavaş yavaş saçlarını yıkarken Koen sıcak suyun verdiği rahatlama ile gülümsüyordu.
"Çok kısaltmayacağım saçını. Buklelerin çok güzelmiş." demişti kadın yavaş yavaş saçı yıkarken. Koen Gülümsemişti. "Aslında ne kadar kısa olduğu önemli değil. Artık tek başıma saçımı bile toplayamıyorum." demişti ve sessizlik başlamıştı. Kadın merakını daha fazla gizleyemedi. "Bazen burada da kolunu sakatlayıp kan oturtup kesmek zorunda kalanlar olur. Sen de kolunun üstüne at üstünden mi düştün?" demişti. Koen belirginleşmiş kaburgalarını saymakla meşguldü. "hayır." demişti. Kadın bunun üzerine daha çok meraklandı. "Ne oldu pekâlâ?" demişti. Koen on iki kaburgasını da tek tek parmakladıktan sonra suya elini daldırdı ve iç çekti. "Bir lanet sonucunda onu kesmek zorunda kaldım. Kara hastalık gibi vücuduma yayılıyordu." demişti. Bir dönem kara hastalık çok kişiyi uzuvsuz ve yaşamsız bırakmıştı. Kadın o dönemi görmüş olanlardan değildi. Koen bu hastalığı üç yüz yıl önce görmüştü. İnsanların kolları bacakları kararıp suyu çekilmiş gibi buruşup parmakları tek tek düşmeye başlıyordu. Kimi kolayca kolunu bacağını keserek kurtulurdu kimi ise çabucak yayılan hastalıktan kurtulamadan iki gün içinde ölür giderdi. İnsanlar yüz yıllardır kara hastalığı görmemişti. Tanrıların laneti denilen hastalık korkutucu ve tedavisi olmadığı için kurtulması zor hastalık olarak bilinirdi. "Kolunu kesmeye değmiş olmalı." dedi. Koen bunu duyunca gülmüştü. "Sanırım. Ama artık çolak bir komutan olarak pek istenmiyorum." demişti. Kadın birden duraksadı. "Oğlumun da çocukken geçirdiği hastalık sonunda bacakları felç kalmıştı. Ama ona ağaçlardan gergince bir yürüteç yaptı marangoz. Bu sayede tekerler üstünde bir öküz arabasında gidiyor gibi hareket edebilir hale gelmişti. Sadece tuvaletini altına kaçırıyordu ve bir kadını çıplak gördüğünde hadım bir tüccar gibi davranıyordu." demişti. Koen bunu duyunca birden gülmüştü. Kadın ise gülerek devam etti. "Gerçi hala öyle davranıyor ama onu sonunda nişanladık. Çalıştığı marangozun kızı pek sevmiş onu. Bizim oğlan salak olduğu için kızın onu sevdiğini bile anlayamıyor. Ancak yakınıp duruyor kızın sürekli ona dokunup durduğundan. Ateş aklında yarım yaptı." demişti. Koen bunun üzerine daha büyük bir kahkaha patlattı. Ama kahkahası öksürükle yarım kaldı. Birden iki büklüm olup acı içinde öksürmeye başlamıştı. Kadın ona su yetiştirmese kendi öksürüğünde boğulacağını sanmıştı. İlaçlarını alması gerektiğini hatırlatan bu öksürük bütün hevesini ve keyfini kaçırmıştı. Kadın onun yıkanmasına yardım ederken neşesi sönüp gitmiş gözleri donuklaşmıştı. Kadın onun keyfini yerine getirmeyi başaramayacağını anlamıştı. Son çare olarak cilalanmış gümüşten aynayı getirmiş ve kesilmiş saçlarını ona göstermek için küvetin yanına çöküp ona doğru tutmuştu. "Şimdi bir Efendiye benzedin." demişti. Koen elini saçına götürdü. Saçları tekrar omuzlarını rahatsız etmeyi bırakacak kadar kısalmıştı. Hafiften kuruyup kabarmış ev dalgalar belirginleşmişti. Soluk yüzünde dudakları kızarmış durumda ve yanakları al aldı. Gözlerine baktı. Etrafı biraz kakmış gibiydi. Kadın onun gözlerine bakarken hayran kalmıştı. Jeniske'nin gördüğü o tunçtan halkaları görmüştü. Bu onun içindeki kızıl taşın yarattığı bir mutasyondu. Bedenini saran enerjinin temsili gözlerindeydi. "İlk defa gözünde çift halka olan birisini görüyorum." demişti kadın büyülenmiş bir halde ona bakarken Koen gözlerindeki halkaları fark edecek kadar kendine hiç uzun uzun bakmamıştı. Aynaya doğru yaklaşıp üst üste duran tunç renginde halkalara baktı. "Çift halka mı?" diye sorguladı. Parmağı ile gözünü aşağı doğru çekip burnunu aynaya dokundurdu. "Evet. Bu ikinci yaşamın ve büyük bir gücün simgesi derdi büyük annem." demişti kadın. Koen geriye doğru çekildi. "Doğru olabilir. Bilmiyorum. Kendime uzun uzun bakacak kadar güzel bir hayatım olmadı. Eğitilmekten başka bir şey yapmadım." demişti. Kadın aynayı indirip ona baktı. Su yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. "Biraz kilo alıp kollarını ve bacaklarını geliştirsen ve kendine baksan birçok kız seninle evlenmek için can atar." dedi. Koen bunu duyunca tekrar gülümsemişti. "Benim onlarla evlenmek gibi bir derdim yok. Böyle bekar olmak güzel. Zaten evlenecek kadar uzun yaşayacağımı sanmıyorum. Tanrılar beni pek sevmiyor bir gün kafama yıldırım atacaklar diye korkuyorum." demişti. Kadın güldü onun sırtını sabunlamak için arkasına geçti. "Tanrılar yarattıkları kimseyi sevmiyorlar. Bu kadar çok insan yaratmalarının sebebi hala kusursuz olanı bulamamış olmaları bence." demişti. Koen bu düşünce ile birden daldı gitti. Kusursuz olan birisi vardı onun için. Düşünceleri ile, kelimeleriyle ve yüzünün güzelliği bedenin biçimleri ile kusursuz birisi vardı. Ama o da bir kadını değil bir erkeği sevmekle lanetlenmiş bir kusura sahipti. "Efendi Jeniske'nin kusursuz olduğunu düşünmüyor musun?" demişti. Sesi derinden ve dalgın geliyordu. Herkes bir parça onların iki yaşamlı olduğunu ve eskiden çok değerli bir dostluklarının ardından ikinci yaşamda bir araya geldiklerini bilirdi. "Efendi Jeniske kusursuz bir adam gibi duruyor ama onun kusuru da yalnızlığı tercih etmesi." dedi. Koen bunu duyunca başını kadına çevirdi. "Yalnızlık mı? Hayatında birisi yok mu demek istiyorsun?" dedi. Kadın usulca başını salladı. Buraya geldiklerinden beri onlara hizmet ediyoruz. Her subayın çadırına illaki bir kadın misafir olur ya da Frange'nin doğu kanadındaki geneleve birileri uğrar. Ama ne çadırına birini aldı ne de bir defa onu bir kadınla gördüler. Geçenlerde Dericinin kızı ile konuşurken görmüşler. Aklı başında akıllı bir kızdır. Ama anlaşılan sadece bir konuda soru sormaya gitmiş." demişti. Koen eline aldığı kili suda eritmeye başlamıştı. "Efendi Jeniske birisini seviyor olabilir mi ki?" demişti. Kadının ağzını yoklamaktan daha çok onun gibilerin ne düşündüğünü merak ediyordu. "Sanmıyorum." Koen bunu duyunca biraz içi burkuldu. Jeniske'nin ona karşı olan sevgisinden kimsenin haberi yoktu. "O hırslı bir adam. Güçlü ve öfkeli." demişti. Koen sessizce kadını dinliyordu. "Böyle adamlar birisini sevemez. Onların daima savaşları aşktan önce gelir. Belki ileride bir miras bırakmak için bir çocuk yaparlar. Tıpkı krallar gibi..." demişti. Koen buruk bir gülümseme ile sudaki yansımasına baktı. "Belki bir gün o da birisini sevebilir ve yalnız olmadığını görürüz." demişti. Kadın ılık suyu Koen'in omuzlarından dökmeye başlamıştı. "Siz fazlası ile sevgi dolu bir adamsınız. Efendi Jeniske'nin aksine." Koen bunu duyunca şaşırmıştı. Aslında sevgi Jeniske'nin sembolüydü. O aşkın anlamını bilirdi. Bu konuda cömert bir adamdı. Koen ise kıskanç ve bencil olduğunu bilirdi. Asla bu konuda mantıklı düşünmezdi. Bir şeyi yaptıktan sonra pişmanlık duymaz ve Jeniske gibi narin bir kalbi yoktu. O an kafasında bir kıvılcımın çıngılarını hissetti. Dışarıdan ikiside tam tersi gözüküyordu. İkisi her ne kadar kim olduklarını bilse de insanlara karşı bir maskeleri vardı. Soğuk ve ruhsuz olan Jeniske'nin tam tersi olan sıcak kanlı ve sevecen Koen. Bu düşüncenin ardından iç çekti.
"Efendi Jeniske için mi dertlendiniz?" diye sordu kadın. Koen usulca başını salladı. "Evet! Aslında o oldukça sıcak kanlı ve iyi kalpli bir adamdır. Sevdiklerini koruyan ve kollayan onlara düşkün birisidir. " dedi. Kadın onun yıkanmasının bittiğini anlatır gibi kenarda duran sert kumaştan olan havluyu aldı eline. Koen usulca ayağa kalmıştı. Kadının usulca havluyu arkasından omuzlarına örtmesini bekledi. Ardından sudan çıktı. Temizlenmiş hissediyordu. Bedeni hoş kokuyor ve kil yumuşacık yapmıştı onu. Saçlarından sabunun hoş ve yumuşak kokusu yayılıyordu. Sandalyeye oturdu perdenin arkasından çıkıp içeride yakılmış olan ocağın sıcaklığı yayılmaya başlamıştı. Yüzünde huzurlu bir gülümseme oluşmuştu.
"Giyinmek ister misin?" demişti kadın. Koen çıplak ayaklarını yerdeki keçi kılından sert halıya sürdü. Biraz öylece oturmak istiyordu. Yanan ocaktan çıtırtı sesleri geliyordu. Bir süre öylece durdu. Ardından hızla ayağa kalktı. "Şu marangoz!" demişti. Kadına doğru döndüğünde havlusu omuzlarından kayıp aşağı doğru düşmüştü. Koen utançla elini birden kasığına doğru götürdü. Kadın onun rahatsız olmasının üzerine yavaşça bakışlarını başka yöne doğru çevirdi. "O insanlara yardım edebiliyor. Oğluna yürüteç gibi bir şey yaptığını söyledin. Bana bir kol yapabilir mi?" demişti. Kadın şaşkınlıkla ona baktı. "Galiba. Yeteneklidir. Frange’nin zanaatçıları yeteneklidir. Ama bunu konuşmadan önce giyinmene yardım edeyim." demişti. Koen havluyu önünde tutuyordu. Kadın onun giyinmesine yardım etti. Saçlarının kurumasını beklerken bir şeyler yemesini söylemişti. O sırada marangozhaneyi tarif edip ustadan söz etmişti. Koen aklındakinin heyecanı ile gülümsüyordu. "Kendine bir kol yaptıracaksan bu zaman alır. Ama işinde iyidir. Belden aşağısı tutmayan oğlumu dimdik ayakta tutacak garip bir yürüteç yaptı." demişti kadın. Koen ekmeğe sürdüğü yağı ağzına tıkayıp üstüne sütü içmişti. Hızla lokmasını yutup kadının boynuna sarıldı. "Bana yardım ettiğin için teşekkürler. Şimdi hemen gidip marangoz ile konuşmam gerek." demişti. Kadın öylece kalmıştı. Koen gülümsedi ve hızla çadırdan dışarı çıkarken kenarda duran ufak deri heybeyi aldı. Çıktı ve kamptan uzaklaşmaya başladı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm On Sekiz

Kutsanmıştık

Askerler günlük rutinleri içinde çalışıyordu. Kimi odun kesiyor kimi antrenman sahasında kılıç yeteneğini geliştiriyordu. Şehir kapısına yakın yerde kışlanın son çadırı bitmişti. Kapıya yaklaştığında insan gürültüsü tekrar artmıştı. Şehir kapısından içeri girince etraftaki kalabalığı fark etti. Askerlerin kolayca alışveriş yapması için girişe kurulan pazar doluydu. Ufak tefek şeyler satan tezgahlar vardı. Mürekkep, bileyici ve ustura gibi... İnsanlar bunları çok düşük ücretlere satıyordu. Koen Frange’nin içini çok bilmiyordu. Sadece büyük yokuşlarını ve düzensiz evlerini biliyordu. Burada meydanı bulmak kolaydı. Bütün sokaklar büyük meydanda biter ve başlardı. Meydana yaklaştığında birkaç çocuğun akan su oluğunun başına toplandığı gördü. Ölü bir fareyi uzun sopayla dürtükleyen çocuk esrarlı bir hikâye anlatıyordu. "Bu farelerin kralı. O da sonunda açlıktan öldü." demiş ve dehşet dolu bir kahkaha atıp fareyi sopanın ucu ile dürtüp ilerde korku ile dikilen zayıf çelimsiz çocuğa doğru fırlattığında çığlıklar yükselmişti. Çocuk elindeki ekmek parçasını yere düşürünce hemen sopalı çocuk yerden alıp gülmüştü. "Aptal!" diyerek dalga geçip ekmekten büyük bir parça ısırmıştı. Çocuklar çok acımasız ve gaddar varlıklardı. Ahlaktan uzak ve doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek kadar saflardı. Koen çocukken dağda yağmur sonrası solucanları topladıklarını anımsadı. Jeniske ile topraktan dışarı çıkmış solucanları toplayıp onları tuzda can çekiştirip ardından kuruturlardı. Daha sonra ise onları kedilere verirlerdi tuzlarını yıkayıp. Bazen solucanları ikiye bölüp içini görmeyi amaçlarlardı. Bütün çocuklar gibi onlarda keşfetmek için vahşi güdülerini kullanıyordu. Çocukları geçip meydana gelmişti. Bir grup rahip vardı. Tapınak rahipleri karlı soğuk günlerin çabuk bitmesi için dualar etmek için meydana toplanmıştı. İnsanlardan onlara katılmalarını istiyorlardı. Yürüyenlerin yollarını kesip onlara dua edip tanrıların onlara yardım etmesin yoksa açlıktan öleceklerini söylüyordu.
"Hadi oradan, tanrılar yetişene kadar Qufang yetişti." diye çıkışmıştı orta yaşlı bir adam. Sırtında bir çuval vardı. Çuvalı yere koyup karşısında oldukça mahcup duran rahibin üstüne yürümüştü. "Senin tanrıların onun tanrıları ne anlamı var. Sonunda açlıktan ölecektik. Qufang bize yardım elini uzattı." demişti. Koen iki ülkenin de tanrılarının farklı olduğunu biliyordu. Her ülkenin tanrısı tanrıları vardı. Her insan bir tanrıya tapıyordu neredeyse. Hisar bu tanrıların hepsinin varlığını kabul edip onların en başında büyük tanrılar olduğunu ve onların Hisar'ı kutsadığını söylemişti. İnsanlar dini inançları için ciddi kavgalar etmezdi. Kimse kimsenin tanrısını sorgulamazdı. Sadece tapınaklar ve tanrıların kutsal yerlerini koruyanlar arasında ciddi tartışmalar olurdu. Hepsi kendi tanrısını daha kutsal sayardı. İnsanlar da öylesine bir tanrıya bereket ve huzur için dua ederdi.
"Tanrılardan umudu kesmeyin. Onlar bizim en büyük destekçimiz." Koen kulağındaki sesle irkilmişti. Ne tarafa gideceğini kestirmeye çabalarken bir rahip onun yanında bitivermişti. "Bu gece ayininde tanrılara dua edeceğiz. Bize ve bu ülkeye yardım etmeleri için. Lütfen genç efendi onlara saygınızı gösterin. Onlara minnet sunun ki onlarda yanınızda olsun." demişti. Koen adamın uzattığı güzel el yazısı ile yazılmış bildirgeyi aldı. Gülümsedi. "Orada olmaya çalışacağım. Tanrılar bizimle olsun!" demişti. İnsanlara verilen bildirgelerden farklı değildi. Yer zaman ve bir tanrının varlığı üzerine kısa bir dörtlük yazıyordu. Koen onu açık çantasına attı ve sonunda Marangozun ufak dükkanına giden yola koyuldu. Girdiği geniş sokakta birçok dükkân ve ev vardı. Frange belki de şu an en özgür ülkelerden birisi idi. Güçlü değildi, zengin değildi ama özgürdü. İnsanlar asla ciddi tartışmalara girmez herkes huzur yanlısıydı. Kimse kimsenin işine karışmazdı. Birisi açıkta sokakta yatmaz illaki birileri ona evinde ya da kilerinde yatacak yer verirdi. Koen bunu Frange'ye ilk geldiğinde fark etmemişti. Ancak ikinci gelişinde olayın işleyişini görme fırsatı bulmuştu. Çok da dik olmayan yokuş bittiğinde ana meydandan daha küçük bir meydana gelmişti. Marangozun dükkânı on metreden kısa mesafede karşısındaydı. Oraya doğru giderken tanıdık bir ses adımlarını durdurdu. Aiken ona doğru yürüyordu. "Temizlenmiş ve dinlenmiş duruyorsun." demişti. Koen başını salladı. Açık saçları ve boynundaki şalın saçtığı koku yanan odunun kokusunu bile bastırıyordu. "Bir yere mi gidiyorsun?" demişti Aiken karşıda duran marangozhaneye bakıp. Koen başını salladı. "Aslında evet! Bir marangoza bir şey yaptırmam gerek." Aiken bunu duyunca elindeki çuvalı omzuna attı. "Güzel. Benim de iki saat kadar boş zamanım var. Hem laflarız hem de sana eşlik ederim." demişti. Koen onun gelmesinde bir sorun görmemişti. İçeri doğru girdiklerinde dikildiği yerde tahta bir kapı cilalayan genç onlara doğru dönmüştü. Dört uzun direkt ve belinin çevresini saran halkaya asılı belden aşağısı dışında oldukça sıradan bir gençti. Koen gülümsedi. "Ustan burada mı?" demişti. Aiken temiz zemine çuvalını indirmişti. Genç başını sallayıp tezgâhın arkasına doğru seslendi. "Müşterimiz var!" demişti. İhtiyar bir adamın sesi duyulmuştu. Koen kimin konuştuğunu görmek için oraya yaklaştığında tezgâhın arkasından bir adam doğrulmuştu. Yüzü gözü talaş içindeydi. Zımpara sesi de aynı anda durmuştu. "Çok fazla sipariş aldık. Bir ay kadar sipariş almayacağız." demişti. Aiken'i gören adam birden gülümsemişti. "Ordu için mi sipariş mi vereceksiniz yine?" demişti. Günlerdir ordu burada mancınık ve araba tekeri yaptırıyordu. Ordunun ihtiyacının giderilmesi için Tavi meclisin oy birliği ile çıkardığı bütçeyi kullanıyordu. Marangozlar deliler gibi bunun için çalışıyordu. "Hayır. Bu sefer ordu için değil. Öyle değil mi Koen?" demiş ve yanında dikilen Koen'e bakmıştı. Koen başını salladı ve boşta kalan kolunu gösterdi. "Bir kadın sizin benim için kol yapabileceğini söyledi. Oğlu için bunu yapmışsınız." demiş ve ayakta dikilen adamı göstermişti. Genç şaşkınlıkla baktı ve ardından yavaşça döndü. "Annem mi? O mu gönderdi seni?" demişti. Koen başını salladı. "Evet sabah onunla tanıştım ve benim umutsuzluğuma karşılık senin hikayeni ve efendim sizin yeteneğinizi söyledi." demişti. Aiken şaşkınlıkla konuyu dinliyordu. Marangoz derin bir nefes aldı. "Elbette yapabiliriz ama bunun için yüklü bir ödeme alırım. Sonuçta meclisten gelen emirle sürekli bu tekerleklerden yapmam gerek." demişti. Koen hızla heybesini karıştırdı ve büyük bir kese çıkardı. Adama doğru uzattı. "Sorun değil. Neyse ödeyebilirim. Ama hızlı olmalı ve birkaç gün içinde bu kolun bitmesi gerek." demişti. İhtiyar onun elindeki büyük keseye baktı ve elini uzattı keseye. "Bu biraz fazla bir ödeme. Sadece dört altın para yeterli olur." demişti. Kesenin içinde yirmi altından fazla para vardı. Aiken onun kesesinde Qufang işlemesini görmüştü. Saisa muhtemelen ona bu keseyi vermişti. "Keseyi bana ver!" demişti. Aiken. İçinden beş altın çıkardı ve adama uzattı. "İşini hızlandırması için bir altın fazla vereceğiz." demişti. Koen gülümseyip hızla çantasını kenarda duran tabureye bıraktı. Adam onu ve Aiken'i arkadaki ufak yere almıştı. Koen'in kolunun ölçüsünü alması gerekiyordu. Kızı onun için çizim ve ölçü işini halledecekti. İhtiyar kızına durumu anlatınca çizim yapan kız hemen ayağa kalkmıştı. "Elbette!" demişti. Koen’den gömleğine kadar soyunmasını söylemişti. Üstündeki şal ve palto ile cübbeleri çıkarması biraz nu yormuştu. Sıradan askerler için dikilmiş gömleklerden birisi vardı üstünde. Temizlenmiş beyaz gömlek ile kalmıştı. Aiken onun hançerlerinin yanında olmadığını fark etmişti. "Silahsız çıkmışsın!" demişti. Koen'den kolunu gömlekten çıkarmasını istemişti kız. O gömleğin ipleri ile uğraşırken Aiken'e cevap verdi. "Evet! Zaten kullanamayacağım için yanımda taşımıyorum. Bir saldırı sırasında en azından karşımdakine ekstra silah temin etmiş olmayayım." dedi. Aiken sandalyeye oturmuştu. Koen'in korkunç derecede zayıflamış olduğuna gömlek omuzlarından kayıp düştüğünde şahit oldu. "Sana hiç yemek vermediler mi Qufang'da?" Koen bunu duyunca bir an için eğilip belirginleşmiş kaburgalarına ve zayıf beline baktı. Kızda onun zayıflığına bakıp kalmıştı. "Aslında yeteri kadar yemek yemek istemedim." demişti Koen. Ardından elini saçlarına daldırdı. "Normal bir süreç geçirmediğimi biliyorum. Bir şeylere kendimi zorladıkça işler daha kötüye gidiyordu. Bende kendimi zorlamamaya karar verdim. Ayrıca Qufang ordusundan ayrıldım. Belki Üç Tanrı ve Frange'den de ayrılacağım. Kimse çolak bir komutan istemeyecek." demişti. Kız sakince elindeki işaretli iple ölçü alıyordu. Aiken botundaki çamurun çıkması için bulduğu çubukla çamuru dürtüklüyordu. Bunu duyunca birden başını kaldırdı. "Bunu Karga Lider ile konuştun mu?" demişti. Koen başını salladı. "Sabah konuştuk. Bu kararın benim kişisel kararım olamayacağını ve savaş konseyi ile konuşulması gerektiğini söyledi. Kral Maios'un kararının onu ilgilendirmediğini söyledi." dedi. Aiken çamuru çubuğa yapıştırıp çekmişti. "Doğru! İstediğin anda ayrılamayacağını bilmen gerekir. Gerçi çolaklık konusunda da haksız değilsin. Orduda ufak dedikodular var. Ama inan bana tek elinle o ahmak herifleri hizaya getirebilirsin." demişti. Koen belinin genişliğini alan kıza ardından Aiken'e baktı. "Sen bana övgüde mi bulundun?" demişti. Aiken ona doğru çamuru fırlattı. "Sonuçta Qufang'da senden az şey öğrenmedim. Yetenekli bir komutansın. Ve orduda olmak sadece kılıç sallamak değil diyen sendin. " Koen gülümsedi. "İyi bir öğrencisin." demişti. Aiken iç çekti. "Yine de konseyin kararını beklemek iyi fikir. Ayrıca bu kol yaptırma fikri onların da hoşuna gidecek. Karga Lider ve Efendi Tavi sabah bu konu üzerine konuşuyordu. Senin umutsuzluğunu. Heyecanını gördüklerinde kararlarını etkileyeceksin." demiş ve söylememesi gereken bir şey varmış gibi birden ağzını kapamıştı. Koen kaşları çatık ona baktı. "Nerede konuşuyorlardı ki? Bu arada o dışarıda bıraktığın çuval ne iş?" demişti. Aiken içeride dolaşan kedinin kuyruğuna doğru elini uzattı. "Hiç. Ufak tefek erzak falan. Subay çadırına ustura falan..." demişti. Koen bunun üzerine birden kaşları çatıldı. "Peki!" demişti. Ama onun bir şeyler gizlediğini fark etmişti. Kız ölçüleri bitirdiğinde gülümsemişti. "Komutansınız demek." demişti. Koen gülümsedi. "Artık değil." diye eklemişti. Kız bunun üzerine kaşlarını çattı. "O zaman sizin için özel bir çizim yapacağım. Akşam bu taraflarda olur musunuz? Çizimi bitirmiş olurum. Ve oyma işleri için yarın başlarız." demişti. Koen gülümsedi ve giyinmeye başlamıştı. Tek başına beceremediği için kız nazikçe ona yardım etmişti. Bir saattir buradaydı. Kız o kadar çok ölçü almıştı ki. Belinden, boynundan omzundan ve kolunun her santiminden ölçüler almıştı. Yetmemiş diğer kolunu da ölmüştü. Aiken ile ikisi çıktıklarında küçük meydanda bulunan ufak bir handa oturmuşlardı. Yanmış olan eski han hala tamir edilmemişti. Koen oranın sahibini bu handa görünce şaşırmamıştı. Zengin bir adamdı. İstediğinde istediği yerde bir han açabilecek kadar zengindi. Aiken ekşi biradan istemişti. Koen ise içki yerine sıcak bir şerbet almıştı.
"Saisa'nın koyduğu yasağa gerçekten uyuyorsun ha!" demişti Aiken. Birasından büyük bir yudum alıp. Koen elindeki şerbetin biraz soğumasını için bekliyordu. "Şarap ve bira gibi insanı halsiz bırakmıyor sanırım alıştım buna." demişti. Sıcak şerbetin soğumasını beklerken koyduğu yere bakmıştı. "Hesaplar benden." demişti Aiken. Birkaç gümüş çıkardı ve handa çalışan küçük çocuğa seslendi. "Güzel sıcak ekmek getir birazda kavrulmuş patates." demişti. Burada oldukça popüler olan atıştırmalıkları öğrenmişti. Genel evin yakınında bulunan sokak satıcısının yaptığı tatlıları anımsadı. Adını hatırlamaya çabalayarak. "Şu şerbetli kızarmış hamurdan yapılma tatlıdandı." demişti. Çocuk gümüşlerden dördünü aldı ve hemen koşup birkaç dakika sonra elinde tepsi ile geldi. Koen yemeklere bakıyordu. İştahı yerine gelmişti. Özellikle tatlı onun çok hoşuna gitmişti. Sıcak tatlının şerbeti onun için ilginç bir deneyimdi. "Genelevin oradaki yokuşta ufak bir tezgâhta bir adam yapıyor. Onlar daha leziz oluyor taze taze." dediğinde Koen ona bakıp gülmüştü. Aiken ise hemen gözünü kaçırdı. "askerleri oradan toplaya toplaya öğrendim. Adamlar dağda kadın görmemiş gibi kadınlara gidip paralarını çarçur edip duruyor." diye hemen savunmaya geçmişti Aiken. Koen biraz soğumuş şerbetinden içti. "Dağda olan kadınlar ya şifacı ya da savaşçıydı. Buradaki fahişelerin güzelliğinden etkilenmeleri normal. Boyalı yüzleri ve kılsız vücutları erkekler için inanılmaz etkileyici olur." demişti. Aiken ona baktı ve fısıldadı. "Daha önce gittin mi oraya?" diye çekinerek sormuştu. Koen başını iki yana salladı. "Hayır. Birisiyle yatarken ona para ödemek pek benim tarzın değil." diye geçiştirdi. Aiken ise daha bir merakla konuştu. "Kadınlar bütün vücutlarını tıraşlayıp yapışkan bezlerle kıllarını alıyormuş. Subay çadırlarında bir kadını anlatıyorlar. Uzun boyluymuş. Sarı saçları kalçasına kadar iniyormuş. Güzel bir yüzü varmış. Ufak kırmızı dudakları ve iri yeşil gözleri. Sesi ise o kadar narin ve kusursuzmuş ki onunla birlikte olurken ağlamak istiyorlarmış." Koen bunu duyunca şaşırmıştı. " Böyle bir kadını kafasında canlandırmak... Onun için büyülü bir güzellik gibi gelmemişti. Sadece etkileyici bir kadın olduğunu düşündü. Hiçbir kadınla birlikte olmamıştı. Jeniske dışında kimse ile yatmamıştı daha önce. "Bir kadınla birlikte olmak önemli ama güzel bir kadınla birlikte olmak. Onunla uyumak bile bence bir erkek için önemli. Subaylar onun yanına gitmeden önce güzelce yıkanıp tıraş oluyor. Herkesi kabul etmezmiş. Odası sürekli ayva çiçeği gibi kokarmış. Bazen sadece birisini seçer ve saatlerce onunla odasından çıkmazmış. Sonra da kimseyi almazmış odasına. Diğerleri gibi bacaklarını ayırıp yatmazmış. Konuşurmuş bazen şarap ikram edip sohbet edermiş. Bu bizim gibi aynı çadırda otuz adamın yattığı yerde kalmak zorunda olanlar için hayal gibi bir şey. Bir kadının şefkati..." Aiken bunu söyleyip iç çekti. "Belki biraz param olursa bende onunla tanışmaya giderim. Ama çok pahalıya kabul ediyormuş herkesi. Onun için kemik saplı usturasını satan oldu." demişti. Koen şaşkınlıkla şerbetini içiyordu. "Sana borç para verebilirim." demişti. Aiken bir an duraksadı. Utançla başını yana doğru çevirdi. "Buna evet demek bir erkek için onursuzca olur." Koen bunu duyunca gülümsedi yanındaki çantadan kesesini çıkardı. "Bir erkek bir kadını bu kadar düşlüyorsa ona yardım etmek bence onursuzluk değil. Hem borç vereceğim. Ayrıca gittiğimiz savaşta döneceğimiz ne malum. Hem biz dost sayılırız. Erkekler birbirine bu konuda anlayışlı olmalı." demişti. Keseyi ona doğru uzattı. "Bir kadınla konuşmayı özlemiş gibisin. Saisa'nın evliliği seni yeterince yıprattı. Buna ihtiyacın var." demişti. Aiken bir an duraksayıp ona bakıp kaldı. Gözleri kocaman açılmış ağzı aralıktı. "Onu sevdiğini biliyorum. Ama o seni bir kardeş gibi görmenin ötesine gidemiyor. Maios ‘tan nefret etmeyip onun sevgisine saygı göstermen bile beni etkiledi. Sen onurlu ve gururlu bir adamsın Aiken. Birileri ile konuşman gerek." demişti. Aiken öylece kalmıştı. Keseyi geriye doğru itekledi. Yüzü solmuştu. "Onun Kral Maios'u sevdiğini düşünmemiştim. Bir çocukları olduğunu bile bilmiyordum." demişti. Koen gülümsedi. "O duygularını derine tutan bir kadın. Onu anlamak çok zor. Ama senin ona olan sevgin ve saygın onu hep etkilemiş. Maios ile evlendikten sonra bile hala senin ona mektup yazıp halini sorman evliliğinin yolunda olup olmadığını sorman hoşuna gitti. Ona olan sevginden dolayı Maios'a saygı gösteriyor oluşunu çok onurlu buluyor." Koen bunları söylediğinde Aiken derin bir nefes aldı. "Onu sevdiğimi anlamış mı?" demişti. Koen gülümsedi. "Zeki insanları kandırmak zordur. Saisa çok zeki bir kadın. Kimin kime nasıl baktığından onların aralarındaki her şeyi anlayacak kadar zeki." demişti. Aiken buruk bir gülümseme ile baktı. "Oğlu da umarım ona çekmiştir. Aptal babası gibi olmaz." demişti. Koen bunun üzerine güldü. "O zaman bu ufak borcu kabul et." demişti. Tekrar keseyi ona doğru sürüdü. "Daha fazla bu paraya ihtiyacım olmayacak. Jeniske muhtemelen ne istesem alıp getirecek. Bu senin olsun. Hem emeklerin için hem de arkadaşlığımız için. Zamanı geldiğinde bir şekilde ödersin." demişti. Aiken gülümsedi. Keseyi aldı ve kendi belindeki deri çantaya koydu. "Efendi Jeniske'den bana daha fazla ödeme yapması konusunda konuşup yavaş yavaş öderim." dedi. Koen gülmüştü. Tatlıdan birkaç tane daha ağzına attı ve zevkle yemişti. Aiken oldukça akıllı bir adamdı. Ama genç bir erkek gibi saf ve güdülerinin tutsağıydı. Dağdan gelen çoğu kişinin ailesi vardı. Her ne kadar köle gibi madenlerde zamanında çalışmış olsa da burada ailesi vardı ya da Qufang'da ama Aiken hem öksüz hem yetimdi. Madenlerde daha ufak bir çocukken çalışmaya başlamış ve sadık bir adamdı. Jeniske ile tanıştığında idealist bir genç olmuştu. Atılgan ve heyecanlı idi. Diğerleri kadar cebi dolu değildi. Genelde ihtiyaçlarını zaten Jeniske karşıladığı için asla paraya ihtiyaç duymamıştı. Frange'de ise paranın kullanımını anlamıştı. Protokolde onun için yediği önünde yemediği arkasında bir hayat vardı. Sürekli uyuyacak bir yatağı ve içecek bir şarabı olurdu. Tıraşını hançeri ile olabilir ve yıkanacak illa bir hamam bulurdu. Jeniske onun için emir verdiğinde kıyafeti olurdu. Böyle bir hayatta bir kese altını yersiz bir yük olarak görmesi normaldi. Çocukken madende yemeği olurdu yatacak şiltesi de. Şimdi ise paranın nasıl harcandığını görüyordu. Kışlanın dışında insanların el açıp önce para dediğini gördüğünde biraz afallamıştı. Jeniske'nin parası vardı. Ve bu paranın kaynağını kimse bilmezdi ama kışlada kendi ordusuna gümüş para dağıtmış ve ihtiyaçlarını şehirden karşılamalarını söylemişti. Ayrıca şehirdeki zanaat ustalarına birçok ödemeyi o yapmış ve çamaşır için yemek için gelen kadın ve erkeklere para vermişti. Atlar satın aldırmıştı. Bu paranın kaynağı herkes için bir sırdı. Çadırda para konulacak sandık yoktu. Sandıklar kitaplar ve parşömenler y da kıyafetlerle doluydu. Ama her zaman kaynağı belirsiz bir para vardı. Aiken bunu asla Jeniske'ye soramamıştı. Paranın Qufang ya da Frange'den geldiğini düşünüyordu. Ya da o güçlü bir efsuncu idi. Zamanında efsuncuların parmaklarını şaklatarak para yaratabileceğini duymuştu. İstediği kadar altın yapabileceğini düşünüyordu.

Masada atıştırmalıklar ve içecekler bittiğinde Aiken yavaşça ayaklandı. "Şimdi gitmem gerek. Bu çuvalı teslim edeceğim. Sen Kışlaya mı dönüyorsun?" demişti. Koen onun ne yaptığını öğrenmek istiyordu. Aiken'in onu istemediğini anlamıştı. Başını sallayıp çantasını boynundan geçirip kalçasına doğru attı. "Evet! Gidip halletmem gereken işler var gün batmaya yakın tekrar şehre gelirim. Sanırım sarayda kalacak yer ayarlıyorlardı." demişti. O sarayda kalmayacaktı. Jeniske ile o çadırda kalmayı kafasında tasarlamıştı. Onunla orada kalmak varken boş ve soğuk duvarları olan bir odayı ve yatağı tercih etmezdi. Jeniske ile çadırda daha eğlenceli ve güzel zaman geçirebilirdi. Uzun süredir görüşmemişlerdi. Konuşulacak şeyler ve birazda özel zaman geçirmek için bir fırsattı bu.

"Tamam o zaman bende gelebilirim istersen." demişti. Koen gülümsedi. "Fark etmez. Zaten muhtemelen Jeniske'ye söylerim ve o da gelmek isteyebilir. Gün batmaya yakın marangozun dükkânın önünde olurum. Görüşmek üzere, hoş çakal!" demişti. Aiken ve Koen hanın önünde ayrılmıştı. Koen ufak bir han çevresinde turdan sonra Aiken'in gittiği yola girdi. Suikastçı olarak eğitilmenin güzel yanı bir insanı gölgesi kadar yakından izleyip fark edilmemekti. Aiken bir yokuşa gelmişti. Çuval ağır gibiydi. Oraya doğru ilerleyip bir derici dükkânın açık kapısından içeri girmişti. Koen orada ne olduğunu görmek için usulca kapıya doğru sokulduğunda içerden gelen sesleri duymuştu. "Niye bu kadar geciktin. Altı üstü bir torba dolusu parşömen alıp gelecektin." demişti. Aiken şişkin midesine elini koyup konuşmuştu. "Meydandan geçerken Koen ile karşılaştım. Bir marangoza gitmiş. Sanırım kadına verdiğiniz emirler işe yaradı. Marangoz haneye gidip kolunun ölçüsünü aldırdı. Akşamda tasarımı görmeye gidecek. Onunla gitmek istedim. Birazda yemek yedik. Havadan sudan konuştuk." demişti. Tavi bunu duyunca mırıldandı. "Kadın aklı başında birisi olmasa onu ikna edemezdiniz efendim." demişti. Jeniske oturduğu yerden kalkıp botları tahta zeminde tıkırtılar çıkararak yürümüştü. "Konsey toplanmadan önce şu planları gözden geçirelim. Konumuz Koen değil şu an. Kral Maios'da hazır burada iken şu eski haritaları okumamıza yardım etsin." demişti. Genç bir kadının sesi gelmişti. "Efendim açıkçası bu haritalarla ne yapacağınızı bilirsek onları sizin istediğiniz şeylere göre daha net çizebiliriz. Nikow ile onları hızla hazırlarız." Kızın sesi duruldu ve ardından Maios'un sesi geldi. "Yeni yollar belirlemeye çabalıyoruz. Koen'in haritası gibi oldukça net ve belirgin bir harita lazım bize. Onun haritası Frange ve Üç tanrı dağına saldırı planlamak için kullanılacak. Bizde Qufang için geniş orduların geçeceği ir güzergâh ve ağır top ve mancınıkları taşıyacak yollar lazım." demişti. Koen yavaşça biraz daha kapıya yaklaştı. Bu planlamada neden yer almadığını düşünüyordu. Onun haritası derken neyden söz ediyor olabilirlerdi. Çizdiği harita kan ve tozla dolduğu için mahvolmuş olmalıydı.
"Bir de..." Koen Jeniske’nin sesini duyunca birden dikkatini içeriye verdi. "Kral Maios bunca yardımından dolayı arşivlerinizi Kâtip Mona ve Kâtip Nikow’a açılmasını talep edeceğim. Kendileri iyi birer tarih yazıcısı." demişti. Maios keyifle gülmüştü. "Tozlu arşivi kullanacak birileri olması Saisa'nın da hoşuna gider. Neden olmasın." demişti. Mona'nın gülüşü duyuldu. "Size nasıl teşekkür etmesem bilemedim efendim. Hem Koruyucu Koen ile tanışma fırsatı sağlayıp hem de bana arşive erişim sağlıyorsunuz." demişti. Koen adı geçince huzursuzca merdivene doğru çöktü. Neler oluyordu içerde öyle. Kimlerin olduğunu görme şansı yoktu. O anda onu fark ederlerdi. İçeriyi pür dikkat dinlerken bir çift ayak yanından geçip içeri girdi. "Dışarıdaki asker sizin yaverlerinizden mi?" demişti ihtiyar bir ses. Koen bunu duyunca hemen iki evin arasına doğru sıvışmıştı. Aiken hızla dışarı koşmuş ama kimseyi görememişti. Etrafa göz atmış iki evin arasına bakmış sokağın aşağısı ve yukarısına... İçeri geri dönüp başını iki yana sallamıştı. "Kimse yok!" demişti. İhtiyar derici ona bakıp merdivenin orayı işaret etti. Bir genç oraya çökmüş içeriyi dinliyordu. Başına bir kapüşon geçirmişti." dedi. Hepsi derin sessizlik içinde birbirine bakıyordu. "Hisar içeri casuslarını sokmuş olabilir." Tavi bunu söylerken sesi alçak ve sadece odadakilerin duyabileceği tondaydı. Jeniske kaşlarını çattı. "Onların tarafından gelen kimse yoktu. Olsaydı bunu görürdüm. Onca izleyici karga yolları tutuyor. Buradan bilgi çıkaramaz." demişti. Maios oturduğu yerde elini sakalına götürdü. "Öylesine birisi olabilir mi? Bir dilenci ya da yorulup biraz oturmak isteyen birisi?" Kimseye bu mantıklı gelmiyordu. Kendisine bile mantıklı gelmemişti. Jeniske kaşlarını çattı. "Aiken takip edilmiş olma ihtimalin var mı?" demişti. Aiken başını iki yana sallayıp elini beline koydu. "Takip edilsem fark edilirdim." dediğinde Jeniske birden yumuşadı. "Fark edemeyeceğin birisi var." Aiken birden elini alnına vurdu. "Koen!" demişti. Jeniske kapıya doğru başını omzu üzerinden çevirdi. "Muhtemelen buralarda bir yerde." demişti. O anda kapının önünde birisi belirdi. Koen onlara bakıyordu. Biraz kafası karışmış birazda sinirliydi. Bir süre içeri baktı. Tanımadığı ü kişi vardı. Geri kalan yüzlere aşinaydı. "İçeri gelsene Koen!" demişti. Koen bunu duyduğunda kaşları daha sert çatılmıştı. "Sadece bir şey soracağım!" demişti. Jeniske ona doğru döndüğünde Koen sinirliydi. "Niye gelip bana bu fikri kendin vermedin de bir kadını kullanarak bana fikir üretmiş muamelesi yatın. Ve bundan herkesin haberi vardı..." demişti. Jeniske derin bir nefes aldı. "Aslında bu fikir benimdi." Maios oturduğu yerden kalkmıştı. "Kendine fazla yükleniyordun ve umutsuzluk seni hasta ettiği için biraz bir şeylerde..." Koen sinirle ayağını ileri doğru atıp elini savurdu. "Bir çocuk gibi umutlanıp kendimce geri dönüşü bulduğumu düşünmemi istediniz. Gerçekten bunu niye yapıyorsunuz? Benim haritam denilen..." Birden masaya doğru hızla yürüyüp Jeniske'yi kenarı doğru itmişti. "Bu benim haritam. Onu nasıl?" Aiken öne doğru bir adım atmıştı. "Odada bulduğumda onu buraya getirdim..." Koen birden öfke ile haritayı çekip almıştı. "Onu çaldın yani! Siz benim arkamdan iş çevirip benim planlarımı görüp benim aklımla oyun oynuyorsunuz." demişti. Haritayı yere doğru atıp üstüne çamurlu botu ile bastı. "Bunca şeyin dışında beni tutup benim fikirlerimi çalıyorsunuz. Ne olmasını bekliyorsunuz. Hasta ve çolak bir adam var ve onun kendini toparlaması için biz zaman kaybedemeyiz. Zaten sizinle devam etmek istediğim yok! İyileşmek gibi bir derdimde yok." diye bağırıp masaya doğru bir tekme savurup onu yana doğru devirmişti. "Koen tamamen yanlış anladın..." Aiken ürkek bir sesle konuşmuştu. "Yanlış anlaşılma yok. Bana bakıcılık yapmak zorunda değilsin. Ya da benim hastalıklı halimi düzeltmek için entrika çevirmek zorunda değilsiniz." Jeniske'ye doğru dönüp işaret parmağını ona doğrulttu, "Bana acımak zorunda da değilsiniz." demişti. Öfkeyle dışarı doğru yürürken içeride herkes olduğu yerde şaşkınlık içinde kalmıştı. "Koen beni dinlemeden o kapıdan bir adım bile atarsan..." Jeniske durgun bir sesle konuşmaya başlamıştı. Koen olduğu yere birden çivilenmiş gibi hissetti. "Senin toparlanman ve tekrar aramıza katılman için çabalayan bu insanlara hakaret edip korkak bir piç gibi kaçamazsın." demişti Jeniske. Koen bunu duyduğunda omuzları titremişti. Yumruk yaptığı elini öyle çok sıkmıştı ki gıcırtı duyulmuştu. "Şimdi herkesi burada durup dinleyeceksin. Madem geldin..." Jeniske birkaç adım atmışken Koen ona doğru hızla dönmüştü. "Kimse beni dinleme gereksinimi hissetmeden karar almışken bunun için zaman harcama derdinde değilim. Devam edin." demiş ve hızlı adımlarla kapıya doğru yürürken Jeniske daha sert bir sesle bağırmıştı. "Koen!" Ancak buna aldırış etmeden genç çıkıp gitmişti kapıdan. Mona eğilip yerde çamur olmuş haritayı almıştı. "İstersen onun ardından gidip..." Jeniske konuşan Maios'a dönmüştü. "Biraz yalnız kalıp kafasını toplasın. Yeterince şeyle boğuşurken onu daraltmak işleri daha kötü yapacak. Biraz zaman ihtiyacı var. Kendine yüklenmekten yorulduğunda geri döner." demişti. Aiken elini alnına götürmüş derisini gergince ovuyordu. "Daha dikkatli olmam gerekirdi Karga Lider. Bunun için üzgünüm." demişti. Jeniske masaya ve düşen parşömenlere baktı. "Sorun değil o bunun için eğitildi. Dikkat etsen de fark edemezdin." demişti. Aiken eğilip Nikow ve Mona'nın parşömenleri toplamasına yardım ederken Jeniske gergindi. Koen'i sinirli görmenin ötesinde kırgın görmüştü. Ona karşı oyun oynandığı düşüncesi ile kırılmış olmalıydı. Sinirlendiğinde bağırmazdı. Kırıldığında bağırırdı o genelde. Maios ona bakıp dışarıyı gösterdi. "Gidip biraz hava alalım mı?" demişti. Jeniske usulca başını salladı. Maios onunla kapıya doğru yürürken yerdeki kâğıdı görmüştü. "Rahip davetiyesi..." demişti. Jeniske kâğıda baktı. "Koen düşürmüş olmalı." diye ekledi Maios. Onun nereye gideceğini biliyor olmak Jeniske'yi biraz rahatlatmıştı. "Akşam belki tapınağa uğrarız. Sonuçta tanrıları ziyaret etmek önemli." demişti. Jeniske ona baktı ve sokakta yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Başını olur anlamında sallamıştı. Maios onunla arka sokağa doğru dönünce yavaş yavaş konuşmaya başlamıştı. "Son zamanlarda uykuları kötüydü. Sürekli iştahsız ve kusuyordu. Saisa onu saraydan çıkarmama konusunda kararlıydı. Onun sağlığı için yolculuğun yorucu olduğunu söylüyordu. Ancak buraya geleceğimizi öğrendiğinde yolculuk için biraz yemek yemeyi denemeye başladı. Bir hafta boyunca yolculuğa çıkabilecek kadar güçlü olduğunu kanıtlamak istedi. Yolda onun heyecanlı olduğunu fark ettim. Sonuçta burada daha fazla tanıdığı insan var. Ve Qufang'da yalnız hissediyordu. Yokuşu tekrar çıkmaya başlamışlardı. Jeniske onun nereye varmak istediğini anlamaya çabalıyordu. "Qufang'da istifa ettiğinde tek gerekçenin çolak olması olduğunu düşündüm. Saisa ise bunun seninle alakalı olduğunu söyledi. İkiniz arasında bir bağ olduğunu ve bu zor süreçte onunla olmanı onu ayakta tutmanı istiyormuş. Tek başına savaşamadığını itiraf edemediği için suçu koluna atmaktan çekinmiyormuş. Ben bu kadar ince düşünen bir adam değilim Jeniske. Saisa bana onun ayrılışını kabul etmemi tavsiye ettiğinde şaşırdım. Sonuçta ordu onun kafasını oyalardı. Eksikliklerini kapatırdı. Saisa ise onun orduya değil sana ihtiyacı olduğunu ve Qufang'a çağırmamızı istedi seni. Ama burada ordun ve emir bekleyen adamların var. Bencilce olurdu diye düşünüp onu buraya getirdim ve burada Tavi ile bir marangozun ona kol yapabileceğini öğrendik. Yani bu aptalca plan sanırım geri tepti. O yüzden daha fazla onun işine karışmayacağım. Saisa'nın bana başta söylediğini yapacağım. Onu sana vereceğim. O çok iyi bir asker, strateji uzmanı ve savaşçı. Onun gibi bir adamı kaybetmek hoşuma gitmiyor ama seninle olması gerektiği konusunda bende artık karara vardım. Onu ordunda tutmanı istiyorum." dedi. Jeniske birden ona dönüp bakmıştı. "Bunu bende istiyorum. Bu savaşa neden girdiğimizi açık açık size söylemiştim. Bu benim ve onun geçmişte yarım kalan hikayesinin sonu. Bu ruhani bir yolculuğun son demleri." dedi. Maios başını yavaşça salladı. "Olayın sadece bu olmadığını görüyorum. Nedensizce onu itekliyorsun. Sanki orduda olmasını istemiyor gibisin. Peşinden gidip ona bu planların senin olmadığını neden söylemedin. Niye ordudan uzak tutuyorsun?" demişti. Jeniske kaşlarını çattı. "Onu zorlamak istemiyorum. Kendini hazır hissetmiyorsa burada kalması daha iyi olur. Onu benden iyi tanıyor olamazsınız." Maios bunu duyunca başını iki yana salladı. "O odada onun yapabileceği bütün itirazlara rağmen çıkınca tepesine bindin. Ona orduna katılması için baskı yaptın ve kolu kesildiğinde bile giderken zamanı geldiğinde onu yanında görmek istediğini defalarca söyledin. Şimdi o buna hazır olduğunu söylemeye çabalarken sen onun hazır olmadığını ima ediyorsun. Sanırım sorun kesik tek bir kol değil. Korkuyorsun Jeniske. Her ne kadar tanrıların gerçek rahibi ve geçmişten gelen bir ruh olsan da sende insansın ve sende seviyorsun. Ve şimdi korkuyu görüyorum." Jeniske bir an öylece kalmıştı. Maios ile ne zaman bu kadar yakın olmuştu. Ne zamandır böyle iki dost gibi bir köşede dertleşir hale gelmişlerdi. "Onu kışkırtıp ordudan uzak tutuyorsun. Aiken'i takip edeceğini biliyordun hatta. Senin gözünden kaçmaz. Niye yapıyorsun? Onu parça parça ederken burada niye bırakmaya çabalıyorsun?" demişti. Jeniske başını yana doğru çevirdi ve Maios'a baktı. "Çünkü ölecek! Gelecek asla değişmeyecek. Onu yanımda götürmek sadece ölümü tekrar getirecek. Bunu bildiğim için onu uzak tutuyorum. Korkuyorum çünkü bir avuç mızraklı keşişle kavga etmiyorum ben." işaret parmağını yukarı doğru kaldırdı ve gözlerini Maios'a dikti. "Kavga etmekten çekindiğim kişilerle başım büyük belaya girmek üzere. Ve bu savaşın içinde Koen zırhsız ve silahsız bir savaşçı gibi. Onu kutsayan ve koruyanlar olmadığı sürece o bu savaşta olamaz. Canını yakmaya çekinmeyecek çok fazla kutsanmış ve kutsayıcı var. O yüzden bu sefer olmaz." demişti. Kaşları çatıktı. "Savaş sadece biz insanlar arasında değil Maios. Savaş göklerin ve yıldızların ötesinde. Onların arasında kaldığımızda bizleri kutsayanlara sığınırken o terk edilmiş bir köpek gibi kalacak." Maios derin derin düşünüyordu. "Kâhinin dedikleri doğru o zaman. Yer yüzündekilerin gök yüzündekilere baş kaldırışı..." Jeniske bunu duyunca şaşkınlıkla onun yolunu kesti. "Bunu kim söyledi sana?" demişti. Maios ona baktı. "Rüyamda gözleri kör bir kâhin gördüm. Ve bana yer yüzünün gök yüzüne baş kaldırdığı gün özgürlük için çok kişinin öleceğini söyledi. Kutsayıcıların artık bencil birer varlık oluşunun biz insanları yorduğunu söyledi. Ve siyah bir karganın gökyüzünde uçuşu ile kızıl bir tilkinin yer yüzünde koşuşunu gösterdi. Sen Karga isen tilkide o ... Eğer onu uzak tutarsan yer yüzü ile gök yüzüne aynı anda müdahale edemezsin. Biraz düşün." dedi ve köşeye doğru yürüdü. Evin çevresinde yapılan bu kısacık turdan sonra Jeniske dönmemişti. Maios derin düşünceler içinde kapıya uğramış ve bir süreliğine kışlaya gideceğini söylemişti. Ona kâhinin haberini iletmek için görevli olduğunu söyleyemezdi. Kâhin onu gece rüyalarında ziyaret edip karanlığın sadece bulutlar kadar hafif ve rüzgârda dağılacak kadar zayıf olduğunu söyleyen kör kâhinin kehanetlerini yazdığı ufak defterine tekrar göz atıyordu. "Kara karga gök yüzünde bir fırtına çıkarıp kızıl Tilki çayırları bir tazı kadar hızlı aşarken bulutlar öyle şiddetle dağılacak ki yer yüzündekiler doğrunun aydınlığında kör olacaklar. Kan denizi kızıla boyayıp kargalar leşlerinin gözün oyarken kutsadıkları her bir ruh tarafından ağırlaşanlar yer yüzüne inecek ve kıyamet gecesi gibi bir gecenin sonunda aydınlık gerçeklerle beraber sağ kalanların zihinlerine dolacak." Buraya gelmesinin temel kararı bu kehanetti. Saisa ile bunu paylaştığında neden seçilen kişi olduğunu anlamamıştı. Asil soylu olmak mı? Hayır daha fazlası olmalıydı. Ataları bu topraklarda çok eskiydi. Frange gibi toplama bir krallık değildi Qufang. Daha eskiydi binlerce yıllık bir geçmişi vardı. Onların antik tanrılarla bir ilişkisi olmalıydı. Başının ağrısı ile elini alnına koyup ufak defteri kapattı. "Şimdi ne yapacağım? İnsanların tanrılara kafa tutması. Delirmiş olmalıyım. Delirmiş ve artık bu savaşın anlamını yitirmiş olmalıyım. Ah Saisa şu an burada olmana ne kadar ihtiyacım olduğunu bir bilsen." Sözcükler ağzından yuvarlanarak dışarı çıkıyordu. İşlerin nere varacağını bilmemek. Bir kral için korkunç bir durumdu. Bu kışlada kraldan çok sıradan bir subay gibi hissediyordu. Frange öyle bir atmosfere sahipti ki kimse kendini başkasından üstün göremiyordu. İnsanlar bir krala bile sıradan bir adam gibi davranabiliyordu. Ne büyük bir kargaşa ve düzendi. Maios daralmış halde eliyle gömleğinin iplerini çekiştirip sandalyeye iyice yerleşti. Yerleşmekten öte yığılmıştı. İşleri yoluna koymak ve kader çizgisinde görevini yerine getirmek. "Lanet olası tanrılar bana nasıl bir hayat çizdiniz de başıma gelenleri usulca kabul edip yoluma devam etmeyi kabul etmemi istiyorsunuz!" diye haykırmıştı. Maios tanrılara ve rüyasına giren kör kâhine hayıflanarak sandalye başında sızdığında hava kararmaya başlamış ve Aiken uzun süre Koen gelir diye marangozun orada beklemişti. Ancak ondan bir haber alamadığında başını kaldırıp uçan kargaya baktı. Jeniske'ye Koen'in gelmediğini işaret etmek için başını iki yana salladı. Jeniske Tavi ile meydandaki handa oturuyordu. Tavi onu dericinin dükkanından çıktıktan sonra sokakta dalgın dalgın yürürken bulmuştu. Ne olduğunu sormadan hana gitmeyi teklif etmiş ve Jeniske bunu kabul etmişti.
"Koen'i bulması için birliklerden birini göndereceğim." Tavi bunu söylediğinde Jeniske başını iki yana sallamıştı. "Nerede olduğunu biliyorum. Sadece marangozun dükkanına gidip gitmeyeceğini merak ettiğim için Aiken'i yolladım. Kapı usulca açılmıştı. Aiken içeri girdi ve onların yanına oturdu. "Adama kolu yapmasını söyledim." demişti. Jeniske tapınağın çalan çanını duydu ve yavaşça ayağa kalktı. "Nereye efendim?" Aiken onunla yola çıkmak için ayaklanmıştı. "Tapınağa." demişti Jeniske durgun bir sesle. "Doğru ya bugün tanrılara yakarış için insanların çoğu orada olacak. Benim de gitmem gerek. Meclis üyelerinin gitmemesi sorun olabilir." Tavi bunu söyledi ve birkaç gümüşü masaya bırakıp birden şaşkınlıkla Jeniske'ye çevirdi başını. "Peki siz neden oraya gidiyorsunuz?" diye merakla eklemişti. "Koen muhtemelen oraya gitti. Buraya gelip bir oda kiralamadı." demişti. Gerçekten de Koen bunu yapamazdı. Bütün parasını Aiken'e vermişti ve cebinde tek bir kuruş bile yoktu. Yolda aval aval yürüyüp her şeye sinirlenmekle meşgulken bir rahip onu tapınağa davet etmiş ve içerideki ayinde bulunması için ayaklarına kadar kapanmıştı. Koen bunu kabul etmiş ve içeri girmişti. Meclis tapınağın içine hiç karışmamıştı. Orada olanlar tanrılar ve rahipler arasındaydı. Koen için o geceyi orada geçirmek ve dua ediyormuş gibi davranmak oldukça mantıklıydı. Kışlaya dönemezdi. Herkesle kavgalı ve onlardan nefret ediyordu. İçeri doğru yürüdü. Binlerce mum yüksek kubbeli tapınağın içini aydınlatıyordu. Yere serilmiş hasır şilteler üstünde oturmuş insanları rahiple beraber geçti gitti. Ardından öndeki boş şilteye oturdu. Rahiplerden birkaçı ufak yükseltide oturmuş minik çanları çalıp eski bir dilde bir ilahi söylerken birkaçı ellerinde bakır kaplarla insanların arasında yürüyordu. İnsanlar bakır kabın içinden pirince benzer şeyden bir avuç alıyordu. Koen onların minnacık akarsu çakılları olduğunu ona uzatıldığında fark etmişti. "Tanrılar sizi kutsasın. Onları onurlandırmak için alın." demişti. Koen daha önce Frange halkının nasıl tapındığını duymuştu. Bu ufak çakılları en yüksek yerde duran biri erkek biri kadın heykeline doğru fırlatıp ağlayacaklardı. Ağlayamazdı ama yere kapanıp ağlıyormuş gibi bir süre durabilirdi. Meclis üyelerinin yanından geçişi ile irkilmişti. Tavi'de aralarındaydı. Tavi onu fark etmesin diye başını yere doğru eğip dua ediyor gibi davranmaya başlamıştı. Jeniske'nin yakınlarda olduğunu anladığında ensesindeki bütün saçlar diken diken olmuştu. Dönüp onu görmeye yeltenmedi. İkinci defa çan hızla çaldığında derin bir sessizlik olmuştu. Mavi cübbe içinde uzun sakallı yaşlıca bir adam öne doğru yürümüştü. "Tanrıları bu gece ziyaret ettiğiniz için minnettar olduklarını söylemeye gerek yok. Yıllardır bu tapınak hiç bu kadar aydınlık ve güzel olmamıştı. Sizler onların gücüne inanıp onlara yakarmaya gelen sizler bilin ki bu karşılıksız kalmayacak. Onlardan bizlere yağmuru ve baharı getirmesini dileyeceğiz. Her tanrının istediği gibi özgürce ibadet eden halkları olması için orduların başarılı ve barışçıl bir sefer düzenlemesini dileyeceğiz. Onlardan yer yüzündeki çocukları için merhamet dileyeceğiz." Rahip sözlerini sürdürürken bir çan onun sesinin ritmine uygun şekilde çalmaya başlamıştı. İnsanlar o konuşmasını bitirdiğinde ayağa kalkmış ve sırayla gidip tanrıların heykelleri önüne taşları fırlatıp yere kapanarak selam vermeye başlamıştı. Koen olduğu yerde elinde incecik çakılları tutarak oturuyordu. Gidip tanrılara tapınmayacaktı. İnsanlar gidip gelirken rahipler bir ilahi söylüyor ve yanlarından geçenlerin alnına bakır kaptaki sudan sürüyordu baş parmakları ile. Kutsanmak çok değerliydi. Bir tanrının himayesinde korumasında olmak. İnsanları kötü ruhlar ve güçlerden başka tanrıların hileci oyunlarından korurdu bu. Koen bunu düşünüp kesilmiş kolunu tuttu. Kutsanmış olsaydı basit bir lanet gibi kusarak atabilirdi onu. Ama onu koruyan bir tanrı ya da tanrıça yoktu. "Bu dünyaya ait değilsin." yanına oturan kişi az önce oturan kişi değildi. Yün kokusu yerini yasemin kokusuna bırakmıştı. Jeniske'nin ruhunun ağırlığını hissetti. "Buradaki insanlar gibi asla olamazsın. Onlar gibi hüküm altında yaşayamaz ve onlar gibi bir varlığa tapınamazsın." Sözleri fısıltılıydı. Uzanıp onun elindeki çakılları aldı. Kenarı doğru bıraktı. "Senin yerin bu kubbeli tapınaklar ya da bu heykellerin ayaklarının altı değil. Sen bunun ötesindesin. Tanrılar ve tanrıçaların gerçekte ne olduğunu bilmesen de hissediyorsun. Onlar sadece bir kitabın yazarları Koen. Ve onların kaderini çizemediği tek kişi sendin ve hala sensin." Koen ifadesizce gidip gelen insanlara ve kutsanışlarını izliyordu. Birden ayağa kalkıp yerdeki çakılları avuçlayıp sıraya doğru dalmıştı. İnsanları tepeleyip meclis üyelerinin yanından hızla geçip elindeki çakılları fırlatmıştı. Rahibe doğru yürüdü. "Beni kutsa ve tanrılarının himayesine al!" demişti. Rahip ona şaşkınlıkla bakıyordu. "Günahlarının bedeli olarak ne vereceksin onlara peki?" demişti Rahip durgun suyu parmağı ile karıştırarak. Koen kolunu tutmuştu. "Yeterince bedel verdim ben onlara. Etrafta bir sessizlik olmuş ve sıra durmuştu. Koen rahibin önünde diz çöktü. "Kutsanmak istiyorum. Doğduğum günden beri ruhumu kutsayan bir tanrı ya da tanrıça olmadı." demişti. Rahip ıslak elini onun saçına sürdü. "Tanrıların boyunduruğu altına girip doğru yolu bulman ne güzel." demişti tanrı. Koen ise gözlerini kapamıştı. Rahip fısıltı le bir şeyler söyledi ve ıslak parmağını onun alnına bastı. Bu ritüel sadece bir inançtı. Gerçeklikten yoksun ve sıradan bir eylemdi. Koen ayağa kalktı. Kutsanmış olmalıyım diye düşünerek rahibin elini tuttu. "Tanrılar beni de koruyacak mı?" demişti. Rahip şaşkınlıkla ona bakan çaresiz gözlerine baktı. "Elbette. Kaybolmuş ruhunu bulacak ve onu koruyacaklar. Onu kötülükten arındıracak ve kendi cemaatinin bir parçası yapıp ölümden sonra onun etrafında olacaksın." demişti. Koen bunun üzerine geri yerine döndü. Onu izleyen yeşil gözlere baktı ve geri bağdaş kurdu. "Gerçekten seni kutsamadı bile o sahte rahip." demişti. Koen bir an dönüp sinirle Jeniske'ye baktı. "Gerçek olması önemli mi? En azından buna inanmamı sağlıyor." demişti. Jeniske bir an dudaklarını oynattı. Ardından ayağa kalktı. "Kışlaya dönüyoruz." demişti. Koen onu duymazdan gelip ilahileri dinliyor gibi başını yana doğru çevirdi. Jeniske tekrarladı. "Kışlaya dönüyoruz!" demişti. Koen onun yüzüne bakmadan konuşmaya başlamıştı. "Sen dön. Ait olmadığım yerde kalmak hoşuma gitmiyor. Arkamdan iş çevirenlerle olmakta." demişti. Jeniske onun çocukça inadının sebebinin kendi suçluluğu olduğunu biliyordu. Hatasının farkında ve o insanlara yaptığı saygısızlığın farkındaydı ama özür dileyecek kadar kendini yatıştıramamıştı. Burada kalacağını belirtecek şekilde iyice kuruldu. Jeniske ona belinden çıkardığı keseyi uzattı. "Al bunu!" demişti. Koen uzatılan keseye dönüp bakmadı bile. Onu görmezden gelirken Jeniske iç çekti. "İnadın bitince kışlaya gel ve adam akıllı konuşalım. Yeter bu kadar saçmalık." demişti. Sesi sinirli değildi ama keskindi. Koen ona cevap vermedi. Ayin sürerken Jeniske gitmemişti. Arkada Aiken ile bekliyordu. Koen'i izliyordu. Orada olmasının anlamını bile bilmeyen genç bir delikanlı hayranlıkla yükselen kubbeyi izleyip anlamsız ilahilerden bir şey anlamaya çabalar gibi bakıyordu. Koen uzaktan ilk defa bir tapınağa getirilmiş çocuk gibi duruyordu. "Onu alıp mı gideceğiz?" demişti Aiken. Jeniske başını salladı. "Bizimle gelmeyecek. Onu izlediğimizi bilmesini istemiyorum. Sıradan bir rahip gibi bir adamını tapınağa yerleştir. Başına bir iş gelsin istemiyorum." demişti. Tavi onlara doğru geliyordu. Herkes ayakta ilahi eşliğinde ağlayarak tanrılardan bahar ve zafere dair dualar ediyorken Tavi sıkın halde oraya gelmişti. "Kutsandığına inanıyor bu insanlar. Oysa sadece bu rahipler onlara kutsanmış varlıklar gibi davranan iyi oyuncular." demişti. Jeniske gülümsedi. Kışlaya doğru yola çıkmamışlardı. Tavi'nin ufak evinde misafir olacaklardı bu gece. Jeniske Koen burada iken şehri terk etmek istemiyordu.

 

 

 

 

Bölüm On Dokuz

Bahar Yağmurları

O gecenin sonunda şafak sökerken güneşin kendini göstermesine izin vermemişti gri bulutlar. Uzaktan gelen nem kokusu yağmurun geldiğini ve karı eriteceğini donmuş toprağı çözeceğini anlamıştı. Ve öğlen tapınağın kubbesine sert damlalar çarpmaya başladığında köşede şilte üstünde oturmuş yerdeki dökülmüş çakıl taşların ince ince sabırla yan yana dizen Koen'in dikkatini çekmişti. Çığlıklar kopmuştu dışarıda. İnsanlar yağmur altında dans etmeye ve tanrıların onların dileklerini kabul ettiğini haykırmaya başlamıştı. Koen dizdiği incecik taşlara bakıyordu. Rahipler burada kalabileceğini söylemişti. Gece bu köşede uyuklamış ve onun için saman basılmış bir yastık ve kokan bir örtü vermişlerdi. Şilte sert ve etrafta keçi ağılındaymış hissi veren çirkin bir koku vardı. Ancak uyuyamamasının nedeni ne kaşındıran yastık ne de kokuydu. Bütün gece düşünceler beynini gıdıklamış ve düştüğü karamsarlık uykusunu kaçırmıştı. Tapınağın tahta kubbesini en sivri ucundan içeri sızmaya başlayan yağmur damlaları oyma girintilerde birikiyordu. Kuşlar için yapılmış birikintinin taşma olasılığını düşünmeye başlamıştı Koen. Oraya gözlerini kilitlemiş ve dışarıdan gelen bağırtılara aldırış etmeden dalıp gitmişti. Yanına oturan siyah cübbeli adamı fark etmemişti bile. Çakıllardan kendine bir çember oluşturmuştu.
"Biraz ıslatılmış ekmeğimiz ve sıcak şerbetimiz var." siyah cübbeli adam bunu söylediğinde Koen birisi ona iğne batırmış gibi irkilip ona bakmıştı. Yüzü yorgun ve aklı karışıktı. Rahipler içki içmezdi. Şerbet ya da su ile karıştırılmış kaynatılmış bitki çayları içerlerdi. Koen yorgun şekilde adama baktı. "Teşekkürler. Karnım aç değil." demişti. Ayinden sonra dün ona bir kâse haşlanmış pirinç vermişlerdi. Ancak yemediğini gördüklerinde başka bir evsize onu ikram etmek için izin almışlardı. Dünden beri pek bir şey yemediğinin farkındaydılar. Askerlerin keten gömlekleri hemen kendini belli ederdi. Nemden bunalmış ve gece boyu terlemiş Koen en son kusarak yattığı yerden fırlayınca cübbesinin kokusuna daha fazla dayanamayıp onu çıkardığında gömleği ile kalmıştı. Rahip onu süzdü. "Kışladan mı geliyorsun? Yoksa o gömleği çamaşırcılardan çaldın mı?" demişti. Koen üstündeki keten gömleğe baktı. "Çalmış olmam daha olası olabilir değil mi?" demişti. Rahip onu zan altında bırakmak istemeyerek bir an ürperdi ve mahcup halde başını eğmişti. "Çolak olmamdan dolayı orduda yer alamayacağımı düşünmeniz normal. Sizi suçlayacak değilim. Gömleği çalmadım. Bir kadın verdi bana. Pislik içinde dolaşmama katlanamadı ve bana verdi." demişti. Kadının Maios tarafından gönderildiğini hatırlayınca midesine bir ağrı girdi ve başı dönmüştü. Kolundaki ve midesindeki ağrılar için Saisa'nın verdiği ilaçlarının hepsi kışlada kalmıştı. "Acı çekiyor gibisin. Tanrılara dua etmek ister misin?" rahip bunu o kadar büyük bir inanç ve istekle sormuştu ki Koen ona bakıp kaldı. Tanrıların acı ve ağrılara iyi geleceğini düşünmek ne acınasıydı. Büyü gerçekti ama bilimde onun kadar gerçekti. Din ise... Din tartışılırdı. Yağmurun yağışı bir mucize gibi gelebilirdi ama bunu tanrılar sağlamış olamazdı. Ölümü görmüş ve ölümden sonra ne oluğuna dair tek bir inancı vardı. Derin bir boşluk. Tanrılar yoktu. İblisler yoktu. Derin uzun bir sessizlik ve karanlık vardı. Acıyla yüzü buruştu. Ekşiyen midesi içeride kalan son şeyleri de çıkarmaya zorluyordu onu. "Zavallı ben..." diye mırıldandı. "Zavallı ben ve benim kahrolası kaderim..." Bu sefer sözcükler daha anlaşılırdı. "Yapmayın genç efendi. Kaderinize hayıflanmak tanrıları kızdırır." Koen Rahibin yüzüne dikkatle bakmıştı. Bir hastalığın izi vardı yüzünde. Yüzünün bazı yerlerinde derin çıban yaralarının izleri vardı. Cüzzam mı? Yo... yo başka bir hastalıktan kalan izlerdi bunlar. Bir bıçakla yontulmuş gibi derin izler. "Tanrılar olmasa bizi kim huzurlu ruhlar haline getirecek. Yaşayacaklarımız onlara olan inancımızı tazeler." Yüzündeki izler çocukluğundan kalmaydı. Birden çıkan çıbanlara çare olsun diye annesi onu bir şifacıya götürmüş ve çocuğun yüzündeki büyük çıbanları kadın sıcak bıçakla kesip dağlamıştı. Geriye çirkin ve zımparalanmamış izler bırakmıştı. O günden sonra onu dışlamıştı arkadaşları bir pislik ve lanetli birisi olduğunu söyleyip taş atmışlardı. Zavallı çocukluğu... Tanrılarına sığınmasa onu böyle huzurlu bulamazlardı. Yaşlı baş rahip onu yanına almış ve eğitmişti. Ona doğruyu ve kaderin onu tanrılara hizmet etmeye ittiğini onlar dışında kimsenin bir umut olamayacağını her birinin dünyada olmasının bir amacı olduğunu öğretmişti. Rahip inancı ve bir o kadar tanrılarına ve tapınağına sadık bir adamdı. Tanrıların yolundan ayrılmış olanları o yola getirmek ve onlara ışık olmak isterdi. Okuma ve yazma bilirdi. Bir kadının sevgisinden yoksundu ve bu yoksunluğunu ilahi tanrıçada arıyordu.
"Kaderi olmayanlar peki?" demişti Koen belki bu küçük tapınağın bir daha görse hatırlamayacağı rahibi ona cevap verir umudu ile sormuştu sorusunu. "Her canlının kaderi vardır. Bir keçinin kanı akıyorsa doyurduğu kişinin kaderinde etkilidir. Herkesin kaderi bir yumak ip gibi birbirine dolanmıştır. Kaderin yoksa bu dünyada olamazsın. Tanrılar seni bu dünyaya getirmezdi." Rahip ezberden konuşuyordu ama Koen için bu kelimelerin anlamı çok büyüktü. Kadersiz olmak değildi mevzu. Bu dünyanın bir parçası olamamaktı. İç çekti ve gülümsedi. "Anladım rahip. Anladım. Sizlere afiyet olsun ben biraz dinleneceğim." demişti. Yana doğru devrilmişti. Rahip onun için endişeliydi. Tapınağın kapıları herkese açıktı ve onlar doğru yolu bulana kadar burada kalabilirlerdi. Sonra kaderlerini yaşamaya giderlerdi. O ise burada neden olduğu belirsiz bir çolak gençti. "Bir günah mı işlemişte bu kadar acılı?" Oturdukları masada daha genç olan yüzünde yaraları olan rahibe sormuştu. Uzakta yana devrilmiş yerdeki çakıllara bakan gence döndüler. Bir çuval gibi duruyordu. Yığılmış ve cansız. "Bilmiyorum kardeşim. Sanırım o bir bedevi gibi kimsesiz ve dinsiz." demişti. Baş köşede oturan büyük rahip onlara baktı. "Dün gece kutsanmak için heyecanlı olmasını anımsayın kardeşlerim. O artık dinsiz değil." demişti. Hepsi usulca başlarını sallayıp ıslatılmış bayat ekmeklerini yemeye başlamışlardı. Onlar yemek yerken içeri kıyafetleri sırılsıklam olmuş uzun boylu bir genç girmişti. Yüzünde bir telaş vardı. Etrafa hızlıca bir şey arıyor gibi bakındı ve ardından köşede bir çuval gibi yığılmış olan Koen'e koşmuştu. Nefesi yüzlerce kilometreyi koşmuş bir atın nefesi kadar hızlı ve derindi. Dizleri üzerinde yere çökerken elini göğsüne koymuştu. "Koen! Çabuk!" demişti soluk soluğa. Koen yattığı yerden karşısında sırılsıklam olmuş Aiken'e bakıyordu. Neler olduğunu anlamamıştı. Aiken ise nefesini toparlamaya çabalarken kesik kesik konuşuyordu. "Dün gece yarısı Efendi Jeniske fenalaşmış. Dediklerine göre bir şey görmüş ve düşüp kalmış. Dili tutulmuş ve o öylece boşluğa bakıyormuş. Efendi Tavi... Seni endişelendirmek..." Öksürükle iki büklüm oldu. Saçından akan sular burnun ucundan damlıyordu. "Ne olmuş?" demişti Koen şaşkınlık yattığı yerden doğrulduğunda. Aiken nefesini toparladı ve ellerini dizlerine koydu. "Dün gece efendi Tavi'nin evinde kalmışlar. Kapı çalmış onlar otururken. Yaşlı bir kadın gelmiş Kadın onunla konuşmak istemiş. Daha sonra... Sonra o bir şey görmüş gibi dışarı boşluğa bakmış. Öylece... Ve olduğu yere yığılıp gitmiş. Kadını mahzene kapatmışlar. Şifacılar var. Gidince seni çağırmak geldi aklıma..." Aiken endişeli ve korkmuştu. Jeniske'yi hiç böyle görmemişti. Rengi atık ve inme inmiş gibi olduğu yerde boşluğa bakarken. Koen hemen ayağa kalkmıştı. "Ev nerede?" demişti. Aiken öksürerek ayağa kalktı. İki genç koşarak kapıdan çıkacakken baş rahip onlara yetişmişti. "Neler oluyor çocuklar?" demişti. Aiken adama imansızca bakarken Koen birden olduğu yerde kalmıştı. Tapınak şehrin üçüncü meydanına açılıyordu. Rahip aniden duran gence bakıp onun baktığı yere baktı. Bir çocuk vardı hemen karşısında. Aiken de oraya bakıyordu. Sıradan sefil bir çocuk. Gri gözleri ve kirli yüzü. Ama sağanak yağmurda üstünde sadece yırtık bir gömlek gibi bir şey vardı. Ayakları çıplaktı. Dizlerinden kan akıyordu. Elinde ise ölü bir karga. Karganın gövdesi ile kafası iki elinde duruyordu. Kafayı zarif bir hareket ile Koen'e doğru fırlatıp çirkin yaşlı bir gülümseme belirdi çocuğun yüzünde. "İhanet..." diye fısıldamıştı çocuk. Bir yılan gibi konuşuyordu. Koen çocuğa bakıp kalmıştı. "İhanetin bedeli kaybetmektir." diye devam etti çocuk sırıtışını sürdürerek. "Şüphe ilk ihanettir." Çocuk bir bilge gibi konuşurken çirkin sırıtışı yüzünden eksilmiyordu. Aksine dudakları daha çok gerilip yukarı doğru kıvrılıyordu. "Kaderi olmayan bir hayvan... sadece sorun çıkarır." çocuk öne doğru bir adım atmış ve mesafeyi daraltmıştı. Ortam gergindi. Yağmur şiddetle yağarken gök gürlüyor ve öfkeden kuduran tanrıların çığlıkları gök yüzünde parlıyordu. "Çok uzun süre bekledik. Ben ve kardeşlerim. Cadı kadın... Onun ektiği şüphe tohumlarını yeşerttin seni küçük piç!" sesi bir çocuğun sesi gibi değildi. Korkunç bir tonu ve olgun bir yankısı vardı. Dudakları arasında parlayan altın rengini anımsatan sarı dişleri... Koen çocuğu hatırlamıştı. Ölmüş fareden korkan ufak çocuk. Çığlık atıp ekmeğini düşüren. "Kimsin sen?" demişti Koen titreyen sesini toparlayamadan. Yağmur git gide şiddetleniyor ve çocuk hızlı birkaç adım daha atmıştı. Islanan saçları yüzüne yapışırken bir kahkaha atmıştı. "Herhangi birisi... Her an dibinde olan bir fare ya da seni yukarıdan izleyen bir tanrı. Lanet olası yaşamını sana veren bir varlık." dedi çocuk korkunç sesi ile. Yağmur damlaları birden havada asılı kalmıştı. Sesler kesilmişti Koen çocuğun sesini kulağında hissettiğinde cilalı çeliğin su damlalarına çarptığını duymuştu. Bedenine doğru savrulan bıçağı durdurmak için sol kolunu savurmuş ama boşluğu geçen çelik göğsünde bir çizik oluşturup tekrar savrulmak için kalktığında çocuğun birden eli havada asılı kalmıştı. Bir yayın gerilip ardından bırakıldığında çıkan gevşek bir ıslık sesi ile yağmur sesi birbirine karışmıştı. Çocuğun yutağını aşıp geçen metal ok ucu kızıla boyanmış parlıyordu. "Lanet olsun onu öldürdün!" Arkadan gelen sesle beraber bir koşturma olmuştu. Koen düşen çocuğun kanına boyanan kara karganın başsız bedenine bak kaldığında saniyeler dakikaya dönüşüyordu. Akan kan ıslanmış beyaz gömleğinde kızılla pembe arası bir desen oluştururken kolunu tutan ve çeken Aiken olmuştu. "Ordu içeri çekiliyor!" diye bağırmıştı birisi. Yağmurla gelen tek şey bereket değildi. Hisar’ın sessiz ordusunun ayak sesleri duyulmuş ve kışla şehir surları ardına doğru çekilirken kapılar kapanıyordu. "Buraya kadar gelmişler!" ardı ardına çığlıklar kopup borular öterken Koen Aiken'in birkaç adım ötesinde sokaklardan geçiyordu. Saraya yakın iki katlı bir eve vardığında orada birkaç kıdemli subay ve Maios'u bulmuştu.
"Yaralanmış! Neler oluyor?" Gök gürültüsü yeri sallamadan hemen önce Maios bunları söylemiş sonra sesi gümbürtü ve sarsıntı ile karışmıştı. Koen kendini içeride bulduğunda sıcak hava yüzüne çarpmış ve beynini gıdıklayan yağmur sesi boğuklaşmıştı. "Git gide durumu kötüleşiyor. Onu uyanık tutmaya çalıştıkça histerik krizler geçiriyor." Bir adamın sesi gelmişti Koen'in kulağına. "Yukarda Koen. Onun yanına çık!" Maios'un sesi kulağına çarptığında bileğini kavrayan eli hissedip merdivene çekildiğini fark etmişti. Ve o an bir çan sesi duydu. Başına korkunç bir ağrı sokan uğultuları bastıran çan sesi ile bağırmıştı. "Kesin sesinizi!" Öyle hırçınca ve öfke dolu bağırmıştı ki kendisi bile susmuştu. Bulanıklık gidene kadar birkaç saniye ayakta kaldı. Ardından elini sızlayan göğsüne doğru götürdü. Kanıyordu.
"Hisar ordusu dışarıda surlarda. Jeniske kendinde değil. Neler oluyor böyle?" Tavi şaşkınlık içinde konuşan Koen'e dikmişti gözlerini. "Bilmiyoruz. Orduyu içeri aldık ve kapılar kapandı. En azından üç haftalık yiyecek stoku var. Bir süre orduyu içerde tutabiliriz. Ama asıl sorun Jeniske. Dün geceden beri ne konuşuyor ne hareket ediyor bir ölü gibi..." Tavi bunları söylerken ona doğru yürümüş ve yarasına bakmıştı. "Sana ne oldu? Kim saldırdı?" demişti. Koen elini yarasından çekti. "Bilmiyorum. Bir çocuk ya da çocuk gibi gözüken bir şey. Jeniske'nin izci kargasını öldürmüş bir çocuk..." Birden yüzüne inen tokat gibi gerçekle dudakları açık kaldı. Öylece ona şaşkınlıkla bakan adamlara baktı. O gördüğü şey bir tanrı olamazdı. O bir tanrı olmamalıydı. Onu öldürmek için neden iki parmağını şaklatıp ruhunu çekip almamıştı? "Kimseye ait değil!" demişti. Elini alnına götürüp kanı alnına buladı. Bir kahkaha attı. "Aşağılık tanrılar beni öldürmez." demiş ve dehşet içinde gülmüştü. "O kadın! Dün gelen o kadın nerede?" Tavi evin alt katını gösterdi gözleri ile. "Mahzene kapattık." demişti. Koen dışarı doğru çıktı ve mahzene doğru yürüdü. Aiken onun arkasından yetişmişti. "Neler oluyor Koen?" demişti. Koen delirmiş gibi güldü. "Aklımı kaybetmediysem Tavi mahzeninde bir tanrıçayı tutsak etmiş." demişti. Muhafızlar kapıyı açtığında aşağı doğru indi. Aiken onun ardından elinde gaz yağı lambası ile gelmişti. Kadın elleri büyük bir tahtaya geçirilmiş halde yerde oturuyordu. Koen'i görünce gülümsedi. "Merhaba Koen!" demişti. Koen onun çirkin yüzüne ve belirgin benine baktı. Onu görmüştü. Ama nerede? Birden ölümünden sonra düştüğü karanlıkta ona doğru koşan kadını anımsadı. Elini ona doğru uzatıp bilekliğini çekip almış ve ondan sonra kimseyi görmemişti. Kısa ama her saniyesi bir yıldan uzun gibi gelen o karanlıkta bekleyişte başka kimseyi görmemişti.
"Jeniske'ye ne yaptın?" demişti Koen ona doğru yürürken. Kadın onun boş sallanan gömlek koluna baktı. "Onu koruyorum. Senden ve o kendini beğenmiş üç tanrıdan!" demişti. Koen kadına baktı. "Üç tanrı mı?" demişti. Kadın usulca başını salladı. "Evet. Onun acılar dolu ve zaferleri kanla yazdıkları Jeniske'yi koruyorum. Akıllı ve yetenekli olan insanların ölmesi beni hep üzmüştür." Koen onun önünde durmuştu. Kadın oldukça yaşlıydı. Sanki her saniye biraz daha yaşlanıyordu. "Benden neden koruyorsun?" demişti. Kadın usulca güldü. "Öleceğin gerçeğini kabul etmeyip onu kutsayanlara ihanet etmek üzereydi. Senin yüzünden. Bu yeterli mi?" Koen bunu duyunca gözleri yarasına gitti. "Onlardan birisi buradaydı?" Kadın bunu duyunca büyük bir kahkaha attı. "onlar hep buradaydı. Hep dibinizde. Bazen bir kâhya bazen bir sokak çocuğu. Ya da ihtiyar bir dilenci." Koen kaşlarını çattı. Başı dönmüştü. Duvardan tutunup kenarı doğru yaslandı. "Neler olduğunu anlamıyorum. İhanet mi? O onların rahibi ve kutsal olan. Neden onu öldürmek istesinler?" demişti. Kadın onun halsiz yüzüne baktı. Aiken kenarda duruyordu. "Senin yüzünden. Bir tarlada eğer yabani bir bitki varsa çiftçi onu koparıp atmalı. Onu sevip sulamamalı. Jeniske seni büyütüp güçlendirdikçe onun efendileri ve tanrılarının nefretini üstüne çekiyor." demişti. Koen midesinin yanmasına dayanamıyordu artık. Kolu korkunç bir ağrıyla titremişti. "Onu korumak senin vazifen değil. Geldiğin yere geri dön ve Jeniske'yi serbest bırak." demişti. Kadın gülümsedi. "Onu uyardım. Seni uzak tutması için uyardım. Ama peşini bırakmadı. Sen bu savaşın ve buranın bir parçası değilsin. Ben kötü bir yazıcı değilim Koen. Bunu anlamanız gerek. Ait olmadığın yerde güç dengesini bozuyorsun. Gerçi bu benim işime gelmiyordu. Üç hilecinin kazanmasını ve güçlü birer kaltak olup burada hüküm sürmesine izin veremem." Sinirlenmişti. Yavaşça ayağa kalktı. Koen onun yaydığı gücü hissediyordu. İstediği an buradan çıkıp gidebilirdi ama gidemiyordu. Neden? "Yerinde dur ihtiyar!" demişti Aiken kılıcını çektiğinde Koen başını öne doğru eğip mırıldandı ve güldü. "Aiken dışarı çık! Burada olman doğru değil." demişti. Kadın gence doğru döndü. Işığı bırak ve git genç adam. Sanırım Koen ile konuşacağız!" demişti. Koen kadına dönmüştü. "Konuşacağız." Ardından duvarın dibine doğru çöktü. "Aiken bizi kimse rahatsız etmesin." demişti. Aiken dışarı doğru çıkıp mahzen kapısını kapattırmış ve Koen emir verene kadar açılmamasını emretmişti. Maios ve Tavi gergin bekleyiş içindeydi. Şifacı birden merdivenlerden inmişti. "Onu daha fazla uyanık tutamayacağım. Direndikçe nefesi yavaşlıyor. Bunun için elimden bir şey gelmez." demişti. O an zaten anlamışlardı. Tavi hızlı adımlarla yukarı çıkan Maios'un peşinden çıkmıştı. Jeniske yatakta bir ölü gibi sakin ve huzurlu duruyordu. Hatta neredeyse gülümsüyordu. Gözleri kapanmış ve dudakları arasından hissedilemeyecek kadar incecik soluklar çıkıp giriyordu. Bedeni gevşek ve bir öğlen uykusunda gibi rahat duruyordu.
"Yağmurun bereket ve zafer getirmesi gerekirdi Efendi Tavi. Burada neler dönüyor?" demişti. Tavi de onun kadar bir haberdi olanlardan. "Burada böyle bekleyemeyiz. Surlardan içeri giren askerleri toparlamamız gerek." demişti Tavi. Maios derin bir nefes aldı. Gece çöktüğünde Qufang'a bir kuzgun yollayacağım. Hisar'ın gönderdiği orduyu alt edecek kadar güçlü bir ordu bir haftada burada olur. O zamana kadar kayıp vermeden direnecek şekilde hazır olun." demişti.
Saatler geçmişti. Yağmur durmamış, Hisar'ın ordusu kışlaya varmıştı. Kapalı dev sur kapısının görüleceği yerde konumlanmış yağmur altında beklememek için bir kilometre öteye hızlı bir çadır kışla kurulmuştu. Tavi ve Aiken orduların başında subayları toplamış savunma planlarını konuşurken Maios mührünü almış ordunun acil hareketi için emir yazıyordu. Ve gün battığında Mahzenin kapısında bir tıkırtı oldu. Ardından üst üste vurma. Kapı açılınca Koen yorgun halde dışarı çıkmıştı. Göğsündeki yara kabuk bağlamış, kan siyaha dönmüştü. Yağmur yavaşlamıştı. Kuzgun havalandığında Koen yavaş adımlarla merdivenleri çıkmaya başlamıştı. Dalgın ve bitkindi. Anlatılan birçok şey onu huzursuz edip yormuştu. Yaşlı kadının anlattıklarının doğruluğu ona çok acı geliyordu. Derin bir nefes daha aldı ve son basamağı çıktı. Kapının önüne geldiğinde içeride Maios ve Tavi'nin dikildiğini ve bir ölüye benzeyen Jeniske'ye acı içinde baktıklarını gördü.
"Tanrılara şükür sonunda gelebildin!" Tavi bunu söyleyerek dönmüştü. Koen sinirle içeri doğru birkaç adım attı. "O kahrolası tanrılarınıza şükretmekten vaz geçin artık. Var olan her şeyin yalan dolu olduğunu görmüyor musunuz?" diye çıkışmıştı. Tavi ona ne olduğunu anlamak için yanına doğru gelip babacan bir tavırla elini omzuna koydu. "Yorgun duruyorsun. Şifacı ve hekim gitti. Senin yaralarına bakması için çağıracağız. İstersen aşağı inelim. Uyuması gerekiyormuş onun da." demişti. Koen acı bir gülümseme ile ona baktı. "Dinlenmiyor. Her şeyi duyuyor ve hissediyor. Onun bedenini kaskatı etmiş o cadı. Ya da her ne haltsa. Benden şehrin önündeki orduyu yok etmemi istiyor. Ancak etraf güvenli olunca onu serbest bırakacakmış." demişti. Maios kaşlarını çatmıştı. "Gelen orduyu yok etmek mi?" Yana doğru başını eğip çenesini kaşıdı. "Üç bin adam Koen. Bununla mücadele etmek için bir haftaya ihtiyacımız var. Orduya haber gönderdim. Yakında Qufang ordusu burada olacak!" demişti. Koen başını iki yana salladı. "Ordunun gelmesine en az bir hafta var. Benim ise sadece birkaç günüm. Her geçen gün Jeniske'nin bedeni ölmeye devam edecek. Ona bakın. Yüzünün yaşlandığını görmüyor musunuz?" İki adamda şaşkınlıkla dönüp bakınca grileşmiş saçları ve buruşmuş yüzü gördü. Az önce böyle değildi. Koen elini alnına götürdü. Yatağa doğru hızlı adımlarla yaklaşıp Jeniske'nin serçe parmağındaki yüzüğü çekip aldı. Kızıl taş olan gümüş yüzük... O gün toplantıda Jeniske'nin Koen'e fırlattığı yüzük. Üstündeki taş her yerde bulunan bir taş değildi. O... O üç tanrı dağından gelme bir kutsal taştı. Koen yüzüğü dişler arasına sıkıştırıp yüzük parmağına geçirdi. "İki şafak sökene kadar onlar için güvenli bir ortam sağlayacağız. Bu sırada bir devriye sokakları gezip kişilerin adlarını kontrol etsin. Burada olmayanlar ve sığınmacı herkesi büyük meydana toplasınlar. Lanet olası üç iblis ve o cadı..." Dişleri gıcırdamıştı. Sinirden kaşları öyle şiddetli çatılmıştı ki gözleri görünmüyordu artık. "Hisar kadar ufak bir düşmanla savaşmak için dizlerimin üstüne çöküp ağlamam mı gerek?" Maios onun ne dediğini anlamıyordu. Yanına doğru yürüdü. "Cadı da ne demek? Üç iblis mi? Sen neyden söz ediyorsun." Bu kelimler ona yabancı değildi. Kör kâhinin dedikleri aklına geldi. Ona cadı ve üç iblisten söz etmişti. Kara karga gök yüzünde uçarken kızıl tilki yer yüzünde koşuyor olacak... Kehanet böyle başlıyordu. Peki sonra? Onlar zafer kazanacaktı ve cadı huzuru bulup üç iblisi alıp gidecekti.
"Bir anneden çocuklarını öldürmesini istemek aptallık olur!" Koen bunu mırıldandı ve burnundan kesik bir nefes verdi. "Cadının ellerini çözüp onu buraya getirin. İkisinin de yanı odada kalmasını sağlayın. Ama..." Duraksadı ve pencereye döndü. "Ama ne?" Tavi endişe ile onun ne düşündüğünü merak ediyor ve heyecanla sözün devamını merak ediyordu. "İkisini kesinlikle yalnız bırakmayın. Aiken ordunun başında mı?" demişti. Yırtık ve kan lekesi siyaha dönmüş gömleğini yoklayarak. "Evet!" diye mırıldandı Maios. Sanki onu huzursuz eden şeyleri söyleyemediği için kırgın gibiydi. "Peki! Bende orada olacağım. Kral Maios sizden tek isteğim Jeniske ve o kadını yalnız bırakmayın. Aileniz size onu koruyacak bir miras bıraktı." demiş ve parlak çelik kılıcı göstermişti. Maios emir alacak bir adam değildi. O bir kraldı. Ama sanki ondan daha yüce bir konumda gibi emir yağdıran çolak adamın dediklerini yapma gereksinimi hissetmişti. Tavi öne doğru atıldı. "Bende geleceğim. Kışladan içeri giren herkes panik içindeydi. Onların başında ve subayların yanında..." Koen onun birden lafını kesmek için elini havaya kaldırmıştı. "Gerek yok Efendi Tavi. Gerek yok. Siz burada kalın ve dediğim gibi buraya yakın zamanda gelmiş yabancıları bulun!" demişti. Küstahtı. Ama kendinden emin bir komutan gibi emirleri net ve keskindi. Dili sivri fakat keskin değildi. Hepsine yapması için manidar ve anlamlı görevler yardırmış ve burada tek iktidar olduğunu bir kez daha hissettirmişti. "Saisa onun basit bir adam olmadığını söylemişti." Koen henüz evden yeni çıkarken Maios hemen konuşmaya başlamıştı. "Normal olmasını bekleyemezsiniz majesteleri. Senden benden yaşlı bir genç. Baktıkça insanı rahatsız eden gözleri ve kararlılığı var. Gidip şu sözünü ettiği kişileri bulmalıyım." demişti. Maios derin bir iç çekti. "Bende gidip şu cadının çıkarılmasını söyleyeyim." demişti.

Gece sürerken aralarında da üç metreden biraz fazla kalınlığı olan duvarın olduğu yerde iki ordu konumlanmıştı. Surlara yakın evlerdeki insanlar tedirgindi ve akrabalarının evlerine gitmişti birçoğu. Yağmur bütün hızı ile sürüyordu. Koen kurulan ufak kamp çadırında subaylarla birlikteydi. Hepsi endişeli ve hazırlıksız olduklarından yakınıyordu. Koen Kaşlarını çattı. Gün doğana kadar bütün askerlere dinlenme emri verilmişti. Ama kimsenin uykusu yoktu. Hisar nasıl bu kadar sessizce diplerine girmişti anlam veremiyorlardı. Bu kadar kötü yolda nasıl böyle bir orduyu yürütmeye cesaret etmişlerdi?
"Topları dövse de surlar oldukça kalın. Bir haftada ancak yarıp geçerler. Ancak kapı! Kapı zayıf. Bir koç başı ile iki saatte açıp girerler." Konuşan subay dericinin oğluydu. Şehir haritasında elini kapının üstüne koymuştu. "Dört öküz arabasının aynı anda geçeceği kadar da geniş." Diye eklemişti. Koen kapıyı düşünüyordu. Bütün orduyu orada konumlandırmak girişi zayıflatırdı ama Engel olamazdı. Elini saçlarına daldırıp haritaya doğru yaklaştı. Parmağındaki yüzük ışıldıyordu. "Kapının zayıflığını onlarda düşünmüş olmalı. Ve orada bekleyeceğimizi biliyorlar. Savaşı şehre taşırsak sivillerin telaşı çok fazla kayba neden olur. Savaşın şehrin içine taşınmasına izin vermeyeceğiz." demişti. Aiken ona bakıyordu. Koen gülümsemişti. Sağ bacağında hançerini taktığı kemer vardı. Kemeri takmış ve hançerini oraya koymuştu. "Peki ne yapacağız?" Frange subaylarından en kıdemli olanlarından birisi ona bakıp masaya yaklaşmıştı. "Qufang'ı bekleyecek kadar direniş mi göstereceğiz?" demişti. Koen başını iki yana salladı. "o kadar zamanımız yok komutan. O kadar zamanımız olsa bile Qufang bu yağmurda arabalarını çamurdan geçireceği için hepsi yorgun olacak." demişti. Kapının üstündeki surları gösterdi. "Yağmur bize gece saldırısında engel oluyor. Aynı şekilde Hisar içinde büyük sorun. Ama bizim bir avantajımız var. Surlar ve iki tarafında bekleme emri. Sessizce bütün askerleri kaldırın ve kışlayı gören surların üstüne okçuları yerleştirin. Geceyi gündüze çevirecek bir fikrim var. Bu şehirde efsuncular olmalı." demişti. Gözlerini komutana kilitlemişti. Yüzünce hınzırca bir gülümseme vardı. Çocukların bilye oynamayı sevmesi kadar savaşı seviyordu. Kaybetmenin bedeli olduğu gibi kazanmanın bir ödülü olduğunu biliyordu. Komutan ona bakıp kaşlarını çattı. "Efsuncular mı?" demişti. Koen başını salladı. Her okçu arasına bir ateş koyun. Ve okların ucunun ziftle kaplanması için birer yaver." demişti. Komutan ona şaşkınlıkla baktı. "Birliğin içinde beş yüz kadar okçu var. Bu durumda hepsi aynı anda ateş ederse..." Koen parmaklarını şaklattı. "Gece gün kadar aydınlık olur." demişti. Aiken bir şeyin hala anlamlı olduğunu düşünmüyordu. "Peki efsuncular?" demişti. Koen gülümsedi. "Ateşin en büyük düşmanı olan sudur. Ve gök yarılmış gibi yağmur yağıyor. Bir süre kadar oklar merkeze ulaşana kadar yağmuru durdurmak için ufak bir çatıya ihtiyacımız var!" demişti. Şifacılar dahil olmak üzere büyü yapabilen yirmi kadar kişi bulunmuştu. Koen onlardan sadece on tanesinin doğanın kontrolünde başarılı olacak yeteneğe sahip olduğunu fark etmişti. "Onlar sizin atışlarınızı koruyacak." demişti. Gece ilerleyip ay en tepeye varmış yavaş yavaş alçalırken kapı aralandı ve dışarı doğru on bir gölge gelmişti. Koen onlara sözleri ezberletmiş ve onun arkasında konumlanmasını istemişti. "Her atış yirmi saniyelik aralıkla yapılacak. O süre içinde biz yağmuru kesebiliriz." Denildiği gibi beş yüz okçu surlara dizilmişti. İnce bir ıslık sesi ile beş yüz kadar ateş surlarda yanmaya başlamıştı. Ve ikinci defa ıslık duyulduğunda Hisar'ın gözcüleri ne olduğunu anlamadan düşen damlalar kesilmişti. Surların önünde beliren mavi on bir ışık ve hemen ardından kızıl ışıklar hızla kampın üstüne doğru düşmeye başlamıştı. Gözcüler borularını üflerken bazılarının ona bile zamanı olmadan çığlıklar başlamıştı. Çadırlara düşen ateşle bezenmiş okları yirmi saniye sonra tekrar eden atışlar. Her seferinde önce mavi bir ışık beliriyordu. Ardından kızıl ateş bürünmüş oklar vızıltılar çıkararak üstlerine doğru uçuyordu. Yağmur durup tekrar ederken atışların ikinci dakikasında karşı tearuz için büyük mancınıklar gerilmeye başlanmış ama adamların korkusu mavi ışık yanıp söndüğünde ardından gelen vınıltı kızıl ateş topları ile artıyor ve panik kampı sarıyordu. Borazan sesi ve çığlıklar birbirine doğru karışırken mavi ışıkların ikisi yanma olmuş atışlar devam ederken kampta yangınlar büyüyordu. Tutuşan çadır ve cesetleri kesik kesik yağan yağmur bile durduramaz olmuştu. Daha sonra iki ışık daha söndü ve havada vızıldayan okların kimi ulaşamadan sönmeye başladı ve yanan sadece üç ışık kalmıştı. Koen çok zayıf olan efsuncuların bunu bile başarabiliyor oluşundan etkilenmişti. Sıradan şifacı ve efsunculardı bunlar. Kısacık bir eğitim ile yağmuru on saniyeden daha kısa durdurmayı başarmaları bir anlamda Koen için çok iyiydi. Ve en son tek bir mavi ışık kalmıştı. Bitkin efsuncular kımıldayamaz halde surun dibinde duruyordu. Koen tek kolunun eksikliğini şimdi hissediyordu. "Tek ışık yandığında otuz saniye bekleyin ve okları üçer tane son defa atacaksınız." Askerlerin hepsi bu emri anımsamıştı. Ve sönen tek ışıktan sonra geriye doğru saymaya başlamışlardı. Koen öne doğru birkaç adım atmıştı. "'5... 4... 3... 2... 1..."Islık duyulmuş ve oklar alev aldığında bir gümbürtü kopmuştu. Yıldırımlar gök yüzünü yararken Koen bir elini havaya doğru kaldırıp hızla yere doğru çöktüğünde gök yüzü yıldırımlarla beraber donmuştu adeta. Koen’in yaptığı şey göz alıcı bir güzellikteydi. Oklar üzerinden vızıltılar ile geçerken şimşeklerin ışığında düştükleri yer seçiliyor ve uçlarına bağlı olan zift dolu şişeler kırılırken birer kıvılcım çıkarıp düştükleri yeri ateşe boğuyordu. Koen son ok düştüğünde elini yere doğru vurmuş ve öyle büyük bir gümbürtü kopmuştu ki gök yüzündeki bütün yıldırımlar hızla yere doğru inip arkalarında karanlığı bırakmıştı. Kapı tekrar kapandığında yorgunluktan baygınlık geçiren efsuncuları içeri almış ve ateşler söndürülüp gözcüler dışında herkes surların arkasına çekilmişti. Alevleri yağmur söndüremezken çığlıklar sürüyor ve günün doğmasını beklerken Hisar kaybını saymaya başlıyordu. Koen tekrar çadıra döndüğünde sırılsıklam olmuş cübbesini çıkarmıştı. Bu ufak numarayı o kara kaplı büyü kitabında öğrenmişti. Ama fazlası ile can yakıcı olmuştu. Koluna giren kramp ve ağrıların yanı sıra başında korkunç bir zonklama vardı. Kızıl taşın gücünün yarısını kullanmıştı bile. Taşın bir kısmı siyaha dönerken Koen göğsünden gelen acıyla sandalyeye oturmuştu. Çadır çok çabuk dolduğunda Koen sandalyenin kolundan destek alıp ayağa kalktı." Kapının önüne otuz kadar öncü piyade yerleştirip güçlendirilmesi için çalışacak bir manga ayarlamak gerekiyor. Hisar şafak söktükten kısa süre sonra saldırıya geçecektir. Gün doğumunda verdiğimiz hasarı net şekilde göreceğiz. Bu saldırı birçoğunun cesaretini kırmış olacak. Geri çekilmemizin ardından gelen öz güvenlerinin kırılması hoş oldu. Katranları sıcak yağ ile kaynatıp surlara çıkarın. Merdivenlerini gördüm. Surlara tırmanmaya çabalayan olacak. Ocakları kurun ve şafak sökmeye yakın altlarını yakın. Her üç metreye bir büyük kazan. Daima üç metre aralıkla merdiven dayarlar." demişti. Düşmanın içinden gelen bir komutan. Ne bulunmaz bir şanstı. Aiken onun soluk rengine ve çökmüş göz altlarına baktı. "Efsuncuların hepsi kışlanın kurulan revirine alındı. Senin de oraya gitmen iyi olur." demişti. Herkes onun yaptığı ufak gösteriden etkilenmiş ve tek koluna rağmen bu kadar büyük bir güç sergileyebileceğini kimse düşünmemişti. "Gerek yok. Bir durum daha var." demişti Koen kaşları çatık halde. Kapıyı gösterdi haritada. "Eninde sonunda kırılacak. Şehrin girişindeki bütün evleri boşaltıp insanları tapınağın olduğu meydana doğru gönderin. Sivillerin yaratacağı kargaşa askerin dikkatini dağıtır ve vicdani düşüncesini uyandırır." demişti. Subaylar komutanın onda olduğunun kanısına varmıştı. Birliklerine onun emirlerini vermek için hemen dağılmıştı. Üç tanrı Ordusunun en başarılı otuz adamı kapının oraya konumlanmıştı. Frange ordusundan daha güçlüydü her adamı. Ellerinde Jeniske'nin büyülediği silahları vardı ve kılı bile ikiye bölecek keskinlikte kılıçları... Koen çadır boşalınca tekrar sandalyeye oturdu. Kimse yoktu içeride. Başını geriye doğru atmıştı ki çadırın perdesi oynayıp içeri doğru bir ihtiyar girdi. Elinde bir beze sarılmış bir şey vardı. Oturan Koen'e döndü yüzünü. "Siz gelmeyince biz gelmek istedik genç efendi. "demişti. Koen marangozu hemen tanımıştı. Sandalyeden doğruldu. "Ne oldu?" demişti. Marangoz ona doğru uzattı. "En hızlı ve en öz verili çalışma ile bitirdik. İki gün kadar kısa zamanda." demişti. Koen ona kolu getirdiğini anlamıştı. Adam masaya yavaşça kolu bıraktı. "Tahmin edeceğinizden daha kullanışlı ve güzel." Koen masada metalin mum ışığı ile ışıldadığını görmüştü. "Tahtanın bir komutan için kullanışsız olduğunu düşündü sevgili kızım. Ve bir komutan olduğunuz için size uykun aparatlar ekledi. Kapıya kadar dayanan düşman ile savaşacak olmanız..." Koen masaya doğru yaklaşmıştı. Çelikten hançer elin olması gerektiği yerdeydi. Altında yumruk yapılmış bir el vardı. Her bir eklem noktası incecik bir işçilik ile yapılmıştı. Kayışları kalın ve bir sürü idi. Marangoz gülümsedi. "Bu eklentiler ücretin içinde." demişti. Bezi tamamen açmıştı. Omza kadar bir zırh gibi çıkan kolun o kadar çok kayışı vardı ki. Koen ona şaşkınlıkla baktı. "Bu ağır şey beni yavaşlatırsa?" İhtiyar gülümsedi ve başını salladı. "Kızımın size söylemeyi unuttuğu ufak bir detay var. Bu sıradan bir uzuv taklidi değil." demişti ihtiyar ve kolun altındaki ufak yeri açmıştı. Boşlukta parlayan yerde olan şey bir kızıl taştı. "Onu bilinciniz ile kontrol edebilirsiniz. Sanırım efsuncuları çağırmışsınız ama bu kolla meşguldüm." demişti. Koen şaşkındı. Adam ona gülümsedi. "Kızıl Taş Üç tanrı dağında doğal olarak bulunan bir efsun taşı. Bir tanesi ile senelerce bunu kontrol edebilirsiniz. Sizin kızıl taş kullandığınızı sevgili arkadaşınız söyledi. Esmer ve uzun olan." demişti. Koen Aiken'i anımsadı. Marangozun efsuncu olduğunu nasıl anlamadığını düşündü. Adam ona bakıp kolu kaldırdı. "Denemek ister misiniz?" demişti. Koen kayışları bağlamasını kolu yerine oturtmasını izledi. "Adam gülümsedi ve taşı çalıştırmak için sadece emretmesini söyledi. "Emir mi?" adam usulca başını salladı. Büyük atalarım üçüncü klandandı. Ve onlar bu kızıl taşın eğitilip kullanılmasını sağlardı. Kırarsan kırgın bir ruhu içine çekip enerji dolar kalbin ama ona emredersen. Yüz yıllarca bile senin için güç sağlar." demişti. Koen adam bakıp kaldı. Frange ne garip bir krallıktı. Binlerce güzelliğin içinde toplandığı pis bir yerdi. Yetenek ve gücün olduğu ama barışın tercih edildiği ukala bir şehirdi. Koen elini yavaşça soğuk metal kola sürdü. "Uyan!" demişti. Birden bedenini saran şeyi hissetti. Bütün vücudunu saran o kızıl enerji... ve parmaklarını oynatma isteği ile gözlerini açtığında yumruk şeklinde duran el birden açılmıştı. Koen hançerin geriye doğru çekilmesini düşündü. Ve hançer geriye doğru gittiğinde öylece kaldı. Bedenin bir parçası olan bu şey... "Sanırım diğer kolumu da kesmeliyim" dedi ve kolunu oynatmaya başladı. Tıpkı gerçek bir uzvu gibiydi. Sadece soğuk ve hissizdi. Emir alan bir köle gibi... Marangoz öne doğru saygı ile eğildi. "Eğer diğer kolunuzu keserseniz ve tekrar bir kol isterseniz marangozhaneye uğrayın." demişti. Koen şaşkınlıkla kolunu incelerken Marangoz geri geri çıkmış ve uzaklaşmıştı. Aiken ona son gelişmeleri haber vermek için içeri girince metal kolu görmüştü. Bir an öylece kaldı. Ardından bir öksürük ile boğazını temizledi. "Gömleğini giymeli ve dışarı gelmelisin." demişti. Koen irkilmiş halde ona dönmüş ve hemen gömleğini giymek için sandalyeye yürümüştü. "Neler oluyor?" demişti. Aiken kaşları çatık halde ona baktı. "Yangını söndürdüler ve bir şeyler yapıyorlar. Gözcüler karanlık yüzünden ne olduğunu göremiyor. Bütün ateşleri söndürmüşler. Bir karşı saldırı..." Koen başını iki yana salladı. "Önce cesetleri saymaları gerekir." Gömleğini giydi. Alışamadığı kolunu oynatırken tedirgindi. Yavaşça giyinmişti. Çadırdan çıktıklarında hızla yağmur yağıyordu. Koen gözcülerin ve iki kıdemli subayın beklediği yere gitti. Yangın yavaş yavaş sönüyor ve yağmur şiddetleniyordu. Koen kampın hemen önüne doğru toplanmış kişileri ve tekerleri sağlam mancınıkları gördü. "Atış mı yapacaklar? Bu yağmurda kör atış olur ancak." demişti. Gözcü ileriyi gösterdi. "Efendim taş değil başka bir şey koyuyorlar." demişti. Koen oraya gözlerini odakladı. Testi gibi şeyleri indiriyorlardı hızla. Dört mancınığın yanına çekilmiş öküz arabalarının üstünden kızıl testileri indiriyorlardı. "Bu ne böyle?" demişti. O anda mancınıklar geriliyordu. Aiken daha dikkatli bakmak için duvara doğru yaslanmıştı. Dericinin oğlu olan subay hızla sur üstünde koşarak oraya doğru geliyordu. "Katran! Katran ve barut bombası bu!" diye bağırmıştı. Koen onun söylediğini anlamıştı. Ancak bu tozun çıktığı ve katranla karıştırılıp alev aldığında dinmek bilmez yangınlar başlatan maddenin çıktığı tek bir yer vardı. Dohen bölgesi. Orada yer altından çıkarılan katran ve barut sayesinde elde edilen bu şey çok büyük hasar verebilirdi. "Ateş!" Ses uzaktandı ama öyle öfke dolu ve kindardı ki... gerilmiş mancınıklar hızla salınıp üstlerinde alev almış katranla karıştırılmış barut bombalarını fırlatırken Koen öylece kalmıştı. Sekiz atış olmuş ve şehrin bir kısmı alevler içindeydi. Çığlıklar artıyor ve yangını bu defa yağmur bile söndüremezdi. "Lanet olsun!" demişti Koen dişlerini sıkarak. Surun üstünden bütün şehir gözüküyor ve yarısı alevler içindeydi neredeyse. Ve gün doğana kadar bir daha atış olmadı. Yangınlar insanları hazırlıksız yakalamıştı. Öyle ki bazı evleri söndürmemiş ve harabe halinde içinden çıkamayanlar ile yıkılıp kalmıştı. Gün doğmaya başladığında yağmur yavaş yavaş kesilmişti. Gri bulutlar gezinirken iki tarafta da hasar ve kayıp sayımı başlamıştı. Koen kalan son günü düşünüyordu. Sabahın ilk ışıklarında Jeniske'yi görmeye gitmişti. Git gide daha çok ölüye benziyor ve yaşlı kadın hareketsizce orada oturuyordu.
"Bugün ayakta kalabilecek misin?" demişti. Koen dikildiği yerden ona göz ucu ile bakmıştı. "Dün gece çıkan yangınlar savaşın kontrolünü sana kaybettirdi gibi." diye ekledi kadın. Koen birkaç adım atıp hala tüten dumanların olduğu meydanı görmek için cama yanaştı. "Ordunun Hisar'dan gelmediğini söylemiştin. Dohen askerleri." demişti. Kadın başını usulca sallayıp gülümsedi. "Dohen'e giden mesaj üzerinden iki hafta önce ordu hazırlandı ve yola çıktı. Daha fazlası hazırlanıyor. Hisar bütün krallıklara emir verdi ve binlerce asker farklı farklı yerlerden buraya doğru gelmeye başladı." demişti. Koen derin bir nefes aldı. "Jeniske olmadan bu savaşı alamam. Yeterince gücüm yok." demişti. Kadın yatakta yatan Jeniske'ye baktı. "Bence onun da yok. Bir süre daha böyle kalacak. Onu bırakmam için bu kapıların ötesinde ve içinde düşman olmaması gerek." Koen bunu duyunca ona doğru döndü. Pencerenin kenarına kalçasını dayayıp kollarını bağdaştırdı. "İçeriye giren kimse olmadı. Ve onları bulacağız. Neden Jeniske onlara yüz yıllarca itaat etmiş ve tapınmışken şimdi onu öldürmek istiyorlar? Bunun cevabını bana hala vermedin." demişti. Kadın usulca gülümsedi. İçeri genç bir kız girmişti. Elinde bir bardak ve testi taşıyordu. Kadına doğru uzattı onları. Şarabın keskin kokusu geliyordu. Kadın bardağa yavaşça şarabı döküp Koen'e doğru uzattı. "İçmiyorum artık!" demişti. Cadı güldü. "Günahlarından mı arınmaya çabalıyorsun? Bence sen en büyük günahı işledin bile." demişti. Koen ona bakıp kaldı. "En büyük günah eğer sözünü ettiğin gibi onunla..." Kadın başını yavaşça iki yana salladı. "Onunla olmandan söz etmiyorum. Dişlerinin arasında kırıp gücünü içine hapsettiğin taşlar ile tanrılara küfrettin." demişti. Koen birden güldü. Uzanıp şarabı aldı. "Galiba tanrılar ve o tanrıçalar pek seni sevmiyor." demişti. Kadın başını salladı. "Sevmezler. Ben günahkâr ve bu günahları işleyenleri izlemeyi seven sapık yaşlı bir kadınım. Üç tanrı gibi çarpık düşünceler ile hakimiyet peşinde koşan birisi değilim. Açıkçası sizin hikayeniz dikkatimi çekti. Onu uyarmama rağmen seni bırakmamak için ona bütün gücünü veren tanrılarına ihanet etmeye kalkıştı. Bundan daha güzel bir hikâye bulamam." demişti. Koen şaraptan birkaç yudum alıp Jeniske'ye baktı. Geri pencerenin pervazına yasladı kalçasını. "İhanet ettiğinde onu gördün mü?" demişti. Kadın başını salladı. "Kargaları gönderdi. Tanrıları izlemek için onları göndermişti. O sırada o kara kaplı bu dünyanın olmayan kitaptan kehanet büyüsü yapıyordu. Ve sonra sen geldin. Büyüde gördüğü ölümü değiştirmek için seni iteklemeye karar verdi. O üç serserinin hoşuna gitmedi bu ve biraz sahaya inmeye karar verdiler." demişti. Koen birden güldü. "Onlardan gerçekten nefret ediyorsun ha?" demişti. Kadın şarabı kafasına dikiyordu. "Evet! Açıkçası kendini beğenmiş küstah olan herkesten nefret ederim. Özellikle başlarındaki o kadın. Yaksotat. O çok sinsi bir kadın." Koen şaşkınlıkla ona baktı. Üç tanrıda erkektir. "Dediğinde kadın güldü. "Tulhu erkektir. Azatod erkektir ama Yaksotat erkek görünümünde bir kadındır. En tepede en büyükleri o’dur. Tulhu en küçük olan. Onunla meydanda karşılaştın. Kara saçları vardır kıvırcık karma karışık. Gözlerinde beyaz bir parça görmek zordur. Ve Azatod Tulhu'nun düşkün aşkı. Kardeşine âşık olan aptal bir tanrı. Onu daha insan iken sevip kendisi gibi tanrı yapıp yükseltti. O sarı benizli soluk yüzlü ve gri gözlü bir kaltaktır. Azatod'un erkek olduğunu anlamazsın. Tıpkı tanrıçalar gibi uzun etekler giyer ve uzun saçları vardır. Bir sürü takı takar ev kulaklarını sarkıtacak ağır altın küpeler ve bileklerine bir sürü bilezik takar. Bir çingene gibidir. Yaksotat ise Azatod'u kutsayan kişi idi. O öyle bir yılan ki kimi kadına erkek kimi erkeğe kadın gözüküp aklını çelerdi. Ve senin atalarından olan Azatod'a bir erkek gibi gözüküp onun aklını çelip kendisine tapınması için insanları toplamasını istedi. Jeniske bu hikâyeyi çok iyi bilir. Onların sofrasına oturdu. Sana hiç anlatmadı mı?" dedi. Koen başını iki yana salladı. "Bana tanrıların dedikodusunu yapacak zamanı olduğunu sanmıyorum." dedi. Kadın ona bakıp sinsice güldü. "Bence çokça boş zamanınız vardı ama seni bu konuyla meşgul etmek istememiş bile. Her neyse. Bu üç kaltağın başı olan Yaksotat güzellik ve güce düşkün bir orospu gibi dolanırdı hep. Onu büyük tanrılar buraya sürdüğünde senin dağda yaşayan atalarını büyüledi ve etkiledi. Öyle ki tapınağını dağın en büyük yerine yaptırdı. Seni kutsayamamış olması çok garip. Normalde kendine tapınması için herkesi kutsar. İki yaveri olan tanrılara ise sunak yaptırttı." dedi. Koen merakla ona baktı. "Peki Tulhu'nun yani üçüncü tanrının iyileştirici kaplıcası?" demişti. Orada yatan hikâyeyi biliyordu. Acı çeken insanlar için ağlayan üçüncü tanrını göz yaşlarından oluşan bu yer her derde deva olurdu. "Orası m? Gerçekten Tulhu'nun göz yaşlarından oluşuyor. Ama insanlara ağladığı için değil. Azatod'un ona yaptığı işkencelerden yaralardan dolayı ağlıyor. Küçük öfkeli ve adı çıkmış bir tanrı. Zavallı çocuk bir tanrının sapıkça düşlerini süslerken her şeyden habersizdi, masumdu ve güzeldi. Sonra onu kutsamaması için Azatod resmen Yaksotat'a yalvardı. Ardından kutsanmamış bir çocuk olduğu için ölmesi gerektiğini söyleyip onu ikinci tanrının olduğu yere getirdi atalarının ataları. Onu orada bağlayıp gittiler. Ve Azatod ona günlerce yıllarca üçüncü dağın olduğu yerde işkence etti. Defalarca çığlıkları dağı sarstı ve sonunda ona itaat eden bir köpek gibi eğitti. Ardından onun göz yaşlarını bir efsunla iyileştirici suya çevirip bütün yaralarını kendi göz yaşlarıyla iyileştirmesi için orada bıraktı. Ve sonra Şifanın gücü duyuldukça insanlar orada bulunan esrarengiz tanrıya tapar oldu. Bir insanın tanrı olması için tapınmak yeterli değil. O sadece tanrı olmuşa güç sağlar. Bir insanın tanrı olması için başka bir tanrının özünden alması gerek Azatod onu yıllarca orada bir insan olarak tuttu ve insanların onu tanrı sanmasını keyifle izleyip ona işkence etmeye zorla ırzına geçmeye devam etti. Artık eğitilince onunla özünü paylaşıp kendi özünden bir kardeş yarattı. Üç tanrıda kardeştir ama kanları eş değildir. Yaksotat özünde insan mı bilmem. O sürtük benden bile yaşlı. Ama Azatod ve Tulhu insandı. Ve ikiside dağın soyundan gelirdi. Yaksotat onları kendi emelleri için bu hale getirdi. Ve yine başa döndük. " şarabından büyük bir yudum aldı. "Yaksotat dağda bulduğu Jeniske'yi bir gece baştan çıkarmaya çabaladı. Ama tanrılar bile bilmiyordu ki onun aklıda kalbide sendeydi. Onu baştan çıkararak kendisine itaat eden birisi haline getiremeyeceği için ona öğretti. Onu eğitti. Ve savaşın son demlerinde ölümünü gösterdi. Hesaba katmadıkları şey ise sendin! Yaksotat seni kolayca baştan çıkarmayı bilirdi. Ama kızıl taş ile öleceğini zaten hesaplamıştı. Ölmedin. Ve Jeniske yer yüzüne tekrar inmek için geldiğinde işler sarpa sarmıştı. Yaksotat sabırlı ve kurnaz bir yılan gibi. Asla avını kaçırmaz. Onun avı sen değilsin. En büyük avı ruhani gücü artmış ve fani olarak dünyaya tekrar dönmüş Jeniske. O yüzden onu bu şekilde tutmak zorundayım. Bu aptal çocuk kendini değil bütün dünyayı senin için riske atabilir. Ne kadar mantıksız ve duygu dolu birisi olduğunu biliyorsun Koen. Sen ise soğuk kanlı bir katilsin. Acımazsız ve mantığının önüne hiçbir şeyi geçirmezsin. O yüzden o değil seninle çalışacağız." dedi. Koen güldü ve bitmiş bardağı pencerenin önüne koydu. "İyi de benim tekrar öleceğimi söyledin. Savaşı kazansak da ben yine öleceğim. Tekrar üç sene sonra ya da daha erken aynı şekilde öleceğim. Bu hoşuma gitmiyor." demişti. Kadın başını salladı ve gözü kapıya kaydı. Aiken kapıda belirmişti. "Efendi Jeniske nasıl sormak istedim." dedi. Koen yatağı gösterdi. Kadın genci izledi ve gülümsedi. "Ne yaralı bir kalp. Ne hüzünlü bir yüz." demişti. Aiken çirkin görünüşlü yaşlı kadına baktı. Kadın kucağında kırmızı ciltli bir kitapla oturuyordu. "Bir kadını sevmek ve sonra ondan vaz geçmek zorunda kalmak. Ama başka kadın var geleceğinde. Senin çocuklarını doğuracak güzel bir kadın. Sırtını bu adama dayayabilirsin Koen. Mert ve dürüst bir asker." demişti. Koen derin bir nefes aldı. "Tekrar gün doğduğunda nefes alan tek bir Dohen askeri bile kalmayacak. Ve onları bulmuş olacağız. Jeniske'yi uyandırmak için hazırlan ve benim değişmeyen kaderimi bana açıklamak için iyi bir konuşma hazırla koca karı." demişti. Kadın birden güldü. "Koca karı mı? Daha önce hiç bu kadar samimi olduğumuzu fark etmedim. Merak etme ikinci defa gün doğduğunda sorularının cevabını Jeniske'den alırsın." demişti. Koen hızla çıkmıştı. Aiken kadına bakıp kaldı ve merakla ona doğru bir adım attı. "Bir kadın mı? Anlatsana cadı, kadın nasıl bir şey?" demişti. İhtiyar kadın gülümsedi. "Onu buradan uzakta bulacaksın. Derin gözleri olan ufak tefek bir kadın." demişti. Aiken uzun bacaklı kadınları severdi. "Senin gibi şarlatanlarda ne çok arttı. Bir de kâhin gibi hiç sevmediğim kadın tipini anlatıyor. " diye hayıflanıp çıktı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi

Bir Efsanenin Tanığı

Yangınlar sönmüş ve birçok ceset küle dönmüş halde olduğu için onların kim olduğunu bulmakta zorlanmışlardı. Ailelerden dördü daha evden çıkamadan içerde can vermişti. Ölü sayısı yaralılardan çok çok azdı. Ancak bu iyi değildi. Yaralıların yanıkları ile ilgilenilecek şifahane dolup taşmıştı. Ve tapınak rahipleri tapınağı şifahane için kullanabileceklerini söylemişti. Sivil yaralı sayısı askerden azdı. Askerler yangında sıkışıp kalanları dışarı almak için çok çaba sarf etmiş ve ağır yaralananlar olmuştu.

"Ölüleri gömmek için dışarı çıkamayız!" Tavi bunu söylerken halkı yatıştırmaya çabalıyordu. "Burada böyle kalmalarını istemiyoruz." diye çıkışmıştı birisi. Ardından bir başka sert erkek sesi yükselmişti. "Tanrılar bizi lanetledi. Daha fazla lanetlenmek istemiyoruz." demişti. Koen tapınağa girdiğinde yanında Maios vardı. Yaralıların iniltilerini duyuyordu. Bazılarının yanıkları çok ciddiydi ve mikrop kapabilirdi. "Sanırım insanlar hala ölülerini gömmek için Tavi ve meclis üyeleri ile kavga ediyor." demişti Maios. Dışarıdaki kalabalığın gürültüsü içeriye doluyordu. Rahipler şifacılara yardım ediyordu. Kışlanın erzakı buraya taşınmıştı. Koen oraya yaralıların durumunu görmek için gitmişti. "Komutan Aiken!" Maios bunu söylediği sırada Aiken bir ölünün taşınması için emir veriyordu. "Majesteleri!" diyerek Aiken onlara doğru yürümüştü. "Ordu yola çıkmış. Erzak ve takviye getiriyor. Elinizde olanı harcamaya çekinmeyin!" demişti. Aiken gülümsedi. "Kurtarılacaklar için bunu zaten yaptıklarından eminim. Ordu gelmeden yağmur durmuş düşman dağılmış olacak. Gibi..." Aiken bunu söylerken Koen'in cilalı koluna baktı. Çelik o kadar güzel ışıldıyordu ki... Koluna bir süre daha bakıp kaldı.
"Korku, gözleri kör eden bir illüzyondur erkek ve kız kardeşlerim!" baş rahibin bu sesi ile hepsi kapıya doğru dönmüştü. Dışarıdaki kalabalık iyice öfkeli ve şiddete meyilli idi... Meclis üyeleri onları bastıramıyordu artık. Rahip el atmıştı olaya. Merdivenlerin önünde dikilmiş ve hızlı adımlarla ileri doğru giderken bağırıp konuşmaya başlamıştı. "Dışarıdaki ordunun bizlere korku içinde bırakmasına izin vermeyin. Tanrılar bizi lanetlemedi. Onlar zamanı gelenleri kader çizgisi bitenleri aldı götürdü. Hayatta kalmak için çabalayanların yaşamlarının devamı olması için birlik olmalıyız. Meclis ve Üç Tanrı Dağı ordusu bizim hayatlarımızı inançlarımızı korumak için savaşırken onları suçlamakta ne büyük günah!" sesi kızgın ve kaşları çatıktı rahibin. Sinirlenmiş olduğu elini yumruk yapışından belliydi. Dünden beri herkes çok gergin ve sinirliydi. İnsanlar sıkışmış olduklarının farkındaydı ve Dohen onları köşeye sıkıştırmıştı. Koen bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu ama ne yapacağını bilememek onu yoruyordu. Uykusuz, aç ve yorgundu. Dün gece bütün gücünü kullanmamasına rağmen yorulmuştu. “Koen işler karışmadan bir şekilde subayları yatıştırmamız gerekecek. Hepsi askerleri için endişeli.” Aiken bunu söylerken gergin yüzü daha da gerilmişti. “Biliyorum. Ama ne diyeceğim onlara. Askerlerin Dohen askeri olduğunu bilmediğimi mi?” bunu söylerken Koen sinirli ve gergindi. Derin bir iç çekti. “Gözcülerden haber var mı?” demişti. Aiken başını usulca salladı. “Karşı tarafın kampı harabeye dönmüş durumda. Anlaşılan onlarda askerlerinin yarısını kaybetti.” Demişti. Koen birden pelerinini tutan bir elle irkildi. “Efendim!” demişti çatallı çirkince bir ses. Koen birden dönünce ufak tefek sırtında kamburu olan adama bakıp kaldı. Soluk gri gözleri ve yarısı yumrulu kafasında birkaç tel saçı ile çirkin yüzü kabak gibi ortadaydı. Koen’den oldukça kısa ve kamburu yüzünden kolunun birisi aşağıya doğru sarkıyordu. “Efendim yaralarıma kimse bakmıyor.” Diye sızlanırken yanmış sırtını göstermişti. Koen adama şaşkınlık ile bakıyordu. Aiken ve Maios’da onun kadar şaşkındı. “Lütfen onun kusuruna bakmayın efendiler. O delidir.” Tapınakta yüzü yaralı rahip hızla onlara doğru koşarak kamburu olan adamı geriye doğru alıp kısık sesle kızmıştı ona. “Bir efendinin eteğine böylece asılamazsın. Bu görgüsüzlük.” Diye fısıldamıştı. Yüzünde cüzzama benzer yaraları olan adam saygı ile eğilip tekrar doğrulduğunda Koen’e bakıp kaldı. “Onu affedin.” Demişti. Koen şaşkınlıkla adama bakıyordu. “Kimsin sen?” demişti. Adam ağlamaya başlamıştı. Bir deli gibi ağlayarak yere yatmıştı. Sırtındaki kamburda yanıklar vardı. “Efendi beni dövmesin.” Diye bağırıyordu. Koen korku ile ona bakıyordu. Birkaç adım geri çekilmişti. “Siz o delinin kusuruna bakmayın. Kendisi kimsesizdir. Tapınakta yaşar. Onu burada kaldığını gece görmüş olmalısınız. Sürekli gelip sizin üzerinize ufak taşları atmıştı. Koen o an onu anımsadı. Adam gece bir sürü çakılı onun üzerine doğru atıp gülmüştü. “Tedavisini yapıyor musunuz?” demişti. Rahip başını yerde yuvarlanan adama çevirdi. “Elbette. Sırası geldiğinde ona da yapacağız.” Demişti. Adamın acı çektiği belliydi. Yerde kıvranıp ağlıyordu. Koen yüzünü buruşturdu. “Onu öne alın. Görmüyor musunuz yaraları nasılda derin!” demişti. Rahip yerde yuvarlanan adamın kolunu eğilip tuttu. “Elbette! Elbette! Kalk hadi efendiler sana acıdı ve seni tedavi edeceğiz.” Demişti. Yerde yuvarlanan adam hevesle iki ayağı üzerine sıçramıştı. “Bana sıcak süt ver ama.” Demişti. Koen kamburuna rağmen birden dikleşen adama bakıp kaldı. Gözleri nasılda tanıdıktı. “Subayları toplamış olmalılar. Gecikeceğiz.” Demişti Aiken. Koen başını sallayıp onlarla dışarı çıkarken hala aklında adamın gözleri vardı. O gece ona dikkatle bile baktığını anımsamıyordu. Ne garip gözlerdi. Kalabalığı geride bırakıp meydanın sonuna geldiklerinde Koen birden gözleri kocaman açılmış halde durmuştu. “Seni aşağılık Tulhu!” diye bağırmıştı. Bacağındaki hançeri çekip kalabalığa doğru koşmuştu. Maios ve Aiken ona yetişirken Koen çoktan kalabalığı ikiye yarıp birilerini tepeleyerek baş rahibi geçmişti. Kenarda yaralarına merhem sürülen kamburun yanına koşup onunla ilgilenen şifacıyı kenarı doğru çekip hançerini adamın boynuna doğrultmuştu. “İnsanların içine giriyorsun demek.” Demişti. Adam ona bakarken gözleri parlayıp çirkin iri dudakları yukarı doğru bükülmüştü. “Koen ne yapıyorsun?” Aiken onun dibinde bitip elini yakalamıştı. “Efendi bana saldırıyor!” diye adam birden feryat edip başını bacakları arasına sokup yere yıkılmıştı. Koen elini tutan Aiken’i kenarı doğru itekledi. “Yaksotat ve Azatod’da burada mı? Çabuk konuş!” diye bağırmıştı. Maios oraya doğru hızlı adımlarla yürüdü. “Koen! Kendine gel ne diye adamı…” Koen birden bağırmıştı. “Meydanda ölen çoğunda içine mi girmiştin aşağılık varlık seni!” demişti. Adam yerde yuvarlanırken Koen ona doğru bir adım atmıştı. “Yoksa bir köpek gibi seni eğiten Azatod mu gönderdi seni iradesiz hayvan!” diye bağırdığında yerdeki adam birden durmuştu. “Onun adını bir daha ağzına alma!” diye mırıldanmıştı. Kadın boşuna o hikâyeyi anlatmamıştı ona. “Azatod seni bir köpek gibi eğitip senin benliğine sahip olduktan sonra onun adını senin kullanmaman lazım aşağılık varlık seni!” demişti. Adam birden yerden kalkmıştı. Bir hışımla Koen’in boğazını yakaladığında bedenin güç bela düzelmişti. “Seni iyileştirdim. Sunağımda hayat bulmana izin verdim. Bu ne cüret seni fani varlık!” diye gürlemişti. Koen boğazı sıkılmasına rağmen gülümsüyordu. Çekilmiş kılıçları Tulhu çok geç fark etmişti. “Beni bu çelikten yaptığınız şeyler öldürür mü sanıyorsunuz?” diye alaycı şekilde gülümseyip Koen’i geriye doğru atmıştı. “Sizi öldüren şeyler bende işe yaramaz aptallar!” demişti. Koen ona bakıp elini boğazına götürdü. Ufak bir öksürükten sonra gülümsedi. “Doğru. Ama bu öldürür.” Demişti. Elindeki atı dişleri arasına götürüp kırdı ve yayılan kırmızı sıvıyı hançere doğru tükürdü. “Tulhu’nun zaafı kızıl taştır. Azatod onu bedenini kızıl taşların dizildiği kemerle defalarca dövmüş ve dövmüştür.” Kadın bunları o gece mahzende fısıldamıştı. Üç tanrının en küçüğü Tulhu hepsinden daha farklıdır. O Azatod ’un köpeği gibidir. Zaafları olan bir tanrıdır. İnsanların kaderini yazamayan işlevsiz bir tanrı! Kadının bu dediklerini anımsadı Koen. Gülümseyişi büyüdü ve dudakları aralandı. “Bana gerçek halini gösterecek misin?” demişti. Tulhu güldü ve çirkin bedeni iki eli ile okşadı. “Vicdanın bu adamın içindeyken beni öldüremeyecek kadar yumuşak ha?” demişti. Koen birden ileri doğru bir hareket ile onun karnına doğru hançeri soktuğunda Tulhu korku ve dehşetle gözlerini açmıştı. Koen ona doğru eğilip kulağına yavaşça fısıldadı. “Ben görüp göreceğin en kalpsiz insanım Tulhu! Sizin gibi pislikleri öldürmek için bu dünyaya dönmüş bir ruhum. Benim vicdanımı ve yeteneklerimi sorgulamak seni ölüme biraz daha yaklaştırır.” Demişti. Tulhu acı dolu bir nefes aldı. “Senin ruhunu tedavi eden göz yaşlarım lanetin olsun hain!” demişti. Koen gülüp hançeri çekti ve onu geriye doğru itti. “Lanetleyeceğin ruhu önce kutsaman gerek. Seni işkencelerle eğiten ağabeyin bunu öğretmedi mi?” demişti Tulhu elini karnına doğru götürmüştü. Etrafta korku ve şaşkınlık vardı. Koen geriye doğru sendeleyen kambur adamın bedenine doğru adım attı. “Kamburun sırtındaki yumrular sanırım seni daha zavallı yapıyor. Bakalım başını bedeninden ayırdığımda gerçek haline dönebilecek misin?” demişti. Tulhu korku ile birden elini karnından çekip bağırmıştı. “Onu da öldüreceksin!” demişti. Koen omuz silkip ona doğru yürüyüp saçlarını kavradı. Adamın elleri onu itmeye çabalıyordu. “Bu umurumda olur mu?” demişti. Gözleri kana susamış gibi bakarken gülümsüyordu. Tulhu korku ile birden bağırdı. “Bu iş burada bitmeyecek!” demişti. Adamın gözleri birden parlamış ve tiz bir çığlıkla beraber bir rüzgâr hızla tapınağı terk ederken Koen gözleri geri açılan kambura baktı. Saçlarını bıraktı. Adam korku ile elini karnına koyup bağırmıştı. Koen onun üzerinden çekildi ve hançerini yerine sokarken usulca konuştu. “Karın boşluğundaki yarayı dikip temizleyin. Et suyu çorba verin ve davranışlarından şüphe duyduğunuz herkesi bildirin!” demişti. İnsanlar şaşkındı. Koen ise geri kapıya doğru yürüyordu. “Koen nereye?” diye atılmıştı Maios. Koen ise hızlı adımlarla uzaklaşmıştı. Kadını görmeye gidecekti. Ona soracağı şeyler vardı.

“Korkak Yaksotat ve Azatod o sefil tanrıyı tek başına göndermiş olmalılar. Onu yaraladın mı?” kadın bunu sorarken kitabın boş bir sayfasına bakıyordu. Koen başını sallayıp yatağın kenarına oturdu. Kadın hemen karşısındaydı. Arkasında ise Jeniske vardı. “Kızıl taş ile yaraladım.” Dediğinde kadın usulca güldü. “O zaman iyileşmek için şehri terk etmiş olmalı. Nasıl yakaladın onu?” demişti. Koen kaşlarını çattı. “Gri gözleri o çocuğun gözleri gibiydi.” Demişti. Kadın usulca kitabı kapatıp dizlerine koydu. “Gözler asla değişmez. Onlar ruhumuzun yansımasıdır. Zekisin! Sanırım artık güvenli ve onun uyanması gerek!” demişti. Koen şaşkınlıkla kaldı. “Peki ya Dohen ordusu?” deyip kadınla ayağa kalkmıştı. “Onlar mı? Bu gece son geceleri olacak gibi. Yardım beklediğinizden hızlı geliyor evlat!” demişti. Koen ona bakıp kalmıştı kadın yavaşça yatağın kenarında durdu. Elini Jeniske’nin başında gezdirirken yeşil bir duman Jeniske’nin burnundan içeri girmişti. Kadın kitabını alıp kapıya doğru yürürken Koen birden onu kolundan yakalayıp durdurdu. “Peki şimdi? Uyanacak mı?” kadın gülümsemişti. “Elbette. Ben aşağıda olurum. Uyandığında onunla olman iyi olabilir!” demişti. Kolunu çekti ve kapıyı kapatıp uzaklaşmaya başlamıştı. Koen yatağın yanına oturmuş ve Jeniske ’ye dikmişti gözlerini. Gözleri kıpırdanırken dudakları aralanmıştı. “Koen…” diye mırıldanmıştı. Koen onun soğuk elini tutmuştu. “Buradayım.” Jeniske yavaşça gözlerini aralamıştı. Bir süre soluk yeşil gözleri tavana baktı. Ardından ona endişe ile bakan Koen’e doğru kaydı. “Berbat görünüyorsun.” Demişti. Sesi hırıltılı çıkıyordu. Koen gülümsedi. “Sen kendi haline bak.” Demişti. Jeniske ona bir süre daha baktı ve uyuşuk bedenini yavaşça doğrulttu. “O kaçık kadın beni hapsetti.” Demişti. Koen başını usulca salladı. “Biliyorum.” Demişti. Jeniske elini başına koydu. “Konuştuklarınızı duydum hep. Onun içindeydim.” Demişti. Koen onun yüzüne bakıyordu. “İhanet ettin. Bunu yapmak zorunda mıydın?” demiştin. Jeniske onun çelik koluna ve ardından zayıflamış yüzüne baktı. “Buna değerdi.” Demişti. Koen iç çekti. “Gerçekten garip bir adamsın. “Diye mırıldandı ve kalkacağı sırada Jeniske onu kolundan yakalamıştı. “İki kolunda varken bana biraz masaj yapmalısın. Bütün vücudum uyuştu!” demişti. Koen onu eline baktı ve güldü. “Buna halim var gibi duruyor muyum?” demişti. Jeniske onun islenmiş saçlarına ve dağınık kıyafetlerine baktı. Islanıp kurumuş cübbesi kırışmıştı. Yüzünde yorgun bir ifade vardı. “Buraya gel!” diye çekmişti onu. Anahtar kapıda bir defa dönmüştü kendiliğinden. Jeniske onu kendine doğru çekip geriye doğru devrilmişti. “Uykusuz, aç ve yorgun bir berduş gibi duruyorsun!” bunu derken onu kolları arasına alıp göğsüne doğru yatırmıştı. Koen buna itiraz edemeyecek kadar yorgundu. “İyi günler geçirmiyorum.” Demişti Koen. Jeniske onun saçlarını okşamıştı. “Sanırım biraz burada uyuyabilirsin. Sonuçta kapı kilitli ve bizi kimse göremez.” Demişti. Koen gülmüştü. Alaycı şekilde gülerken doğrulup Jeniske’ye bakmıştı. “O kahrolası tanrılar ve tanrıçalar sürekli bizi izlerken uyumak bile rahatsız edici geliyor.” Demişti. Jeniske birden onun gözlerini elleri ile kapattı. “O yaşlı cadı buraya büyük bir kalkan yaptı. Kimse seni izlemez iken uyu!” demişti. Koen bir süre hareketsiz yattı sonra gömleğinin üstündeki elin sıcaklığı ile yan dönüp Jeniske’ye baktı. “Ne kadar oldu?” demişti. Jeniske ona bakıp güldü. “Bir ay dan az ama bir yıldan uzun gibi.” Demişti. Koen bunun üzerine güldü. “Adamların senin bir kadına aşı olduğunu ve onu beklediğini söylüyor.” Demişti. Jeniske yan dönüp yatan Koen’i baştan aşağı süzdü. “Böyle bakman hoşuma gitmedi!” Jeniske demişti. Koen onun ne istediğini çok iyi biliyordu. “Burası Tavi ve karısının yatağı. Burada olmaz.” Demişti. Jeniske onun gözlerine gözlerini dikmişti. “Peki bu umurumda olur mu?” demişti. Aç bir vahşi hayvan gibi ondan gözlerini ayırmıyordu. Koen kendini yatağın ucuna doğru çekti. “Çarşafları mahvederiz. Bu utanç verici olur.” Demişti. Jeniske ona doğru kaydırmıştı bedenini. “Ben bir büyücüyüm Koen! Hepsini geri eski haline getiririm.” Demişti. Koen onun kararlı olduğunu biliyordu. “Yorgun değil misin sen be adam?” demişti. Jeniske başını yavaşça salladı. “Hayır!” demişti. Koen bunun üzerine biraz daha yatağın ucuna kaymıştı. “Ben yorgunum ama. Uyumak istiyorum.” Demişti. Jeniske gözlerini onun vücudunda gezdirdi. “Utanınca yanaklarının kızarmasını ve vücudunu kontrol edemiyorsun Koen.” Demiş ve gülmüştü. Koen bunun üzerine kaşlarını çatıp sinirlenmiş gibi yapmaya çabaladı. “Ne utanmaz bir adamsın.” Diye çıkışmıştı. Jeniske onu birden belinden yakalayıp yakta kendine doğru hızla çekmişti. “Bu hoşuna gitmiyor mu? Utanmaz oluşum!” Koen ona bakıp kalmıştı. Hoşuna gidiyordu. Ona kalsa asla Jeniske’ye karşı böyle şehvetli bir teklifle gelemez ve kıvranıp dururdu. Bir şey diyemedi ve iç çekti. Kabul etmişti olacakları. Jeniske onun boynuna doğru sokulmuştu. İs kokan saçlarının ağır kokusuna rağmen boynunda hoş ve sıcak bir koku vardı. Birkaç defa boynuna sıcak öpücükler kondurmuştu. “Gıdıklanıyorum!” Koen bunu söylerken onu itekleyip gülmüştü. Jeniske ise onun gömleğini yavaşça açıp dudaklarını sıcak omzuna dayamıştı. Koen onun sevişmeyi sev sevmeyi bilen bir adam olduğunu her defasında fark ediyordu. Ne garipti. Aiken’i düşündü bir an için. O da Saisa’yı böyle sevmiş olabilir miydi? Ya da Maios… Kafasına giren düşüncelerin karışıklığı ile öylece kalmıştı. Hiç tepki vermeden öylece yatıyordu. Jeniske birden doğrulup onun yüzüne bakmaya başlamıştı. “Neyin var?” demişti. Koen dalgınlıkla ona bakmıştı. Jeniske onun yüzüne bakıp kalmıştı. Dolmuş gözleri bulanıktı. “Sanırım kayışlar fazla sıkıyor. Kolumu çıkarmama kaydım et!” demişti Koen düşüncelerden sıyrılıp. Kayışları çok sıkı gelmiş ve göğsünü daraltıyor gibiydi. Oturur konuma gelip cübbesini ve gömleğini çıkardı. Jeniske onun göğsünde bağlı iki kayışa ve boynundan koltuk altına kadar devam eden diğer iki kayışa baktı. Kemerlerin takılı olduğu tokaları açtığında kayışlar ardından kırmızı izler bırakarak salınmıştı. Ve sonra çelik kol yavaşça çıkmıştı. Jeniske kola baktı ve onu yere koydu. Koen kızarıklara bakıp geriye doğru atmıştı kendini. “Kayışları neden o kadar sıktırdın?” demişti Jeniske onun inip kalkan göğsüne bakarak. Koen bunu duyunca elini kaldırıp ona boş yüzüğü gösterdi. Konuyu değiştirmek ister gibi yüzüğü ona doğru çevirmişti. “Sanırım onun bütün gücünü bitirdim.” Demişti. Jeniske onun parmağındaki yüzüğü nazikçe çıkardı. “Sorun değil. Yenileyecek kadar taş var!” demişti. Koen elini alnına koydu ve yavaş yavaş nefes almaya başladı. “Çok yorgun duruyorsun.” Demişti Jeniske. Koen ona göz ucu ile baktı. “Bilmiyorum. Uyumak istemiyorum.” Demişti. Jeniske bunu duyunca birden yataktan fırladı. Ardından Koen’in üstünde çektiği örtüyü hızla çekip aldı. Koen sersemlemiş halde ona bakıyordu. Jeniske ise örtüyü onun üstüne doğru örttü. “Daha sonra oynaşacak zamanımız olur. Şimdi sen kafayı yiyip yorgunluktan bayılmadan yatıp uyu!” demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Jeniske…” Demişti. Jeniske ise yerdeki kolu alıp kapının yanındaki masaya koymak için hareketlenmişti. “Jeniske…” Demişti Koen tekrardan. O ise kararlı durmaya çabalıyor gibiydi. “Sen dinlenirken ben inip ordunun yönetimini ele alıyım.” Demişti. Koen bu sefer o tam anahtarı çevirecekken sert şekilde bağırmıştı. Jeniske ona döndüğünde Koen yüzü kızarmış halde ona bakıyordu. “Uyumak istemiyorum…” diye tekrarlamıştı. Jeniske ona bakıp gülümsedi. “Neden?” demişti. Koen başını öne doğru eğmişti. “Burada yarım kalan bir işin var!” demişti. Sesi öyle utanç dolu ve boğucuydu ki… Jeniske şaşkınlıkla gülmüştü. Koen ise ne diyeceğini bilemeden ona bakıyordu. “Tek istekli benmişim gibi olunca garip oluyordu. Bunu duymak hoşuma gitti.” Demişti.

Koen yorgunca yan yatmış halde çarşaflara dolanmıştı. Jeniske ise ona bakıyordu. “Uykun mu geldi?” demişti. Koen başını sallayıp yüzünü yastığa gömdü. “O kadar tatlı duruyorsun ki seni şu an öldürmek istiyorum.” Demişti Jeniske. Koen bunu duyunca sırt üstü döndü. Jeniske vahşi bir hayvan gibi davranıyordu. Koen o hazırlanırken dönüp ona baktı. Hızla giyiniyor ve keyfi yerindeyken yaptığı gibi dudakları kapalı şekilde bir melodi mırıldanıyordu. “Akşam yemeği için uyandırmalarını söylerim seni.” Demişti. Koen yüzükoyun yatıyordu. Başını fark edilmesi zor şekilde sallayıp gözlerini kapamıştı. Jeniske onun saçlarını kenarı doğru çekip ensesine hafifçe dudaklarını dokundurdu. Koen huylanmıştı ama tepki vermedi. Sadece mırıldanıp örtüyü üstüne doğru çekmişti. “Daha fazla yemek yemen gerek. Kaburgalarını sayıyorum artık. Ve çok çabuk yoruluyorsun.” Demişti Jeniske kapının anahtarını çevirirken. Koen onu görmek için başını yastıktan kaldırıp omzu üstünden baktı. “Bunun kilomla alakası yok. Sen gerçekten kontrolsüz ve vahşi davranan bir ahlaksızsın!” demişti. Geri yüzünü yastığa gömüp Frange askerlerine özgü bir küfür olan hareketi yapmak için sağ elini kaldırıp işaret ve baş parmağını bir araya getirip ona doğru salladı. Bu daha çok oğlancı olduğu idea edilen kişileri tanımlamak için kullanırdı. Jeniske bunu görünce güldü ve kapıyı açıp çıktı. Koen o gidince hemen geri uykuya dalmak için yastığa başını gömdü. “Ne utanmaz ama…” diye mırıldanmıştı. Ancak kısa sürede uykuya geri dalmıştı. Jeniske aşağı indiğinde Maios ve Aiken’i cadı ile konuşurken bulmuştu. Yüzünde neşeli bir ifade ile merdivenleri inip ıslık çalıyordu. Aiken ona baktı. Maios ise onun ardından Koen’i bekler şekilde merdivene. “Koen nerede?” demişti. Jeniske masada duran şaraba doğru hızlı adımlarla yürüdü. “Yüzünün rengini hiç beğenmedim. Uyumasını söyledim. Bir nevi nöbet değişimi olarak düşünün. Yokluğumda neler oldu?” demişti. Maios başını yavaşça sallayıp gülümsemişti. “Dohen ordusu kapımıza dayandı. Meydanda Tavi’nin adamları bir çocuğun boynunu vurdu. Şehrin bir kısmı yangında harap oldu ve ayrıca ölü ve yaralılar var.” Demişti. Ardından ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. “Unutmadan Koen herkesin önünde tapınağın ortasında bir kamburu bıçaklayıp ardından çekip gitti.” Demişti. Jeniske gülüp şarapla kuruyan ağzını ıslattı. “Sanırım ben yokken ortalık baya karışmış.” Dedi. Cadıya doğru döndü. O ise ona bakmadan boş gözlerle pencereye bakıyordu. “Niye hala buradasın?” demişti Jeniske ona bakıp. Kadın onu duymazdan gelip pencereye bakmaya devam etti. Jeniske elini saçlarına daldırıp yüzünü açığa çıkardı. “Bu kadın kim?” demişti Maios. Kadına da bunu sormuş ama cevap alamamıştı. Jeniske bir öksürükle boğazını temizledi. “Eski yaşlı bir efsuncu. Biraz kafası kırıktır ama oldukça güçlü.” Demişti. Kadın bunu duyunca memnuniyet ile gülümsedi. “Kafası kırık mı? Hanginiz akıllısınız da bana deli diyorsunuz beyler?” demişti. Jeniske gülüp kadına baktı. Gözleri tehditkardı. “Koen’e bir şey olmadan burada güven içinde uyumasını sağladığın sürece istediğin kadar o koltukta oturabilirsin. Sonrasında herkes yoluna!” demişti. Kadın güldü. “Elbette. Elbette Tanrıların rahibi Jeniske!” demişti. Jeniske onun kim olduğunu yeni yeni anlamlandırmaya çalışıyordu. Tavi içeri girmiş ve karısına seslendiği sırada Jeniske’yi görünce durmuştu. “Tanrılara şükür ki uyanmışsın!” demişti. Tavi ona doğru birkaç adım atmıştı. Jeniske ise gülümsedi. “Bende seni bulmaya gelecektim. Eski arşive gitmemiz gerek. Bir şeye bakacağım.” Demişti. Kadın bunu duyunca birden ayağa fırladı. “Bende geliyorum.” Demişti. Jeniske ona bakıyordu. “Hayır burada kalıyorsun!” demişti. Kadın kırmızı ciltli kitabı havada salladı. “Beni durdurabileceğini sanmıyorum hele ki topladığın gücünü yukarıda…” Jeniske birden onu susturmak için atılmıştı. “Her neyse geliyorsun!” demişti. Tavi kirlenmiş gömleğini değiştirmek istedi. Kan vardı. Ve is… “Meydandaki kalabalık sanırım pek uslu durmadı.” Demişti Maios. Tavi başını salladı. “Cesetleri üzerimize atana kadar Baş rahip onları ve askerleri sakin tuttu. Fakat delirmiş gibi üzerimize ve askerlere cesetleri atıp bizi lanetlemeye başladıklarında biraz kaba kuvvet gerekli oldu!” demişti. Karısı orta boylu hafif kilolu kırmızı yanaklı çok konuşmayan sakin bir kadındı. Tavi’yi severdi ve ona saygı gösterirdi. Onunla ne zaman karşılaşsalar sevimli bir gülümseme ve kahverengi hoş gözleri görürdü hepsi. Asla çok konuşmazdı. Genelde evin işine koştururdu iki hizmetçi ile. Evinin kapısı herkese açık olurdu. “Akşam yemeği için herkes bizde olacak. Yetiştirebilir misin?” demişti Tavi temiz gömleğini alıp onur ardından giderken. “Elbette.” Demişti kadın durgun bir sesle. Hepsi onlar hole girip gözden kaybolurken bakıyordu. Jeniske iç çekip şarabı bardağına döktü. “Ne oldu?” demişti yaşlı kadın ona dönüp. Jeniske omuz silkti. Kadın ise gülümsemişti. “Kadın senin gibi dağdan gelen bir soya sahip. Onu annene benzetmiş olman garip değil.” Demişti yaşlı kadın. Jeniske donuk gözlerle ona baktı bazen ailesini ve geçmişini özlüyordu. Ve kasabasını… En çok da masumiyet ve huzuru özlüyordu.

“Eski arşivde neyin cevabını arıyorsun ki?” demişti. Jeniske bunu duyunca kadına baktı. O ise kırmızı kitabı ona doğru uzatmıştı. “Eğer benim hakkımda ise bu sayfalarda yer alıyor. Okuyabileceğini söyledim.” Demişti. Jeniske oturduğu masadan ona bakmıştı. Tavi hızla tanrıçalar ve tanrılarla alakalı arşivleri istiyordu katiplerden. Kadın ona yaklaştı. “İstediğin sorunun cevabı burada. Neden bakmaya bu kadar çekiniyorsun?” demişti. Jeniske başını salladı. “Cevap senin benim görmemi istediğin kadar. O yüzden o kitaba bakmayacağım.” Demişti. Kadın onun yanındaki siyah kaplı kitaba baktı. “Bu kitabın sahibi kim biliyor musun?” demişti. Jeniske başını salladı. “Akela malı olduğu yazıyor üzerinde. Ancak Kör Kâhin diye bir efsuncu yazmış ve meşhur Rahom Kuwala onun devamını getirip Güneş'in Kızı diye bir kraliçeye hediye etmiş. Daha sonra kuruculardan birisi onu Dar boğazın ardından Qufang’a getirmiş ve o meşhur beyaz mermerden saraylar yapılmadan önce o bölgeyi yaratmak ve kutsamak için kullanmış. “Dedi. Kadın usulca başını salladı. “Güneş’in Kızı bizim gibileri gören güzel ve akıllı bir kadındı. O iyi bir eşe sahip oldu ve çocuklara. Akıllı bir kraliçeydi. Ve o meşhur Rahom’un çok yakın dostu idi. Onun öğretileri ile Dar Boğazın ötesinde kuzey ve güneyin huzurlu yaşamını yarattı. “Demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. “Onu tanıyor muydun?” demişti. Kadın usulca başını salladı. “Çok iyi tanırım. O benim kız kardeşim gibiydi. Benim için bazen bir anne bazen bir usta idi Onun varlığı ile kardeşlerim ve ben bu yerlerde medeniyetler kurduk. Anlatıldığı kadar Dar boğazın ötesi yakın geçmişe sahip değil. Bu kendine tanrı diyenlerin yetenekleri orada oldukça sık rastlanır. Kimi bir kurda dönüşür kimi yeşil alevler yakar. Ölümle yaşam arasında kapı açar. Orası bambaşka bir diyar gibidir. Ve çevresinde şekillenen bu dünyaların temellerini onlar attı. Yüzlerce yıl öncesinden değil binlerce yıl öncesinden söz ediyorum. Koen’e bunu anlattığımda senin ruhun uyuyordu. Sana da tekrar anlatacağım.” Demişti. Jeniske ona bakıyordu. Tavi yanlarına gelmişti. Kadın hüzünle gülümsedi.

“Henüz küçük bir kızdım ve Kuzey’in Güney’le olan savaşı son bulup Kuzey eski görkemine kavuşmuştu. Ve bir efsane “beyaz gelincik masalı” benim gözlerimin önünde yaşanmıştı. Kanın nehir gibi aktığı o gece hiç bitmeyen gecede de vardım. Ve sonrasında öncesinde. Bir efsaneye şahitlik edecek kadar genç ve şanslıydım…” demişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Bir

Döngünün Başı

“O görüp görebileceğimiz en muhteşem şeydi. Uzun beyaz saçları ve gri gözleri ve uzun boyu ile ona bakan her zaman etkilenirdi. O kadar masumdu ki… Kimse onun karşısında gülümsemeden duramazdı. Ve onun hayat arkadaşı, tek güvendiği kişi olan o Kara Kurt… O korku saçan bir prensti. Dehşet verici gözleri vardı. Yemyeşil gözleri her daim karanlık bakardı. Kurdun vahşiliği ve insanoğlunun şeytani zekasının vücut bulmuş haliydi. Kendi soyunu bile kenarı atacak kadar kuzeye ve ona kalbini adamış birisi idi. İkisinin bir araya gelişi Kuzey’in kader çizgisinde hep vardı. Dünyadan kendini dışlamış bir Rahom ve Dünyaya kendini kabul ettirmeye çabalayan bir Ung… İki zıt kutup… Tanrılarımız sizin bildiğiniz gibi değildir. Onların soyu Güneş’e dayanır ve her toprakta bir tanrı vardır. Hammuaş hepsinin abisi ve Tesna bir tanrının kral olmasının ilk örneği. Onların sonsuz kavgası içinde sıkışıp kalan Akela ise benim soyumun en büyüğü tanrıça… Onların soyunun devamı için başlayan savaşın bitişini görmüştüm. Gölgelerin ışığa yenilişini ve beş senelik acı dolu bir kovalamacanın başlangıcı. Biz Akela’nın bir yetisine sahibizdir. Biz onun dünyası ile bu dünya arasında köprüler açabiliriz. Ve onun soyunun devamında onurunu yaşatmak için ışığı savunuruz. O savaş bitip kuzey sonunda huzur bulduğunda Kraliçemiz Güneş’in Kızı iki tanrıça soyunun tek sahibi biz kızlarına ve oğullarına bir görev verdi. Uzun ömürler verip bizi baş tanrı ve tanrıçalarımızın yanına gönderdi. Bilim ve büyünün bütün zarafetini öğrenip yeni uluslar ve krallıklar kurmamızı istedi. Ve dar boğazın ötesine çıktık. Burada bulunan kabilelerin başına geldik ve onlara bilimi ve büyüyü öğrettik. Düzeni kurduk ve düzenin sağlanması için tanrıların sesini duyacak olan Hisar’ı kurması için ölümden çağırdık eskileri. Onlar düzeni kurdu ve düzen onların huzurunu korudu. Fakat yüz yıllar geçip giderken isyan edenler oldu. Gücün şehvetine kapılıp bu onurlu görevi bırakıp insanların kölelerden başka bir şey olmadığını söyleyen kız ve erkek kardeşlerimiz oldu. Her birimizin bir kitabı vardır. Ve bu kitap daha önce de sana dediğim gibi bu uluslar ve krallıkların kaderini yazar. Bu kitapların hepsinde biz tanrıların tanrısından öğrendiğimiz efsunlar, büyüler ve bilim vardır. Doğaya ve insana diz çöktürten büyüler ve gelişimi sağlayan bilim vardır. Senin elindeki kitap ise çok nadir. O hepimizin başlangıcı için bir ilkti. Rahom’un evlatlığı olan Ayezi tanrıların kurdu olarak bilinirdi. O sonsuz yaşamın döngüsüydü ve onun döngüsü devam ederken Rahom ve Kara kurdun sonlanmıştı. Sonunda ise ona miras kalan bu tek kitap ile bizler gibi buraya gelip terk edilmiş Qufang’ın topraklarına kadar doğanın canlanmasını sağladı. O hizmet ettiği Darta’nın doğa aşkını buralara taşıdı ve Qufang’a bilimi öğretti. Beyaz Kurt, Qufang’ın kurucusu odur. Belki de Rahom’un soyu o diyebiliriz. Ve siz dağın aptal insanları. Sizin olduğunuz yer bizim için bir mücevherdi. Orada tanrıların gücüne güç katan taşlar ve enerji vardı. Bunun sebebi ise sizin özgün ruhlarınızdı. Sizler ehlileştirilemeyenlerdiniz. Sizlerin sorunu bu değildi. Tapınmazdınız ve kendi başınızın çaresine bakabilirdiniz. Ve biz bunu sorun etmedik. Ben ve kardeşlerim bunu hiçbirimiz sorun etmedi. Ama Yaksotat sürülüp orada iktidarını sinsice büyütünce Hisar’ın kurucuları onun iktidarını çökertmek için panik haline düştü. Ve orada bizim ayrılışımız başladı. Hisar’ın gaddar insanları vardır. Onlar bizim otoritemizin kırbacı gibidir. Ama sonuçta insan ve bir köpek gibi sahibine ihanet ettiler. Onları zapt edemedik ve savaş kontrolümüzden çıkıp taşların gücünü öğrenip Hisar’ın kontrolsüz yöneticileri bizlerin emirlerine itaat etmediler. Sonuçta korkunç bir savaş baş gösterdi. Bütün krallıkları ve ulusları kendilerine bağladılar. Ve olanlar oldu. Üç Tanrı Dağına vardıklarında ise Yaksotat ve onun yalaka tanrısı ile karşılaştı hepsi. Onlarla savaşırken Yaksotat diğer tanrıların gücünü kaybettiğini öğrendiğinde sürgün edilmenin öcünü almak için yüz yıllardır duyduğu intikam ateşini körükledi. Savaşta ölen ruhları kendine bağladı ve karanlık onun en büyük gücü oldu. Sana nasıl masumca yaklaşıp aklını karıştırdığını biliyorum. Kutsanmaya direnen Koen’i asla hesaba katmadan seni nasıl kendine köle yaptığını biliyorum. O yüzden çocuğum şimdi anlattıklarımı iyi dinle. Yaksotat ve Azadtot öyle kindar varlıklardı ki ikisi de gücün ve şehvetin pençesine düştüğünü fark etmedi. Ve onlar senin de yardımın ile Hisar’a boyun eğdirmek istedi. Boyun eğmeleri için senin maddi dünya ile bağını kullandılar. Fakat o trajik ölüm bütün planlarını alt üst etti. Hisar ve ötesine hala sahip olmak için senin acından faydalanıp üç yüz yıl sonra dünyaya dönüşünü kullanmak için kafanın içini korku ve acıyla doldurdular. Ama üçüncü dileğin… Koen’in geçmişini hatırlaması için istediğin dileğin Yaksotat’ın planlarını bozdu. Tulhu’dan istediğin bu dilek sayesinde bütün planı bozulmuştu. Koen’in ne kadar korkunç bir adam olduğunu hiç kimse hesaba katamaz. Kutsal bir yerde bir tanrıyı öldürmek için masum bir kamburu yaraladığını gördüler ve onun sadece sana itaat ettiğini bilmek canlarını çok sıkacak. Bu savaş senin Hisar ile savaşından daha fazlası. Senin dünyanı kuşatmış insanların kafasında hurafeler ve yalanlar döndüren Yaksotat’ı yenmenle sonlanacak bir savaş. Bütün bu gücü sana veren ve bunca şeyi başarmanı sağlayan o. Ama senin elinden özlediğin masumiyeti, aileni ve kasabanı alanda o… O senin kader çizgini bozdu ve sıradan bir koruyucu ya da keçi çobanı olmanı engelleyip kendisi için bir gardiyan bir savaşçı olmanı sağladı. Kurmaca bir savaşın içinde değer verdiğin herkesi kaybedip nefretle dolmanı istedi. Nefret dolup katliamlar yapmanı ve öldürdüğün her ruh sayesinde daha da güçlenmeyi planladı. Planını bozan ise Tulhu’nun dileğini gerçekleştirmek zorunda olması idi. Demiştim daha önce Tulhu ne Azadtot’a benzer ne Yaksotat’a benzer. O işkenceler ile zorla onların safına katılmış bir tanrı. Acının ne olduğunu bilir ve senin Koen’i geri getirdiğinde hafızasını uyandırmanı istediğini duyduğunda belki de onun için bir intikamdı bu. Azadtot ona o kadar iğrenç işkenceler yapıp bir mağarada yıllarca kapalı tuttuktan sonra onu sevmiyor ve ondan nefret ediyordu artık. O senin gizli müttefikin. İsteseydi tapınakta Koen’i bir parmağını şaklatarak paramparça edebilirdi. Fakat o gerçek sevgiye saygı duyacak kadar acı çekti. Elindeki o kara kaplı kitabı Koen bulduğunda onu sana vermesi için bu yola sürdük belki de onu. Fakat Yaksotat asla peşini bırakmıyordu. O kara lanet biz Hisar’ı kuranların laneti değildi. O lanet Yaksotat’ın Koen’i öldürmek için gönderdiği bir lanetti. Bu kırmızı ciltli kitaba bakmaktan çekiniyorsun ama burada kaderin geleceğinin yanı sıra geçmişi de var. Yaksotat senin ihanetini hiç beklemiyordu. Seninle konuşmak için girdiğim riskleri bilemezsin. Burada ve geçmişte sana ulaşmak için çok çabaladık ve şimdi uyanmış halde bu döngünün içinde olduğunun farkındasın. Bunun farkındasın ve bu döngünün sonunda yine Koen’in ölüp senin nefret dolmanı engelleyerek bütün maddi dünyayı yok ederek Yaksotat’ın güçlenmesini engellemen için sana yardım edeceğiz. Biz Güneş’in Kızı’nın öğretilerini benimseyen binlerce kişiyiz. Binlerce dünyada milyonlarca insanın kaderini yaşaması için düzeni sağlamaya çabalarken burada oluşacak yıkım geçmişi ve geleceği mahvedecek. Yaksotat gibi Melez Piç gibi karanlığın tarafında olup gücü yanlış anlayan kontrolsüzleri durdurmak için daima kahramanlar olacak. Bu bir zamanlar Kuwala idi şimdi ise sensin. Sizler zaafları olan yumuşak kalpli adamlarsınız. Koen gibi kişiler mantığı kalbinden önce gelenler, yumuşak ruhları herkese acıyanlar sizlerin koruyucuları. O yüzden bu döngünün içinde kendi rolünü bilmen gerek. Bu döngünün içinde ne olduğunu bildiğin sürece rolünü doğru anlarsın. Eğer sen sert ve katil ruhlu bir adam olmaya çabalarsan hatalar yaparsın. Ve bu hatalar bir kolu kaybetmekten fazlası olur. Sana ilk başta gösterdiğim gelecekte Koen’in ölümünü engellemek için üstüne düşen rolü oynamalısın. Başta senin Yaksotat için çalışmaktan vaz geçmeyen kör bir adam olduğunu sanarak seni geride tutmak istedim ama ona karşı ihanetin ile bana kendini ispatladın. Seni ve onu savaştan geri tutmayacağım. Kral Maios sizin geleceğinizi gördü ve bir haber iletti sana. Karga göklerde uçup tilki çayırlarda gezinmeye başladığında kehanetler gerçeğe dönüşecek. Yaksotat o zaman düşecek ve insanlar hür olduğunu düşündükleri iradelerinin ve bizim kehanetlerimizde ilerleyecek. Bunları başaramazsan sadece Koen’in ölümü gerçekleşmez ayrıca döngü devam eder ve sonuna kadar bu kovalama içinde Yaksotat’ı daha güçlü kılmaya devam edersiniz.” Kadın bunları söylerken kırmızı ciltli kitabın sayfalarını yavaş yavaş çeviriyordu. Soluk gözlerinde bir ışığın parıltısı vardı. O parıltıda ise yaşanmışlar ve yaşanılması ön görülen olayların izleri. Jeniske başını usulca sallayıp siyah ciltli defteri yavaşça elleri arasına aldı. “Demek istiyorsun ki bırakıyım bütün cinayetleri o işlesin. Bütün kanı o akıtıp o ölümlerin başında yer alsın. Bende gök yüzünde uçup onun yolunu izleyeyim.” Kadın bunu duyunca başını yavaşça salladı. “Öldürmek senin gücünü azaltır ve öldürmek Yaksotat’ı güçlendirir. O güçlenirse sen kaybedersin.” Kadın bunu söyleyip tebessümle kitabı kapattı. “Bu dünya acılardan kaçılamayacak kadar küçük oğlum ve kaybettiklerini bulamayacağım kadar büyük. Eğer daha fazla kaybedersen bu dünya senin için katlanılamaz olur. Sen geçmişini tekrar kazanacak kadar şanslıydın. Sevginin ve merhametinin karşılığı olarak Koen’i ve geçmişini tekrar getirdin. Ama tekrarı olmayacak bir ödüldü bu. O yüzden bir kılıç ve bin okla ölmesini istemiyorsan Koen’in, oyunu kurallarına göre oynaman gerekecek. Bulunduğum bu topraklardan dışarı çıkmak istemiyorum artık ve sizin peşinize takılıp Hisar’a kadar yolculuğunuzda olmayacağım ama benim gibi Hisar’dan atılmış ve insanları tarafından dışlanmış birçok kurgucu ve yaratıcı ile tanışacaksınız. O zaman onların da hikayesini dinleyip yadigarlarını kabul edin. Bu mavi boncuklar Koen’in geçmişini ve onun hatıralarının parçasını barındırıyor. Ve bu kırmızı kapaklı kitap da senin olmalı. Sadece altın ve büyüye değil bilim ve geleceğe de ihtiyacın var. Onun bu saatten sonra bana faydası olmayacak. Eskisi kadar güçlü ve genç değilim. Zamanım doluyor ve sevgili kardeşlerim gibi mirasımı bırakmak için vakit geldi. Her şeyin sahibi olma sadece sınırlarını koruyacak kadar şeyin sahibi ol. Bu kitap sana gelecekle alakalı kehanetleri göstersin. Efsuncu değilsin bir büyücü asla… İnsan hiç değilsin… Sen gelecekte yaratıcı olmalısın.” Jeniske Kitabı kabul etmiş ve kadının ona mirasını bıraktıktan hemen sonra hızla arşivden çıkışını izlemişti. Tavi ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Tanrılar ve inandıklarımız gerçek değilse bizler bir yalanın bir oyunun parçası mıyız?” demişti. Jeniske kitabı dikkatlice deri heybesine yerleştirmişti. “İnandıklarımız bizi biz yapıyor sevgili arkadaşım. Bırakalım insanlar tanrıların bizler gibi olan ama büyü ve bilimi bu dünyada yaşatan varlıklar olduğunu kıskançlıkları, pişmanlıkları ve duyguları olduğunu bilmesin. Bilirlerse Hisar’ın kaotik yaşantısı bu toprakların her bir karışına hâkim olur. Onlar inandıkları tanrılarına dua edip günah dedikleri ahlaksızlıktan, karmaşadan kaçınsınlar. Gerçeği herkes kaldıramaz. Herkes gerçeği bilmekte istemez.” Tavi usulca masaya baktı. Kadının çıktığı aralık kapıdan sızan akşam güneşinin son demlerine gözünü dikti. Uzun zamandır buradaydılar ve akşam yemeği için karısı çoktan onu bekliyordu. “Gidelim ve son defa Frange’de yemeğimizi yiyip bizi bekleyen yolculuğa çıkalım. Yakında ordu gelecek ve bu yolculuk dur durak bilmeyen bir serüvene dönüşecek. Kimimiz bir kahraman olacak kimimiz telef…” Jeniske ona bakıp acıyla karışık bir tebessümle dudaklarını büktü. “Savaşın ne kadar korkunç olduğunu görüyorsun değil mi Tavi. Öyle çirkin ki kaybetmemek için kaybetmelerini istiyor ve bunun için çabalıyorsun. İnandığım tanrıların savaştığım kişiler olacağını hiç ummazdım. Bu konuşma buradan dışarı çıkmasın. Yaşlı kadını soran olursa yoluna gitti dersin. Ve bu insanlar bu düzen bu meclis ne sorarsa sorsun tanrılar bilir demekle yetin. Çünkü bilgi insanı aç bir köpeğe çeviriyor. Sahibini bile ısıran bir köpeğe.” Jeniske acı bir ifade ile yürümeye başlamıştı. Yaşamının ikinci döngüsünde bu büyük savaşın içine girerken amacı sevgili dostu ve hayat yolundaki yoldaşı olan Koen’in ölümünün intikamını almak iken şimdi yanlış yolda yürüyen tanrılar ve bilginin kötü gücüyle yüz yüze olduğunu görüyordu. Bazen yaptığı ahlaksızca şeyleri düşünüyordu. Her erkeğin yaptığı ve her kadının yaptığı şeyleri. Bir Tanrı Rahibi bunları yapmamalı diye kendi kendine hayıflanıp tekrardan yapıyor ve acı çekiyordu. O kadını gördükten sonra o yaşlı kadın ona bu tanrıların çirkin hikayesini anlattıktan sonra manevi dünyanın maddi dünyadan farksız olmadığını görmüştü. Sevip sevişmenin yanlış olan yanı yoktu. Günah denilen şeyler öğrenmek ve denemek deneyimlemekti… Günah onun için tanrıların bilgiyi saklayışı ve bilginin bencilce üstüne yatış şekliydi. Bilginin saklanması gerekirdi. Yozlaşmış olanların elinde nasıl karanlık için büyütülüp kullanılacağını Yaksotat’ın Hisar’ın aklını çelişi ile görmüştü. Herkes bilmemeli ve bilen eğitilmiş olmalıydı. “Koen bile bilmeyecek bu konuşmayı Tavi. Bırak o lanetlerin ve korkunun nefreti ile güçlensin ve acımasız yıkılmaz bir adam olsun. O bunca şeyi kaldıramayacak kadar çocuk bedeni ve bunca bilgi birikiminin değiştiremeyeceği kadar yaşlı bir ruhu var. Zamanla öğrensinler her şeyi.” Demişti. Tavi gülümsedi. Yokuş bitmişti neredeyse. Çoktan diğerleri akşam yemeği için eve gelmişti bile. Karısı ve kızı sofrayı kurmuştu. Zavallı Koen bütün o günlerin acısını güzel bir uyku ile atmış ve yıkanıp tekrar tertemiz olmuştu. Maios bir kral gibi kibirle oturmuş yine ülkesinin akıbetini ufak bir birliğin komutanı olan Aiken ile tartışıyordu. Ve deri ustası ile çocukları da buradaydı. Onlarda gelecekten ve gerçekten uzak kendi ufak hayatlarının parçaları içinde mucizeler bulmayı başarıyordu. Jeniske gülerek masaya oturdu ve ağzından şu sözler dökülmüştü; “Gün geldiğinde bu masada yeni dostlarımız ve yeni insanlar olacak. O zamanda bu kadar neşeli ve hoş görülü olalım. Kadehimi çıkacağımız seferin bize gerçeği ve zaferi getirmesi için kaldırıyorum.” Demişti. Kadehler kalkmıştı ve garip huzurlu neşe evin içini sarmıştı. Alakasız sohbetler masayı doldurup kahkahalar avluya taşarken kimse geleceği ve gerçeği düşünmez haldeydi. Sadece anı yaşamak insana verilmiş en güzel hediye idi. Dertlerden ve tasalardan kaçınmak ve anın mutluluğunun huzurunun keyfini sürmek, yarınlar yokmuşçasına içip dans etmek tanrıların yapamadığı bir şeydi. Düzenleyici ve öğretici olanların yapamadığı bu şey onlar için bir lütuftu.

Gün doğduğunda çalan davul sesleri ile yüz bin kişilik Qufang ordusu Frange sınırlarına girmişti. Şehrin surları önünde bekleyen Dohen ordusu çok direnemeden teslim olmuş ve askerlerin çoğu kılıcını bırakıp ordunun gelişi ile savunmadan kaçmıştı. Üst düzey rütbeli komutanların başı vurulduktan sonra Frange’nin başkent kapıları açılmıştı. Ve Ordu kralını gördüğünde harekete geçmek için beklemeyeceğini göstermişti. Gelen erzaklar ve tıbbı erzaktan halka ihtiyacı olan bırakılıp başarılı hekimler yaralılarla ilgilenirken kaos çıkartanlara cesetleri gömme cezası verilmişti. Meydanda askerlerin üzerine atılan cesetler sonunda toprağın altına gömülüp tahtadan mezar başlıkları çakılmıştı toprağa. O günün sonunda Qufang ordusu, Frange ordusu ve Üç Tanrı ordusu gecikmiş ittifakının birleşmesini kutlamak için şehrin dışında büyük bir yemekle kutlamıştı bunu. Artık özgürlüğün ve gerçekliğin peşinde olan ordu adımlarını daha fazla geciktirmemek için hazırdı.
“Zafer hepimizin kalbinde olacak. Ve kahramanlar olarak ileride çocukların uyumadan önce dinlediği öykülerde yer alacağız. Qufang, Frange ve Üç Tanrı Dağı bu onurlu yolda sonuna kadar sırt sırta savaşacaktı.” Yemin metnini Üç tanrı dağının Karga Lideri Jeniske, Frange meclis başkanı Tavi ve Qufang Kralı Maios imzalamıştı. Bir gecenin daha bitip şafağın sökmeye başladığı tan vaktinde öküz arabalarının tekerleri dönmeye son ateşte sönmeye başlamıştı. Şehirde bir hafta kalan ordu şehrin toparlanmasına yardım etmiş ve sonra yoluna koyulmuştu.

Ordu “Barış Ordusu” adını almış ve herkes eş şekilde aynı kulvarda yürüyordu. Birkaç ay öncesinde başlarına gelen felaketler ve kötü havalar sona ermişti. Kuşların cıvıldadığı yerde ilk hedefleri Dohen krallığı idi. Orası ilk duraklarıydı ve oraya varana kadar sessiz yürüyüş hiç durmadan devam edecekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi İki

Dohen Sınırında

Yağmur yağmamıştı bir hafta boyunca. Aksine güneş çamur toprağı kurutup hayvanların ve arabaların geçişi için kolay bir yol hazırlamıştı. Ordu Dohen bölgesine adım attığı ilk gün kampını yakında bulunan Maden Kasabasının oraya kurmuştu. Yüz binden fazla asker ve onlara eşlik edenler… Maden kasabası için görülmeye değer bir manzara idi. Çadırlar uzaktan bakıldığında beyaz çiçeklere benziyordu. Baharın müjdecisi beyaz çiçekler öyle güzel duruyordu ki öyle hoş kokular saçardı ki herkesi büyülerdi. Ama zehirliydi. Ona dokunan kişi ölümcül zehre maruz kalır ve can verirdi. Kasabada bir heyet kasaba yargıcı ile onun evinde bekliyordu. Ve Barış ordusundan bir heyet onlarla görüşmeye gidecekti. “Sence ikimiz ne bekliyor?” demişti. Ağır toplar değil komutanlar olarak Koen ve Aiken bir manga adamla kasaba içinde geçiyordu. İnsanlar merak içinde onlara bakmak için bahçelerden ve kapılardan çıkıyordu. Koen etrafa baktı atının yularını yavaşlaması için çekti. “Bilmiyorum! Belki bir avuç savaşmaya hazır adam belki de teslimiyet ve onlara dokunmamız için bir grup adam… Bunu bilemeyeceğim. Sadece bu kasaba sınır kasabası ve madenleri işleyenler onlar. Teslim olmaları daha iyi olur!” dedi. Yargıcın evinin önünde meraklı bir kalabalık vardı. İkisi de atından indi. Aiken belindeki kılıcını yokladı. “Diplomaside hiç iyi değilimdir.” Demişti. Koen gülerek birkaç basamağı çıkıp verandaya vardı. “İnan bende!” demişti. Kapıyı açınca içeri girmişlerdi. Büyük yemek masasında bir grup adam onları bekliyordu. Yargıç kel uzun boylu kanca burunlu siyah pelerinlere bürünmüş gözleri kısık bir adamdı. Koen ve Aiken adamlarını dışarda bırakıp içeri girmişti. Bir süre sessizlikle beraber bakışmalar sürmüştü. Koen sürekli olarak uzun pelerin giyiyordu. Onun altında parlayan hançerleri ve çelik kolu dikkat çeken ikinci şeylerdi. Bileğindeki mavi taşlı bilezik hepsinden daha parlak ve dikkat çekiciydi. Aiken ise uzun esmer ve sert duruşlu bir adamdı. Kasaba heyetinde altı kişi vardı yargıç dahil. Koen ve Aiken heyetin hemen karşısında bulunan dört sandalyeye aralarına bir boşluk koyarak oturmuşlardı. Aiken gülümsedi ve hepsine başıyla selam verdi.

“Ordunuzun burada konaklamasının nedeni nedir?” demişti. Koen bunu soran yargıca baktı ve gülümsedi. Öne doğru eğildi ve sunulan şarabı kenarı doğru itekleyip çelik parmaklarına et ve kemikten oluşan parmaklarını kilitlemişti. “Dohen başkentine gitmeden önce dinlenmek istedik.” Demişti. Yargıç ona şaşkınlıkla baktı. “Ne demek bu?” demişti. Koen oldukça sakindi. “Geçen haftalarda bir ordu Frange başkentine saldırdı. Süreç zorlu ve oldukça çirkindi. Bunun sonucunda bizde Hisar’a uğramadan önce yozlaştığına inandığımız Dohen kralı ve yönetimini indirmeye karar verdik.” Dedi. Yargıç şaşkınlıkla ona bakıyordu. Masada gergin bir sessizlik başlamıştı. “Siz savaş için mi buradasınız?” demişti yargıç katı sesi ile. “Aynen öyle!” demişti Koen. Yargıç bunu duyunca köse çenesini sıvazladı. Dirseğini masaya doğru dayadı. “Dohen kralının bize o ordu için bomba yaptırdığını biliyorsunuz o zaman.” Dedi. Koen başını usulca salladı. “Evet! Ve o bombalar çok masumun canını aldı. Tehlikeli ellerde katliama sebep oluyor. Bu yüzden ilk durağımız burası oldu.” Demişti. Yargıcın hemen yanında oturan iri yarı elleri siyahlaşmış çatık gür kaşlı adam bir öksürükle boğazını temizledi. “Dohen’in kralı korkak bir pisliktir. Askerleri sürekli buraya gönderip kadın ve çocukları bile madenlerde çalıştırmaya zorluyor. Onun öldürecek misiniz?” demişti. Aiken adamı baştan aşağı süzdü. “Muhtemelen!” demişti. Adam bunun üzerine gür sakala altında dişlerini göstererek güldü. “Bizden ne istiyorsunuz o zaman?” dedi. Koen bunu duyunca iç çekti. “Hiçbir şey.” Hepsi şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. “Hiçbir şey mi?” demişti yargıç meraklanarak. “Peki neden ordunuz burada?” demişti. Koen gülümsedi. “Elinizde kalan bombaları alıp biraz dinlenip başkente yürüyeceğiz.” Demişti. Yargıç bunu duyunca geriye doğru yaslandı. Ve iri adam yüksek desibelli bir kahkaha atıp masaya vurdu. “Krala ihanetin cezasından haberin yok galiba küçük adam!” demişti. Koen konuşan iri adama baktı. “Kısa zaman sonra ölecek olan krala ihanet mi? Hadi ama Dohen den sadece bombalara ihtiyacımız var. Sonrasında istediğinizi yapın. Size dokunmadan geçip gideceğiz.” Demişti. Yargıç başını iki yana salladı. “Elimizde hiç bomba yok. Daha doğrusu artık madenlerde çalışacak kimse yok!” demişti. Aiken merakla öne doğru eğildi. “Neden?” demişti. Adam burnundan alaycı bir nefes verdi. “Neden mi? Frange’ye gidecek ordu için bomba yapmamız için adamlarımın hepsini topladı ve acımadan madenlerde döve döve çalıştırdı ve birçoğu hastalıktan yataktan çıkamaz halde. Kadın ve çocukları çalıştıramazsınız.” Demişti iri kıyım adam. Koen bunu duyunca birden duraksadı. “Nasıl hasta?” demişti. Adam ona baktı ve kaşlarını çatıp ufak gözlerini gölgelerin altına hapsetti. “Madenlerde çıkardığımız toz o kadar zehirlidir ki bir gün içinde uzun molalar vermeden çalışılamaz. Ne var ki Dohen kralı vicdansız bir alçak olduğu için onlara bunu anlatamadık. Ve birçok kişi ciğerlerinden kan getirecek şekilde öksürerek yatağa düştü kimi ise öldü.” Demişti. Koen ona bakıp kaldı. İç çekip geriye doğru yaslanıp şarabı eline alıp birkaç yudum içti. Aiken onun ne düşündüğünü anlamaya çabalar gibi göz ucu ile yüzüne baktı. “Ne düşünüyorsunuz?” demişti Yargıç. Koen gözlerini masaya dikti. “Durumunuzu anlıyorum. Sadece düşünüyorum. Bizler insanlara zarar vermek için yola çıkmadık. Aksine onlara yardım etmek için bu seferi düzenliyoruz. Sizi bunun için zorlamak bizi kralınızdan farklı kılmaz. “Demişti. Aiken onun ne yapmak istediğini anlamıştı. Başını onu onaylar biçimde salladı. “Elbette ki bizi zora koşmayacağınızı biliyorum.” Demişti. Koen konuşan Yargıca baktı. “Askerlerimize madenlerinizi kullanma izni verin. Bizde size hastalarınız için yardım edelim.” Demişti. Derin sessizlik yerini fısıltılara bırakırken konuşmak için onlardan müsaade istemişlerdi. Dışarı çıkmışlardı. Aiken onlar çıkınca Koen’in hemen yanına doğru kaydı. “Söylesene bunu önce diğerlerine mi sorsaydık?” demişti. Koen gülümsedi. “Jeniske onlardan bombaları almam için elimden geleni yapmam için tam yetki verdi. Madem çalışacak işçileri yok burada kaldığımız süre boyunca kendi madenimiz çıkarır ustaların hazırlamasını isteriz.” Dedi. Aiken uzanıp testiden boşalmış bardağına keyifle şarabı döktü. “Kabul etmekten başka şansları yok anlaşılan.” Demişti. Koen başını salladı. Yarım saat boyunca evde ikisi oturmuştu. Dışarıdan sesler geliyordu. Anlaşılan karar verirken yargıç halkada durumu soruyordu. Koen masanın üstündeki ağaçtan yontulmuş meyve figürleri ile oynuyordu. Elmanın rengi solmuştu ama sarı armut oldukça parlaktı. Bir hasır sepet içine dizilmişlerdi. Koen meyveleri dikkatle inceliyordu. Beş elma ve beş armut vardı. Ve yapraklarına kadar dikkatle boyanmışlardı. “Onlarla oynamaktan vaz geçecek misin?” demişti Aiken. Sıkıntıdan bacağını sallamaya başlamıştı. Koen onun sürekli salladığı bacağına bakıp masaya başını koydu. “Sanırım bacağımı sallayarak rahatsızlık vermekten daha eğlenceli bu tahta meyvelerle oynamak.” Demişti. Elmaları ona doğru itekledi. “Dene!” demişti. Aiken elmaları sırayla sepete doğru yuvarladı. Koen ise onun elmalarını her defasında sepete vurmadan armutla vuruyordu. Başını masaya dayamış rahatlıkla atış yapıyordu. “Söylesene suikastçı olmak için nasıl bir eğitim aldın?” Koen bunu duyunca son armudu ile elmayı vurdu. “Garip bir eğitimdi. Güvercinler beslerlerdi ve avluya çıktığımızda onları uçururlardı. En iyi manevrayı yapan güvercin kurtulan tek güvercindi. Gözlerimizi bağlayıp sesine tepki vererek ufak bir bıçakla onları uçarken vurmamızı isterlerdi. Çoğu bunda başarılıydı. Çünkü onlar ölü ruhlardı. İtaat eden ve sadece öğretileni öğrenmekle mükellef. Bir defasında bir güvercini vuramadığım için on kırbaç yemiştim. Denge kulesinin aliminin evlatlık çocuğu olduğum için on kırbaç az bir ceza idi.” Koen iç çekip bir armudu uzanıp aldı ve tekrar başını masaya koydu. “Denge kulesi sadece ölüleri kullanıyor. Demek bu doğruymuş. Peki diğer kuleler? Prenslerin o kulelerde eğitim aldığı doğru mu? Belli yaşa geldikleri anda onları alıp orada senelerce eğitiyorlarmış.” Heyecanla sormuştu. Dışarıda tartışma uzuyordu belli ki. Koen zaman geçsin diye soruları cevaplamaya karar vermişti. Elmayı olduğu yerde yuvarlamaya başladı. “Doğru. On yaşına gelmeden hepsi alınır. Prenseslerde ve orada evlilikleri kararlaştırılır. Bu sayede ülkeler arasında denge ve ittifaklar kurulurmuş. Sürekli peşlerinde birçok hizmetçi ile dolaşan küstah bir yığın ergen çocuk olduklarını söylemem gerek. Asla kendileri giyinmez. Popolarına kadar başkaları yıkar.” Demişti. Yüzünde bir imrenme iğrenme duygusu vardı. “Onlarla dersler aldım. Bir avuç ezberci pislikten başka bir şey değillerdi. Dohen’in en büyük prensi. O sapık sürekli olarak kızları taciz edip göğüslerini sıkardı. Hisar’ın çalışanları çok titizlerdir. Ve hepsi itaat etmeyi bilir. Bir defasında bir hizmetçi kızı sınıfın ortasında soyup bacaklarını ayırmazsa onun başını keseceğini söylemişti.” Dedi. Aiken hikâyenin sonunu merak edip atıldı. “E…?” Koen ona göz ucu ile bakıp geri elmayla oynamaya başladı. “Prenslere hizmet eden kızların bakire olması gerekir. Ve o kıza tecavüz ettikten sonra kız bekareti bozulduğu için ceza aldı. Meydanda otuz kırbaçla cezalandırıldı. Sessiz sakin bir kızdı. On beşlerinde ufak tefek bir şeydi. Esmer bir teni ve küçük göğüsleri vardı. Prensler arasında favori bir hizmetçiydi. Onun hamama girmesini ve onlara yardım etmesini isterlerdi ve sıraya girerlerdi. Sonra kız utancına dayanamadığı ve diğer kızlar tarafından sürekli tartaklandığı için bir gün Kuzey doğu surlarından kendini aşağıya attı. Oraya gittiğimizde kafasının paramparça olduğunu gördüm. Esmer teni, kiraz rengi dudakları ve koyu büyük gözlerinden geriye ezilmiş bir yığın kanlı et parçası kalmıştı. Prens bununla övündü ve onun hakkında kötü konuşmaya başlayınca rapor etmek zorunda kaldılar. Ahlak üstatlar için önemliydi. Ve ona iki hafta kadar hücre hapsi yazdılar. Sonuçta o bir prensti bu ceza göstermelikti. İki hafta boyunca odasından çıkmadı sadece.” Dedi. Aiken yere tükürdü ve lanet etti. “Aşağılık herifler hepsi aynı.” Demişti. Koen bunu duyunca güldü. “Değildi. Epharai’nin ikinci prensi oldukça efendi ve saygındı. Ağabeyi ve kardeşi gibi değildi. O sürekli okur ve asla küfretmezdi. Hizmetçi kızlar onun peşinde koşar dururdu. Garip bir kibri olduğunu düşünmüştüm ama o kız kendini surdan attığında oraya geldiğimizde hemen pelerinini çıkarıp kızın cesedi üzerine örtüp tanrıların onu affetmesi için dizleri üstüne çöküp ağlamıştı. O zaman bana çok komik gelmişti. Bir hizmetçi kız için ağlıyordu. Fakat şimdi düşününce o hep naif bir adamdı. Kibardı ve cömertti. Bazen garip bir biçimde sinirlenip diğerlerine sadece ‘cık’ diyerek arkasını döner ve saçlarını karıştırırdı. Efendiler ve üstatlar onun merhametinin başına bela olacağını konuşurdu bazen. Oldu da…” demişti. Hüzünle doğruldu. “Ne oldu ki?” demişti. Koen buruk bir ifade ile gülümsedi. “Üvey erkek kardeşi bir gün çok fena ateşlendi. O kardeşine yardım etmek istedi fakat büyü ağabeyinden iyi bir dayak yedi. Son iki küçük prens ve prenses üveydi ve ikinci kraliçeden olmaydı. Ve büyük abileri onlardan nefret ederdi. Öyle kötü dayak yedi ki kimse elinden alamadı. Duyduğuma göre çok fena kavgaya tutuşmuşlar ve sonunda prensin ayağını kırıp kafasını defalarca duvara vurmuş. Prens çok ağır yaralanınca Hisar’dan ayrıldı. Zaten kardeşinin cenazesi de onunla Epharai topraklarına gönderildi.” Aiken şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Vay be! Sözünü ettiğin büyük prens peki? O kaldı mı? Ceza almadı mı?” Koen sıkıntıyla başını salladı. “Epharai krallığının gücü çok fazla ve büyük prens veliaht olduğu için ceza almadı. Onlar prestijliydi. Ve daima ayrıcalıklı olurdu. Öyle ki veliaht prens bizimle güvercin öldürüp gölgelerde yürümeyi öğrenmek istediğinde bunu kabul ettiler. Onunla derse girdiğimde hepimize aynı şey emredilmişti. ‘Kaybedin’ ve bizde onu tatmin edene kadar kaybettik. Şimdi olsa onu surun üstüne çıkarıp kıçına bir tekme basar ve düşerken nasıl göründüğünü görmek için gözümü bile kırpmam.” Sinirliydi. Aiken konuyu değiştirmek istedi. “Senin de ayrıcalığın varmış anladığım kadarıyla. Denge Kulesinin Üstadının evlatlığı olmak sana orada iyi prestij sağlamış olmalı.” Dedi. “Hem evet hem hayır!” Aiken tam ona soru soracakken kapı açıldı ve içeri Yargıç ve iri kıyım adam girdi. “Bir oylama yaptık ve bu durumun bizim için uygun olduğunu gördük. Çoğunluk sizinle anlaşmayı onaylıyor.” Demişti. Koen ayağa kalkıp yargıca dönüp gülümsedi. “Haber üstlerimizi çok mutlu edecek. Detaylar için sizinle tekrar görüşeceğiz. Şimdi gidip tarafımıza haberi vereceğiz izninizle!” dedi. Yargıç memnuniyet ile gülümsedi. “Elbette. Yakın zamanda tekrar görüşeceğiz anlaşılan. Saygımızı iletin.” Demişti. Koen gülümsedi ve yargıcın uzattığı sağ eline baktı. Çelikten elini uzattı. Parmakları hantalca açılıp eli yavaşça kavradı. Bir süre elini sıktı ve ardından bıraktı. Aiken ile de selamlaştılar ve onları bekleyen adamlarının yanına gitmek için dışarı çıkmışlardı. Aiken uyuşan bedenini açmak için esnedi. “Haber diğerlerini ne kadar memnun eder acaba?” dedi. Koen omuz silkti. “Sonuçta barış ortamı ve bombalar olayını hallettik. Gerisi onların işi. Bizim elimizden gelen bu!” demişti. Aiken başını salladı. Koen ise elini karnına birkaç defa vurdu. “Sanırım acıktım.” Demişti. Aiken ona ilerideki tezgâhı işaret etti. “Kızarmış hamur var burada.” Demişti. Koen ona bakıp güldü. “Jeniske bana para vermiyor. Ismarlaman gerek!” demişti. Aiken ona cebinden çıkardığı keseyi göstermek için salladı. “Sana olan borcumdan kes!” dedi. Koen o an fahişeyi hatırlayıp yavaşça Aiken’e doğru birkaç adım atıp koluna vurdu. “Anlattıkları kadar iyi miydi kadın?” demişti. Aiken omzu silkti ve tezgâhın önünde durdu. “Gitmedim. Daha doğrusu kapıya kadar gittim ama sonra içeri girmek istemedim.” Demişti. Koen ona bakıp sinsice sırıttı. “Lanet olsun kalkmayacağından mı korktun?” demişti. Aiken utançla tezgahtar kadına ve ardından Koen’e baktı. “Onunla alakalı değil. Sadece buna değmeyeceğini düşündüm.” Diye çıkıştı. Koen gülüp kadının uzattığı hasır kâğıdı aldı. Hamur sıcak ve tatlı kokuyordu. “Hala Saisa’da mı aklın. Biliyorsun ki o artık Kraliçe ve kocası bir kral!” demişti. Aiken onları bekleyen on asker içinde kızarmış hamur almak için kadına on bir tane daha istediğini söyleyip Koen’e döndü. “Saisa için çok mutluyum. Ve artık onu düşündüğün gibi düşlemiyorum. O benim için bir dost!” demişti. Koen bunu üzerine sinsice gülümsedi. “O zaman kadını gördüğünde heyecandan işlevsiz olacağını düşündün değil mi?” demişti Aiken birden kızarmıştı. “Aha biliyordum. Korktun işte! Sana o kadar parayı boşa vermiş oldum.” Demişti. Aiken ona bakıp kaşlarını çattı. “Onu uzaktan gördüm. Çok güzeldi ve ben heyecanlanınca elim ayağıma dolaşıyor. Rezil olmak istemedim. Sen ne anlarsın ki! Kaç kadınla yattın ki?” demişti. Koen birden durdu. Aiken onun durgun yüzüne bakıp kaldı. Tezgahtaki kadın hamurlar pişerken onları dinliyordu. “Sakın bana daha önce yapmadığını söyleme. Bir kadınla hiç mi?” demişti. Koen ona baktı ve birden güldü. “Benim yeminim var. Gerçi artık bir anlamı yok ama bir denge kulesi suikastçısı asla birisi ile birlikte olmaz. Bakir bir erkek daima bilinci açık birisidir.” Demişti. Aiken ona bakıp birden gülmüştü. Koen onun omzuna hızla vurdu. “Sen önce kendine bak be!” dedi. Aiken keseden para çıkarıp kadına uzattı ve Koen’e göz ucu ile baktı. “Gerçekten çok garipsin Koen. Dışarıdan tam bir pislik gibi duruyorsun ama cidden sen masumsun!” demişti. Koen onun gerçekten habersiz oluşunu bozmak istemedi ve başını çevirip yemeğine odaklandı. Bu sırada tezgahtar kadın onlara bakıp gülerek onlara bakıyordu. İki genç delikanlının kadınlarla alakalı cahilce sohbeti onu güldürmüştü. Aiken hasır geniş sepetle beraber yürümeye başladığında Koen onun peşine takılmıştı. Kampa dönene kadar askerlerle beraber aldıklarını yemişlerdi. Geri döndüklerinde ise toplantı için emir verilmişti. Koen ve Aiken oraya girerken oldukça sessizlerdi. Üst düzey subaylar ve ordunun başındakiler onları bekliyordu. Koen uzun masada kendine ayrılan yere oturdu. Bir öksürük ile boğazını temizledi.

“Bombaları alacak mıyız?” demişti Maios. Koen başını salladı. Aiken onun ardından konuşmaya başladı. “Kralın devrilmesi işlerine geleceği için bize sorun çıkarmayacaklar. Ancak bombalar konusunda şöyle bir sorunumuz var.” Demişti. Koen elindeki haritayı açtı ve çaldığı sarı tahta armudu madenlerin olduğu yere koydu. “Madende çalışacak kimse yok. Ve bize ham madde çıkarmak için yol gösterecekler. Bombaları onların ustası hazırlayacak ve karşılığında onlara ilaç vereceğiz!” diye devam etmişti Aiken. Hepsi şaşkınlıkla onlara bakıyordu. “Ne ilacı?” diye sordu Tavi haritanın üstündeki sarı armuda gözlerini dikip.
“Madenlerde zorla çalıştırılanların çoğu hasta ve orayı kazarken çıkan gazın ve tozun ciğerlerini hasta ettiğini söylediler. Belli ki Üç Tanrı Dağındaki hastalığın aynısı. Ciğerlerinden kan kusup nefessizlikten ölüyorlarmış. Bunu tedavi edecek yeteneğimiz, malzememiz ve bilgimiz var!” diye eklemişti Aiken. Koen şu ana kadar sessiz kalmayı seçmişti.
“Adamlarımız madende çalışamaz o zaman. Bu şey onları da hasta eder.” Demişti Qufang’lı bir general. Koen ona göz ucu ile baktı. Ardından Aiken’e çevirdi gözlerini. Aiken ayaktaydı ve heyeti ikna etmek için gösteri yapan bir oyuncu gibi sürekli hareket ediyordu. “Madenlerde iki saatten fazla çalışılmamalı imiş. İki saatte bir dışarı çıkıp bir belki iki saat dinlenmek gerekiyormuş. Dohen kralı onlara bunu yasakladığı için çoğu hasta olmuş. Bize nasıl maden çıkaracağımızı gösterecekler var. Ve bomba yapmayı gösterecek ustalar… Anlaşmanın son onayı için bizim de onlara tedaviyi vermemiz gerekiyor.” Dedi. Jeniske usulca başını sallamıştı. “Ne düşünüyorsun?” demişti Maios yanında oturan Jeniske’ye bakıp. “Anlaşma oldukça iyi. Şifacılarımız güçlü ve hekimlerimiz yetenekli.” Demişti. Koen memnuniyet ile gülümsedi. “Kasabanın yargıcı üst düzey komuta merkezi ile görüşmek istedi.” Diye birden Aiken çıkış yapmıştı. Maios, Tavi ve Jeniske’nin oturduğu yere dikmişti gözünü. Üçü de yan yana oturuyordu. Tavi başını yavaşça salladı. “Elbette! Bir akşam yemeği için bir araya gelmek kendi açımızdan üstünlük sağlama fırsatı verir.” Jeniske onaylayarak başını salladı. Göz ucu ile sessiz duran Koen’e baktı. Armudunu geri cebine koyup haritayı yavaşça toplamaya başlamıştı.
“Koen ile madenlerin yerini görmek için yarın bir heyet ile yola çıkacağız izninizle!” dedi Aiken. Koen hevesle gülümsedi. Üç liderde başıyla onay verdiğinde toplantı bitmişti. Aiken ve Koen dışında herkesin çıkmasını emretmişlerdi. Beşi masada oturmaya başlamıştı.
“Bilmemiz gereken başka bir şey var mı?” demişti Maios ellerini birleştirip çenesinin altına dayarken. Aiken başını iki yana salladı. “Hayır!” demişti. Maios başını manalı bir biçimde salladı. Jeniske gülümsedi. “İyi anlaşmaya başlamışsınız!” dedi. Koen gülümsedi ve Aiken’in omzuna yavaşça vurdu. “Ona abilik yapıyor olmamı kabul etti.” Dedi. Aiken bunu duyunca yüzünü asmıştı. “Senden yaşlıyım! Yirmi beş yaşını geçtim ben.” Demişti. Koen elini kalbine koyup geriye doğru yaslandı. “Ama ben üç yüz yirmi yaşındayım evladım!” diye sesini titreterek bir yaşlı gibi konuştu. Aiken gülmüştü. Sadece o değil masadaki herkes gülmüştü.
“Açıkçası bu işte nedense Koen ile hareket etmek zorunda hissediyorum kendimi.” Aiken bunu söylerken memnuniyetle gülümsemişti. Koen yorgunca armudu masaya koydu. “Madenleri görmeden önce bir akşam yemeği için onları buraya davet etmeliyiz o zaman.” Diyerek konuyu değiştirmek istedi. Aiken onun elinden bıraktığı armuda gözlerini dikmişti. “Onu yargıcın evinden çalmışsın!” dedi. Koen armudu geri cebine attı hızlıca. “Konumuz armut çalmam değil Aiken. Ortalığı karıştırma.” Demişti. Aiken kaşlarını çatmıştı. “Onlardan eşit sayıda vardı ve adamın evinden tahta bir armut mu çaldın? Sen kafayı kırmışsın Koen!” dedi. Hepsi Koen’e bakıyordu. Koen memnuniyetsizce yüzünü buruşturdu. “Hoşuma gitti ve onun bir işine yaramıyordu. Aldığımı bile fark etmez!” demişti. Jeniske istemsizce gülmeye başlamıştı. Onun gözünde eski anılar canlanıyordu. Koen küçükken hoşuna giden şeyleri izinsiz almayı severdi. Kimsenin kullanmadığını düşündüğü şeyleri cebine koyar ve onlarla bir süre oynadıktan sonra geri verirdi. Tahta bilyeler, kumaş bebekler… Hepsini gider unutulmuş yerlerden alır oynardı. “Ne gülüp duruyorsun be!” diye Koen ona çıkıştığında Jeniske’nin gülmekten gözünden yaş gelmişti. “Çocukken de bunu yapardın. Bir an için aklıma gidip reisin evinden çaldığın ufak çömlekler geldi. Annem seni neredeyse sopayla dövecekti.” Demişti. Koen bunu duyunca gülümsedi ve armudu geri masaya çıkardı. “Her neyse… Bir daha ki sefere de elmalardan bir tane alacağım.” Demişti. Maios ona baktı ve ardından elini uzatıp armudu istedi. Koen ona armudu vermişti. Maios onu dikkatle incelemeye başlamıştı. “Gerçek gibi.” Dedi. O kadar gerçekçiydi ki hepsi ona dikkatle bakıyordu. Aiken ise kollarını göğsünde birleştirmişti. “Barış görüşmesi yaptığımız yerden armut çalmakta ne saçma bir hareket. Gerçekten şu an onu onaylıyor musunuz?” demişti. Jeniske armudu isteyip incelemeye başladı. “Onaylamıyoruz sadece garip huyları var. Uyurken konuşur, yemek yerken sağ eliyle kaşık tutamaz ya da saçlarını bir defa tarar ve yıkanana kadar asla tekrar taramaz. Bir yerde ilgisini çeken bir şey varsa saatlerce oraya kitlenir. Kimsenin kullanmadığını düşündüğü şeyleri cebe atar.” Bunları sıralarken Koen utançla başını yana çevirmişti. “Ha bir de utanınca sürekli olarak başka bir şeyler ilgileniyor gibi yapar. Bak!” diye eklemişti Jeniske başıyla Koen’i işaret edip. Aiken bir an güldü. “Efendi Jeniske bazen sizin gerçekten geçmişte birlikte yaşadığınız bir hayatınız olduğunu unutuyorum. Merak ediyorum da o zamanda insanlar bu kadar kötü ve çirkin miydi?” Aiken bunu sorduğunda durgunlaşmıştı. Kafası çok farklı çalışan bir adamdı. “İnsanlar hiçbir zaman değişmiyor. Her zaman içlerinde bir çirkinlik ve kötülük oluyor.” Koen bunu duyunca birden gülümsedi. “Aslında iyi olan çok insanda vardı. Bizim klanımızda insanlar bu başkent ve kala şehirlerindeki gibi kapılarını kilitli tutmazdı. Herkes birbirini tanır ve kapıları daima açık olurdu. Kilitli kapı sayısı çok azdı. Daha çok koruyucuların silahlarının durduğu odalar kilitli olurdu. Çocuklar onları alıp birbirine zarar vermesin diye. Klan reisinin evinin bile kapısı sonuna kadar açık olurdu. Nadiren klanından kovulmuş eşkıyalar gelirdi kasaba ve klan yakınına. Onun dışında pek tehdit yoktu.” Birden yüzü soldu. İç çekmişti. “Biz daha çocukken koruyucuların göç zamanı bahar yağmurları ile başlardı. Her kız ve oğlan çocuğu koruyucu olmanın hayalini kurar ve üçüncü klandan bizim klanımıza kadar süren inişi heyecanla takip ederdik. Bir gün dağdan inip uzaklarda maceralar yaşamayı hayal ederdik. Kimi bunu yaşayacak kadar barış ortamında kaldı. Kimi ise…” Jeniske onun sözünü kesmişti. “Kimi ise olmak istemese bile koruyucu olup savaşmak zorunda kaldı. Koen hiçbir zaman savaşmak istemezdi. Onu eğitime aldıklarında sürekli kaçar dururdu. Biz göç bitip döndüğümüzde onun hala keçi otlatmak bahanesi ile kaçtığını duymuştum. Hatta herkes ondan umudu kesmişti. Klan reisi ona çok yükleniyordu. O ise keçi otlatıp dokumacılık ile uğraşmak için sızlanıp dururdu. Cılız ufak tefek bir şeydi. Soyunda çok ünlü koruyucular olmasına rağmen o sadece dokumacılık yapmak istediğinde klanda kaos oluşmuştu neredeyse. Kız kardeşimin sürekli yanına gidip halı dokur ve keçileri otlatmak için ovaya giderdi.” Koen ona bakıp kaşlarını çattı. “Sizin anlamadığınız şey dokumacılığın yetenek işi olmasıydı.” Geriye doğru yaslanıp kollarını ileri doğru uzattı. “Halılara işlenecek deseni herkes tasarlayamazdı. Ve o kadınlar orada çok eğleniyordu. Yünü ipe çevirip rengarenk boyuyordu. Yetmiyor o dokuma tezgahında hızla ipleri geçirip bir günde desenin bütün halini ortaya koyuyordu. Sonra halıları hazırlayıp Frange ve başka diyarda satması için tüccarlara veriyorlardı. Bu kadar ince ve güzel bir o kadar zor işi iki kılıç sallamayla eş tutamazsın.” Diye çıkışmıştı. Jeniske güldü. “Hadi canım oradan. Sen kılıcı kaldıramıyordun bile. Ayrıca baban…” Birden buz gibi bir soğuklukla ikisi de birbirine bakıp kalmıştı. Koen’in yüzündeki hınzır gülümseme silinmiş ve öylece kalmıştı. Jeniske ona doğru armudu attı. “Her neyse. Gidip şu davet için bir elçi gönderin. Bu kadar gevezelik yeter!” demişti. O anda masa boşaltılıp herkes çıkmıştı. Koen çadırdan çıkıp kaybolmuştu hemen. Üçü ise yan yana yürüyordu.
“Ne oldu birden öyle?” demişti Maios endişeli halde. Aiken ve Tavi hikâyeyi biliyordu. Aiken hikâyeye daha hakimdi. Koen’in geçmişine dair Jeniske ona bazı şeyler anlatmıştı. “Koen babasını öldürmüş. Ve suçu Efendi Jeniske üstlenip sürgünü kabul etmiş. Koen’in pek kılıçla bıçakla arası olmadığı için hayatta kalamayacağını düşünüp suçu kendi üstüne almış Efendi Jeniske. “Maios bunu duyunca başını usulca salladı. “Babasını öldürmüş demek. Bunun mantıklı bir sebebi var mı?” demişti. Aiken başını usulca salladı. “Var. Koruyucu olan babası oldukça şöhret sahibi bir adammış. Öyle ki Hisar’a kadar gidip orada geçici muhafızlık yapmış zamanında. Ama bir şeyler ters gitmiş galiba. Koen’i onlara satmış ve oraya götürmek istemiş. Hain olduğu söyledi Efendi Jeniske onun. Koen onu öldürmüş. Zaten annesi yokmuş ve üvey annesi klan liderinin kızı imiş. Ve o kadını da dövmeye başlamış. O yüzden herkes Koen’in babasının hain olmasına ses çıkartmamış. Hatta Efendi Jeniske suçu üstlendiğinde bile sessiz kalmışlar. “Maios kederli bir iç çekti. “Ne gaddar bir adammış. Hisar’a neden oğlunu satmak istemiş acaba?” Tavi ellerini arkasında birleştirmişti. “Bilmiyoruz orasını ama sonrasın da Hisar Üç tanrı Dağına girmiş. Ondan sonra olanlar ise karışık. Sanırım savaşın ilk üç yılında Jeniske yokmuş. Bu süre içinde Koen oldukça güçlü bir koruyucu birliğine dahil olup öncüler arasında yer almış. Hisar onları yenmeye yaklaştığı sırada Jeniske ortaya çıkmış. Ve son klan sığınma alanı da bozguna uğradığında savaşı kaybetmişler. Herkes ölmüş. Sağ kalanlarda madenlerde can vermiş çoğu. Kaçabilenler ise Frange sınırları içine ve daha başka yerlere saklanıp yaşamlarını soylarını değiştirerek sürdürmüş.” Tavi sözlerini bitirince iç çekti. “Karışık bir hikâye ama bizi ilgilendiren kısmı bugün onlar neyi tekrar kurmaya çabaladığı.” Maios usulca başını sallamıştı. Çadırına gireceği sırada Aiken onu durdurmuştu. “Majesteleri oğlunuzun birliğime katılmasına izin verdiğiniz için teşekkürler.” Demişti. Frange için Qufang ordusu geldiğinde prens olarak Saisa ve Maios’un on beş yaşına bile varmamış oğlu da zırh giymişti. Maios oğlunun annesinden habersiz geldiğinde onu göndermek istemiş ama bu mümkün olmamıştı. Saisa bir mektupta onun Maios ve Aiken’e emanet olduğunu belirtmişti. Buraya geldiklerinde oğlu Maios’a savaşmayı öğrenmek istediğini söylemişti. Aiken’in birliği bunun için uygundu. Onlar sürekli çalışırdı ve Qufang’a göre daha donanımlı askerleri vardı. Ok ve yayı vardı genç Qufang Prensinin. Nasio on dört yaşında oldukça atılgan ve heyecanlı bir gençti. Subay çadırlarının orada kalmak istediğini ve Aiken’i takip etmeye kafayı koyduğunu babasına söylemişti.
“Lütfen Efendi Aiken sizinle madenleri görmeye gelmem izin verin.” Aiken ve Koen atlarının hazırlanması için tekrar buluşmuşlardı. Koen oldukça durgun ve keyifsizdi. O konuşmadan sonra ortadan kaybolmuş ve bir saate geri çıkmıştı ortalığa. Aiken ile maden bölgesini görmeye gideceklerdi. “Komutan Koen ve sizinle güvende olurum. Babam yani Kral Maios siz kabul ederseniz gidebileceğimi söyledi.” Demişti. Koen atının eyerini sıkıyordu. Aiken ise kollarını göğsünde bağdaştırmış kaşları çatık duruyordu. “Mümkün değil!” demişti başını iki yana sallayarak. “Peki ama neden?” diye yüzünü asmıştı Nasio. Aiken atına konulacak heybeyi kucakladı. “Çünkü prens hazretleri gideceğimiz bölge tehlikeli ve bilinmeyen bir yer. Orada bizi ne bekliyor bilmiyoruz.” Demişti. Nasio bunu duyunca Koen’e dikti gözlerini. Koen onu pek duymuyor ve görmüyor gibiydi. Kendini atını hazırlamaya vermişti. “Komutan Koen lütfen sizinle geleyim. Kampta yapacak bir işim yok!” demişti. Koen omuz silkti ve bir sıçrayışta atına bindi. “Gelebilirsin tabi!” demişti. Aiken bunu duyunca Koen’e dönmüştü. Kafasının dalgın olduğu belliydi. Diğerlerini beklemeden atının karnına topukları ile vurmuştu bile. Aiken hemen atına atlayıp onun peşine takıldı. “Bir çocuğu bilmediğimiz yere mi götürelim! Kendinde misin sen?” diye çıkışmıştı. Koen ona baktı ve elindeki katlanmış haritayı ona doğru attı. “Sorun yok! Oraya baktım ben!” demişti. Aiken şaşkınlıkla ona bakmıştı. “Ne demek baktım?” dedi. Koen atını yavaşlattı ve onunla aynı hizaya getirdi. “Az önce döndüm oradan. Yollardaki topraklar ezilmiş ve yol tehlikesiz.” Demişti. Aiken ona bakarken tek kaşını kaldırmıştı. “Bu yüzden mi ortadan kayboldun ha?” demişti. Koen başını yavaşça salladı. “Askerleri bilmediğimiz bir yere götüremezdik. Jeniske’den izci karga istedim endişelenme. Yolu haritada kırmızı mürekkep ile çizdim.” Demişti. Aiken dilini damağına yapıştırıp hızla çekip kabaca bir “çık” sesi çıkardı. Genelde sinirlendiğinde yapardı bunu. Diğerlerini kampın çıkışında bekliyorlardı. Koen atın beyaz yelelerini yavaş yavaş okşarken gözlerini yere dikmişti.

“Canını sıkan ne?” demişti Aiken ona bakıp. Koen bir an dalgınlıktan çıkıp koyu gözlerini ona dikti. “Jeniske benden bir şey gizliyor gibi bir his var içimde. “Demişti. Diğerleri onların yanına geldiğinde atlar yavaş yavaş yola çıkmıştı. Bir saatten daha az mesafede olan madene gitmek için aceleleri yoktu. “Ne sakladığını düşünüyorsun? Geçmişinle alakalı mı?” Aiken ardı ardına hızlı konuşuyordu. Koen ona bakıp iç çekti. “Geçmişteki bir şey olduğunu düşünmüyorum. Benimle alakalı olduğunu da düşünmüyorum. Dönünce çadırına uğrayıp karganın dönüp dönmediğini soracaktım. Ama Efendi Tavi ile konuşuyordu. Rahatsız etmemek için çıkacaktım ki ‘sanırım bu gidişle bu sır olmaktan çıkacak’ dedi Efendi Tavi. Ve ben içeri doğru hızla girince o çıktı. Sence de bir şey saklamıyorlar mı?” Aiken başını savaşça salladı. “Belki de başka bir şey hakkında konuşuyorlardır. Yani bir sır değil de başka olay. Anladın mı?” demişti. Koen ona baktı ve iç çekti. “Jeniske’nin bir sevgilisi olup olmadığı ile alakalı değil bence. Bu olsaydı bilirdim.” Demişti. Aiken ona doğru eğilip sırıttı. “Bazen senden bile gizleyebilir. Bende onun sadık dostuyum ama ona gidip bir kadını sevdiğimi söylemedim. Kesin şu kâtip kız Mona ile alakalı!” demişti. Koen birden güldü. “Mona ve Nikow’un birlikte olduğunu bile bilmiyorsun!” demişti. Aiken ona bakıp kaldı. “Nereden bileceğim ki… Senin gibi kapı arkasından insan dinlemiyorum.” Dedi. Koen birden ona bakıp başını iki yana salladı. “Kime ne soruyorum ben!” diye hayıflanmıştı. O sırada sohbete kulak dikmiş olan Nasio hemen atılmıştı. “Hanım Efendi Mono ve Nikow aynı çadırda kalan tek erkek ve kadın Efendi Aiken!” demişti. Koen başını sallayıp Nasio’yu onaylarken Aiken ona doğru omzu üzerinden baktı. “Bu çocuk bence sapık. Gidip yıkanırken Mona’yı mı izliyorsun sen ha?” demişti. Nasio birden utançtan kızardığında Koen ona dikti gözlerini. “Böyle şeyler yapmamalısın. Özellikle sevgilisi olan bir kadından hoşlanmak bir erkeğe yakışmaz değil mi Aiken!” demişti. Aiken yüzünü buruşturdu. Saisa ile alakalı Koen’in espri yapmasına ve yüklenmesine dayanamıyordu. “Doğru!” demekle yetindi ve ilerideki yol ayrımını gösterdi. “Buradan sonra yarışalım Koen. Madenlere varan kazanır!” demişti. Koen ona dikti gözlerini. “Karşılığında ne alacak kazanan?” demişti. Aiken sırıttı. “Akşam o sıkıcı yemeğe katılmama ödülü. Kral Maios akşam kendi taburundan adam seçme işine başlasın birisi dedi. Bu durumda o sıkıcı masada sahte bir gülümsemeyle oturmak zorunda değil. İkimizden birisi yapacakmış bunu. Adil bir yarış bence bu işi çözer!” dedi. Koen yularları sıkıca tuttu. Arkadan gelen yaverine döndü. “Prensten gözünüzü ayırmayın!” demişti. Yol ayrımına gelince kasabaya gidenin tam aksi yöne doğru atlar burnunu çevirmişti. Aiken üçten geriye saydı ve birden iki atta arkasında toz bulutu bırakarak hızla yola girmişti. Prens heyecanla koşan atlara baktı ve gülümsedi. “Bizde onlara katılalım! Bu kadar ağır tempo yeter!” demişti. Yaver tam konuşacakken Nasio atını şahlandırmış ve birden at hızla toz bulutuna doğru dalmıştı. Küçük yaştan beri at binmeyen birisi için bu yarış tehlikeli ve ölümle sonuçlanacak kadar sıkıntılıydı. Nasio oraya doğru koşarken önde dört nala giden ve bir nokta gibi kaybolan atların toz bulutundan gözlerinin yandığını hissetmişti. Yolun dikleştiği bir yer vardı ve bu yerde ufak bodur çalılar yolun iki yanını kaplamıştı. Koen atının karnına topuklarını vurdu ve at daha hızlı koşmaya başlamıştı. Ancak arkadan gelen nal sesleri ile irkilmişti. Arkaya doğru bakınca Nasio’nun atının tepesinde kontrolü kaybetmek üzere olduğunu görmüştü. “Koen dikkat et!” demeye kalmadan Koen yüzüne kırbaç gibi çarpan dallarla birden arkaya doğru eğilmiş ve doğrulamadan eyerinin tokasının deriden koptuğunu görmüştü. Öyle şiddetli bir şekilde geriye doğru savrulmuştu ki Nasio’nun atı ürkmüş ve birden şahlanıp güçsüz ve tecrübesiz binicisini sırtından çalılara doğru fırlatmıştı. Aiken kendi atını durdurmuş ama iki at çoktan kaçmıştı. Oraya doğru hızla geliyordu. Koen ve Nasio’nun düştüğü yer arasında on metreden biraz fazla bir mesafe vardı. Koen ayağa kalkmaya çabalarken çalıları gösteriyordu. “Oraya bak çabuk!” demişti. Aiken onun kan içindeki yüzüne ve ellerine baktı. Ardından çalılara doğru koşmuştu. “Nasio!” diye bağırırken cılız bir ses duymuştu. “Efendim!” diye çıkan ağlamaklı sesle beraber Aiken onu dikenli çalıların orada bulmuştu. Kollarını çizen ve parçalayan çalılara rağmen uzanıp onu koltuk altlarından yakalamıştı. Tek çekişte onu çalılardan çekip almıştı. Zavallı çocuğun her yeri çizikler içindeydi. Onu yolun oraya çıkardığında kaçan atı görüp gelen askerler ondan daha kötü durumdaki Koen’i görmüştü. Oturduğu yerde alnından yüzüne doğru kan akıyordu. Çelikten kolu kayışlardan kopup ondan çok daha uzağa doğru uçmuştu. Yerden bir şey topladığını fark etmişlerdi. Kıyafetleri toprakla kirlenmiş ve sürtünme ile parçalanmıştı. “Sakın kıpırdama bir yerin kırılmış olabilir.” Demişti Aiken. Koen yerdeki mavi boncukları topluyordu. Birkaçı Nasio ile kalmıştı. Diğerleri ise oraya hemen koşmuştu. Nasio iyi olduğunu söyleyip yürümeye başlamıştı. Çalılar onu korumuş ve dikenlerin çizikleri dışında kolunda bir kesik vardı. Koen’in yanına doğru yürüyordu diğerleri ile. Aiken ise onun toplamaya çabaladığı boncukları diğerlerine toplatırken onu yere uzandırmıştı. “Birisi gidip kampa kaza geçirdiğimizi haber versin. Bir sedye ile geri dönün!” demişti. Koen düşmenin şokunu atlatmaya başlamıştı. “Gerek yok. Dönebilecek kadar iyiyim.” Demişti. Elindeki birkaç mavi boncuğu cebine koymaya çabalarken kesik kolunun boşluğu ile kaldı. Aiken etrafa bakınmaya başlamıştı. “Gidin ve durumu haber verin.” Diye bağırmış ve havanın kararmak üzere olduğunu fark etmişti. Güneşin batmasına yarım saatten az kalmıştı. “Dikkatsizce hareket etme ve uzan.” Demişti Aiken yere çıkardığı cübbesini sererken. Koen sızlayan alnına elini götürdü. Kan yüzünün yarısını kızıla boyamıştı. Aiken’in cübbesine doğru uzandı. “Boncuklarım nerede?” demişti. Aiken ona verilen mavi boncukları gösterdi. “Bende hepsi merak etme!” demişti. Nasio’nun şoktan ve korkudan bacakları titriyordu. “Tanrılar bir işimizin sonunu iyi bitirmemeye yemin etmiş olmalı!” diye hayıflandı. Nasio ise olduğu yere oturmuş ve birden ağlamaya başlamıştı. Beş yaşında bir çocuk gibi hıçkırıklara boğulduğunda Aiken onun yanına telaşla yürümüştü. “Bir yerin mi acıyor?” diye telaşla soruyordu. Nasio ise iki büklüm olmuştu. Korkmuştu ve bu korku onu dehşete düşürüp ağlatıyordu. Koen kararmaya başlayan gökyüzüne baktı. Bir karganın uçtuğunu görmüştü. “Jeniske burada!” demişti. Aiken başını kaldırıp bakınca karganın kamp tarafına doğru döndüğünü görmüştü. “Birazdan burada olurlar. Nasio bir yerin mi acıyor?” diye tekrarlamıştı. Çocuk yavaş yavaş ağlamaktan kurtulmuştu. Başını iki yana salladı. Maden tarafından bir atın nal sesleri gelmeye başlamıştı biraz sonra. Koen sesi duyunca gülmüştü. “Atı alın!” demişti. Bekleyenlerden birisi koşup atın yularından tutmuştu. Koen alnındaki yaraya uzatılan mendili basmıştı. Yüzündeki tek yara o değildi. Ağacın dalından sert bir tokat yemişti. İz bırakacağını düşünüyordu. “Aiken biraz su alabilir miyim?” demişti. Hava artık kararmış ve hepsi birbirine yakın duruyordu. Aiken ona biraz su verdi.
“Çakmak taşı almış olan var mı?” demişti. Herkes sessizdi. Koen kaybolmuş güneşin ardında kalan gökyüzüne baktı ve elini yavaşça havaya kaldırdı. “Geldiler.” Demişti. Gök yüzündeki iki kargayı gösterirken at nallarının sesi ve onlara seslenenlerin sesi duyulmaya başlamıştı. Koen elini boş koluna götürdü. “Aiken kolumu buldunuz mu?” demişti. Aiken yaklaşan meşale ve fener ışıklarına gözünü dikti. “Işık gelsin bakacağız!” demişti. O sırada bir karga hızla aşağı doğru dalmıştı. Ve çirkin sesi ile kızıl gözleri geride parlamıştı. Aiken maden tarafında kalan çalılara doğru yürüdü. “Efendi Aiken nereye?” diye korku ile sızlanmıştı Nasio. Aiken ona cevap vermedi karganın oraya gidince kuşun çelik kolun hemen üstünde durduğunu gördü. “Efendi Jeniske!” demiş ve başıyla selamlamıştı. Jeniske’nin kargaları kontrol ettiği kızıl gözlerinden belli olurdu. “Kolu alması için karga havalandığında meşalelerin artık Koen ve Nasio’nun olduğu yere geldiğini görmüştü. Hemen oraya doğru yürüdü. Koen’i getirilen at arabasına yerleştirmişlerdi. Nasio ise onun hemen yanına oturmuştu.

“Nasıl oldu bu kaza?” diye Maios panikle çıkışmıştı. Subay çadırlarının oradaki revir çadırındaydılar. Nasio’nun yaralarına merhem sürüyordu bir şifacı kadın. “Arkadan nal sesi duydum. Aiken ile yarışıyorduk. Akşam yemeği için. Bir ağacın kolu bana çarptı ve düştüğümde Genç Prensin atı ürktü onu attı.” Demişti Koen. Dikkatle gömleğini çıkarmıştı hekim. Kayışlar koparken derisinde kesikler ve ezikler oluşturmuştu. Maios onun haline bakıp acıyla yüzünü buruşturdu. “Birazdan kasaba heyeti burada olacak.” İçeri giren Jeniske bunu söylemiş ve birden durmuştu. “Çok fena düşmüşsün!” diye devam etti Koen’e bakıp. Koen gülümseyip gözüne doğru süzülen kanı elinin tersi ile sildi. “Bir ağaçtan dayak yediğim anlaşılıyor mu?” demişti. Herkes ayağa kalkmıştı Jeniske ilerlediğinde Jeniske onlara oturmasını işaret etti. “Biraz. Nasıl başardın?” dedi. Koen göz devirdi. “Az önce majestelerine dediğim gibi birden dikkatim dağıldı ve hızlı koşan atın üstünden bir ağaç dalına çarpıp savruldum!” demişti. Jeniske onun yüzüne bakmak için hekimin çekilmesi ile çenesini kavradı. Yüzünü sağa sola çevirip yaralarına baktı. “Sana madenlere yarın gitmenizi söylememe rağmen beni biraz olsun dinlemedin.” Tabureyi çekip oturdu ve bezi suya batırıp sıktı. Yavaşça yaraları silmeye başlamıştı. Koen bir çocuk gibi yüzünü buruşturmuştu. “Aslında sadece bakıp dönmek için yola çıktık. Sonra sıkıcı yemekten kaçmak için yarışmaya karar verdik.” Demişti. Jeniske kanı ve toprağı temizlerken gözlerini onun gözüne dikti. “Gerçekten nasıl düştün. Sana at binmeyi dağlılar öğretmedi. Hisar’ın binicileri attan düşmez. Ne oldu orada?” demişti. Koen birden gözlerini devirdi.

“Dikkatim dağıldı!”
“Dikkatin niye dağılıyor? Bu huyun değildir!”
“Prensin atının nal sesini duydum. Bir şey mi oldu diye döndüm.”
“Doğruyu söylemeyeceksen bende ona göre davranırım!” Jeniske siyah sıvıya bandığı bezi birden Koen’in alnına bastırmıştı. Koen acıyla onun elini çekmeye çabalayıp. Bağırdı ve tek sağlam eli ile onun bileğini tutup iteklemeye çabaladı. Jeniske onun başının arkasından tutmuş ve bezi bastırmaya devam ediyordu.
“Madenlerden döndüğünden beri saçma salak davranıyorsun! Dikkatin dağılacaksa bir daha göreve çıkmaman için emir veriyim.” Dedi. Aiken bu öfke durumunu bilirdi. Yavaşça kenarı doğru çekildi. Maios’un arkasına doğru pustu ve fısıldadı. “Kavga edecekler!” demişti. Maios önce oğluna sonra da Aiken’e baktı. O sırada Koen sonunda Jeniske’nin elinden başını kurtarmıştı. “Gerçekten sen çok gaddar bir adamsın Jeniske.” Demişti. Kenarda duran bezi alıp alnına basıp iki büklüm oldu. “Canımı acıttın!” demişti. Jeniske ona baktı ve iç çekti. “Koen son defa söylüyorum. Neden dediğim bir şeye bir defa inanmak yerine kafanda kurup kendi kendine sıkıntı çıkarmaktan vaz geç. Sana söyledim eğer bilmen gereken bir şey ise bunu zaten konuşuruz.” Dedi. Koen doğrulup ona baktı ve elini alnından çekti. “Peki… Bu kazada seni ilgilendiren bir şey değil Karga Lider!” diye çıkışmıştı. Aiken yavaşça çıkışa doğru kaymaya başlamıştı. “Eğer birbirlerini boğazlamaya başlarlarsa burada olmak istemiyorum.” Diye Maios’a fısıldadı. “Kavganın sebebi ne?” demişti Maios çıkışıp oraya doğru yürürken. Koen doğrulup gözlerini Jeniske’ye dikmişti tehditkâr biçimde. “Sorun ne?” diye tekrarladı Maios. “Aramızda bir sorun Maios. Sadece düştüğü ve bu olayı kafasına taktığı için ona kızgınım.” Demişti Jeniske. Koen birden öne doğru eğildi. “Tavi ile ikisi bir sır saklıyor ve bunun beni ilgilendirmediğini söylüyor.” Dedi. Bezi alnına tekrar basmıştı. Aiken merakla Nasio’nun hemen oturduğu sedirin orada beklemeye başlamıştı. İçeride bir sessizlik olmuştu. Maios yavaşça Jeniske’ye doğru birkaç adım attı. “Bilmememiz gereken şeyin ne olduğunu sormayacağım. Sadece karşında işkence yapmakla yükümlü olduğun bir düşmanın yok. Koen var!” Demişti. Jeniske bir an durgunlaştı. Koen ise başını öne doğru eğmişti.
“Onlar yarışırken onları takip etmeye kalkıştım ve gerçekten de Komutan Koen bana bakmak için başını arkaya çevirince dalı göremedi ve düştü.” Nasio bunu söylerken korku ile bakıyordu. Jeniske kaşlarını çattı. “Niye bu kadar dikkatsiz oldun?” demişti yorgun bir sesle. Koen eli alnında başı öndeydi. “Aiken onun gelmesine izin vermedi. Ben izin verdim ve bir şey olursa sorumluluk bende diye düşünüp panikledim.” Demişti. Jeniske elini alnına koyup çenesine doğru kaydırdı. “Başını kaldır yarana bakayım!” dedi. Koen başını kaldırmak yerine elini yana doğru koydu. “Efendi Tavi ile ne konuştuğunu pek umursamadım. Sadece bir şey saklamış olman garip geldi. Benden saklaman gereken şey ne Jeniske?” dedi. Jeniske ona bakıyordu. Yavaşça eğilip kulağına doğru fısıldamıştı. “Burada olmaz.” Demişti. Koen başını kaldırıp ona baktı. Jeniske gözlerini ona dikmişti. “Tamam çıkıp konuşalım!” demişti. Oturduğu yerden hemen ayağa kalktı. Kalçasında katlanılmaz bir ağrı vardı. Kalça kemiğini çatladığını düşündü. “Otur ve sabret!” demişti. Maios onun önünü kesmişti. “Alnından kan aka aka nereye gidiyorsun?” diye çıkışmıştı. Koen ise eliyle yanında kalan Jeniske’yi gösterdi. “Biraz konuşmaya!” demişti. Koen bir an duraksadı. Eli boşlukta bir an için sallandı. Ardından gözleri yere doğru dikildi. “Sanırım midem bulanıyor!” dedi. Jeniske onun sırtına doğru elini koydu. “Hadi otur ve dinlen. Yaranı diksinler!” dedi. Koen onu yavaşça itekledi. “Yok hadi şu konuyu hemen konuşalım. Sonra yatarım.” Dedi. Elini alnına doğru koymuştu. “Lanet olsun şimdi olmaz!” demiş ve birden yana dönüp bakır kabın içine kusmaya başlamıştı. Dizleri üstüne çökmüştü. Öğürtüleri bittiğinde yere çökmüştü. Jeniske onun yüzünü silmek için temiz bir bez istedi. Koen gözleri kızarmış halde karşısında çömelmiş Jeniske’ye baktı. “Yarın! Bana anlatacağına söz ver!” demişti. Jeniske onun yüzünü silip bir bardak suyu alıp ona uzattı. “Dinlen!” demişti. Koen onun yakasını tuttu birden. “Söz ver!” dedi. Jeniske pes etmiş şekilde başını salladı. “Söz.” Demişti. Koen onun yakasını bırakıp başını geriye doğru yatırdı. “Bu olaya kafamı taktığım için dikkatim dağıldığını kabul ediyorum bende.” dedi. Jeniske onun tam karşısında duruyordu. “Yaranı dikiyim mi?” dedi. Koen omzu silkti. “Yemeğe geç kalacaksın!” dedi. Jeniske dikilen Maios’a baktı. Maios yürümeye başlayıp Aiken’i ensesinden tutup çıkışa doğru sürüdü. “Bir süre geç kalması sorun olmaz!” demişti. Ardından oğluna doğru döndü. “Seninle sonra hesaplaşacağız!” deyip çadırdan çıktı. Jeniske dikilen hekime döndü. “Prensin yaralarına bakın siz!” demişti. Hekim başını eğip şifacının yanına doğru gitmişti. Koen sedire tekrar oturmuştu. Jeniske onun karşısındaki tabureye oturdu. “Bunu dişlerinin arasına koy!” demişti. Nasio onlara bakıyordu. Jeniske’nin iyi bir hekim ve şifacı olduğunu biliyordu. Onu ateşli bir hastalıktan kurtarmıştı. Dikkatle Koen’in alnındaki yarayı dikiyordu. Eli titremiyor ve gözünü kırpmıyordu. Koen dişlerini sıkmıştı. Jeniske işini bitirip iğneyi tekrar tahta tepsiye bırakıp Koen’e döndü. “Canın mı acıyor?” demişti. Koen başını iki yana salladı. Göz yaşları yanaklarından süzülüp çenesine damlamaya başlamıştı. “Niye ağlıyorsun o zaman?” dedi. Koen dudaklarını araladı. Tam bir şey diyecekken Jeniske derin bir nefes alıp elini onun bacağına koydu. “Sana asla yalan söylemedim. Bunu hiçbir zamanda yapmayacağım. Sadece bazı şeyleri taşımak zorunda değilsin. Bilmek hep iyi olan şey değildir. Niye seni korumamdan bu kadar korkuyor ve kaçıyorsun?” dedi. Koen ona bakıyordu. “Sadece seni korumak için uzak tutmak istediğimi söyledim. Buna izin versen?” Jeniske’nin sesi buruktu. Nasio çaktırmadan onları görmek için sırtındaki yaralara bakması için onlara dönmüştü.
“Hayat bana ne öğretti biliyor musun Jeniske, asla birisine güvenip ona yaslanıp onu yormamayı. Onun vicdanında yük olmamayı ve kendi ayakların üstünde durmazsan bir gün sırtına bindiğin kişinin de kanatları altına sığındığın kişinin de gidişi ile hayatının alt üst olacağını. Bunu tekrar yaşamak istemiyorum. Senin kanatların altında ve sırtında yaşamak istemiyorum. En başından beri olması gereken buydu. Belki o zaman babam senden nefret etmezdi ya da bunca şey olurken… Ben bu kadar zayıf kalmazdım.” Koen bunları söylerken çenesi titriyordu. “Tavi ile sakladığın sır umurumda bile değil. Sadece beni korumaya çabalarken bana zarar verdiğini bil. Eskisi gibi bir dağın başında bir evde bir kasabada değiliz. Biz kocaman bir dünyada tek başımıza kaldık. Ve sen tek başına güçlü olmaya çalışırsan yine kaybedeceğiz. Kendimi ve seni koruyabileceğime inansan bile buna niye izin vermiyorsun?” Jeniske bunları duyunca ona bakıp kalmıştı. “Sürekli o kargaların peşimde ve ne yapsam nereye gitsem çelimsiz bir çocuğu izleyen annesi gibi sürekli arkamdan geliyorlar. Benimle olduğunu bilmek elbette beni çok huzurlu kılıyor ama başıma bir şey gelmesinden korkmandan yoruldum.” Jeniske tam ona cevap verecekken Koen elini yüzüne kapadı ve ağlayarak devam etti. “Böyle devam edersen sen olmadığında ben güçsüz ve savunmasız kalacağım.” Demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Koen ise başını öne doğru eğmişti. “O gün beni bırakıp gittiğinde ben tek başıma kaldım. Yine gidince o kadar çok canım yansın istemiyorum.” Demişti. Duyguları karman çormandı. Canının acısı ve kafasının karışıklığı onu parçalıyordu. Jeniske ne yapacağını bilemedi. “Bir daha gitmeyeceğim Koen!” demişti. Koen ise göz yaşları içinde başını bacaklarına doğru yasaldı. “Koen! Biraz uyuman gerek. Şu an iyi değilsin!” demişti. Koen onu duymuyordu adeta. “Ben tekrar canım acısın istemiyorum.” Diyordu. Fiziksel yaraları ruhsal yaralarını tetikliyordu. Elini kopmuş koluna sarmıştı. “Benim neden hep canım acıyor!” demişti. Jeniske oturduğu yerden kalktı. “Canının acısını geçirmeme izin ver o zaman. Koen bana bak!” demişti. Koen’in saçları onları bir arada tutan ipten çıkıp dağılmıştı. İçi toz dolup matlaşmıştı buklelerin. Karman çorman saçların ardından bir çift boş göz ona baktı. Jeniske onun alnına elini dayadığında birden gözleri donuklaştı. “Sabaha her şey daha iyi olacak!” demişti. Koen öne doğru birden devrilmişti. Jeniske onu oturduğu sedire uzandırdı. “Hala bir çocuk gibisin!” demişti Jeniske. Üstüne kenarda katlı olan örtüleri örterken. “Onu yandırmayın sabah kadar. Merhem sürün yaralarına da!” demişti. Hekimler şaşkınlıkla başını sallamıştı. Koen derin ve sakin bir şekilde yatıyordu. Jeniske çadırdan çıkarken küfür savurmuştu. “Kaltak Yaksotat!” demişti. Dişlerinin arasından çıkan küfürle beraber çadırda bir sessizlik başlamıştı. Hekimlerden birisi kaşlarını kaldırıp iç çekti. “Komutan Koen’in yaralarına merhemi siz sürer misiniz hanım efendi?” demişti. Şifacı ve hepsinden yaşlı kadın köşede oturmuş tütün benzeri bir kuru bitkiyi ezmekle meşguldü. “Elbette!” demiş ve dizleri gıcırdayarak kalkmıştı. Çadırda yatılı hasta kalmazdı genelde. Ama bu gece iki misafirleri vardı. Nasio yattığı yerde sıkıntı içinde çadırın kumaşına vuran ışığı izliyor ve dışardan gelen sesleri dinliyordu.
“Hekim burada mı?” diye içeri Mona girmişti. Tarihi canlı canlı izleyerek yazmak için orduya karılmıştı. Nasio onu görünce yattığı yerden doğruldu. “Sanırım yemek için gittiler. Gelirler!” demişti. Mona elini tutuyordu. “Peki onu burada bekleyeyim.” Dedi. Mona içeri doğru girip boş taburelerden birine oturdu. Nasio onun eline bakıyordu. “Ne oldu eline?” demişti. Mona gülümsedi. Bileğini yavaşça ovaladı. “Sanırım kramp gibi bir şey! Şu sıralar çok fazla yazacak şey var.” Demişti. Nasio gülümsedi. “Annem çok yetenekli bir şifacı. Bana bazı ufak numaralar öğretmişti. “Dedi ve yataktan kalktı. Mona’nın yanına gelip tabureye oturmuştu. “Kaslarını çok kasarak yazı yazmaya çalıştığın için ağrı oluşuyordur.” Deyip elini nazikçe aldı. Baş parmağının alt kısmını yavaşça ovalamaya başlamıştı. “Bu şekilde krampları geçirebilirsin” diye konuştu. Birkaç dakika sonra gerçekten de Mona elinin düzeldiğini hissetmişti. “Gerçekten yetenekliymişsin bu konuda!” demişti Mona gülümseyerek. Arkaya doğru saçlarını toplayıp örmüştü. Yine elleri mürekkep içindeydi. Ardından genç prensin yüzündeki ve kollarındaki çiziklere bakıp omuzlarını düşürdü. “Attan düştüğünüz doğru demek.” Demişti. Nasio başını salladı. “Bana pek bir şey olmadı. Yolun kenarındaki dikenli çalılar beni korudu.” Demişti. Mona başını yana doğru çevirip dolu yatağa baktı. “Komutanlardan hangisiydi yaralanan?” demişti. Nasio onun baktığı yere baktı. Gölgede kalan yatakta kimin yattığı belli değildi. “Komutan Koen!” demişti Nasio. Mona hüzünle yüzünü astı. “Yarası ağır mı?” demişti. Nasio bilmediğini belli etmek için başını sallamıştı. Sohbetin devamı olmamıştı. Nikow gelip Mona’ya yemeğin hazır olduğunu söylemişti. Nasio onlar gidince bir süre daha taburede oturdu. Ardından etrafı kurcalamaya başladı ama bu ufak eğlencesi kısa sürmüştü. Hekim ve bir şifacı geri dönmüş ve ona yemek getirmişti. Nasio yemeğini yerken karnının gerçekten aç olduğunu fark etmişti. Saatler ilerliyor ve yavaş yavaş kamp sessizliğe bürünürken şifacılar çadırlarına çekilmiş ve hekimde gitmişti. Nasio yanan birkaç mumunda yavaş yavaş sönmesi ile uykuya dalmaya başlamıştı. Gecenin gündüze dönmeye başladığı saatlerde kampta her yer sessizliğe boğulmuştu. Nasio dudakları kurumuş halde uykusundan uyanmıştı. Gözlerini açtığında hala mumlardan birinin yandığını görmüştü. Kalkıp su içti ve tekrar oturduğunda gözleri Koen’in yattığı boş yatağa doğru dönmüştü. “Gitmiş!” diye birden telaşla konuştu. Nereye gitmiş olabileceğini bilmiyordu ama ağır uykuda olması gereken kişinin kalkıp gidemeyeceğini düşünüp bir aksilik olduğu fikri ile hemen çadırın dışına çıkmıştı. Sabahın ilk ışıkları kendini göstermeye başladığında hava serindi. Titremiş ve dikilen muhafızla burun buruna gelmişti. “Komutan Koen nerede?” Demişti. Dişleri birbirine vuruyordu. Muhafız ona bakıp birkaç adım çekilmesini bekledi. “Bir saat kadar önce uyandı ve Karga Lider’in yanına gitti Prens hazretleri. Sizde yatağınıza geri dönün. Babanız dışarı çıkmanızı yasakladı.” Demişti. Nasio sert sedirin vücudunu ağrıttığını belli etmek için elini beline doğru koydu. “Bende kendi çadırıma gitmek istiyorum. Söz başka yere gitmem.” Demişti. Muhafız iç çekti. “Size oraya kadar eşlik edelim.” Demişti. Nasio çadırdan eşyalarını alıp Aiken ile kaldığı subay çadırına doğru yürümüştü. Muhafızların geceden beri ayakta olduğu belliydi. Yorgun ve uyuşuklardı. Çadırın önüne gelince Nasio onlara selam verip hemen içeri girmişti. Beş subay aynı çadırda kalıyordu. Dağ ordusunun subaylarından oluşan bu beş kişilik ekiple beraber kalıyor olmasını yadırgamamıştı. Aksine bu adamlar onu eğlendiren tiplerdi. Aiken’in yatağının yanındaki yatağına doğru yürürken yatağında yatan Aiken başını kaldırıp gözlerinden bir kapalı halde ona baktı. “Çok ses çıkarma!” demişti. Nasio yatağına oturup botlarını çözmeye başladı. “Komutan Koen uyanmış ve Jeniske Amcanın yanın gitmiş!” dedi Nasio fısıltılı bir sesle. Aiken yan dönüp ona dikti gözlerini. “Gerçekten röntgenci bir çocuk olmaya başladın. Gidebilir sonuçta ikisi aynı çadırda kalıyor genelde!” Nasio bunu duyunca birden başını öne doğru eğdi. “Jeniske amca ile çok büyük kavga ettiler ve küsler sanıyordum.” Dedi. Aiken güldü. “İkisi sürekli kavga eder. Birbirlerini öldürmek için uğraştıkları zamanlar olmuştu. Ama sonunda gün tekrar doğmadan barışırlar. Onlar çok eski arkadaşlar. Bu kavgalar daha çok atışmalar ve kızgınlıklarla alakalı. Bizi ilgilendirmez. Sende çok meraklı olma.” Demişti. Nasio iç çekti. “Annem onların çok özel bir ilişkisi olduğunu söylemişti babama. Bir defasında Komutan Koen hala hasta iken Jeniske Amca Qufang’a gelip onu görmek istemişti. Annem buna izin vermedi ve onun gitmesinin daha iyi olacağını söylemişti. Komutan Koen’in kafasını karıştırırmış. Çok garipler.” Diye hayıflandı. Aiken doğrulup gözlerini Nasio’nun gözlerine dikti. “Gerçekten kapı arkasından insanları dinlemeyi bırakman gerek. Bu hiç doğru bir davranış değil. Hele ki bir prens bunu yapmamalı. Başını derde sokarsın. Koen hakkında çok fazla konuşma çünkü seni bir gün duyup dövebilir.” Demişti. Nasio başını öne doğru eğip yatağa devrildi. “O askerlere karşı da çok sert birisi ama bence hala çocuk gibi. Sürekli bir şeyler konusunda anneme mızmızlanıp duruyordu. Ve babamın yasak koyduğu yerlere girip çıkıyordu. Ben yaptığımda ise benim kafama vurup gitmemi söylüyordu.” Demişti. Aiken iç çekip ona bakıp omuzlarını düşürdü. “Annenden çok babana çekmişsin. Sürekli bir şeyleri kurcalayıp duruyorsun. Koen ile konuşup onun yanına vereceğim seni!” demişti Aiken. Nasio bunu duyunca yatakta hızla doğruldu. “Hayır, hayır! Buna gerek yok. O çok sert ve cidden sürekli Qufang subaylarını dövüyor. Ve bağırıp at boku temizletiyor.” Demişti. Aiken zafer kazanmış gibi güldü. “O zaman susup uyu. Yeni yatağa uzandım ve uykusuzluktan başım çatlıyor!” demişti. Nasio sessizce yatağa uzandı ama bu çok uzun sürmedi. “Hanımefendi Mona’nın elini ovdum biliyor musun?” demişti. Aiken homurdandı. “O erkek tipli kadına hanımefendi demen çok komik. Son kamp alanında nasılda bir askeri patakladığını sen gördün!” dedi. Nasio bunun üzerine başını salladı. “Evet çok güçlü ama eline yazı yazmaktan ağrı gitmişti ve ben iyileştirdim. Ayrıca o Nikow’dan değil Komutan Koen’den hoşlanıyor. Sürekli onun peşinde dolanıp duruyor.” Demişti. Aiken derin bir iç çekti. “Mona’nın asıl görevi Koen’den geçmiş hikayeleri dinleyip yazmak. O yüzden sürekli peşinde geziyor.” Demişti. Nasio gözlerini çadırın tavanına dikmişti. “Belki de hoşlanıyordur. Sürekli onu sorup duruyor.” Demişti. Aiken daha fazla dayanamayıp yataktan doğruldu. “Nasio sen Koen’i mü kıskanıyorsun?” demişti. Nasio bunu duyunca birden şaşkınlıkla kaldı. “Hayır.” Demişti kısık bir sesle. “Sadece niye herkes onu enteresan ve inanılmaz buluyor anlamıyorum. Babam bile onunla sürekli olarak ilgileniyor.” Demişti. Aiken birden gülümsedi. “Koen’in yetenekleri tıpkı Efendi Jeniske’nin yetenekleri gibi. Ona tilki ve Kızıl Taş Ustası denildiğini bilmiyor musun?” demişti. Nasio başını salladı. “Biliyorum. Hisar’da büyümüş ama geçmişte efendi Jeniske ile yakın arkadaşlarmış. Ve Üç Tanrı Dağının esrarengiz kahramanlarından birisi ama… O düşünce y ada bir şey yapınca herkes başına toplanıp duruyor. Öyle ki annem bile onunla sürekli oturup bir şeyler konuşup dururdu. O yokken Jeniske amca bizim evimize gelirdi ev sürekli bizimle otururdu. Ve insanlar o yokken daha mutluydu sanki. Sen bile sürekli annemle beraber bize gelip dururdun. Şimdi sürekli onunla bir yerlere gidip yarışıp eğleniyorsun. Oysaki bana daha at binip kılıç kullanmayı öğretmen gerekirdi.” Demişti. Aiken birden güldü. “Nasio sen cidden onu kıskanıyorsun. Ama bu saçma. Koen özünde çok iyi bir insan ve onun bağları seninle olan bağlardan daha farklı. O iyi bir komutan ve arkadaş. Sen ise hepimiz için çocuğumuz gibisin. Efendi Jeniske seni onu sevdiği kadar sevip önemsiyor bende babanda ve annende. Bu kıskançlık boşuna!” demişti. Nasio başını öne doğru eğdi. “Bilmiyorum. Onunla at sürüp madenlere gitme o zaman. Bana kılıç kullanmayı ve ok atmayı öğret.” Demişti. Aiken yorgunca yatağa doğru uzandı. “Elbette!” demişti. Onu geçiştirmek için bunu söylememişti. Sadece Nasio’nun gerçekten Koen’i kıskanıyor olması çocukça ama sevimli gelmişti. Koen komutada bulunan en genç kişiydi. Yirmi yaşından bir belki iki sene daha büyüktü. Ama herkesten daha yaşlı ruhu onu saygın yapıyordu. Nasio için bunu anlamak zordu. Çünkü o henüz çocuktu ve ergenliğe doğru yeni adım atarken duygu karmaşası yaşıyordu. Birden herkesin ilgisi onun üzerinden çekilince afallamıştı. Anne ve babası Qufang’ın kraliyet ailesiydi ama o annesinin ve babasının arkadaşları tarafından sevilmeyi seviyordu. Prens olmayı sevmemişti. Sürekli onunla ilgilenen ama sahte yüzlü hizmetçiler yerine sabah annesinin onu uyandırmasını istemişti. Ve düğün günü olan felaket… O günden sonra annesinin ilgisi kolu kesilmiş olan bu genç adama yönelmişti. Jeniske amcası, onun hayatını kurtaran ve annesinin yanında olan bu adam ise onun için babasından daha değerliydi. Babasının eksikliğini yaşadığı ve ateşli hastalığa düştüğü zamanda onu kurtaran Jeniske olmuştu ve şimdi o da Koen için endişeleniyordu. Attan düşen tek kişi o değildi ama Jeniske Nasio’nun yanından geçip gitmiş ve nasıl olduğunu sormamıştı bile. Bu onun için kenarı atılmak gibiydi. Kaşlarını çatıp iç çekmişti. “Komutan Koen bütün ilgileri üstüne çekmeyi seviyor.” Diye içinden konuşmuştu. Aiken uyurken gün ağarmaya başlamıştı ev Nasio yattığı yerde bir türlü uyumayı başaramamıştı. Kıskançlık toy olanlar için büyük bir düşmandı. Nasio senelerce babasının kim olduğunu gizlemek zorunda kalmış ve sevgiyi tam hissedememiş bir çocuktu. Babasını sadece bazı akşamlar görür ve annesinin ona bunu gizlemesi gerektiğini söylemesi sürekli olarak uğradığı tacizlere sessiz kalmasına neden olurdu. Sırlar çocukları yorar ve yıpratırdı. Nasio akıllı ve erdemli olması gerektiğini annesinden çok defa duymuştu. Ancak gençlik ve çocukluğun bu geçiş sürecinde kalbinin ve aklının karmaşası onu yaşıtları tarafından dışlanmaya iterken ilgi ve sevgi alabileceği insan sayısı azalmış ve şimdi onların ilgisi de yoktu. Bir çocuk hep takdir edilmek, düşünülmek ve sevilmek isterdi. Nasio bunu istiyor ama kendini Koen ile kıyaslamadan edemiyordu. Hoşlandığı ve güzel olduğunu düşündüğü Mona bile sürekli Koen’in peşinden giderken nasıl da yalnız hissettiğini düşündü. Koen’in yönettiği Qufang ordusunda eğitim dahi almak istememişti. Düşünceleri onu düşman olduğuna inandırıyor ve ilgi çekmek için onunla yarışır konuma geliyordu. Attan düştüklerinde aslında Koen’in yüzünden düştüğünü düşünmüştü. Fakat Koen’in yaralanması herkesi yeterince gerdiği için suçu üstlenmeyi planlayıp en azından bir süre olsun babası ve Jeniske’nin dikkatini çekeceğini fark etmişti. Ancak bu işe yaramamıştı. Koen sürekli sorun çıkarıp ilgiyi üstünde tutuyordu. Bu düşünceler ile daha fazla yatakta kalamayıp giyinip çıktı. Yaraları ve sıyrıkları sızlasa da yürümeye karar vermişti. Yeni yeni hareketlenmeye başlamış kampta dolaşmaya başlamıştı. Sonunda büyük yemek çadırının önüne geldiğinde birkaç kişinin çoktan yemek için hazırlığa başladığını görmüştü. “Kalfalardan birisi tepsiyi Karga Lider’in çadırına götürsün!” demişti aşçı başı olan adam. Ancak kalfalar hazırlıktan etrafta dönmekten onu duymamıştı bile. “Ben götüreyim.” Diye atılmıştı Nasio. Onun kim olduğunu bilmeyen çok kişi vardı kampta. Kalabalık kamp içinde sadece subaylar ve üst düzeyler onu tanıyordu. Aşçı başı hemen tepsiyi işaret etmiş ve bağırmıştı. “Sakın ha dökeyim falan deme!” diye çıkışmıştı. Nasio tepsiyi alıp tekrar komuta bölgesine doğru yürümeye başladığında güneş ışıkları yer yüzünü ısıtmaya başlamıştı. Çadırın önüne geldiğinde muhafızlardan birisi ona şaşkınlıkla baktı. Ardından çadırın perdesini kaldırıp girmesi için yol açtı. Nasio içeri girerken boğazını bir öksürük ile temizledi. “Jeniske Amca!” demişti. Büyük alana doğru çıktığında Jeniske’nin oturduğu yerde bir şey dikmekle uğraştığını fark etmişti. Elindeki iğneyi yavaşça masaya bırakıp ona susmasını işaret etmiş ve yatakta yatan Koen’i göstermişti. Nasio elindeki tepsiyi masaya koyup Jeniske’nin yanına doğru yürümüştü.
“Yemek getireceklerdi ben getirmek istedim.” Demişti. Jeniske’nin hemen yanındaki sandalyeye oturup kayışları tamir edişini izlemeye başladı. Jeniske kayışların daha az acı vermesi için iç kısmına kürk dikiyordu. “Yaraların nasıl oldu?” demişti Jeniske iğneye bağlı ipi keserken. Nasio bir an dalgınlıktan kurtulup ellerindeki çizikleri göstermek için avuç içlerini açtı. “Artık acımıyorlar!” demişti. Jeniske kayışları yandaki masada duran kolun olduğu yere koydu. “Kahvaltı yaptın mı?” demişti. Nasio başını iki yana sallayınca Jeniske yavaşça ayaklandı. “Koen uyuduğuna göre bütün yemek bize kaldı. Benimle yemek ister misin?” demişti. Nasio mutlulukla bunu kabul etmişti. Masaya oturduklarında Koen tüllerin ardında kalmıştı artık. “Bu tür kazalar olmaması için daha dikkatli olmanız gerek.” Dedi. Nasio başını eğip lokmasını gürültü ile yutmuştu. “Ben sanırım kazaya sebep oldum!” dediğinde Jeniske başını iki yana salladı. “Kazanın sebebinin kim olduğu önemli değil. Aiken ve Koen senden sorumluydu ve bunu yapamadıkları için babandan ve benden iyi birer azar yediler. Özellikle Koen. Dikkatsizliği seni öldürebilirdi.” Demişti. Nasio karşısında yeşil gözlerine gölgeler inmiş adama hayretler içinde bakıp kaldı. “Ona babam da mı kızdı?” demişti. Jeniske başını salladı. “Dün gece kalkıp geldi ve özür dilemek istedi. Senin canını tehlikeye atacak kadar bencilce davrandığını kabul ettiğinde Aiken ve Koen’i baban biraz azarladı ve sonra sinirini senden çıkarmamak için bütün öfkesini boşalttı.” Demişti. Jeniske birkaç yudum su içip gülümsedi. “Kampta olman ve bir şeylere tanık olup öğrenmen oldukça güzel. Fakat hepimiz diken üstündeyiz. Saisa yok ve onun yokluğunda bir yerin kanarsa bunun hesabı bize en çok da babana sorulacak. Bu yüzden senden büyüklerin sözlerini dinlemen gerek. Koen ve Aiken senin komutanın olmasa bile onların emirlerini dinlemen gerek. Babana karşı çıkma askerin önünde asla! Ve en önemlisi öncelikle sana bir şey olmaması. Daha sonra başkaları için endişelen.” Diye ekledi. Nasio ona bakıp başını sallamıştı. “Ben onları tehlikeye atmak istemedim kendimi de…” Jeniske gülümseyip ona baktı. “Bu kaza önemsiz bir şeydi. Sende, Koen de sonunda iyileşecek ve unutulacak. Ama şunu asla unutma eğer sana bir emir verildiyse bu kötülüğün için değil. Senin güvenliğin içindir. “Demişti. Nasio gülümseyen Jeniske’ye bakıp gülümsemişti. “Anladım Jeniske Amca. Bir daha asla böyle bir şey olmayacak.” Demişti. O sırda tül perdeler oynamış ve Koen onlara dikmişti gözünü. “Çocuğa yüklenme. Ben düşmesem ona bir şey olmazdı. Ayrıca nasihat vermek için kahvaltıyı mı seçtin.” Demiş ve gülerek sandalyeye doğru yaklaşmıştı. Nasio’nun saçlarını okşayıp yanına oturmuştu. Bir gözü kanlanmış ve yüzündeki yara gün ışığında daha çirkin duruyordu. “Baban canımızı okudu. Jeniske de senin canını okumaya kalkıyor gibi.” Demişti. Nasio ona bakıyordu. Koen geriye doğru yaslanıp Nasio’ya baktı. Gülümsedi. “Bu kampta öğreneceğin çok şey var. İnsan tokat yemeden tokat atamaz ve düşmeden düşürmeyi bilmez. O yüzden ufak tefek yaralardan korkma. Erkek adam yaralanır da iyileşir de.” Demişti. Nasio gülümseyerek ayağa kalktı. “Anladım. Şimdi babamı görmeye gideceğim.” Demiş ve çadırdan çıkarken Koen’in konuştuğunu duyup durmuştu. “Sabahın köründe çocuğa ne diye öğütler veriyorsun. Belli ki seninle konuşmaya gelmiş. Lafların ile onu boğazlamak hoş mu?” demişti. Jeniske gülmüştü. “Acıyor mu hala yüzün?” demişti. Koen’in cık dediğini işitince Jeniske devam etti. “Tavi ve benim dediklerime inanıyor musun?” Koen’in derin bir iç çektiğini duydu Nasio. Yavaş adımlarla biraz daha onları duymak için yaklaşmıştı. “İnanıyorum. Ve lütfen artık benden bir şeyler gizleme. Savaşacak kadar gücüm yok bunca şeyle. Eğer bir kez daha senin benden uzaklaştığını hissedersem ayağa kalkamayacağımı biliyorum Jeniske. Bunu bana yapacaksın diye korkuyorum. Ben sana hala güvenmek istiyorum ama içimde bir korku var ve bir hastalık gibi sanrılar üretip duruyor.” Koen’in sesi titrek ve boğuktu. “Ben öldüğünü görmek, gittiğini görmek istemiyorum. Sadece bu olan şeylerin son bulmasını ve o özlediğimiz hayata geri dönmek için ne gerekiyorsa yapmak istiyorum. Sırlar, entrikalar ve bu tanrıların paçavra gibi bizi savurup durması işi… Beni yoruyor. Sadece bir sabah uyandığımda ertesi sabahta yanımda olacağından emin olmamı sağla. “Demişti. Nasio sessizce onları dinlemeye devam ederken Aiken’in onu enseleyeceğini düşündü ve bir prens olarak rezil olmaktan daha kötü bir şey olamazdı. Arkasını dönünce Maios ile göz göze gelmişti. Babası ona susmasını işaret edip dışarı doğru çıkmasını işaret etti. “Sana hiç yakışmıyor bu hareketler. Onlar senin büyüklerin ve üstlerin. Onları böyle dinlemek doğru değil.” Diye çıkışıp onu ensesinden tutmuştu. Nasio kaşlarını çatıp onunla yürürken suçunu kabul etmemek için savunma yapmayı planlıyordu. Ama buna gerek kalmadı. Maios ona sert çıkmadı bile. Sadece yaralarına baktırmasını ve sonra iyi hissederse çalışmalara dahil olmasını söylemişti. Aiken ile adam seçmesinde yardımcı olmasını istemişti bir de. Koen hala dinlenmeye ihtiyaç duyduğu için onun yerine o adam seçip madenlere kadar onlara eşlik eden ekipte olacaktı.
“Komutan Koen’in durumu biraz daha ciddi olduğu için iki gün onun yerine birlik komutanlığı yapmanın istedi. “Demişti. Nasio heyecandan ne diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı. Bir birliğe komuta etmek hep hayalini kurduğu bir şeydi. Bu birlik madenlere giden askerlerden oluşuyor olsa da zırhını giyip atında dimdik onların önünde gitmek çok şerefli bir davranıştı. Koen’in bunu ona vermiş olması karşısında düşüncelerinden utanç duymuştu. Kıskançlık ara ara onu dürtükleyen bir duygu olacaktı. Ama şu an sevinç ve hayranlıkla bastırılmıştı.
“Döndüğünde belki Koen’e teşekkür edersin!” demişti babası. Bunu yapardı. Sonuçta bir erkek şerefli olmak için teşekkür etmeyi de özür dilemeyi de bilmeliydi. Günün devamı onun için öyle eğlenceli geçmişti ki Aiken ile at binip birliği kasabaya oradan da madenlere götürmüş ve orada elleri arkasında göğsü ilerde heyecanla dolaşıp maden ustalarını dinlemişti. Akşam olmaya yakın kasabaya birlikten ayrılıp Aiken ile dönüp onu ve maden ustasının ikramı olan acı içkiden bile içmiş ama birkaç yudumdan sonra daha fazla tadına katlanamayıp vaz geçmişti. Geri döndüklerinde ise Koen’e bugün için teşekkür etmek ve ona rapor vermek istemişti. Jeniske’nin çadırında kaldığını biliyordu. Oraya doğru heyecanla yürürken Aiken genel toplantı için ondan ayrılmıştı. Çadırın önündeki muhafızlar ortada yoktu. Nasio içeri doğru girerken sırıtıyordu. Sekerek tüllerin olduğu yere kadar gelmişti.
“Komutan Koen uyanık mısınız?” demişti. Koen gözü yarı açık halde yatakta dönüp onu görmek için doğrulmuştu. “Prens Nasio!” demişti. Nasio gülümseyip tülleri geçip onun karşısındaki sandalyeye oturdu. “Şey sadece Nasio demeniz yeterli Komutan Koen. Bu daha samimi hissettiriyor.” Demişti. Koen yatakta oturur konuma gelmişti. Gömleği yoktu ve baldırı örtünün altından çıplak olarak dışarı çıkmıştı. “Şu bardağı uzatabilir misin?” demişti Koen. Nasio onun kımıldaması ile sadece kasık bölgesinde kalan örtüye bakıp ardından başını hızla çevirip bardağı aldı ve ona bakmamak için başını yan çevirip uzattı. “Şey bugün sizin yerinize gitmemi istemişsiniz. Gittim ve size rapor vermek istedim.” Demişti. Koen suyu kana kana içiyordu. “Rapor mu? Buna gerek yok. Elinden geleni en iyi şekilde yaptığını düşünüyorum. Bir aksilik olmamıştır. İşleri çok güzel halletmişsin kesin.” Dedi. Nasio ona doğru dönü ve tekrar başını utançla çevirdi. “Şey evet! “Demişti. Koen ona bardağı uzatmak için eğildi. “Bir şey sorabilir miyim?” demişti Nasio bardağı alıp koymak için arkaya doğru dönmüştü. “Tabi ki sorabilirsin!” demişti Koen. Nasio ona doğru döndü. “Neden çıplak yatıyorsunuz?” demişti. Koen bunu duyunca birden üstüne bakıp güldü. “Birkaç saat önce yıkandım ve giyinmek için iki kola ihtiyacım vardı. Kimseyi bulamayınca bende böylece girip uyumuşum.” Demişti. Ardından elini çıplak göğsüne doğru vurdu. “Erkekler yarı çıplak dolaşır ve bu hem cinsleri için sorun olmaz. Mesela bazı hamamlarda kadınlar ve erkekler çırılçıplak geziyor. Epharai hamamlarından özellikle. Herkes çıplak.” Demişti. Nasio şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. “Nasıl yanı? Şeyleri…” Koen sırıtmıştı. “Kadınların göğüsleri ve her yeri ortada oluyor. Ve orada ayrı yerlerde yıkanmıyorlar.” Demişti. Nasio utançla başını öne doğru eğmişti. Koen ise ona doğru eğilip fısıldadı. “Aiken ile oraya gittiğimizde hamam gideceğiz. Seni de götürelim mi?” demişti. Nasio utançla gözlerini kapamıştı. “Erkek oluyorsun ve biraz kadın görmek neyden hoşlandığını anlamanı sağlar.” Demişti. Nasio birden gözlerini açıp ona baktı. “Şey evet… Doğru söylüyorsun Komutan Koen. Ama bunu babama söyleme lütfen.” Demişti. Koen gülüp göz kırptı. “Elbette. Karşılığında giyinmeme yardım etmen gerek Nasio.” Demişti. Nasio cevap veremeden üstündeki örtüyü atıp ayağa dikilince genç birden arkasını dönüp tüllerin arkasına doğru yürümeye başlamıştı. “Hey Nasio, sakat bir adamı çıplak bırakmayacaksın değil mi? Bu şekilde çadırın dışına çıkarsam hiç doğru olmaz. Ayrıca harika vücudum seni utandırdı mı? Buraya gelsen çocuk!” diye Koen bağırmıştı ama Nasio hızla kaçıp gitmişti. Koen bakır aynaya bakıp vücudunu süzdü ve elini beline koydu. “Nesi utandırıcı bunun be! Erkek adam erkekten utanır mı?” demişti. O sıra içeri doğru giren Jeniske’yi görmemişti bile Jeniske ona bakıp bir an güldü. “Nasio niye kıpkırmızı olmuş.” Dediğinde Koen’e bakıp kaldı. Ardından onunla göz göze geldiğinde Koen kızaran yüzü ile geri örtünün altına doğru kaçmıştı. “Böyle sessizce girip insanlar çıplakken onlara bakmamalısın Jeniske.” Demişti. Jeniske tülleri kenarı doğru çekip onu görecek şekilde eğilmişti. “Sanki daha önce görmediğim bir şey. Niye çıplak geziyorsun?” demişti. Koen iç çekti. “Beni yıkayan kadın onu dinlemediğim için gitti. Ve bende giyinemedim. Öylece yatmaya karar verdim.” Demişti. Jeniske yatağa doğru sokulmuştu. “Bende beni bekliyorsun diye kendimce umutlandım.” Demişti. Koen onu üstüne doğru gelmesi ile kenarı doğru kaymıştı. “Eğer kalçam ağrımıyor ve yüzümdeki yarayı daha da deşmemiş olsaydın belki. Şimdi giyinmem gerek.” Demişti. Jeniske sinsice onun üzerine doğru eğilip örtüyü yavaş yavaş ama kuvvetli bir biçimde çekmeye başlamıştı. “Tek giyinemiyordun galiba. Seni giydirmemi ister misin?” demişti. Koen onun örtüyü çekmemesi için tek eliyle örtüyü sıkıca tutuyordu. “Yok! Yani sen beni giydireceğini söyleyip kandırıp başka şeyler yapacaksın. Yüzünden belli.” Demişti. Jeniske sırıtmıştı. “Bak sen belki de bunu söyleyerek yapmamı istiyorsun! Bu aslında bir teklif sayılır Koen.” Demişti. Koen bacağındaki elle ürperip geriye doğru kaçmıştı. “Sapık bir ihtiyar gibi davranma.” Diye çıkışınca Jeniske onu sonunda duvara doğru sıkıştırmıştı. “Fantezilerinin arasında sanırım benim yaşlı halimde var. Seni arsız!” demişti. Koen örtüyü tutsa da bunun faydasız olduğunu anlamıştı. Jeniske onu okşamak ve ellemek için örtüyü çekiştirmek yerine altına bir yılan gibi sızmıştı. Koen burun buruna geldiklerinde ona bakıp gözlerini kısmıştı. “Daha dün kazadan çıktım. Ne gaddar adamsın. “Demişti. Jeniske gülüyordu sadece. Eli Koen’in göğsünde durmuştu. “Geçen sefer bunun hoşuna gittiğini hatırlıyorum.” Demişti. Koen birden kızarmış ve bedenin titremesi ile başını geriye doğru atmıştı. Jeniske onun göğsünde dolandırırken içeri giren bir kişinin ayak sesleri ile durdu. Koen de bu ayak sesini duymuştu.
“Efendim kampın yakınında birilerini yakaladık.” Giren muhafızın sesi ilk ara bölümden geliyordu. Koen kaşlarını çatmış gözlerini Jeniske ‘ye dikmişti. “Birazdan geliyorum. Komutan Aiken’e haber verin.” Demişti. Muhafızın tok sesi duyuldu. “Haber verdik efendim. Sizi Kral Maios ve Efendi Tavi Subay çadırlarının orada bekliyor.” Demişti. Jeniske şaşkınlıkla gözlerini çatı. Koen ise anlamamış halde ona bakıyordu. “Çıkıyorum efendim.” Demişti. Ayak sesi uzaklaşınca Jeniske elini hala Koen’in göğsünde tutuyordu. “Gitmen gerek!” demişti Koen ona gözlerini dikmiş halde. Jeniske ona bakıp elini çekti ve ona doğru eğilip dudaklarına dudaklarını yapıştırmıştı. Bir süre onu öptü ve ardından doğruldu. “Oysaki seni de tam ikna etmiştim.” Demişti. Koen onun tam yanına doğru oturup kenarda duran kıyafetlerini gösterdi. “Bende gelsem olur mu? Burada uzanmaktan canım sıkıldı.” Demişti. Jeniske ona bakıp sırıtmıştı. “Neden olmasın. Bu sayede azcık daha seninle uğraşabilirim.” Demişti. Koen göz devirmiş ama bu ilgiden asla rahatsız değildi. Köşeye sıkıştırılmak, sürekli arzulanmak onun gururunu okşuyordu. “Giyinirken beni tahrik etmek doğru olur mu?” demişti. Jeniske onun kasıklarına doğru gözünü dikip elini oraya doğru yaklaştırdı. “İsyancı olursa bastırırım.” Demişti. Koen birden utançla ayağa fırlamıştı. “Gerçekten bu kadar edepsiz konuşmayı nerden öğrendin sen? Yaşlı bir sapıktan daha fazlası olmuşsun.” Diye hayıflanırken giyinmeye çabalayarak pantolonunu bacaklarından geçirmeye çabalıyordu. Jeniske onun haline bakıp gülmeye başlamıştı. “Tamam söz veriyorum bir yerlerine dokunmayacağım gel buraya. Yerde yuvarlanıp kendini bot bağcıklarınla boğmaya başlamadan seni giydirelim.” Demişti. Koen ona teslim olmuş halde kıyafetlerini alıp yatağın yanına gelmişti. Jeniske onu dikkatle giydirmişti. Yaralarının sızlayacağı o anda aklına gelmişti. Gerçekten hormonlarına teslim olan bir hayvan gibi oluyordu Koen’in çıplak bir yerini gördüğünde. Koen oturdu ve onun botları bağlamasını beklemeye başladı. “Giyinmiş haldeyken seni tahrik etmiyor muyum?” demişti. Jeniske şaşkınlıkla başını kaldırmıştı. “Aslında her halinle tahrik edici olabiliyorsun. Bazen masanın başında saçını kulağının arkasına attığında anda bile seni orada soyup…” Koen birden onun kafasına vurmuştu. “Ah... Bu çok rahatsız edici. İnsanların içinde benimle alakalı fanteziler mi kuruyorsun. Edepsiz.” Demiş ve Jeniske’nin son düğümü atması ile ayağa kalkmıştı. Afralı bir şekilde çadırdan çıkarken Jeniske birden onu yakalamış ve kulağına doğru eğilmişti. “Kızgınmış gibi davranmaya çabaladığın anda mesela…” demiş ve Koen ondan beş adım ileri doğru fırlayıp hızlı adımlarla subay çadırlarının oraya gitmişti. Jeniske ’de onun ardından oraya vardığında bir grup Dohen askeri ve genç bir elçi kadın vardı. Aiken kıza gözlerini dikmiş ve onu da muhafızlar ile aynı yere oturtup bağlamıştı. “Elçi olduğunu düşünüyoruz bu kişinin ama kendisi Dohen’de aranan bir suçlu olduğunu söylüyor ve bu konuda baya ısrarcı.” Aiken gelen Jeniske’ye dönüp bunu söylemişti. Koen ise önden gelip kızın karşısında birden durup yere çökmüştü. “Çünkü kendisi gerçekten de Dohen Krallığı tarafından aranan bir suçlu. Adam öldürme, hırsızlık, komplo kurma, idam dan adam kaçırma ve tapınağa saygısızlık gibi çeşitli suçları var. Ama en önemlisi krala büyük ve yağlı bir domuz olduğunu söyleyip suratına domuz boku atması sonucunda idam cezası alıp daha sonra kaçması sonucunda başına büyük bir ödül konulması.” Koen bunları söyleyip kıza bakıp gülümsedi. “Demir Leydi Ogree!” demişti. Kız ona bakıp gülümsemişti. “Suikastçı Koen. Demek dedikodular doğru imiş. Gerçekten de Hisar ve babacığına ihanet ettin. Senden beklenmeyen bir hareket.” Demişti. Koen gülümseyip ayağa kalktı. “Doğru. Artık bende isyancı ve azılı suçlu olarak aranıyorum.” Demişti. Kız olduğu yerde debelenerek gülmüştü. Kıvırcık gür siyah saçları minyon yüzü ve yay gibi kaşları vardı. Ufak tefekti ama oldukça atik birisine benziyordu. Tahta gibi göğsünde bir kadın memesi aramak zordu. Erkek kıyafetleri içinde ise üzerinde elçi arması olan bir iğneli toka takıyordu.
“Birbirinizi tanıyor musunuz?” demişti Aiken şaşkınlıkla. Koen başını salladı. Kız ise göz devirdi. “Bu adamı çocukluğundan beri tanıyorum! Kendisi Hisarda popüler ve dokunulmaz bir herifti. Gerçi ağabeyimin canını okuması ona karşı sempati beslememe sebep olsa da gıcık, ukala ve kadın gibi alıngan, horoz gibi kindar bir piçtir.” Demişti. Koen bunu duyunca güldü. “Hisarda disiplinsizlikten atılana kadar prenseslerle eğitim gören Dohen Prensesi kendisi. Ağabeyi ve babasının asla gerçekte onun ailesi olduğuna inanmadık. Çünkü o…” Kız birden iki ayağı üzerine fırlayıp kesilmiş ipleri savurdu. “Çekici, tatlı, güzel ve zekiyim. Onlar ise çiftlik domuzu gibi. Yağlı ve hantal ayrıca aptal.” Demişti. Aiken şaşkınlıkla kıza bakarken kız elindeki hançeri ona doğru uzattı. “Şey beni bağlarken aşırdım senden. Neyse göreceğimi gördüğüme göre şimdi sizinle birer şarap içebilir miyim beyler?” demişti. Şaşkınlıkla herkes ona bakıyordu. Kız ise gülümsüyordu. “Bu arada Ogree soyadı anneme ait olduğu için çok tercih etmiyorum. Sadece Gerda demeniz yeterli.” Demişti. Hepsi Koen’e bakıyordu. Koen tek elini havaya kaldırdı. “Delidir ama dürüst birisi. Açıkçası bir şey konuşmak istiyorsa onu dinleyelim derim.” Demişti. Gerda bunu duyunca birden onun sırtına doğru zıplayıp boynuna kolunu sardı. “Demek sözün dinlenilecek kadar da yüksek yerdesin sen ha! Seni küçük bir kız gibi görmeyen bir yerde olman beni şaşırttı.” Demişti. Koen onu sırtından atmak için ensesinden tutup yere doğru attı. Bir altmış boylarında bir kızdı ama güçlüydü. Sert kasları vardı. Koen onu attığında bir kedi gibi dört ayağı üstüne düşüp hemen ayağa kalktı. “Hadi içmeye!” diye bağırıp sekerek Aiken’in yanından geçerken durmuştu. Ona bakıp gülümsedi. “Vay be! Yakından pek de yakışıklı imiş bu herif. Seninle yakın dövüş yapmalıyız adam. Ama çıplak ve yatakta! Demişti. Kahkahası öyle gürdü ki herkes utançla kalmıştı. Özellikle Aiken ne diyeceğini bilemeden kıpkırmızı olmuştu. Gerda dilini eğitmemiş bir kadındı. Aklından geçen hep dilindeydi. Esprileri bazen ofansif bazen ise gerçekten komikti. Koen onu Hisar’da bütün herkese meydan okuyan kaçık olarak kodlamıştı. Her zaman abisinin kıçını tekmelemek için bir fırsat bulup onu yere düşürüp güler ve eğlenirdi. Bu yüzden çok defa rahibeler ve abisinden dayak yemiş ama arsız bir kız olduğu için ilk fırsatta haylazlıklarına ve planlarına devam etmişti. “Bu kız gerçekten aklını kaybetmiş!” demişti Aiken yanından geçen Koen’i kolunu yakalayıp. Koen gülümsemişti. “İnan bana ailesindeki tek akıllı o. Ayrıca zamanla sevimli bir şey olduğunu görürsün.” Demişti. Aiken dehşet içinde onun peşine takılmıştı.

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Üç

Taçsız Kral

“Ve sonra işte ben kaçmayı başardım. Babamın ölümünden sonra o aptal ağabeyim bütün krallığı mahvetti. Açıkçası benim kraliçe olma hakkım vardı ama evlenmem gerekiyordu. Ve bir erkekle yatmadan önce daima onun cesaretini ölçmem gerektiği için maalesef bakar kaldım. Gerçi evlenilecek adam akıllı adam olsaydı evlenirdim.” Demiş ve Aiken’e göz kırpmıştı. Ardından testiyi kafasına dikmişti. “Neyse Hisar bir mektup yolladı ve ordunun üçte birini Frange surlarına sürmeyi emretmişler. İç isyana sebep olduğum için pek de üçte biri gidemedi. Birkaç bin kadar adam çıktı yola. O yüzden bu isyan olayı sırasında bizde birkaç grup kaçmayı başardık onların içine karışıp. Orduyu yendiğinizi duyduğumda sınırda adamlarım ile dolanmaya başladık. Tahminimizden geç geldiniz ama sizi bir süredir bekliyorduk. Yaşlı yargıç burada olduğunuzun haberini verdi ve bende ufak bir ziyaret yapayım dedim. “Durup ona şaşkınlıkla bakan dört adama ve Koen’in ilgisiz yüzüne baktı. “Sizin Dohen kralını devirmenize yardım edeyim. Sizde bana ordunuzda yer açın. Ben ve birkaç yüz adamım ordunuz içinde savaşıp bu garip savaşta azıcık eğlenelim.” Diye devam etti. Aiken seğiren gözüne engel olamıyordu. “Garip savaş mı? Sanırım sizin gibi macera arayan küçük kızlar için bu olayın büyüklüğü ve kutsallığı anlaşılmaz boyutta. “Demişti. Sesi sert ama titrek ve sinirliydi. Gerda güldü ve ona doğru şarap dolu testiyi salladı. “Küçük mü?” demiş ve bir kahkaha atmıştı. Testiyi hızla masaya bırakıp elini sertçe göğsüne doğru koymuştu. “Senden çok adam öldürdüğüme eminim adam.” Demişti. Aiken dişlerini sıkıp dudakları arasından anlaşılmaz bir mırıltı çıkarmıştı. Gerda ise ağzını açacakken Koen birden hemen sağ tarafında oturan kızın ağzına doğru hızla vurup onu sandalyesine sabitlemişti. “Senden büyüklerle böyle konuşman doğru değil. Adam değil onun adı var ve ona Komutanım ya da Komutan Aiken demen gerek. Henüz olayın ciddiyetini kavrayamadın çünkü sarhoş bir fahişe gibi dolanıyorsun Gerda.” Demişti. Kız şaşkınlıkla ona bakarken Koen ona doğru dönmüştü. “Tamam geniş, rahat ve terbiyesiz bir kadın olduğunu herkes anladı ama birazcık düzgün konuşup doğru otur. Karşında Hisar’ın aptal prens ve kralları yok. Qufang kralı, Üç tanrı Kralı ve Frange Meclis başkanı var. Yeter bu kadar şamata!” demişti. Gerda birden durulmuştu. Silkelenip dik oturdu. Yüzüne bir durgunluk ve ciddiyet çökmüştü. Karşısında oturan adamlara bakıp şarabı kenarı doğru itti. “Size katılmak istiyoruz. Eğitimli askerlerim ve güçlü adamlarım var. Karşılığında ise size Dohen ‘in haritasını ve bütün gizli girişlerini vereceğim. “Demişti. Kaşları çatık yüzünde sert bir ifade vardı. Esmer teninde koyu kırmızı dudakları parlıyordu. Az önce Koen o kadar sert vurmuştu ki onun ağzına dudakları şişmişti. Jeniske ellerini birleştirip dirseklerini masaya dayadı. “Bu bir gecede alınacak bir karar değil Demir Leydi Ogree. Müttefik olmanız için sebepleriniz ağabeyinizin yönetimini beğenmiyor oluşunuz mu sadece?” demişti. Gerda ona bakıp kaşlarını çattı. “Ağabeyimin nasıl bir pislik olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Dohen de yaptıkları herkesin midesini bulandırıyor. O biraz…” Duraksayıp alt dudağını ısırmıştı. Aiken ise ona gözlerini dikmiş ve onun yerine konuşmuştu. “Acımasız ve sapık mı demek istedin?” demişti. Kız başını salladı. “O saraydaki bütün kadınlara ve bazen erkeklere iğrenç şeyler yapıyor. İnsanları zevk için öldürüyor ve bazen… bunu çocuklara da yapıyor. Maden kasabasının başına gelenleri görmüş olmalısınız. Sağlam doğru düzgün erkek bile bırakmadı ve o bazı kadınlara tecavüz etti burada. Bunları size söylemiş olmalılar. Çocukları madende çalıştırıp öldürdü.” Gözlerini masada onu dikkatle dinleyen adamlara dikmişti. “Ağabeyim olacak o pislik Hisar’ın köpeği ve onların gözüne girmek için burada olan herkese eziyet ediyor. Sürekli bakire kızları toplayıp onların bekaretlerini bozup tanrılarca lanetlendiğini söyleyip Hisar’a gönderip terbiye olmaları için uzun süre orada hizmet etmelerini emrediyor. Ve erkekleri zorla dövüştürüp en güçlü olanları ordusuna katıp o iğrenç komutanlarına köpekten daha aşağı davranmalarını emrediyor. İtaat edene kadar pislik yedirip onları savaşa zorluyor. Sizin savaşacağınız ordu onun ordusu değil. Onun köleleri. Ve ben bunca zorla savaşa sürülen kişinin ölmesini istemiyorum. Elbette gerçekten onun için para için savaşan kişiler var ama birçoğu… Onlar savaşmak bile istemiyor. Size Dohen’in özgürlüğünü kazanmanız karşılığında ordunuza hizmet edeceğimi bildirmek amacım. Ben ve adamlarım halkımızın özgürlüğü karşısında ordunuza koşulsuz hizmet sunacağız.” Demiş ve sessizliğe boğulmadan önce dudağından sızan kanı yalayıp geriye doğru yaslanmıştı. Masada sessiz bakışmalar vardı. Koen ise kıza dikmişti gözünü.
“Gerçekten büyümüşsün!” demişti. Şaşkın ve etkilenmişti. Kız ise ona doğru bakıp geri başını öne doğru eğmişti. Karamsar enerjisi o kadar güçlüydü ki hepsi ona bakıp kalmıştı. “Sabaha kadar sana kararı bildireceğiz. Sizin için bir çadır ayarlayacaklar. Orada bekleyin.” Demişti Jeniske ayağa kalkıp. Gözlerini ardından Koen’e dikip dışarı çıkmasını işaret edip ardından yürürken diğerleri kızla beraber masada kalmıştı.
“Ona güveniyor musun?”

“Evet! Gerçekten biraz uçuk kaçık bir kız ama oldukça dürüst ve cesurdur.” Koen kapının önünde dikilmiş bunu söylerken Jeniske başını usulca salladı. “Sanırım onun yaraları var. Bilmiyorum ama sen güvenirim diyorsan.” Koen bunu duyunca içeri girmek üzere olan Jeniske’nin kolunu yakaladı. “Bekle hemen evet deme. Onunla bu gece konuşmama izin ver ve gerçeği anlamam için zaman ver. Kısa zamanda sana öğrendiklerimi anlatırım. Sonuçta onu en son üç belki dört sene önce gördüm. Belki bir şeyler…” Jeniske başını salladı. “Soruşturmanda ne lazımsa yap. Aiken’i de dahil edebilirsin.” Demişti. Koen başını salladı ve o uzaklaşırken Jeniske çadıra dönmüştü.
“En kısa zamanda heyet tekrar toplanacak. Aiken dışında herkes çıkabilir.” Demişti. Kız ayağa kalkıp başı ile selam verdi. Adamlarının tutulduğu yere doğru muhafızlar ona eşlik ediyordu. Maios ve Tavi ise daha yavaş ve arkadan yürüyordu.
“Koen nereye gitti?” demişti Maios. Tavi omzu silkip ellerini arkasında birleştirmişti. “Soruşturmaya belki. Aiken’i içeride tuttuğuna göre…” demişti. Maios duraksamıştı. Kız onları duymayacak kadar uzaklaşınca dinleyememişti. Bir çadıra doğru gidiyorlardı. O sırada gök yüzünde birkaç karganın ay ışığında hızla Dohen surlarına doğru uçtuğunu görmüştü.

“Peki ama nasıl?” demişti. Jeniske ona bakıp gözlerini gözlerine dikti. “Koen ile. Bende o sırada Dohen başkentini bir yoklayayım. Gidip onu bul ve ona yardım et.” Demişti. Aiken başını sallayıp ayağa kalktı. “Sizi meditasyondan çıkarmak için geri döneyim mi?” demişti. Jeniske gülümsedi. Kızıl gözleri parlarken mumlar sönmüştü. “Sadece kimsenin beni rahatsız etmediğinden emin ol!” demişti. Aiken çadırların arasından dolanıp kızın kaldığı çadıra doğru yürümüştü. Koen’in orada olacağını tahmin ediyordu. Oraya vardığında içeri doğru girdi. Koen henüz orada değildi. Başka ne yapıyor olabilir diye düşünürken kız ile göz göze geldi. Gerda sırıtıp onu baştan aşağı süzüp ellerini beline koymuştu. “Bu biraz hızlı oldu. Ama şu an seninle flörtten öteye gitmeye niyetim yok.” Demişti. Aiken birden kıpkırmızı olmuştu. “Aslında Koen’i arıyordum ve en son bu tarafta olduğunu söylediler. Belki seni görmeye gelmiştir diye düşündüm.” Dedi. Gerda pelerinini çıkardı ve kenarı koydu. Minyon bir kadındı. İri kalçaları ve ince beli vardı. Hoş gözüküyordu. “Konuşmak istediğini söyledi. Bende ona şarap getirirse sohbet edebileceğimizi söyledim. Oturup beklesene.” Demişti. Masanın yanındaki sandalyeyi çekmişti. Aiken oraya doğru yürüdü ve oturdu. Kız hemen karşısındaki sandalyeye oturmuştu. “E… Hikayen ne bakalım esmer hoş adam.” Demişti. Aiken ona bakıp başını çadırın girişine doğru çevirdi. “Bir hikayem yok.” Demişti kabaca. Gerda bunu duyunca arsızca gülümsemiş ve ona doğru eğilmişti. “Yalan söyleyen insanları hemen anlarım.  Frange halkından mısın? Qufang olmak için fazla esmer ve yuvarlak gözlüsün. Kesin Frange. Gerçi Dağlıda olabilirsin. Dağlı mısın? Dağlı erkekler oldukça farklı oluyor. Bazı kadınlar onların çok edepsiz adamlar olduğunu ve yatakta çok çılgın olduklarını söylemişti. Dağlı olduğundan eminim. Şuna bak pek de utangaçsın.” Demiş ve Aiken’in gözleriyle temas kurmak için yana doğru eğilmişti. “Karga Lider ile nasıl tanıştın. Kesin iki sene önce falan. Evet… Bu işin en başından beri yanında olmalısın. O zaman o geri döneli beş sene kadar olmuşsa… Sen onun yaveri misin?” demişti. Aiken sıkkın halde ona baktı. “Neden çok fazla konuşuyorsun?” demişti. Gerda sırıtıp ellerini yanaklarına dayadı. “Çünkü sessizliği sevmem. Ve senin nasıl birisi olduğunu merak ediyorum.” Demişti. Aiken tan bir şey diyecekken çadırın perdesi açılmış ve Koen içeri girmişti. Aiken onun gelişi ile gülümsemişti. “İki dakika konuşmamız gerek.” Demiş ve Koen elindeki testiyi koyamadan geri kendini dışarıda bulmuştu.
“Tamamdır. Eğer Jeniske seni de buraya gönderdi ise bir bildiği vardır.” Demişti. Aiken gülümseyip ellini cebine doğru attı. “Ha bir de şey var. O gün parçalanan ve dağılan bileziğin. Onu kasabada tamir ettirdim.  Aslında Nasio sana verecekti ama hala utangaç ve bazı konularda çekingen.” Demişti. Koen birden mavi bileziği görünce sırıtmıştı. “Tek eli ile tuttuğu testiyi Aiken’e doğru uzatıp, “Şey bir süre testiyi tutar mısın?” demişti. Bileklik eskisi gibi ipe değil bakır tele dizilmişti. Bu yüzden kıskaçla açılıp kapanıyordu. Aiken testiyi alıp yere koydu ve bileziği onun koluna takmıştı. Koen bileziği kaldırıp ay ışığında ışıltısına bakmıştı. Gözleri ışıldıyordu.
“Yaşlı kadının sana verdiği bir hediye değil mi?” demişti. Koen gülümsemişti. Elini indirip eğilip yerdeki testiyi aldı. “Aslında Jeniske’nin bana aldığı ilk hediye idi. O zamanlar hiç deniz görmemiştim. Ve denizin renginde diyordum bu bileziğe… Ve kutsal on üç taş…” Gerda birden çadırdan kafasını uzatmış ve bağırmıştı. “Siz ikiniz!” demişti. İkiside döndüğünde kız sırıtmıştı. “Orada fingirdemeye devam edecek misiniz?” demişti. Aiken ona doğru yürüyüp bağırmıştı. “Ne edepsizsin be sen1” demiş ve onun kaçışı ile içeri doğru arkasından girmişti. Koen de ardından gelmişti. İçeride yanan mumlar sadece masanın olduğu kısmı aydınlatıyordu. “Ona bilezik mi hediye etti? Lanet olsun sana Koen bu herifle ben evlenmeyi istiyordum. Şimdi onun için dövüşecek miyiz?” demişti Gerda. Koen gülüp sandalyeye oturduğunda Aiken utançtan homurdanarak ayakta dikiliyordu. “Aslında onun için dövüşmeye değmez. Al senin olsun. Benim aklımda başkası var.” Demişti. Gerda birden duraksadı. Ardından sırıtıp Aiken’in kalçasına bir şaplak atıp sandalyeye doğru yürüdü. Aiken şaşkınlık ve utanç içinde ne yapacağını bilemeden morarmış bir suratla kalmıştı. “Bunu duydun mu adam?” demişti. Koen gülüp Aiken’i masaya davet etmişti. Sohbet fazlası ile boş başlamıştı. Gerda Dohen’in sıkıntılarını sıralamıştı. Bu sıkıntılar içinde boğulan halkını ve bunları görmezden gelen abisini anlatırken hafif çaplı sinir krizi geçirip bardağını yerde parçalayıp şarap dolu testiyi kafasına dikmişti. “Açıkçası o aptalın ölümü beni keyiflendirmeyecek. Çünkü sürünmesini tercih ederim. En başından beri bir pislik olduğu belliydi. Daha ben çocukken iğrenç bir ağabey ve sürekli onu bunu çalan, kedilerimi öldürüp yatağıma bırakan bir psikopattı. Zavallı annem onun içinde bir iblis olduğunu düşünürdü. Keşke öyle olsa ama o iblisin ta kendisi. Biliyorsun kıskanç bir pislik.  Senden de nefret ederdi. Sırf sen o kıza ilgi duyuyorsun diye herkesin içinde ona tecavüz bile etti. Çok akıllı ve sevimli bir kızcağızdı. Yazık oldu.” Demişti. Aiken birden Koen’e döndü. “Demek asıl sebep buydu. Kızın hikayesini bu yüzden anlattın.” Demişti. Koen başını salladı. “Aslında o kızı kendime yakın bulurdum. Zeki ve aklı başındaydı. Ve herkes onunla uğraşırdı. Buna rağmen umursamazdı.” Demişti. Gerda bunu duyunca birden durgunlaştı. “Keşke zamanı geri alıp onu daha güçsüzken yatağında boğsam.” Demişti. Koen kızın gözlerindeki öfkeyi görmüştü. Kin ve kana susamışlık ile testinin kulpunu o kadar şiddetli sıkıyordu ki… “Gerda.” Demişti Koen onun dikkatini dağıtmak için. “O kızdan hoşlanmıyordum. Ayrıca abin gibi pisliklerle mücadele etmek zor ama onları durdurmak imkânsız değil. O yüzden burada bizimle olman konusunda olumlu bir rapor vereceğim.” Demişti. Aiken bir saatlik sohbette çok konuşmamıştı. Koen kızın güvenirliliğinden emindi artık. Sohbet süresince Hisar’da Gerda ve cesur yürek hareketleri dönüp durdu. Bir ara Aiken de artık kendini sohbetin içinde bulmuş ve yavaş yavaş üçü gecenin ilerleyen saatlerinde sohbeti koyulaştırmıştı.
“Demek kampa gelip ahkam kesti ha? Sen onu Hisar’da görecektin.” Gerda bunu söyleyip büyükçe bir kahkaha attı. “Dinle bak Aiken.” Demişti. Sarhoş ve dili dolanıyordu. “Bir defasında daha yeni yeni bu prenslerle çalışmalara katılma izni almıştı. Kimse onu tanımıyor ama herkes adını biliyor. Alim Ludvig tarafından evlatlık alınan Koen. Adı ondan önde yürüyor. Bir geldi. Ufak tefek bir şey. On iki yaşlarındaydı galiba. Evet... Ben on yaşındaydım. O zaman böyle bakıyoruz ona işte, şık giyimli falan ama vursalar yeri öpüp kalkamayacak. Sonra ilk çalışma kışla tarafındaydı. Bu bir başladı. O çelimsiz haliyle herkesi yere deviriyor. Ardından Epharai’nın büyük prensine vurdu ve sonra yeri bir öptü. Ağzı yüzü kan içinde. Öndeki diş düşmüş halde. Normalde ilk yardım yaparlar ama ona yapılmıyor. Onun eğitimi bir başka çünkü. Kalktı. Küçük bir adam gibi yere tükürüp ardından Epharai prensine bakıp gözlerini ayırdı ve birden bağırdı. Ama öyle korkunç bağırdı ki herkes şoka girdiği sırada kendinden büyük çocuğu yere bir çaktı. Sanırım onun kanca burnu orada oluştu.” Demişti. Üçü kahkahalara boğulmuştu. Biraz sonra kahkahalar yerini derin düşüncelere bıraktı. Koen’in kesik kolunun hikayesini Aiken anlatmış ve Koen taraf değiştirme süreci ile geçmiş yaşamını anlatmıştı. Gerda hem şaşkın hem üzgündü.
“Karga Lider’i bu kadar uzun zaman tanıdığını düşünmedim. Hisar’ın çirkinliğini hep bilirdim fakat bir insandan bütün dünyasını çalmaları korkunç. Ve onca katliam. Bunları hala birçok kişiden saklıyorlar. Seni uyandırdığında eski yeteneklerini kazandın mı? Yani o savaştaki Kızıl Taş Ustası sen isen hala binlerce adamı tek başına öldürecek kadar güçlü olmalısın. Bunu yapabiliyor musun?”
“Evet. O taşları hala kullanabiliyorum. Sadece eskisi kadar iyi değilim.” Demişti. Kız ona bakıp elini çenesine dayadı. “Düşünüyorum da Karga Lider’in yaptığı şey mucize gibi bir şey… Bir ölünün hatıralarını ve benliğini geri döndürmek. O senden sonra geri döndü. Değil mi?” Koen düşündü ve ardından başını salladı. “Öyle oluyor. Ben yirmi yıl kadar önce geldim. O ise buraya döneli…” Aiken birden atılmıştı. “Dört sene oldu.” Demişti. Koen ona bakıp başını salladı. “Dört sene. Ama onun ruhu ve anıları ölü değilmiş. O sürekli bu dünyayı izlemiş ve tanrıların olduğu yerden burada olanları görmüş.” Dedi. Koen bunu söyleyip derin bir nefes aldı. “Eskilerden konuşmak bazen boğucu oluyor. Şu andan söz et Gerda artık. Neler oldu şehirde? Son ayaklanmada kellen ve bedenin için çok yüklü ödül vardı. Nasıl kafa avcılarından kaçtın?” dedi. Gerda bunu duyunca kahkaha atıp geriye doğru yaslandı. “Hazineyi soydum ve parayı çalıp kelle avcılarıma dağıttım. Bir süre sonra bana sadık askerler oldular. O gördüğün yüzlerce adam bana tapıyor be!” demiş ve gürültü ile gülmüştü. Aiken ona şaşkınlıkla bakmıştı. “Kendi krallığının hazinesini mi soydun?” demişti. Gerda gururla başını salladı. “Çalma konusunda benden iyisi yoktur. Bir de şu herif eli çabuk. Benden öğrendi gerçi.” Güldü ve masaya vurup ikinci biten testiyi kenarı doğru itekledi. Ayaklarını heyecanlı bir çocuk gibi salladı. “Bir grup adamla hazinenin taşınacağı zaman yağmalama yaptık. Şehrin göbeğinde hazineyi ceplerime doldurup arabalara domuz dışkısı doldurttum. Tanrılar biliyor ki ölmek uğruna da olsa ağabeyimin yüzünü görmeyi istedim. “O kadar keyif alıyordu ki anlattığı öyküden adeta tekrar yaşıyordu. Koen o sözünü bitirdiğinde başını usulca salladı. “Gerçekten bunları tek başına yapmış olman çok garip.” Demişti. Gerda bunu duyunca birden ona şaşkınlıkla gözlerini dikti. “Tek başıma değildim. Gerçi bunu söylemeli miyim bilmiyorum ama babamın bir oğlu daha var ve beni bunca şeye teşvik eden asıl kaçık o. En son onu birkaç hafta önce gördüm ama ona Dohen’de taçsız kral diyorlar. Gerçi onun derdi benim gibi eğlenmenin ötesinde. Aslında iyi hatırlattın. Ondan sizin şu komisyona söz etmem gerekirdi. Gerçi bir mektup…” birden ayağa fırlayıp eşyalarını attığı yatağa doğru yürüyüp karanlıkta bir şeyleri karıştırdı ve kumaş bir zarfı masaya doğru koydu. “Evet mektup vardı. Ah kafam! Bazen cidden çok unutkan oluyorum. Bu mektubu ağabeyim yani taçsız kral Karga Lider’e yazmıştı. Ona verecektim. Şu yakışıklı bende akıl bırakmadı.” Deyip Aiken’in saçlarını hızla karıştırmıştı. Koen onun masaya koyduğu sarımsı kumaş zarfı aldı. “Bunu ona vereceğim. Gerçekten biraz detaylara dikkat etmen gerek.” Demişti. Koen bir süre sonra esnemeye başlayıp kalmıştı. Gerda onun nasıl attan düştüğünü Aiken’e zorla anlattırıp gülüyordu. Koen yavaşça ayağa kalktı. “Ben yatmaya gidiyorum artık. Yarın komisyona raporumu olumlu sunacağım. İyi geceler.” Demişti. Aiken onun ardından ayağa fırlamıştı. “Bende yatayım. Sabah madenlere gidecek ekibin başında olacağım. İyi geceler Gerda!” demişti. Gerda masada somurtarak onlara bakmaya başlamıştı. “Gerçekten tavuk gibi erkenden uyuyacak mısınız?” diye söyleniyordu. Gece yarısını çoktan geçmiş ve ikiside yorgundu. Koen ve Aiken onun elinden kurtulduklarında yarım saat daha kaybetmişlerdi. Hızla subay çadırlarını geçtiklerinde Aiken durup derin bir nefes aldı.
“Tam bir kaçık!” demişti. Koen bunu duyunca ona doğru dönüp sırıtmaya başlamıştı. Dişlerini göstererek hızla sırıtıyordu. “Ne diye çakal gibi sırıtıp duruyorsun be?” diye Aiken onun üzerine doğru yürüyünce Koen sekerek kaçmaya başlamıştı.
“Eğer ondan hoşlanmamış olsaydın neşe içinde ona öykü anlatıp o asık yüzünde gülümseme olmazdı. Gerda dan hoşlandığının farkındayım.” Dediğinde Aiken onu yakalamak için koşmuş ve olayın saçmalığını anlatmak için bağırırken Jeniske’nin çadırına varmışlardı. Koen hızla çadıra dalmıştı. O sıra Aiken ’de arkasından bağırmış ve girmişti. “Bir insana nazik davranmak ondan hoşlanmak demek değil cahil Koen!” demiş ama birden olduğu yerde durmuştu. Koen’de öylece durmuş iki mum karşısında oturan Jeniske’ye bakıyorlardı. Başka hiçbir ışık kaynağı yoktu. Mumlardan birisi kırmızı diğeri ise yeşil bir alev saçıyordu. Koen öylece mumlara baktı ve parmaklarını dudağına götürüp Aiken’i susturdu. Geriye doğru yavaş adımlar atıp Aiken’i kolundan tutup dışarı doğru çekti.  Aiken onun ne yaptığını kısık sesle sormuştu. Kapıdaki muhafızlar ise ikisine bakıyordu.
“Telekinezi!” demişti Koen. Elini alnına koyup gözlerini kısmıştı. Yeşil alev ve kırmızı alev iki kişinin bağlanması için vardır. O birisi ile konuşuyor belli ki. Uzaktan birisi.” Demişti. Aiken başını usulca salladı. “Nerede yatacaksın sen?” demişti. Koen dudaklarını büzdü. “Bilmem ki? Senin çadırdaki yatak…”
“Nasio yatıyor!” demişti Aiken onun lafını kesip. Koen saçlarına elini daldırıp kafasını kaşıdı. O sırada soğuk bir rüzgâr ile titremişlerdi. Koen dikilen askere baktı. “Gece nöbetin kaçta başladı?” demişti. Asker ona baktı omuzlarını düşürdü. “Komutan Koen ben piyade bölüğünde kalıyorum. Orada rahat uyuyamazsınız. Nöbetim şafak sökene kadar.” Demişti. Koen bunu duyunca başını aşağı yukarı doğru salladı. “Yatacak yatak olduğu sürece sorun yok. İyi geceler ve iyi nöbetler! Ha bir de kimsenin içeri girmesine izin vermeyin Karga Lider çıkana kadar.” Demişti. Aiken ona bakıp kalmışken Koen sekerek daha geride olan Piyade çadırlarına doğru yürümeye başlamıştı. O an göğsündeki cebe koyduğu mektubu çadıra koymadığı için yüzünü buruşturdu ve subay çadırlarından çıkıp daha büyük olan piyade çadırlarının arasında gezip bazen bir çadıra girip boş yatak var mı diye bakıyordu.  Birlikler birbirine girmiş ve üç ayrı ordunun askerleri artık Subay, Piyade ve Süvari gibi bölüm adları içindeki çadırlarda boş buldukları yerde uyuyordu. Koen sonunda bir yatak bulmuştu. İçeri doğru süzülmüş ve oluşan koridor boyunca köşede gördüğü yatağa doğru ilerlerken bir sesle irkilmişti. “Komutan Koen?” demişti uykulu ses. Bunun üzerine herkes ayağa kalkmıştı. Koen uykulu adamlara bakıp elini havaya kaldırdı. “Beyler sadece uyuyacak yer arıyorum. Yatın.” Demişti. Uyku sersemliği ile hepsi yavaşça geri yataklarına yatmış ve yirmi kişilik çadır tekrar sessizliğe bürünmüştü. Koen yatağa kendini atmış ve umduğundan yumuşak olan yatakta hemen uykuya dalmıştı. Ancak gözlerinin kapandığından emin olduktan kısa süre sonra bir boru sesi ile yattığı yerden fırlamıştı. İçeri dolan gün ışığı ile gözleri kamaşmış ve geri yatağa oturmuştu. Örtünün ucunu tutup hemen yattığı yere gömülmüştü. Etrafta askerlerin hazırlanışlarının çıkardığı gürültü ve uğultu vardı. Bir süre daha yatakta kaldı. Askerler hazırlanırken yüksek bir ses içeri doğru yayılmıştı. “Bu yavaşlıkla ancak kolayca öldürülürsünüz sizi ahmak herifler!” Evet bu Qufang’lı bir ast subayın konuşma biçimiydi. Koen elini yüzüne doğru götürüp arkasını döndüğünde adam onu görmüş ve sinirle oraya doğru yürüyordu. “Sen niye hala yataktasın asker!” diye bağırmıştı. Birkaç kişinin bir şeyler mırıldaması ile yatağın oraya geldiğinde durmuştu. “Ne diyorsanız sırayla söyleyin!” demişti. Bir askerin öne doğru çıktığı sert postal seslerinden belliydi. “Efendim o Komutan Koen!” demişti. Adam birden gülmüş ve örtüyü çekmişti. “Komutan Koen’in piyade çadırında ne işi…” Koen ile göz göze geldiklerinde birden susmuştu. Koen doğrulup onun elindeki örtüyü alıp geri yatmıştı.
“Efendim özür dilerim. Burada ne işiniz var?” demişti. Koen uyku sersemiydi. Gözleri şişti. Çok değil iki saat uyumuştu ancak. Günün bu kadar çabuk doğmasını beklemiyordu. “Gece kalacak yer aradım. Subay çadırlarında misafirlerimiz olduğunu biliyorsunuz.” Demişti. Ast ona bakıp başını salladı. Tedirgindi. Koen yavaşça oturur konuma geldi. “Madenler için mi hazırlanıyorsunuz?” demişti. Adam başını salladı. “Evet efendim. İlk birlik biziz. Komutan Aiken birazdan yola çıkacağımızı söyledi.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. Dağılmış saçını kulağının arkasına doğru kıstırıp botlarına yaklarını sokmaya başladı. “Aiken sanırım bir gece yaratığı. Sadece iki saat uyumuş olmalı. Kaçık!” diye söylenerek hızla botlarını giydi. İplerini içine doğru tıkayıp yatağın başına astığı pelerinini aldı. Omuzlarına doğru atmıştı. Ast subay onun hazırlanışını izliyordu. Tek kolu ile hareket etmeyi öğrenmiş gibiydi. Yastığa düşmüş saç bağını alıp cebine doğru tıkıştırırken aklına mektup geldi. Mektubu eline aldı.
“Beni çadırınızda ağırladığınız için teşekkürler beyler. Subay çadırlarından daha konforlu yastığı var.” Demişti. Dışarı doğru çıkınca kalabalık ile karşılaşmıştı. Onu gören selam verip günaydın diyordu. Güneş ışığı parlak değildi. Bulutlar onu boğuyor ve loş hoş bir hava yaratıyordu. Hava henüz yeni yeni ısınmaya başlamıştı. Koen hemen Jeniske’nin çadırına doğru yürüyordu. Kamp erkenden hareketlenmeye başlamıştı. Koen temiz havayı soludukça uykusu açılıyor ve dinçleşiyordu. Subay çadırlarına girdiğinde Aiken onu hemen yakalamıştı. “Piyade çadırında mı uyudun gerçekten?” Hem konuşuyor hem yürüyorlardı. “Evet! Subay çadırları kadar rahattı.” Koen elindeki mektubu sallayıp Jeniske’nin ve Maios’un çadırı arasındaki koridorda durmuştu. “Bunu verdikten sonra birliğimi alıp madenlere geleceğim. Muhtemelen sizin ilk aranıza denk gelir. Nasio benimle gelsin ona söyler misin?” demişti. Aiken başını salladı. “Raporu verecek misin?”
“Kararımızın olumlu olduğunu söyleyeceğim. Gerçi u mektup yeterli olacak gibi. Jeniske birçok isyancı liderle konuşup içten içe şehirlerin her şeyini öğrendiğini söylemişti hatırlıyor musun? İşte bu bizim müttefikimizin mektubu.” Koen mektubu geri aşağı doğru indirmişti. “O yüzden Gerda ve birliği bizimle olacak gibi.” Diye ekledi. Aiken memnuniyet ile başını sallamıştı. Koen çadıra doğru giden yola girerken Aiken ondan ayrılıp piyade bölüğüne doğru yürümeye başlamıştı.

“Karga Lider hala çıkmadı. Bizde kimseyi içeri almadık. “Demişti dün geceki muhafız. Koen onun omzuna vurdu. Gidip yemek yiyip uyuyun. Buraya ben göz kulak olurum.” Demişti. Muhafızlar selam verip uzaklaşırken Koen sessizce içeri girmişti. Mumlar bitmiş ve sönmüştü. İçeri gün ışığı giriyordu. Jeniske oturduğu yerde içeri giren Koen’e bakıyordu. Koen elindeki mektubu ona doğru sallamıştı. “Gerda’nın bir ağabeyi daha olduğunu muhtemelen biliyorsun. Bu mektubu sana o göndermiş. Başka kadından olma.” Demişti. Jeniske usulca başını sallayıp mektubu almak için elini uzatmıştı. Koen ona mektubu verip masanın üstündeki ekmek ve pirinçten biraz tırtıkladı. Jeniske ise mektubu okuyordu oturduğu yerde.
“Dün gece onunla mı konuşuyordun? Yani o da böyle senin gibi bazı şeyleri yapabilen birisi olmalı. Hiç Dohen krallığında böyle birisi olduğunu bilmiyordum. Yani o baya kendini iyi gizlemiş olmalı.” Koen ağzındaki lokmayla konuşuyordu. Sandalyeye oturup hemen yanında mektubu okuyan Jeniske’nin saçlarına elini koydu. Yavaşça okşayıp gülümsedi. Bu yemeği getirdiklerine göre baya önce bitmiş olmalı işin. Neden ayağa kalkmadın.” Demişti. Jeniske mektubu yavaşça geri katlayıp zarfa koydu. “Kalkabilecek kadar enerjim yok.” Demişti. Koen eğilip onun yüzüne bakmaya başlamıştı. Gerçekten de rengi atmış ve gözlerinin altı solmuştu. Sandalyeyi çekip onun yanına doğru çöktü.
“Seni yatağa taşımalı mıyım?” demişti. Jeniske gülüp başını ona doğru çevirmişti. “Sanırım evet. Uyumam gerek. Dün gece çok fazla şey oldu.” Demişti. Koen elini onun beline sardı. Jeniske onun omzundan destek alıp ayağa kalkmıştı. Koen tek kolu ile onu sıkıca sarmış ve yatağa doğru sürür gibi taşıyordu. “Kilo almışsın. Bu kadar ağır olmaman gerek. Sadece oturup emirler veren bir lider olursan kocaman bir kıçın ve göbeğin olacak Jeniske.” Demiş ve burnundan soluyup onu yatağa atmıştı. Jeniske yattığı yerden çadırın ışık süzülen tavanına baktı. “Taçsız Kral’ın mektubunu benim için Maios ve Tavi’ye götürür müsün? Onlara dün gece onunla konuştuğumu ve Dohen için liderin o olduğunu söyle.” Demişti. Koen onun uzattığı mektubu alıp göğsüne sıkıştırdı ve onu yatağa düzgünce yatırdı. Cübbesini ve botlarını söküp üstünü örttü. Saçlarını karıştırarak okşadı ve çıkacakken Jeniske onu tekrar durdurmuştu. “Birde Gerda’nın kabul edildiğini.” Diye ekledi. Koen başını usulca salladı. “Tabi! Sonrasında kasabaya oradan madene gideceğim. “Demişti. Geçerken gözüne kayışları dikilmiş kolu takıldı. Onu da alıp çadırdan çıktı ve Tavi ile Maios’un kaldığı yere doğru yürümüştü. Mektubun içinde ne yazdığını pek merak etmiyordu. Mektubu Tavi’ye vermiş ve Gerda’nın kabul edildiği haberini verdikten sonra haberin Maios’a da iletilmesi gerektiğini söylemişti. Tavi ona bakarken hızla üstünü çıkarmaya başlamıştı.
“Koen ne yapıyorsun?” demişti. Koen gömleğini çıkarıp kolunun kesik kısmına metal kolun yumuşak haznesini oturtmuştu. Tavi ve içerdeki iki yaver ona bakarken Koen kayışlardan birini dişleri ile tutarken diğerlerini tek elle hızla takıyordu. Dişleri arasındaki kayışı bırakıp arkadan dolanan kayışın tokasına geçirdi. “Kolumu takmam gerek. Bugün madenlere gideceğim. Jeniske bütün gece birisi ile ruhani yolla sohbet etti.  Gün boyu dinlense onun için daha iyi. Bir ara uyandırıp yemek yedirin. Açlıktan bayılması hoş olmaz. Bir de şarabı biraz ısıtıp verir misiniz? Sanırım boğazı şişmiş.” Dedi. Tavi onu dinliyordu. Koen ise iki elini kullanmanın rahatlığı ile tekrar hızlıca gömleğini giyip saçlarını toplamaya başlamıştı. Tavi ona bakıp başını sallamıştı. Koen çıkacağı sırada kapıda Maios ile karşılaşmıştı. Tavi hemen Maios’a haber vermiş ev o da gecikmeden gelmişti. Koen bir süre ona baktı. Maios ise gülümsemişti. “Dün gece piyade çadırında uyumuş birisi için dinç duruyorsun.” Demişti. Koen gülümsedi. Bir baş selamı verdi. “Sizde günaydın majesteleri.” Demişti. Maios onun omzuna elini koyup sarstı. “Nasio’yu yanına istemişsin. O çocuk biraz tez canlıdır ama onu eğiteceğinden şüphem yok.” Demişti. Koen başını usulca salladı. “Sanırım bana karşı biraz kırgın. Son günlerde göz ardı edildiğini düşünüyormuş. Gerçi Aiken onun kıskançlık krizleri geçirdiğini ve bunun yaşından dolayı normal olduğunu söyledi. Düşününce Saisa’da sizinle ilgilenmeyince sizde kıskançlıktan her yeri karıştırıp dağıtıyordunuz. “Maios güldü ve onun omzunu rahat bıraktı. “Konumuz bu değil ama oğlumun bana benzediğini söylemen hoşuma gitti. “Dedi. Koen başıyla ona bir selam verip dışarı doğru çıkmıştı. Maios dikilen Tavi’ye baktı ve ardından elindeki mektuba gözlerini dikti. “Kimden?” demişti. Tavi dudaklarını aşağı doğru büktü. Bir süre öyle kaldı. Ardından mektubu açıp okumaya başladı. Maios onu sabırla bekliyordu. Tavi gülümseyerek başını mektuptan kaldırdı. Yüzünde memnuniyet sembolü sayılabilecek sırıtışı ve kısılmış gözleri ile neşeli duruyordu. “Kimdenmiş?” diye yineledi Maios. Tavi ona doğru mektubu salladı. “Taçsız kraldan. Dohen’in yönetimini eline geçirmekten ve ordu için kapıları açmaktan söz etmiş. Anlaşılan piç dedikleri asilzade baya kindar bir intikam planlamış.” Dedi. Maios mektubu açıp baktı. Mektup içinde orduyu karşılamak için kız kardeşini gönderdiğini ona güvenmelerini ve planın yolunda işlediği yazılıyordu. “Plan ne ki?” diye çocukça bir saflıkta sormuştu Maios. Tavi onun birçok müttefiki tanımadığını anımsayarak masaya oturdu.  “Plan. Basitçe kurgulandı. Dohen’in iç isyanlarını artırtıp ordu gelmeden önce tahtı kargaşaya sürüklemekti. Bunda başarılı olmuş olmalı ki…” Maios incelediği mektubun kalın kağıdını dürtükledi ve kâğıt bir yapışkanla tutturulmuş olduğu diğer kâğıttan ayrılmıştı. Tavi ona şaşkınlıkla bakarken Maios kâğıdı ayırmaya devam edip birden öylece kaldı.
“Sanırım taçsız kralın başı belada.” Derken kâğıdı ona doğru çevirmişti.
“Kız kardeşime bu mektubu verip onu size yolladıysam bilin ki başım büyük belada. Onun durumu öğrenip kahramanlık yapmasını istemiyorum. Muhtemelen mektup size ulaşmadan okumaya kalkışacak. Bir şekilde gizli yer altı sığınağımız öğrenilmiş ve Dohen kralı bizi ortadan kaldırmak için gizlice Hisar’dan suikastçılar istedi. Gerda’nın bu şehirde kalması doğru olmaz. Sizden beni kurtarmanızı değil kız kardeşimi ve halkımı korumanızı istiyorum. Jeniske her defasında seninle bağlantıya geçmeye çalıştığımda engelleyen bir şey oldu. Bunu okuduktan sonra lütfen benimle bağlantıya geç. Sana anlatmam gereken şeyler var. Dohen sanıldığı kadar basit bir nokta değil. Elias.” Maios tekrar kendine çevirdiği kâğıdı okumayı bitirmişti. Tavi öylece oturduğu yerde kaldı. “Jeniske bunu fark etmiş midir?” dedi. Maios yapışkanın ölmüş kısmına elini sürdü. “Okumuş olsaydı bize böylece gelmezdi.” Dedi. Tavi oturduğu yerden kalktı. “Koen gece boyunca onun birisi ile konuştuğunu söyledi. Yine de onunla…” Maios ona oturmasını işaret etti. “Tamamdır ihtiyar adam. Sen işlerini hallet. Ben gidip ona bu sayfayı göstereceğim.” Demişti. Tavi başını sallayıp memnun bir şekilde geri oturmuştu.
Maios çadıra vardığında içeri doğru süzülmüştü. İçerisi gün ışığı ile dolmuş ve tüller ardındaki yatakta yatan Jeniske’yi gözüne kestirip oraya doğru ilerledi. Oraya varınca Jeniske gözlerini aralamış ona bakıyordu. Maios bir sandalye çekip yatağın karşısına oturdu. “Berbat görünüyorsun!” demişti. Jeniske ona bakıp gözlerini yavaşça kapadı. “Sabah Koen mektup getirdi. Sen göndermişsin. İkinci sayfası olduğunu biliyor muydun?” demişti. Jeniske başını yavaşça salladı. “Hım…” diye mırıldanarak bildiğini onayladı. Maios ona dikmişti gözlerini. “Ne yapacağız?” demişti. Jeniske yutkunup doğruldu. Yatak geniş ve dağınıktı. Örtüleri üzerine doğru çekip oturur konumda Maios’a baktı. “Elias onu kurtarmamızı istemiyor. Bunu yaparsak çok dikkat çekeceğini söyledi. Mücadele edebilirmiş. Henüz suikastçılar gönderilmemiş. Saklandıkları yeri değiştirmiş ve içerdeki haini bulmuş. Şu anlık sorun yok. Kız kardeşi Gerda burada bizimle kalacak ve güvende olacak. O da bizim için şehrin kapılarını açacak.” Kelimeler yorgunluğunun etkisi ile ağzından yavaş yavaş dökülüyordu. Gözleri kapanıyordu. Maios başını usulca salladı. “Peki.” Dedi. Jeniske yana doğru geri devrilmişti. Maios ise hala ona bakıyordu. “Dün Koen’in piyade çadırında uyuduğunu biliyor musun?” demişti. Jeniske ona bakmak için yavaşça gözlerini aralamıştı. “Gerda ve adamları için onun yerini kullandığı bahanesi üretildi ama bu çadıra bir yatak daha koymamız gerek. İnsanlar ikinizin aynı yatakta uyuduğunu düşünmeye başlayınca dedikoduların önüne geçemeyiz.” Demişti. Jeniske yattığı yerde sırt üstü döndü. “Haklısın. Askerin güvenini sarsacak ufacık dedikodu büyük krizlere sebep olur. Bir defasında Koen artık subay çadırında kalması gerektiğini söylemişti. Bu yatak işi iyi fikir.” Dedi. Maios ona bakıp gülmüştü. “Aranız nasıl? Kavgadan bu yana.” Jeniske ona doğru çevirmişti başını. Göz altı torbaları oluşmuş ve yeşil gözleri solmuştu. “Sanırım kavga ettiğimizi hatırlamıyor. Gerçi sen diyene kadar bende hatırlamıyordum. Onunla sürekli tartışıyorum. Bu birazda bizi dinç tutuyor. Fikirlerimi sorgulamadan ve bir şeyi defalarca kendisi kontrol etmeden kabul edemiyor. Bu hoşuma gitmiyor değil.” Demişti. Maios güldü. Geriye doğru yaslanmıştı. “Nasio’nun onu kıskandığını söyledi Aiken. Sanırım onun çok fazla ilgi görmesinden rahatsız. Senin tarafından.” Demişti. Jeniske bunu duyunca şaşkınlıkla doğruldu. “Nasıl yani?” dedi. Maios kaşlarını kaldırıp kollarını göğsünde birleştirmişti. “Sanırım seni gerçekten dayısı olarak görüyor ve onunla ilgilenmeni istiyor. Eskiden sürekli Saisa ve onu kontrol ederdin. Şimdi ise… Sanırım o Koen’in senin gözündeki değerinden habersiz olduğu için onu kıskanıyor.” Demişti. Jeniske güldü ve başını usulca salladı. “Bunu duyduğum iyi oldu.”     Bu sözden sonra kısa bir sessizlik oldu. Maios iç çekti ve oturduğu yerde sağa sola bakmaya başlamıştı. Jeniske ona bakıp gözlerini devirmişti. “Ne söyleyeceksin? Maios o kadar yorgunum ki işemeye bile kalkamıyorum.” Demişti. Maios gözlerini yerdeki halıya dikti. “Acaba diyorum Nasio’yu Koen’in birliğine alsan ve orada mı eğitim görse. Aiken’i seviyorum ama o Qufang prensi ve Koen’de benim komutanım. Onun benim ordumda eğitim görmesi…” Jeniske onu susturmak için elini kaldırdı. “Koen onu yeterince iyi eğitemez. Oldukça yetenekli ve başarılı ama çocuklarla anlaşamıyor. Bu en başından beri öyle. Ve Nasio’nun ordu içindeki statüsünü koruması için Aiken tarafından biraz da şımartılarak eğitilmesi daha iyi olur. Koen onu yerde sürükleyip dövebilir ve bu durumda senin baba yüreğin olay çıkarır.” Demişti. Maios olayı kabullenmiş halde başını öne doğru eğmişti. “Koen’in korkunç eğitimi orduyu adam etti belki Nasio’yu da ileriye hazırlar.” Dedi. Jeniske onun endişesini anlıyordu. Oğlunun bu savaşta kendini koruyacak şekilde eğitilmesini istiyordu.
“Aiken savunma uzmanı. Koen ise saldırı. Eğer Koen’in elinde Nasio eğitilirse ön cephede savaşmak için seni bile ezip geçer. O yüzden bırak Aiken ona kendini savunmayı öğretsin. Daha sonra saldırmayı öğrenir.” Jeniske bunu söylerken samimi olduğu belirtecek şekilde gözlerini Maios’un gözlerine dikmişti. “Koen ona savaşta hayatta kalmayı değil öldürmeyi öğretir. Aiken’in onu eğitmesine izin ver. Saisa’ya karşı olan ilgisini Nasio’yu korumaya adamasını sağla. Bu herkese iyi gelecek majesteleri.” Demişti. Maios birden güldü. “Gerçekten kafan çok değişik çalışıyor. Saisa’ya karşı olan sevgisi Nasio’nun üzerinde toplanacakmış… Yine de dediğin olsun. Aiken onu eğitmeye devam etsin. Gerçi Koen’in eğitim anlayışı bir köpek eğitmek gibi. Sana da aynısını…” Jeniske ona bakıp halsizce devam etti. “Maios bütün gece çalıştım ve bu bedensel işten daha yorucuydu. İzin ver uyuyayım.” Demişti. Maios gülüp onun çadırında çıktı.

Dün gece:

“Sevgili arkadaşım seninle uzun zamandır konuşmak için bir yol arıyordum. Karganı gördüğümde beni bulman için belki de son ışığımı harcadım. Beni duyuyor musun?” Oturduğu yerde ona bakan kızıl gözlü karga ile konuşuyordu gençten bir adam. Etrafında derin bir sessizlik vardı. “Duyuyorum Elias!” demişti Karganın gagası açılıp konuşmaya başlamıştı. Elias ona dikmişti koyu kahverengi gözlerini Yorgundu. Avurtları çökmüştü. Üstü başı kir içindeydi. Yaraları taze ve bedeni güçsüzdü. “Sana ne oldu?” Karga şekil değiştirip yeşil bir ışık içinde Jeniske’nin bedenin olduğu biçime dönüşürken etrafta şaşkınlıkla dolu fısıltılar vardı. “Kardeşim, bana ne olduğu önemli değil. Hisar2ın bu hafta içinde benim için gönderdiği dördüncü suikastçıyı yakaladık. Onlar bilinçsiz varlıklar olmalıydı. Onlar yaşlı ve katil ruhlu olmalıydı. Ama gelen kişi bir kız çocuğu idi. Ufak bir çocuk. Ruhu zorla bu dünyaya zincirlenmiş bir çocuk. Damarlarında kara mühver enerji akıyordu. Gözleri ise mıhlanmış. Teslim olmak istemeyen bir ruhu zorla çağırmışlar. Ve onun bedeni… Tazeydi.” Jeniske bunu duyunca şaşkınlık ile kalmıştı. Elias elini sallayınca siyah cübbeli bir adam ufak bir kız çocuğunun ölü bedenini ikisinin arasına koymuştu. Jeniske kalbinde gümüş bir hançer ile yatan kızın bedenine baktı. Ona dokunamasa da enerjisini sezebilirdi. “Hala hayatta mı?” demişti şaşkınlık ile. Elias başını sallayıp hançeri gösterdi. “Gümüş hançer bedenini ruhundan kopardı ama ruhu hala içeride ve onun anıları var. Korkuları… Henüz yakın zamanda Epharia’da bir çiftlik bölgesinde ailesi öldürülmüş ve onu Hisar’a götürmüşler. Sonrası ise… Elini uzatıp kızın alnına koyup gözlerini kapatıp diğer elini Jeniske’ye doğru uzattı. Jeniske onun uzattığı elinin üstüne doğru elini koyduğunda dehşet içinde gözleri açılmış ve yaşlar akmaya başlamıştı. Birden elini Elias’ın elinin üzerinden çekmeye başlamıştı. “Onu ehlileştirmek için bedenine kara enerji yüklemişler. Neden?” demişti. Elias başını iki yana sallamıştı. “Onlar sanırım bir iblis kullanıyor. Ya da yoldan çıkmış bir tanrı. Bir ruhu ıslah etmek için karanlıkta boğmak bir iblisin yapacağı şeydir. Ve gördün… Onun gibi binlerce çocuk ve insan… Savaşımız sadece kılıç kuşanmış ordulara karşı değil. Onlar bizim karşımıza korumak istediğimiz insanları koyuyor. Dohen’in birçok kasaba ve köyünde kayıp vakaları artıyor. Maden kasabasında konakladığınızı biliyorum. Oradan birçok erkeği öldükten sonra kaçırdılar. Onların hepsi…” Jeniske ona bakıp devam etmesi için başını salladı. “Onların hepsini insanlar gömdükten sonra cesetleri gece vakti çaldılar. Ve şimdi çoğu Hisar’a götürüldü. Öldürülenlerin ruhlarını kullanmak için bir hafta geçmeden işlem görmesi gerekiyormuş.” Dedi. Jeniske ona bakıp kaşlarını çattı. “Sen bunca şeyi nasıl öğrendin peki?” demişti. Elias kenarda duran örtüdeki kitabı çıkardı ve gösterdi. Mavi renkli deri ciltli kitap tıpkı kırmızı ve siyah kitaba benziyordu. “Gök Kitabı diyordu bunu bana veren adam. Onu almamı ve bu mirasa sahip çıkmamı istedi. Sende ve ölümden çağrılan bir kişide daha bu kitaplardan olduğunu söyledi. Bu su kitabı bana sorularımın cevabını veriyor.” Demişti. Jeniske bir an duraksamıştı. “Tanrı Kitapları… Koen’in siyahı bulması ve bana kırmızının verilmesi. Şimdi sende mavi… Kırmızı kan, siyah güç, mavi su… bunlar beş tanrı gücü… O zaman doğanın rengi yeşil ve bereketin rengi altın sarısı…. İki kitap daha olmalı. Bunu sana veren adam başka ne dedi Elias?” demişti. Elias koyu gözlerini kitaba dikmişti. “Tilki çayırlarda koşup, karga göklerde uçtuğunda bir balık nehirden hızla akacak ve otların arasında bir yılan dolaşacak. O zaman güneşin ışıkları tek bir yeri aydınlatacak. Bunları söyledi. Ve son olarak kitabın diğer kitaplarla alakası var mı bilmiyorum ama tanrı kitapları gerçek ise…” Jeniske başını öne doğru salladı. “Altın kitap Hisar’da olabilir.” Diye onun yerine devam etti. Adam iç çekmişti. “Koen’deki siyah kitap ne peki?” demişti. Jeniske bir süre ölü bedene baktı ve konuşmaya başladı. “O bir tanrı kurdunun yazdığı kitap. Tam olarak üç kişi tarafından yazılmış. Açıkçası tam bir tanrı kitabı değil. İçindeki sayfaları herkes görebiliyor. Siyah ciltli ve içinde büyü ile bilgiler var. Qufang’ın kurucu kurdu onu yazmış ve o bir nevi aile mirası imiş.” Dedi. Elias başını usulca sallamıştı. Konuşmanın devamında kitaplara ulaşmak gerektiği hakkındaydı. Gün doğmaya başladığında Jeniske tükenmiş ve karga orada can verirken o geri kendi bedenine dönmüştü. Taçsız kral Elias bir tanrı tarafından Tıpkı Jeniske gibi seçilmiş ve ona Su kitabı verilmişti. O bir balıktı. Karga, Tilki, Balık ve şimdi bir yılan olmalıydı. O yılan bir tanrı tarafından mirasçı olarak seçilmiş olmalıydı. Jeniske gün boyu uyumaya çabaladıkça bu yılanın kim olacağını düşündü. Yeşil kitap hangi tanrı ve hangi krallığındı kimse bilmiyordu. Siyah Kitap gerçekten Koen’e mi verilmişti? O zaman onun mirasçısı neden Maios’du? Siyah kurt kitabı ve güç kitabı Maios’un mirasının parçası idi. Ayezi denilen tanrı kurt onu ona ve soyuna bırakmıştı. O zaman Tilki hangi rengin temsilcisiydi? Kırmızı değildi. Karga için kırmızı kitap verilmişti. Tilki…
“O bu dünyanın yabancısı…” Dudakları arasından çıkan kelimeler ile gözleri çadırın tavanına dikilmişti. Kehanet aklına geldi kitapta yer alan. “Gücün çağrısı yıllar geçtikçe güçlenir ve asla dinmek bilmeye çığlıklar olarak diyarlar arasında yankılanır. Gücü arzulamak kolay ona erişmek zor ve ondan vaz geçmek ise imkansızdır. Bir yabancı bu diyarlara ait olmayan bir ruh geldiğinde o eğitilemeyecek kadar genç ve ıslah edilemeyecek kadar güçlü olacak. Tanrıların kutsayamadığı ve gözü dönmüşler için bir yargı muhafızı olacak bir yabancı.” Jeniske bunları düşünürken dudakları kımıldanmıştı. “Tilki bir yargıç mı?” demişti. Ses beyninde yankılandıkça dayanılmaz baş ağrısı ile doğrulmuş ve burnundan aşağı doğru ılık ılık akan kan damlalarının düşüşünü izlemeye başlamıştı. Tilkisi, onun aşkı ve onun hayatını adadığı ruh ve bedenin sahibi olan o kişi Koen, o bir yargıç olarak doğmuştu. Tanrıları bile cezalandıracak mertebede dünyaya gelmişti. Mantığı vicdanın önünde olan gözü kara ve doğrudan vaz geçmeyen bir savaşçıydı o. Jeniske onun kaderini ilk defa anlıyordu. Onun kaderi kader yazıcılarının üstündeydi. O bir yargıçtı. O herkesin tapındığı tanrıların üstünde bir mevkie sahipti. Elini burnuna doğru götürdü. “Ölümsüzlük ile lanetlenmiş olmak bundan daha az canını yakacaktır benim küçük sevgilim. Keşke kaderini değiştirip istediğin huzur dolu yaşamı sunacak kadar gücüm olsa.” Demişti. Gözlerine dolan yaşlar ile öylece kalmıştı. Kan eline doldukça parmak aralarından sızıyordu. Koen bu dünyada ölümsüzlüğün bile lanet sayıldığı bu yerde herkesin karşısında durmak zorundaydı.  O adaleti sağlayan birisi olmak zorundaydı. Ruhu bunu yapması için onu zorlayacak ve o yargıç olup cezalandırmaları için mirasçılara emirler vermek zorundaydı. Jeniske onun hayal ettiği basit yaşamı düşündükçe acı çekiyordu. Onu bunca yükü sırtlaması için dünyaya çağırmış olduğunun suçluluğu altında kıvranıyordu. “Bilmiyordum.” Diye mırıldandı. Bilmiyordum… Gerçekten de bunu bilecek kadar ulu değildi o. Koen’in acı kaderinin en korkunç ise yalnızlıktı. Onu yıllar eskitse de tekrar tekrar bu dünyaya gelecek ve yalnızlık içinde bunca kötülükle mücadele edecekti. Bedeni yaralanacak, sevdiklerini, seveceklerini kaybedecek ve tekrar tekrar bu döngünün içinde ruhu onu savaşmaya zorlayacaktı. Jeniske bunları düşündükçe onun çekeceği acıları hissediyordu. Bedeni kor yanarken kanayan burnundan akan kan örtüyü kızıla bulamıştı.  Dişlerini sıktı. Yumruğu örtüyü parçalarcasına sıkıyordu. Öyle derinden bağırmak istedi ki… yakındaki herkes onun nasıl acı çektiğini görsün istedi. Çığlıklarını eli bastırdı. O aşı olduğu Koen’i acımasız bir döngünün içine kıstırmış ve tanrıların tanrısı olan Güneş’in yargıcı olmaya zorlamıştı. Bu gerçek onun canını yakıyor ve bilmiyor olmanın verdiği aptallığı ile kendini suçluyordu. Defalarca yumruğunu göğsüne vurup çığlıklarını eliyle boğdu. Gücü tükenip yataktan kendini yere atana kadar kıvrandı. Yaşadığı acı neydi ki onun için. Bunu yüzlerce yıl çekmek orunda kalacak olan bir kişi vardı. Koen’in çekecekleri yanında karga kendi kanatlarını kırmış ne olacaktı. Defalarca postu yüzülüp kapanlarda uzuvlarını kaybetmek zorunda kalacaktı sevgili tilkisi… Avcıları olacak ve avları olacaktı… Jeniske düşündükçe yatağın dibinde bir böcek gibi kıvranıyor ve acısı dayanılmaz hale geliyordu. Ona söylemişti cadı, ‘gerçekler acıtır ama bazıları sadece acıya değil daha fazlasına sebep olur.’ Onu şimdi anlıyordu. Acı değildi bu… Bambaşka bir şeydi. Gücü bitene kadar düşünceleri ona ve bedenine işkence etti. Sessizce orada çırpınıp kendini cezalandırması için yardım çığlıklarını boğdu ve sonunda halsizce yatağın dibinde ölü bir kedi gibi kıvrılıp kalmasını sağladı. Yerdeki keçi kılı halının sertliği artmış ve binlerce iğne olup bedenini parçalar hale gelmişti. Yumruklamaktan bacakları ve göğsü morarmış ve bedeni kan içinde kalmıştı. Rengi solmuş gözleri yarı açık halde kararmaya başlamış gökyüzünün son ışıklarında onu kurtarması için tilkiyi beklemeye başlamıştı. Zavallı karga bütün kanatlarını kırıp tüylerini yolmuş ve avcısının onu bulup yardım etmesini umuyordu. “Yapamam!” dedi kurumuş dudakları hareketlendi. Dirseklerinden yardım alıp sürünerek yatağın kenarına tutunmuştu. “Beni böyle görmesine izin veremem.” Düşünceleri onu yönetiyordu. Yatağa sürünerek çıktı ve örtüler altına girip oraya sığındı. Orada kendini toplamak için bir süre kalacaktı. Gün bitip madenden gelen ekibin gürültüsünü bile fark etmedi. Ona yemek getirildiğini, seslenildiğini… Hiçbir şeyi fark etmedi. Sadece bir ses onu yeniden uyandırdı. “Jeniske’nin yemeğini yemediğini söylediler. Sanırım hala yorgun.” Çadırın girişinden gelen sesle beraber irkilmişti. Bedeni o kadar hırpalanmıştı ki hareket bile edemiyordu. “Daha sonra yemek için subay çadırına uğra.” Diyen Aiken idi. Jeniske içeri doğru giren Koen’in ayak seslerini duyuyordu. Yatağın kenarına oturması ile bedeni irkilmişti. “Yemeğini yememişsin!” demişti sevecen bir sesle. Soğuk demir eli Jeniske’nin saçlarını okşamıştı. “Bir şifacı çağırmamı ister misin? Yorgunluk için belki bir şeyler… “sesi birden kesilmişti. Ardından yataktan kalkmıştı. “Bu kan ne?” derken yerdeki ve yatak örtülerindeki kana bakıp kalmıştı. Ardından Jeniske’yi hızla çevirmek için eğilmiş ve ona bakan gözlerle geriye doğru birkaç adım atmıştı. “Birisi şifacıya haber versin!” diye bağırırken eğilip Jeniske’yi doğrultmak için çabalamıştı. Ne konuşuyor ne de tepki veriyordu. Sadece ona bakıyor ve ağır bedenini yatakta tutmak için çabalıyordu. Koen onun açık gömleğinin ardında morarmış göğsüne bakıp kalmıştı. Örtüleri çekince tırnaklarını geçirdiği parçalanmış kollarına baktı. Kendine zarar vermiş olduğunu fark etmeden önce saldırıya uğradığını düşündü. “Jeniske kim yaptı sana bunu?” demişti. Jeniske yattığı yerden solmuş gözlerini ona çevirmişti. “Ben…” demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Buna inanmıyordu. Bir insan kendini bu kadar kötü hale getiremezdi. Başını iki yana salladı. “Neyin var?” deyip elini uzatıp alnına koyacağı sırada Jeniske başını yana doğru çevirmişti. “Hiçbir şeyim…” demişti. Yatığı yerde yana doğru başını çevirmişti. “Hastasın. Yoksa dün gece bir şey mi oldu? Yaksotat sana bir şey mi yaptı?” dediğinde Jeniske gözü dönmüş halde ona doğru hızla başını çevirmişti. Bir yargı. Gibi konuştuğunu fark ettiğinde korku ile ona bakıp kalmıştı. “Hayır… Kendim yaptım.” Diye çıkışırken yumruk yaptığı eli gıcırdıyordu. Koen ona ne olduğunu anlamak istiyordu. Fakat Jeniske bunu saklamak için çabalıyor gibiydi. Yatağın kenarına doğru oturdu. “Burnun tekrar kanamaya başlıyor. Oturur konuma gelmelisin.” Demişti. Jeniske aniden onun sakin enerjisi ile sıktığı yumruğunu açtı. Tekrar mantıklı düşünmeye başlamıştı. “Yaptığım büyü, böyle bir yan etkiye sahip. Birazdan kendime gelirim. Şifacıyı gönder.” Demişti. Koen ona endişe ile bakıyordu. Solgun yüzü ve çenesinden göğsüne kadar kurumuş kan, sağılmış saçları ile bir yabani gibi duruyordu. “Sadece sana bakacak. Yıkanman için su isteyeceğim.” Demiş ve ayağa kalktığı sırada Jeniske onu bileğinden yakalamıştı. “Gitme…” demişti. Koen onun çaresiz acı dolu sesi ile geri oturmuştu. “Peki. Gitmiyorum. Burada seninle kalacağım.” Demişti. Jeniske onun elini tutmuş ve gözlerini ileri doğru dikmişti. Koen sessizce ona bakıyordu. “Her şey yolunda mı Jeniske?” demişti. Jeniske başını salladı. Dudakları mühürlenmiş gibi sıkıca kapalıydı. Koen onun yüzünü görmek için başını yana doğru uzattı. “Seni hiç böyle görmedim. Neyin var?” derken sesi şefkat ve endişe doluydu. Jeniske onunla göz göze geldiğinde göz yaşları yanaklarına süzülmeye başlamıştı. Çenesi titriyor ve bedeni sarsılıyordu. Koen onun boynuna doğru sarıldı. Onu kendine doğru çekip başını omzuna dayamasına izin verdi. Sıcak göz yaşlarını kalın cübbenin altından bile hissediyordu. Jeniske onun omzunda bedenini serbest bırakmış acı çektiği için ona acı çektirdiği için ağlıyordu. İçeri şifacı ile giren Aiken’i gördüğünde Koen onlara durmasını işaret etmişti. Aiken ile şifacı tüllerin ardında bekliyordu. Koen nazikçe Jeniske’nin saçlarını okşadı. “Burada olmadığım için özür dilerim.” Demişti. Jeniske onun beline doğru sıkıca sarılıp başını onun omzuna daha çok gömdü. Göz yaşlarını takip eden hıçkırık sesleri ile Aiken şifacıyı alıp dışarı çıkmıştı. Bir süre orada bekledi. Daha sonra Koen onları çıkıp içeri çağırmıştı. Jeniske’nin tırnakları ile kopardığı etleri, kanayan burnu, şişmiş gözleri ve mosmor olmuş göğsü…  Kimse onu bu kadar yıpranmış görmemişti. Bu kadar çaresizce yatarken savunmasız bir ihtiyar gibi gözüküyordu. Soluk grileşmiş gözlerinden süzülen yaşlar acıyan bedenin eseri değildi. Ruhundaki ıstırap onu paramparça ediyordu. Koen şifacının işini yapmasını beklerken Aiken ona doğru sokulmuştu. Kolundan tutup tüllerin arkasına doğru çekiştirmişti. “Efendi Jeniske’ye ne oldu?” demişti. Koen ona bakıp omzu silkti. Dokunsan ağlayacak gibi bakıyordu. Jeniske’nin bu kadar acı çektiğini ilk defa görmüş ve onun hali bütün direncini kırmıştı. Gözleri titriyor ve dudaklarını sımsıkı kapatmıştı. Aiken onun ağlayacak gibi durduğunu fark edince oturmasını işaret etti. Koen masaya oturduğunda göz yaşları yanaklarına doğru akıyordu. “Endişelenme ufak tefek yaraları var.” Demişti. Onu teselli etmeye çabalıyordu. Koen’in birden ağlamaya başlaması oldukça garipti. “Şey sen burada otur ben gidip şifacıya bakayım. Yanlış bir şey yapmasın.” Dedi ve tüllerin arkasına doğru hızlı adımlarla yürümüştü. Kamp küçük değildi ama subay ve komisyon çadırlarının arası dardı. Dedikodu ise çabuk yayılıyordu. Birileri Jeniske’nin çadırına bir şifacı gittiğini görmüş ve laf kısacık sürede Tavi ve Maios’un kulağına kadar varmıştı.

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Dört

Kuş Kafesi

Hisar’ın altın toprakları ve dağların denizlerin ötesinde her canlının orayı görmek için can attığı o muazzam efsanelere tanık olmuş yaşlı yüz yıllık deri altında saklı hikayeler barındıran keşişleri ve alimlerinin olduğu ufak ada… Öyle çok günahın barındığı öyle küçük bir adaydı ki tanrılar bile oradan kaçmıştı sonunda. İhtiyar alimlerin dokundukları yerde solan canlar ve daha fazla güç için kan içen adamlar… Anlatıldığı gibi göğe yükselen kulelerde mucizeler değil sadece karanlık vardı. Orada acı, kin ve öfke vardı. Bir savaş vardı içinde. Alimleri birbirine düşüren savaşın galibi kim mi? O… Denge kulesinin tek ve koşulsuz lideri Ludvig. O kulelerin alimlerini alt etmiş bir canavardı. O hükmünü sürdürmek için aynı masada aynı yemini ettiği kardeşlerini öldürecek kadar cesurdu. Koen’in saldırısından bu yana sarsılan iktidarını düzeltmek için yapması gerekeni yaptığını söyleyen bir adamdı. Bir gece ona karşı çıkan bütün alimler yataklarında boğazları kesilmiş halde bulunduğunda sadece ona itaat edenler kalmıştı. Gözü dönmüş acımasız liderin şimdi elinde bütün diyarın en büyük gücü vardı. Hisar.

Ludvig tıpkı onu eğitenler gibi acımasız ve gücün dengede kalması için can almaktan çekinmeyen bir adamdı. Koen’in ona ihanetini asla affetmeyecekti. Ve şimdi onun bozduğu dengeyi düzeltmek için yeminini bozmuştu. O altın kitabı sadece denge için kullanacakken ve teklifi kabul eden ruhları çağırırken kullanacakken şimdi bütün ruhları kendine bağlamak için kullanıyordu. Esir edip öldürdüğü tanrılardan aldığı kitap onun tek mirası idi. Çirkince çatılmış kaşları ile ona itaat etmesi için bütün Hisar’ı ölülerden oluşan suikastçılar haline getirmişti. Efsun güçlerini koruyan alimlerin bedenlerini kara mühver enerji ile doldurmuş ve şimdi o Yaksotat ile kendisi için savaşacak askerler üretmekle meşguldü. Bilmediği şey ise onun koynunda bir yılan olmasıydı. Yaksotat onun en büyük düşmanı ve zehirleyen kişisiydi. Gece boyunca kabuslar görmesini sağlayıp panik içinde yaşayıp delirmesini sağladıkça Ludvig atalarının intikamı ve bozulan denge için savaşan bir hayalete çeviriyordu. Kendince yarattığı dünya içinde deliren adamı ikna etmek kolaydı. Onun ihaneti ve terk edilmişliği Yaksotat için zaaf olarak görülen en güzel şeydi.
“Onun bir erkekle sevişip sana ihanet edip ardından da var olan dengeyi bozması affedilir değil Alim Ludvig.” O gün bunları söylerken çıplak bedeni bir kuştan kadına doğru dönüşüyordu.  “Senin eğittiğin bir yılan oldu o. Senin adına da günah işler oldu. Dengeyi kurmak için eğittiğim kargamı baştan çıkarıp onunla yattı ve onu bana ihanet etmeye zorladı. Zamanında tanrıların beni çok uzaklara sürdü. Şimdi ise ikimizde ihanete uğradık. Artık düşman değil dost olmamız lazım Alim Ludvig. Bir tanrıça sana bir teklifle geldi. Onu yarı yolda mı bırakacaksın?” Gözleri bal rengiydi. Dudakları kıpkırmızı ve sarı saçları yerlere kadar uzanıp göğüslerini kapatırken hadım edilmiş olan alimi baştan çıkarmak için bundan daha fazlası gerekirdi ona. “Ben onunla olan savaşınızı bitirmeniz için onu öldürdüm ve şimdi bazı hainler onları geri diriltti. Bu savaş senin otoriten ve sizin dengeniz bozmak için. Buna izin verme ve benim sesimi duy.” Demişti. Büyülemek bir erkeğe yapılacak en eski oyundu. Büyücü kadınlar bir erkeği baştan çıkaramaz ise onun zaaflarını kullanıp onun kalbini kafesler ve istediğini yapana kadar onunla oynar. Bu tanrıçalar için utanç verici bir büyüydü. Onlar beğenilmek istemezdi. Onlar tapılmak isterdi. Ama Yaksotat düşmüş bir insandı. O her türlü oyunu oynayabilecek kadar kindar ve pervasızdı.
“Kargamı ve Tilkini bir arada görmek bize acı veriyor. Dengenin affetmeyeceği bir şey ise ihanet değil mi?” demişti. Oturduğu yerde Alim Ludvig ona bakıyordu. Kardeşlerini öldüren o ses yine kulaklarında yankılanmaya başlamıştı. Loş ışık ay ışığına yenik düşüyor ve etrafı saran mavi tondaki aydınlık kadının tenini daha soluk ve gözlerini daha parlak gösteriyordu. “Kardeşlerim ve ben sana yardım edeceğiz. Onların ve benim gücüm ile dengeyi sağlayacaksın. Sizi terk eden tanrılarınız gibi değiliz biz. Biz ihanet etmeyiz. Sana altın kitabın bütün sırlarını göstereceğiz.” Demişti. Ludvig gücü tatmıştı o gün. Onun için gücün vahşi çağrısı kuş kadar kolay ölecek zayıf kalbini kafeslemeye yetmişti. O artık Yaksotat’ın itaatkâr bir köpeğiydi. Ve bütün Hisar onların ölü ordusu olmuştu. Yaksotat’ın gelişinden kısa süre sonra Azatod gelmiş ve en son Tulhu gelmişti. Üç tanrı Hisar’a gelmiş ve Ludvig’in emrindeki bütün herkes onun tebaası olmuştu. Ludvig herkesi öldürmemişti. Canlı kalanlar onun emrinde ve onun kulesi dışında var olan siyah beyaz ve gri kulenin öğrencileri idi. Ordulara yön verecek olan yaşayan komutanlardı onlar. Azatod kuleler içinde en sık kendini gösteren tanrıydı. Sürekli bir yerde belirir ve oldukça konuşkandı. Onu garip bulanlar vardı. Kadın gibi giyinip kadın gibi boyalar sürüp bir sürü takı takışını garipsemiş olsalar da o bir tanrıydı ve yorum yapamazlardı.

“Karga ve Tilki Dohen sınırında…” Masada oturan komutan olacak kişiler ve üç tanrı haberi veren gence bakıyordu. Ludvig başını usulca salladı. Yaksotat ise gülümsemekten kendini alamıyordu. “Ecellerine doğru hızla gelsinler. Engel çıkarmayın. Ordularını azaltacak kadar savaşmaları yeter. Onlar burada can verip bu ordumuzun bulunmaz parçaları olacak.” Demişti Ludvig. Tulhu ise sessizce oturduğu yerde onlara bakıyordu. Olanlardan rahatsız olmuş gibi kaşları çatılmıştı. Üzerindeki yeni temiz, sert deriden zırhına rağmen genç yüzü ve hüzünlü donuk gözleri ile oldukça perişan duruyordu. 
“Seni huzursuz eden bir şey mi var?” demişti Azatod oturan Tulhu’ya doğru dönüp. Tulhu onunla göz göze geldiğinde başını iki yana doğru sallamıştı. “O zaman bu güzel haberi kutlamak için akşam tanrılara yakışan bir yemek yiyip içelim.” Demişti Azatod. Ayağa kalktığında Tulhu’da kalkmıştı. Onun ardından büyük salonu terk ettiğinde Ludvig emrin onayı için baş köşede sandalyesinde oturmuş olan Yaksotat’a baktı.
“Kutlama iyi olabilir. Haftalardır çalışan bütün yaşayanları dahil edin.” Demişti. Kutlama ufak çağlı ve yaklaşık yüz kişilik yaşayan için hazırlanıyordu. Hisar’ın bütün kapıları kapalı ve krallıklara sadece kuzgunlar ile haber gidiyordu. İçeride olan asla dışarı çıkmıyordu.

Tulhu yavaş adımlarla koridorda yürümeye başlamıştı. Kafası karışık ve onu yaralayan Koen’i düşünüyordu. Tek kollu bir insanın onu yaralamasına izin vermediği gerçeğini Azatod ve Yaksotat’a söylemiş ve hazırlıksız yakalandığını söylemişti. Onun güçlü olduğunu söylerken yalan söylememişti. Arkasından gelen adımları duydukça bedeni geriliyor ve hızlansa bile kaçamayacağını biliyordu. Saçlarına asılan güçlü elle beraber ayakları yere kitlenmişti. Parfüm kokusuna karışmış o ten kokusu ile bütün bedeni irkilmişti. Kulağındaki ses ise onu olduğu yerde titretmeye yetmişti. “Ne haltlar saklayıp karıştırıyorsun sen ha?” derken Azatod’un öfkeli sesi dişleri arasından çıkıyordu. Tulhu titreyen vücudunu durduracak kadar kendini eğitmişti. Azatod’a göre zayıf ondan daha güçsüzdü.
“Kendimi hasta hissediyorum. Bu yer hoşuma gitmedi. Ben dağda olmayı seviyordum Azatod.” Demişti sakin bir sesle. Saçlarındaki eller gevşeyip onu bırakmış ve karşısında dikilmişti Azatod. Onu baştan aşağı süzüyordu. Tulhu ise ona gözlerini dikmiş ve sadece gülümsüyordu. “Orası ikimizin eviydi. Orayı seviyordum. Burası kötü kokuyor ve çirkin insanlar ile dolu. Senin dışındaki kişileri görmek hoşuma gitmiyor.” Bunları söylerken ona doğru sokulmuştu. Yılan… Bir yılanın nasıl zehirli ve sinsi olduğunu kimse tahmin edemezdi. Onun gücünü ve yeteneklerini kimse çözümleyemezdi.
“Bende burayı çok sevmedim. Bir sürü insan bana bakıp duruyor.” Demişti. Tulhu onun yanağını okşarken bedenini bedenine yaslamıştı. “Sana bakmaları hoşuma gitmiyor. Bir süredir bir araya bile gelemiyoruz. Bu geceki yemek olmasaydı belki seninle surların dışına çıkıp ufak bir gezinti yapabilirdik.” Demişti. Azatod onu iyi eğittiğine inanıyordu. Kölesi yaptığından o kadar emindi ki… Güldü ve onu kalçalarından sıkıca yakaladı. “Geceye gerek var mı? Burası bizim krallığımız artık. Kimin görüp ne düşündüğü umurumda değil. Burada bile istediğimi yapabilirim.” Demişti. Tulhu onu sakinleştirmek için hızlı düşünmüştü. “Hayır! Beni çıplak gören o çirkin insanları görmek istemiyorum.” Demişti. Kıskançlığı Azatod’un en zayıf noktasıydı. Onu durdurmaya yetecek kadar başarılı olacağını düşünüyordu Tulhu. Ama yanılmıştı. Azatod için bir kölenin bedeni sergilenmekten kaçınılamayacak kadar ucuz ve basitti. Onu pencereye doğru itekleyip üstünü başını çıkarmak için mücadele veremeye başlamıştı. Tulhu onu durdurmak için sessizce çırpınıyordu. Onu durdurmazsa Yaksotat ikisini de öldürürdü. “İnsanlar sizin bu ilişkinizi görmeyecek. Onların gözünde kutsal ve ahlaklı olacaksınız.” Bunu söylediğinde Tulhu için sorun değildi. Azatod ona ne kadar az dokunursa o kadar az acı çekerdi. Kıyafetlerini parçalayan Azatod’u durdurmak için onu sertçe iteklemiş ve sonunda düşmesini sağlamıştı. “Yaksotat ikimizi de öldürür.” Derken hızla toparlanmaya çabalıyordu. Azatod ise onu itekleyen Tulhu’nun yüzüne gözlerini dikmişti. “Ne yaptın sen az önce bana?” derken ayağa kalkmıştı. Tulhu üzerine doğru gelen adama korku ile bakıyordu. Onu iteklemenin bir bedeli vardı.

Akşam yemeğinde Tulhu yoktu, sonraki günde ve ondan sonraki günde…  Ve sonraki günlerde… Yaksotat onun nerede olduğunu öğrendiğinde şaşırmıştı. “Onu dövdüm ve zindana kilitledim. Cezasını orada çekecek. Yaralarını kendi göz yaşları ile iyileştirene kadar orada kalacak.” Demişti Azatod. Yaksotat ise kaşlarını çatmıştı.
“Seni neden itekledi?” demişti. Azatod oturduğu yerde yüzüğü ile oynamaya başlamıştı. “Birlikte olacaktık ve beni itekledi. Söylesene kız kardeşim, sen benden bir şey isteyince asla hayır demiyorum. O küçük kaltak ise beni itekleyecek kadar cesur.” Demişti. Yaksotat onların tartışmalarından bıkmıştı. Gözlerini devirip ayağa kalktı. “Ne halt ederseniz edin. Yakında ortalarda gözüksün. Ve sakın ama sakın bu sapıkça işlerini bu masum insanların gözünün önünde yapıp benim oyunumu bozma. O zaman seni öldürmekten beter hale getirir Tulhu’nun insafına bırakırım.” Demişti. Azatod uslanmaz ve şımarıktı. Gece devam ederken gözetleme kulesindeki kuzgun ve karga takibini bırakmıştı. O gece Dohen’e uçan kargayı görmemişti. Ve zindana inip sonunda Tulhu’dan istediğini almıştı. Onun yaralı ve berbat durumda oluşuna bakmadan istediğini alıp kapıyı açık bırakıp çekip gitmişti. Gün doğduğunda ise Tulhu kendini toparlamıştı. Koluna çizdiği çiziklere baktı. “Bugün gerçeği öğrendiğin gün Jeniske. Bunun için katlandıklarıma umarım değer.” Göz yaşları yaralarına aktıkça etindeki çizikler kapanıyordu. Bedeni toparlandığında hızla gölgelere karışmıştı. Gözlerini kapadığında karanlık içinde Jeniske’nin çadırını görüyordu. Onun kendine işkence edişini izledikçe korku içinde kalmıştı. “Koen bir yargıç…” Tulhu için bu duyduğu yeterliydi. Şaşkınlıkla kalmıştı. Onu öldürebilecek kadar gaddar ve onun efsunundan etkilenmemesinin sebebini şimdi anlamıştı. “Yargıç mı?” demişti. Ne yapacağını bilemiyordu. Onun yargıç olmasını kimse tahmin edemezdi. Yargıçlar yüzyıllardır yer yüzüne gelmemişti ve şimdi bir tanesi bu dünyaya gönderilmişti. Jeniske’nin perişan haline bakıp başını iki yana salladı. “Sana yardım edemem.” Demiş ve gölgelere tekrar karışmıştı. Gideceği tek bir yer vardı. Gölgelerin ardındaki kapıları aralarken sonunda bir dükkân kapısının zili ile duraksadı. “Tek başına dağın tepesinde bir boncuk dükkânı. Bu hiç dikkat çekici değil ha cadı?” demişti. Yaşlı kadın ona bakıyordu. Kedileri Tulhu girince hızla oldukları yerden sıçrayıp onun etrafını sarmıştı. “Onu bırakın çocuklar belli ki diyeceği bir şey var.” demişti yaşlı kadın. Oturduğu yerde örgü örmekle meşguldü.
“Tilki’nin bir Yargıç olduğunu biliyor muydun?” demişti. Kadın ona bakıp şaşkınlıkla kalmıştı. Tulhu onun bilmediğini anlayınca yanına doğru yürüdü. Sandalye çekip oturdu. “Üçüncü dileği gerçekleştirmem için bana baskı yaptın. Hayatımı riske attım. Ne için? Beni ve bizi öldürmek için dünyaya bir yargıç getirmek için mi?” demişti. Kadın ona bakarken şişlerini ve iplerini kenarı bıraktı. “Demek Tilki bir yargıç ha? Bunu nereden duydun?” demişti. Tulhu kaşlarını çatıp ona bakarken kıvırcık saçları alnını gölgeleyerek öne doğru düşmüştü.
“Endişelenme çocuğum senin onların tarafında olduğunu biliyorlar. En azından Jeniske bunu biliyor. Koen düzeni bozmuş ve adaleti yıkmışların peşine düşecektir.” Demişti kadın. Tulhu elini alnına dayadı ve başını iki yana salladı. “Azatod’u öldürecek mi? Yaksotat? Onları öldürecek ve sonra sıra onların yanında yer almış bana gelecek. Bende insanların canını yaktım Cadı. Benim de suçum var. Daha fazla bu oyuna devam edemem. Eğer devam etmem için bir neden söylersen…” Cadı onu ikna edecekti. Bunu Tulhu’da istiyordu. Ona direnç ve dayanma gücü vermesini istiyordu. “Azatod’un ölümü senin özgürlüğün. Bir yargıç onların günahlarını ve doğruluklarını görebilir. O adil davranır. Ölümden korktuğun için mi vaz geçmek istiyorsun?” demişti. Tulhu başını iki yana salladı. “Yoruldum çünkü. Dayak yemekten, onun bana dokunmasından ve bunca şeyin için yoruldum. Beni öldürüp enerjimi yok etmesi beni sadece huzura kavuşturur. Ölümden dolayı değil. Sadece yoruldum ben Cadı.” Demişti. Başını masaya koyup öylece durmaya başlamıştı. Henüz iyileşmemiş yaraları sızlıyordu. “Kim olduğumu bile unuttum. Neyi sevdiğimi, neyden korktuğumu…  Ben sadece yoruldum.” Sesi incelmiş ve nefesi yavaşlamıştı. “Uyumak nasıl bir şeydi bilmiyorum bile. Sadece kaçmaktan kendimi korumaktan ve göz yummaktan başka bir şey yapmadım yüz yıllarca. Güneş’in huzuruna çıkıp suçlarımı itiraf edip söndürülmek istiyorum. Ölüm deniyor değil mi buna. Ben ölmek istiyorum.” Demişti. Cadı onun ne istediğini anlayınca başını salladı. “Ölüm bizler için zor. Bende burada inzivaya çekildim son ışığımın sönmesini bekliyorum. Görevimi yerime getirdim ve sıranın bana gelmesini bekliyorum. Ama sen bizler gibi değilsin Tulhu. Etin, kemiğin ve kanın var. İnsandan dönüşmüş tanrılar öldüğünde bizim gibi sönüp gitmiyor. Sizlere verilen güçler alınıp yüz yılların bütün yükü bedenlerini ve ruhlarını parçalıyor.” Demişti. Tulhu bunu duyunca ona doğru döndü. “Yargıç beni öldürebilir ama değil mi? Nasıl olduğu önemli değil. Sadece ölmek istiyorum. Bir daha doğmamak üzere her şeyden uzağa…” Cadı onun kıvırcık sert saçlarını okşadı. “Senin gibi binlerce masumu koruyamamış olmak beni çok üzüyor. Kardeşlerimi de bir o kadar. Madem ölmek istiyorsun o zaman bunu onurlu bir şekilde yap. Altın Kitabı al ve bana getir. Sonrasında ise ışığını söndüren ben olacağım. Acısız ve rahat bir ölüm olacak.” Demişti. Tulhu başını yavaşça kaldırdı. “Altın Kitap mı? Ama onu…” Cadı onun yanağını okşadı. “Onun mirasçısı yok evladım. O bir tanrının ölümü sonucu çalınmış bir kitap. Onun mirasçısını bulduğumda vereceğim.” Demişti. Tulhu iç çekti. “Kolay olmayacak. Ama yapacağım. Lütfen sözünde dur cadı ve bu sefer d ebeni kandırma. Eğer bunu yaparsan biliyorsun ki bu sefer öfkem kudretimden fazla olacak.” Demişti. Cadı gülümsedi. Onun çıkıp gitmesinin ardından insana dönüşen bir kedi masaya doğru yaklaşmıştı.
“Mirasçısı olduğu tanrının ölümüne sebep olan bir tanrıçanın etekleri altında yaşıyor o. Bu yükü taşıyabilecek mi?” demişti. Cadı usulca başını salladı. “Taşıyacak. Kardeşlerime haber verin ve Yargıcın bulunduğunu, altın kitabın sahibinin kitabı alacağını söyleyin. Sanırım bu sefer bu yoldan çıkmış kendine kader yazıcısı diyenlerin bu dünyaları terk etme zamanı geldi. Güneş bizi kutsasın.” Demişti. Kediler usulca kapıya doğru tek tek yürüyordu. Bir yargıç bütün savaşın dengesini değiştirmeye yeterdi. Adaleti ruhu olurdu ve onun gücü kitaplarda yazılandan fazlası idi. Yargıçların dünyalarda olması çok nadirdi. Koen gibi bir yargıcın dünyaya gelmesi ve onun eğitimsiz kalması yüz yıllarca dengenin bozulmasına ve onu uzun bir uykuya sürüklemişti. Karanlıkta tekrar çağırılmayı beklemişti.
“Adalet daima mazlumun kazanması değildir. Mazlumun bir gaddar lider oluşunu engellemektir.” Bu sözler bizzat Güneş’in Kızı’na yani bir zamanların yargıcına aitti. O sınanmış ve kendi benliğinden habersiz olarak ölüp tekrar tekrar dünyaya gelmeye mahkumdu. Şimdi ise başka dünyalarda başka kişilerin hayatını düzene sokuyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Beş

Yargıç

“Peki şimdi durumu nasıl?” Maios yanına çağırdığı Aiken’i sorguluyordu.  Dün gece yaşanılanlar korkutucuydu. “İyi galiba. Koen onunla ilgileniyor. Kimseyle konuşmak istemiyor. Sadece Koen’i görmek istiyor.” Demişti. Tavi oturduğu yerde iç çekti. “Birisinin saldırmadığından emin mi muhafızlar?” dedi. Aiken başını salladı. İçeri giren kimse olmamış. Sadece bir defa yemek için girmişler o kadar. O zamanda onu uyuyor halde görmüşler.” Dedi. Tavi sakalını sıvazladı. “Kendini bu hale getirmesine imkân yok. Büyünün yan etkisi olamaz. Gidip onunla konuşacağım.” Demiş ve ayaklanmıştı. Maios onunla kalkmıştı. “Bende geleceğim. Yeter bu kadar bekleyiş. Aiken madenlere giden ekibin başında kim var şu an?” demişti. Öğleden sonraydı ve ekip hala gelmemişti. Aiken düşündü. “Subaylar.” Demişti. Maios başını sallayıp Tavi’nin ardından çıktı. “Yakında kamp harekete geçecek. Bomba yapım işlemleri başladı. Böyle bir durum yayılırsa kargaşaya sebep olur. Dedikoduları durdur Aiken.” Demişti. O çıkınca Aiken olduğu yere oturdu. “Dedikoduları mı durdurayım?” demiş ve acı bir gülümseme ile öylece kalmıştı.
Maios ve Tavi çadıra gelmişlerdi. Muhafızlar bile kapının bir metre ilerisinde bekleme emri almıştı. Maios hemen Tavi’nin ardından çadıra girmişti. İçeride ölüm sessizliği vardı. Tüllerin ardında Koen sandalyede oturmuş yatakta yatan Jeniske’den gözünü ayırmadan öylece duruyordu. Saatlerdir kıpırdamamış ve uyuyan Jeniske’yi izlemişti. Maios oraya doğru birkaç adım attı. Tavi etrafa bakıyordu. Bir iz arar gibi etrafta başkasına ait bir şey arıyordu. 
“Koen!” demişti Maios fısıldayarak. Koen uykulu gözlerle ona bakıyordu. Maios gülümseyip onun omzuna dokundu. “Gidip biraz dinlen.” Demişti. Jeniske’nin elini sıkıca tutan Koen bir anlık afallamış halde Tavi ve Maios’a baktı. Panikle elini çekecekken Maios gülümsemeye devam ediyordu. “Panikleme. Biz gerçeği biliyoruz. Rahat olabilirsin.” Demişti. Koen ona bakıp nazikçe Jeniske’nin elini bıraktı.  “Neler oluyor?” demişti Maios diğer sandalyeyi yatağın kenarına doğru çekip.  Koen omuz silkti. “Bilmiyorum. Her şey yolundaydı ve birden bu hale geldi. Şimdi ise buradan ayrılmamı istiyor. Çadırdan dahi çıkmamam gerektiğini söyledi.” Bunları söylerken yorgunluktan gözlerinin altı morarmış rengi atmıştı. “Sana başka bir şey dedi mi? Belki şu tanrıça…” Tavi oraya doğru yürürken konuşmaya başlamıştı. “Birisi sinsice içeri girip ona bir şey yapmış olabilir.” Diye devam etti. Koen onun tüllerin ardından çıkıp yanlarına gelmesini bekledi. “Hayır. Tırnak izleri, morluklar ve burun kanaması. Hepsini kendisi yapmış. Ben onun bedenindeki izlere baktım. Ve onun dışında kimseye ait olamaz. Ama nedenine inanmıyorum. Büyülerden hiçbiri böyle bir yan etkiye sahip değil. Delirmiş gibi kendine vurmuş göğsü mosmor. Ve kollarını, bacaklarını parçalarcasına tırnaklarıyla yolmuş. Aklını kaybetmiş gibi…” diğer elindeki siyah kitabı Maios’a doğru uzattı. “Vicdan… Kitap bunun sebebinin ruhunun acı çekmesi olduğu söylüyor. Azap ve ıstırap diyor bu hastalık değil kişinin kendi düşünceleri içinde delirmesi imiş. Bilmediğim bir şey mi var Majesteleri?” demişti. Maios onun uzattığı kitabı aldı. “Senin bildiğin kadarını biliyoruz bizde. Dün sabah onu görmeye gittiğimde oldukça iyi duruyor ve uyumak istediğini söyledi ve beni göndermişti çadırından. Her ne oldu ise…” Birden hepsi susmuştu. Jeniske gözlerini açıp başını Koen’e doğru çevirmişti. Uzun saatler sonunda kendine geliyordu. Koen onun hareket etmemesini söylemiş ve şifacıyı çağıracağını söyleyip ayağa kalkacakken Jeniske ona oturmasını işaret etti. Dirsekleri üzerinde yükselip sırtını yatağın başlığına dayayıp oturur konuma gelince morarmış göğsü açığa çıkmıştı.
“Eşyalarını toplamaya başla. Gün battığında gidiyoruz.” Demişti hırıltılı sesi ile. Koen ona bakıp kaldı. “Hiçbir yere gitmiyoruz. Bu halde yolculuk yapmayı planlıyorsan…”
“Koen toparlanmaya başla. Çok şey alma.” Demişti. Koen sözünü kararlı bir sesle kesen Jeniske’ye bakıp kalmıştı. Sadece o değil Maios ve Tavi’de ona bakıp kalmıştı. Jeniske örtüyü üzerinden atmıştı. Ayağa kalkıp hızla çalışma masasına doğru yönelmişti. Koen ise ona bakıp kalmıştı.
“Jeniske neler oluyor?” diye onun peşinden harekete geçmişti Maios. Jeniske ise sert bir sesle konuşuyordu. “Bu kadardı. Savaş ve geri kalan hiçbir şey umurumda değil. Dar Boğazın ardına gidiyoruz. Burada olan hiçbir şey bizim sorunumuz değil artık. Koen beni duydun toparlanmaya başla. Gün kararınca yola çıkacağız.” Demişti. Koen oturduğu yerden kalkmıştı.
“Ateşin mi var senin? Aklını mı kaçırdın? Ne dediğini duyuyor musun? Bunca insanı buraya kadar getirdin Jeniske… Senelerce aylarca bunun için uğraştın. “Koen onun sert bakışları ile birden susmuştu. Jeniske burnundan soluyordu. “Sana hemen toparlanmanı söyledim. Bu saatten sonra bu savaş seni ilgilendirmiyor. Beni de…” Maios birden onun kolunu yakalamıştı. “Ne saçmalıyorsun sen?” diye bağırıp bir yumruğu yüzüne indirmişti. Jeniske yumrukla beraber masaya tutunmuştu. Ardından tekrar kitapları ve kağıtları toplamaya devam ederken Maios ona sinirli ve dehşet içinde bakıyordu. “Bu savaşa birlikte girdik. Ne halt ediyorsun sen?” Maios’u susturan Koen olmuştu. “Gelmiyorum. Nereye gidiyorsan git.” Demişti. Jeniske bunu duyduğunda elindeki kitabı sertçe masaya fırlatmış ve onun üzerine doğru yürümüştü. “Sana seçme şansı vermiyorum. Eşyaları toparlamaya başla!” diye bağırmıştı. Sesi öyle gür ve hırçındı ki çadırın dışına kadar çıkmıştı. Koen ona korku ile bakıyordu. Başını iki yana salladı. “Bana nedenini ve bu adamlara neler olduğunu söyleyene kadar hareket bile etmeyeceğim.” Demişti. Elindeki siyah defter Jeniske’nin dikkatini çekmişti.
“O defter kurdun! Onu daha fazla elinde taşıma ve sahibine ver!” demişti. Maios şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Benim mi?” diyebilmişti. Jeniske başını salladı. “Siyah defter kurdun yadigarı. Kılıcı ise onun gücü. Kırmızı karganın mirası, gücü ise nefreti. Gök mavi kitabı Balığın, gücü ise kalbi. Ve Yeşil doğa yılanın kitabı gücü ise zekâsı ve altın kitap sahipsiz bir tanrının mirası. Gücü ise geçmişi. Peki Tilki? Onun hiçbir şeyi yok ama dişleri arasında nefret dolu kızıl taşı kırdığında bedeni hasar görse de ruhuna bir parça eksilmiyor. Aksine güçleniyor. Tanrılar tanrıçalar onu kutsayamıyor ama ruhunda bir parça bile güç azalmıyor. Lanetleri savuşturup adaleti arıyor. Yargı dağıtıp gücünü çoğaltmaya devam ediyor. Adil olduğu için gaddar ve kalbi mantığının altında kalıyor. O bir yabancı.” Tavi öne doğru sessiz adımlar attı. “O yabancı değil. O bir yargıç değil mi?” demişti. Maios bu kavramın anlamını anımsayınca geriye doğru birkaç adı atıp Koen’den uzaklaşıp ona bakıp kalmıştı. “Koen’in gücü ruhu mu? Antik tanrıların babası Güneş’in mirasçılarından mı?” demişti. Koen ona bakan adamlara bakıp kalmıştı. “Yargıç ne?” diyebilmişti. Tavi usulca başını salladı. “Tanrıları bile sorgulayacak kadar gücün var. Onları bile cezalandıracak kadar. Ölümsüzlükten daha güçlü ve acı veren bir şeydir. Nadiren yüz yıllarda bir yargıç belirir dünyalarda. Bu sorumluluk ve saygı isteyen bir mertebedir. Ve zorlu bir eğitim.” Demişti. Koen elindeki deftere baktı. Ardından tekrar onlara. Jeniske bitkince sandalyeye oturmuştu. “Efsuncu değilsin ama büyü yapabiliyorsun, sadece ruh enerjin ile. Anlamam lazımdı. Daha erkenden anlamam ve bu döngüye seni sokmam lazımdı.” Koen ona doğru adım attığında Maios hızla geriye doğru kaçmıştı. Yargıçlar kötü olanı sezinlediğinde ya da hissettiğinde onları öldürmek için kendini adardı. Sadece ruhları ve mantıkları çalışırdı. Maios elini kılıcına istemsizce götürmüştü. Tavi ise ondan olabildiğince uzak durmak için köşeye doğru geri geri gitmişti.
“Bu kötü değil. Ben güçlüysem o zaman savaşta çok avantajlı oluruz. Bunun için gitmemem gerek.” Demişti. Jeniske’nin yanında durmuş ve onu görmek için çömelmişti. “Bu gücü kullanmayı öğrenip…” Jeniske elini alnından çekip ona baktı. “Bu gücü kullanmayı öğrenemezsin Koen. O seni ve ruhunu kullanır. Yargıçlar birer efsanedir. Onlar korkunçtur ve tanrıların üstünde nefret edilen varlıklardır. Birisi bile bunu öğrenirse seni bir daha koruyamayız.” Demişti. Koen ona bakıp kaldı. “Ama ben kötü değilim ki…” çaresizdi sözleri. Gözleri kocaman açılmış halde Jeniske’ye bakıyordu. “Sorun kötü olup olmaman değil Koen. Sorun senin kendini kaybedecek kadar kontrolsüz bir güç taşıman.” Demişti Maios. Olduğu yerde dikilirken ürpermiş yüzünün rengi kaçmıştı. “Hatırla, Hisar dağda köprüleri getirdiğinde yaptıklarını. Sadece Kızıl Taş o gücü sana sağlamadı. İçinde bir şey uyandı. O… O senin yargıç olan parçandı Koen. Bunu nasıl fark edemedim ben!” Jeniske bunu söylerken onun elindeki kitabı alıp masaya koydu. “Gitmemiz gerek. Sakin ve huzurlu yaşamına dönmen gerek. Burası senin için sadece yıkım olacak.” Demişti. Koen ona bakıp elini dizine doğru koydu. “Ben hala anlamıyorum Jeniske. Nesi var bunun? Güçlüyüm ve tanrılarla girdiğimiz bu savaşta iyi bir avantaj olabilirim. Kimsenin hayatı riske girmeden…” Jeniske onun elinin üstüne elini koyup konuşmaya başlamıştı. “Peki senin hayatın? Öleceksin ve tekrar tekrar doğacaksın. Normal bir şekilde ölene kadar bu dünyada uyanıp savaşmak ve yalnız kalmak zorunda kalacaksın. Bunu yaparken sadece acı çekeceksin. Senin hayatını kim koruyacak? Bizim bile üstümüzde olan seni hangimiz koruyabiliriz? Qufang Kralı mı? Üç Tanrı Rahibi mi? Yoksa Taçsız piç bir kral mı? Yaşlı güçsüz bir tanrı mı? Kim?” sesi titrek ama sertti. Korkuları sesindeydi. Maios oraya doğru sonunda adım atabilmişti. “Kimse koruyamaz. Güneş’in ya da antik tanrıların olmadığı yerde sen teksin.” Demişti. Koen bunu duyunca bir an duraksadı. “O zaman bana kimse zarar da veremez. Ölümden korkmama gerek yok ki. Yaralarımda iyileşir. Ne olacak ki?” demişti. Tavi dikildiği yerden onlara bakıyordu.
“Her gücünü kullandığında ölümle yüzleşeceksin. Ve ölümden daha kötü şeyler olup bir parçanı kaybedeceksin. Bu sonsuza dek sürecek. Ta ki güneş senin ruhunu tekrar kendisi parçası yapana kadar.” Tavi bunları söylerken iç çekmişti. Koen olduğu yerde öylece kalmıştı. “Bu… Bu şey ne peki? Yani ben bir döngünün içine sıkışıp kaldım mı?” kelimeler güçlükle dudaklarından çıkıyordu. Jeniske onun elinin üstüne elini koydu. “Özür dilerim. Sana bunları yaşattığım için özür dilerim.” Histerik sözcükler dudaklarından dökülüyordu.  Koen ona bakmak için başını kaldırdığında pişmanlıkları ve hayallerinin yıkılışını yeşil derin gözlerde görmüştü. Başını yavaşça salladı. “Yine de burada kalacağım.” Demişti. Maios bunu duyunca başını iki yana salladı. “Gitseniz daha iyi olur.” Demişti. Sözcükleri sert ve keskindi. Koen ona doğru başını çevirip şaşkınlıkla kalmıştı. “Gitmek mi? Bu savaş benim de savaşım. Bir yere gitmek istemiyorum.” Demişti. Jeniske onun elini tutup ayağa kalkıp onu da kaldırdı. “Doğru olan gitmek Koen. Daha fazla burada kalamazsın.” Demişti. Koen ona bakıyordu. “Peki ordu? Ve senin ordun? Onları yarı yolda mı bırakacaksın?” eliyle Tavi ve Maios’u gösterip kolunu çekmişti. “Her ne isem bunun zarar vereceğini düşünmüyorum. Bunca sene ortaya çıkmayan şey şimdi mi kendini gösterip benim katliamcı olacağımı düşünüyorsunuz?” demişti. Tavi oraya doğru birkaç adım attı. “Sorun senin katliamcı olman değil. Ne tanrılar ne de insanlar yargıçları sever Koen. Onlar antik tarihte karanlık infazcılardır. Eğer birisi bile senin bir yargıç olduğunu düşünürse ya da fark ederse bu senin için kötü olur.” Demişti. Koen ona doğru dönüp elini Jeniske’den kurtarmıştı. “Kötü olacak şey ne? Beni öldürürler mi? Ölümsüzlük gibi saçma bir şeye sahip olmalıyım. Tekrar ve tekrar doğarım. Bunun sorun olacağını düşünmüyorum.” Demişti. Tavi onu sakinleştirmek için yumuşak bir tonda konuşuyordu. “Eğer senin yargıç olduğunu öğrenirlerse orduda problemler başlar. İnsanlar onları hizaya sokmak için öldüren ve tanrıları onların topraklarından süren yargıçlardan nefret ediyorlar. Binlerce yıl önce yeni tanrılar buraya gelmeden önce yargıçlardan ikisi bu topraklarda bulunan bütün tanrıları katletti. Antik tanrıları. Tıpkı Dar Boğazın ardında var olan gerçek tanrılar gibi buranında tanrıları vardı. Efir ve çocukları bu dünyanın düzenini sağlardı. Onların krallığı ve insanlarının cenneti idi. Ve yargıçlar onları katledip insanları kaderlerine terk etti. Birçok çocuk gece uykularına gitmeyince anne ve babaları onları yargıçlar alacağını söyleyerek korkuttu.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Ben ilk defa…” Tavi onun konuşmasına fırsat vermeden devam etti. “İki yargıcın bu dünyanın tanrılarını katlediş sebebini biliyor musun? Efir ve çocukları Güneş’in İmparatorluğu adı altında büyük bir ordu kurulması için krallarına emir verdi ve bu ordu o kadar büyüyüp ayrıldı ki en sonunda insanlar birbirini öldürmeye başladı. Yargıçlar tanrıların düşkünlüğünü sonlandırdı. Onları cezalandırmak için öldürdü ve babaları Efir’i alıp Güneş’e götürdü. Binlerce yıldız uzakta bir taşa erimiş demirlerin içine zincirlensin diye.  Aynısını Dar boğazın ötesinde kavgaya tutuşan Tesna ve Hammuaş içinde yaptı yargıçlar. Onları durdurup dünyalarını kurtardılar ve onlardan sonra gelen tanrıları denetlemek için orada beden değiştirip uzun süre kaldılar. Her beden bir bedel ve bir süreçti.  Ta ki birisi sonunda insanların ve tanrıların uyumunun doğruluğuna karar verene kadar yüzlerce sene savaşlarda asker, komutan, bir sarayda fahişe oldular… Onlar görevlerini yerine getirene kadar bedenleri değişti ama amaçları asla.” Tavi bunları söylerken Koen şaşkınlık içinde ona bakıyordu. “Beyaz Gelincik ve Kara Kurt masalının sonunu herkes yanlış bilir. Onlar Kuzey’i kurtardı doğru ama bütün dünyayı kurtaran Dar boğazın Ötesinin yargıcı olan Güneş’in Kızı idi. O düzen için çocuk doğurmaktan vaz geçti. Kocasının hastalıktan ölümünü izleyip kendi kan bağı olan ailesini katletti ve sonunda huzur buldu ve karar verdi ki artık insanları akıllanmıştı. Burayı düzene soksun diye son vazifesini yerine getirip sonsuzluk uykusuna yattı. Senin görevinde bunca kargaşayı sonlandırıp düzeltmek olsa da insanlar burada yargıçlardan korkup panikleyecek ve sana tek bir şans bırakacaklar. “

Birkaç adım daha ona yaklaştı. “Onları öldürmek zorunda kalacaksın. Hepsini adaletli olmak için öldürmek zorunda kalacaksın. Güneş’in kızının yanında bir tanrı kurdu ve tanrının mirasçısı vardı. Senin yanında ise beş mirasçı olacak. Korkunç bir katliam yapıp bunun günahlarının affedilmesi için bu kaosu düzeltmek için mirasçıları bile öldüreceksin. Bundan pişmanlık duyacaksın, acı çekeceksin ve yalnız kalacaksın. Neden gitmen gerektiğini anlıyor musun Koen?” Tavi onunla göz göze gelmişti. Koen ona bakarken korku ve dehşet içindeydi. “Güneş’in Kızı bir tarikata ve krallığa sahipti. Asil kan taşıyordu. İradesi güçlü ve kendini kontrol edecek şekilde çocukluğundan bu yana eğitim görmüştü. Tanrıça Akela’nın mirasçıları ona yardım etti. Sen ise eğitim almadın. Bomboş ve hırçın ruhun kontrolsüz. Binlerce kişiyi bir an öfke ile yok edebilecek kadar kontrolsüz.” Tavi bunları söylerken gözlerini onun gözlerine dikmişti. “Yüz yıllarca Tanrılar yargıçların yıkıntılarını ayağa kaldırmak için uğraştı. Bunu yapmaya yaklaşmışken kıskanç bir tanrıça yüzünden tekrar bir yargıç yer yüzüne geldi. Bu insanlar tarafından duyulup ozanlar tarafından dağ tepe şarkı olarak okunursa kaosun gücünü düşünebiliyor musun?” Tavi’nin sert sözleri Koen’i yıpratıyor ve gerçeği olacakları düşündükçe kalbine ağrı giriyordu. “Gitmelisin.” Demişti son olarak Tavi. Babacan sesi ile son sözcükleri söylerken gözlerindeki ışık sönmüştü. “Eğer gitmezsen herkes zarar görecek. Uzak kalıp bilmezlikten gelmek zorundasın. Bunu yapmazsan herkes kaybedecek ve bu savaş bu amaçlar… Nedenler hiç olacak. Güneş’in Kızı gibi bırak insanlar savaşsın sen sonrasında toparla onları.” Demişti. Koen ona bakamıyordu. Elini alnına koymuş ve bir süre öyle durmuştu. Tavi ondan bir tepki bekliyordu. Yalnızca o değil odada bulunan herkes ondan bir tepki bekliyordu.
“Hayal ettiğin huzurlu yaşama kavuşmak için git.” Demişti Tavi son olarak. Koen bunu duyunca elini alnından çekmişti. “Olmamam gereken yerdeyim.” Demişti Koen titreyen bir sesle. Yutkunup hızla arkasını dönmüştü. Jeniske onu yakalamak için davranamadan çıkıp gitmişti. Tavi ise kaşları çatık halde dikilen Jeniske’ye bakıyordu. “Onu tekrar hayata döndürürken bunun olacağını bilmiyor muydun? Nasıl yıllarca onunla yan yana bulunup da yargıç olduğunu anlamazsın. Seni eğiten tanrılar bir kez daha oyun kuruyor olmasın Jeniske?” demişti. Jeniske ona cevap verecekken Maios ikisinin arasına girmişti. Jeniske’ye elindeki ceketi uzatmıştı. “Git onu bul. Hemen. Geri getir. Bu konuyu sakince düşüneceğiz. Bir kişi bile olanları duymayacak.” Demişti. Jeniske ona bakıyordu. Maios onun kolunu çekiştirdi. “Çıkıp onu bulalım Jeniske!” demişti. Tavi’yi arkalarında bırakıp çıkmışlardı. Muhafızlar Koen’in ahırların olduğu yere gittiğini söylediğinde oraya gitmişlerdi ama çoktan Koen atını alıp arkasında bir toz bulutu bırakmıştı. “Kargaları gönderip onu bulacağım.” Demişti Jeniske. O sırada Aiken ve Gerda diplerinde biti vermişti. Maios dikilen Aiken’e gözlerini dikti. “Aiken ağzını sıkı tutacağına inandığı birkaç adamını alıp Koen’i aramak üzere yola çık.” Demişti. Aiken ona ne olduğunu soracakken Maios ona gözlerini dikmişti. “Sebebini şimdi söyleyemeyiz.” Demiş ve gözlerini Gerda üzerine çevirmişti. Gerda onlara bakıp kaşlarını çattı. “Adamlarım buraları ezbere bilirler ve iyi iz sürerler Koen’i bulmanıza yardım edeceğim. Merak etmeyin ağızları sıkıdır.” Demişti. Maios ona cevap verecekken Gerda arkasını yürüyüp gitmişti. Aiken onun peşine takılmıştı.

Gökte kargalar uçuşurken bir manga adam sessizce Gerda ve Aiken eşliğinde Koen’i arıyordu. Maios ve Jeniske ise atlarını almış ve madenlere doğru sürmeye başlamışlardı. Öğlen olmuş, güneş tepelerin ardına hızla kaçmaya başladığında iki ekibinde bakmadığı tek yer madenlerdi. Oradan askerler çoktan kampa doğru dönmüştü. Aiken ve Gerda oraya vardığında Jeniske ve Maios çoktan oradaydı.  Jeniske kargalarının ondan iz bulamadıklarını söylemişti. Maios elini kılıcına koydu. “Dengesiz durumda ve ne yapabileceğini bilemiyoruz. Tavi doğruları söyledi ama çok sert konuştu. O ihtiyar hep bunu yapıyor. Dağılıp madenin içini arayacağız. Sen, ben Aiken…”  Gerda hızla atılmıştı. “Ve ben.” Demişti. Maios ona karşı çıkacakken Aiken onun önünde durdu. “Gerda buraların yerlisi. O bizden daha iyi bir izci.” Demişti. Maios onları süzdü ve başını salladı. Jeniske ise dalgındı. Açık göğsüne elini koydu. “Onu bulduğunuzda iletişime geçmeyin. Bana haber verin.” Demişti. Dördü madene girerken meşaleleri yakmışlardı. Sessizce madenin her bir damarında gezinip onu aramaya başlamışlardı. Saatler geçiyor ve içeride kaldıkça hastalanma riskleri artıyordu. Gerda onlara ağızlarına bir şey koymalarını söylemişti.  Ve arayışın sonu yedi kanalın birleşip tek kanal olduğu yere vardıklarında hepsi durmuştu. “Yok!” dedi Aiken. Maios da aynı cevabı vermişti. Jeniske elini saçlarına daldırdı. “Nereye gittin Koen?” demişti. Düşünüyordu. Onun nerede olabileceğini düşünüyordu. Maios öksürmeye başlamıştı. “Çıkmamız gerek. Üç saatten fazladır içerideyiz.” Demişti. Dışarı çıktıklarında güneş kaybolmuş ve yerini çoktan yıldızlara ve aya bırakmıştı. Hava açık ve durgundu. Jeniske gözlerini yıldızlara dikmişti.
“Onu bulmaları için kamptan bir birlik hazırlayacağım.” Demişti Maios. Endişeli ve gergindi hepsi. Gerda ise gözlerini tepelere ve madenin karşısındaki kanyona dikmişti. “O burada!” demişti. Eliyle kanyonun tepesindeki boşluğu gösterdi. “Sanırım oraya bakmadık. Yol dar olduğu için bu ana damar kısmını kullanıyorlar ama orada da bir maden var.” Demişti. Jeniske onun gösterdiği yere gözlerini dikti. Gözleri kızıla dönmüştü. Gecede bir yabani kuş gibi görmek için basit bir teknikti bu. Aiken oraya doğru yürümeye başlamıştı. “Yolu sağlam değil. Çok dar ve ince. Açıkçası oraya girmek istememizin sebebi. Orada siyah tozdan çok fazla var. Orada olamaz. Bunu o da biliyor.” Demişti. Gerda omuz silkti. “Dohen sınırı çok geniş. Onlarca kasaba var ve eğer atını dinlendirmezse kilometrelerce yol alacak kadar düzlük var.”
“Aptalca davrandım. Sakince onu alıp gitmem gerekirdi. Kendi acılarımı öne çıkaracak kadar zavallıca davrandım. Hiç konuşmamalıydım. Panikledim.” Maios ona doğru dönmüştü. Jeniske sırtını kayaya yasladı. “Kandırılmaktan başka bir yeteneği olmayan bir aptalım. Tek yaptığım Koen’in hayatını defalarca ama defalarca mahvetmek.  Bu seferde onu ölümden daha kötü bir şeyin içine sürükledim.” Demişti. Maios ona dikti gözlerini. Birkaç adım ona yaklaştı ve sert bir tokadı yüzüne indirdi. Jeniske şaşkınlık içinde kayaya yapışmıştı. Maios hızını alamayıp bir yumruğu çenesine doğru savurmuştu. “Sen kendi kendini hırpalama. Senin için bunu ben yaparım. Ahmak herif.” Demişti. Aiken ve Gerda onlara şaşkınlıkla bakıyordu. “Kurt mirasçısı olduğumu ne zamandır biliyordun?” dedi. Jeniske dudağından akan kanı silip ona baktı. “Kılıcını gördüğümden beri.” Demişti Jeniske. Maios bunun üzerine onu yakasından yakalayıp burun buruna geldi. “Onun mirasçı olmadığını biliyordun o zaman.” Dedi. Jeniske başını iki yana salladı. “Onu tek mirasçı sandım. Kurdun mirasçısı olduğunu düşündüm çünkü o kılıç yadigarlardan birisi. Kitap ise sadece bir büyücünün kitabı sandım. Ben onun seçilmiş olmadığını sadece tesadüf…” Maios onu silkeleyip duvara doğru çarptı. “Tesadüf diye bir şey olmadığını söyleyen sen değil miydin? Şimdi beni kandırma. Niye onun farklı olduğunu fark ettiğinde harekete geçmedin?” demişti. Jeniske onun bileklerini yakaladı. “Bilmiyordum. O hep böyleydi. O hep güçlü ama sessizdi. O her zaman uyuyan bir ruha sahipti.  Korkardı, çekinirdi ve güçlü olmaya zorlanırdı. Bilmiyordum Maios. Bilseydim bu acıyı ona yaşatır mıydım?” dedi. Göz yaşları. Bir insanın en savunmasız olduğu anın temsilcisi incilerdi. Maios onun yakasını tutan ellerini gevşetti. Bir süre ona baktı. Jeniske onun bileklerini bırakmıştı. “Her şey o kadar üst üste geldi ki… Hangimiz onun bir tanrı lanetini kolayca koluna çekip kolunu acımadan kesişine hayret edip altını sorguladık? Uyuyor hala o şey içinde. Gerçekten uyandığında o zaman…” Maios bunları sesli düşünüyordu. Jeniske ona bakıp elinin tersi ile dudağını sildi. “Güneş onu korusun!” demişti Maios. Elini kalbine doğru götürdü. Jeniske’ye çevirdi başını. Jeniske onun bakışlarından ne demek istediğini anlamıştı. “Yapabilecek misin?” demişti. Jeniske ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Saisa onları daima izlemek için Nasio’nun ruhunu bağladığını söylemişti. Koen ile olan bağını kullanıp onun nerede olduğunu görebilir misin?” demişti. Jeniske başını salladı. “Su lazım!” demişti. Gerda belindeki matarayı ona doğru uzattı. Jeniske kayanın dibine doğru çöküp toprağı eliyle düzeltti. “Eğer yapamayacak kadar kötü haldeysen…” Maios bunu söylerken Aiken ona dikti gözlerini. “Yapacağım.” Demişti. Suyu dökmeden önce toprak kımıldanmış ve üstünde dolaşan elinin altında bir zemin oluşmaya başlamıştı. Dümdüz bir kaya belirmişti. Ufak ve otuz santim genişliğindeydi ancak. Jeniske suyu yavaşça döktü ve kızıla dönen gözleri kapandı. Su titreşip duruyordu. Acı çeken bir çocuk sesine benzeyen bir mırıltı sızlanma sesine benzer ses çıkarıyordu titreşirken. Birden ‘güm’ diye bir ses ile su damlaları durmuştu.  Ritmik şekilde ses devam ederken beliren kızıllık yerini sakin bir ağaca bırakmıştı. Sakin ağaç duldasında bağlı olan atın hemen dibinde duran ve gökyüzüne bakan Koen’in yüzü seçilebiliyordu. Ritmik ses kalp sesiydi. Sürekli aynı tempoda atıyordu.
“Bu kalbinin sesi mi?” demişti Gerda Aiken’e doğru sokulup. Aiken başını salladı. “Duygularla kalplerine ulaşıp onları bulabilir.” Diye fısıldamıştı. Jeniske gözlerini aralamış halde görüntüye bakıyordu. Maios ise oranın neresi olduğunu anlamak için dikkat kesilmişti. “Demir Leydi gelip buranın neresi olduğunu bulabilir misin?” demişti. Gerda oraya doğru birkaç adım atıp şaşkınlıkla oraya bakıp kaldı. “Böyle bir ağaç burada olmaz ki. Bu çayır ağacı bile değil.” Demişti. Aiken onun baktığı görüntüyü görmek için eğilmişti. Şaşkınlıkla kalmıştı. “Çünkü bu ağaç bizim dağlara özgüdür.” Jeniske bunu söylerken yavaşça görüntü değişmeye başlamıştı. “Koen onu bulmamı istemiyor. Beni sadece geçmişe atıp duruyor. Bu şekilde olmayacak.” Dediğinde görüntü kaybolup gitmişti. Jeniske oturduğu yerde elini alnına dayadı. “Her nereye gittiyse onu aradığımı biliyor ve ortaya çıkmayacak. “Demişti.  Aiken ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. “Ne demek bu?” diye öne doğru atıldı. “Onu aramaktan vaz mı geçiyoruz?” dedi. Jeniske başını iki yana salladı. “Arayacağız. Her yeri. Onu bulana kadar arayacağız.” Dedi. O gecenin şafağına kadar Koen’i aradılar ama atı dışında ondan bir iz bulamadılar. Atını geri dönerken bulmuşlar ve gün doğduğunda yorgun olan ekip devam etmişti aramaya. Birkaç kişi daha eklenmiş ve daha sonraki haftada arayışlar sürmüştü.
“Komutan Koen kaçıp gitmiş. Bir nedenden terk etmiş burayı.” Dedikodu piyade, süvari ve subay çadırlarında yankılanıyordu. Koen’in gidişi onu onursuz ve korkak yapmıştı. Bu dedikodulara katlanamıyordu Aiken.  Konuşan subaylara bakıp birden ayağa kalkmıştı. “Kimin hakkında konuştuğunuza dikkat edin. Koen’in başına bir şey gelmiş olmalı. O kaçıp gidecek birisi değil.” Demişti. Yemek yiyen subaylardan birisi ona bakıp gözlerini kısmıştı. “Aşığı da konuşmaya başladı. Koen’i ararken kaybettiğimiz zamana bak. Belli ki oyun sandığı bu savaştan korku kaçtı. Başka hangi sebep olabilir gitmesi için. Yoksa onu becermenden mi korktu!” kahkahalar ve ikiye bölünmüş gruptaki nefret… Aiken kılıcını çekecekken onu durduran Gerda olmuştu elini onun elinin üstüne koydu. Gülen herkes onun masaya gelişi ile susmuştu. Gerda bir prensesti ve saygı duyulacak kadar anarşist bir liderdi. “Siz beyler anlaşılan kendinize eğlence arıyorsunuz.” Demişti. O hafta Gerda’nın bütün ekibi artık kampa gelmiş ve onlar için yeni bölge kurulmuştu. Gerda’nın savaşçıları korkunçtu. Hepsi simsiyah boyalar süren dilsizlerdi. Asla konuşmazlardı. Gerda emir verdiğinde sorgulamazlardı. Onunla en başta gelen komutanları onun arkasında duruyordu. “Bir daha sevgili dostum Koen hakkında iğrenç tek laf ettiğinizi duyarsam uzun süredir bir kadına ellememiş adamlarımı üstünüze salar ve haftalarca o koca kıçlarınızın üstüne oturamayacak şeyler yaşatırlar size. Anladınız mı?” demişti. Sesi sert ve alaycıydı. Aiken’e oturmasını işaret edip onun yanına oturdu. Derin sessizlikte kaybeden taraf huzursuz ve Aiken’in subayları mutluydu. Onlar sadece Aiken’e edilen laflardan rahatsızdı. Qufang subayları ise tepeden inme geldiğine inandıkları Koen’in gidişinden mutluydular. Bu yüzden dedikoduları en çok onlar yayıyordu.
“Efendi Jeniske aramaları sonlandırma emri verdi. Bu gece çıkmıyoruz. Bu saatten sonra gücümüzü onu arayarak harcamaktan fayda gelmeyeceğini söyledi.” Demişti. Aiken bunu duyunca ona bakan Gerda’nın gözlerine dikti gözlerini. “Biraz daha sınırın ötesine bakarsak onu bulabiliriz. “Demişti. Gerda başını olumsuz anlamda salladı. “Günlerdir Kargalar, adamlarım her yeri aradı ama ondan tek bir izi bile yok. İzini Efendi Jeniske’den bile saklayabilecek kadar yetenekli. Başına bir şey gelmeyeceğini söylediler ve böylesinin ordu için daha iyi olduğunu söylediler.” Demişti. Aiken ona bakıp omuzlarını düşürdü. “Hiç var olmamış gibi mi yapacağız?” dedi. Gerda başını usulca salladı. “Hiç var olmamış gibi yolumuza devam etme emri aldık. Madenlerdeki işler bitmek üzere.  Bombalar neredeyse tamamlandı. Artık yola devam etmemiz gerekiyormuş. Ağabeyim Dohen’de büyük bir isyan başlattı ve oraya gitmemiz gerek. Bu saatten sonra emir verildi Aiken. O senin dostundu biliyorum ama Efendi Jeniske bile durmaya karar verdi.” Demişti. Aiken usulca başını salladı. “Anladım.” Demişti. Jeniske için bu kararı vermek çok zordu. Koen’i aramaktan vaz geçmezse ordu paramparça olmaya başlayacaktı. Ve daha fazla buna devam edemezdi. Onlardan ayrılmayı düşündü ama söz verdiği onca insan, ona güvenen binlerce adam ve kadın… Yapamayacağını Maios’da söylemişti. Kederliydi ama devam etmek zorundaydı. Koen’in kaostan uzaklaşmış olduğu ve kendi yolunu çizmek için gittiği gerçeğini sindirmeliydi. “Dar boğazı aşar ve orada barış ortamında kalır.” Maios bunları söylediğinde Jeniske kabullenmişti. “Ve bu savaş bitince onu aramak için elimizden geleni yaparız. Onu senin için bulacağım ama şimdi olmaz!” Maios onun karışmış aklını toplamasını sağlayan en büyük destekçisi olmuştu. Tavi ile kavga etmişti Jeniske aralarında soğuk rüzgarlar esiyor ve Koen’in kaçıp gitmesinden dolayı onu suçlamaktan vaz geçmiyordu. Yaşlı adam sözlerinin sertliğini biliyordu ve bundan dolayı özür dilemişti ama gerçekliği konusunda ısrarcıydı. O gecenin sabahı Barış ordusu için yeni bir şafak değildi ama Jeniske için Koen olmadan devam eden sekizinci sabahtı.  Tek avuntusu onun yetenekli olup hayatta kalacağı idi. Koen hakkında dedikodular kampta çalkantılar yaratıp onun Hisar’ın tarafına geçtiğini bile fısıldayanlar olmuştu. Yaptığı fedakarlıklar zamanla yerini hataları ve sert kaba eğitiminin hatırlanmasına bırakmaya başlayıp yavaş yavaş adı unutulacaktı. O unutulurken Jeniske onu her gece hatırlayıp her sabah sızlayan yarasını yok sayacaktı. Aiken sevgili dostunun ne halde olduğunu sormaktan çok onun yaşayıp yaşamadığını merak edecekti. Yıllar yılları kovaladıkça Koen adı orduda silinecek ve ordu çoğalacak, azalacak onu hatırlayanlardan kimisi savaşta ölecek kimi ise onu tanımadan ordunun içinde büyüyecekti. Yılların düşmanı olduğu şey insanın ismi ve unvanıydı. Ama asla onu gerçekten tanıyan ve sevenler unutmayacaktı. Dohen’in Maden kasabasında birden ortadan kaybolan Koen’in nereye gittiğini merak edenler olacaktı.

O ise, uçsuz bucaksız ve sonsuz baharın sürdüğü bir çayırda iki katlı büyük bir evde derin bir uykudaydı. Henüz oraya getirileli birkaç saat olmuş ve hafif meltem yüzünü okşayarak onu uyandırırken üstünde gezinen kedinin ağırlığı ile sancıyan kasları onu uyanmaya zorluyordu. Gözlerini açtığında parlak gün ışığı onu huzursuz ediyordu.  Atı yolda hızla madenlere giderken parlak sarı gözlü bir kedinin önlerine fırlaması ile ürkmüştü. Kedilerin sayısı arttıkça at paniklemiş ve birden onu sırtından atıp kaçmaya başlamıştı. Son hatırladığı şey sarı parlak kedi gözleri ve ince bir miyavlama idi. Elini alnına götürdü. Yorgundu ve kafası karışıktı. “Kedi?” dedi. Kedi onu duymuş gibi dönüp ona bakıp yanına oturdu. Kuyruğunu bir sağa bir sola sallıyordu. “Daha çok kedi.” Derken yatağın etrafını sarmış onlarca çeşit çeşit kediye bakıyordu. Hepsi aynı şekilde oturmuş ona bakıyordu. Koen nerede olduğunu anlamaya çabalar gibi etrafına baktı. Sade sıradan bir odadaydı. İki pencerede açık, beyaz tüllerden rüzgâr içeri doğru giriyor ve hoş bir koku taşıyordu. “Demek misafirimiz uyandı!” bu sesle beraber kediler yol açarken kapıdan içeri yaşlı kadın içeri doğru girmişti. Koen cadıyı gördüğünde şaşkınlıkla kalmıştı. Ona bakıp neler olduğunu soracağı sırada kadın onu nazikçe öne doğru eğilerek selamladı. “Henüz çok heyecanlılar. Seni tanımak için acele edip uyandırmak istediler. Onlara uslu durmalarını söylesem de kayıp ruhlar asla laf dinlemez.” Demişti. Koen üstündeki örtüleri attığında kıyafetlerinin gidip yerine temiz kıyafetler geldiğini fark etti. En korkuncu ise kolu yoktu.
“Cadı, ben neredeyim?” dedi. Kadın gülümseyip kapıya doğru yürüdü. “Evimdesin. Bir tanrının en gizli mabedinde. Kendini iyi hissediyorsan sabah çayı için bana katı.” Demiş ve küçük paytak adımlar ile kapıdan çıkmıştı. Koen ayağa kalkıp onun peşine takıldığında kedilerde onun peşinden aşağı doğru inmeye başlamıştı. Tırabzanları tutup geniş salona indiğinde şaşırmıştı. Görmediği çeşitte eşyalar ile dolu idi. Büyük rafların üstü cam ile kapatılmış ve içinde çeşitli porselenler vardı. Büyük kitaplık bütün bir duvarı kaplıyor ve çeşit çeşit kitaplar vardı. Ve işlemeli sandalyelerin olduğu küçük kahve masası yere kadar inen camın olduğu yerde duruyordu. Kadın mutfaktan porselen bir çaydanlıkla çıkıp masaya doğru paytak adımlarla gitmeye başlamıştı. “Bu çayı kendim yetiştiriyorum. Sınırsız arazilerim içinde onun için sadece sulak bir yer lazım ve yılda bir defa çiçek açıyor. Çiçeklerini nazikçe toplayıp kurutmak gerekiyor. Soğuk suya koyup kısık ateşte yavaş yavaş demlenmesini beklemelisin. Çok zahmetlidir ama özel misafirlerim için hazırlaması keyiflidir.” Demişti. Koen onun yanına gidip sandalyeye oturduğunda kediler onların etrafını sarmış ve Koen’i dikkatle izliyordu. Koen çeşit çeşit parlak tüyleri olan ve gözleri iri kedilere bakmaya başlamıştı.
“Bana bir şey yapacağından korkuyorlar. O yüzden senden gözlerini ayırmıyorlar. Onlara seni getirmesini söylediğimde birçoğu bunu kabul etmedi. Bir Yargıcın tanrılara bile ceza keseceğini bilecek kadar yaşlıları var içinde. Şimdi de senden gözlerini ayırmama konusunda kararlılar.” Dedi. Koen kedilere bakıp bir süre durdu. “Neden normal formlarında değiller? Kedi olarak kalıyorlar?” demişti. Kadın gülümsedi. “Kedileri seviyorum ve benim sevdiğim bir şey olmak hoşlarına gidiyor. Normal formaları beyaz bir ışıktan başka bir şey değil.” Demişti. Koen başını usulca salladı. “Seni neden buraya getirdiğimi sormayacak mısın?” diye devam etmişti yaşlı kadın çay servisini yaparken. Koen başını ona çevirmişti. “Aslında soracağım ama alacağım cevabın istediğim gibi olmayacağını düşünüyorum.” Dedi. Kadın gülümsemiş ve fincanını nazikçe tutmuştu. “Bir tanrı yanıma geldi ve senin Yargıç olduğunu söyledi. Bu durumda seni istemeyen çok kişi olacağı için hırpalanacağını düşündüm. Kedilerim seni Jeniske’nin yanından almaya gideceği sırada kaçtığını fark edince habersizce seni alıp geldiler. Sanırım saklanmak istiyordun. Burada saklanabilirsin.” Dedi. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Gerçek mi burası. Yani bedenim bir yerde uyuyor falan değil dimi?” demişti. Kadın ona çayını gösterdi. “Burası oldukça gerçek. Sadece insanlar benden izinsiz ve habersiz burayı bulamaz. Her tanrının yüksek bir yerde kendi dünyası vardır. Benimki de böyle bir yer.” Demişti. Koen etrafa bakmaya başladı. Güneş o kadar parlaktı ki evin içini aydınlatıyordu.  Etraftaki garip eşyalar ile oldukça ferah ve hoştu. “Gerçekten beni buraya neden getirdin o zaman?” dedi. Kadın bunu duyunca ona dikti gözlerini. “Eğitmek için. Haber yolladığım bazı dostlarım senin eğitilmen ve bunun için burada olman gerektiğini söyledi. Sonuçta bozulmuş düzen bizim de hoşumuza gitmiyor. Bizim bile gücümüzün yetmediği bir şeyi düzeltecek kadar güçlü bir varlık bu dünyaya gönderildi ise onu eğitmek gerekir.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla baktı. “Eğitmek mi?” dedi. Kadın duvarda asılı duran garip yuvarlak daireyi gösterdi. “Oraya iyi bak.” Demişti. Koen onun gösterdiği dairelere baktı. “Kenarda duran üç tane birbirine geçmiş halkanın olduğu yere uzun çubuk geldiğinde bir misafirimiz olacak.” Demişti. Koen ona baktı. “Yani ne zaman?” demişti. Kadın gülümsedi.
“Üç hafta sonra. O süre boyunca burada kalıp kendini toparlamanı ve bazı şeyler için karar vermeni isteyeceğim. Kedilerim emrinde ve burada istediğini alıp okuyup, yiyip keşfedebilirsin. Sadece benim odamı kurcalama. Bir hanım efendinin odasını kurcalamak doğru olmaz. Etrafı tanı ve sana tanına üç hafta içinde karar ver.” Dedi. Koen ona bakıp elindeki fincanı nazikçe altlığına koydu. “Ne için karar vereceğim?” dedi. Kadın elini şaklatınca bir kedi kitaplığa koşup hızla bir kitabı düşürdü ve ardından kuyruğu ile vurup onu havalandırıp getirmeye başladı. Kadın kitabı eline almıştı. “Burada yargıçların neler yaptığı ve ne yapabileceğine dair şeyler var. Ne olmak istediğine karar ver.” Demişti. Koen onun uzattığı kitabı almıştı. Ağır ve büyük bir kitaptı. “Olmak istemezsem vaz geçme hakkım mı var?” dedi. Kadın usulca başını salladı. “Güneş Babamız kimseyi zorlamaz. Onlara seçenek sunar. O gün geldiğinde misafirimiz gelecek ve sana kararını soracak.” Demişti. Koen başını salladı. Anlaşmayı kabul eder gibiydi. “Bir şey isteyeceğim.” Dedi. Kadın ona bakmıştı. “Kolum nerede?” demişti. Kadın gülümsedi. “Haylaz kediler ondan hoşlanmadı. Kırmızı taşın enerjisi onları delirtiyor. Bir süre burada onu kullanmaman gerekecek. En azından üç haftalık süre boyunca sonrasında kararına bağlı olarak bir daha o kola ihtiyaç bile duymayabilirsin.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona baktı. Kadın ise gülümsemişti. “Ayrıca sana bazı ufak hediyeler getirmişler. “Jeniske’ye âşık olduğunu biliyorlar ve bu yüzden onun bazı eşyalarını çalmışlar.” Dedi. Gülümseyerek kucağına zıplayan kedinin başını okşadı. “Onlar duygulara değer veren varlıklar. İnsanların ve tanrıların hatta yargıçların duygularını umursarlar. Senin için onun gömleğini ve şalını çalmışlar. Sanırım yıkamadılar.” Dedi. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu.  “Senin onunla rahat uyuduğunu düşünüyorlarmış. Ben gerek olmadığını söyledim ama buna gerek olduğunu ve seni kızdırmaktan korktuklarını söylediler.” Dedi. Koen bir çocuk sesi ile birden irkilip aşağı bakınca bir kedi ona bakıyordu.  “Efendi Yargıç, onu özleme diye onları ben çaldım.” Demişti. Koen şaşkınlıkla kediye bakıyordu. “Te… Teşekkür ederim.” Demişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Altı

Misafirler

Günler günleri kovaladı. Güneş battı yıldızlar belirdi, yıldızlar kaydı ay parladı gecenin gündüz olduğu zamanlar hızla geçip gitti. Koen ve kediler artık birbirine alışmıştı. Koen bahçede çalışırken ya da yemek yapmak için mutfağa girdiğinde peşine takılır onunla oynamak için uğraşırdı ufak olanlar. Uyurken onun Jeniske’nin gömleğine sarılmasına şaşırmamışlardı. İlk gece uykusuzluk çektikten sonra gömleği ona getiren kedi sonucunda uykuya çabucak dalmıştı. Kediler onu her yerde takip ediyordu. Çayırda keşfe çıktığında, ağacın altına oturup kalın kitaptan sayfalar okuduğunda, yakın derede yüzen balıkları yakalamak için paçalarını sıvayıp suya girdiğinde bile onun peşinden gidiyorlardı. Yaşlı kadın bazı geceler eve gelmiyor ve Koen kediler ile tek başına yemek yiyip onlarla sohbet ediyordu.  Sabahları dönen kadının sesi ile uyanıyordu. Böyle günler aynı ve sürekli hızlı geçmişti. Koen uzun süredir orada olduğunu kitabı bitirdiğinde fark etmişti. Kadın o gecede eve gelmeyeceğini söylemiş ve sabah geri döneceğini belirtmişti. Koen kedilerin onu dikkatle izlemesine o kadar alışmıştı ki onları unutmuş mutfakta hızla yemek yapıyordu. Kedilerin gerçekten yemeğe ihtiyacı yoktu ama Koen’e iş çıkarmak ve onu oyalamak için acıktıklarını söyleyip onu rahatsız ederdi birkaçı. Koen onlara da yemek hazırlayıp masaya koydu Birkaçı çıkıp yemeğe yumulmuşken Koen kendisi için pişirdiği yemeğin başına oturmuştu. Kiler sürekli doluydu. Çeşit çeşit yemek malzemeleri ve yemek yapmasını sağlayacak bir sürü tarif vardı. Sıkıntısını gidermek için oturup yemek yapıyor ve onları yiyordu. Geri kalan zamanında bahçede, çayırda oyalanıp daha sonrasında ise zamanını kitabı okumak için kullanıyordu. Kitap yargıçların tarihini anlatmak üzere tasarlanmış antik bir tarih kitabı idi. Çamaşırlarını yıkıyor asıyor ve ev işlerine koşuşturuyordu. Günlerini böyle geçirmek hoşuna gidiyordu. Çoğunlukla Jeniske’nin onunla olmasını istiyor ve kediler onun özlemini gidermek için bazen ondan söz edip neler yaptığını anlatıyordu. Bu akşam yemek boyunca sessiz olan yavrulardan bir tanesi karnı dolunca Koen’in kucağına oturmuştu. “Efendi Koen bu akşam yıldızları izleyecek mi?” demişti. Koen yemekten sonra verandaya çıkıp orada birkaç saat oturup yıldızları izlerdi. Koen kendi tabağını bitirmek üzereydi. “İzleyeceğim. Sizde gelecek misiniz?” demişti. Kedi onun kucağına yayılmıştı. “Elbette. Hanım efendi bu gece olmayacak. Sizinle olmak bizi eğlendiriyor.” Demişti. Koen’in sakarlıkları çok hoşlarına gitmişti. Sürekli olarak yemekleri denerken yakması, düşmesi ve küfürler savurup lekesi çıkmamış çamaşırları yıkıyor olması onları eğlendiriyordu. Bazen hikayeler anlatması ve onlar için kitap okuması ise en sevdikleri şeylerden birisi idi.
“Yıldızları izlerken bize sizin dünyanızdan hikayeler anlatacak mısınız?” demişti bir başka yavru masaya doğru yaklaşıp. Koen gülümsemişti. “Elbette. Bu sefer ne dinlemek istersiniz?” demişti. Yavrular onun etrafına toplanmaya başlamıştı. “Efendi Koen bize âşık olduğu adamı anlatsın. O çok korkunç ama sen onun güzel ve iyi olduğunu anlatıyorsun. Onun kalbindekileri anlatır mısın?” demişti. Koen konuşan yavrunun tüylerini okşadı. “Elbette.” Demişti. Hızla masayı toplayıp bulaşıkları yıkarken kuyrukları sihirli varlıklar onunla etrafı toplamasına yardım etmişti. Koen işi bitince verandada bulunan büyük divana oturmuştu. Yıldızlar her geceki gibi ışıl ışıldı. Beyaz ruh halinde çayırlarda dolaşan erişkin kedilerin yanı sıra yavrular hemen onun etrafına toplanmıştı. Kimi kucağına yatmak istemişti.
“Efendi Jeniske’yi çok mu özlüyorsunuz?” demişti kucağındaki yavru kedi. Koen onun yumuşak tüylerini yavaşça okşadı. “Özlüyorum. Onunla kavga etmiş gibi ayrıldık. Acaba ne yapıyor?” demişti. Kedi gülümsedi. “Dohen’e girmiş olmalılar. Şimdi bütün tanrılar ve hanım efendi onları izliyor olmalı. Dohen de çok kanlı bir savaş olmalı.” Demişti. Koen bunu duyunca iç çekti. “Onları izleyebildiklerini bilmiyordum.” Demişti. Yavru ona gözlerini dikti. “İzleyebilirler elbette ki. Sonuçta burası göklerin en üst yeri.” Demişti.   Koen bunu duyunca gökyüzüne doğru baktı. “Bugün sanki yıldızlar daha parlak ha?” demişti. Kucağındaki kedi onun omzuna doğru tırmandı. “Evet! Muhtemelen birazdan ışıklar yükselecek.” Demişti. Koen bunu duyunca şaşırmıştı. “Nasıl yani?” dedi. Kedi onun omzunda oturuyordu. “Ölenler yukarı doğru süzülecek!” dedi. Koen bunu duyunca yavaşça oturduğu yerden kalktı. Yavrular onun ne yaptığını anlamaya çabalarken omzundaki yavru kedi oldukça rahat şekilde orada duruyordu.
“Dohen’de savaş devam ediyor o zaman. Tahmin edilen sürede oraya varmış olmalılar.” Demişti. Yavru kedi onunla en çok ilgilenendi. Sürekli etrafında gezer ve ayak ucunda uyuklardı. “Evet. Sabah surları ateşe veriler. Şimdi ise içeride olmalılar. Bakın efendi Koen. Yıldızlar ters yönde kayıyor.” Demişti. Koen yükselen ışıklara bakıp kalmıştı. Çayırın sonsuzluğunda yükseliyorlardı. “Onlar düşmüyor. Yükseliyor.” Verandadan inip çimenlerin arasındaki taşlı yolda yürümeye başlamıştı. Yavru kedi onun boynuna doğru sokulmuştu. “Gece vakti evden çok ayrılmamalıyız Efendi Koen.” Demişti. Koen onu duymuyor gibi hızlı adımlarla bahçe kapısını geçip düzlüğe gelmişti. Çimenler hışırdarken bir sürü kayıp etrafta dolanıyordu. Koen yükselen ruhlara bakıyordu. O kadar çoktu ki adeta gök yüzünde bir gürültü vardı. Koen ileri doğru koştu. Çayırın ortasına gelene kadar koşmuştu. Yavru kedi ona durması adeta yalvarıyordu. Omzuna yapışmıştı. “Lütfen Efendi Koen burada sizi koruyamam. Geri dönelim.” Demişti. Koen parmağını dudağına götürüp ona baktı. Evin ışıkları kaybolmuş sadece gökyüzündeki ışıklar vardı. Etrafta uçuşan beyaz ruhların esintide çıkardığı mırıltılar dışında başka seslerde vardı. “Dinle…” diye fısıldamıştı. Yavru kedi onun gözlerini diktiği yere baktı. Ruhların giderken oluşturduğu beyaz ışıklı yola baktı. Oradan gelen uğultuları duyabiliyordu. Koen biraz daha yürümüştü. Çimenler bacaklarını gıdıklıyor ve git gide daha uzun bir hal alıyordu. Koen sonunda onları tam olarak duyabildiği yere gelmişti. Fısıltılar vardı. “Tanrılar bize yol göstersin…” “Ben öldüm mü?” gibi o kadar çok fısıltı vardı ki… Koen onların asker ruhları olduğunu anlamıştı. Çoğu hala kendi formunu koruyabilecek kadar geçmişlerini hatırlıyordu. Koen onlara bakarken bir anda yükselen çığlıklarla irkilmişti. “Ölmek istemiyorum.” Diye yükselen çığlıklar ardı ardına artarken öyle şiddetli bir ışık huzmesi yükselmeye başlamıştı ki Koen parıltı ile gözlerini kısmıştı.
“Lütfen Efendi Koen geri dönelim. Ben korkuyorum.” Yavru kedinin kalbi ağzında atıyordu artık. Koen onu omzundan alıp koluyla sıkıca göğsüne doğru bastırdı. “Onlar Dohen askerleri mi?” demişti. Birbiri ile yarışarak yukarı doğru süzülen ruhlar ölmek istemediklerini söyleyip ağlayarak çığlık atıyordu. Kedi onlara bakmıyordu. Koen kesik kolu ile ışığı işaret etti. “Onlar Dohen askerleri. Hepsi aynı anda mı ölmüş?” bunu sorarken birden birisi ile göz göze gelmişti. Daha sonra ona bakan gözlerin arttığını hissetti. “Kurtar bizi!” diye bağıran ışıklar ve hayaletler ona doğru yönelmişti. Yavru kedi korku ile ona doğru sığınmıştı. “Efendi Koen onları durduracak kadar güçlü değilim.” Diye korku ile konuşuyordu. Koen etrafında hızla dönen ve bağıran ruhlara bakıp kalmıştı. Ölen ruhlar nasıl öldüklerinin izlerini taşırdı. Çoğunun göğsünde okun bıraktığı delik vardı ve oradan ışık saçılıyordu. Koen onlara bakarken bir ruh tam karşısında durmuştu. “Geri dönmemiz için izin ver.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Ölüler ait oldukları yerde kalmalı.” Demişti. Kesik kolu ile ona devam eden göç yolunu işaret etti. “Yükselip tekrar doğmak için iyileşmeniz gerek. Onları takip etmelisiniz. Onurunuz ile savaşıp öldünüz.” Karşısındaki ruh ona bakarken başını öne doğru eğdi. “Onurumuzla ölmedik. Bir avluda binlerce ok biz teslim olduğumuzda canımızı aldı.” Demişti. Koen ona bakıp kaldı. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Ruh ona doğru bir adım atmışken arkadan gelen seslerle dağılmaya başlamışlardı. Kedilerin ruhları kendi formlarına dönmüştü. Hepsi gelişkin muhafızlar gibi ellerinde mızraklar ile oraya doğru geliyordu.  “Hemen göç yoluna girin!” bu tanıdık kaba ses evin en yaşlı kedisine aitti. Koen ona doğru dönünce uzun ince bir kadın şeklinde onu görmüştü. Oldukça güzel ve genç duruyordu. Çatık kaşları altında kedi gözleri parlıyordu. Elindeki mızrağı iki defa yere vurduğunda ruhlar mızmızlanmayı ve bağırmayı bırakıp geri yükselmek için diğerlerinin arasına doğru kayarken ruhların çobanları olan bu kediler onları yola sokmak için onlarla yükselip yolunun etrafını çevrelemişlerdi.
“Buraya kadar gece vakti inmemelisiniz Efendi Koen. Hem kendinizi hem de yavruyu riske atıyorsunuz. Henüz gelişim göstermemiş bir muhafızı onlara yem yapmak bizim öfkemizi üstünüze çekmenize sebep olur.” Demişti. Koen kadın ruhuna baktı. Evde şişko ve huysuz olan kedinin asıl formu demek buydu. Ona şaşkınlıkla bakarken o ise uzanıp onun kucağındaki kediyi almıştı. Kedi bir çocuk gibi kadının kucağında kendini göstermişti. Ufak sevimli bir oğlan çocuğu idi. Kadının boynuna sarılmıştı. Koen onlara şaşkınlıkla bakarken yükselen ruhların sırayı bozup gürültü çıkarmasını durdurmak için oraya doğru giden erişkin kedilere baktı. Hepsi insan formundaydı. Et ve kandan gibiydiler.  “Amacım sadece onları görmekti.” Dedi. Kadın ona yolu göstermek için yana doğru çekildi. “Gelişimini tamamlamamız ve yarım ruhlar gece vakti bu çayıra çıkarsa başka ruhlara yem olabilir. Gece vakti bahçe kapısını geçecekseniz bunu tek başınıza yapıp bizden birini riske atmayın.” Demişti. Kedi korumacı ve anaçtı. Kucağındaki çocuk ise onun boynuna sarılmıştı. Koen kendinden uzun kadının önüne düştü. “Anlatım! Bir daha yapmayacağım bunu.” Demişti. Kadın başını sallayıp onun peşinden yürümeye başlamıştı. Eve yaklaştıkça bahçe kapısında endişeli olan yavruların sesi duyuluyordu. “Anne! Anne onu buldun mu?” diyorlardı. Hepsi kardeşlerini merak ediyordu. Koen içeride çocuk gibi heyecanlı yavruları kapıyı açınca görmüştü. Kadın içeri doğru adım atıp tekrar kedi formuna giren yavruyu yere doğru bırakmıştı. “Herkes hemen gidip uyuyor. Bir daha da dışarı çıkan olursa ceza olarak bütün gün evi temizleyecek.” Demişti. Hızlıca hepsi koşarken Kedi Koen’e durmasını söylemişti. Onunla bahçe kapısının önünde dikiliyordu. Eliyle kadın ona bütün gökyüzü ve çayırı gösterdi. “Her zaman burada göç yoluna eşlik eden muhafızlar yoktu. İlk düşen ben oldum. Henüz genç bir tanrıçaydı hanımım ve onun çayırında sahipsiz bir ruhtum. O günden sonra geceleri bu formuma girip ruhlara yol gösterdim. Düşen ve ayrılıp kaybolanları buldum ve eğitmeye başladım. Gelişip benimle onlara yol göstersinler istedim. Eğer oraya gidip ruhların aklını karıştırırsan ıstırap çekerler. Bir yargıcın yapmaması gereken bir şey bu. Sende bizim gibi ruhlara yol göstermelisin. Onların yolunu şaşırtmamalısın.” Demişti. Koen başını salladı. “Bir an için gaflete düştüm. Tekrarı olmayacak hanım efendi.” Demişti. Kadın onun kafasına elini koydu. Ondan gerçekten çok uzundu. “Çocuklarım ve kardeşlerim senin iyi birisi olduğunu biliyor. Bende yavaş yavaş alıştım sana. Sözlerinde samimi olduğunu biliyorum. Şimdi gidip dinlen. Sabah hanım efendi ve misafirleri için hazır olmalısın.” Demişti. Koen başını eğip onu selamlayıp içeri girdi. Bahçe kapısının kapandığını duyunca oraya doğru bakmıştı. Kadının merdiven basamağı çıkar gibi gökyüzüne yürüdüğünü görmüştü. Onun için mucizeler diyarı gibiydi burası. Masallarda anlatılanlardan daha ötesiydi. Ölü ruhların geçiş yaptığı araftaydı. Orada kediler vardı ve ruhlar ve tanrılar…
Yukarı çıktığında yatağına uzanmıştı. Botlarını itekleyerek atmıştı ayaklarından. Bir süre tavana baktı. Ahşap tavanı izlerken gözleri ağırlaşıyordu. Yanına gelen kediyi görmek için başını çevirmişti.  Onunla çayıra inen yavru kedi göğsüne doğru tırmanıp uzanmıştı. Koen ona bakıp tekrar tavanı izlemeye başlamıştı.
“Anne sizi üzdü mü?” demişti yavru kedi. Koen başını iki yana salladı. “Hayır anne doğru konuştu. Seni riske atmazdım!” demişti. Kedi yavrusu bunu duyunca onun boynuna doğru ilerleyip orya kıvrıldı. “Siz Efendi Jeniske’yi mi özlediniz?” demişti. Koen bunu duyunca iç çekti. “Bu gece alınan şehri beraber kuşatacaktık. Bu savaş ve zaferler ikimizindi. Ve şimdi onu terk ettiğimi düşünüyor olmalı.” Dedi. Yavru kedi mırıldamaya başlamıştı. “Merak etmeyin onu tekrar göreceksiniz Efendi Koen.” Demişti yavru kedi. Koen bunu duyunca gülümsedi. Yavru kedinin mırıltısı o kadar ritmikti ki onu uykuya doğru çekiyordu. Yavaş yavaş gözlerinin kapandığını hissediyordu. Nasıl uyuduğunu bile hatırlamadan uyanmıştı. Gözlerini açtığında güneş çoktan çayırın üstüne doğru doğmaya başlamıştı. Aşağıdan gürültüler geliyordu. Boğuk sesler kalın duvarları aşarken kahkahalar yükseliyordu. Hanım efendi dönmüş olmalı diye düşünüp doğrulduğunda yavru kedinin ruh formunda yanında uyuduğunu gördü. Sevimli altı yaşlarında ufak bir oğlan çocuğuydu. Derin bir uykudaydı belli ki, sadece gerçekten dinlenmeye ihtiyaç duyduklarında normal formlarına dönerlerdi. Koen onun üstünü nazikçe örtüp sessizce odadan çıktığında bir kedi ile karşılaştı.
“Kardeşim nerede?” demişti. Koen işaret parmağını dudaklarına götürüp içeriyi gösterdi. “Dün gece çok korkup yorulmuş olmalı. İçeride uyuyor. Onu rahatsız etmeyin tamam mı?” demişti. Yavru kedi patilerini kapıya yaslamıştı. “Bende uyuyacağım.” Diye kapıyı itekleyip içeri doğru süzüldüğünde beş altı yavru daha içeri doğru koşmuştu. Koen çocuk olduklarını anımsadı onların. Yaramaz birer yavru kedi ve çocuk ruhları idi. Gülümseyip aşağı doğru inerken üstünü toparlıyordu.
“Günaydın hanımefendi. Geldiğinizi duymamışım.” Demişti merdivenleri inerken. Başını kaldırdığında öylece bakıp kaldı. Tanımadığı birkaç kişi arasında tanıdık gözler ona bakıyordu. Koen oraya bakıp kaldı. Eli kılıcını arar gibi beline gitmişti. Tulhu’yu orada görmeyi hiç beklemiyordu. Tulhu ise onunla karşılaştığı için huzursuz şekilde oturduğu yerde başını başka yere doğru çevirmişti.
“Sen…” demişti Koen kenarda duran uzun şömine demirini kavrarken “Seni gidi alçak herif.” Diye devam etmişti. Tulhu ise onun kavradığı demire şaşkınlıkla bakıp olduğu yerden kalkmıştı. “Sakin olmalısınız!” demişti bir kadın. Oturduğu yerde yüzüne vuran ışık altın sarısı saçlarını parlatıyordu. Kızıl kumaştan elbiseleri beyaz tenini daha da açıyordu.  Elindeki çay fincanını nazikçe masaya bırakıp oturduğu yerde keskin koyu gözlerini dikilen Koen’e ve elindeki demir çubuğa çevirmişti. Koen onun bakışları ile elindeki demiri yere indirmesi gerektiğini düşündü. Eli ona itaat edip demiri yere doğru indirirken bedenini saran gevşeklik ile kalmıştı. “Gerçekten çok öfkeli bir ruhmuş. Bana birisini hatırlatıyor.” Demişti. Yaşlı kadın kıkırdamıştı. “Hatta birebir ona bile benziyor.” Deyip ayağa kalkmıştı. Koen’in tam önünde durmuştu. Neredeyse onun boylarında olan kadın gülümseyip Koen’in nazikçe arkaya doğru toplanmış dağınık saçlarını okşamıştı. “Kara Kurt Daki kadar öfkeli bir ruhu var. Ama eğitilebilecek kadar taze ve genç.” Demişti. Yaşlı kadın gülümsemişti. “Aslında uysal ve uzlaşmacıdır. Sadece bazen heyecanlanabiliyor.” Demişti. Kadın onun yanağına nazikçe dokundu. “Bu onun gerçek formu mu?” demişti. Elini Koen’in kesilmiş koluna doğru indirmişti. “Hayır!” demişti ihtiyar kadın. Masada oturan bir diğer kişi ete kemiğe bürünmüş anne kedi idi. İnsan formunda orada oturuyordu.
“Belli, ruhu bedeni ile çok uyumsuz. Kolunu acımasızca kesmesine şaşırmamalı. Ona ait olmayan bir şeyi harcayacak kadar hoşgörüsüz ve eğitimsiz.” Demişti sarışın kadın. Gözlerini Koen’in gözlerine dikmişti. “Çay için bizimle otur Koen.” Dedi. Koen ona itaat edip masaya yanaşmıştı. Tek boş sandalye Tulhu’nun yanındaydı. İkiside yan yana olmaktan mutlu değildi. Ama yapacak başka bir şey yoktu. Tulhu siyah kumaşa sarılı bir kitap taşıyordu kolunun altında. Onu bırakma konusunda kararsız ve sanki bırakırsa dünyası başına yıkılacak gibi hissediyordu. Koen onun gizlediği kitaptan aldığı enerjiyi hissediyordu. Ama dikkatini sarışın kadının yanında oturan simsiyah saçları olan esmer kadının konuşması çekmişti. “Onu uyandırdın peki beni neden uyandırdın uykumdan?” demişti. İhtiyar kadın Koen’i işaret etmişti. “Onun bedenini bağışlamanız için.” Demişti. Koen elin göğsüne doğru koymuştu. “İyi de doğmayı seçtiğim benden…” Esmer kadın masaya doğru eğilmişti. Saçları o kadar koyuydu ki güneş yansısa bile bütün ışığı yutuyordu adeta. Yeşil gözlerinin içinde binlerce yıldız vardı. “Bu beden sana ait değil. Onu izinsizce geçmişten çekip almışsın. Eminim bir ruhu sırf bu yüzden huzursuz etmiş olmalısın. Siz Yargıçlar sınırları olmayan varlıklarsınız. Ne terbiyesiz bir çocuk ama.” Demişti. Ciddiyetini yanındaki sarışın kadının gülmesi bozmuştu. “Aisoo gerçekten kötü kadını oynayacaksın ha? Öteki tarafta bile değişmemiş bir yabanisin. Ağabeyin Daki gibi hep birilerini suçlamaya devam ediyorsun.” Demişti. Kadın bunu söyleyen sarışın kadına dönmüştü. “Hadi ama biraz korkması gerek bizden. Yoksa ona antik eğitim verebilecek kadar cesur hale getiremeyiz.” Demişti. Koen iki kadına bakıyordu. İkiside gençti ama ruhları… Ruhları o kadar yaşlıydı ki Koen onların ne kadar ruhlarını tanıyamıyordu.
“Koen bu kadının seni korkutmasına izin verme. Kendisi kan kardeşimdir. Ölümünden sonra bile tanrılar katında hizmetini sürdürmüş başarılı bir baş rahibedir.” Demişti.  Aisoo bunu duyunca gülümsemesi büyüdü. “Bunun için eğitildim ve bu vazifem sonsuzdur. Ave ve Akela tanrıçaların baş hizmetkarı olmak yeminimdi. Onları huzurlu tutmak için elimden geleni yaptım.” Dedi. Koen hikâyeyi bir an için anımsamıştı. “İkiz hükümdarların gerçek annesi Aisoo.” Demişti fısıldayarak. Kadın bunu duyunca bir an duraksayıp ona baktı. Koen ise ona bakıp gülümseyip birden ayağa kalktı. Öne doğru hızla eğilmişti. “Hanımım. Terbiyesizliğim için beni bağışlayın. Sizleri tanıyamadığı için bu aciz kulunuzun kusuruna bakmayın. Sizler Kuzey’in kurucularının yoldaşları ve geleceğinin yaratıcısı olanlarsınız.” Demişti. Koen onların hikayesini Qufang’da okumuştu. Eski kitaplarda Mavi orman rahibesi ve Güneş’in Kızı’nın arkadaşlığı ve fedakarlıklarının olduğu bir kitap vardı. Orada ikisinin de büyük savaşta yaptığı fedakârlık anlatılıyordu. Aisoo çocuklarını doğurduktan sonra kapıyı kapatmak için kendi bedenini kullanmış ve çocuklarını Güneş’in Kızı büyütmüştü. İkizi imparatorlar denilen kızı ve oğlu ise bugün Kuzey’i altın topraklar yapanlardı. Koen onların ruhunu neden anımsayamadığını şimdi anlamıştı. İkiside bin yıllık bir geçmişin parçası idi. Aisoo utançla gülümsemişti. “Bizi tanımış olman bile imkânsız bir durum. Otur lütfen. Bu gereksiz saygı şeylerini hiç sevmemişimdir.” Dedi. Koen onun demesi ile oturmuştu. Tulhu ise gözlerini kısıp Koen’e bakıyordu. “Onları nereden tanıdın ki?” demişti. Kendisinden bile eski olan bu ruhları o bile tanıyamamıştı. “Qufang kütüphanesinde Kurt Ayezi onlar hakkında bir kitap yazdırmış. Kuzey tarihi orada saklanıyor. Büyük savaş ve her bir kahramanın kayıp masalı.” Demişti. Güneş’in Kızı bunu duyunca gülümsemişti. “Ah şu Ayezi. Yaramaz bir köpek ve çocuktan daha fazlası olup kendi soyunu yaratabilecek kadar büyüyüp benim görevimi bile yerine getirmiş.” Dedi.  Koen kadınlara hayranlıkla bakarken onların hemen uzağında köşede oturan adama göz ucu ile baktı. Onu tanıyamıyordu. Kim olduğuna dair bir fikri bile yoktu. Gri saçları ve çirkince bir yüzü vardı. Saçlarının bir kısmında ise boncuklar vardı. Yüzü buruşuk ve yaşlıydı. Sessiz ve gözleri beyazdı. Koen’e birden beyaz gözlerini çevirince Koen korku ile Tulhu’ya doğru kaymıştı. Tulhu ise buna gülmekle yetinmeyip onu dürtmüştü. “Onu tanıyamadın mı?” demişti. Koen başını iki yana sallayınca Anne kedi iç çekmişti. “Kendisi İlk dağ rahibi.” Demişti. Koen şaşkınlıkla konuşan anne kediye dönmüştü. Dün geceki gibi zırhlı değildi. Üstünde sıradan bir elbise ve cübbe vardı. Koen adam tekrar bakarken adam gülümsemişti. “O da mı ruhlar aleminden…” Koen bunu fısıltı ile Tulhu’ya sorarken adam cevaplamıştı. “Ruhlar aleminden gelmedim. Hala damarlarımda kana kıp kalbim atıyor. Sadece bir süredir… belki de uzun süredir inzivadaydım. Darta tapınağında Dar Boğazın ötesindeydim.” Dedi. Koen şaşkınlıkla kalmıştı. Tulhu ise saygıyla başını eğdiğinde Koen’in kulağına fısıldamıştı. “O belki bin yaşında… Nasıl hayatta kaldı bilmiyorum ama kafası kırık.” Demişti. Koen bunu duyunca kalmıştı. Adamın derisi kemiğine yapışmış ve kararmıştı. Saçı sakalına karışmış dişleri dökülmüştü. İhtiyar kadın gülümseyip boş fincanını salladı. “Anlaşılan tanışma faslımız bitti. Şimdi asıl konuya gelelim.” Demişti. Güneş’in kızı ellerini birbirine vurduğunda boşlukta bir alev çemberi belirip genişlerken bir tapınak ortaya çıkıyordu. “Zamanı geldiyse benim mabedime geçelim.” Demişti. Herkes ayaklandığında Koen birden oturduğu yerde kalmıştı. “Hanımefendi!” demişti. Yaşlı kadın onu duyunca dönmüştü. “Burada kalıp kalmayacağımı sormak için üç hafta vermiştiniz. Süre doldu!” demişti. Kadın usulca ona doğru döndü. “Kararın nedir?” dedi. Koen yavaşça ayağa kalkmıştı. “Yargıç olacağım ama bir isteğim var. Eğitimin nasıl zorlu ve terbiyenin ne kadar can atıcı olacağını her şeyi okudum. Bunların hepsini yapacağım. Fakat tek bir şey istiyorum.” Dedi. Hepsi ona bakıyordu. Koen derin bir nefes alıp başını öne doğru eğdi. “Jeniske’nin kalbini kırarak ayrıldım oradan. Korkak gibi kaçıp gittim. Ben ona veda etmek istiyorum.” Dedi. Kadın ona bakıp iç çekti. “Burada olduğunu bilmesi doğru olmaz Koen. Onun bilmesi düşmanlarını uyandırabilir.” Dedi. Koen başını aşağıda tutuyordu. “Sadece veda etmek istiyorum.” Dedi. Kadın başını iki yana salladı. “Birisi bile senin adını sen varken söylerse senin döndüğünü fark ederler. Bunu yapamayız.” Dedi. Koen bir süre öylece durdu. “Peki sadece onu bir defa göremez miyim? Ben konuşmayacağım ve o da beni görmeyecek. Buna yemin ederim. Şerefim ve haysiyetim üzerine yemin ederim. Sadece uzaktan son defa…” Kadın tam bir şey söyleyecekken Tulhu onun önüne geçmişti. “Sorumluluğu ben alıyorum. Sadece birkaç dakika için onu gölgelerden geçirebilirim.” Dedi. Yaşlı kadın kaşlarını çatmıştı. “Sorumluluk sende.” Demişti. Koen bunu duyunca hevesle başını kaldırmıştı. Güneş’in Kızı açılan kapıyı kapatmıştı. Tulhu ise kenarda duran gölgeyi göstermişti. “Sadece birkaç dakika Koen. Sesin çıkarsa seni boğarım.” Dedi. Koen hevesle ona bakıyordu. Gölgeye doğru yürürken Tulhu ona elini tutmasını söylemişti. Gölgeye girdiklerinde zaman anlamsız ve mekân tutarsızdı. Koen heyecanla karanlığın ucunda beliren ışığa bakıyordu. Tulhu ona konuşmamasını söyleyip yavaşça ışığa doğru çektiğinde Dohen sarayının taht odasında büyük gösterişli perdelerin ardında belirmişlerdi. Koen perdenin ucuna doğru yaklaşırken Tulhu onun elini bırakmıştı. Toplantı yapıyorlardı. Dohen kuşatması bitmiş ve kayıpları konuşuyorlardı. Aiken yine heyecanlı ve atılgandı. Maios ile kafa kafaya tartışıyordu. Mona ise kenarda oturmuş hızla bir şeyler yazıyordu. Masada herkes vardı. Komutanlar subaylar ve Jeniske. Tavi ile yan yana oturmuş önündeki kağıtlara bakıyordu. Hemen diğer yanında ise yabancı bir yüz. Koen ona bakıyordu. Elini perdenin kenarına doğru koymuş dar aralıktan onun yüzünü görmeye çabalıyordu.
“Anlaşılan hazinede çok bir şey kalmamış. Bunu kenti yenilemek için kullanın Elias.” Jeniske’nin sesini duyduğunda kalbi o kadar hızlı atmıştı ki ağzından çıkacak gibiydi. Bacakları titremişti adeta. O an perdenin ardından koşmak istedi ama bileğini yakalayan elle olduğu yerde kalmıştı.  Tulhu onu tutmuş ve dikkatle ona bakıyordu. Koen derin bir nefes aldı. İncecik bir mırıltı gürültüde silinip gidecek bir sesle fısıldadı. “Tekrar görüşene kadar hoşça kal!” bu sözcükler ile Tulhu onu hızla geri çekmişti. Jeniske ise onu duymuş gibi birden gözünü perdeye doğru dikmişti. Oraya doğru kalkıp hızla kalın perdeleri çektiğinde Tulhu ve Koen çoktan tekrar çayırlara dönmüşlerdi. Tulhu onu tam azarlayacakken Koen nazikçe onu selamlamıştı. “Teşekkür ederim.” Demiş ve doğrulup derin bir nefes vermişti. Kalbinde bir kırıklık vardı. Tarif edilemez burukluk çenesini titretiyordu. Akan göz yaşlarına rağmen doğrulmuştu.
“Kaderimi kabul etmeye hazırım hanımefendi.” Demişti. Aşkın acı verebileceğini anlıyordu. Ama bu kadar korkunç bir duygu olduğunu hiç düşünmemişti.  Sevmek kolaydı. Birisini beğenmek ama onu sevdiğin halde onu gördüğün halde ona dokunamamak can yakıcıydı. Jeniske birkaç adım uzağında gibiydi. Ona dokunsa birden onunla göz göze gelse bütün acıları son bulacak mıydı? Kaçtığı kaderi onu korkunç bir sona sürükleyecekti. Bunu biliyordu ve acısını şu anlık dindirmekten başka şansı yoktu. Jeniske onun kayboluşundan bu yana geçen her günde uykusunu bölen kabusların ardından tekrar onun sesini duymanın heyecanı ile araladığı perdede boş duvarı gördüğünde kalbindeki kırıklık ile başını öne doğru eğmişti. O gün toplantıyı rahatsız olduğu gerekçesi ile terk etmişti. Koen’i duyduğundan emindi. Birkaç adım yakınında onun kalbinin sesini duyduğundan o kadar eminken boş bir duvarla karşılamak onu sarsmıştı. Dohen kralının kolunda açtığı yaradan dolayı rahatsız olduğu bahanesi ile kendini odasına kapatmıştı. Her geçen gün Koen’i unutmaktan ve onu bir daha göremeyecek olmaktan o kadar çok korkuyordu ki bir çocuk gibi örtülerin altına saklanıp ağlamak istiyordu.

“Hazır mısın gerçekten?” Güneş’in Kızı onun tam önünde duruyordu. Koen birden elinin tersi ile göz yaşlarını silmişti. “Hazırım. Geri döndüğümde daha güçlü olacağım.” Demişti. Güneş’in Kızı’nın uzattığı eli tuttu ve yavaşça tapınağa doğru geçti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Yedi

Ölüm

Jeniske ona ikram edilen içkiyi alıp gülümsemişti. Dohen’in alınışından bu yana bir hafta olmuş ve yakında ordu tekrar harekete geçecekti. Jeniske oturduğu yerde çalınan müziği ve dans eden gösteri yapanları izlerken Elias onunla sohbet ediyordu. Oturduğu yerde onunla konuşurken Jeniske o gün duyduğu kalp atışı ve fısıltıyı unutamamıştı. Salonu kaplayan büyük sarı perdelere doğru gözleri kaymıştı. Koen’in orada olduğunu düşünmesinin bir nedeni olmalıydı. Gözleri oraya kaydığında Elias’ı dinlemeyi unutmuştu. Bir aydır Koen’e dair hiçbir iz yoktu. Bazen kargalarını gönderip etrafa bakmalarını sağlıyordu. Ona dair ufacık iz görmek hatta hayatta olduğunu bilmek onu rahatlatacaktı. Eli göğsüne doğru gitmişti. Kalbi o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki ellindeki içki dolu bardak şiddetle titriyordu. Elias ona bir şeyler olduğunu fark ettiğinde hemen onu oturduğu yerden kaldırıp salondan çıkardı. Jeniske kalbinin bu kadar şiddetli çarpmasına dayanamayıp koridorda duvara yaslanıp oturmuştu. Kaburgalarını parçalayacak kadar hızlı çarpan kalbi onu kontrolsüz bırakıyordu. Gözleri karardıkça etrafında bir ses duyuyordu. “Dayan!” o kadar şiddetli geliyordu ki bu ses. Bir kadına aitti. Birkaç kadına… Jeniske kalbindeki sancıyla beraber dişlerini sıkmış ve ardından elini göğsüne doğru sertçe vurup bağırmıştı. Olduğu yerde şiddetle titreyen bedeni yanıyor ve ter boşalıyordu alnından. Dişleri arasından çıkan tıslama sesi ile nefesi kesik kesikti. Elias onun bir çeşit şoka girdiğini düşünüp hemen hekim çağırmaları için bağırmıştı. “Kardeşim! Kardeşim kendine gel!” derken Jeniske onun sesini duyuyor ama tepki veremiyordu. Eti parça parça ediliyor gibi hissediyordu. Bütün damarları tek tek parçalanıyordu sanki. O kadar şiddetli bir acıydı ki bilincini açık tutmak imkansızdı. Bedeni titrerken vücudunun soğuduğunu düşündü. “Koen sakın kendinden geçme!” yabancı kadın sesi bunu söylediğinde Jeniske birden gözlerini açıp bağırmıştı. “Dur!” diye bağırıyordu ama bedeni o kadar acı çekiyordu ki ikinci kez bunu söyleyemedi. Gözleri kararmış ve çığlık atmak isterken sadece boşlukta sesinin boğulduğunu fark ediyordu. Binlerce an… Koen ile geçmişte yaşadığı binlerce an zihninden fırlayıp adeta boşluktan ışığa doğru akıyordu. Zihnin içi karman çormandı. O kadar bulanıktı ki ne yapacağını bile bilemiyordu. Bağırmaya çabalarken yanından yürüyüp geçen kişiyi gördü. Çırılçıplak bedenini saran tek bir kumaş bile olmadan geçen o kişi arkasında süzülen kan damlaları bırakıyordu. Ölmeden hemen saniyeler önceki Koen’in bedenini görmek onu korkutmuştu. Işığa doğru yürürken Jeniske onu yakalamak için arkasından koşmuştu. Işık gözlerini yakacak kadar şiddetliydi. Duyulan çığlıklar ile alışan gözlerini açtığında karşısında dümdüz bir mermer zemine yatırılmış kanlar içinde bağıran Koen vardı. Yattığı yerde bedeninden kanlar sızıyor ve hemen yan tarafta o eski formu vardı. Ölmeden hemen önceki o bedeni çok zayıftı. Derisi kemiklerine yapışmış gibiydi ama hala oydu. Eti bembeyaz ve kemikleri belli olacak şekildeydi ama oydu. Jeniske kalbindeki acının durduğunu fark etmişti. Koen’in çığlıklarının bittiğinde. Derin bir sessizlik başlamıştı. “Senin sıran keşiş!” demişti simsiyah saçlı kadın ellerini Koen’in alnından çekip. Halsizce yere çökmüştü. Keşiş Koen’in göğsündeki hançeri yavaşça çekerken dudakları hareket ediyordu. Bir şeyler fısıldayarak hançeri Koen’in göğüs kemiğinden çıkarmıştı. Yavaşça diğer zeminde yatan bedene doğru yürürken hançerin ucunda parlayan ışık yavaş yavaş artıyordu. Keşiş yaşlı, çirkin ve titrekti. Hançeri Keon’in gerçek bedenin tam göğüs kemiğine sapladığında başını yukarı doğru kaldırmıştı. Bedenin başında bekleyen sarışın kadın ise ellerini Koen’in şakaklarına dayamıştı. Jeniske oraya doğru adım attığında bir elin onu boğazından yakaladığını hissetti. “Olmaman gereken bir yerdesin!” diye tanıdık ses Tulhu’nun sesiydi. Odada herkes onu görüyor gibi ona bakarken Tulhu onu hızla gölgeye doğru çekmiş ve birden aşağı doğru bırakmıştı.

Jeniske yere çakıldığında yattığı yerden hızla sıçramıştı. Nefes nefeseydi ve kan ter içinde kalmıştı. Elini göğüs kemiğine koymuştu. “Onu öldürdüler! Derken göz yaşları akıyordu. Aiken onun yanına koşmuştu.  “Efendim!” demişti. Jeniske elini göğsüne doğru koymuştu. “Onu öldürdüler. Yine!” derken göz yaşları akıyor ve sinirden yumruğu gıcırdıyordu. “Kimi?” demişti. Jeniske elini kalbinde hissettiği boşluğa doğru kaydırdı. “Kalp atışını hissedemiyorum. Koen’i öldürdüler.” Bu onun için aşılması zor bir sanrıydı. Onun için hayatındaki en büyük kayıp ve unutamayacağı bir olaydı. Ardı ardına gelen sinir krizleri ve lanetler onu yenilmez gaddar karga yapacaktı. Tulhu onun orada olmaması gerektiğini söyleyip onu dışarı attığında gördüğü şeyin rüya olmadığını fark etmişti. Koen’in ölümünü gördüğünden emindi. Bu acı ile haftalarca ortalıkta terör estirecek ve nefreti onu kusursuz bir savaşçı yapacaktı.

“Onun burada olmaması gerekiyordu!” Tulhu bunu söylerken endişeliydi. Güneş2in Kızı ellerini yavaşça Koen’in şakaklarından çekip gözlerini açmıştı. Hançer yavaş yavaş toz olup kaybolurken ihtiyar olduğu yere çökmüştü. “Onu içeri alan neydi?” demişti Aisoo. Elini yorgunca alnına doğru koymuştu. “Bilmiyorum. Ama bütün geçitler kapalıydı.” Dedi. “Benim hatam!” hırıltılı ses ile zayıf beden kıpırdanmıştı. Koen o kadar güçsüz hissediyordu ki sadece başını Tulhu’ya doğru çevirebilmişti. “Ben acı çekiyordum ve onu düşündüm. Onu düşünüp kapıyı açtım.” Dedi. Tulhu derin bir nefes almıştı. “Duruma gidip bakacağım.” Dedi. Koen ise olduğu yerde yanda ölü yatan bedene baktı. Cansızca yatan beden gözleri kapalı halde huzurluydu. “Her şey yolunda gitti mi?” demişti bedenini oynatmaya çabalarken. Aisoo ölü bedenin olduğu mermerden tutunup ayağa kalktı.  “Bunu zaman gösterecek. Sonuçta üç yüz yıl önce ölmüş bir bedeni dirilttik. Bu bedene alışman ve onunla ahenk sağlamak senin elinde.” Demişti. Koen kıpırdamayan bedenini hissedemiyordu bile. “Nasıl hissediyorsun?” demişti Güneş’in Kızı onun üstüne örtüyü örterken Koen yorgunca gözlerini kapamıştı. “Yorgun.” Demişti. Bir haftadır bunun için hazırlanıyorlardı. Üç hafta önceden beri cesedi tekrar diriltmek için uğraşıyorlardı. En iyi formuna getirmişlerdi. Bütün organları tam ve beyni sağlam hale getirmek için onu hazırlamışlardı. Ve son üç gündür ruh ve hafızayı aktarmak için ritüel yapıyorlardı. Koen’in bu süreç boyunca zihnini ve ruhunu uyanık tutması gerekiyordu. Bunu yapmak çok acı vericiydi ve onu tüketebilirdi. Yine de başarmıştı. Şimdi ise sadece uyumak istiyordu. Yorgunca gözlerini kapadı. Bu uyku onun için çok uzun sürecekti. Bedeni uyuşup kanı tekrar normal şekilde akana kadar uykuda kalacaktı. Güneş’in Kızı onun uykuya geçtiğini fark ettiğinde nazikçe alnına dokundu. “Bir hafta boyunca kuluçkada kalacak. Bu süre içinde onu uyandırmamalı ve toparlanmasını sağlamalıyız. Tulhu’dan kitabı geri götürmesini isteyin.” Dedi. Aisoo ona bakıyordu. “Kız kardeşim benim zamanım doldu. Seni tekrar huzurlu diyarımızda bekliyor olacağım.” Derken yavaş yavaş bedeni kuma dönüp yok oluyordu. Sadece o değil keşişte oturduğu yerde son nefesini vermiş ve yavaş yavaş un ufak olurken gülümsüyordu.
“Sevgili kızım onu bir süre boyunca bu yerde tutacağım. Bedenin yaşamsal fonksiyonlarını kontrol edebileceği zamana kadar burada kalacak. Sen geri çayırlara dön ve benden haber bekle. Anlaştığımız gibi herkesin onun öldüğünü düşünmesini sağlayın. Bedenini temizleyin ve teslim edin Karga Lider’e.” Dedi. Yaşlı kadın başını sallamıştı. Yanında dikilen kedi anne doğrulup tekrar insan formuna dönmüştü. Koen’in ölü bedenini kucaklayıp açılan yerden eve doğru geçmişti. Günün öğle vaktiydi artık. Yavrular Koen’in ölü bedenini gördüklerinde korku ya kapılmışlardı.
“Anne, hanım efendi o öldü mü?” yavrular sürekli bunu sorarken kedi anne onu alıp evin en alt katına inmişti. Onu temizlemişti. O gün onu getirirken giydiği kıyafetlerini giydirmişlerdi. Kolun takmışlardı. Onu buldukları anki haline getirmişlerdi.
“Mektup!” demişti anne. Hanım efendi mektubu yavaşça cebinden çıkarıp Koen’in göğsüne doğru sıkıştırmıştı. “Onu Dohen kapısına götürecek bir at arabası hazırladık.” Demişti içeri giren bir erkek kedi. Yavrular ona ne olduğunu anlamamış halde sessizce bekliyordu. Anne kedi kendi formuna geri döndü. Arabaya doğru süzülerek taşınan bedene öncülük ediyordu.
“Onu siz mi götüreceksiniz hanım efendi?” demişti. Kadın at arabasına oturmuştu. Atların yularlarını eline almıştı. “Bu konuda endişeniz olmasın. Kısa sürede geri geleceğim. Şimdi lütfen evimize iyi bakın.” Demişti. Çayırda at arabası süzülerek giderken yavrular giden Koen’in arkasından bakıp kalmıştı. “O başardı çocuklarım. Endişeniz olmasın yakında tekrar gelecek.” Demişti. O zaman hepsi rahatlamıştı.

At arabası meydana ilerlediğinde gelen cesedi görmüşlerdi. Hemen haber Dohen sarayındaki ordunun liderlerine ulaşmış ve at arabası oraya doğru sürülmüştü.
“Bu gerçek olamaz!” demişti Aiken oraya doğru hızla giderken. Yanındaki adam onun hızına yetişmek için koşuyordu. “Onu tanıyanlar teşhis etmiş bile. Komutan Koen olduğunu söylüyorlar.” Dedi. Aiken ana avluya inmişti. Kalabalığı yarıp geçti ve cesedin üstündeki örtüyü açınca birkaç adım gerilemişti. Koen’in solmuş yüzü ve kapalı gözlerine bakıp kaldı. Hızlı hızlı nefes alıyordu. Qufang’lı bir komutan oraya doğru yaklaşmıştı. “Lanet olsun gerçekten de o!” demişti. O anda etrafta derin bir sessizlik olmuştu. Aiken elini çenesine götürdü. “Efendi Jeniske’ye haber vermek için bir birlik gönderin.” Demişti. Av için şehrin dışına çıkan Jeniske’nin yanında Maios ve Elias vardı. Ona gidecek adamlar yola çıktığında Aiken cesedin hemen gasil hane olan yere alınmasını istemişti. Gerda haberi duymuştu. Hemen oraya doğru gitmişti. İçeri girince Tavi ve Aiken’i görmüştü. Qufang’lı birkaç komutan vardı. İki hekim cesedi tarıyordu. Aiken elinde bir mektup tutuyordu.
“Kim yapmış?” demişti Gerda cesedi görmek için öne doğru atılıp. Koen’in yüzünü gördüğünde olduğu yerde ayakları kilitlenip kalmıştı adeta. Hekimlerden yaşlıca olan başını eğmişti. “Zehirlenmiş. Damarları kararmış. Güçlü bir zehir olmalı. Ama yara yok. İçmiş ve bunu…” Gerda başını iki yana sallamıştı. “Bunu yapacak birisi değil.” Demişti. Tavi ise ellerini arkasında birleştirmişti. “Bu mümkün!” demişti. Aiken elinde Jeniske için yazılı olan mektubu sıkıca tutuyordu. İçeri doğru Nasio’nun girdiğini görmüştü. “Komutan Koen öldürülmüş doğru mu?” demişti. Cevap gördüğü ceset ile ona verilmişti. Bir an için öylece kaldı. Aiken başını iki yana sallamıştı. “Cesede tekrar bakın. İğne izi ya da herhangi bir şey.” Hekim dördüncü defa taramayı yapacaktı. Ama onu durduran şey sert botların mermer zeminde çıkardığı ses olmuştu. Jeniske geniş iki kanatlı üçüncü kapıyı hızla itip içeri doğru girmişti. Soğuk zemin üzerinde yatan cesede bakıp kaldı. Bir süre gördüğünün doğruluğundan emin olmak ister gibi baktı. Ardından oraya doğru yürümeye başlamıştı. Aiken gergindi. Olabilecek şeyden çok korkuyordu. Jeniske aklını kaçırabilirdi. Onu durdurmak için birkaç adım öne çıktı.
“Mektup! Bir mektup bulduk!” demişti. Jeniske onun uzattığı mektuba baktı. Ama bu yeterli değildi. Onu kenarı doğru itekleyip bir anda olduğu yerde kalmıştı. Cansız ve solmuş bedene öylece bakıp kalmıştı. Maios ve Elias oraya son anda yetişmişti. Maios içeri girince bağırmıştı. “Boşaltın burayı!” demiş ve herkesi azarlayarak dışarı çıkarmıştı. Komutanlar çıkınca Aiken ve Elias’a kapıları kilitlemesini söylemişti. Oğlu dışarı çıkmamış ve köşede Gerda’nın yanında duruyordu. Jeniske yavaş adımlarla mermere doğru yaklaşmıştı. “Hayır! Hayır! Hayır!” bir süre bu sözcükler dudakları arasında dolaştı. Elini Koen’in soğuk yüzüne koşmuştu. “Ölmüş olamaz. Onu kimse öldürecek kadar güçlü değil.” Demişti. Tavi sessizce ona bakıyordu. “Damarları kararmış. Kendini zehirlemiş.” Demişti. Jeniske elini ağzına doğru götürmüştü. “Bu doğru mu?” demişti. Aiken başıyla onaylamıştı. Maios ise onun elindeki mektubu istemişti. Açıp bir süre baktı. Ardından boşlukta sesi yayılmaya başlamıştı.
“Özür dilerim Jeniske.” Demişti. Jeniske ona doğru dönünce Maios okumaya devam etmişti. “Devam edemiyorum artık. Sorumluluğunu taşımak istemiyorum artık bu dünyanın. İkinci defa aynı şeyleri yaşamak ve kaybettiğimi görmek istemiyorum. Buna devam edemiyorum. Bunun için özür dilerim. Bu savaş bizim savaşımızdı. Bu ikimizin hayatta kalmak için verdiği savaştı. Talihsizliğim yüzünden pişmanlıklarım yüzünden daha fazla devam edemiyorum. Onurlu bir şekilde ölmeyi hak etmedim hiçbir zaman. Baba katili, korkak aşağılık ve eşkıyalara yol gösteren zavallı bir adam olarak ölmek istedim. Bana kızacağını biliyorum. Seni yalnız bıraktığım için benden nefret et. Bu ikimiz içinde daha iyi olacak. Onlar haklıydı. Klan lideri haklıydı. Ben sadece şansızlık ve uğursuzluğun takip ettiği kutsanmamış bir ruhum. Daha fazla kimseye zarar vermek istemiyorum. Sözler verip tutamayıp dizlerim üzerinde ağlamak istemiyorum. Sana sahip olmak bu dünyadaki tek iyi talihimdi. Beni koşulsuz seven tek kişi sendin. Hiçbir şey beklemeden beni koruyan ve bunu yaparken yaralanmasına rağmen gülümseyen tek kişi sendin.  Seninle olmak benim için dünyadaki tek güzel anım. Ama artık sana da zarar vermeye başlayacağım. Şu an bile senin üzülüp kahrolmana sebep olduğumu biliyorum. Ama devam edemiyorum. Baştan doğmak tek şansımdı. Bunu yapmak zorundaydım. Ölümün yeniden doğuş olduğunu sen söylemiştin. Doğmak benim hatam değildi. Ama ölmek benim hatam olmalı. Babam her zaman onun için hayal kırıklığı olduğumu ve asla soy adını hak edemeyecek kadar zavallı olduğumu söylerdi. O gün bana soy adını vereceğini söylemiştin. Buna inandım. Buna hep inandım ve senin soy adını taşıyarak onurlu şekilde ölmek istedim. İkinci defa ölüme teslim oluyorum ve hala onursuz ve soysuz olarak tekrarlanıyor. Her zaman yanımda olduğunu hissetmek güzeldi. Seni hissetmek senin olmak ve seninle olmak… Bunlar belki de benim tek hazinemdi. Tek hayata tutunma sebebimdi. Onu kaybetmeye başlamaktansa yeniden ölmeyi tercih ederim. Benim yerime de yaşamanı isteyeceğim senden. Eğer ölüp gelmeye kalkışırsan seni tekrar ve tekrar o bedenin içine iteklemesi için bir tanrıça bana yardım edecek. Sözler verdiğin kişilerin elini bırakma. O zaman tekrar karşılaşacağız. Yalnız değilsin. Çok kişi seni seviyor sana güveniyor ve senin arkanda.  Benim aksime sen şanslısın. Şansın seni doğru zamanda yanıma getirecek. O yüzden sadece bekle. Ve onlara verdiğin sözleri tut. Ölümüm kimsenin suçu değil. Bunu ben istedim. İlk defa kendim için doğru bir karar verdiğimi hissediyorum. Belli ki ben olmamam gereken yerde olarak talihsizlikler içinde acı çekmeye devam edecektim. Huzurluyum. Daha önce olmadığı kadar huzurlu ve aklım yerinde. Hayatında bana yer verip beni sevdiğin için teşekkür ederim. Keşke bende senin kadar bunu başarabilseydim. Özür dilerim bencilliğim için. Ama yapamıyorum. Daha fazla devam edemeyeceğim ve bu beden artık benim için ölü bir beden gibi. İçinde sıkıştığım hep eksik bir beden. Ben seni sevdim ve hep sevmeye devam edeceğim. Teşekkür ederim beni mutlu etmek için her şeyi yaptın. Yalnız hissetmiyorum şu an bile. Senin de yalnız hissetmeni istemiyorum. Lütfen yaşa ve bu dünyayı düzelt. Benim için yapma bunu kendin için yap bu sefer. Fetihlerin zaferlerin kendin için olsun. Kadehini kendin için kaldır ve kendin için kılıç salla. Kendin için yaşa. Benim ya da başkası için yaşama. Nefes aldığın her saniye senin olsun. Tekrar görüşene kadar kalbindeki nefretin sevginin ışığı ile aydınlansın. Pişman olma! Ben pişman değilim. Seni seviyorum.” Maios okumayı bitirdiğinde Jeniske dizleri üzerine çökmüştü. Bu sözleri duymak onun için garipti Koen’in gülümseyerek yazdığını düşünüyordu. Eli Koen’in mermer bölümden sarkan elini tutuyordu. Maios zarfın içine konulmuş ikinci bir kâğıt görmüştü.
“Bir kâğıt daha var!” demişti. Kâğıdı çıkardığında ufak nota bir süre baktı ve öylece kaldı. “Cesedimin yakılmasını istiyorum. Ancak o zaman gerçek sahibi onu huzurla kabul edebilir. Hançerlerim Aiken’in olsun. O bunu hak edecek kadar güçlü. Ve Kral Maios lütfen benim için ona göz kulak olun.  Onun kendine zarar vermesine engel olun. Saygılarımla Koen.” Gözleri bu notun üzerinde dolaşırken dolmuştu. Ölüm kabul edilebilir tek şeydi. Kaybolmuş bir kişiyi düşünmek yıllar sürerdi. Onun nasıl olduğunu neler yaşadığını ne hissettiğini düşünmek bekleyenleri ve onu arayanları delirtirdi. Yası yıllarca sürerdi. Ama bir ölü için yas üç gün tutulurdu. Onun nerede nasıl olduğunu bilirlerdi. Mezar taşının dikildiği bilinir ve endişeler son bulurdu. Buruk bir özlem kalırdı ardında. Koen ne zaman tekrar döneceğini bilmediği için bu cesedi onlara göndermişti. Kendi hayatlarına odaklanmaları için ölü bedeni onlara vermiş ve tekrar buluşana kadar onların acısının soğuyacağına inanmıştı. O gün Jeniske kalbini yerinden söküp atmak istemişti. Koen’in ölmüş olduğu gerçeği onun için o kadar ağırdı ki bunu kabul edemiyordu. Gördüğü cesedin bir kâbus olmasını diliyordu. Ama onu gerçek kılan mektubun üslubu idi. Koen gerçekten ona veda etmişti. Bunu düşündükçe boğazına yükselen çığlık onu boğuyordu. Maios küçük kâğıdı cebine koyup oraya doğru yürüdü. Mermer bloğun yanına çökmüş Jeniske’nin başında bir süre dikildi. Ardından yanına çöktü. “Bu onun son vedasıydı.” Demişti. Jeniske bunu duyduğunda başını kaldırmıştı. Göz yaşları yanaklarını yakıyordu. Boğazı düğümlenmiş yutkunamıyordu bile. Onu bulmak istiyordu ama şimdi Koen onun yanında ve ölüydü. Tekrar görmek istemişti fakat bu şekilde değil. “Benim suçumdu.” Demişti. Maios ona bakıyordu. Jeniske tuttuğu elin üstünde takılı olan mavi boncuklu bileziğe baktı. “Benim suçumdu. Onun peşinden gidemedim. Öylece kaldım.” Demişti Jeniske. Gözlerini kaparken yaşlar yanaklarından süzülüyordu. “Senin suçun değildi. Bu dünya acımasız!” Maios bunu söylerken onun omzuna elini koymuştu. Jeniske boğazına takılan sözcükleri yutmaya çabalıyordu ama başı öne doğru düşmüş ve elini sertçe göğsüne doğru vurmuştu. “Onu yalnız bıraktım!” diye bağırmıştı. Öyle öfkeli ve acı dolu bir feryattı ki bu salonu sarıp kulakları sağır edecek kadar şiddetliydi. “Koen geri gel!” demişti Ağlıyordu. Olduğu yerde çırpınıyor ve bağırıyordu. Çaresizlik buydu. Ölüm onun bile artık müdahale edemeyeceği sondu. Hıçkırıkları kelimelerini boğarken kendini suçluyordu. Onu yalnız bırakıp kaderine terk ettiği için kendini suçluyordu. Maios onu ayağa kaldırmaya çabalıyordu. Jeniske mermer bloğun kenarına tutunup kalkmıştı. Yatan cesede bakıp onun göğsüne doğru başını koymuştu. “Özür dilerim. Özür dilerim…” sesi kısılıp bacaklarındaki güç tükenen kadar orada dikilip ondan özür dilemişti. Ay güneşi kovalamış güneş ayı… Günler o kadar hızlı birbirini takip etmişti ki sayamaz olmuşlardı. Ölümün acısı kolay sindirilecek kadar basit değildi. İki gün boyunca Koen’in ölü bedeni başında ağlamıştı Jeniske. Ondan af dilemiş ve kendini suçlamıştı. Daha sonra usulca ona son defa veda edip sadece ondan geriye kalan mavi bileziği koluna takmıştı.
“Ne yapacağız?” demişti Elias oturduğu yerden kalkıp dolanmaya başlamıştı. Maios onu izliyordu. Bir sağa bir sola gidip duruyordu. Aiken oturduğu yerde elindeki hançerlere bakıyordu. “Onun gerçekten ölmüş olduğuna inanmıyorum.” Demişti Aiken. Gözlerini hançere dikmişti. “Bu kadar basit olamaz. Onun kadar iyi savaşan ve onun kadar güçlü olan nadir insanlar olur. Kendini öldürecek kadar zayıf değildi.” Demişti. Maios bunu iç çekti. “Bazı gerçekler her ruhu zayıflatır Aiken.” Demişti. Aiken birden başını kaldırmıştı. “Hangi gerçek majesteleri? Yargıç olması mı?” demişti. Maios başını usulca salladı. “Her şeyden vaz geçmesi gerekiyordu. O da hayatından vaz geçmeyi tercih etti.” Demişti. Aiken başını sallayıp ayağa kalkmıştı. “Onun ölümün bu kadar basit olması aklıma yatmıyor.  Geçmişteki gücünü ve şimdiki halini biliyorsunuz. Bir çözüm bulurdu.” Demişti. Kapı açıldığında birden susmuştu. Gözleri yeşilden griye dönmüş solgun yüzü ile Jeniske onların olduğu yere Maios’un kaldığı odaya girmişti. Hepsi ayaklanmıştı. Tavi onun ardından içeri girmişti.
“Bir daha o isim burada anılmayacak. Öldü ve onun serüveni bitti.” Demişti Jeniske. Aiken ona bakıyordu. “Onun bedenini taradınız mı efendim?” dedi. Jeniske bunu yapmış ve onun arda kalan silinmeyen hatıralarında aldığı zehri mektubu yazış anını her şeyi görmüştü. Tavi derin bir nefes aldı. “Onun kılıçtan geçirilerek öldüğünü söyleyeceksiniz.  Onurlu bir şekilde öldüğünü ve savaşarak.” Demişti. Aiken başını usulca salladı. “Ve onun adını bir daha kimse ağzına almayacak. Alan kişilerin sonun ölüm olduğunu belirteceksiniz.” Demişti. Maios usulca ayağa kalktı. “Fermanı orduda duyurmalarını sağlayacağım. Şimdi gelip şuraya otur ve bir şeyler iç.” Demişti. Jeniske onun gösterdiği sandalyeye oturmuştu. İki gündür yüzü kaskatıydı. Herkes sessizce kadehlerini doldurdu. Maios kadehini kaldırdı. “Onun şerefine.” Demişti. Jeniske bunu duyduğunda kadehini kaldırmak istedi ama elleri uyuşmuş gibiydi. Maios içkisini kafasına dikip dolan gözlerini yukarı doğru çevirdi. Aiken ise sessizce içkisini tepesine dikip odadan çıkmıştı. Tavi içki dolu bardağı yavaşça içti. Odayı terk etmişti. Elias ise içkisini bitirip Maios’a baktı. Maios ona çıkmasını işaret etmişti. Jeniske son gücü ile kadehi kaldırıp acı içkiyi başına dikmişti. Başını birden masaya doğru gömmüştü. Hıçkırıkları bedenini sarsıyordu. Güçlükle nefes alıyordu ve göz yaşları onu boğuyordu adeta. Maios onun karşısına oturdu. Jeniske onun varlığının kaybolduğu günü düşündü ve elini kalbine doğru koydu. “Onu koruyamadım.” Demişti. Maios onun kadehini tekrar doldurdu. “İç!” demişti. Jeniske güçlükle başını kaldırıp kadehi kafasına dikmişti. O bitirdikçe Maios kadehi doldurdu. “Ona hoşça kal diyemedim.” Demişti. Maios biten kadehi tekrar doldurdu. “Kimse son defa hoşça kal dediğini bilemez. İçmeye devam et!” demişti. Jeniske önünü göremeyecek kadar sarhoş olup yere yığıldığında Maios onu yatağa taşımıştı. Yatağa yatırıp dışarı çıkıp dolaşmaya başlamıştı. Güneş kavurucu ve yakıcıydı. Aşağıya indiğinde fermanı yazdırdı. Ve onun için ölümünün savaşırken olduğunu bildirdi. Adının anılmasının ve hakkında konuşulmasının cezası ise ölümle sonuçlanacak ve rütbe fark etmeksizin bu uygulanacaktı. Maios işini halledip saraydan çıkmıştı. Bulduğu ilk hana oturdu ve içki istemişti. “Kader şaşırtıcı değil mi?” demişti yanına gelen kişi. Maios ona bakıyordu. Genç sarışın kadın cübbesini başına geçirmişti. Onun karşısına oturup gözlerini gözlerine dikmişti. “Kader şaşırtıcı değil mi?” demişti. Maios bu sözü ona rüyasında söyleyen Kör kâhini anımsadı. Gözleri yerinden çıkacak kadar ayrılmıştı. Eli kılıcına gitmişti. Kadın ise kılıca bakıp gülümsemişti. “Demirini döven kişiyi tanırdım. O benim korumaya söz verdiğim bir ruhun aşığı idi. Onu uzun yıllar boyunca tek başına beklemişti. Beş yıl boyunca onun tekrar dönmesi için acı içinde kıvranmıştı. En sonunda ise onlar kavuştuğunda senin atalarının soyunu oluşturan Ayezi onların ailesinin ufak bir parçası olmuştu. Ve oğulları için bir kılıç dövdü babası. Ona verdi. Bu kılıç beni kesmez. Benim etimi kanatmaz. O sahibinin dostlarını tanır.” Demişti. Maios ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kadın ise usulca gülümsedi. “Hayat senin soyuna ağır yükler verdi. Şimdi sende bir sır taşıyacaksın.” Demişti. Maios ona bakarken kadın kalkıp onun kulağına doğru eğilmişti. “Her şey yeni başlıyor. Bir gün yargıç geri dönecek ve o zaman sen onun en büyük destekçisi ve tebaası olacaksın.” Demişti. Maios ona şaşkınlıkla bakıyordu. “O öldü. Cesedini yaktık ve cenazesinde yas tuttuk.” Demişti. Kadın gülümsüyordu. “Ölüm bir bedenin yok olması ise doğru. Ama hala onun bu dünyada olduğunu ve gün geldiğinde Tilki çayırda koştuğunda, karga gökte uçtuğunda, yılan bir nehrin içinden süzülüp gelecek ve balık suyun içinden çıkacak. O zaman güneş o kadar parlak olacak ki yağan yağmuru durduracak. Altından bir kitap herkesin kaderinin sonunu yazacak. Bunu sakın unutma. Soyunu kanını unutma ve sana düşen görevi yerine getir.” Demişti. Maios ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kadın gülümsemişti.  “Saçların beyaz olsaydı o zaman Ayezi ve ona benzerdin. Ama içine bakınca onun her bir parçasını görmek mümkün. Yavru bir kurt olup tekrar başlamayı seçmek kader miydi yoksa bencilce bir istek mi?” iç çekip ayaklanmıştı. “Bazı sırları saklaman gerekecek. Bazen de sırları gün yüzüne çıkarman gerek. Mermerden ve altından sarayından uzaklara bir macera peşinde sürüklendi. Sen ve senin soyunun kaderi hep bu olmuştur. Zamanı geldiğinde kanındaki gücü kullan.” Demişti. Handan çıkıyordu kadın. Maios onun arkasından soru sormak için çıkmak için fırlamıştı ama onu görememişti. Eli saçlarına gitmişti. “Neler oluyor böyle?” demişti. Kafası karışık ve zihni bulanıktı. Onu bekleyen şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Kurucu atasının bu işle ne alakası vardı çözemiyordu. Sadece bir şeylerin gerçek olmadığını düşünüyordu. Bu Koen’in ölümü ise iyi olurdu. O sırrı açığa mı çıkarmalıydı yoksa saklamalı mıydı? “Lanet olası büyücü kadınlar. Hep bir bilmece gibi konuşuyorlar.” Demişti. Girişteki varile bir tekme atıp geri içeri dönmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Sekiz

Parçalanma

Hafta akıp giderken günlerin nasıl geçtiği biçimsizleşmişti. Beklediği yerde bedeni kendini toplamaya başlamıştı. Yavaş yavaş uyanmaya başladığını hissediyordu. Yeniden doğmaktan farksızdı. Bedenin her bir parçasını tekrardan hissetmek ona huzur veriyordu. Yaratıcıların onu yaratma çabasını ve her bir anın acısını hissetmişti. Yüz yıllardır kullanılmamış kaslarının uyuşukluğu çözülüp bedenin tekrardan bir bütün olduğunu hissetmeye başlamıştı. “Kendine gelsen bile ayağa kalkmak için zaman ihtiyacın olacak.” Yattığı yerden onunla konuşurken bir şeyler hazırlayan Güneş’in Kızı ve hanımefendinin anlattıklarını dinliyordu. “Eğer erkenden hareket etmeye çalışırsan kasalarına zarar verir ve bir daha hareket edemezsin. Daha önce beş sene boyunca bir bedeni muhafaza etmiştim ama üç yüz yıl benim için ilk. Kuwala’nın bedeni beş senelik uykudan uyandığında neredeyse bir hafta boyunca hareketsiz kalmıştı. Onun direnci senden fazlaydı. Ve daha sağlıklı bir bedeni vardı. Senin de daha fazla zamana ihtiyacın olacak.” Demişti. Koen onu görmek için başını yana doğru çevirmişti. Uzun saçları, tırnakları ve zayıf bedeni çırılçıplak ortadaydı. Güneş’in Kızı ve Hanımefendi şifalı bitkileri havanda dövüyordu. Güneş’in Kızı ona doğru dönünce sırıtmıştı. “Senin için güzel bir cenaze düzenlediler. Tanrıların Rahibi gerçekten çok fazla göz yaşı döktü. Seni çok seviyor olmalı. Onun için bu sürece katlanmayı unutma. Aşk mucizeler ve felaketler barındıran bir süreçtir. Sen şu an felaketin içinde kalmış olan Karga’nın mucizesi olarak dönmeye hazırlanıyorsun.” Demişti. Koen dudaklarını aralamıştı. “İyi olacak mı?” demişti. Güneş’in Kızı başını sallayıp elindeki büyük tahta kapla onun yanına doğru gelmişti. “Onu benim için çok değerli olan birisinin torununa emanet ettim. Her an onunla ilgilenecek.” Demişti. Koen gözlerini kapadı. “Kral Maios gerçekten efsanelerden birisinin torunu demek. Jeniske’ye yakın mı bilmiyorum ama Aiken ona daha çok yardımcı olurdu.” Demişti. Hanım efendi diğer iki tahta kâse ile yatağın yanına gelmişti. “Aiken kader çizgisini ayırdı. Artık o evleneceği ve çocuklar yapacağı kadının hayatında yer alıyor. Sadık bir hizmetkar ama o Jeniske’ye yardım edebilecek kadar ayrılık acısı çekmiş birisi değil. O yüzden senelerce sevdiği kadını yabancıymış gibi görmek zorunda kalan Maios ona yardım edebilir. Hem onun soyu her zaman kahramanların en başarılı yaverleri olmaya uygun olarak yaratıldı.” Demişti. Güneş’in Kızı elini bez parçasını kâseye daldırdı. Koen’in eski bedenindeki yaraları kapatmaları gerekiyordu. Onu ölmeden önce yakalamış ve zamanda ileri çekmişlerdi. Hala yara izleri vardı ve bunlar zaman içinde sorun yaratabilirdi. “Senin içinde bir arkadaş getireceğiz.” Demişti Hanımefendi.  Koen ona şaşkınlıkla bakınca ikinci bezi ıslatıp Güneş’in Kızı onun göğsüne doğru koymuştu. “Tanrı Tulhu yakında görevini tamamlayıp buraya gelecek. Seni eğitecek olanlardan birisi olacak.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Tulhu mu? İyi de o korkak ve ezilmiş bir tanrı değil mi?” demişti. Hanımefendi gülerek başını iki yana salladı. “Öyle görünebilir ama güçlüdür. Azatod’u ezecek kadar güçlü olmasa da birçok tanrıdan daha dirençlidir. Onun direncinin ne kadar güçlü olduğunu bilemezsin. Senelerdir işkencelere dayanmış ve taştan bir beden yaratmayı öğrenmiş.” Dedi. Koen şaşkındı. “Taştan bir beden mi?” demişti. “Evet. Hisleri öldürmek ve bedenin acı çekmesini engellemek için kendini geliştirmiş. Onun bunu sana öğretmesi gerekecek. Her zaman yargıçların ruhu kırılgan gibi dursa da bedenleri oldukça naiftir. Şu ellerime bak. Sence katil ve adalet dağıtıcı bir bedenin elleri gibi mi duruyor?” demişti. Undera Güneş’in Kızı’nın ellerine şaşkınlıkla bakmıştı. Uzun tırnaklar ve zarif ellerin kılıç bile kavradığını düşünemiyordu. “Acıya dayanma ve sınırını bilmeyi öğrenmez isen ölürsün ve yeniden doğarken daha çok acı çekersin. Uğrunda savaşmaya karar verdiğin her şey yok olmuş olur.” Demişti. Koen iç çekmişti. Yarasının piştiğini hissediyordu. “Peki diğer şeyleri kim öğretecek bana?” demişti. Güneş’in Kızı gülümsemişti. Çok fazla misafirin olacak. Ben sana bunları öğretmek için burada uzun süre kalamam. Bekleyen ve bir süredir donmuş durumda olan evrenime geri dönmem gerek. Orada saniyeler yıllar gibi işlediği için her saniye benim için savaşmam gerekenler ölüyor. Bugün son günüm. Daha sonrasında seni ziyarete gelecek çok kişi olacak. Geçmişten ve daha yukarıda uykusunda olan kişiler. Tek tek sana bilmen gerekenleri öğretecekler. Uzun zorlu ama kazançlı bir eğitim olacak.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Anlamış gibi yapacağım.” Demişti. Güneş’in Kızı onun kumral saçlarını nazikçe okşamıştı. “İnsanlar bizim kaderimizin acı olduğunu söyler durur. Bizim için üzülür ama bizler çok şanslı varlıklarız Koen. Gün geldiğinde benim yolumu seçebilirsin ya da kendi kaderini yaşayabilirsin. İnsanların kaderlerini seçme şansı yoktur. Bizler ise sınanmış yargıçlar kendi kaderimizi seçebiliriz. İlk yaşamımda güzel bir evlilik yaptım. Beni çok seven bir adamla evlendim. Kız kardeşim saydığım kadının çocuklarını evlat edinip onları büyütüp bir imparatorluğun temelini attım. Hayatımda unutamayacağım bir aşka tanıklık ettim. Kuzey’in görüp görebileceği en güçlü adamın ve korku saçan bir delinin savaşına tanıklık ettim. Kız kardeşlerimden en güçlüsünün param parça edilişine şahit olup kaybetmenin ne büyük yıkımlara sebep olduğunu öğrendim. Yine de uzun ve huzurlu bir yaşam yarattım kendime. Beni sevenlerin olduğu, yaşlanırken hala yanımda olan dostlarımın olduğu bir hayat. Büyük bir savaşın ortasında sınanıp kendi zaferimden önce sevdiklerimin zaferini istedim. Bunu sende zamanla anlayacaksın. Burada kalıp tekrar bir kahramanın doğuşuna şahit olmak isterdim. Bunu çok isterdim ama anlatmam gereken ve kaybolmasına müsaade edemeyeceğim çok fazla öykü var. Sende kendi masalının kaybolmasına izin vermemelisin. Bir karga ve tilkinin masalı. Güzel bir öykü olur.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Buruk bir ifade ile gülümsedi. “Senin gibi yaşamım huzurla son bulur mu?” demişti. Güneş’in Kızı başını usulca salladı. “Bu senin için ikinci bir yaşam değil. İlk yaşamının formuna döndün. İlk hayatını öyle değerli yap ki en güzeli o olsun. Hep hatırladığın güzel anılar olsun. Kaybettiklerini de kazandıklarını hep hatırla ki duygular seni insan olarak ayakta tutabilsin. Bu sayede sevmenin, nefretten daha büyük güç olduğunu anlarsın.” Demişti. Koen başını yavaşça salladı. “Anladım. Tekrar hazır olduğumda bu sefer korkmadan, kaybettiklerime takılmadan sadece korumak için savaşacağım.” Demişti. Güneş’in kızı eğilip onun alnına sakin bir öpücük kondurdu. “Bir gün çok büyük bir misafirin gelecek. Ona benim selamımı ilet. Ve de ki Güneş’in Kızı her zaman onları izleyip koruyor.” Koen ona bakmak için gözlerini açtığında sadece bir boşluk vardı. Gün ışığı odayı dolduruyordu. Uykudan uyanmış gibi hissediyordu. Bedeninde garip bir karıncalanma vardı. Doğrulduğunda sol kolunun varlığı ile şaşkınlıkla koluna bakmıştı. Gerçekten de eski bedeninde olmalıydı. Parlatılmış aynadan kendine bakmak için hızla yataktan inmişti. Bacaklarının uyuşukluğu ile sendeleyerek aynanın karşısına geldiğinde o tanıdık gelen geçmişteki yüzüne şaşkınlık ile dokunmuştu. Beline kadar uzamış saçları ve zayıf bedeninin yanı sıra tırnakları oldukça uzundu. Şaşkınlıkla kendine bakarken gülümsüyordu. Ensesini görmek için şekilden şekle girmeye başlamıştı. Suikastçı dövmesi yoktu. Sevinçle kendine bakmaya başlamıştı. “Gerçekten de ben eskisi gibi görünüyorum. Bu… Bu…” Odaya doğru dalan kişi ile irkilip dönmüştü. “Günaydın!” diye bağıran kedi ona doğru yürürken arkasından havada uçan kıyafetler geliyordu. Yavru kedi de onun kadar heyecanlıydı. “Efendi Koen uyandınız mı? Günlerdir uyanmanız için bekliyorduk.” Demişti. Yavru onun çıplak haline bakıp arkasını dönmüştü hızla. “Çıplak olarak dolaşmanız saygısızlıktır giyinmeniz gerek.” Demişti. Koen şaşkınlıkla yüzüne doğru yapışan kıyafetlerle yere doğru düşmüştü. “Giyinip aşağıya gelin.” Demişti. Koen hemen kıyafetlerden alıp giyinmek için kenarı doğru çekilince kapı hızla kapanmıştı. Yavaş yavaş giyinmişti. Saçlarını geriye doğru açık bırakmış ve odadan çıkıp aşağı inmişti. Hanımefendi evde yoktu. Koen eki elini havada sallıyordu. Anne kedi her zamanki gibi güneşteki koltukta uyukluyordu. Koen iki kolunu hava sallayarak etrafta dolanmaya başlamıştı. “İki kolum var! Yavru kedi bak iki kolum var!” diye bağırıyordu. Yavrularda onunla bağırıp evde dolaşmaya başlamıştı. Koen sürekli eşyaları kavrayıp bir elinden bir eline veriyordu. Anne kedi onun haline bakıp yattığı yerden kalkmıştı. “Saçlarını ve tırnaklarını kesip seni yıkamamızı istedi hanim efendi.” Demişti. Koen ona bakıp sırıtmıştı. “Ben yapabilirim. Çünkü iki elim var!” demişti. Yavru sevinçle onun üzerine doğru zıplamıştı. “Efendinin iki eli var!” diye bağırıyorlardı. Anne kedi onların eğlencesini bozmadı. Bir süre oynamalarına izin verdi. Daha sonra Koen’i verandaya çıkarıp bir sandalyeye oturttu. Önce tırnaklarını kesti. Uzun tırnakları gidince elleri ile daha rahat bir şeyleri kavrayabildiğini fark edip yavruların getirdiği şeyleri alıp atıyordu. Anne kedi onun saçını kesmeden önce omuzlarına bir örtü örttü. “Kısa kesiyim mi?” demişti. Koen başını iki yana salladı. “Anne kedi biraz uzun olsun saçım. Kurdele ile bağlamama izin verecek kadar!” demişti. Anne kedi onun saçını tahta tarakla taramaya başlamıştı. “Kadın gibi saçını uzun mu seviyorsun?” demişti. Koen ona bakmak için başını çevirmişti. “Geldiğim yerde erkeklerin saçının uzun olmasında sorun yok. Kadınlara özgü olduğunu nereden çıkardın?” demişti. Anne kedi ona bakıp gülmüştü. “Hiç! Sabit durmazsan makas kulağını keser!” Demişti. Koen korku ile sabit durmaya başlamıştı. Saçının kesimi bitince onu bir kurdele ile yukarı doğru toplamışlardı. Anne kedi onu omuzlarından tutup yüzüne baktı. “Eski yüzünden daha sevimli bu yüzün. Sevdim.” Demiş ve elindeki gümüş aynayı ona tutmuştu. Koen saçlarına ve yüzüne bakıp sırıtmıştı. “Eskiden neye benzediğimi net hatırlamıyorum ama bence giderim varmış.” Dedi. Kendini övmekle meşgulken bir kedinin hızla şekil değiştirip bahçe kapısından nefes nefese girdiğini gördü. Yaralanmıştı. Göğsüne saplanmış mızrak ucu ile kapıya doğru koşarken bağırıyordu. “Anne! Hanımım!” Anne kedi elindekileri atıp oraya doğru hızla koşmuştu. Zavallı genç adam göğsünde mızraklara yere doğru düşmüştü. Elindeki parşömenleri kanla kaplıydı. “Epharia’da katliam başladı. Binlerce insanı alıyorlar. Kimseyi koruyamadım. Ben kardeşlerim…” Ağzını dolduran kan onu boğuyordu. Koen oraya doğru koşmuş ve yavruları uzaklaştırmaya çabalıyordu. Ruhun kanı simsiyah ve parlaktı. Ağzından ve göğsünden beyaz tenine süzülüyordu. Elini güç bela kaldırmıştı. “Kardeşlerim… öldü…” demişti. Son nefesinde pişmanlık ile akan göz yaşı annenin onu yavaşça çimenlere yatırmasına neden olmuştu. Koen yavruları kenarda tutarken dehşet içinde oraya bakıyordu. Anne parşömeni açmış birkaç saniye baktıktan sonra sağlam bir küfür savurup kaşlarını çatmıştı. Alnındaki kırışıklık derinleşmiş ve bir uçurum gibi duruyordu. “Neler oluyor?” demişti Koen. Anne etrafa bakıyordu. “Ruh kapılarını kapatın. Giriş çıkışlar kapalı kalsın. Hızlı olan birisi hanım efendinin yanına gidip Epharia’da düştüğümüzü bildirsin.” Demişti. Koen onun yanına doğru yürüyordu. “Neler oluyor?” demişti. Anne kedi ona dikmişti gözlerini. “Casuslarımızı avlamışlar ve binlerce insanı. Fark edildik. Geri çekiliyoruz. Barış ordusunun etrafını boşaltın. Kimse ortalarda olmasın. Muhbirlerin hepsini geri çekin!” demişti. Büyük bir gök gürültüsü duyulmuş ve ışık belirip en ufukta kaybolmaya başlamıştı. Ruhların geçiş yaptığı kapıyı kapatıyorlardı. Anne kedi gözlerini ufka dikmişti. “Anne Kedi kapıları kapatırsan ölenler nasıl yükselecek?” demişti. Anne kedi bunu duyunca ona bakmış ve hızla içeri doğru yürümüştü. Koen onun ardından hızla yürüyordu. “Neler oluyor? Barış Ordusunu ne zamandır takiptesiniz? Niye bir şey demiyorsun?” Sonunda bağırınca anne kedi durmuş ve ona bakmıştı. İnsan formu çok sert ve otoriterdi. Kedi iken daha sevimliydi. “Uzun süredir takipteyiz. Bilgi toplamak zorundayız!” demişti. Koen onun elindeki kılıca bakıyordu. “Peki şimdi ne oldu?” demişti. Anne kedi onun baktığı kılıcı beline takmıştı. Kemerinin tokasını sıkılamıştı. “Yaksotat öldürdükleri ile buraya giriş yapabilir. Ölenler içinde buranın yolunu bilenler var. Gidip çocuklarımın ruhunu ve bedenini kurtarmam gerek.” Demişti. Koen ona bakıyordu. “Tek başına mı?” demişti. Anne başını sallamış ve ona askıda duran kılıcı göstermişti. “Eğer işler ters giderse burada kal ve çocuklarımı koru. Hepsine yol göster. Ruh kapılarını sakın açmayın! Hanımefendi ya da ben dönene kadar sakın Koen!” demişti. Belindeki keseyi çıkarıp ona vermişti. “Kızıl Taş! Birileri buraya gelirse kır ve çocuklarım için savaş. Kendin için. Eğer işler istediğiniz gibi gitmezse bu kılıçla onları öldür. O zaman ruhları özgür olur ve tutsak edilemez.” Demişti. Koen başını salladı. “Anne. Anne Kedi Yaksotat seni yakalarsa öldürmekten kötü hale getirir.” Demişti. Anne başını usulca salladı. “Bunun çaresine bakacağım.” Demiş ve hızla çıkmıştı çayırların ortasına geldiğinde silikleşip kaybolmuştu. Koen yerdeki cesede bakmıştı yavaş yavaş soluyor gibiydi. Yavruları ve muhafızları içeri sokmuş ev bütün kapıları kilitletmişti. Birçok muhafız annenin emri üzerine bedenlerini insan formuna çevirip kılıç ve mızraklarını kuşanmıştı. “Epharai bizim en sağlam istihbarat kalemizdi. Annemizi tek göndermek içime sinmiyor kardeşim.” Kapının orada konuşan kedi muhafızları Koen duymuştu. Onlara doğru yürümüştü. “Epharai’nin önemli kılan şey ne tam olarak?” demişti. Kedi ona dikmişti gözlerini. İnsana dönseler de gözleri kedi gözü gibi duruyordu.  Koen onları dinlerken kan beynine sıçramıştı. “Bu bir tuzak yani!” demişti. Muhafızlar ona bakıyordu. Koen hızlı hızlı soluyordu. “Onu yakalamak için bir tuzak.” Demişti. Muhafızlardan çoğu onun gerginliği ile gerilmişti. “Anne onların tuzağına gidiyor!” demişti öncülerden biri olan kız. Annenin en sevdiği çocuklarından ve en büyüklerden birisi idi. Koen’in elindeki kılıca baktı. “Onu kurtarmaya gideceğiz. Burada çocuklara göz kulak olur musun?” demişti. Koen ona bakıyordu. “Elbette!” demişti. Muhafızlardan çoğu çıkmıştı ve onlar çayırın ortasında buharlaşırken Koen verandadan onlara bakıyordu. “Epharai bizim en büyük savunma kalemiz. Orada var olan ve yetiştirilip eğitilen çok kişi var. Bir nevi yer yüzündeki toplanma alanımız. O yüzden stratejik olarak önemli. Birçok kedi biçiminde kardeşimiz orada. Eğer hepsini avlarlarsa birçoğu buraya dönmek için acı çekip yol göstermeye başlar. İyi eğitilmiştir hepsi. Başlarının belaya girmesi demek gerçekten büyük bir saldırı altındalar demektir.” Muhafız bunu demişti. Koen onların gidişi ile içeri girmişti. Tek tek yavruları saymış ve tam olduklarını görünce üst kata onun odasına çıkmasını söylemişlerdi. Yargıç kitabını alıp onların ardından yukarı çıkmıştı. İçinde bir huzursuzluk vardı. Sanki bütün bedeni bir şeylerin geleceğini söylemek için hızlanmış ve adrenalin pompalıyordu. O anda pencerenin orada oturan yavru bağırmıştı. Henüz birkaç saat bile olmamıştı. “Annem döndü. Kapı açılıyor!” diyordu. Koen şaşkınlık içinde oraya bakıp kalmıştı. Gelen anne değildi ve ruh kapısı açılmıyor çatlıyordu. İçeri doğru akın eden karanlık gök yüzünü kuşatmaya başladığında kapının gümbürtüsü yer yüzü ve gökyüzünde duyulmuştu. Koen Yavruları alıp mahzene inmeyi dündü. Bütün ev sallanıyor ve çatırdıyordu. “Kimse yanındakinin elini bırakmasın.” Demişti. Otuz çocukta korkudan beden bütünlüğünü kaybediyor ve sürekli şekil değiştirip kendilerini dengede tutamıyorlardı. Koen ne yapacağını bilemeden sıkıca kılıcı kavramıştı. Gün ışığı kaybolurken uğultu etrafı sarıyor ve ağlama seslerine benzer uğultular etraflarında artmaya başlamıştı. Rüzgâr vardı ve fırtına o kadar güçlüydü ki evi sallıyordu. Yavrulardan birisi korku ile camı gösterip bağırmaya başlamıştı. Camın önünde dolaşan ruh normal değildi. Siyaha boyanmış bedeni içinde kırmızı gözleri parlıyor ve saçtığı karanlık enerji etrafta var olan bütün her şeyi çürütüyordu.  Koen hepsine hemen aşağı inmelerini söylemişti. Onunla en fazla ilgilenen yavru ise onun elini sıkıca tutmuştu. Kapalı odada bize kimse dokunamaz. Oraya!” demişti. Koen onun hangi odadan söz ettiğini hemen anlamıştı. Girişleri yasak olan kırmızı kapılı garip oda! Oraya doğru koştuklarında yavru anahtarın nerede olduğunu anımsamaya çabalıyordu. Koen ise her zaman anahtarı hanım efendinin kapının yanındaki ufak kutuya koyduğunu öğrenmişti. Kapıyı açıp herkes girince kapatmıştı. Bütün ev sallanıyordu ama artık gürültü yoktu. Dönüşmeyi durduramayan ruhların ışıkları karanlık odada parlayıp sönüyordu. Koen etrafa gözleri alışınca bakmaya başlamıştı. Sanki sonsuz bir karanlık vardı ve bu karanlık onları içine çekip yönlerini kaybettirecek kadar bulandırıcı bir havaya sahipti. Koen kapının altından sızan ışığa baktı. Birileri dolaşıyor gibiydi içeride. Herkes korku içinde bekliyordu. Bunca aksiyon ve kokuşturma yeni uyanmış bedeni için kötüydü. Yere oturdu ve yavaş yavaş nefes almaya başlamıştı. Ağır kılıcı kenarı bırakmıştı. “Anne!” diye bir feryat vardı. Hepsi kulak kesilmişti. Koen dizine tırmanan yavrunun parlayan sarı gözlerine bakıyordu. “O ses büyük ablanın sesi!” demişti. Koen onun susmasını işaret etmişti. “Değil! Büyük ablanın değil. Sessiz olmalısın.” Demişti. O sırada kapının önünde duran ayaklar ile ürpermişti. Kapı yavaşça iki defa vurulmuş ve ardından bir koşuşturma olmuştu. Dakikalar sonra tekrar kapı vurulmuştu. “Koen! Kedi annenin yavruları!” diye tanıdık bir ses belirmişti. “Efendi Tulhu!” demişti yavru birden form değiştirip kapıya atıldığında Koen onu yakasından tutup hızla çekmişti. “Koen! Oradan çıkmanız lazım. O odadan hemen çıkın!” demişti. Koen cevap vermiyor ve konuşmak isteyen yavrunun ağzını sıkıca kapatmıştı. “Onların dikkatini çekmek için aşağı ineceğim. Patlama sesini duyunca çıkın ve mahzenlere inin. Koruma çemberi…” Birden gürültü ile Koen geri çekilmişti. Birisi yere düşmüş ve bir boğuşma vardı. Daha sonra ses uzaklaşmıştı. O sırada garip bir sessizlik oluşmuştu. “İçerde dolaşan ağır ve hantal ayak seslerini duymaya başlamıştı Koen. Yanan ışıklar ile gözlerini kapamıştı. Açtığında yavruların hepsinin öne doğru eğilmiş halde hantal iri bir adamı selamladığını görmüştü. Koen yağlı yüzü sarkmış çirkince adama bakıp kılıcını sıkıca kavramıştı. “Derin uykumu bölen kişi kim? Huzuruma yemem için bunca ruh getiren kim?” demişti. Gözlerini Koen’e dikmişti. “Sen itaat et ve eğil!” demişti. Koen ona bakıp kılıcını kaldırmıştı. “Hiçbir ruh bir pis boğaza itaatsizlik edemez. Eğil!” demişti. Koen kılıcına ona doğrultmuştu. “Bir pis boğaz mı?” demişti. Pis boğazları anımsıyordu. Yargıçlar tarafından yaratılan garip varlıklardı. Yüz yıllar öce binlercesi yaratılmış ve salınmıştı. Çoğu avlanmış çoğu da açlıktan ölmüştü. Ama burada bulunan oldukça şişman ve bakımlıydı. “Bir Pis Boğaz isen bana itaat edeceksin!” demişti. Hantal varlık gülmüş ve üstündeki uzun şallar ile ona doğru yürürken yavruları sağa sola savurmuştu. “Sen kimsin de sana itaat edeyim be!” demişti. Koen onun ağzındaki iğrenç kokudan bayılacaktı neredeyse. “Ben bir yargıcım!” demişti. Pis boğaz öyle gülmüştü ki ağzı yüz seksen derece açılmış ve derin karanlık boğazı görülmüştü. Dişsiz çenesinin altındaki uzun derin karanlık boşluktan yayılan korkunç koku…  “Bakalım ruhunu çekip aldığımda bir yargıç mı yoksa sahtekâr mısın anlarız!” demişti. Koen ona bakıp kalmış ve o derin bir nefes alıp etraftaki havayı çekerken acı çekiyor gibi damarları çatlarcasına şişmişti. “Dövüşecek miyiz?” demişti etraftaki garip ortamdan kurtulmak ister gibi. Adam onun önünde durmuş hızla nefes alıp veriyordu. Kılıcını çekip onun gırtlağına doğru dayamıştı. “Kanıtlamak için beni yemeye mi kalkacaktın gerçekten! Şimdi burada emirleri kimin verdiğini konuşalım Pis Boğaz!” demişti. Varlık birden çenesini kapatıp geriye doğru çekilmişti. “Gerçekten bir yargıçsın.” Demiş ve saygı ile başını eğmişti. Koen onun ruhları yiyebildiğini düşününce koruma kalkanı olarak onu kullanabilirdi. “Yavruları bırak şimdi!” demişti yavrular uykudan uyanır gibi sıçramaya başlamıştı. Koen onlara bakıyordu. Kapıya doğru yürümüştü. “Şimdi dışarı çık ve biz aşağı inene kadar önden gidip bütün ruhları yemeye başla. Özellikle simsiyah olanları!” demişti. Pis Boğaz korku ile kapının ötesine bakıyordu. Heyecanla koşmaya başlaması birkaç saniye sürdü. Kapının önüne gelince birden durmuştu. Önünde dikilen ruha bakıyordu. Sürekli ağlayan ruhu içine çekerken mutlu ve karnı doyuyor gibiydi. Koen yavruların hepsine kedi formunda kalmasını söylemişti. Aşağı ineceklerdi. Etrafta iğrenç bir koku vardı. Gün ışığı kaybolmuş ve zifiri karanlıkta fırtına evi sallıyordu. “Efendi bana ziyafet sunuyor!” demiş ve keyifle dolaşan ve onları çevrelemeye çalışan ruhları yiyordu Pis Boğaz. Aşağıya indiklerinde etraf korkunç karanlıktı. “Onları alıp mahzenlere indir. Birisi zarar görürse senin gırtlağını ellerimle deşerim.” Demişti. Pis Boğaz korku ile kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırmış bir köpek gibi kenarı doğru çekilip yavrulara yol göstermeye başlamıştı. Koen Tulhu’nun gerçekten burada olduğunu seziyordu. “Tulhu!” diye fısıldamıştı karanlığa. El yordamı ile yönünü bulmaya çabalıyordu. “Tulhu!” diye tekrarlamıştı. Mutfak tarafından bir inilti duyulmuştu. Ardından çığlıklar. Koen oraya doğru gidince Tulhu’nun parlayan gözlerini görmüştü. Karanlıkta parlayan beyaz gözlere doğru yürüyüp onu kaldırmaya çalışınca ıslaklığı hissetmişti. “Yaralandın mı?” demişti. Tulhu mırıltı ile doğrulmuştu. “Odada bir pis boğaz saklıyordu.” Demişti. Koen onun yarasının nerede olduğunu anlamak için elinin olduğu yere elini koymuştu. “Mahzenlere inmemiz gereke demişti. Tulhu başını iki yana salladı. “O pis Boğazı ben yakaladım. Beni yemesi için buraya koydu. Bir gün ölmek için hazır olduğumda ruhumu yutmasını sağlayacaktı…” demişti. Koen onun birden ağzına hızla elini koymuştu. “Birisi var!” demişti. İçerideki parkeler gıcırdarken kırılan kapının sesi bir gürültü oluşturmuştu. Alacakaranlık başlamış gibi loş bir ışık gök yüzünde dolamaya başlamıştı. “Demek burası ha?” demişti bir adamın sesi. Tulhu bu sesi tanıyordu. Korkudan gözleri dehşetle açılmıştı. Koen onun ağzından elini çekip belindeki keseyi çıkarmıştı. “Azatod! Demişti Tulhu fısıltı ile. Kenarda duran heybeyi ona doğru uzatmıştı. “Bunu al ve kaç! Burayı terk etmen gerek. Herkesi öldürecek!” demişti. Koen elindeki parlayan kızıl taşları hızla ağzına atıp yanaklarına doğru kaydırmıştı. “Burası hanımefendi ve kedilerin evi. Onları terk edemem.” Demişti. Alacakaranlıkta Tulhu’nun karnına bakıp kalmıştı. Ciddi şekilde yaralanmış ve normal bir kılıçla yaralanmış gibi değildi. Kan oluktan akar gibi akıyordu. Koen ona bakıp kenarda duran hançeri aldı. “Pis Boğaz mahzende. Onu alıp üstlerine salacağım. Sende aşağı ineceksin. Orada yarana bakarlar.” Koen onun kolunun altına girip mutfağın mahzenlere inen kısmına doğru yürümek için kaldırmıştı. Mahzenlerin oraya vardığında merdivenlerden sessizce inmişti. Yanan mumlar vardı ve bir tarafta ise karnı hala aç gibi etrafta gezinen pis boğaz vardı. Tulhu artık adım atamıyordu. Koen onu çembere soktuğunda yavruların en büyüğü oraya gelmişti. “Tanrı Tulhu yaralı!” demişti. Koen onun yarasını hızla sarmalarını söylemişti. Taşları ısırmak için arka dişlerinin üstüne getirmişti. “Vücudun kaldırmaz!” demişti Tulhu doğrulmaya çabalayarak. “Hala zayıf. Seni öldürür.” Demişti. Koen ona bakmadı. Kılıcını kavradı ve çemberin dışına doğru çıkmıştı. “Pis boğaz yukarı çık ve gördüğün her ruhu parçalayarak yut. Tanrılarda dahil.” Demişti. Tasması çıkarılmış bir köpek gibi yukarı doğru fırlamıştı. Koen yukarı doğru çıkmaya başlamıştı. Ana salona açılan kapı sonuna kadar açıktı. Aralıktan çıkmıştı. Taşları kırmak için dişlerinin arasında hazır tutuyordu. “Tutun şu köpeği.” Diye bir adamın bağırdığını duymuştu. Boğuşma sesi geliyordu ve Pis Boğaz’ın böğürtüleri yükseliyordu. Onları göreceği açıklığa çıktığında Azatod ile karşı karşıya kalmıştı. Birkaç vahşi köpeğe benzer kap kara tüylü varlıklar pis boğazın etini parçalayıp onu boğazlıyorlardı. Keskin pençeleri etine girip çıktıkça böğürtüler çıkarıyordu. Koen bir süre bağıran Pis Boğaza baktı. Ağzından o koca derin kara delik gibi ağzından iniltiler çıkarıyordu. “Efendim beni kurtarsın!” demişti. Azatod ise dikilen ufak tefek duran Koen’e dönmüştü. Uzun ince yapılı hoş görünümlü hoş bir adamdı. “Sen kimsin çocuk?” demişti. Koen elindeki kılıcı sıkıca kavramıştı. Ardından Pis Boğaza doğru döndü. “Bir insan bozmasına efendim mi diyorsun iğrenç varlık seni. Dilini de yiyin onun!” demişti. Koen birkaç adım öne doğru çıkmıştı. “Beni tanımıyor musun?” demişti.  Azatod ellerini birbirine vurunca biraz daha aydınlanmıştı etraf. Koen’in yüzüne dikkatle bakmaya başlamıştı. “Tanımam mı lazım?” demişti. Pis Boğaz bir böğürtü ile yerde yuvarlanır iken dilini ısırıp parçalamaya çabalamaya çalışan köpeğe benzer iki ayaklı şeyi yutmaya başlamıştı. Onu canlı canlı yutarken keyifle böğürtüler çıkarıyordu. “Pis Boğazlar sadece Yargıçlara itaat eder. Ve onlar için çalışır.” Demişti Koen durgun bir sesle. “Yargıçlar ise tanrıların üstündeki Güneş’in hemen yanındaki güçlü ruhlardır. Beni tanımak ve bilmek zorundasın. Çünkü hesap vereceğin kişi benim. Boğazına elimi dolayıp sıkmaya başladığımda adımı söyleyip af dilemez isen ruhunu bin parçaya bölüp bin işkenceden geçirecek olan benim.” Konuşurken sakin ve durgundu. Gözleri dişleri arasında kırdığı taşla beraber kızıla dönüyordu. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. “Ayağıma kadar geldiğine göre hesap vermeye geldiğini umuyorum.” Demişti. Azatod ona şaşkınlıkla bakarken diğer köpekleri de parça parça yutmaya başlamıştı Pis boğaz.  Koen elindeki kılıcı ona doğru çevirmişti. “Ruh kapısını neden kırdınız? Derdiniz ne?” demişti. Azatod onun Koen olduğunu bilmiyordu. Değişen yüzü ve yüz yılların unuttuğu o ifadeler… Koen bambaşka birisi olarak onu karşısındaydı. “Benden bir şey çalındı!” demişti. Koen ona bakıyordu. “Madem yargıçsın o zaman adaleti sağla. Tanrı Tulhu, o köpek beni ısırmaya kalktı ve kitabımı çaldı!” demişti. Koen ona bakıyordu. Gözlerinde beliren kızıl halkalar parlıyor ve kanı çok hızlı akmaya başlamıştı. “O senden Altın Kitabı mı çaldı?” demişti. Azatod ona nefret ile bakmaya başlamıştı. “Öldürdüğünüz büyük bir tanrıdan çaldığın kitabı almış olduğu için buradasın yani?” diye üstelemişti Koen. O itiraf ettiği anda onu öldürebilirdi. “Bulduğum kitap!” demişti Azatod çekingen bir sesle. Koen ona inanmadığını belli etmek için birkaç adım atmıştı. Azatod onun baskın ruh enerjisini hissediyordu. “Her neyse gideceğiz!” dediğinde Koen ona doğru kılıcını doğrultmuştu. “Hiçbir yere gitmiyorsun! Seni buraya gönderen sürtük kedileri ve hanım efendiyi teslim edene kadar burada kalacaksın!” demişti. Azatod ona şaşkınlıkla bakarken Koen’in gözleri kızıla dönmüş ve dişleri arasından taşın özü sızarken gülümsemişti. Azatod onunla savaşmak zorunda kalacağını anladığında getirdiği karanlıkla boyadığı ruhları onun üstüne salmayı planlayıp ellerini birbirine vurdu. “Onu ben gidene kadar öldürün.” Demiş ve kapıya doğru yürüdüğünde kapı hızla çarpıp kapanmıştı. Koen elindeki kılıcı havada sallıyordu. “Bu çayırların kime ait olduğunu biliyor musun?” demişti. Azatod ona bakmıyordu. Sadece Pis Boğazın ruhları yutuşunu büyük camdaki yansımadan görebiliyordu. “Kime ait olduğunu biliyorum. Frange cadısına!” demişti. Koen usulca başını salladı. “Ev sahibi dönmeden neden gidiyorsun o zaman?” demişti. Azatod onunla savaşamayacaktı. Bunu yaptığında Yargıç olduğu gerçekten doğru ise öleceğini düşünüyordu. “Beni öldürmeyecek misin?” demişti. Koen onun tam arkasında durmuştu. “Henüz değil! Önce seni buraya gönderen tanrıça Yaksotat’a bir mesaj göndermemiz lazım.” Demişti. Azatod ona doğru döndüğünde boğazında soğuk çeliği hissetmişti. Getirdiği bütün ruhları Pis Boğaz iştahla yiyor ve yedikçe kanayan yaraları iyileşiyordu. “O… Ona ne söyleyeceksin? Be… Benim hayatımı takas etmez!” demişti. Koen gülümsemişti. “Hayatın olacağını nereden çıkardın sen? Sen değilsin takas!” demişti. Azatod ona bakıyordu. “Hanımefendi ve kediler karşılığında Altın Kitap!” bunu söylediğinde Azatod ona bakıp kalmıştı. “Peki benim hayatım?” demişti. Koen gülümsüyordu. “Sen hayatta değilsin ki… Benimle pazarlık yapıyorsun? Buraya gelip yaşadığım yeri mahvedip ruh kapısını kırıp kedilerden bazılarını öldürmeye kalktın. Ve daha nicelerini yaptın. Tulhu’yu yaraladın. Bu durumda senin infaz emrini vermem gerek. Değil mi Pis Boğaz?” demişti. Bir Pis Boğaz tarafından yutulmak ruhun yüz yıllarca acı çekmesine sebep olurdu. Azatod korku ile hızla nefes alıyordu. “Her tanrı iyi değildir. Denge için…” Koen ona susmasını işaret edince kelimelerini yuttu. “Dünyada dengeyi alt üst ettiğiniz yetmiyor köşemde çekilmiş dinlenirken beni rahatsız ediyorsunuz. Yüz yıllar sonra rahatlamak için ayaklarımı uzatmışken evime gelip ortalığı dağıtıyorsunuz. Bunları affedeceğimi sanmam. Şimdi tasmanın ipini tutan kişiye mesajımı hemen ilet.” Demişti. Azatod gözlerini kapamış ve transa geçip Yaksotat’a durumu anlatmıştı. Birçok kedi esaret durumunda değildi. Öldürülmüştü. Anne ve hanımefendi hayattaydı. Onlar dışında çoğu öldürülmüş ya da ağır yaralıydı. Büyük ablada yaralı ve hala tutsak durumundaydı. Yaksotat haberi aldığında aklını kaçırmış gibi hissetmişti. Oraya geleceğini söylemişti. Hazırlıklar için emir verip yükselmeye hazırlanacak ordusunu büyük avluya toplamıştı. Hanımefendi ve anne ise onunla gelecek ve yaralı olanlarda. Ölmüş olanların ruhlarının kapatıldığı toplayıcılar olarak kullanılan ufak bilyeler ise büyük bir altın kâse içine konulmuştu. Koen onlar gelmeden önce Pis Boğaza kalmış olan bütün ruhları yemesi için emir vermişti. Evi koruması için büyük bir tılsım yapmıştı kandan. O zaman yavrular ve Tulhu’yu üst kata çıkarmışlardı. Azatod ve Tulhu aynı yerdeydi. Tulhu’nun yaraları sarılmış halde yarı uyanıktı. Azatod ise daha korkunç durumdaydı. Kaçmaya çalıştığı için Koen onun kollarını kesmiş ve zincirlerle bağlayıp bir köşeye sabitlemişti. Ruh kapısının çılgınca yukarı doğru ruh çekmesini önlemek için kapıyı bastırmış ve tek bir giriş bırakmıştı. Hanım efendinin ve anne kedinin getirileceği o girişin orada bekliyordu. Eve birkaç metre uzakta hazırladığı giriş tıkırdamıştı. Pis Boğaz sürekli etrafta bağırarak ruhları yemekle ve irileşmekle meşguldü. Yılların ziyafetini çekiyordu. Evin içinde derin bir sessizlik vardı. Azatod ona doğrultulmuş kılıçlar ve mızrakların olduğu yerde kıpırdamadan duruyordu. Koen ise elinde Altın kitap ile bekliyordu. Göz bebeklerinin etrafını saran kırmızı halkalar onun bedenini tüketse de ruhu korkunç bir enerji saçıyordu. İkinci taşı kırdığında kapılar aralanmış ve Yaksotat belirmişti. Ardında ordu ve altın kâseyi tutanların yanı sıra yaralılar ve hanımefendi... Koen onları net olarak gördüğünde belindeki kılıcı çekmişti. “Onları bu tarafa gönder!” demişti. Fakat güzel ama içinde şeytanın ta kendisini taşıyan tanrıça bunu kabul etmeyip öne doğru birkaç adım atmıştı. Koen Oraya doğru yürüyen kadının durması için parmaklarını şaklattığında elindeki kılıç birden onun boğazına doğrultulmuş şekilde durmuştu. Koen aralarında kalan mesafeyi gösterdi. “Ölü ruhlar ve bütün yaşayanlar karşılığında bana kitabımı ve Azatod ile Tulhu’yu vereceksin!” demişti. Koen başını iki yana salladı. “Anlaşmanın şartlarını belirleyecek cesareti kendinde buluyor musun? Bence zamanı değil!” demişti. Kitabı havaya doğru kaldırmıştı. “Onları gönder ve kitabı alıp git!” demişti. Yaksotat onun kim olduğunu anlamak ister gibi ona dikmişti gözlerini. “Kimsin sen? Yüzyıllardır burada olduğunu söylüyorsun ve ben bundan haberdar değilim öyle mi?” demişti. Koen ona doğru birkaç adım atınca kılıç yavaşça kadının boğazına batmaya başlamıştı. “Tamam dur!” demişti Yaksotat birkaç adım gerileyip. Boynundan akan parlak kan göğsüne doğru süzülüyordu. “Gerçekten bir yargıç! Sana karşı koyamam. Kitabımı ver ve gitmeme izin ver. Senin dünyana bir daha bulaşmayacağım.” Demişti. Koen ona bakıyordu. “Zaten benim dünyama bulaşmış bir hastalıktan başka bir şey değilsin. Madem gitmeye bu kadar heveslisin… Pis Boğaz!” demişti. İrileşmiş yaratık birden kadının üzerine doğru zıplamış ve onu kocaman gövdesine basmıştı. Heyecanlı bir çocuk gibi konuşmaya başlamıştı. “Efendim bu kadını yemem izin versin. Onun gücü çok fazla!” demişti. Koen başını salladı. “Yemekte özgürsün!” dediğinde Yaksotat birden yaratığın çenesine hızla açılmadan vurup öne doğru atılıp kılıç boynuna batmasına rağmen orada durmakta ısrar ediyordu. “Kitabımı ver onları al. O oğlancı pislikte sende kalabilir. Bir daha sana dokunmam. Öldürdüğüm her ruh için sana sikke ödeyebilirim. Altın hem de. Bu şekilde dünyada istediğini alabilirsin. Benim dünyamda istediğin yeri alabilirsin.” Demişti. Aceleci ve korkmuştu. Koen ona doğru yaklaşmıştı. “Yüz yıllar önce masum bir çocuk vardı. Onun hayatı için kaç sikke ödersin Yaksotat. Kendin için köpek yaptığın, benliğini çalıp iyiliğinden faydalandığın… Onun kahrolmasına sebep olduğun için kaç sikke ödersin?” demişti. Yaksotat ona korku ile bakıyordu. “Kim? Jeniske mi? O kendi kaderini…” Birden boğazına doğru batmaya devam eden kılıçla korkup susmuştu. “Dilinde yüzün gibi yalancı. Güzelliğinin altında yatan çirkinliği bence herkes görmeli. Şu an zamanı değil ama yakında senin kafanı kesip koleksiyonumun parçası yapacağım. Şimdi emir ver de onlar bu tarafa gelsin sende öteki tarafa geç!” demişti. Yaksotat bağırmış ve onları bırakmalarını söylemişti. Kapının öteki tarafından hanımefendi ve anne kedi gelirken yaralılar yavaş yavaş geliyor ve anne kedi başını eğmeden elindeki altın kâseyi taşıyordu. Yaksotat onlar evin kapısına vardığında bağırmıştı. “Ver kitabımı artık. Bir daha buraya adım atmayacağım.” Demişti. Koen gülerek ona bakıyordu. “Pazarlık değişti. Senin canına karşılık onların canıydı. Bu kitap senin değil. Bunun bir sahibi var ve onun kitabı. Şimdi dönüp git!” demişti. Yaksotat bunu duyduğunda çılgına dönmüştü.  “Seni adi pislik! Bir yargıç sözünden döndüğünde cezası…” Boğazını delip geçen kılıçla olduğu yerde kalmıştı. Koen ona doğru yürüyordu. “Bir yargıç söz verdiğinde karşıdaki de sözünde duracak kişi ise gerçekten işleyen bir adalet oluşur. Sen yalancı bir tanrıçasın. Bu da bizim anlaşmamız olmadığını gösterir.” Demişti. Bedeni yavaş yavaş çöküyordu. Direnmesi gerekiyordu. Üstünlük kurmuşken Yaksotat’ı öldürmeye yaklaşmışken… Yapamazdı. Onu öldürmek için yeterince güçlü değildi. Onu korkutması bile yeterdi. Uzatmasına gerek yoktu. “Onu geldiği pisliğe doğru at Pis Boğaz!” demişti. Yaratık kadını bir bez bebek gibi belinden kavrayıp açılmış kapıya doğru fırlatmıştı. Koen ellerini çırptığında kapı hızla kapanıp yok olmuştu. Mühürlemişti kapıları. Artık onun dışında bu kapıları kimse açamazdı. Ne ruhlar girebilir en de bir ruh çıkabilirdi artık. Koen Pis Boğaz’a baktı. “Kalan bütün ruhları ye! Hiçbirinin burada dolaşıp birisine zarar vermesine izin verme. Bütün çayırı temizle!” demişti. Eve doğru gidiyordu. Bedeni artık çökecekti. Bunu hissediyordu. İçeri girdiğinde anne kedinin yere düşmüş hanımefendinin başında toplanmış kişileri dağıtmaya çabaladığını görmüştü. Koen oraya doğru gidip yere oturmuştu. Çürümüş gibi duran beden yavaş yavaş toza dönüşürken yüzünde bir gülümseme vardı. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Yüzündeki kemikli ellin gözünden akan yaşı sildiğini fark ettiğinde irkilmişti. “Artık huzur bulabilirim. Çocuklarım sana emanet Yargıç! Onların ruhlarını koru ve kutsa!” demişti. Koen onun elinin üstüne elini koyduğunda yavaş yavaş toza dönüşen eli hissedemedi bile. Bir avuç tozdan başka bir şey yoktu. Anne kedi kalan boşluğa bakıp elindeki altın kâseyi yere düşürmüştü. Ellerini yüzüne kapamış ve dizleri üzerine çökmüştü. Sarsılan bedeni kaybettiği hanımefendi içindi. Koen ona bakıp elini onun omzuna koydu. Anne kedi o gün hiç ağlamadığı kadar ağlamıştı. Hayatlarının parçalanışı ve dünyalarının yıkılışına ilk defa şahit oluyordu. Bugün çok yavrusunu ve onu var eden onu bu dünyada anlamlı kılan hanımefendiyi Frange Cadısını kaybetmişti. Önce ağıt, sonra yas gelirdi.  Daha sonra ise yeminler… Ant içilirdi. O gün parçalanan tek şey ruh kapısı olmamıştı. Onların dünyası değildi. Yaksotat bir yargıcın varlığından haberdardı ve artık tek başına kalmıştı. Azatod yoktu. Tulhu yoktu ve Altın kitap… O artık onun elinde değildi.

 

 

 

 

 

 

Bölüm Yirmi Dokuz

Adil Olmak

Günler günleri kovaladı, yıllar yılları ve sonunda üç koca sene doldu. Üç senedir ruhların kapısı kapalı ve artık dünyada sıkışmış olanlarla büyük savaş devam ediyordu. Ruh kapılarının kapalı oluşu ölüleri yeniden diriltmeye başlayanları ortaya çıkarmış ve çürümüş bedenler sokaklarda gezmeye başlarken savaş korkunç bir boyuta ulaşmıştı. Üç yıl boyunca bir ileri bir geri gidiyordu Barış ordusu. Karga lider korkunç bir adama dönüşmüştü. Ağzından çıkan her emir ölümün işini kolaylaştırıyordu. Epharai surlarına varan kadar çok kişi kaybedip çok kişi kazanmışlardı. En büyük kaybı ise Pain gölünün kuşatmasında yaşamışlardı. Ordunun yarısı Yaksotat’ın Yiyici dediği varlıkları ve ordusu tarafından kuşatılıp parça parça edilmişti. Öncü birliklerden sağ dönen kimse olmamış ve sonunda Karga Lider savaşın boyutunu değiştirmişti. Eğitilen binlerce efsuncu ile büyük bir kafesin içinde günlerce sürecek savaşta bütün yiyicileri param parça edip onları Yaksotat’ın ini dediği hisara göndermişti. Yaksotat komutanlarının seviyesini yükseltip kaybettiği iki tanrı kadar güçlü olmalarını sağlamıştı. Yer yüzünde ölüm kol gezerken Kutsanmış Çayırlarda büyük yas bir sene sürmüş ve binlerce ruh Koen’in liderliğinde sonunda geldikleri milyarlarca yıldızın parladığı boşluğa dönmeyi başarmıştı. Anne yavrularını eğitmek istemişti. Koen buna karşı çıkmıştı. Yavrular savaşmak için değil yol göstermek için eğitilmeli diye düşünüp savaşmayacaklarını belirtmişti. Orada savaşmak için kendini geliştiren iki kişi vardı. Tulhu ve Koen. İkiside hanımefendinin ölümünün ardından otoriter bir duruş sergilemişti. Tulhu için Azatod ile yüzleşmek zordu ve onu çayırın ötesine inşa ettiği büyük kuleye kapatmıştı. Ne bir lokma ekmek ne de su vermişti.  Zincirlenmiş halde karanlığa bürünmüştü. Koen’i bir sene boyunca kimse ziyaret etmemişti. Onu ilk eğiten Tulhu olmuştu. Sabahtan akşama kadar büyü yapmayı ve büyüleri kullanmanın yollarını öğretirken kendisine ait olmadığını düşündüğü Altın Kitaptan dersler veriyordu. Hanımefendinin vasiyetini açıklamak için Güneş’in Kızı ilk ziyarete gelen olmuştu. Vasiyet okunduğunda Tulhu kitabın ona bırakıldığını öğrenmişti. Buna itiraz edip kitabı vermek istemişti. Ama bu onun malı olduğu için alamazlardı. Şahit olanlar eşliğinde kitabı kabul etmişti. Hanımefendinin Koen için bıraktığı miras ise çayırlar ve bütün kedilerdi. Koen bunu kabul etmedi. Bu mirasın sahibin anne kedi olması gerektiğini söylemiş ve emir vererek oranın tek sahibini anne kedi yapmıştı. Anne ve büyük kızı artık yeni sahiplerdi. Koen için ikinci misafir ise birkaç hafta sonra gelmişti.  Qufang’ın kurucu kurdu Ayezi onu görmeye geldiğinde yeleleri uzamış iri bir kurt olarak evin kapısında belirmişti. Yaşlı bir adama dönüşüp kendini tanıttığında Koen’e öğreteceği şeyin gururunu kırmak olduğunu söylemişti. “Gurur sadece ahmaklar içindir. Eğer gururlu bir yargıç olursan senin için ölümden başka bir şey olmayacak.” demişti. Zedeleyici ve yıpratıcı geçen üç ay boyunca Ayezi ona itaat etmeyi sinsi olmayı ve gururun zadece bir kayıp olduğunu söyleyip diz çökmeyi gerektiğinde çöktürmeyi öğretmişti. Maios’un oyunun başı olan bu kurt ona sürekli Maios’u hatırlatmıştı. Zeki ve bir o kadar sakin yapılı bir varlıktı. Gücü içinde saklı ve gücünü bastırıp kendini kamufle edecek kadar yetenekliydi. Ayrılacağı günün akşamı ise Koen ile sessiz bir konuşmaya girmişlerdi.
“Sen eğittiğim ilk kişi değilsin. Sonda olmayacaksın. Ama benim için eğittiğim ve hizmet ettiğim bir kişi çok değerliydi. Benim için bir aile ve sığınaktı. Hayatımı kendi ellerime alma şansı veren tek kişi Beyaz Gelincik olmuştu. Ona hizmet etmek onurdu ve onun da senin için buraya gelmesini sağlayacağım. Savaştığın şey kendindin şimdi ise artık dışarıdaki dünya. O bu yolu geçmiş ve sonunu huzurla tamamlamış birileriydi. Seni görmeye gelecek ve geldiğinde onun gözlerine bakıp onun içinden geçenleri gör.” Demişti. Gitmişti. Bir buçuk sene kapıyı kimse çalmamıştı. Bir gece vaktiydi. Sessiz çayırda esen rüzgâr ufak çanları oynatıyordu. Koen ve Tulhu artık birbirlerine alışmış ufak bir aile kurmuş ve her şey normaldi. Akşam vakti yaptıkları gibi Tulhu oturduğu yerde yavrulardan birisi ile masa oyunu oynuyordu. Koen ise anneye iş yaparken yardım ediyordu. İşi bitirip büyük geniş salona gelip her zaman oturduğu tekli koltuğa çökmüş ve oyun oynayan Tulhu’ya bakarken yanına gelen yavruyu dinlemeye başlamıştı. “Artık basamakları çıkmayı öğreniyoruz Efendi Koen. Anne gök yüzüne nasıl tırmanacağımızı öğretiyor.” Demişti. Koen onu gülümseyerek diniliyordu. Tulhu sessizliğini nadiren bozardı akşam vakti. Oyun oynar ve sonra ortadan kaybolurdu. Uzun uzun boş çayırda dolaşıp daha sonra dönerdi. Yine yavruyu damada yenmişti. Ayağa kalkmıştı. “Akşam gezintisine mi gidiyorsunuz Tanrı Tulhu?” demişti masadan atlarken kediye dönüşen yavru. Tulhu ona bakıyordu. “Size eşlik edebilir miyim?” demiş ve onun peşi sıra kapıya doğru yürürken kapıdan iki tıklama sesi gelmişti. Derin bir sessizlik başlamıştı. Tulhu başını hafifçe çevirip Koen’e bakmıştı. “Misafir bekliyor muydun?” demişti. Koen ayağa kalkıp oraya doğru yürümeye başlamıştı. Kapının oraya geldiğinde gücünü açığa çıkarmış ve kapı tekrar vurulunca kolu tutup çevirmişti. O an şaşkınlıkla kalmıştı. Ona bakan iki kişi vardı. Koyu siyah kıvırcık saçları geriye toplanmış yeşil gözlü iri bir adam ve onun yanında gülümseyen gri gözleri olan beyaz saçları yerlere kadar dökülen beyazlar içinde bir adam. Koen şaşkınlıkla onlara bakarken Kurt Ayezi’nin anlattıkları aklına gelmişti. Enerjisi öyle güçlüydü ki karşısında dikilenler birkaç adım gerilemişti. Koen bir süre onlara baktı. “Siz kimsiniz?” demişti. Siyahlar içindeki adam konuşmaya başlamıştı. “Ayezi’nin söz ettiği Yargıcı ziyarete geldik. O sen misin?” demişti. Koen başını yavaşça sallayıp enerjisini bastırdı. Birkaç adım geride dikilen beyazlar içindeki güzel yüzü olan kişi öne doğru yürümüştü. Bir kadından daha alımlı ve hoş duruyordu. Koen ona hayranlıkla bakıp kalmıştı. Ondan daha uzundu ve adeta süzülerek yürüyordu. “Ben Rahom Kuwala bu kişide saygı değer eşim Kara Kurt Daki!” demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu.  Adam gülümserken gözlerindeki ışık belli oluyordu. “İçeri girebilir miyiz? Uzun bir yoldan geldik ve kapıların hepsi kilitli olduğu için inebilmek için çok uğraşmamız gerekti.” Demişti. Koen hemen kenarı doğru çekilmişti. “El… elbette!” demişti. Efsanelerin sonuncusu Kuwala bir kadın olmalıydı. Onun hikayesi öyle anlatılmıştı. İkisi içeri girerken dikilen Tulhu ile karşılaşmışlardı. Tulhu onlara bakarken Daki etrafa bakmaya başlamıştı. “Güneş’in Kızı doğru adres vermiş gibi. Bir yüksek ruh seviyesi ve yargıç!” demişti. Kılıcı belindeydi ve iki kılıç birbirine her vuruşunda sallanıp şangırtı sesi çıkarıyordu. Kuwala eve göz gezdirip koltukların olduğu yere doğru yürümüştü. Daki onu takip ederken dolaşan yavru kedilere bakıyordu. Koen kapıyı kapatıp onların ardı sıra yürürken Tulhu onu kolundan yakalamıştı. “Onlar…” Koen başını sallamıştı. “Beyaz Gelincik ve Kara Kurt!” demişti. Tulhu ne yapacağını bilemedi. Gerçekten ikisini görmeyi hiç beklemiyordu. İkiside apar topar oraya gitmişti. Anne kedi onları selamlayıp yavruları toplayıp dördünü yalnız bırakmıştı. Kuwala etrafa bakarken yüksek kitaplığa gözü takılmıştı. Daki ise oturduğu yerde kılıçlarını koltuğun kenarına dayamıştı. Koen hemen onların karşısındaki tekli koltuğa oturmuştu. Tulhu ise diğerine… Biraz sessizlik olmuştu. Daki gözlerini Koen’e dikmişti. “Öğrenmek istediğin şey ne?” demişti Daki. Koen bunu duyunca şaşkınlıkla kalmıştı. “Bilmiyorum. Hanımefendi ölmeseydi o bunu söylerdi ama kendisini yıllar önce kaybettik.” Dedi. Daki usulca başını sallayınca Kuwala ayağa kalkmıştı. “Senin için öğrenmeme izin ver ve bizim sana ne öğretmeye geldiğimizi bilelim.” Demişti. Koen başını sallayınca Kuwala onun tam önünde dikilmişti. Eğilip karşısında durdu. Onun gözlerine gözlerini dikmişti. “Ne kader ama!” demişti. Koen onun gözlerindeki beyaz ışığın içine doğru dalmış ve hareket etmiyordu. Tulhu çok sessizdi. Kuwala onun içinde gördüklerini söylemiyordu. Bir süre baktı. Ardından doğruldu. “Senin de gözlerine bakabilir miyim?” demişti. Tulhu başını sallayınca Kuwala onun yanına geldi. Başını onun yüzüne doğru yaklaştırmıştı. Hoş çiçeksi kokular saçlarından yayılıyordu. İpek gibi yumuşacık duran uzun saçları beline dökülüyordu. Kuwala onun geçmişini ve duygularını görmeye başladığında acısını ve kederini yaşıyormuş gibi hissetmişti. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Dakikalarca onun gözlerine dikmişti yaşlar akan gözlerini. Ardından çömelip elini onun elinin üstüne koymuştu. “Acı çekmemelisin. Bu hayatı sen seçmedin.” Demişti. Tulhu ona bakıyordu. Kuwala gülümsemeye çabalamıştı. “Tanrılar her zaman insaflı olur ve iyi olur sanırdım gençken. Şimdi geldiğimiz yerde bizi kutsaması için ağladığım tanrılar için ağlıyorum. Bu ne korkunç bir kader.” Demişti. Tulhu ona soğuk bir yüzle bakıyordu. Ayağa kalkmıştı. “Yapabileceğimiz tek şey size savaşmayı öğretmek. Ruhunuzu serbest bırakıp ahenginizi bulmanız. İkinizin de eksik parçaları var. Senin özlem çektiğin bir kişi senin ise… ölüm.” Demişti. Tulhu başını usulca salladı. “Ben bu savaşta olmak istemedim. Bir tanrı olmak istemedim. Sadece ölmek istedim.” Demişti. Kuwala geri koltuğa doğru dönüp oturmuştu. “Bir tanrıyı öldüremem ama ona nasıl öleceğini öğretebilirim.” Demişti Daki. Tulhu ona bakıyordu. “Bunu yapabilir misin?” demişti. Daki usulca başını salladı. “Zaman senin için hiçbir şey ama zamanın olmadığı bir yer var. Oraya gidebilmenin bir yolu var.” Demişti. Koen onlara dehşetle bakıyordu. “Ölmene izin veremem.” Demişti hırsla. Ayağa kalkmıştı. “Sen Altın Kitap’ın taşıyıcısı ve sahibisin. Onu yer yüzüne indirmek zorundasın.” Demişti. Tulhu başını iki yana sallamıştı. “Bunu ben istemedim. Sadece bana verilen görevi yaptım ve kandırıldım. Frange Cadısı beni yine oyuna getirip ıstırap dolu yaşamımı sürdürmem için beni zorladı. Beni öldürmeden kendisi öldü.” Demişti. Koen ona doğru dönmüştü. “Ölümü kendisi istemedi. Onun ruhani gücü tükenmişti.” Dedi. Tulhu başını iki yana salladı. “O ruhunu toplayacak büyüler biliyordu. Mücadele etmek yerine ölmeyi seçti. Bunu kabul et ya da etme.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. “Gerçek bu Koen ve sen kabul etmek yerine kendine yalan söylemeye devam et. Üç koca yıl oldu ve hiçbir şeyden habersiz buradayız. Aşağıda ne olduğunu bilmiyoruz. Belki herkes savaşı kaybetti ve Jeniske öldü. Bunu bilemeyiz.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Ölseydi eğer…” Tulhu derin bir nefes alıp ayağa kalkmıştı. “Ölseydi haberin olmazdı. Çünkü bütün kapılar kapalı. Yer yüzü başı boş binlerce ruhla dolu. Burada oturmuş kendimizi en kötü savaş hazırlıyor gibi rol yapmaktan sıkıldım. Sana öğreteceğim her şeyi öğrettim. Artık benim elimden bir şey gelmez. Bırak bende huzur bulayım ve Efendi Daki bana öğretsin nasıl ölüneceğini.” Demişti. Koen ona bakıyordu. Yumruk yaptığı elini çok sert sıkıyordu. “Sinirlenme hemen! Gerçekler bunlar!” demişti Tulhu. Koen ona bakıyordu. “Yeterince güçlendiğimde kapıları açıp gideceğim. O zaman aşağı inip kendini Yaksotat’a öldürt.” Demişti. Tulhu geriye doğru yaslanmıştı. “Gerçekten bunu yapacağına inanıyorum Koen. Şu zamana kadar başarmak için nelere katlandığını nelerden vaz geçtiğini biliyorum. Ama bende artık yapamıyorum. Acı çekmek istemiyorum artık.” Demişti. Koen ona bakarken Kuwala’nın yumuşak sesi duyulmuştu. “Acı çekmek gönülsüzlükle olur Tanrı Tulhu. Eğer bir kişi senin canını yakıyorsa ona karşı nefretin ya da sevgin yoktur. Kalbinde onun için beslediğin hiçbir duygu yoktur.  O yüzden o kulede onu unuttun ve orada bağlı olması ölmüş y ada yaşıyor olması umurunda değil.  Hiç zaferin tadını biliyor musun?” demişti. Kuwala oturduğu yerde gülümsüyordu. “Zafer kazanmak bütün acılarını unutturur. Bu zafer şampiyon olmak ya da birilerini öldürmek değildir. Uğrunda yaşayacak bir şeylere sahip olmayı başarmaktır.” Dedi. Tulhu ona şaşkınlıkla bakıyordu. Bir tanrı olarak yükselip huzurlu olan yere çekildiğinde o kazandığın zafer senin tek mutluluğun ve huzurun oluyor. Ölüm ise bir boşluk ve hiçlik olarak seni sürükleyip durur. O yüzden ölmeyi öğrenmek gerekir. Her ölüm yok olmak değildir. Daki sana gerçekten nasıl huzurlu öleceğini öğrettiğinde tekrar kararını verirsin.” Demişti. Tulhu ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kuwala ise Koen’e dönmüştü. Seninle yapacağımız önemli bir şey var. Bedenin dinç ve ruhunun dinlenmiş olması gerek. İçindeki bastırdığın ve hala tamamını çıkaramadığın enerjiyi ortaya çıkardıktan sonra gerçek bir yargıç olacaksın.” Demişti. Koen ona dönmüştü. “Ne yapacağız peki? Meditasyon ise…” Kuwala gülmüştü. “En son birisinin enerjisini çıkarması ve özgürleşmesi için onun zinciri ve prangaları olan ailesini öldürmesini sağlamıştım. Meditasyon Kör Rahibin tarzı. Ben daha eylemsel şeyler severim.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Öldürecek bir ailem!” yok demişti. Kuwala gülüp ona bakmıştı. “Babanı öldürdüğün için bu eylemi es geçelim ve daha güzel bir şey yapalım.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Yargıçlar her daim adildir. Doğru karar vermelidir. Tanıdığım en güçlü kadın ve yargıç olan kişi Güneş’in Kızı. İntikam almaktan çok adil olmayı öğrenmişti. Senin de bunu yapman gerek.” Demişti. Koen ona bakarken Kuwala koltukta oturan Daki’ye dönmüştü. “Kılıcını ona verebilir miyim?” demişti. Daki ona doğru kenarda duran Ung çeliğinden olan kılıcı atmıştı. “Daha önce binlerce insanın ölümüne neden oldum. Ama en önemlisi kendi çıkarlarım için bir annenin ölümüne sebep oldum.” Demişti. Koen ona bakıyordu. Ölmem gerektiğine inanıyorsan kılıcı al.” Demişti. Koen ona bakıp bir adım geri çekildi. “Binlerce insanı kurtarıp özgürlük getirmek için kendi varlığımdan vaz geçtiğimi de düşün.” Demişti Kuwala. Koen ona dikkatle bakıyordu. “Kadının çocuğuna ne oldu?” demişti. Kuwala düşünceli şekilde başını yana doğru eğmişti. “Yüce bir alim oldu ve orada çocukları oldu.” Dedi. Koen onun elindeki kılıca dikmişti gözlerini. “Peki onun ölümüne nasıl sebep oldun?” demişti. Kuwala derin bir iç çekmişti. “Gitmesine izin vererek. Güçleneceğini sandım ama işkence görüp öldürüldü.” Dedi. Koen başını iki yana salladı. “Ölmeye değmez.” Demişti. Kuwala bunu üzerine oturan Daki’yi göstermişti. “Binlerce masum kuzeyliyi katletti. Köylüleri, çocukları ve kadınları…” demişti. Koen oturan adama bakıyordu. “Ruhu karanlık ve dengesiz değil neden yalan söylüyorsun?” demiş ve Kuwala’ya bakmıştı. Daki başını yana doğru eğmişti. “Yaptım. Binlercesini öldürüp şöhret sahibi bir prens oldum.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala elindeki kılıcı ona doğru uzattı. “Adalet nedir?” demişti. Koen kılıcı almamak için birkaç adım daha gitmişti. “Adalet… Bir defasında sevgili babamın kitaplarından birinde ilaçları kullanırken dikkat etmemiz gereken şeyleri yazdığını hatırlıyorum.  Eğer demişti, eğer bir kişi diğerinden daha çok yaşamayı hakkediyorsa ilaç onundur. Eşit olmak adil olmak değildir. Güçlü yaralandı diye ilacı ona veremezsin. Bir hamile kadına vermen gerek. Çünkü o sadece kendi hayatından sorumlu değil. Aynen bunu demişti. Ruhları okuyarak adil olamazsın. Gözlerine bakacaksın. Bedenlerine… Sen savaşta sakat bir askeri öne sürerek düşmanı zayıflatmayı düşüneni öldürmelisin. Yıllar önce birilerini öldürdüğü için sakat kalanı değil. Adil olmanın yolu bilmektir. Gözlerine bakıp okumaktır.” Demişti. Ona doğru yaklaşıp gözlerini gözlerine dikmişti. “Ruh okuyabilmek bir yetenek ise insanların gözlerinden geçmişlerinde görmen gerek. Benim senin geçmişini görmem gibi.” Demişti. Koen onun uzattığı kılıcı almıştı. “Şimdi gözlerime bak ve ölmem gerektiğine ya da yaşamam gerektiğine karar ver.” demişti. Koen onun gözlerine dikmişti gözlerini. “Ne görüyorsun?” demişti Kuwala dakikalar sonra. Koen korkunç kuzey savaşını acıları kayıpları delirme noktalarını her şeyi gördükçe kitlenip kalmıştı. Konuşamıyordu. “Melez Piç!” demişti. Kuwala gülümsemişti. “Neden onun gibi senin arkadaşına işkence eden birisinin yıllarca peşinde koşup ölümünü kendin sağlamadın?” demişti. Kuwala geriye doğru çekildi. “Çünkü adil olmam gerekirdi. Onu öldürmek benim hakkım değildi. Onu öldürmek onun kullandığı ruhların hakkıydı. Yıllarca onu oyalayıp zayıflatmak ve öldürülmesi için uğraşmam gerekti. Bu adil olmaktı. Sadece gözlerimi ona dikip beynini param parça ettiğimde sadece geçici bir rahatlama olurdu. Ve bekleyen onlarca ruha saygısızlık.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıp kaldı. “Ama senin işin onu öldürmekti… O çok kişiye…” Kuwala başını sallamıştı. “Benim işim kurtarmaktı. Öldürmek değil. Bende yanılgıya düştüm ve öldürdüm. Öldürdükçe kirlendim ve kirlendikçe hastalandım. Beni o bataklıktan çıkaran şey ise bana inanların gücü oldu.” Dedi. Koen yutkunmuştu. “Kimseyi öldürmez isem nasıl adil olacağım.” Demişti. Kuwala kollarını göğsünde bağladı. “Öldürme demiyorum. Kimi neden ve nasıl öldüreceğini bilmelisin. Babanın defalarca göğsüne bıçak sapladın. Neden?” demişti. Koen ona bakıp kaldı. Babası hakkında konuşmak istemiyordu. “Ben… beni dövdüğü için.” Demişti. Kuwala ona doğru yaklaştı. “Gerçekten mi? Zaten hep dövmüyor muydu? Seni sürekli kenarı itekleyip, iğrenç olduğunu, onun için bir böcek kadar değersiz olduğunu söylemiyor muydu? Annenin ölümünden seni sorumlu tutup hastalıklı oluşundan söz etmiyor muydu? O gecenin farkı neydi? Niye onu defalarca bıçaklayıp bir mektubu bahane edip o seni koruyan genç ruhu sürülmeye mahkûm ettin?” dedi. Koen şaşkınlık içinde ona bakıyordu. Gerçekler daima içinde saklı kalmalıydı. Kuwala ona bakıyordu. “Gözlerini ondan ayırmıyordu. İlk günden biliyordun o mektubu. Heybesini karıştırıp okumuştun. Gitmemek için türlü bahaneler bulmuştun. Orada kalmak için yalvarmıştın. Ama o gece ne oldu da sen birden aklını kaçırmış gibi onu bıçaklayıp ilk defa ruhunu kanla besledin. Herkesin düşüncesi o genç adam onu öldürecek kadar güçlü sen zayıf olarak bilmesini neden doğru kabul ettin. Kendini korkak gösterdin?” Sorular arttıkça Koen dehşete kapılıyordu. Hızla kılıcı savurduğunda metalin çarpma sesi ile gözünü açmıştı. Daki onun hemen önünde dikiliyordu. “Bir daha kılıcımı ona doğru savurursan seni öldürürüm.” Demişti soğuk bir sesle. Koen onun parlayan gözlerine ve korkunç ifadesine bakıp kılıcı elinden bırakmıştı. Kuwala ise kenarda duruyordu. “İtiraf etmek zorundasın. Önce kendine adil ol!” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. “Sen beni anlayabileceğini mi sanıyorsun?” demişti. Kuwala başını sallamıştı. “Evet!” demişti. Koen bunun üzerine ona doğru dönmüş ve bağırmaya başlamıştı. “Küstahsın! Sizden yardım istedim. Siz ise benim sırlarımı sakladığım yaralarımı deşmek için burada olan iki meraklı ibnesiniz!” demişti. Kuwala bunu duyunca ona doğru birkaç adım atmıştı. “Bunu bana geceleri yatarken birini düşleyen adam mı söylüyor?” demişti. Konuşma çirkinleşecek. Çirkinleştikçe kapanmamış iltihap toplamış yaralar açılıp kanayacaktı.  “Niye babanı öldürüp suçu kabullenip onun gitmesine izin verecek kadar korktun? Neden o gece diğerlerinden farklıydı?” demişti. Kuwala gerçeği görmüştü ama onun kendine itiraf etmesini istiyordu. Kaçamak dövüşmesine izin vermeyecek kadar uzun yaşamıştı. Daki ikisine bakıyordu. Kuwala ona doğru birkaç adım daha atmıştı. “Hiçbir zaman saf olmadın. Ne çocukken ne şimdi. Ne üç yüz yıl önce birsini öldürüp onu uzaklaştırırken ne de buraya kaçarken… Sen zeki ve sinsi bir adamsın. Çünkü ruhun yargıç senin. Şimdi kendine itiraf et. Hikayende yalanları arındır ve anlatıcının doğruyu bilmesine izin ver. Yalanlara o kadar çok kandın ki sana saf gelen sevgiden o kadar korktun ki şimdi bunları anlat.” Dedi.

Yıllar önce o gece olanlar anlatıcılarında görmediği karanlık geçmişe gömülmüştü. Ne kaderin yazıcıları ne başka tanrılar hiçbiri onun gerçekte ne yaptığını görmeyecek kadar onun saflığını öne koymuştu. Kutsanmamış kirli bir ruhu kim izleyebilirdi ki. Koen o gece babasını öldürürken gözünü bile kırpmamıştı. Adalet onun kanında olandı. Ruhunu besleyen şeydi. Adil olmak için öldürmek olması gereken şeydi. O gece ne olduğunu düşünürken kalbi o kadar hızlı atıyordu ki kanın kokusunu tekrardan alıyordu. Dişleri birbirine kilitlenmiş şekilde gülümserken Kuwala’ya korkunç kızıl gözlerini dikmişti. “O beni satacaktı. Sadece beni herkesi!” dedi. Kuwala bildiği hikâyeyi dinlemek istemiyordu. Geri geri gidip koltuğa oturdu. “Beni kandırma ve olanları gerçekten anlat.” Demişti. Koen onun oturduğu yere giden Daki’ye bakıyordu. Tulhu onun suratındaki korkunç ifadeye bakıp kalmıştı. Hızlı hızlı soluyordu. “Ne oldu? En başından anlat ki neler olduğunu kendine adil olmuş ol!” dedi. Koen gülmüştü. “Onu öldürmek istedim. Çünkü o kötüydü. Sadece kendisi için her şeyi isteyen bir pislikti. O gece ve ondan önceki gecelerde onu öldürmek için çok çabaladım. Kendimi durdurmak için onu öldürebilmek için çabaladım. O bize bakmak için uğraşan kadını dövüyor ve onun çocuk doğuramadığını söyleyip ona eziyet ediyordu. O gece masadan kaldırdı onu. Kalkıp bacaklarını ayırmasını söyledi. Kadın iyi birisiydi. Sessizdi. Bana yemek verirdi. İşe yaramaz olduğunu söyleyemezdi ona. Kendisi sarhoş ve düşmüştü. O gece onu yerde sürüdü. Defalarca vurdu. Sürekli en sonunda bıçağı aldı ve onu kesip bu işi bitireceğini söylemişti. Ben toplasan elli kilo değildim. Göğsümü açınca kemiklerimi sayabilirdi insanlar.” Elini göğsüne koymuştu. “Sadece öldürmek istedim. Boğazını kesmek, defalarca etine bıçağın girdiğini görmek istedim. Ama yapamazdım. Ve o gece bunu yapmam için bir fırsat doğdu. O her zaman beni aşağılardı. Bana sürekli vurur ve bir kız gibi zırlamam için beni yerde sürüklerdi. Ona baba dediğim için benden tiksinip beni kapının dışına koyardı. O gece onlar aklıma geldi. İnsanlara gülümsemesi ve eve gelip bana vurması. Herkes onu örnek almamı isteyip durdu. Onun gibi güçlü olmamı istedi. Onun gibi olmamı istedi. Ve bende oldum. O kadının boğazını kesip yerde sürüklerken masadan bıçağı alıp yanına doğru sokuldum ve defalarca sapladım. Vurdu, itekledi ama defalarca sapladım. Sürekli ama sürekli bıçağı sokup çektim. Onun yüzüne vurdum suratına tükürdüm açılan yarasına elimi soktum. O kadar zevk alıyordum ki kendimden tiksindim. Öldürmekten zevk alıyordum aynı onun gibi. Korktum. İnsanlar onu nasıl öldürdüğümü anlayacak diye korktum. Başta istekli olduğum Hisar’a gitme fikri geldi aklıma. Bana büyük orduların buraya geleceğini oraya gidip orada birilerinin uşağı olabileceğimi söylemişti. Jeniske ya da başkası umurumda değildi. Kaçıp ondan kurtulmayı düşünmüştü. O an mektubu hatırlayıp çıkardım ve onu herkese gösterdim. Jeniske’ye onun beni satacağı yalanını bir nevi gerçeğini söyledim. Çünkü korktum. Beni onun gibi görmelerinden çok korktum. Onu öldürürken beni gören kadının kalbine bıçak sokarken bile zevk aldım ben.” Demişti. Gözlerindeki korkunç parıltıyı boğan göz yaşları vardı. “Ona bunu bilerek yapmadığımı söyledim. Ama o an kanın tadını almıştı. Daha fazla istedim. O benim nasıl bir pislik olduğumu görsün istemedim. Benim neye dönüştüğümü bilsin istemedim ve onun aklına benim yerime gidebileceği fikrini soktum. O dayanırdı. Ve savaş geliyordu. Kimsenin bilmediği o savaşı ben biliyordum. Babam onların büyük ordularını övünçle anlatırdı. Burada kalıp orada insan öldürmek istedim. Her anından zevk almak istedim.” Gülmüş ve arkasındaki koltuğa oturup kılıcı yana doğru bırakmıştı. Kılıcın çıkardığı gümbürtü ile bağırmıştı. “Kendimi eğittim. Ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrendim. Ve öldürmek için bekledim. Sürekli bekledim. Sürekli ve o an gelince son anına kadar kan denizinde boğulmak istedim. Kızıl taş kullanıcısı oldum. Ölümüm bile öldürerek olmalıydı diye düşündüm. Jeniske yoktu, babam yoktu sevdiğim kimse yoktu nefret ettiğim kimse yoktu. Tek ben vardım ve ölebilecek bir sürü ruh. O gün uçurumun orada onu gördüğümde kalbim durmayı reddetti. O kadar hızlı çarptı ki kendimden nefret ettim. Beni asla sevmeyeceğine inandığım adam beni iyileştirmek için sırtında taşıyıp Tulhu’nun göz yaşlarında yaralarımı tedavi etti. Benimle olmak için geç kaldığı için özür diledi. Onu kandırdığımı sadece bencilce öldürmek istediğimi bilmeyerek dizleri üzerinde ağladı. Hayatımı mahvettiğini sandı. Beni tek başına bıraktığı için binlerce kez onu affetmemi istedi. Onu gönderdiğimi ve babam gibi katil bir pislik olmak istediğimi bilmeyerek yalvardı. Öldüğüm gün anlamıştım. Onu hak etmeyecek kadar çirkin ve kirli olduğumu. Herkesi öldürdüm. Her şeyi yok ettim ama benim en büyük günahım onun ruhunu kirletmek oldu. Onu kandırmak ve saf bir aptal gibi davranıp onu kullanmak oldu. Bütün geçmişimi bana verdikleri andan bu yana ondan kaçmaya çabaladım. Frange’ye gittim, Qufang’a gittim ama beni aradı buldu ve beni sevmek için çabaladı. Ben ise…” elini hızla göğsüne vurmuştu. “Ben ise onun geçmişini karalamak ve hayatını onu kullanacak birilerine teslim etmesine izin verdim. Günahlar işleyip katil olmasına izin verdim. Yargıç olduğumu bilmiyor gibi kana susamışlığımı bilmiyor gibi bir korkak gibi yine kaçmaya çabaladım. Eksik kolumu bahane edip kaçtım. Sürekli kaçtım. Ve sonunda onu kaybettim. Artık öldüğümden emin olsun diye umudu kesilsin diye bana bile ait olmayan çaldığım ve yirmi sene içinde büyüdüğüm ölü bedenimi verdim. Ben acı çekiyorum diye kendine acı çektirmesine izin vermeyeceğim.” Demişti. Kuwala usulca gülümsemişti. “Yüz yıllar boyunca burada saklanacaksın yani. Ondan kaçmak için bu ölmüş çayırlarda burada sıkıştırıp tutsak ettiğin ruhlarla yaşayacaksın. Ölmek isteyeni öldürmeyip bencil olacaksın.” Dedi. Koen bunu duyunca yorgunca ona baktı. “Böyle olmayı ben istemedim. Jeniske beni sevsin istemedim.” Demişti. Kuwala başını iki yana sallamıştı. “Onun seni sevmesini istemediğin yalanına beni inandıramazsın. Bir kişi karşılık bulmadığı umutsuzluk dolu hayallere tutunmaz. Onu sevmiş ve onun senin sevmesini istedin. Bu yalana inanmam.” Demişti. Koen yavaş yavaş nefes alıyordu. Kuwala ellerini yavaşça birbirine vurmuştu. “Korku ve ne olduğunu bilememektir bu. Kana susamışlık ve adalet duygunun yönünü şaşırmasıdır. Sonuçta insan olarak doğdun ve insan olarak öleceksin bir gün. O süreçte yargıç olmanın bir önemi yok. Sonrasında önemi yok. İnsan denilen varlık hayatı boyunca elini bir defa kana bulağında o lekenin asla çıkmayacağına inanır ve her yeri kızıla boyamaya çalışır. Bu hataya hepimiz düştük. Ama bizi çıkaracak olanların var olduğunu unutmamak gerek.” Gözleri Daki’ye dönmüş ve dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. “Bencil olman kana susamışlığın bunlar geçmişin yükleri. Kaçıyor ve korkuyor oluşun… Önemli mi? Hayır! Şimdi ne olmak istediğine bakman gerek. Bir daha Jeniske’yi görmezsen işlerin yolunda olacağını sanman çok komik. O öyle olmuyor. Kalbin ruhun hasta oluyor. Ki şu haline bakarsak zaten hastasın. Senin iyileşmeye ve kaybettiğin yoluna dönmen gerek. Sana yol göstermeye çabalayanları tutsak etmek yerine onları serbest bırakıp adımlarını izlemen gerek. O…” dedi. Parmağı ile ayakta dikilip kalmış Tulhu’yu göstermişti. “Öldürdü, öldü… Acılar çekti ve bunların hepsinin sebebi olan adamı unuttu ve kendi başına ölmesi için bir kuleye kapattı. Bu huzur bulmak için geçmişten kurtulmaktır. Sen ne yapacaksın şimdi?” dedi. Koen ona bakıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu bile. “Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.” Dedi. Kuwala gülümsemişti. “Çok basit bir cevabı var Koen! Düşünürsen bulursun.” Demişti. Koen ona bakıp göz devirmişti. “Madem o kadar basit sen söyle!” dediğinde Kuwala korkunç bir gülümseme ile ona bakmıştı. “Dediğim şeyi yapacaksın ama!” demişti. Koen başını sallayınca Kuwala konuşmaya başlamıştı. “Jeniske’yi öldür!” demişti. Bir an ortalık buz kesmişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Sana dürüst oldum ve şimdi yap!” demişti. Koen başını iki yana salladı. “Bunu yapmayacağım.” Demişti. Kuwala öne doğru eğilip gözlerini öne dikmişti. Korkunç bir boş ifade ile ona bakıyordu. “Ya geçmişini unut ya da geçmişinin son parçası olan o adamı öldür ve yüklerinden kurtulup kurduğun yeni yüzün ve kimsenin bilmediği bu bedeninle bir yargı. Olarak in aşağı.” Demişti. Koen başını hızla sallıyordu. “Jeniske’ye bunu yapamam.” Demişti. Kuwala ona bakıp gülmüştü. “Karga Lider! Onun zaten şu an ölüden farkı yok. Kalbine bir hançer sokup atmasını durdurmuşsun fark etmez. Her şekilde bir ölü gibi. Ha burada durmuşsun ha aşağı indirip öldürmüşsün. Aynı şey.” Demişti. Gözü duvarda on ikiye gelen saate takılmıştı. “İki saat olmak üzere galiba!” demişti. Daki başını iki yana salladı. “Evet. Birazdan geri dönmeliyiz. Yoksa burada kalacağız. Ve evde açıkta yemek bıraktım.” Demişti. Kuwala gülümseyerek ayağa kalkmıştı. “Rica etsem kılıcı alabilir miyim?” demişti. Tulhu kalkıp yerdeki kılıcı alıp ona vermişti. Kuwala gülümseyip onun önünde saygı ile eğilmişti. “Ona yol gösterin Tanrı Tulhu. Kaybolmasına izin vermeyin. Daha uzun kalmak isterdik ama gitmemiz gerek. Burada işleyen zaman bizim zamanımızdan farklı.” Demişti. Tulhu onları geçirmek istedi. Verandaya çıktıklarında Daki endişe ile ona bakmıştı. “Aşağı inip onu öldürebilir. Olaya el atması için Güneş’in Kızı buraya gelsin.” Demişti. Kuwala ona bakıp başını hafifçe salladı. “Bu olmayacak Kara Kurt. Bunu yapacak kadar taş kalbi yok. Gözlerinde korkularının ve kaçma sebebini gördüm. O tekrar Jeniske ile yüzleşip onun gözleri önünde kana bulanmış olmaktan korkuyor. Ama buna mecbur. Kirlilik kan değil bunu bilmeli.” Demişti. Tulhu’ya doğru dönüp tekrar saygı ile eğilmişti. “O henüz çok genç ve saf. Ona iyi bakın. Lütfen. İleride gerçek bir efsane olacak bu gözlerinden belli. Sessiz bir yargıç olmayacak.” Demişti. Tulhu gülümsemişti. “Ziyaretiniz için teşekkürler. Gerçekten ölmek için görevlerimi yapmam gerekiyor mu?” demişti. Daki başını salladı. “Ruhundaki ıstırabı biliyoruz. Ama bu sizin vazifeniz. Ona yol göstermek sizin kader dediğini şey. Arınmak ve sonsuz huzur için yükselip bütün o acılardan kurtulmak için bunu yapın. O zaman zafer denilen şeye kavuşur ve ödülünüzü alırsınız.” Demişti. Tulhu başını usulca salladı. “Umarım o yerde sizi tekrar görürüm.” Demişti. Kuwala gülümsedi. Yavaşça kapıdan çıkıp çayırın ortasına süzülürken birer ışık olarak gökyüzüne doğru akıp yok oldular. Tulhu onlara baktı. Bir süre dışarıda kaldı. Sonunda içeri girdiğinde Koen’in yukarı çıkmış olduğunu gördü. En ağır ama en kısa ders bu olmuştu. Zamanın bütün yaşanmışlıkların sadece iki saat içinde onun ruhuna yüklenmesi ve adil olmanın önce kendisine adil olmakla başlayacağını söyleyen iki büyük efsanenin sözleri… Tulhu usulca koltuğa oturduğunda anne kedi kapıda belirmişti. Formunu değiştirip onun yanına doğru gelip koltuğa oturdu. “Gün geldiğinde sizin için de yas tutacağız.” Demişti. Tulhu huzurla gülümsemişti. “Göç etmemiz gerekecek. O gün geldiğinde hepimiz bir yerlere gideceğiz. Ama önce onu kapıları açmaya ikna etmemiz gerek Anne Kedi. Onu kendine getirmeli ve bu tutsak hayatına son vermemiz gerek. Yer yüzünde neler oluyor bilmiyoruz bile. Onun içindeki hesaplaşmasının bitmesi için beklerken hazırlıklarımızı yapmalıyız. Son kez yer yüzüne inip tekrar buraya dönerken lütfen bana yol göster.” Demişti. Anne usulca başını sallayıp onun omzuna başını dayadı. “Hanımefendi seni daima sevdi. Onun için bir oğul gibiydin. Acılarını dindirmek için burada olacağım. Onun bana bıraktığı bir emanetsin.” Demişti. Tulhu usulca gülümseyip gözlerini kapadı. “Teşekkürler anne. Kaybolan ruhumu evine kabul edip yol gösterdiğin için teşekkürler.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz

Döngünün Sonu

Beyaz Gelinciğin sessiz ve kısa ziyareti bir yargıcın kendini yargılayışına sebep olmuştu. Kendi içinde adil olmak için ona seçenek sunmuştu. Ya buradan çıkıp aşağıya artık var olmaya başladığı kişi olarak orada olacak ya da Jeniske’yi öldürüp sonsuza dek saklanmaya devam edecekti. O günün aylar sonra şafağın da gök yıllar sonra yarılacak gibi gürlemişti. Kapıların açıldığını hissediyordu herkes. Epharai sınırına yakın olan barış ordusu kampı güneşli güzel havanın bozulması ile neler olduğunu anlamayan tek taraf değildi. Epharai krallığı birden çöken bulutların oluşturduğu derin girdaba bakıyordu. Sanki gök yüzünde büyük bir fırtına başlamıştı. Ama o fırtına o kadar yavaş ve sessizdi ki kimse duymuyordu. Girdap dağılmaya başlarken etrafta bir rüzgâr oluşmuştu. Saldırı planı için tek çadırda toplanmıştı Barış ordusu liderleri ve komutanları. Gökyüzü yarılıyor diye çığlıklar koptuğunda herkes oraya doğru toplanmıştı. Gök yüzündeki girdap dağılırken büyük bir boruya anımsayan bir bulut uzantısı aşağı doğru hızla sarkıyordu. Tam olarak subay ve komuta çadırlarının ortasına doğru hızla çarptığında yer sallanmış ve kimse ayakta kalmayacağını sanmıştı. Yükselen toz bulutu ardında büyük bir gürültü bırakmıştı. Maios’un sesi yükselmişti. “Kimse düzeni bozmasın. Yaksotat’ın ucuz numaralarından birisi olabilir.” Demişti. Toz bulutu dağılırken ayakta iki kişi görmüşleri. İkiside düzün giyinmiş üstleri temiz saçları temiz kişilerdi. Birisini hemen tanımışlardı. Tanrı Tulhu! Yanında ise genç bir adam vardı. İri kılıcı beline takılıydı. Kılıcının altın kabzası parlarken dağılan saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıyordu. Birden onlarca mızrak ve kılıcı ona doğrultulmuş görünce gülümsemiş ve heyecanla konuşmaya başlamıştı. “Lanet olsun tam beklediğim gibi karşılandık!” demişti. Tulhu soğuk bir ifade ile dururken Koen neşeliydi. Onu tanıyan tek kişi vardı. Ona şaşkınlık ile bakarken öylece dikildiği yerde kalmıştı. Çökmüş gözleri parlarken nefes alışları hızlanmıştı. “Yüce Güneş adına!” dediğinde derin bir sessizlik olmuştu. Mızrakları ve kılıçları kenarı doğru çekerek onların etrafını saran çemberi dağıtıp dikilip kalmıştı onlara bakıp. Önce Tulhu’ya baktı. Tulhu başını eğip onu selamladı. “Karga Lider!” demişti. Jeniske ona bakıp şaşkınlıkla yüzüne bakıp yanında ondan daha kısa sırıtkan kişiye bakıp kaldı. “Bu nasıl mümkün?” demişti fısıldar gibi. Koen ise ne yapacağını bilemeden gülümsüyordu. “Yaşlanmış görünüyorsun Jeniske!” demişti. Etraftaki seslik devam ederken Aiken onlara bakıyordu. Maios ise onda tanıdık gelen şeyi çözmeye çabalıyordu. Koen dişlerini göstererek sırıtmıştı. “Geciktiğim için özür dilerim.” Demişti. Jeniske ne diyeceğini bilmiyordu. Bir şey diyemedi. Elini alnına koydu ve hızla çadıra girerken Koen adım bile atamadan boynuna çevrilmiş kılıçlar ile durdu. “Jeniske! Benim! Jeniske!” demişti. Tulhu ise ona bakıp göz devirmişti. “Onu şoka soktun. Böyle gösterişli inişe gerek var mıydı?” demişti. Koen ona dönmüştü. “Tulhu ona benim olduğumu söyle! Çekin şu kılıçları!” demişti. Eliyle kılıçlara vurup olduğu yerde tepinmişti. Tulhu omuz silkti. “Birazdan döner umarım!” demişti. Aiken öne doğru çıkmıştı. “Seni tanıyor muyum?” demişti. Onun geçmişini görenlerden birisi Aiken idi. Ruhu ev kalbi uyuşmadığı o zaman dağda tedavi görürken onun gençliğini ve geçmiş yüzünü görmüştü Aiken. Koen gülümsemişti. “Aiken benim! Koen!” demişti. O anda derin bir sessizlik başlamıştı. Koen ona bakıp gülümsedi. “Benim eski en başta olmam gereken bedenim.” Demişti. Maios oraya doğru yaklaşmıştı. “Sen gerçekten…” Koen atılmıştı. “Evet benim Kral Maios. Ölmedim. Sadece form değiştirdim.” Demişti. Tulhu onlara bakıyordu. “O gerçekten Koen.” Demişti Tulhu. Maios şaşkınlık içinde ona bakıyordu. Aiken ise öne doğru çıkmıştı. “Yüzün. Ve daha gençsin…” demişti. Koen gülümsedi. “Ölmüş bedenime döndüm. Uzun hikâye! Jeniske’yi görmem gerek.” Deyip adım attığında Aiken ona kılıcını doğrultmuştu. “Bundan emin olamayız. Yanında Yaksotat’ın köpeği varken sizi öylece liderin çadırına alamayız.” Demişti.   O sırada arkada duran Tavi bir öksürük ile boğazını temizlemişti. “Tanrı Tulhu bizim yanımızda!” demişti. Tulhu ona bakıyordu. “Tanrı değilim ben! Düşürüldüm.” Dedi. Tavi oraya doğru yavaş adımlarla ellerini arkasında birleştirip yürümüştü. “Misafirleri içeri alalım ve konuşalım. Burası tiyatro meydanı gibi oldu.” Demişti. Koen ona baktığında durgunlaşmıştı. Tavi bunu dediğinde kılıçlar inmiş ve onları içeri doğru davet etmişti. Koen çadıra girmişti. İçeride masada oturan Jeniske’yi görünce hızla oraya doğru gelmişti. “Yaklaşma!” demişti Jeniske. Koen olduğu yerde durmuştu. Jeniske başını kaldırıp ona bakmıştı. “Neredeydin?” demişti. Koen ne diyeceğini bilemedi. Herkes içeri doğru girmişti. Tulhu bile masanın oradaydı. “Cevap ver!” demişti Jeniske. Koen derin bir nefes aldı. Yüzüne soğuk bir ifade inmişti. “Frange Cadısının çayırlarında!” demişti. Jeniske ona bakıyordu. Gözlerinin altı kararmış yüzünde soğuk ve kanlı bir ifade vardı. Gözleri sönüktü. Konuşmaları yavaş başlamış ama seri gidecekti.
“Frange Cadısı nerede peki şimdi?”
“Öldü! Üç sene önce öldü.”
“Nasıl?”
“Yaksotat ve Azatod saldırdı. Ruh kapılarını kırdılar.”
“Neden?”
“Tulhu Altın Kitabı çalıp kaçmıştı. Onu arıyorlardı.”
“Niye eski bedenine döndün?”
“Yargıç olmayı kabul ettim çünkü!”
“Peki niye şimdi döndün?” Jeniske bunu sorunca Koen bir an için kalmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Öylece ona bakıp kalmıştı. Birkaç ay önce Beyaz Gelincik onun son olarak kendi ile hesaplaşmasını yaptırmış ve şimdi kendini hazır hissettiği için buradaydı. Ama asıl sebep artık ondan kaçmayacaktı. Bir süre yere baktı. Ardından başını kaldırmıştı. Yirmilerinde genç bir delikanlıydı. Dalgalı kumral saçları arkaya doğru toplanmıştı. Dudaklarını yaladı yavaşça yüzünde yaşına göre sert bir ifade belirmişti. “Çünkü hazırım!” demişti. Jeniske bunu duyunca ona dikmişti gözlerini. Ayağa kalkıp ona doğru yürümüştü. “Neye hazır olduğunu sanıyorsun sen? Bu savaş senin savaşın bile değil!” demişti. Koen karşısında dikilen ondan uzun iri ve güçlü duran adama bakıp çenesini dikleştirdi. “Savaşa değil. Yüzleşmeye. Kaçtığım her şeyle yüzleşmeye hazırım.” Demişti. Jeniske dalga geçer gibi gülmüştü. “Geldiğin yere defolup git!” demişti.  Koen ona bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı. “Jeniske…” konuşacağı sırada Jeniske onu kolundan tuttuğu gibi çadırın dışına doğru sürüklemiş ve bağırmıştı. “Kamp sınırlarından onu çıkarın!” demişti. Tulhu oturduğu yerden kalkmıştı. “Bunu ona yapma. Onu getirebilmek için çok çabaladım.” Demişti. Jeniske ona dönmüştü. “Sakın bir kelime bile etme. Boğazını kesip atarım.” Demişti. Tulhu ona doğru yürümüştü. “Bunu yaptığında sana minnettar olurum. Onu buraya geri getirmek için çok çabaladım. Şimdi emrini geri çek!” demişti. Jeniske ona dik dik bakıyordu. “O gerçekten Koen mi?” Maios bunu sorarken şaşkındı. Tulhu ona doğru dönmüştü. Onun ruhunun özünü gerçek bedenini aktarılırken oradaydım. O gerçekten Koen!” demişti. Maios o an yıllar önce verdiği sözü anımsamıştı. Birden dışarı doğru fırladı. “Bırakın onu!” diye bağırmıştı. Ardından Koen’i yerden kaldırıp onu içeri doğru geri getirmişti. “Eğer gerçekten sen isen burada kalacaksın. Tekrar aynı şeyler olmayacak.” Demişti. Koen ifadesiz ve boş gözlerle ona bakıyordu. Tulhu ise başını usulca sallamıştı. “Efendi Ayezi’nin soyundan olduğunu belli ediyorsun.” Demişti. Jeniske ise arkasına bakmıyordu. Birden çadırda ölüm sessizliği başlamıştı. Koen derin bir nefes aldı. “Madem öyle! O zaman ikinci seçenekten başka bir şey kalmadı bana. Gerçekten onun dediği gibi bir ölüye benziyorsun. Seni öldürüp geri döneceğim ve bir daha yer yüzüne adım atmayacağım.” Demişti. Kılıcını çektiğinde Jeniske karşılık bile vermemişti. Koen birden ruhani gücünü serbest bıraktığında Jeniske ve Tulhu dışında herkes yere çökmüştü. Koen hızlı hızlı soluyordu. “Yüz yıllardır kaçtığım şey ile yüzleşemeyecek isem onu öldürüp giderim.” Demişti. Kılıcını savurmuştu. Başı boş savruluş boşa gelmiş ve Jeniske’nin tam sırtında durmuştu. Koen ona bakıyordu. “Bana bak ki seni öldürürken yaşadığından emin olayım.” Demişti. Jeniske tepki vermiyordu. Tulhu burnundan akan kana bakıyordu. Ayakta daha fazla duramazdı. Koen’in gittikçe yoğunlaşan enerjisi çadırın dışını da bastırmaya başlamıştı. “Her şeyi ve herkesi şu an yok edip gideceğim beni durdurmayacak mısın? Kurduğun bütün dünyayı…” Adımları yavaşlamış ve Jeniske’nin hemen önünde durmuştu. Maios kılıcını çekmeye çabalıyordu. Kime sallayacaktı kılıcını? Tebaası olması gereken Koen’e mi, yıllardır omuz omuza savaştığı Jeniske’ye mi? Gücünün yetmemesi onu yıkıyor ama sevindiriyordu. Jeniske onun kızıla dönmüş gözlerine bakamaya başlamıştı. “Öldür ve git!” demişti. Koen kılıcını onun göğsüne saplamak için doğrulttuğunda artan enerji herkesi parçalayacak kadar güçlüydü. Jeniske üzerinde yoğunlaşan enerjiye direnmek için çabalarken diz çökmeye başlamıştı. Koen onun çöküşü ile kılıcını onun çenesini havaya kaldırmak için kullanmıştı. Yüzüne bakıyordu. “Ben buraya bunun için gelmedim. Ben bu sefer kendi doğuşuma kendim karar verdim. Ne olacağıma ne olmak istediğime kendim karar verdim. Kimseye yük olmadan kendi adımlarımı attım. Ne istediğimi bilerek geldim. Seni öldüremeyeceğimi adın gibi bilerek bana karşı koymuyorsun. Şunu bil ki ben artık senin sırtında bir yük değil karşında bir insan olmaya karar verdim. Benim yüzümden kendini paralayıp suçlamaman için geri döndüm. Beni sevdiğin gibi seni sevmeye geldim. Seninle savaşmaya değil senin beni affetmene ihtiyaç duyduğum için geldim. Ben kendimle seninle bu gerçekle yüzleştim. Kabul ettim. Ve bilerek geldim. Boynuma sarılıp beni özlediğini söylemeyeceğini bilerek geldim. Suratıma bir tokat atacağını düşünerek geldim. Ben bu döngünün sonunu getirmeye geldi.” Demişti. Enerji hafifliyordu. Koen kılıcını geri kınına soktu. “Ve ben artık zorlamayacağım Jeniske. Babamı keyif alarak öldürdüm. Seni kan dökmek için sürülürken izledim. Her şeyi bilerek yaptım. Bilerek o tepede yıldızları izlerken seninle kaldım. Bilerek kaçtım. Biliyordum .ne olduğumu ne olacağımı ne olmak istediğimi… Seni tekrar orada görene kadar kan dökerek ölmeyi diledim. Bunu dileyerek öldüm. Dişime değen kanın tadından zevk aldım. Adil olmak yerine daima çıkarlarım için savaştım. Dayak yediğim için dayak atmadım. Zevk aldım. Seni yıpratmaktan kendime zarar vermekten bir zavallı olup ilgini üstümde hissetmekten zevk aldım.  Şimdi gerçekten adil olacağım. Çünkü ben bu sefer istediğim kişiyim. Birisinin kanı akarken kirlenmiş değil kirletilmişlerin temizlenmesi için olacak. Kutsanmadım, lanetlendim. Şimdi bu lanet kolumda bir altın zincir ve ben onu elime dolayıp sallayıp dolaşıyorum. Zavallı değildim. Hiç olmadım. Bunu biliyordum. Ama bil istemedim. Çünkü sana karşı aşağılık ve küçük olursam beni sevip kollayacağına inandım. Karanlıktan korkarsam yanımda uyuyacağına. Ama artık öyle değil. Beni kolumdan tutup atıp kampın dışına sürüklemene gerek yok. Ben bu kampı kendi ayaklarıma terk ettim. Yine ederim. Daima bir adım önünde olur seni korumaya devam ederimde. Gerçek Koen’i bil ve tanı istiyorum. Diriltilmeye ihtiyacı olan, korunmaya ihtiyacı olan birisi değilim artık. Sadece sevmeye ve sevilmeye ihtiyacım var. Beyaz Gelincik seni öldürdüğümü söyledi. Ben seni değil kendimi öldürmeye geldim. Beni acizce intihar etmiş bir pislik olarak görme. Ben kendimle savaşıp onu parça parça ederek öldürdüm.” Demişti. Çadırın çıkışına doğru yürüdü. “Sen bir daha benimle görüşmek isteyene kadar bekleyeceğim. Artık birbirimizi zorlamak ve kaçmak zorunda değiliz.” Demişti. Çadırın çıkışına doğru yürümüştü. Tam önünde durup ileri doğru on adım atıp kılıcını ve ufak heybesini çıkarıp oraya yüzü çadıra dönük şekilde olacak biçimde oturmuştu. Af dilmek sadece sözlerle olmazdı. Ona ne kadar kararlı olduğunu göstermek için bütün direnci ile bekleyecekti. Oturmuştu. Çadırın çıkışına bakacak biçimde oturmuştu. O gün kimse bir şey konuşmamıştı. Sadece sessizce beklemeyi tercih etmişlerdi. Çadırdan çıkanlar Koen’in kapıda bağdaş kurmuş biçimde oturmuş gök yüzündeki açılan bulutları izlerken gülümsediğini görüyordu. Başını kaldırmış gökyüzünde neşeli bir gösteri izler gibi gök yüzünü izleyişine bakıp geçmişlerdi. Herkesten çok sonra Tulhu çıkmıştı. Kitabın sahibi olduğuna dair Jeniske ile bir konuşma gerçekleştirmiş ve birkaç soruya cevap vermek zorunda kalmıştı. Çıkınca çadırın önünde duran Koen’i görüp yanına doğru yürümüştü. Tam önünde çömelip onunla göz göze gelince gülümsemişti. Elini onun başına koymuştu. Koen ona bakıyordu. “Tekrar bahar gelemeye başlamış buralara. Sanırım bunca şey için doğru olan buydu!” dedi Koen. Tulhu başını usulca sallamıştı. “Doğru olan seni huzurlu hissettiren. Kendi yolunu buldun ve ondan vaz geçme.” Demişti. Koen usulca başından çekilen el ile tekrar başını kaldırmıştı. Gökyüzü günün en sakin zamanlarını yaşıyordu. Bulutlar dans eder gibi yavaş yavaş açılıyor ve açılan bulutların ardında hoş bir mavilik beliyordu. Günler onun çadırın girişini izlemesi ile geçecekti. İl gece başladığında orada oturmaktan vaz geçmiyordu. İkinci gece başladığında hala oradaydı. Uyumamıştı. Sadece çadıra bakıyordu artık. Yorgun gözleri çadıra dikili halde oturduğu yerde bedeni uyuşmaya başlamış biçimde orada bakıyordu. Bir defasında ona biraz haşlanmış sebze ve su getirmişlerdi. Maios’un onun için gönderdiği yemeği kabul etmeyip sadece biraz su içmişti. Üçüncü günün sabahı artık onun için bu bekleyişin biteceğinden habersiz gözleri çadıra dikiliydi. Muhafızlar onun hakkında konuşuyordu. Bütün kamp onun dönüşünü konuşuyor gelip ona bakıp gidiyordu. Öylece başını eğmeden oturmuş bekliyor ve kabul edilmek için direncini sınayan Jeniske’nin artık dayanamayacağı noktaya gelmesini bekliyordu. Çadıra giren çıkan çok oluyordu ama Jeniske hiç çıkmamıştı. Bugün komutanların çoğu öğlen onun çadırına doğru harekete geçmişti. Gelen kişiler bekleyen Koen’e bakıyor ve fısıldaşıp içeri giriyordu. Jeniske’yi tehdit ettiğine dair bazı dedikodular vardı ama bunların asılsız olduğu biliniyordu. Jeniske’nin onu kovduğu gerçeği ise onu dışarı sürükleyenleri görenler tarafından daha gerçek olarak anlatılan bir dedikodu idi. Koen oturduğu yerden içeri girenlere bakıyordu. Frange ordusu komutanlarından bazılarını tanıyordu. Qufang komutanları, Üç Tanrı dağı komutanları ve özgür birlikler komutanları… Hepsi gruplar halinde çadıra geliyor ve raporlarını sunacaklardı. En son ise orduların generalleri oraya doğru harekete geçmişti. Elias orada değildi ama Gerda onun yerine kendi ordusunun generali olarak kendini göstermişti. Yanında Aiken ile çadıra doğru yürürken durmuştu. Koen’i görmüştü. Gözlerini çadır kapısına dikmiş halde bekleyen gence bakmıştı. “Bu gerçekten o mu?” demişti Aiken’e bakıp. Aiken başını sallamıştı. “O!” demekle yetinmişti. “Peki o gerçekten kovuldu mu?” dedi. Aiken başını sallayıp adımlarını hızlandırmıştı. Onun yanına doğru gidip tam karşısında durunca Koen gülümsemişti. Yorgun gülümsemesi, çökmüş göz altları… Aiken ona şaşkınlıkla bakıp çömelmişti. “Neden kendine işkence ediyorsun?” demişti. Koen konuşmak için kurumuş dudaklarını ayırmıştı. “Artık vaz geçip kaybetmek istemiyorum.” Demişti. Aiken onun için üzülüyordu. Maios gibi ona inanlardan birisi idi. Efendisi Jeniske’nin çektiği acıyı bile göz ardı edebilirdi. Koen yanlarında duran Gerda ile göz göze gelmişti. O artık bir kadın gibiydi. Kılıcı sırtında ve giyimi sert bir kadın. Gözlerinde ölümün karanlığı vardı ve hayatta kalmak için savaşan bedeninde izler… “Değişmişsin!” demişti Gerda çekingen bir biçimde. Koen dalga geçer gibi gülmüştü. “Sende…” bu cevap ile Gerda göz devirip ona belindeki matarayı uzatmıştı. “Su içmezsen ölürsün. En son ne zaman yemek yedin?” dedi. Koen bunu umursamıyordu. Önüne atılan deri mataraya bakıp onu yavaşça yerden alıp geri uzatmıştı. “Buna gerek yok.” Demişti. Gerda onun uzattığı matarayı aldığında kaşları çatılmıştı. “Ölümün herkesi parçalamıştı. Gelişin yine parçalayacak. Hakkında çıkan dedikodular ve onca şey… Karga Lider bunlarla baş etmek zorunda kaldı. Seni affetmesi uzun sürecek. Bence dirençli olmak için sana verilen ikramları kabul et.” Demişti. Koen gülümsemişti. Gökyüzüne bakmak içini başını kaldırmıştı. Bulutlar bugün yoğun ve yağmurun habercisiydi. “General Aiken!” diye bağırmıştı genç bir ses. Oraya doğru giderken durmuştu ayakları. Koen başını indirdi. Nasio kocaman bir adam olmuştu. Uzamış, gelişmiş ve bir savaşçı Qufang gibi kılıcını kuşanmıştı. Ama hala neşesi çocuksuydu. “Nasio!” demişti Aiken ona doğru başını çevirip. Ayağa kalkmıştı. “Bugün bende toplantıyı izleyeceğim.  Bunun için sonunda izin alabildim.” Demişti Nasio ama gözleri Koen’in üzerindeydi. Koen ise ona bakmıştı. Durgun yüzünde tek bir ifade bile yoktu. Yorgunca gözlerini kapatmıştı. “Kral Maios çoktan girdi içeri. Sizde girseniz iyi olur.” Demişti Koen mırıldanarak. Gerda matarayı yere bırakmıştı. “Onu ikna etmek için konuşacağız.” Demişti. Koen bunu duyunca birden Gerda’ya dikmişti gözlerini. “Bunu sakın yapmayın!” demişti. Gerda ona bakıyordu. Koen ise başını iki yana sallamıştı. “Bunu yapmayın. Biraz olsun beni dostunuz olarak görüyorsanız bu işe hiç karışmayın.” Demişti. Gerda başını salladı. “Peki!” demişti. Nasio hala uzaktan onlara bakıyordu. Aiken ve Gerda oradan ayrılmıştı. Koen yorgunca başını geriye doğru atıp gökyüzünün yavaş yavaş grileşmesini izlemeye başlamıştı. Yağmurun kokusunu aldığını hissediyordu. Ne kadar süre öyle durduğunu bilmiyordu. Güneşin önündeki bulutlar zamanı da karartmış gibi hissettiriyordu. Yorgunca gözlerini açıp başını indirmişti. Gün geceye dönmeye yaklaştığını havada çığlık atan kuşlarla anlatıyordu. Alacakaranlık yakındı ve güneş yavaş yavaş çekiliyordu gökyüzünden. Koen karşısında dikilen kişiye bakmak için gözleri ile yüzünü taramıştı. Gördüğünden emin olmak ister gibi tekrar bakmıştı. Jeniske ona bakıyordu. “Benden nefret mi ettin?” demişti Jeniske ona bakarken. Koen usulca başını iki yana sallamıştı. “Senin için yaptığım şeyler sana acı mı veriyordu?” diye başka bir soru sormuştu. Koen yine başını iki yana sallamıştı. “Seni sevmemden tiksindin mi?” Koen bunu duyunca gülümseyip başını iki yana sallamıştı. “Asla!” demişti. Hırıltılı yorgun sesi ölü bir bedenden çıkan son fısıltı gibiydi. Jeniske çömelmiş ve onun gözlerine yeşil gözlerini dikip biraz ona yaklaşmıştı. “Zor olan neydi biliyor musun?” bunu söylerken dişlerini sıkmıştı. Koen başını iki yana sallamıştı. Gözleri ıslanmış duruyordu. “Bunca yıldan sonra kalkıp geliyorsun ve her şeyin sorumlusu benim demek ve yüzleşmek için geldiğini söylüyorsun. Ama bana sormuyorsun? Benim neyle yüzleşmek zorunda kaldığımı sormuyorsun.” Koen ona bakıyordu. Tek kelime edemiyordu. Jeniske ise onun yüzünde gözlerini gezdiriyordu. “Ben tekrar yaşamayı seçtim çünkü seninle eksik kalan her şeyi yapmak istedim. Gittiğinde kendini öldürdüğünü sandığımda seni öldüren kişi olduğumu düşündüm. Sana acı ve korku verdiğimi…” Koen ona bakıyordu. Jeniske dişlerini sıkmıştı. “Defalarca kendime bu ölümün tek sorumlusu olduğumu söyledim. Geceleri, gündüzleri… Savaş meydanın ortasında ölümünden ben sorumluyum dedim. Kendimi suçladım. Kendimi suçladım ve bunun altından kalkmadım.” Demişti. Koen gözünden sızan yaşın damlaması ile başını öne doğru eğmişti. Ona boyun eğmiş değildi ama taşıyamıyordu başını artık dik olarak. “Eğme başını. Madem yüzleşmek istiyorsun yüzüme bak ve benim de neler hissettiğimi gör.” Demişti. Koen başını iki yana salladı. Çantasından heybeye uzanıp bir gömlek çıkarıp ona doğru verdi. Kaybolan ipek dokuma gömleklerinden birisini görmek Jeniske’yi şaşırtmıştı. “Ne bu?” demişti. Koen hiçbir şey demeden başını önünde tutuyordu. “Benden bir parça saklayıp unutmadığını kanıtlama çaban mı?  Senden bana kalan tek şey ölmüş bedenindeki kıyafetlerdi. Koklamayı bırak hatırlamak için bakmayı bir kenarı koy, ben onlara dokunamadım.” Demişti. Koen’in uzattığı gömleği alıp kenarı doğru atmıştı. Çenesini kavrayıp başını kaldırmıştı. “Gidip bedenime dönüp ben yargıç olacağım deseydin senin önüne durmazdım. Ne olmak istersen o olurdun. Sadece bana bunu niye yaptın?” demişti. Dişlerini sıkmış çenesi gerilmiş kaşları öyle sert çatılmıştı ki gözleri gölgeleniyordu. Koen yutkunup kalmıştı. Alacakaranlık başlamıştı. Güneşin son ışıkları silinmeden önce birkaç dakika süren bu hoş görüntüde gök yüzünde çığırtkan kuşlar susmuş ve derin bir sessizlik başlamıştı. Koen onun bileğini kavrayıp çenesindeki eli iteklemişti. “Ölmeni istemedim.” Demiş ve ayağa kalkmıştı. Yerden kılıcını almış ve heybesini sırtına atmıştı. “Zaafım ol istemedim.” Diye devam edip arkasını dönmüştü. Yavaş adımlarla ondan uzaklaşıp kampın çıkışına doğru yürürken Jeniske orada öylece kalmıştı. Harekete geçen muhafızları durdurmuştu. Olduğu yerden kalkıp arkasını dönmüş giden Koen’e bakıyordu. Onu durdurmak için öne doğru birkaç adım atmıştı. “Zaaf mı?” demişti. Koen onu duymuş ve durmuştu. “Bunun açıklamasını yapmadan kaçıp gidecek misin? Yine?” diye devam edip birkaç adım daha atmıştı. Koen ona doğru dönmemişti. Bir süre öyle kaldı. Yanmaya başlamış meşale ve ateşlerin kızıl ışığı baş döndürücüydü. “Kitapta yazılana göre yaşamamı söylediler. Bu sayede bazı şeyleri değiştirebilirdim. Dürüst ve adil olarak görevimi yerine getirip bir dilek hakkı kazanabilirdim. Bunun için çabalamam gerekiyordu.  Yargıçların yazdığı şey buydu. Adaleti sağladıktan sonra yükselip bir dilek hakkı kazanırdın. Bunu yaptığında sonsuz yaşam dilenmesi gereken şeymiş. Ben sonsuz yaşam dilemeyecektim. Sadece son hayatımın burada olmasını dileyecektim. Ama önce yargıç olmam gerekti. Yargıçların kitabında yazan ilk şey ne biliyor musun?” Ona doğru heybesinden çıkarıp kitabı gösterdi. İlk sayfayı açtı ve sesli bir şekilde okumaya başladı. “Bağların olması adalet duygusunu şaşırtır ve karmaşaya sürükler bir ruhu. İlk iş bağları kesmektir. Bir yargı daima özgür ve zaaflarından arınmış olmalıdır.” Kitabı hızla kapattı. “Kendi ailemi katledip gitmem gerekirmiş. Bağlarım sadece inandığım adalet duygusunun çıkarları için kurulmalı imiş.” İleri doğru adımlar atmaya başlamıştı. “Eğer ben buna inanıp kendimi kenarı çekmeseydim asla kabul edilmeyecektim. Sonsuzluktan daha korkunç bir lanet olan bu şeyin bende yarattığı şey ne biliyor musun?” demişti. Jeniske ona bakıyordu. “Kan arzusu. Katletmek ve daha çok katletmek…” demişti. Koen bunu duyunca bir an ona bakıp kaldı. “Katlettim çünkü istedim… Bunu söylerken kendine dürüst olmak ise kendine adil olmak mıydı?” Jeniske onu sorguluyordu. Hemen yanına doğru gelmişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Zaafın olarak görülmemden neden korktun?” demişti. Koen ona kitabı uzatmıştı. Kısık bir sesle konuşmuştu. “Ben sanıldığı kadar güçlü değilim Jeniske. Sandığınız kadar güçlü değilim. Bir tanrıyı ya da bin tanrıyı tek parmağımı şıklatıp öldürecek kadar güçlü değilim ben…” Jeniske kalın ciltli kitaba bakıyordu. “Seni son defa görmek için geldim ben… Ama yapmazdım. O kadar zayıfken beni öldürmek isteyecek olan kişiler olacaktı. Bu yüzden burada öldüğümü düşünsünler istedim. O bedende benim yargıç olduğumu bilenler beni öldürmek için seni öldürürdü. Benim zaafım olmaman ve ölmemen için gitmek zorundaydım. Büyük ve kendimle yüzleşmek için gitmek zorundaydım.” Demişti. Koen ona bakıyordu. Jeniske ise kitaba bakıyordu. “Bunca şeyin açılaması bu mu? Ben zayıf mıyım? Avlanacak kadar aptal mıyım?” demişti. Koen ona bakıp gülümsemişti. “Sen zayıf değildin ama ben zayıftı. Seni zayıflatan ve adımlarını yavaşlatan bir yüktüm.”
“Hayır öyle değil…” Jeniske onun lafını bu sözlerle kesmiş ama Koen gülmüştü. “Gerçek bu Jeniske. Aşk ve sevgide de öyle idi. Sadece sen sorumluluk alacak kadar güçlü ve cesurdun. Ben ise sadece korkan ve sürekli kaçandım.” Derin bir nefes almıştı. “Beni affetmek zorunda değilsin. Çünkü haklı olduğun çok şey var. Sadece gerekçelerimi bil.” Demişti. Arkasını dönecekken Jeniske onu kolundan yakalamıştı. “Ben daha cevap vermedim.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Karnın aç mı?” demişti Jeniske. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Bu akşam yemek için bana katıl ve sana cevap vereyim!” diye devam edip yürümeye başladı. Koen onun adımlarını birkaç saniye sonra izlemeye başlamıştı. “Kafamda hala sorulacak sorular var.  O yüzden saygılı ol ve bana cevap hakkı tanıdığını unutma!” demişti. Çadırın önüne neredeyse gelmişlerdi. Koen içeri girmeden önce derin bir nefes almıştı. Jeniske ne yapacağını, nasıl karşılayacağını bilmiyordu onu. İçinde bir öfke vardı ama Koen’in tekrar hayatta olması o öfkeyi bastıracak kadar güçlü ve sarhoş edici bir duygu idi. Onun dedikleri hakkında düşünmüştü. Onun hakkında ve olanlar. Zaaf olmak…
“Sana korumacılık yapmayacağım!” Jeniske bunu söylediğinde sonunda sessizlik bozulmuştu. Koen dakikalarca önünde duran yemeğe bakmış ve tek lokma yiyememişti. “Bunu belirtiyorsun bana. Güçlü olduğunu ve artık karşında bir koruyucu olmamamı istiyorsun.” Koen ona bakarken yorgun ve solgun yüzünde bir çökmüş ruhun yansıması vardı. “Madem öyle o zaman ikimizde eş güçlerde isek… Artık birbirimizin zaafı olmayacak kadar güçlü isek geri neden döndün. Bunu söylemek için mi?” demişti. Koen onun gözlerine bakıp kalmıştı. Buruk bir tebessüm belirdi yüzünde. “Beyaz Gelincik ve Kara Kurt beni ziyaret etti. Sadece iki saat kadar kısa süre kaldılar. Bana kendim olmam gerektiğini, adil olmamı öğütleyip durdular…” Gözlerini masadaki tabağa çevirmişti. “Ve insanların ruhlarını gözlerine bakıp okuyup adil olmamı istediler. Ben aynaya baktım… Kendime adil miyim diye. Günlerce bir mum ışığında aynadan zifiri karanlık bir odada gözlerime baktım. Ben kendime adil değildim. Bir parçama hiçbir zaman adil olmadım. O parçamı her zaman kendime kalkan yapıp zarar görmesine izin verdim. Yıpranmasına, acı çekmesine… Şimdi bunlar için özür dilemeye geldim.” Demişti. Başını öne doğru eğmişti. “Beni affetmesi ve benim onun parçası olmama izin vermesi için geldim. Yüzleştiğim kişi bana uzak olan karga lider olmamalı. Hep kendime siper edip sonra da kaçmaya çabaladığım parçam olan Jeniske’den özür dilemeye geldim.”  Başını kaldırmıştı. Yutkunmuştu. “Sana acı çektirdiğim için özür dilerim. Ama sana ihtiyacım var. Çünkü eksik kalıyorum ben…” Sesini boğan hıçkırıkları ile elleri yüzüne kapanmıştı. Omuzları çökmüş yılların onda bıraktığı en derin yarayı sonunda iyileştirmek için açmaya başlamıştı. Jeniske onun için kaçtığı çünkü korktuğu tek kişiydi. Zarar vereceğinden, nefret edileceğinden korktuğu bu iki yaşamında da umursadığı tek insan olmuştu. Ona karşı beslediği sevginin karşılık göremeyeceğinden korkup kendince ona savunmasız olarak yaklaşıp korumaya ihtiyacı olan bir çocuk gibi kanatları altına sığınmıştı. Babasının ondan istedikleri, erkeklik ve koruyuculuk gibi şeyler onun için önemsizdi. Zayıf ve cılız olursa Jeniske’nin onu asla terk etmeyeceğini düşünmüştü. Ama kan arzusu onun kalbini ele geçirecek kadar nankördü ve onu yapayalnız bırakmak istiyordu. Ruhundaki ve kalbindeki uyumsuzluktu bu. Eksik olandı. Jeniske ondan uzaklaştıkça korku ve kan onun daha çok sarmıştı. Öldürmek ve ölümün kendisi için gelmesi… O yıldızların olduğu gece duygularının karşılık aldığı gece ise değişmek için geç kaldığını biliyordu. İtiraf edemeyecek kadar korkuyordu. Jeniske ondan nefret eder diye korkuyordu… Şimdi ise bu korkular yoktu. Sadece onu kabul etmesini istiyordu. Sevgisini ve gerçekliğini… Ağlamak her ruhun kendini rahatlatmasıdır. Ama her göz yaşı ömrünü azaltırdı insanların. Bunları bilmeden ağlardı insanlar. Acı ile dökülen göz yaşları… Bir yargıç sevebilirdi. Güneş’in Kızı gibi. Bir yargıç âşık olup ailesi olmasını sağlar ve o aile ile huzurlu bir yaşam kurabilirdi. Ama eksik parçasını bulursa. Kuwala ona eksik parçasının Jeniske olduğunu söylemişti. Onun karşısında tüm çıplaklığı ile durmasını ve onu gerçekten kabul ederse bir bütün olabileceklerini göstermişti. Koen bunu istiyordu. Özlemişti ve en önemlisi korkmadan bir şeyi söyleyebilirdi. “Ben seni çok seviyorum…” İşte bu sözcükler karşısında gerçek bir aşık var ise o zaman ne geçmişin ne geleceğin önemi kalırdı. Orada sevmek ve bunu söylemek kolay olmazdı. Sözcükler büyüydü ve büyü yapmak ustalık isterdi. Sevdiğini söylemek kalbini çırılçıplak bırakmaktı. Binlerce insan karşısında soyunmak gibi… Ait olduğun kişinin ruhunu da tüm çıplaklığı ile görmek istediğini söylemekti. Tenin tene dokunuşunun ötesine geçerdi bir kişiye âşık olduğunu ve onu sevdiğini söylemesi…
Öyle de olmuştu. O gecenin sabahı uyandığında kendini tanıdık bir kokunun içinde bulmuştu Koen. Gözlerini zorla araladığında başını çevirdiğinde huzurla uyuyan Jeniske’yi görene kadar tedirgindi. Ama dün gece onun için gerçekten son aşama tamamlanmıştı. O artık gerçekten bir yargıçtı. Bağlarının kararlılığında ve kendi gücünün ruhunun parçalarının farkındalığındaydı artık. Jeniske onun göz yaşlarını silmek için ayağa kalkmış ve onun itirafı ile olduğu yerde öylece kalmıştı. Ona cevap vermek için sarılmıştı sadece. Ağlaması için onu durdurmak için uğraşmış ama yorgun ve yaralı olan tilkinin acısını dindirmek için uyuyana kadar onu kolları arasında ağlarken izlemeye mecbur kalmıştı karga. Defalarca ondan özür dileyen ve onu bırakmaması terk etmemesi kovmaması için ağlayan o ufak tefek adama bakıp yorgunca onunla uyumuştu. Affetmek her zaman kelimeler ile söylenmezdi. Aynı yatakta bir sabahın gün ışığında yağmurun kokusunu alarak uyanmakta affetmekti. Koen ona bakıp tekrar sokulmuştu. İlk defa kendini ait hissediyordu. Gerçek benliğinin aitliği içindeydi. Yıllar sonra Jeniske yanında tanıdık bir sıcaklık ve hep duymayı özlediği kalp sesi ile rahat bir şekilde uyuyordu. Koen ona sokulmuştu. Bazı şeyler yıllar geçse bile birkaç saniyede tekrar kendini hatırlatıp bütün karamsarlıkları silip yok edebilirdi. Bu sonsuz denilen döngünün sonlandığı ilk sabahtı. O artık kendi kaderine karar verecek kadar cesur ve güçlüydü. Koen artık ne olmak istediğini neyi korumak istediğini biliyordu. O artık sıkıştığı döngünün tekrar eden zincirini parçalamıştı. Bir kahraman olmanın ötesine çıkmıştı artık.

 

 

Bölüm Otuz Bir

Göç Mevsimi

Affedilmek ve affetmek ikisi içinde var olan dengenin bir parçası idi. Koen o günün sabahında Jeniske’yi gördüğünde ne yapacağını bilememişti. Sadece gülümsemekle yetinmişti. Ve ardından gelen ufak bir diyalog. “İyi uydun mu?” Koen bunu soran Jeniske’ye bakarken aklından geçenlerin kargaşası içinde kalmıştı. Bir süre ona bakmış ve ardından başını sallamıştı. Jeniske ise onunla eskisi gibi olmak için daha hevesliydi. “Güzel! O zaman eski konumuna dönmen gerek.” Dediğinde Koen oturur konuma gelmişti. “Bunun doğru olacağını sanmam. Ayrıca bir ordum var. Ufak bir ordu ama iş görür. Bir Pis Boğazım ve savaşmayı bilen ruhlar…” Jeniske bunu duyunca ona dikmişti gözlerini. “Pis Boğaz ne?” demişti. Koen heyecanla gülümsemişti. “Şey o… Ruh yiyor. Ve insan ve insan gibi olan her şeyi… Buraya yakın bir yere indi ve emrimi bekliyor.” Demişti. Jeniske şaşkındı. “Ruh yiyen bir varlık mı getirdin dünyaya?” demişti. Koen gülerek yataktan çıkmıştı. “Emrimden çıkmıyor ve oldukça iyi eğittim onu. Tulhu’da onu eğitti. Savaşıp ölmüyor.” Demişti. Kenarda duran testiden su içmek için yürümüştü. “Onu görebilir miyim?” Jeniske yattığı yerden kalkmıştı. Koen ise onun merakına gülümseyerek cevap vermişti. “Onu kampa getiremem. Dengesi bozulur ve birilerini yiyebilir.” Demişti. Jeniske onun yanına doğru yürüyüp su içtiği testiyi elinden almıştı. “Antik bir varlıktan söz ediyorsun. Onu görmem gerek.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakarken Jeniske kafasına dikmişti testide kalan son suyu. “İstersen onu görmeye gidebiliriz. Tulhu tam iniş yaptığı yeri biliyor olmalı.” Demişti. Jeniske buna onay verince sessiz bir hazırlık başlamıştı. Koen ona verilen kıyafetleri giymiş ve sağlam bir yemek yemişti. Maios ve diğerleri ise ikisinin nasıl olurda bir anda barıştığını araştırmak yerine durumu kabul etmeyi seçmişti. Tulhu onları götürecekti. Sessiz ve soğuk bir adamdı. Mona bile gelecekti. Sonuçta kayda alınması gereken bir antik varlıktan söz ediyorlardı. Yola koyulduklarında kalabalıklardı. Gerda, Mona, Nikow, Nasio, Aiken, Maios, Tulhu, Koen ve Jeniske kamptan uzaklaşıp dağlara doğru yürümüştü. Atlar ile yaptıkları yolculuk bir dağ yamacında son bulmuştu. Tulhu dağın yukarısındaki mağarayı işaret etmişti. “Onu buraya indirdim.” Demişti. Koen ellerini beline koyup dar yola dikmişti gözlerini. “Tamam. Onu buraya çağırabilirim.” Demişti. Tulhu ona ormanı göstermişti. “Onu içeri doğru çağırmalısın. Burası çok geniş ve onun için dengesiz olur. Birkaç gündür aç olmalı” demişti. Koen iç çekti. Atların yularlarını tutup yürümeye başlamışlardı. Mona elindeki deftere bir şeyler yazıyordu. “Onu nerde buldunuz?” demişti. Tulhu soru soran kıza bakmıştı. Koen ise neşe ile sekip onlara doğru dönmüş ve ters bir şekilde yürümeye başlamıştı. “Onu Frange Cadısının çayırlarındaki evinin kapalı odasında bulduk. Bir Pis Boğazı karanlığa kapatmaz isen gördüğü herkesi yemek için uğraşır. Aslında o Tanrı Tulhu’nun öldürülmesi için saklanılıyordu. Ama bunun yerine onu korumak için kullandım. İlk başta ben ve yavruları yiyebileceğini sandı. O sıra Azatod ev karanlık ruhlar çayıra ruh kapısını kırıp dalmıştı. Üçüncü dirilişimin ilk zamanları idi. Güçsüzdüm ve Frange’de kediler tuzağa düşürülmüştü. Bizi koruyacak kimse yoktu. Odada onu bulduğumda bana itaat edince birçok ruhu yemesine izin verdim ve bizi korudu. O olmasa muhtemelen Yaksotat beni bin bir parçaya bölüp eğlenirdi. Gerçi bunların olmasının nedeni Tulhu’nun Altın Kitabı Çalıp Frange Cadısının evine sığınması idi.” Bunları söylediğinde herkes durmuştu. Aiken anlamaya çabalar gibi gözlerini kısıp elini çenesine koymuştu. “Yaksotat ile karşılaştın mı?” demişti. Koen başını salladı. “Evet! Bir defa. Ama beni tanımadı. Çünkü bu halimi hatırlamasına imkân yoktu. O basit gördüğü benim bedenimi çürüdüğünü düşünerek silmiş aklından. Ve bende ona kim olduğumu söylemedim.” Demişti. Mona yazacaklarını unutup şaşkınlıkla ona bakıyordu. Koen ise neşe ile sekerek yürümeye devam etti ters biçimde. “Aslında şöyle bir durum da var. Azatod bizim elimizdeki en büyük kozdu. Onu ve kitabı alıp gidebileceğini söylemişti. Ama vermedim. Çünkü burada işler daha kötü olabilirdi. Sonra Azatod’u öldürecekken Tulhu onu kuleye kapattı. Ve onun ruhani enerjisi ile…” Tulhu ona bakıp sinirli bir sesle konuşmuştu. “Bu kadar yeter Koen. Düzgünce yürü ve boş boğazlık yapma.” Demişti. Koen onun kızgın yüzüne bakıp başını sallayıp bir hamlede döndü ve ormana doğru girdi. “Jeniske Tulhu’nun ne yaptığını bilen ikinci kişi idi orada.  Tulhu’ya bakıp beraber Koen’in ardından ormana doğru girmişti. Koen neşe ile etrafa bakıyordu. Bir genişlik bulduğunda durmuştu. “Burası gayet güzel. Biraz uzak durmanız gerek. O düzgün yürümüyor ve çok iri. Üstünüze basabilir. Az daha yavrulardan birisini öldürüyordu.” Demişti. Mona heyecanla geriye doğru çekilmişti. “Yavrular dediğiniz şey ne Efendi Koen?” demişti. Koen ona baktı. “Kedi yavruları. Kayıp çocuk ruhları. Anne kedi onlara sahip çıkıyor. Bu konu biraz karışık. Tam olarak nasıl odluklarını bende bilmiyorum. İstediklerinde insan istediklerinde kedi olabilirler. Ama genelde yavru kedi olarak dolanıp kuyrukları ile büyü yapıyorlar.” Demişti. Tulhu onun tam karşısında duruyordu. Eliyle mağaranın görünen ağzını gösterdi. “Islık çalman yeterli. Duyduğu anda uyanıp gelecek.” Demişti. Koen başını sallayınca Tulhu ondan birkaç adım uzaklaştı. “Sorun çıkarırsa onu geri göndereceğim.” Demişti. Koen gözlerini kapayıp iki parmağını dudağına doğru yaklaştırmış ve sert keskin ıslık yayılmıştı ormanda. Mağaranın duvarlarına çarptığında bir homurtu duyulmuş ve ardından homurtu büyüyüp artarken birden bir gürültü gelmişti. Ağaçları deviren bir şey birden onlara doğru hızla koşarken yer sallanıyordu. Maios oğlunu arkasına almış ve kılıcını sıkıca tutmuştu. Koen gürültünün geldiği yere doğru dönmüş ve birden burnun dibinde beş metre yüksekliğinde iri yarı çirkin bir et yığını belirmişti. Kulaklarına kadar uzanan ağzından aşağı salyalar akarken çıplak bedenindeki derinin sertliği bir zırh sertliğindeydi. Nokta gibi gözleri ışıldıyor ve burun deliklerinden sıcak hava yayılıyordu. Koen’i bir darbe ile yere yapıştıracak olan bu varlık onun hemen önünde durmuştu. Koen ona bakıyordu. Varlık homurdandı. Etraftaki kalabalığa baktı. “Efendi beni yemek için mi çağırdı?” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. “Seni sadece göstermek için çağırdım. Şimdi usluca bir şekilde otur.” Demişti. Varlık gürültü ile yere çökmüştü. “Efendi insaf etsin bu Pis Boğaz çok aç!” diye homurdanmıştı. Koen ona bakıp sırıtmıştı. “Henüz değil. Miden kazanmıyor daha. Sana öyle bir ziyafet sunacağım ki bir daha bir lokma yutamayacaksın.” Demişti. Tulhu ona bakıyordu. “Efendi beni tokluktan çatlatacak ziyafetin yerini söylesin. Tek bir ruh bırakmadan yiyip geleyim.” Demişti. Koen arkasını dönüp onlara bakanları gösterdi. “Bu adamlar ve kadınları görüyor musun Pis Boğaz. Seni görmeye geldi. O çirkin ve iğrenç yüzünü ve halini merak etmişler.” Dedi. Pis boğaz homurdandı. Ona bakanlara baktı. Kulaklarına varan ağzı açılıp bağırdığında çoğu kulaklarını kapatmıştı.  “Efendi beni köpek mi sanıyor?” demişti. Koen ona bakmadan gülümseyerek konuşuyordu. “Ya ne olacaktın? Şimdi seni incelemelerine izin ver yoksa geri döner ve aç uyursun.” Demişti. Pis Boğaz homurdandı ve ağzını kapattı. Koen ise birkaç adım ileri doğru gitti. “Ona bakabilir ve sorular sorabilirsiniz. Size zarar veremez.” Demişti. Mona ileri doğru çıkmıştı. Ona hayranlıkla bakıyordu. Devasa olan bu varlığın etrafında bir tur döndü. “Nikow onu çizmen lazım.” Diye bağırmıştı. Nikow hemen varlığı net gördüğü yere oturmuş ve onu çizmeye başlamıştı. Sadece onu değil. Yanında dikilen Koen’i ve diğer herkesi de resme dahile diyordu. Mona ileri doğru atılmıştı. “Sizden başka var mı?” demişti. Pis Boğaz homurdanıp ellerini dizlerine koymuştu. “Hayır. Bütün hepsi öldürüldü. Bende zayıf ve cılız kalana kadar yüz yıllarca kapalı tutuldum ve karanlıkta kaldım. Cadı beni ehlileştirmek için itaat etmem için karanlığa kapattı.” Demişti. Tulhu bunu duyunca gözlerini ona dikmişti. “Pis Boğazlar ile çok konuşmamalısınız. Genelde yalan söyleyip insan zihnini kontrol ederler. Onlara nazikte olmamalısınız.” Demişti. Koen başını salladı. “Onlar gerçekten insanları kandırmak ve yemek için yaratıldı. O yüzden sadece kabaca soru sorun.” Demişti. Pis Boğaz homurdanıp Tulhu’ya bakmıştı. “Ruhunu yediğim zaman daha güzel olacaksın.” Demişti. Tulhu omuz silkip arkasını döndü. Gidip gölgede oturacağım.” Demişti. Koen ise gülmüştü. “Ona istediğini vermelisin. Ölmek istemiyor muydun? Senden nefret ediyor ve seni yemek istiyor. Aradığın ölüm burada.” Demiş ve peşine takılmıştı. Değişen çok şey olmuştu. Tulhu ve Koen’in çok iyi anlaştığı kimsenin gözünden kaçmıyordu. Koen’i onun peşi sıra gidip gölgeye oturmuştu. Mona ve Nikow kadar meraklı olan diğer kişiler ise Gerda, Aiken ve Nasio idi. Onlar etrafında dolaşırken Jeniske uzaktan yaratığa bakıyordu. Maios ise onun neye baktığını merak edip yanına doğru sokuldu. “Ne oldu?” demişti. Jeniske gölgede oturan Koen ve Tulhu’ya doğru yürümüştü. “Ölüleri ona mı yedireceksin? Bunun için mi aç bırakıyorsun?” demişti. Koen başını salladı. Birkaç ay daha aç kaldığında yeterince agresif olacak.” Demişti. Jeniske başını salladı. “Mantıklı.” Demişti. Koen ise ona bakıyordu. “Evcil hayvan olarak bir köpek almaktansa devasa bir Pis Boğaz beslemek çok mantıklı değil mi? Aslında onu öldürecektim ama Tulhu onu farklı bir biçime çevirmeye karar verdi.” Dedi. Jeniske başını salladı. “Azatod’un ruhani gücü ile besliyor onu. Bunu biliyorum.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakmıştı. “Azatod’un öfkesi ve şeytani ruhunun inancını bu varlığa aktarıp onu aç ve acımasız yaparken efendisine itaat eden bir köpek haline getirmiş. Biliyorum bunu.” Diye devam etmişti. Koen başını usulca salladı. “Konuştuğunuzu unutmuşum. Tulhu’nun senin yanında olduğunu benden daha erken zamanda öğrenmiştin. Bunu da unutmuşum.” Demişti. Tulhu göz devirmişti. “Kıskançlık yapıyor!” demişti. Koen başını iki yana sallayıp kollarını birleştirdi. “Kıskançlık yapmıyorum. Hem sizi ne diye kıskanayım ki…” demişti. Tulhu ona bakmış ve birden Jeniske’ye dönmüştü. “Son gördüğün o sezgiye dair sana özür borçluyum. Doğruları anlatmak istedim ama bu görevi tehlikeye sokardı. O yüzden hala bana bu konuda sinirli olma.” Demişti. Jeniske başını salladı. “Sorgulamamaya karar verdim. Olan onca şeyi düşününce sadece kendimi kaybetmeme sebep olacaklar. O yüzden bir süre daha sadece üstüne toprak atmaya devam edeceğim.” Demişti. Koen ona bakıyordu. Durulmuştu. Yavaşça konuşmaya başlamıştı. “Seni son defa görmeye gelmiştim. Ama…” Tulhu kendini ortaya atmıştı. “Onu durdurdum.” Demişti. Jeniske onlara bakınca Tulhu devam etti. “Dohen sarayındaydınız. Büyük bir toplantı yapılıyordu. Perdenin arkasındaydık. Onun seni görmek son dileği olunca bunu yapmak zorundaydım. Ama sen onu görürsen Yaksotat görürdü ve işler kontrolden çıkardı.” Dedi. Koen sessizce Jeniske’nin yüzüne bakıyordu.  Jeniske omzu silkip arkasına bakmak için başını çevirdi. “Çokta önemli değil. Bu saatten sonra nasıl bir yol izleyeceğimiz ile ilgileniyorum artık!” demişti. Tulhu onun baktığı Pis Boğaza dikmişti gözlerini. “Onun gibi yüz tane olsaydı elimizi kolumuzu sallayarak girerdik Hisar’a ama şimdi durum çok riskli.” demişti. Maios yanına oturan oğluna baktı ve konuşmaya başladı. “Yaksotat ölülerden bir ordu yaratmış. Bu bizim için aşılması zor bir ordu. Yaşayanlar ile savaşıp onları öldürmek kolay ama ölüleri öldürmek için efsun gerekli. Ve yeteri kadar efsuncumuz yok.” Demişti. Tulhu usulca başını salladı. “Biliyorum. Onları yaratırken oradaydım. Ve yaratmasına yardım etmek zorundaydım. Ama şimdi yaratamayacak. Sınırlı sayıda bir ordusu var. Eskisi kadar güçlü değil. Kitap bende ve o sadece bilindik, Jeniske’nin de alışık olduğu büyülerini kullanmak zorunda. Öğrendiklerinin hepsini bende biliyorum.” Demişti. Koen yüzüne düşen saç demetini kulağının arkasına doğru sıkıştırdı. “Aslında bir şekilde Pis Boğaz yaratabilirim. Tulhu’nun kitabında yazanlar ve benim Yargıç Kitabında yer alan formüller birkaç tane daha yapmamı sağlar.” Demişti. Tulhu ona bakıp başını iki yana salladı. “İnsan öldürmen gerekir. Pis Boğazları yaratmak için kurbanlarının olması gerektiğinin yazdığını hatırlıyorum.” Demişti. Koen gülümseyip başını salladı. “Yüz tane falan gerek. Çok bir şey değil!” dediğinde Maios ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. “Bunu yapmana izin veremeyiz. Yüz insan hayatından söz ediyorsun.” Koen usulca başını yana doğru eğmişti. “Haklısınız. Burada yaşayanların canının önemli olduğunu aklımdan çıkarmamam gerek. Ama sorun değil. Bu Pis Boğaz gerçekten aç gözlü ve midesi sonsuz. Yeterince yediğine inansak bile tekrar acıkabilir. Sonsuza dek yer ve doymaz. Zaten ne demişler çelimsiz olanlardan korkacaksın!” Nasio bunu duyunca şaşkınlıkla atılmıştı. “Çelimsiz mi?” demişti. Koen ona bakıp başını salladı. “Çelimsiz tabi’ Normalde on metre boylarında tonlarca ağırlıkta olmalıymış. Bu baya ufak tefek.” Demişti. Nasio dehşetle ona bakmıştı. Koen ise gülmüştü. “Büyümesi için daha çok yemesi gerek. Sonra onu öldüreceğim.” Dedi. Nasio kaşlarını çatmıştı. “Senin için savaşan birsini öldüremezsin. Bu ahlaksızca!” demişti. Koen gülüp omuz silkti. “Onun yeterince büyümesi demek zaten ölmesi demek. En sonunda çatlayacak ve yok olup gidecek. Bunu ben yapsam da yapmasam da olacak.” Deyip Pis Boğaza bakmıştı. Aiken ve Gerda orada eğlenceleri bitmiş halde geliyordu. Gerda büyülenmiş halde gözlerini kocaman ayırmıştı. “Başının yarısını kaplayan ağzı ne kadar büyük. Her şeyi yutabilir. Bir lokmada en iri adamı bile.” Demişti. Koen gülümsemişti. “Evcil hayvanımın bu kadar ilginizi çekmesi ne hoş. Kedi yavrularını da görmeniz gerekirdi. Çok ufak ve tatlılardı.” Dedi. Ellerini birleştirip avuçlarına bakmıştı. “Bu kadar ufak ve yumuşacık oluyorlar. Ve uyurken mırıldanıp ağızlarını açıp kapıyorlar. Küçücük dişleri var. Isırdığında iğne batmış gibi oluyor.” Tulhu gülmüştü. “Ayrıca çocuk formuna dönünce yaramaz veletlere dönüşüp laf dinlemiyorlar. Anne kediden sürekli dayak yiyor ama asla uslanmıyorlar.” Demişti. Koen iç çekmişti. Kapıları tekrar açtığında ölmüş olanlara yol gösterecekler. Belki onları görürsünüz. Göz kamaştırıcı zırhlar içinde büyümüş birer ruh olarak uzun mızrakları ile ruhlara yol gösterecekler. Tıpkı ölmüş kardeşleri gibi.” Demişti. Hüzünlenmişti. Ama bu kısacık sürmüştü. Hemen neşe ile gülümsemişti. “Keşke yemek getirseydik. O kadar açım ki bir öküzü tek başıma yiyebilirim.” Demişti. Gerda onun hemen yanına oturmuş ve yüzüne dikkatle bakıyordu. Tanıdık ama bir o kadar yabancı yüz daha kadınsı ve daha hoştu. Koen’in eski yüzündeki sertlik ve sakallardan iz yoktu. Çenesinin altında çıkan o kılların izlerinin yerinde pürüzsüz bir yüz vardı. Koen elini midesine koymuştu. “Gerçekten onu göndermem gerek. Enerjim kalmadı. Saldırganlığını arttırıp buradaki herkesi yemeye kalkabilir.” Demişti. Ayaklanmış ve Mona’nın yanında belirivermişti. “İşiniz bitti mi kâtip hanım?” demişti. Mona yazdığı sayfalara baktı ve Koen’e döndü. “Bitti Efendi Koen. Onun gibi antik bir varlığı görmek heyecan verici idi.” Demişti. Nikow çizimini bitirmiş mürekkep kurusun diye onu sallıyordu. “O zaman onu geri gönderiyorum.” Demişti. Mona hızla geri çekilmiş ve Nikow ile diğerlerinin yanına duldaya geçmişti. Koen ellerini arkasında birleştirmiş ve devasa varlığa bakmıştı. “Az kaldı. Gidip uykuna devam et. Zamanı gelince büyük bir ziyafet ile karşılanacaksın. Benim emrime kadar adım atarsan seni bulup öldürmek zorunda kalırım. Hem de aç bırakarak.” Demişti. Pis boğaz ayağa kalkarken homurdanıyordu. “Efendi ne acımasız! Ne acımasız ki bu zavallı adamı aç bırakıyor.” Diyordu. Koen sırıtmıştı. Ve rüzgârın onu savurması ile geriye doğru birkaç adım gitmişti. Pis Boğaz ardında bir boşluk bırakıp gürültüsü kaybolunca kendisi de kaybolmuştu. Koen onun girdiği mağaraya doğru çevirmişti başını. “İğrenç varlık!” demişti. Ondan tiksinmek doğasında vardı. Onu yaratanların ruhlarından parçalar vardı ve o varlıktan tiksinmez ise empati beslerse onun pençesine düşerdi. “İğrenç kokusu her yere sindi. Tulhu buraların kokusunu değiştir. Şu pisliğin kokusuna birçok karanlık ruh gelebilir.” Demişti. Elini burnuna doğru götürmüştü. Onun dışında kokuyu alan yoktu. Tulhu ayağa kalkmıştı. Kitabı yavaşça yukarı doğru ettiğinde artık tutmuyordu. Kitap kendisi onu takip ediyordu. Tulhu büyüleri fısıldarken beliren sarı ışık etrafta dolanıyor ve bölünüyordu. Koen ise dikkatle onu izliyordu. Tulhu işini bitirmeye yakın durmuştu. “Ona empati beslediğimi düşünme ama bok çuvalı gibi davranmamalısın.” Demişti. Koen ona bakıp alaycı bir şekilde güldü. “Onların işi bu! İnsanların ruhlarını kandırmak ve itaat ettirmek. Seni etkilemesine izin veriyorsun. Herkesi kokudan arındır.” Demişti. Gerçekten de bir pis Boğaz avını yakalamaya çıkamıyor ise onu etkilemek için empati kullanır ve kendine doğru çekerdi. Tulhu bunu iyi bilse bile etkilenmiş ve bunu fark ettiği anda sayfalar hızla çevrilmişti kendiliğinden. Tulhu ellerini birbirine vurduğunda ise herkesin etrafından sarı ışıklar geçip gitmişti. O anda o varlığın ne kadar korkunç ve tiksinç olduğunu anlamışlardı. Koen geldikleri yola doğru yürürken Jeniske onun yanına gelmişti. “Karnın çok mu aç?” demişti. Koen gülümseyip ona bakmıştı. “Evet! Kampa hemen dönelim ve güzel bir yemek yiyelim!” demişti. Jeniske ona baktı ve ormanın ilerisini çenesi ile işaret etti. “Avlanmaya gidelim!” demişti. Koen şaşkınlıkla ona baktı! “Av mı? Ne avlayabiliriz ki?” demişti. Jeniske ona bakıp yönünü ormana doğru dönmüştü. Konuşmadan yürümeye başlamıştı. Koen ise ona doğru hızlı adımlarla yürüyüp bağırıyordu. “Jeniske! Bir soru sordum!” diye bağırmıştı. Aiken onun gittiği yöne doğru bakıyordu. “Atları alalım!” demişti. Maios ormana doğru baktı. “Sanırım avlanacak! Bir süredir bu av işine sarmıştı.” Dedi. Aiken atlara dikmişti gözünü. “Nehir tarafına uğrayıp mataralara su dolduralım.” Demişti. Mona heyecanla ellerini birbirine vurmuştu. “Sonunda av eğlencesini görebileceğim. Kaç seferdir Nikow sizinle geldi majesteleri bir defada beni götürmediniz.” Demişti. Maios gülümsedi. Gerda ise yüzünü asmıştı. “Kadınların avlanamayacağına inanıyorlar Mona! Boş ver onları.” Demişti. Av iz sürme ile başlamıştı. Ne var ki Mona yüzünden bir geyik ellerinden seke seke kaçmıştı. Yavruları olduğunu söyleyip atılıp hayvanı ürkütmüştü. Nikow ona saatlerce onun erkek geyik olduğunu boynuzlarından anladıklarını anlatmış ama o bir baba olacağı konusunda çocukça ısrar etmişti. Gerda ise iki tavşan vurmuş ve Mona’ya bunların yenilmesi gereken şeyler olduğunu anlatana kadar Mona sürekli ona katil demişti. Gerda onun aşırı duygusal olduğunu daha önce görmemişti. Kaç defa işkenceleri kaydetmek için tutuklu çadırlarına gittiğini öğrenmişti.  Soğuk kanlı kadın bugün duygusal ve bu duygusallığı takip eden yorgunlukla mücadele ediyordu. Nehir kıyısına vardıklarında dinlenme fırsatı bulmuşlardı. Nasio avlanma konusunda Aiken’in anlattıklarını dinliyordu. Koen nehrin kenarına oturmuştu. Yorgunca omuzlarını düşürmüştü. Jeniske ona bakıp avladıklarını yere bıraktı. “Burada duraklayıp karnımızı doyurup geri dönelim.” Demişti. Koen bunu duyunca gülümsedi. Artık açtı ve yürüyecek kadar iyi hissetmiyordu. Bekleyiş sırasında kendini çok zorlamış ve Pis Boğazı çağırmak onu yormuştu. Kısa sürede tavşanların kürklerini ayırmışlardı. Bıçak ile avlanmada hepsinden daha iyi olan Gerda yeteneğini konuşturmuş ve ok ve yay olmadan diğerleri pek bir şey yakalayamamıştı. Mona hızla kanlı derileri suda yıkayan Gerda’ya doğru yaklaşmıştı. “Yardım ister misin?” diye sorarken kanlı kürklere bakıyordu. Gerda bir ona bir kürklere baktı. Koen ikisini izliyordu. “İyi olduğunu sanmıyorum. Otursana, rengin bembeyaz!” demişti. Mona onun yanına oturunca Gerda onu süzmüş ve gözlerini kısmıştı. “En son ne zaman kanaman oldu?” demişti. Mona ona bakıp aldığı taşla oynamaya başlamıştı. “Henüz bir yerimi kesmedim.” Dedi. Gerda kürkü sudan çıkarıp ona doğru dönmüştü. “O manada değil. Ne zaman rahimden kanaman oldu?” dediğinde Mona ona bakmıştı. “Bilmiyorum. Uzun süredir olmuyorum.” Demişti. Gerda birden ona bakıp kaldı. “Ne kadar uzun?” demişti. Mona düşünmeye başladı. “Pain Gölünden harekete geçmeden önce olmuştu. Ama bazen geç olabiliyor.” Demişti. Koen konuyu merakla dinliyordu. Gerda çömeldiği yerden bir kürk daha kapıp suya sokmuştu. “Peki Nikow ile ne zaman yattın?” dediğinde Mona kıpkırmızı olmuştu. Gerda ona soğuk bir ifade ile bakmıştı. “Ciddiyim Mona! Hamile olabilirsin!” demişti. Mona düşündü. “Bilmiyorum. Belki bir hafta oldu.” Demişti. Koen konun heyecanı ile onları dinlemeye dalmıştı. Gerda düşünceli halde kürkü suda tutmaya başlamıştı. “Zafer kutlaması, alkol, seks ve bir buçuk ay! Muhtemelen geri çekilmeyi unutmuştur. O zaman kesin hamilesin.” Demişti. Mona birden ona bakıp kalmıştı. Gerda onu yoklar gibi gözlerini dikmişti. “Kan tutmazdı seni. Son günlerde hassas falansın. Göğüslerinde şişme ve ağrı var mı? Ya da cinsel isteksizlik. Sabah bulantısı… Bunlar belirtiler olmalı. Gidince şifacı kadına uğrayalım. Eğer hamileysen ona göre hareket etmen gerek.” Demişti. Mona şaşkındı. Ona bakıp kalmıştı. “Hamile olduğumu öğrenirsek bunu bir süre gizleyebilir miyiz?” demişti. Gerda omuz silkmişti. “Tabi! Benim için sorun değil. Ama karnın büyümeye başladıkça onun gaz olmadığını anlayacaklardır. Bir de bir süre oynaşmalara ara vermen gerek. Bebeğe zarar verebilirsin.” Demişti. Mona dalgınca suya taşı atmıştı. Koen iki kadına dikkatle bakıyordu. Taşın üstünden atlayıp arkasını onlara dönüp ormana doğru yürümeye başlamıştı. Kadınların sıkıntıları diye düşünürken Mona’nın hamile olmasının risklerini düşünüyordu. Savaş ortamında bulunması doğru olmazdı. Anladığı kadarı ile Nikow ve Mona savaş meclisinde yer edinmeyi başarmış kişilerdendi. Mona hamile iken onu riske atmak istemezdi kimse. Oturduğu yerden yazması gerekirdi. Gereksiz düşünceler ile kafasını doldururken bir ağacın arkasına geçip işemeye başlamıştı. Hiç doğum görmüş müydü? Bunu düşünürken geçmiş yaşamında gördüğünü anımsadı. Korkunçtu. Kadının bacakları arasından çıkan buruşuk derili bebeği anımsadı. Kadının bacakları arasından korkunç şekilde kan geliyordu. Elini karnına koyup sıkıntı ile nefes aldı. “İçinde bir canlı taşımak rahatsızlık verici olmalı.” Diye mırıldanmıştı. O sırada bir ses ile irkilmiş ve ağacın yanında dikilmiş ona bakan Jeniske’ye bakıp kaldı. “Aman be ne diye sessizce geliyorsun. Çok ayıp!” demiş ve hemen üstünü çekiştirmişti. Jeniske ona bakıp gülmüştü. “Görmediğim bir şey yok! Sıkıntılı olan ne?” demişti. Koen kadınların bunu saklama amacı olduğunu anımsayınca bir yalan sallama gereksinimi duymuştu. “Kadınlar ve doğurganlıkları. Durduk yere aklıma doğum geldi. Mona anne geyik o vurmayın diye ağlayınca aklıma takılmıştı aslında.” Demişti. Jeniske ona bakıp birkaç adım daha atmıştı. “Bunca kişi keşke peşimize takılmasaydı!” demişti. Öteki tarafta nehir kıyısındaki kalabalığı kafası ile göstermişti. Koen onlara bakmıştı. “Onlara hayır gelemezsiniz diyemezdim. Hem Tulhu gelmek zorundaydı. Yolu o biliyordu. Kendi evcil hayvanımın nerede olduğunu bilmem hakkında sakın yorum yapma!” demişti. Jeniske omzu üzerinden kalabalığa bakıyordu. “Sanki eskisi gibisin!” demişti. Koen ona bakıyordu. Gülümseyip ellerini beline koymuştu. “Nasıl?” demişti. Jeniske ona doğru çevirmişti başını. “İlk âşık olduğum kişi ve onun özgür ruhu… Sende gördüğüm şey bu Koen. İlk başta korktum ama şimdi görüyorum. Yalan söyleme çaban, ortalıkta sessizce dolaşman ve neşeli tavırların. Sen benim ilk seni sevdiğim zamanlardaki gibisin.” Demişti. Koen gülüp kendi etrafında dönmüştü. “Gibisin değil tabi ki öyleyim. Baksana ölü bedenimi bile diriltip içine girdim. Kusursuz ben! Gerçi sıskalığım konusunda yapabilecek bir şey yok. Eğer beni küçükken daha iyi besleseydin bu kadar cılız olmazdım. Belki daha uzun ve geniş omuzlu olurdum. Erkeksi ve daha çekici…” demişti. Jeniske ona bakıyordu. Koen sağa sola sallanmıştı. “Olmaz mıydım?” demişti. Jeniske onu baştan aşağı süzmüştü. “Bu halin iyi. İri olmandan hoşlanmazdım. Ele avuca gelen ufak bir şey olman daha sevimli.” Demişti. Koen bunun üzerine gülmüştü. “Genç oğlan seviyorsun. Sapık Jeniske.” Birkaç adım atıp onun yanına gelmişti. “Çişimin başında muhabbet etmek garip olmaya başladı. Ve karnım aç!” demişti. Jeniske onun tuvaletini yaptığı ağaç dibine bakmış ve ardından ona bakmıştı. Arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Koen onun ona neden öyle baktığını anlamayıp peşine takılmıştı. “Jeniske gizemli tavırların ile beni delirtecek misin? Hey!” demişti. Koşma çabası ile attığı adımın sonu iyi bitmemişti. Ağaç köküne takılıp yere yapışmıştı. Yüzüne batan otlardan kendini kurtarmak için kalkmak için çırpınırken kolundan onu bir çocuk gibi kavrayıp kaldıran Jeniske ile yüz yüze gelmişti. “Durduğun yerde düşmek bir yargıca yakışmadı.” Demişti. Koen ona açıklama yapacakken Jeniske onu kolundan çekiştirip nehir kenarına doğru sürüklemiş ve onu nehir kenarına oturtup yüzünü yıkamış ve yüzüne tekrar bakmıştı. “Sakarlığında mı geri döndü?” demişti. Koen ıslanmış saç uçlarını yüzünden çekip arkaya doğru yapıştırmıştı. “Tamamen senin peşinden koşacağım diye oldu. Yüzümde yara olmuş mu? Güzel yüzüme bir şey olursa bunun sorumlusu sensin!” demişti. Jeniske gülmüştü. Koen ise nehirde yansımasını görmek için eğilmiş ve ufak çiziklere bakıp dudaklarını büzüştürmüştü. “Bu yaraları iyileştirmek için büyü yapmak zorundasın. İz kalırsa bir yargıç olarak seni cezalandıracağım. Seni Pis Boğaza bile yedirebilirim. Sonuçta artık cezalandırma gücü bende.” Demişti. Jeniske ona bakıp elini onun yüzüne doğru uzatmıştı. “Mızmızlanmada iyileştireyim.” Demişti. Koen ona doğru başını uzatıp gözlerini kapamıştı. Jeniske çok basit bir şifa büyüsü ile onun çiziklerini kapatmıştı. Koen iyileşen yüzüne bakmak için nehre eğilmişti. Gülümseyerek doğrulmuştu. “Sanırım sadece bir gezinti iyi olabilirdi.” Demişti. Gülümserken ayağa kalkmıştı. “Biraz yürüyelim mi?” demişti. Jeniske ona bakıyordu. Koen elini ona doğru uzatmıştı. “Kıt kafalılığım değişmemiş değil mi? Hadi!” dedi. Jeniske onun elini tutup doğruldu. “Aiken!” demişti. Aiken ateşin başındaydı. Ona bakmıştı. “Biz birazdan geleceğiz. Yiyecek bir şeyler ayırın Koen’e!” demişti. Aiken başını usulca salladı. Koen ile ormanda kaybolana kadar hepsi onlara bakmıştı. Maios pişmeye başlayan tavşanın kokusunu içine çekmişti. “İkinciyi biraz daha yavaş pişirin!” demişti.
Koen birkaç adım önde giden Jeniske’yi takip ediyordu. “Epharai ormanları güzel derlerdi. Hiç uğrayamadan direkt geçip gitmiştim. Özellikle bahar ayında bin bir renk olurmuş.” Demişti. Jeniske usulca başını salladı. “Birkaç haftadır buraya sık sık geliyorum. Kafamı dağıtmak için iyi bir yer olmuştu.” Dedi. Koen etrafa bakıyordu. “Peki nasıl geçti onca sene?” demişti. Jeniske bunu duyunca duraksamıştı. Daha sonra adımlarını sürdürdü. “Alışmaya çalışarak. Bir süre sonra unuttum. Ne yaptığımı neyi özlediğimi… Neyi aradığımı…” bunları söylerken Koen ona doğru yaklaşmıştı. “Birisi ile bir şeyler…” Jeniske onun sözcükleri yutmasına sebep olacak şekilde bakmıştı. Koen yutkunup gülümsemişti. “Sadece merak ettim. İnsanların ihtiyaçları oluyor. Ve yapmış olabilirsin.” Demişti. Jeniske başını çevirince Koen şaşkınlıkla kalmıştı. “Kimseyle yapmadın mı? Yani ben ölmüş olduğum için…” Jeniske ona dönüp durmuştu. “Sen yaptın mı? Tulhu ile mesela?” Koen birden güldü. “Tulhu mu? Onunla bir şey yapabileceğimi sanmam. Yapabilecek olsam da yapmam. Daha çok… Bilirsin işte!” demişti. Jeniske ona doğru birkaç adım atmıştı. “Daha çok kendinle mi oynadın?” demişti. Koen utançla gözlerini devirdi. “Sen yapmadın mı? Hadi ama hayal edebilir ve yapabilirsin.” Demişti. Jeniske ona gözünü dikmişti. Koen ise onu sınar gibi süzüyordu. “Yapmış olman lazım. Üç sene kendine dokunmamış olamazsın.” Demişti. Jeniske başını iki yana salladı. “Aklımda daha çok birlikte olduğumuz anlara dair konuşmaların ve davranışların vardı.” Demişti. Koen bir an duruldu. Gülüp yürümeye başlamıştı. “Sana azgın ve sapık diyorum ama bu durumda senin gömleğini koklayıp kendini tatmin eden ben olunca ben edepsiz oluyorum.” Demişti. Jeniske onu takip etmeye başlamıştı. Koen yeni yeni yumuşayan toprakta yavaş ama serbest adımlarla yürüyordu. Jeniske onu izleyerek nereye gittiğini bilmeyen Koen’i takip ediyordu. Sessizlik ufak bir yükselti ve boşluğa kadar sürmüştü. Koen yüksek tepeciğe bakmıştı. Hemen yanında yer alan patikaya sapmıştı. “Aslında düşününce yastaydın ve böyle bir şey yapmış olmanı kınayabilirdin. Ben ise senin aksine…” Koen sözlerini devam ettiremedi. Bir süre daha sessizce patikada yürüdüler. Ve iç hesaplaşmasını dışarı vurmaya başlamıştı. “Şey belki garip bulacaksın ama sanırım seni özlediğimde içimde garip bir şey beni erekte etti. Ama bu tensel bir bağımlılık değil. Elbette sana dair çok şeyi düşündüm hep.” Dönüp sessizce birkaç adım arkasında yürüyen Jeniske’ye bakmıştı. “Yine de geceleri düşündüğüm şey sessizlikte senin sesin oldu. Böyle şeyleri sesli söylemek utanç verici gibi olsada sana söyleyebilirim değil mi?” demişti. Jeniske başını sallayıp ufak bir tebessümle ona bakmıştı. Koen iç çekip olduğu yerde durdu. Jeniske onun tam önünde durmuştu. “Sadece bir an için bile mi beni düşlemedin?” demişti. Jeniske ona bakıyordu. Uzanıp yüzünde parmaklarını gezdirdi. “Düşledim. Ama acı verdi.” Demişti. Koen gözlerini kapamıştı. “Özür dilerim.” Demişti. Jeniske usulca başını salladı. “Mecbur olduğunu bilsem de beni yalnız bırakmış olduğunu düşünmek sinirlerimi bozdu.” Dedi. Koen gözlerini aralamıştı. “Telafi edecek çok zamanımız olacak. Bunu sağlayacağım. Gerekirse bütün dünyayı sessizliğe boğar zamanı sonsuza dek durdururum. Bunca senenin telafisi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.” Demişti. Jeniske’nin durulmuş parlak yeşil gözlerine bakarken onun hala sönmemiş ışığını görmüştü. Dudaklarına doğru uzanmıştı dudakları. Onu öpmek belki de o ışığı büyütecekti. Bunu yaptığında gördüğü ışık daha fazla arzuyu ortaya çıkarıyordu. Ve bir süre sonra dudaklarında hissettiği sıcaklık. Bu yıllardır özlediği en büyük histi. Gülümsemişti. Onu öperken Jeniske’nin gülümsemesini hissedince dudaklarını birkaç santim ondan uzaklaştırmıştı. Beline dolanmış elin verdiği hisle ona doğru yaslanmıştı. “Seni şu an istiyorum.” Demişti. Jeniske’ye bunu söylerken onu patikadan çıkarmak istercesine itekleyerek sık ağaçlara doğru yürümeye başlamıştı. Adımları telaşlı ve bozuktu. Hislerinin hala Jeniske’ye tepki veriyor olması onu daha da çok heyecanlandırıyordu. Patikadan uzaklaştıklarında Jeniske’nin sırtını bir ağaca dayamasına müsaade etmişti. Elleri ile onun yüzünü tutup daha sert öpmek istemişti dudaklarını. Ona ait olduğunu hissetmek istemişti. Öpücüklerinin ardında beliren sıcaklık sadece dudaklarını ısıtıp onları harekete geçirmiyordu. Yaslandığı bedenin irkilişindeki hissi biliyordu. Kendi bedenindeki o hisse çok benzerdi. Kalbinin hızla çarpışı beynindeki kan akışının hızlanışı ellerinin titremesine neden oluyordu. “Yapalım.” Diye fısıldıyordu. Bunu isterken Jeniske’nin kulağına doğru eğilmişti. Jeniske onun bedeninden yayılan sıcaklığı hissediyordu. Elleri yavaşça onun deri kemerine dolanmıştı. Eğilip açık boynuna doğru dudaklarını yaklaştırmıştı. “Burada yapmak istediğinden emin misin?” demişti. Koen onun boynuna doğru sarılmıştı. “Evet!” demişti. Jeniske onun kemerinin tokasını çıkarıp bırakmıştı. Eli kasıklarına doğru kaymıştı. Dudakları sıcak tenindeydi. Kendisi içinde artık duramayacağı noktaya gelmişti. Koen onun ellerini hissedince irkilmişti. “Gerçekten acele etme!” demişti. Jeniske onun gözlerine bakmak için başını kaldırmıştı. Koen nefes alırken dudakları aralanıyordu. Yanakları kızarmış ve gözleri nemlenmişti. “Sadece tadını çıkarmak istiyorum.” Demişti Koen gülümsemeye çabalayarak. Jeniske onu bir hamlede çevirip ağaca doğru yaslamıştı. “O zaman sana yardımcı olayım.” Demişti. Hayalinde hep canlanan o vahşi bakışları tekrar gördüğünde ürpermişti. Giydiği deri zırhın çözülen bağcıklarını hissediyordu. Ona karşı koymak bir kaplanla güreşmeye çalışmak gibi olurdu. Avını nasıl yiyeceğini bilen bir kaplanla… Koen gözlerini kapayıp başını geriye doğru atıp soğuk ağaç kabuğunu hissetmişti. “Açılmış göğsünde hissettiği öpücüklerin hala var olan izlerde durması ile başını eğmişti. Jeniske doğrulup elini izlerin üzerine koyunca ürpermişti. O izler onun göğsünü delip geçen ilk defa ölümüne neden olan izlerdi. Koen ona bakarken yutkunamıyordu bile. Jeniske bir süre izlere baktı. Daha sonra eğilip onun dudaklarına doğru yaklaşmıştı. “Her şeye rağmen buradasın…” demişti. Koen o sesin içindeki şehvet ve özlemi kalbinde hissedebiliyordu. Sevginin ne demek olduğunu düşünüyordu bazen. Karşısındaki olduğu gibi kabul etmek değildi aslında. Kendi eksinlerini onun parçaları ile tamamlayıp bir bütün olmaktı. “Her şeye rağmen…” Olanları affedebilmekti ve her şeye rağmen o parçaların sahibin yanında olabilmekti. Bedenin bu kadar uzun süre sonra böyle yanması onu delirtebilirdi. Düşünceleri kasıklarında hissettiği dudaklar ile dağılıp şaşkınlıkla beraber Jeniske’yi itekleme çabalamıştı. “Hayır… Ben…” sözcüklerini kesen nefessiz kalışı Jeniske’yi engellemeye çabalayan elini geri çekmesine sebep oluyordu. Bir insan bir insandan hiç tiksinmeden ona dokunabiliyorsa, onu bedenin bir bütünü olarak kabul edebiliyordur. Düşüncelerini toparlayacak kadar hali yoktu. Elini ağzına basmış ve nefesinin bozukluğu ile başının döndüğünü hissediyordu. Yutkunamıyordu. O kadar sıcaktı ki bedeni resmen eriyecekti. Kaslarının titrediğini hissederken bacakları tutmuyordu. Eğilip Jeniske’nin başının üstüne başını yaslamıştı. Onu durdurmak için iteklememişti bu sefer. Daha fazlası için hazır olduğunu belirtmek istemişti. Yeni yeni uyanan toprağın üzerine doğru düştüklerinde Jeniske’nin dudaklarını defalarca öpmüş ve ellerinin nerede olduğunu hissedince sadece ona ait olan bedeni tamamen hissetmek istemişti. Utanç değildi yüzünü kızartan şey. Nabzının yüksekliği ve kontrol edemediği ergin bedeninin ısısından kaynaklıydı. “Titriyorsun!” demişti Jeniske onu sarmak için doğrulduğunda onu kucağına alıp kolları arasına aldığında Koen ona sokulmuştu. Kafasının karışıklığı yerini ritmik bir şarkıya bırakmış gibiydi. Sürekli yükselen notaların sebebinin Jeniske’nin nefesinden kaynaklandığını biliyordu. Sırtına değen toprağı ve otları hissettiğinde bacaklarını ayırmaya çekinmemişti. İstediği şey bir şarkının ritmi gibi devamlılıktı. Unutulmayacak ve sık sık duyacağı bir ritim… Dudaklarındaki dudakların arasından çıkıp diline dolanan dilin sıcaklığı kalçalarının arasındaki baskıyı azaltıyor, nabzını yükseltiyordu. Elleri ter içinde kalmış ve göğsünün üstündeki bedenin sürtünmesi onu heyecanlandırıyordu. Önce bir sancı ve sonrasında alışma ile bir haz başlamıştı. Heyecanla çarpan kalbi şimdi haz ile çarpıyordu. Boynunda hissettiği nefesle beraber yavaşlayan temponun sonunda ikisi içinde doygunluk vardı. Nefesini toplamaya çabalarken ona bakan gözlere bakıyordu. Yorgunca kollarını Jeniske’nin boynuna dolamış ve onu kendine doğru çekmişti. Doğanın içinde çıplaklık ve utançtan uzak iki insanın sade aşkının son resminin sahnesi görülmeye değerdi.  Birbirine kilitlenmiş gözler ve sade bir öpücük. Bu resmin son dokunuşuydu.
Uzanmış bedenler birbirine sokulmuş bütün toprak onların sonsuz yatağı olmuştu. Batmaya hazırlanan güneşin ardında bıraktığı ışıklar bulutları renklendiriyordu. Ağaçları süpürüp geçen rüzgâr hışırtılar çıkarırken gök yüzünde beliren kuşların sesi haberciydi. Baharı taşıyan kuşlar onlara bağırıyordu. Kuşlar adeta geldiklerini haber verir gibi herkesin duyacağı çığırtkanlıktaydı. Koen yattığı yerden doğrulup gökyüzüne heyecan ile bakıyordu. Beline dolanan kollar ile kendini güvendiği bedene bırakıp Jeniske ile gök yüzünü izlemeye koyulmuştu.
“Kuşlar baharı getiriyor.” Demişti. Kalpleri yıllar sonra aynı tempoda atıyordu artık. Jeniske onun gösterdiği sürüye bakıp gülümsemişti. “Göç mevsimi geldi çünkü.” Demişti. Koen başını indirip ona doğru bedenini bırakmıştı. “Biz ne zaman göç edeceğiz?” soruyu sorarken gözlerini kapamıştı. Jeniske sırtını ağaca dayayıp gökyüzüne bakmıştı. “Bir gün…”

 

 

 

 

Bölüm Otuz İki

Günden Arda Kalanlar

Jeniske sırtına aldığı Koen ile yavaş yavaş yürüyerek gidiyordu. Koen onun boynuna sarılmış sohbet ediyorlardı. Gün çoktan kararmış ve ikisi diğerlerini unutmuş olduklarını geç fark etmişlerdi. Koen yorgunca sonunda Jeniske’nin teklifini kabul edip sırtına binmişti. Jeniske’ye göre onu taşımak bir çuval saman taşımak gibiydi. Konuşarak nehrin yanına vardıklarında Aiken endişe onları aramaya çıkacaklarını gecikmiş olmalarının iyi bir bahanesini istiyordu. Koen inmek için Jeniske’nin onu bırakmasını istedi. “Bir bahanemiz yok. Sohbete dalmışız. Gidip uyumak istiyorum.” Demişti. Atların olduğu yere doğru yürümeye başlamıştı. Aiken onun peşine takılmıştı. “Aç olacağını düşünüp sana et ayırdık. Onu ye bari!” demişti. Koen onun uzattığı eti aldı. “Güzel!” demişti. Bu sırada Gerda oraya doğru yürürken Jeniske’nin omzuna birkaç defa vurmuştu. “Kötü haberlerimiz var!” demişti. Jeniske ona bakınca Gerda söndürülen ateşin ardında kalan gölgeleri tekmeler gibi ayağını yere vurmuştu.   “Atlardan birisi siz gelmeden önce ürktü ve ayağı kayıp düştü. Sonuç ise…” Eliyle duldada duran ölü atı göstermişti. Jeniske ata bakıp kalmıştı. Gerda gülümsemeye çabalıyordu. “Yılan varmış! Hayvanı sokmuş. Çok acı çekmesin diye Kral Maios onun boğazını kesip öldürdü. Kurtaracak kadar iyi değildi. Bir at kaybettik. Eti yenir mi bilmem ama zehir ne kadar yayılmış olabilir diye baktık. Baya fena!” demişti. Koen onlara bakıyordu. Aiken ise atı gösterdi. “Ayağında resmen bir yumurtadan daha büyük iki şişlik oluştu. Kırmızı sarı desenleri olan garip bir yılandı.” Dedi. Ardından kendi atını gösterdi. “Onu öldürdüm. Sanırım derisi ile kendime kayışlı kemer yapacağım.” Demişti. Koen ağzındaki et parçasını çiğnerken konuşuyordu. “Bu bölgede bu kadar zehirli yılan olduğunu bilmiyordum. Sizden birini sokmaması iyi olmuş.” Dedi. Ölmüş ata bakıp gözlerini kıstı. “Kısrak mıydı?” dedi. Aiken başını iki yana salladı. “Aygır!” dediğinde Koen gülmüştü. “İyi! Kısrak olsa üzülürdüm. Sonuçta yavrusu olabilirdi. Daha fazla gecikmeden gidelim.” Demiş ve eğer de öne doğru kaymıştı. “Jeniske gel seni kampa kadar götüreyim. Yürümek zorunda kalmazsın.” Demiş ve gülmüştü. Ayağının yanı ile atın karnına vurup tıkınırken atını Jeniske’nin hemen yanına sürmüştü. “Senin için masallardaki atıyla gelip prensesi zor durumdan kurtaran prens oldum.” Demiş ve bir kahkaha atmıştı. Jeniske atın eyerini tutup bir hamlede üstüne zıplamıştı. “Prenses mi dedin sen bana?” demiş ve çenesini Koen’in kafasına koyup atı hızla döndürmüştü. Koen etini yemekle meşguldü. “Sonuçta ölen at senin olmasa bile iyi bir lider asla adamlarını uzun yolda yayan yürütmez. Seni atıma alarak çok iyi bir insan oldum.” Demişti. Herkes atlarına biniyordu. Ölen at Mona’nın atıydı. Jeniske atı yavaş yavaş ormanda ilerletiyordu. “Her neyse önemli olan geri dönecek atımızın olması. Ayrıca bir şey daha demeliyim.” Demiş ve yan tarafta atını süren Aiken’e dönmüştü. “Bu et çok güzel olmuş.” Demiş ve mutlulukla sırıtıp bir parça daha ısırmıştı. Jeniske çenesi hala Koen’in başına dayalı şekilde atını sürüyordu. Maios onlara doğru atını yaklaştırmıştı. “Jeniske senin için ayırmıştık aslında… Açsan onları Nasio’nun heybesine koymuştuk.” Demişti. Koen başını o tarafa doğru çevirmişti. Elindeki son parçayı çenesinin üstündeki başa doğru uzatmıştı. “Bunu alabilirsin. Şimdi Nasio’nun heybesini kurcalamak için durmayalım.” Demişti. Jeniske dişleri ile parçayı alıp başını çekmişti ve bir eli eyeri diğeri eti tutarken atın üstünde gitmeye devam ediyorlardı. Geldiklerinden yol daha uzun gelmişti. Günün yorgunluğu çökmüştü üstlerine. Kamp uzakta gözükmeye başladığında Aiken yanan ocakları işaret etmişti. “Yarım saatten az yol kaldı. Atları hızlandıralım.” Demişti. Hepsi hızlandığında Jeniske oldukça yavaş kalmış ve arkada hala atın yürüyüş temposunu bozmadan ilerliyordu. Maios bunu fark ettiğinde atının dizginlerine asılmıştı. Sadece o değil Tulhu, Aiken ve Nikow’da atlarını durdurmuştu. “Aiken sorun mu var?” Gerda bunu söylediğinde Aiken ona çevirmişti başını. “Mona ve Prensi kampa götür. Biz hallediyoruz.” Demişti. Ne olduğunu görmek için oraya doğru gitmişlerdi. Ay bu gece bütün iştihamı ile parlıyordu. Oraya doğru geldiklerinde Jeniske işaret parmağını dudaklarına götürüp bağırarak konuşmaya hazırlanan Maios’u susturmuştu. Tulhu ise hemen Jeniske’ye doğru yaslanmış ve uyuyan Koen’e bakıyordu. “Bu kadar yorulduğuna inanmıyorum. Onu bunca mücadele için eğitmiştim.” Demiş ve atını yavaşça sürmeye başlamıştı. Aiken ise derin bir nefes vermişti. “İyi bari. Uyanmasın diye atı yavaşlatmışsınız. Bir an için bir şey oldu sandım.” Demişti. Nikow usulca atını sürüyordu. Jeniske hemen yanında onunla aynı hızda giden Maios’a çevirdi başını. “Düzelttiniz mi şimdi her şeyi?” demişti. Jeniske başını salladı. “Sanırım evet.” Demekle yetinmişti. Kampa vardıklarında subay çadırlarına kadar atlar sessiz etrafta nöbetçilerin nöbet değişimi için çıkardıkları sesten başka bir şey yoktu. Maios atından inmiş ve yuları bekleyen seyise vermişti. “Koen!” demişti Jeniske onu uyandırmak için nazikçe sarsmıştı. Koen yorgunca gözlerini açıp iç çekmişti. “Her yerim ağrıyor!” diye mızmızlanıp nerde olduğunu anlamak için etrafa bakınmıştı. Atın üstünde bu kadar derin uyuyor olması herkesi şaşırtmıştı. “Çok susadım.” Dedikten hemen sonra attan bir hamlede atlayıp Jeniske’nin çadırına doğru emin ve ezbere adımlar atmıştı. Geçişini durduran ise bekleyen iki muhafız olmuştu. Koen uyku sersemi onlara bakıp hızla doğrultulan mızraklardan yakalayıp adamları kenarı doğru savurup içeri girmişti. Jeniske şaşkınlık içinde kalan muhafızlara gidip dinlenmelerini nöbetlerinin bittiğini söylemişti. Aiken kaşlarını çatıp başını iki yana sallayıp oraya doğru yürümüştü. “Sarhoş gibi davranıyor. Gerçekten huyları değişmemiş. Sorumsuz herif sizin çadırınızda kalmak için izin bile istemedi.” Diye hayıflanıyordu. Jeniske ona dönüp gülmüştü. “Aiken gidip dinlen. Endişelenme ona izin vermiştim. Yarın ona yatak ayarlarlar.” Demişti. Aiken başını usulca sallamış ve oraya doğru sokulmuştu. “Ona karşı ne hissettiğinizi biliyorum. Anlamasam bile saygı duyuyorum efendim ama kampta zaten hakkında çok dedikodu var bir de bunlarla uğraşamayız.” Demişti. Tulhu bunu duyunca uyuşmuş kolunu ovmayı bırakmış ve onlara dönmüştü.  “Onun için yatak göndermekten daha iyisi Subay çadırlarına taşınması olur. Dedikodular hakkında General Aiken’in tereddütlerini anlıyorum. Yıkıcı olabilirler.” Demişti. Jeniske bunun üzerine kaşlarını çatmıştı. Maios’a çevirmişti başını. Maios gözlerini kaçırıp yerdeki otlara bakmıştı. Ellerini beline koyup iç çekmişti. “Aiken haklı. Ordu içinde otoritenin sarsılması doğru olmaz. En azından göstermelik bir yer ayarlamalıyız.” Demişti. Nikow bunun üzerine konuşmaya dahil olmuştu. “İyide majesteleri şu zaman kadar benin Mona ile kalmam sorun edilmedi ya da sıkça General Aiken’i Demir Leydi Gerda’nın çadırını ziyaretleri kimsenin gözüne batmadı. İki erkeğin dost olduğu bilinen iki arkadaş olarak görülen iki kişinin aynı çadırı paylaşması sorun olmaz. Sonuçta bilinenin dışında sizlerin çok yakın arkadaş olduğunu düşünüyor herkes. Şu zaman kadar bende öyle düşündüm.” Demişti. Jeniske ona dönmüştü. “Aranızda mantıklı konuşanlar var. Bir yatak getirmelerini söyleyin. Sorun çözülsün. Ayrıca çıkacak dedikodular pek de umurumda değil. Bu saatten sonra ne dendiğini umursamıyorum. Daha öncesinde o itibarını kafaya taktığı için umurumdaydı.” Demiş ve çadırı göstermişti. Maios iç çekmişti. “Peki! Madem öyle çözüleceğine inanıyorsun. Bu seferde Ressam Nikow’u dinlemiş olalım.” Dedi. Nikow saygı ile başını eğmişti. “Majesteleri sizin sözünüzün üzerine söz söylemek değildi amacım. Sadece olayın normal olduğunu ve bilinenin aksine birçok kişinin sadece sıkı bir arkadaşlık gördüğünü söylemek istedim.” Demişti. Maios gülmüştü. “Anladım Nikow. Yorgunluktan canım çıktı. Taarruz yaklaşıyor ve dinç kalmak yerine çok enerji harcıyoruz. Herkese iyi uykular beyler.” Demiş ve çadırına giden yola koyulmuştu. Günün yorgunluğu hepsini sarmıştı. Nikow ve Aiken yan yana yürürken Nikow bir an için durulmuştu. “General Aiken bir şey sorabilir miyim?” demişti. Aiken ona bakıp merakla başını eğmişti. Nikow ile neredeyse aynı boylarda kalıpta adamdı. Ressam olmasına rağmen Nikow’un iyi kılıç kullandığını bilirdi Aiken. “Mona son günlerde pek bir keyifsiz. Nefes alırken kesik kesik alıyor. At binerken yoruluyor. Acaba hasta olabilir mi? Bir defasında sormak istedim ama beni tersleyip geçti. Acaba Leydi Gerda’ya bunu söyleseniz de bir kadın olarak onunla konuşsa olur mu? Belki bana demek istemediği şeyler vardır.” Demişti. Aiken düşünceli halde başını sallamıştı. “Elbette. Gerda onunla ilgilenir. Son günlerde pek rengi yok gibi bende fark ettim. Gidince Gerda ile konuşacağım.” Demişti. Yol ayrımına gelmişti. Nikow durdu. Kendinden üste olan adamı selamladı. “İyi geceler General.” Demişti. Aiken sanki kamp eski günlerine dönmüş gibi hissediyordu. Koen gelmişti ve etrafta yine saçma bir neşe vardı. Yıllar sonra Jeniske gözlerinden öfke kusmak yerine sakin ve neşe dolu duruyordu. Nikow’un omzuna elini koymuştu. “Çadır konusunda haklıydın. Efendi Jeniske’nin huzurlu oluşunu ön plana aldığını geç olsada fark ettim.” Demişti. Nikow gülmüştü. “İkisi hakkında Mona çok uzun şeyler yazar ve bende okuyorum. Gözle görülmese de olan şeyi insan hissediyor. Kendimi düşündüm ve Mona ile aynı yerde kalamayacak olsam huzursuz olurdum. Amacım bir çıkar gözetmekten çok sadece samimiyetti.” Demişti. Aiken ve Nikow’un yeni kamp düzeninde sürekli karşılaşmaları aralarındaki dostluğu ilerletmişti. Özellikle Gerda ve Mona’nın yakın arkadaş olmuş olması ikisini de sürekli olarak bir araya getiriyor ve istemsizce konuşmaya ve birbirilerini tanımaya başlamışlardı. Birkaç sefer Aiken, Nikow’u ava davet eden kişi olmuştu. İkisi arasında gelişen sessiz dostluk seviyesini koruyor ve Nikow ile Aiken zaman içinde iyi arkadaşlar olma yolunda ilerliyordu. Aiken kendi çadırına giden yoldan sapıp Gerda’nın çadırına doğru yürümüştü. İçeri girerken yorgunca gözlerini devirmişti. Gerda çoktan üstündeki kirli olan kıyafetlerden kurtulmuş saçlarını açmıştı. Saçlarını taramakla meşguldü. “Bir sorun mu varmış?” dedi. Aiken onun yanına gelip eğilip ona sarılmıştı. “Sorun yok! Koen uyuduğu için Efendi Jeniske atını yavaşlatmış.” Dedi. Gerda gülümsemiş ve kalayla parlatılmış gümüş aynadan onun yüzüne bakmıştı. “Yorulmuş görünüyorsun.” Dedi. Aiken esneyip onun yatağına doğru yürümüştü. “Evet! Burada uyumak için güzel ve yumuşak bir yatak var!” demişti. Gerda onu görmek için oturduğu yerde dönmüştü. “General olarak sana verdikleri çadırı paylaşmak yerine burada kalmalısın. Efendi Tavi bunun sorun olmayacağını söylemişti. Sonuçta aynı rütbedeyiz ve ikimizin birlikte olduğunu bilmeyen yok!” demişti. Aiken kendini yatağa bırakıp onu görmek için başını çevirmişti. “Çadırın subay çadırlarının orada olması otorite için önemli. Zaten bir iki gece kalıyorum kalmıyorum orada.” Demişti. Gerda oturduğu yerden kalkmıştı. Ufak tefek geniş kalçalı sevimli bir kadındı. Yüzündeki ifade herkese göre değişirdi. Aiken’i tavlayacağını söylediğinde Aiken ondan çekinmiş ve hatta korkmuştu. “Seninle evleneceğiz. İste ya da isteme!” diye sürekli onun peşinde dolaşmış ve sonunda onun da duygularını açmasını sağlamıştı. Uzun boylu sarışın kadınlarda gönlü olduğunu söyleyen Aiken şimdi bu esmer güzel kadına tapıyordu. Gerda zeki ve her kadından farklı olarak dominant olduğunu göstermeyi seven, görgülü bir kadındı. Karşısındaki kişinin kim olduğu önemli değildi ona saygı göstermeden öte samimi birisi olup olmadığını önemserdi. Bunun yanı sıra neşeli ve hayat doluydu. Sürekli olarak Aiken’in deyimi ile “yaramaz kız çocuğu” gibi ortalıkta dolanıp bir şeyleri kurcalar olaylara burnunu sokar ama hep bir şekilde sıyrılıp kaçardı. Gerda her ne kadar kolay bir insan gibi görünse de Aiken bazen onun sinirlendiğinde neler yapacağını kestiremezdi. Ondan kat be kat iri olsada korktuğu ve kaçtığı olmuştu. “Nikow ile yürüyorduk.” Dedi Aiken. Yatağa oturup elindeki kıyafeti katlayan Gerda’nın uzamış saçlarının ucuyla oynamaya başlamıştı. “E…” Gerda hikâyenin devamını bilse de merak eder gibi sormuştu. “Mona’nın son zamanlar da halsiz ve iştahsız olduğunu söyledi. Sorduğunda onu terslemiş. Bana da senin onunla konuşup konuşamayacağını sordu. İkiniz yakınsınız. Bir sıkıntısı varsa öğrenebilirsin.” Demişti. Gerda birden gülümseyip elindeki kıyafeti kenarda duran sandığın üstüne koyup yatağa devrilip Aiken’e doğru dönmüştü. “Mona’nın hiçbir şeyi yok. Kadınların bazen böyle zamanları olur.” Demiş ve gözlerini kısmıştı. “Ayrıca sana bir şey söyleyeceğim ama bir kişi bile öğrenmemeli bunu! Söz ver bana!” demişti. Aiken başını usulca sallamıştı. “Söz!” demişti. Gerda yüzü koyup dönüp dirseklerini kullanarak başını kaldırmıştı. Aiken’e bakıp sırıtmaya başlamıştı. “Mona galiba hamile ama bunu saklamak istiyor bir süre.” Dedi. Aiken şoka girmiş halde ona bakıyordu. Ne diyeceğini bilememişti. Bir savaş kampında hamile bir kadın olacağını hiç düşünmemişti. “Nasıl?” demişti şaşkınlıkla. Gerda gülüp ona doğru kendini devirmişti. “Sana nasıl çocuk yapıldığını gösterdim sanıyorum. Aiken…” demişti. Aiken ona sarılıp şaşkınlıkla konuşmaya devam etti. “Hayır nasıl yaptılar demiyorum. Sadece şaşırdım. Nikow’un bunu bilmeye hakkı var bence.” Demişti. Gerda onun kollarından kurtulup burun buruna geldi. “Hayır bu bizim işimiz değil. Mona kendisi söylemek isterse söyler. Onunla konuşur ve Nikow’un sağlığından endişelendiğini söylerim. Ama gerisi bizim işimiz değil.” Demişti. Aiken ona bakıyordu. “Hamile kaldığında sende mi gizleyeceksin?” demişti. Gerda omzu silkti. “Sanmam. Nazımı çekmen için sürekli şişen göbeğimi yüzüne dayayıp mızmızlık etmek daha iyi olur. Ama Mona öyle birisi değil. Nikow’un buradan ayrılmak isteyeceğini düşünüyor. Burada tarih yazıcılığı işine devam etmek istiyor. Biraz korkak dursa da olayları nasıl heyecanlı yazdığını görmedin mi?” demişti. Aiken başını yavaşça sallayıp ona sarılmıştı. “Bu durumu çok fazla gizlememeli. Savaşta hamile bir kadını riske atmak kadar saçma bir şey olamaz. Bu durumu Kral Maios ya da Efendi Tavi fark ederse sorun çıkabilir.” Demişti. Gerda sıkılmış biçimde başını sallamıştı. “Peki Karga Lider ve Koen? Onlar nasıl tepki verir?” demişti. Aiken düşünceli halde başını onun omzuna dayamıştı. “Sanırım Efendi Jeniske onun ve Nikow’un uzaklaşmasını ister. Canlarını tehlikeye atsınlar istemez. Koen için bir şey diyemiyorum. O biraz farklı görünüyor.” Demişti. Gerda başını salladı. “Evet! Sanki eskisi kadar tedirgin ve bir şeyleri umursar gibi değil. Sadece kazanmak ve bu olayın bitmesini istiyor gibi duruyor. Bir çok kişiyi Pis Boğaz yaratmak için öldürmekte sorun görmediğini sen söyledin. Gözlerindeki o yaşama saygıdan geriye bir şey kalmamış gibi.” Gerda bunları söyleyip yorgunca başını önüne düşürmüştü. “Koen’in en çok değişen şeyi yüzü değil mi yine de? O bambaşka birisi gibi ama hepimiz onu tanıyoruz gibi.” Bunu söylerken endi yüzünü eliyle göstermişti Gerda. Aiken başını sallamıştı. “Daha önce onun bu halini bir efsun sırasında çıkan görüntüde görmüştüm. Ama canlı görmek daha farklıydı. Eskiden daha genç ve hali şimdi daha farklı. Çocuk gibi ama yetişkin. Yüzü sevimli bence!” demişti. Gerda ona bakıp gülmüştü. “Onunla yakın arkadaş olmuştunuz. Eskiden daha çok senin gibi davranan kaba saba birisine benziyordu. Şimdi biraz daha masum bir yüzü var. Acaba Karga Lider onun yüzü hakkında mutlu mudur? Sonuçta onu kendi bedeninde diriltmek için çabalamış ama eski halini alamadığı için üzgün olduğunu söylemiştin.” Dedi. Aiken gülümsemişti. “Evet! Gerçi o haliyle var olması bile onun için yeterliydi. Ama önemli olan şu an Gerda. İkisi arasında oluşan gerginlik hepimizi yıpratabilirdi. Koen’in ne kadar güçlendiğini gördüm. Sende buna şahit oldun. Onunla karşı karşıya gelip dövüşmeye başlayacaklar diye aklım çıktı. Tulhu’nun avda dediklerini hatırla. Koen’in artık sadece adil olmak gibi bir derdi var. Sadece adil olmak onun doğasında var demişti. Tanrı Tulhu onun gücünün ne kadar sınırsız olduğunu kendisi söyledi. Kızıl taşa ihtiyacı bile olmadan bir orduyu tek başına parmağı kanamadan yok edebilecek kadar…” Gerda başını yavaşça sallamıştı. “Evet! Düşününce onu durdurabilecek tek kişi Efendi Jeniske. İkisi kavgaya girseydi yaşadığımız bu dünyada büyük bir kıyametin izleyicisi olurduk. Tanrılar bizi koruyor galiba!” demişti. Aiken yorgunca ona bakmıştı. “Sanırım. Bir gün onların şahitliğinde evlenirken bunu sorarım.” Demişti. Gerda ona şaşkınlıkla baktı. “Evlenmek mi?” demişti. Aiken başını sallamıştı. “Güzel olmaz mı? Tüm bunlar bittikten sonra bir çiftlik kurup orada yaşarız. Çocuklarımız olur. Yaşlanıp ölene kadar orada kalıp huzur içinde yaşarız.” Demişti. Gerda ona bakıp dirseği ile karnına vurdu. “Yaşlılar gibi hayal kurmasana be! Ben Dohen’e dönüp tacımdan hakkımı isteyecek ve kraliçe olacaktım. Sende benim özel korumam. Planımız buydu.” Dedi. Aiken ilk defa duyduğu planı şaşkınlıkla dinlemişti. “Sen kraliçe olacaksın ve benim de seni korumam için para alan bir adam mı olmamı bekliyorsun. Muhtemelen seni kaçırıp çiftliğe götürürüm. Kendine daha iyi bir koruma seç!” demişti. Gerda sırıtıyordu. “Beni kaçırmak ha! Peki kaçırıp çocuk yapacak mısın benden?” demişti. Aiken ona sırnaşan Gerda’ya bakıp gülmüştü. “Olabilir. Ufak Aiken ve Gerda olur. Ortada koşar belki sana anne bile derler ha?” demişti. Gerda bu hayalle gülümsemişti. “Olabilir. Çiftlik fikri hoşuma gitti.” Demişti. Aiken dudaklarına dokunan dudakların sırıttığını hissediyordu. “Yarın erken kalkmamız gerek. Bunu ne zaman yapsak öğlene kadar uyuyorsun.” Demişti. Gerda gülüp onu sırt üstü yatırıp üstüne doğru devrilmişti. “Evet! Belki de yarın ben biraz geç kalkarım ve birliğimi sen hazırlık kampına götürürsün.” Demişti. Aiken onun teklifi ile gülümsemişti. “Yarın için bunu yapabilirim.” Demişti. Gerda onun dudaklarına doğru dudaklarını yaklaştırmış ve üstündeki uzun cübbenin düğmelerini açmıştı. Aiken ona bakınca hala utansa da Gerda onun her açıdan ilkiydi. Onunla olmayı seviyor ve ikisi içinde kurdukları hayallerin anlamlı olmasının sebebi bunu daha önce böyle hayalleri kuramayacak kadar yalnız hissetmeleriydi.
Şafak sökmeye başlamıştı. Gerda yattığı yerde mırıldanarak onu uyandırmadan kalkmaya çalışan Aiken’i kolundan yakalamıştı. “Ne diye gün doğmadan kalkıyorsun?” demişti. Aiken’in az uyumasına rağmen enerjik olmasın anlam veremiyordu. Gözlerini aralamaya çabalıyordu. Aiken onun yüzüne doğru dağılmış saçlarını geriye doğru çekip yanağına bir öpücük kondurmuştu. “Birliği hazırlamam ve senin birliğini bizim birliğe katmam gerek. Birileri dün gece laf dinlemek yerine sınırlarını zorlayınca şafak sökmeden kalkmak bana düşüyor.” Demişti. Gerda hınzırca sırıtmış ve örtüleri üstüne doğru çekmişti.  “Öğlen orada olacağım.” Demişti. Aslında kalkacak kadar dinç hissediyordu ama bugün Mona ile işleri olduğu için kampta kalmayı tercih etmişti. Aiken’in tek başına gitmesinde bir sorun görmüyordu. Mona’nın hamile olup olmadığından emin olmak için bugün önemliydi. Aiken kalkıp çadırdan çıktıktan bir saat sonra boru sesleri duyulmaya başlamıştı. Gerda birliklerin yola çıkacağını anlamıştı. Yataktan kalkıp yavaş yavaş giyinmeye başlamıştı. Mona burada kalacak sadece Nikow gidecekti. Nikow için önemli bir görevde savaş planlarının kâğıda aktarılması idi. İki hafta önce alınan bölgede bulunan hendekler ve eski kamp alanında saldırı düzeni kurulmaya başlanacaktı. Birliklerin yarısı oraya aktarılıyordu.  Gerda birliklerin uzaklaştığını anlayınca çadırdan çıkıp koşarak Nikow ve Mona’nın çadırına gitmişti. Mona hazır şekilde onu bekliyordu. “Şifacı kadına gideceğiz. Merak etme her şey gizli olacak.” Demişti Gerda ona bakıp. Mona birkaç dakika önce sabah bulantısı ile baş etmeye çabalamış ama yersiz bulantılar yüzünden gecikmişlerdi. Mona kendine geldiğinde subay çadırları ile yönetim çadırları arasında kalan şifacının çadırına doğru yola koyulmuşlardı. Çadıra varana kadar sessiz ve gerginlerdi. İçeri girdiklerinde ise daha da gerilmişlerdi. Koen içerdeydi. Dünden beri başının ağrıdığından yakınırken beklediği gibi Gerda ve Mona gelince gülümsemişti. “Şimdi sen çıkabilirsin!” demişti. Şifacı şaşkındı. Koen ise ona gözlerini dikmişti. “Hadi dışarı birazdan gelirsin!” demişti. Gerda kaşlarını çatmıştı. “Neler oluyor?” demişti. Koen Mona’ya bakıp oturması için sediri göstermişti. “Bende aynı şeyi size soracağım.” Demişti. Gerda ve Mona oraya ilerlemişti. Mona oturunca ve Şifacı çıkınca Koen oturduğu yerden kalkıp onlara doğru yürümüştü. “İki kalp atışı olması gereken yerden üç tane kalp atışını duyuyorum.” Demişti. Gerda kaşları çatık ona bakıyordu. Koen ise birden gülümsemişti. “Hamile olduğunu gördüğüm anda hissettim. Sizin saçma planınızla bu gizlemeye çalıştığınız şeyi mahvetmeyin diye geldim. O yüzden kaşlarının çatıklığına son verebilirsin Gerda.” Demişti. Gerda şaşkınlıkla ona bakıyordu. Koen ise Mona’nın hemen önünde diz çökmüştü. “Yakında Jeniske ve diğerleri de hissetmeye başlayacak. Şu an bebeğin kalp ritmi çok zayıf ve derinde ama zamanla onlarda duymaya başlar.” Demişti. Mona’nın bileğini tutup nabzını dinlemeye başlamıştı. “Neden saklamak istediğini anlıyorum. Nikow ve sen burada önemli pozisyonlarda yer alıyorsunuz. Yüz üstü bırakmak istemiyorsunuz kimseyi ama bu durumda sadece kendini değil bebeği de riske atacaksın!” demiş ve başını kaldırıp Mona’ya bakmıştı. Mona bitkin ve yorgun duruyordu. Koen şifacının çadırındaki rafları kurcalamak için ayağa kalkmıştı. “Bu şifacıya güvenmeyin. Pek dedikoducuydu ben giderken. Hala öyledir. O yüzden bu durumda sana ben yardımcı olacağım. Aradığımız şeyleri alıp Jeniske’nin çadırına gidelim. Onun şifacı olduğunu biliyor musunuz?” demişti. Mona başını sallamıştı. “Kitaplarını kurcaladım dün o uyuyunca. Hamile bir kadının bulantısı olur ve bilekleri şişermiş. Sürekli çişi gelirmiş. Ayrıca bazen sahte kanamalar ve sancıları olurmuş. Bulantılar için bir karışım var. Çocuk senin yediğin her şeyi tüketen bir varlık olduğu için daha çok yemezsen hamileliğin düşükle sonlanabilirmiş.” Kucağına doldurduğu şişeleri giydiği cübbenin ceplerine tıkıştırıyordu. “Ayrıca sağlık durumun için sık sık kontrol etmemiz gerekecek. Jeniske’nin büyü kitapları arasında onlardan bir şeyler olabilir. Bugün ağrıdan ölüyormuş gibi kıvranıp kampta kaldım. O yüzden öğlene kadar bütün her şeyi halledelim.” Demişti. Gerda bir an için gülmüştü. “Hala değişmemiş olman çok komik.” Demişti. Koen ona doğru şişeleri uzatmıştı. “Sadece yüzüm değişti benim. Neysem oyum.” Demişti. Gerda onun uzattığı şişeleri alıp göğsüne doğru sıkıştırmaya başlamıştı. Üçü içerden çıkıp hemen Jeniske’nin çadırına gitmişlerdi. Yenilmemiş yemekler kitaplar, dağınık yatak… Gerda iç kısmı hiç görmemişti. Görüşme bölümünün ilerisine hiç görmemişlerdi. Mona etrafa bakıyordu. Koen’in dün giydiği kıyafetleri kenarı atılmışken Jeniske’nin kıyafetleri katlanmıştı. Koen masayı boşaltmak için kitapları kenarı doğru hızla topluyordu. Dağınık yatağın üstüne doğru atmıştı. “Siz oturun ben kitapları bulacağım.” Demişti. Kitapların olduğu sandıkları açıp içerine bakıp geri doldururken onlar etrafa bakıyordu. Koen sandıklardan bir kitabı bulunca ayağa kalkmıştı. Diğerlerini aldığı gibi içine koyuyordu. “Karga Lider’in daha düzenli sanıyordum.” Dedi. Koen etrafa bakmıştı. “Öyledir zaten. Genelde şu gördüğünüz eşyaları ben getirdim!” deyip etraftaki dağınık sandığı göstermişti. “Bugün toplarım demiştim.” Dedi ve kitabı masaya koyup ceplerini boşaltmaya başlamıştı. Şişeleri korken isimlerine bakıp kitapta yazılı olanları sıraya diziyordu. Gerda da ona verilenleri çoktan koymuştu. Koen tek tek kitaptaki gibi her şeyi hazırlamıştı. Sessizce birkaç sayfa karıştırıp sırıtmıştı. “Burada hamile olduğundan emin olman için bazı şeylerden söz ediyor. Ne zamandır kanaman olmuyor?” demişti. Mona düşünmüştü. “Belki iki ay!” dediğinde Koen duyduklarını anımsadı. “Sarhoşluk, eğlence ve mutluluk. Bu bebeğin rahme düştüğü ilk gün sayalım onu.” Demişti. Gerda ona şaşkınlıkla bakmıştı. “Bizi mi diniliyordun?” demişti. Koen bir şey ile ilgileniyor gibi hemen masadan ayrılmıştı.  Geri döndüğünde elinde bir testi su ve birkaç boş cam şişe ile bir çanak vardı. Onları koyup etrafa bakmaya başlamıştı. “Hamile olduğundan eminiz. Gerçi kendimi hekim gibi hissetmek için sormak istiyorum.” Demişti. Koen kendince eğleniyordu. Mona’ya saçma sapan sorular sorarken Gerda etrafa bakıyordu. Koen’in getirdiği sandığın orada parlayan kılıcı görüp ona doğru yürümüştü. Eline almak için eğildiğinde Koen onu birden durdurmuştu. “Ona dokunmamalısın. Sahibi dışında dokunan kişinin sonu pek iyi olmuyor. Alıp sana ben vermeliyim.” Demişti. Ayağa kalkıp kılıcı almış ve ona uzatmıştı. “Bunu alır mısın?” demişti. Gerda kılıcı alınca ağırlığı ile birden kolu aşağı düşmüştü. Koen onu çok rahat taşırken kılıç onu yere doğru çekiyor gibiydi. Sadece o değil bir zırh vardı sandıkta. Zırhın Koen’e olmasını beklemiyordu. “Zırhta mı senin?” dedi. Koen başını iki yana sallamıştı. “Tulhu’nun. Giymemek konusunda ısrarcı ama lazım olur diye getirmiştim. Benim için çok büyük.” Dedi. Geri dönüp masada yaptığı karışımı tamamlamaya devam etti.
“Bu yaptığım şey senin sabah bulantılarını kesecek. Ayrıca bebeğin gelişi için iyi olacak. Yemek yemekten kaçmamalısın.” Demişti. Mona onun küçük şişeye yuvarlayıp koyduğu ufak toplara bakıyordu. Yorgunca başını masaya koymuştu. “Gerçekten bulantıları keser mi? Bulantılar olmazsa o zaman rahat ederim. Demişti. Koen başını sallayıp çanağın dibindeki karışını sıyırıp son topu yapıp ona doğru uzattı. “Şu an miden bulanıyor mu?” demişti. Gerda kılıçla uğraşmayı bırakıp masaya doğru yürümüştü. “Biraz! Yemek yersem kusacak gibiyim.” Demişti. Koen ona elindekini almasını söylemiş ve su uzatmıştı. “Direkt yut. Mideni rahatlatacak.” Dedi. Mona onu yutarken tedirgindi. “Kötü mü?” demişti. Mona tadı olmayan şeyi yutup su içmişti. “Değil! Tatsız!” demişti. Koen ona elindeki şişeyi uzattı. “Şiddetli bulantı olunca almalısın. Günden birden fazla alma. Her sabah alıyorsan başka alma. Bir de yemek ye! Bu konuda ciddiyim. Bunu kitaptan öğrenmedim. Jeniske’nin ablasına sürekli söylemişlerdi hamileyken.” Dedi. Etrafı topluyordu hızla. Çıkardığı şeyleri yerlerine koyuyor ve bitmiş ot keselerini hızla kendi sandığına sıkıştırıyordu. İşi bittiğinde Mona mide bulantısının geçtiğini söylemişti. Koen sabah ona getirilen yemek tepsisini ona doğru iteklemişti. “O zaman afiyet olsun.” Demişti. Bir yandan da yatağı düzeltip etrafta dağılmış her şeyi topluyordu. Gerda ona bakarken gözlerini kısmıştı. “Karga Lider’den korkuyor musun?” demişti. Koen ona bakıp geri yataktaki örtüleri çekiştirip düzeltmeye başlamıştı. “Pek sayılmaz. Ne yapabileceğini ne kadar ileri gideceğini biliyorum. Sadece bazen kendini kaybedebileceğinin farkındayım. Gerçi eskiden onunla başa çıkamayacağımı sanırdım ama şimdi işler değişti.” Dedi. Olmayan kol kaslarını göstermek için kolunu kasmıştı. “Bende güçlendim.” Demiş ve düzelttiği yatağa bakıp ellerini beline koymuştu. “Sen ve Aiken nasıl oldu? En son senden kaçıyordu.” Dedi. Gerda gülmüştü. Oturduğu yerde masaya doğru uzanmıştı. “Senin yokluğunda tavlayı verdim onu. Kıskandın mı?” demişti. Koen ona bakıp göz devirip kenarı dökülmüş kitap sandığının başına oturmuştu. “Aksine sevindim. Aiken için senin için gerçekten sevindim.” Demişti. Gerda onu görmek için yana doğru eğilmişti. “Aiken’e genel eve gitmesi için borç para vermişsin zamanında doğru mu?” demişti. Koen onu görmek için başını çevirmişti. Sırıtıyordu. “Bakir olduğunu biliyor musun?” diye soruyu cevaplamamıştı. Gerda ise dişlerini göstererek gülmeye başlamıştı. “Artık olmadığını biliyorum.” Dedi. Koen başını çevirip kendi kendine gülmüştü. Gerda onun hala aynı Koen olduğunu hissetmişti. “Peki sen? Senin gönül işlerini sormak gerek!” demişti. Koen bunu duyunca bitirdiği sandığı kapatıp üstüne oturup bacak bacak üstüne atmıştı. “Ben mi? Bildiğin gibi işte!” demiş ve eliyle etrafı göstermişti. “Dağınık karmaşık ama var olduğu belli!” demişti. Gerda yemek yiyen Mona’ya dönmüştü. “Nikow ile evlenmeyi düşünüyor musun?” demişti. Mona suyundan birkaç yudum içti. “Sanırım evet. Bir çocuğumuz olacak ve babasının soy adını taşımalı. Nikow’un daha önce evlenme teklif ettiğini düşünürsek bu savaş bittiğinde evlenebiliriz.” Dedi. Koen gülmüştü. “Düğününüzü istediğiniz an yapabiliriz. Kral var, rahip var ve bir meclis üyesi var. Hangi inançla yapacaksanız yapabiliriz.” Dedi. Mona ona bakıp gülümsemişti. “Efendi Koen bazen sizin hayatta gamsız olduğunuzu düşünüyorum.” Demişti. Koen gülüp ayağa kalkmıştı. “Öyleyim zaten. Öyle olmasaydım aklımı kaçırabilirdim. Neler gördüğümü sana anlatsam şok geçirip bebeğini düşürürsün.” Demişti. Mona ona heyecanla bakıyordu. “Biliyorsunuz ki tarih yazıcılığı benim işim. Bunu anlatmanız gerek.” Dedi. Koen onun bitirdiği tabaklara bakıp ellerini birine vurmuştu. İki saattir çadırdaydılar. “Daha sonra anlatırım. Şimdi yavaş yavaş burayı terk etmemiz gerek. Birazdan Jeniske burada olur ve bir şeyler karıştırdığımızı anlamadan çıksak iyi olur.” Dedi. Gerda oturduğu yerden kalkmıştı. “Öğlen hazırlık kampında olacağımı söylemiştim. Yola çıkacağım.” Dedi. Koen ona dönmüştü. “Bende geleceğim.” Dedi. Mona konuşacakken Koen ona dönmüştü. “Seni Tulhu’ya bırakacağız. Gidip onunla konuşur ve not alır gibi yapıp dinleneceksin. Bu sayede kimse anlamadan hamileliğinin bazı günlerini dinlenerek geçireceksin.” Demişti. Gerda bu planı sevmişti. Önce Mona’yı Tulhu’nun yanına bırakmışlardı. Tulhu’ya durumu Koen anlatmıştı. Tulhu bunun sorun olmayacağını belirtince ikiside atların atlayıp kamptan ayrılmaya hazırlanmıştı. Önde daha ileride kurulan hazırlık kampına at ile varmak yarım saat sürüyordu. Gerda ve Koen oraya vardıklarında kampta hararetli bir çalışma vardı. Hendeği boşaltıp onun yerine sınır için bir çok kazık çakılacaktı. Epharai ordusunun buraya doğru harekete geçeceği ortadaydı. Ülkenin sınırlarını geçmişlerdi ve artık burada savaş için sınır çizilmeye başlanmıştı. Koen ve Gerda kamptaki hazırlıkları izlerken uzun ve geniş hendeğe gelmişlerdi. Tavi ve Maios derin bir tartışmaya girmişti. “Bu hendeği her adam kazsa bile iki hafta sürer. Biliyorsun değil mi Kral Maios! Bu kadar iş gücünden sonra yorulmuş askerleri bir daha savaştırmak öldürmek olur.” Tavi sert ve otoriter çıkışı ve tecrübesi ile konuşurken Maios hendeğin bir kısmını gösteriyordu. “Derin olursa burada tuzak ve yaylılar kurulabilir.” Aiken ikisinin tartışmasını dinlerken Nasio ile oturmuş beraber bir şeyler yiyordu.  Gerda onlara doğru gidip neşe ile yanlarına oturmuşken Aiken ona kendi yemeğinden uzatmış ve kavgayı izlemeye devam ediyordu. “Prens Nasio, onlar ne zamandır kavga ediyor?” demişti. Nasio bıkkınca nefes vermişti. “Öğlen yemeği için ara verdiğimizden bu yana. Belki bir saattir.” Demişti. Gerda gülmüştü. Koen ise ikisinin gösterdiği hendeğin orada durmuş ve ellerini ağzının kenarlarına doğru götürüp birden bağırmıştı. “Herkes hendekten çıksın!” öyle gürültü ile bağırmıştı ki oturmuş yemek yiyen askerler ona bakmaya başlamıştı. “Çabuk yoksa toprağa gömüleceksiniz.” Demişti. Tavi ve Maios o ara kavga etmeyi bırakmıştı. Koen herkesin çıkmasını işaret edince askerler eşyalarını alıp küreklerini toplayıp çıkmaya başlamıştı. Tavi oraya doğru yürüyordu. “Koen ne yapıyorsun sen?” demişti. Koen ona bakıp geride durmasını işaret etmişti. “Merak etmeyin Efendi Tavi bu işimizi hızlandıracak.” Demişti. Maios bu sefer meraklı ve hızlı adımlarla oraya doğru yaklaşmaya başlamıştı. “Koen ne planladığını öğrenebilir miyiz?” demişti. Son askerde hendeği boşaltıp kenarı doğru çekilmişti. Koen ona bakıp gülümsemişti. “İnanın Majesteleri anlatmak yapmaktan uzun sürecek.” Demişti. Ellerini birleştirip ileri doğru bir ayağını atmış ve ellerini yere doğru açmıştı. Toprak onun parçasıydı ve onu kaldırmak zor olsada imkansız değildi. Etrafta deprem oluyor gibi sallanma başladığında kamptaki herkes gürültü ve sallantının olduğu yere doğru yönelmişti. Hendeğin etrafındaki herkes geriye doğru çekilmeye başlamıştı. Koen toprağı bir tüm parça olarak yerinden oynatırken ellerini yukarı doğru çeviriyor ve toprak yükseliyordu. Tulhu ona bunu öğretmişti. Altın Kitapta olan eski bir büyü olmasına rağmen oldukça kullanışlıydı. Ruh gücüne bağlı olarak ne kadar büyük bir alanı oynatabileceğini ayarlayabilirdin. Art arda kullanmak ise kişiye ciddi kas hasarları verebilirdi. Koen bunu aralıklarla yapabileceğine inanıyordu. Kaldırdığı toprağın ağırlığı ile ayakları geri geri kaymaya başlamıştı. Onu nereye koyacağını bulmak için gözleri etrafı ararken kalbinin hızlandığını hissediyordu. Kasları yanıyordu. Gözüne kestirdiği dağ yamacına yakın yere doğru dönmeye başladığında ağır toprak kütle dönmeye başlamış ve kendinden parçalar savururken herkes kaçışıyordu. Koen Toprağı oraya doğru fırlatmak için uğraşırken bir sesle irkilmişti. “Hendeğin derinliğini arttırmak için önüne koy!” Jeniske bunu söylerken onun kaldırdığı toprağın ağırlığına bakıp kalmıştı. Koen birden toprağı hızla indirdiğinde yer şiddetle sallanıp durulmuştu. Kalkan toz bulutu herkesi boğarken Koen yaptığı işin takdirini bekler gibi orada durup ellerini beline dayamıştı. Bir haftalık işi birkaç büyü ile çözmenin gurur ile beklerken Jeniske birden onun karşısında dikilip kaşlarını çatmıştı. “Yaptığın şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musun sen?” diye bağırmaya başlamış ev onu azarlarken toz bulutu kaybolmaya başlamıştı. İnsanlar öksürmekten bir hal iken Jeniske onu kurulan brandaların oraya göndermiş ve saçma işler yapmaması için azarlamanın verdiği kızgınlık ile Koen oraya oturup sövmeye başlamıştı. Kaslarının titremesi ile söverken oldukça komik görünüyordu. Yüzü gözü toprak içinde olduğu yerde oturmuş ayağını sallayarak küfür ediyordu. Nasio kirlenmiş olan yemeğini kenarı doğru atıp oturur biçimde Koen’in yanına doğru kaymıştı. “Efendi Koen yaptığınız şey harikaydı!” demişti. Koen birden kızgınlığını unutup ona doğru dönmüştü. “Sonunda anlayan birisi. Nasio sen bunca kişiden daha zeki olacaksın!” deyip açılmış hendeğe bakanları göstermişti. Nasio gülmüştü. “En azından Efendi Tavi ve babam bir süre tartışmayı bırakıp kazmaları için emir verebilir.” Demişti. Koen gururla dimdik oturmaya çabalarken yorgunlukla kollarını yana doğru açıp tahta plakanın üstüne doğru devrilmişti. “Kollarım nasıl ağrıyor!” diye oturduğu yerde mızmızlanıyordu. Askerler inen toz bulutu ile kazılmış daha doğrusu parçalanmış hendeğe bakıyordu.
“Efsuncu birliğinden en güçlü olan kişileri çağırın!” Koen bunu duyduğunda olduğu yerden sıçramıştı. Nasio ne olduğunu sorarken Koen oraya doğru hızlı adımlarla gidiyordu. “Karga Lider!” demişti. Jeniske emri verdiği askeri gönderip ona doğru dönmüştü. Koen hızlı adımlarla ona doğru geliyordu. “Büyü yapacaksanız bunu ben yönetmeliyim!” dedi. Jeniske ona bakıp kaşlarını çatmıştı. “Emin misin?” demişti. Koen başını sallamıştı. “Ben bu büyü için eğitim aldım. Hem de bir tanrıdan!” demişti. Jeniske ona bakıp yürümeye başlamıştı. “Mümkün değil!” demişti. Koen onun peşine takılmıştı. “Nasıl mümkün değil? Oturacak mıyım öylece? Jeniske!” onu durdurmayı brandanın orada başarmıştı. Jeniske ona dönmüştü. Elleri arkasında birleşmişti. “Kollarını aç!” demişti. Koen kaşlarını çatıp ona baktı. Daha sonra kollarını açmak için kolunun ucunu tutan deri bandajları açıp hızla gömlek kolunu yukarı sıyırınca gördüğü şey ile şaşkınlık içinde kalmıştı. Panikle hemen diğer kolunu açmıştı. Aynı şey… Kolları bileklerinden omuzlarına giden uzun ince bir sürü morlukla doluydu. Jeniske onun onlarına bakıp derin bir iç çekmişti. “Yaptığın büyüyü biliyorum. Bende dağı oynatmak için kullanırdım. Omuzlarından küreklerine kadar inmiş olmalı izler. Boynuna bakalım!” dedi. Eğilip yakasını açınca izlerin oraya da yükseldiğini gördü.  Koen’e bakmak için doğrulmuştu. “Daha fazla devam edersen kanamaya başlarlar. Dinlenmeye bak sen!” demişti. Koen şaşkınlık ile kollarına bakıyordu. “Çayırda daha büyük yerleri, kapıyı bile oynattım.”  Bunu söylerken koluna bakıyordu. “Çayırın enerjisi ile burası bir değil. Kullandığın taktik ile yavaş yavaş da olsa iki günden biraz uzun zamanda efsuncular hendeği açar. Sende izlerin geçmesini bekle!” demişti.  Koen usulca başını sallayıp tahta plakaya oturmuştu. Gerda onun kollarındaki izleri görmek için yanına doğru sokulmuştu. “Bir sürü küçük böcek kulunu boydan boya yemiş gibi!” dedi. Koen elindeki bandajları bileklerine sarmaya başlamıştı. Jeniske oradan uzaklaşıp ilerde hendeğe doğru giderken Gerda omzu ile Koen’e vurmuştu. “Etkilemek için daha basit şeyler yapmalısın. Gülümseyip sokulabilirsin!” demişti. Keon’in amacı etrafı etkilemekten öte gücünü Jeniske’ye göstermekti. Rezil olduğunu düşünüp elini alnına vurmuştu. Gerda ise onun omzundan destek alıp onu çağıran Aiken’in yanına doğru gitmeden önce ona dönmüştü. “Yine de başarılıydı!” dedi. Koen kollarını ovuşturuyordu. Ufak ufak karıncalanmalar oluyor ve uyuşup tekrar normale dönüyordu kolları. Tulhu bu durumdan hiç söz etmemişti ona. “Ruhun insan üstü olabilir ama bedenin insan üstü değil. Ona göre sınırlarını bilmen gerek.” Dediği bu şeyi hatırlayınca yana doğru devrilip direğe başını sallamıştı. Nasio elindeki ekmek parçasını ağzına atıp ayağa kalkmıştı. “Sen nereye?” demişti Koen ona bakıp. Nasio gülümsemişti. “Malzeme çadırlarının kurulumunu denetleyeceğim. Babam görev verdi!” demişti. Koen onun bile kampta bir görevi olmasına sinirlenip olduğu yerde debelenip bomboş yerde kendi kendine dönmeye başlamıştı. Hendeğin açılmasını izlerken uykuya doğru çekildiğini hissediyordu. Bir defa gözünü kapatmıştı ve tekrar açtığında yığılı toprağın artıp ondan baya uzaklaştıklarını görmüştü. Güneş neredeyse batmaya yaklaşmış ve kamptakilerin çoğu yavaş yavaş ateşleri yakmaya başlamıştı.  Koen doğrulup yürümeye başlamıştı. Jeniske’yi kalabalıkta büyük çadırda diğerleri ile toplantı halinde bulmuş ve çıkmasını beklemişti. Yavaş yavaş içerden komutanlar çıkmaya başlayınca oturup beklediği fıçıların yanından ayrılıp çadıra doğru yürüyüp içeri girmişti. Harita üzerinde hararetli bir tartışma vardı. Koen biraz masanın etrafında dolandı ve daha sonra sıkılmış halde geriye doğru çekilip üstünde kumaşlar olan sandığa oturmuştu. Aiken bıkkın halde geriye doğru çekilmişti. “Hendek yetişse bile sorun mızrakların oturtulduğu yer. Bence saldırı için biraz daha geriye gitmemiz gerek” Tavi ona bakıp göz devirip kollarını bağdaştırmıştı. “Geri çekilmek ana kampı tehlikeye atar. Ayrıca arabaların ve mancınıkların burada olması atış mesafesini genişletecek.” İkisi tartışmaya girdiğinde Aiken sonunda burnundan solumaya başlamıştı. “Efendi Tavi sürekli olarak bir şeylere muhalif olmaktan vaz geçmelisin.” Dedi. Tavi iç çekip geriye yaslanmıştı. Gözlerini devirmişti. “Demek istediğimi anlamama konusunda ısrarcı olmanı anlıyorum.” Masadaki haritaya dikmişti gözlerini. “Ama dediğiniz şekilde yaparsak intihar gibi olacak. Bunu anlaman için sana daha ne göstermem gerek. Karşımızda Dohen ya da Pain ordusu gibi amatör bir ordu yok. Karşımızda gelişmiş ve taktik olarak çok güçlü bir ordu var ve Yaksotat’ın ölü askerlerinin onların içine karıştığı istihbaratını aldık. Daha da gerilersek kampa yakın olur ve çekilme şansımızı elimizden alırız.” Dedi. Aiken onun dediklerini düşünürken kaşlarını çatmıştı. Gerda doğrulup haritaya bakmaya başlamıştı. Aiken’in koyduğu motifleri ileri doğru alıp kamp hizasına getirmişti. “Efendi Tavi haklı. İkinci savunma için konulan mesafe yerinde. Bu saldırıyı geriye doğru çekmek ana kampı tehlikeye atar. Birçok insan ki silahsız olanlar ana kampta kalacak. Bu durumda onları riske atmak yerine ön cepheyi güçlendirmeli ve hendek ve mızrak dışında da bir hat oluşturmamız gerekecek. Okçular için kuleleri belli nişan aralığına çekip aralara efsuncuları koyarsak ikinci savunma oluştururuz. Bu sayede çarpışma anına kadar birçok kişiyi uzaktan oyun dışı ederiz.” Demişti. Hepsi onun çizdiği sahaya bakıyordu. Koen haritaya bakmak için oturduğu yerde yana doğru eğilip uzaktan görülen haritaya gözlerini dikmişti. “Sonuçta uzun süredir bu plana uygun hareket ediyoruz. Şimdi geriye doğru adım atarsak sorun çıkabilir. Ana kampı tehlikede bıraktığımızı düşünmeni anlıyorum komutan Aiken ama bu saldırı planını değiştiremeyiz.” Maios bunu söylerken masaya elini dayamış ve haritaya dikmişti gözlerini. “Şehre direkt saldırmak kadar tehlikeli olur.” Dedi Tavi. Masada ana karar saldırının iki kamp biçiminde mesafeli olmasıydı. Koen haritaya bakarken ona yöneltilen soru ile olduğu yerde şaşkınlıkla kalmıştı. “Peki Komutan Koen siz? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” soruyu Qufang armalı bir general soruyordu. Koen omuz silkti. “Bir fikrim yok. Ben ön cephe saldırısında yer alıyorum anladığım kadarı ile. Planda yetkili olacak kadar rütbem yok. Emir verilir ve saldırırım.” Demişti. Jeniske onu görmek için geriye doğru dönmüştü. “Yetkin yok mu?” demişti. Koen başını sallayıp oturduğu yerde başını yana doğru eğmişti. “Ana plandan haberin yok. Ve uzun süredir içinizde değilim. Bu yüzden olmaması da gerek. Şu an neyden söz ettiğinizi anlamıyorum. Bana kalsa savunma için bu kadar emek sarf etmezdim. Direkt saldırırdım.” Demişti. Bu sefer hepsi ona bakıyordu. “Savunma olmadan riske gireriz.” Demişti Tavi. Koen omuz silkmişti. “Pekte önemli değil. Sonuçta benim bir görevim var ve onu gerçekleştireceğim. Bu anlattığınız şeylerden çok uzağım.” Demişti. Maios bir süre gözlerini kısıp ona bakıp sandalyesinden kalktı. “Buraya gel ve otur!” dedi. Koen ona bakıp başını sallamıştı. “Burası iyi.” Dedi. Maios ikinci defa tekrarlamayacağını bunun emir olduğunu söylemişti. Koen oraya oturunca hemen yanında dikilmişti. “Ne görüyorsun bu haritada?” dedi. Koen bir süre haritaya dikti gözlerini Epharai haritasında onların olduğu yere gözlerini dikti. “Bölgeler. Ne görmem gerektiğini söyleyecek misiniz majesteleri?” demişti. Maios eğilip ona savunma noktasını ve figürleri gösterdi. “Bu hendeğin olduğu yer. Ordu şehrin üç doğu kapısında çıkacak. Yaksotat ve ordusu onların surlarının önünde. Ordu büyüyecek ve belki yüz binden fazla ölü ile karşımızda beş yüz bin den fazla asker olacak. Bu hendek ve savunma olmalı mı?” dedi. Koen ona bakıp ardından haritaya bakıp omzu silkti. “Bunu ben değil de eğitilmiş generaller tartışmalı.” Demişti. Maios ona bakıp ileri doğru elindeki divit ile bir halka daha çekti. “Buraya bir hendek daha açabilirsek daha güçlü olur diyoruz. Ama bunu açacak zamanımız yok!” demişti. Koen onun çizdiği yere bakıp başını yana doğru yatırdı. “Tulhu ile konuşsanız daha iyi. Benim bir fikrim yok!” demiş ve ayağa kalkıp sandığa doğru yürümüştü. Gerda ise ona doğru dönüp ayağa kalkmıştı. “Hisar’da bunun için eğitildin ve bu derslerde iyiydin. Bir fikrin olmalı!” dedi. Koen birden ona bakıp kalmıştı. “Kötü haberi vereyim o zaman bu savunma işini tamamen saçma buluyorum. Beş yüz bin asker ya da daha fazlası. Saldırı üstünlüğünü verdiğiniz sürece onlara yüz hendek ile karşılama yapın ama bir halta yaramayacak. Onlara karşı kampı savunmaya çabalarken savaşmayı unutuyorsunuz. Aiken veya Efendi Tavi’nin dedikleri saçma zaten. Savunma yapacağız diye saldırmayı unutmuşsunuz. Kargaların lideri, Qufang’ın kralı ve Frange’nin lideri oturmuş burada savunma diye haritada çizgiler çizip duruyorsunuz. Hepiniz koruyacak çok fazla şeye sahipsiniz. Bu savunma iç güdünüz bu yüzden ama bu bir savaş kaybetmeden kazanamazsınız. Bir asker bile ölmesin diye saldırmaktan kaçtığınızı yüzünüze söylememi bekliyorsanız söyleyeyim. Savaşmaktan kaçan bir grup komplocuya dönüşmüşsünüz.” Derin bir sessizlik başlamıştı. Koen onlara bakıyordu. Koen iç çekip elini yanağına dayayıp başını öne doğru düşürdü. “Her şey çok değişmiş. Sizler hayatlarınızı bu kamplarda şekillendirmişsiniz belli ki. Artık koruduğunuz ve aradığınız şey barıştan öte kamp olmuş. Bence bunun için öncelikle ana kampı düşünmekten vaz geçin. Madem orada savunmasız olacaklar kalacak o zaman o askerler oraya ulaşmadan onlara saldırıp yok etmeyi planlamalısınız. Bana kalırsa şu an bile bu hendek ve benzeri şeylerle uğraşmak yerine harekete geçip evinde huzursuz ederim onları. Yaksotat sizin oraya yaklaşamayacağınız korktuğu için askerlerini sur içine bile almamış. Bu güzel bir fırsat.” Bunu söylerken gözlerini onlara döndürmüştü. Keskin ve kan dolu gözlerinde derin bir ışıltı vardı. “Eminim çoğunuz kılıç sallamayı unutacak kadar uzun süre belinizde tuttunuz kılıcı. Yeterince oyalanmışsınız. Hendek ve benzeri için çok uğraşıp tartışmaya başlamanız artık enerjinizi atamadığınız anlamına geliyor.” Ayağa kalkmıştı. “Talimleri gördüm gelirken askerler uyuşuk birer kukla gibi kılıç sallıyor. Sanırım adamlarda savaşmayı unuttu. Eğer savaşta geride kalıp savunma yapacaksanız korktuğunuzu düşünürler. Bana öğretilen buydu Gerda.” Dedi. Gerda ona bakıyordu. Koen ise masaya doğru yürüyüp haritanın üstündeki her şeyi eliyle kenarı doğru itip diğer figürlere uzandı. “Buradan yürüyen kuleleri geçirdikten sonra ileri doğru hattı taşırız. Okçular için taşınabilir sular oluşur.” Eliyle bomba arabalarını iteklemişti. “Önlerinde bomba arabaları olursa onlara saldırmak daha zor olacaktır. Okçular atışını yapar. Efsuncuların sayısına göre önde kalkan görevi görecek ve piyadeleri ilerletecek bir bölge oluşturulur. İlk karşılaşacağınız şey ölüler olacak. Askerlerin kapıya kadar yürümesini sağlayacak koridoru pis boğaz ve ben açarım. Gerekirse Jeniske’de benimle gelir. Kargalarının her birinin silah olduğunu unutmayın. Onlar savaşmaya hazır ölü ve vahşi ruhlar.” Hepsi ona bakıp kalınca Koen gülümserken tek kaşını kaldırıp surların ana girişinde durmuştu. “Bu kapı duvarlardan daha zayıf. Böyle üç kapı var doğuya bakan. Bu kapılardan girdiğimiz anda şehir bizim olması daha kolay. Büyük ordular savaşacak geniş yerlere ihtiyaç duyar. Bizim ise hızlı ve atik süvari ve piyadelerimiz var. Bu durumda şehri içinde süren çatışma hepimizin daha rahat olmasını sağlar.” Dedi. Doğrulup savaş planına bakarken ellerini beline koymuştu. “Anlayacağınız bu savunma değil saldırıdır. Savunma yapmaya hazırlanan taraf biz değil onlar olmalı. Bir avantajınız ise bu kadar süre bekledikten sonra onlar saldırı planına geçmiş olmalı ve savunmasız bir şehir ve ordu bizi bekliyor olacak.” Deyip heyecanla elini masaya vurup sırıtmış ve gözlerindeki şeytani belirti ile konuşmaya devam etmişti. “Ne kadar ceset o kadar güçtür. O yüzden öldürmek zorunda olduğunuzu unutmayın beyler ve hanımlar.” Demişti. Jeniske plana bakıp derin bir nefes aldı. Koen ona dönmüştü. Gülümsemişti. Tavi ayağa kalkmıştı. “Sanırım bu düşünülmeye değer. Bu günlük benden bu kadar yaşlı bir adam olarak dinlenmem gerek.” Dedi. Jeniske başını sallamıştı. “Dağılabilirsiniz.” Demişti. Bu bir nevi herkesin çıkması için emirdi. Koen herkes çıkarken gülümseyerek iyi geceler diliyordu. Herkes çıkınca Jeniske ayağa kalkıp bir süre ayakta haritaya baktı. “Beğenmedin mi?” demişti Koen ona doğru sokulup. Jeniske onu kolundan tutup masaya doğru çekmişti. Masaya doğru yaslanıp onu kolları arasına alıp çenesini başına dayamıştı. “Aylardır onlara anlatmaya çalıştığımı çok güzel anlattın. Burada olduğun için çok mutluyum.” Dedi. Koen onun kolları üzerine ellerini koydu. Kendini ona doğru yaslamıştı. “Maios beni masaya çağırdığında yardıma ihtiyacınız olduğunu düşünüp bu kadar cüretkar oldum. Amacım kimsenin otoritesini sarsmak değildi.” Dedi. Jeniske gülmüş ve onu kendine doğru çevirip burun buruna durmuşlardı. “Zeki olmanın yanı sıra sağ duyulu olmanda güzel bir özelliğin. Bu plan karşısında kimse onurunu ayaklar altına alıp saçma savunma için didişip durmaz. Bizi büyük bir sorumluluktan kurtardın Tilki!” demişti. Koen gülümseyip kollarını onun beline dolayıp omzuna başını yaslamıştı. “Güzel şimdi rahat ve sakin bir uyku istiyorum. Kollarımdaki ağrı geçti ama çok garip bir gün yaşadım.” Dedi. Jeniske onun sıcaklığı ile gözlerini kapamıştı. “Kampta çadırda ne işler karıştırıyordunuz?” dedi. Koen gözlerini açıp bir an duraksadı. “Nerden biliyorsun bunu?” demişti. Jeniske onun kaçmasına izin vermemek için kollarını daha sıkı sarmıştı. “Ölü ve kin dolu kargalardan birisi sizi görmüş. Şimdi bana ne işler karıştırmak için kampta kaldığını söyleyecek misin?” dedi. Koen iç çekti. “Aslında hayır. Zaten yakında öğrenirsin. Çok uzun süre sır olarak kalacağını sanmam. Benimle pek alakası yok. O yüzden rahat et!” dedi. Jeniske onu saran kollarını gevşetmişti. “Peki o zaman. Gidip uyu!” dedi. Koen doğrulmuştu. “Sen?” demişti. Jeniske masada duran haritayı göstermişti. “Üzerine biraz düşünmem gereken şeyler var.” Dedi. Koen onun sandalyesine geçişini izlemişti. Birkaç kağıdı önüne doğru çekip diviti eline almıştı. “Ciddi misin? Seni yatağa davet ettim ve çalışacak mısın?” demişti. Jeniske başını sallayınca Koen oraya doğru yürüyüp onun kolunu kaldırıp bacağına doğru oturmuştu. “Güzel o zaman çalışalım.” Demişti. Jeniske ona şaşkınlıkla bakıyordu. Koen onun kucağına doğru yerleşirken elindeki diviti almıştı. “Ne çalışıyoruz?” dedi. Jeniske bir an için gülüp onun elindeki diviti alıp bir elini beline doğru sarıp onu kendine doğru çekip göğsüne doğru yatırdı. “Sen burada böyle dur bende çalışayım.” Dedi. Koen bunu kabul etmişti. Bir süre onun kucağında sessizce oturdu daha sonra sıkılıp saçları ve kulağı ile oynamıştı. Çıkmış sakalları ile uğraşırken dudaklarının kuruluğunu söyleyip parmağını dudağında gezdirmeye başlayınca Jeniske onun parmağını dişleri arasına almıştı.  “Çizim yaparken uslu dur!” demişti. Koen parmağını kurtarıp onun çizdiği şeye bakmak için başını çevirmişti. Çizim yapışını izlerken esnemiş ve kısa süre sonra gözleri ağırlaşıp uykuya dalmıştı. Jeniske çizimi bitirip savaş düzeni için sayfalarca taslak oluşturduktan sonra yorgunca elindeki diviti bırakmıştı. “Şarap?” Jeniske sesin geldiği yere başını çevirmişti. Aiken ve Maios içeri doğru süzülmüştü. “İyi olabilir.” Dedi. Aiken onlara bakıyordu. Jeniske oldukça rahat şekilde kucağında ona doğru sokulmuş Koen ile oturuyordu. “Yakında Saisa ve efsuncular buraya varır.” Maios bunu söylerken sandalyeye oturup ortadaki taslaklara göz atmıştı. Aiken ise elindeki bardaklara şarap uzatıp ikrama başlamıştı. Jeniske yorgunca esneyip Koen’in beline doğru sardığı elini biraz kımıldatmıştı. “Koen’in dedikleri iyi oldu. İçimizdeki kargaşaya son verecek kadar sağlam laflardı!” demişti Aiken sandalye çekip otururken. Jeniske ve Koen’e doğru baktı. Ardından taslaklara göz atmak için kağıtları almıştı. “Dönmüş olması seni baya rahatlattı. Eskisi kadar korkunç değilsin ve aklın başında gibi.” Maios bunu söyleyip gülmüştü. “Öyle! Hayatta olduğunu gördüğümde aklımı kaçırdığımı sandım.” Dedi. Gülmüştü. Koen kımıldanıp gözlerini aralamıştı. “Başım ağrıyor…” diye mırıldanıp elini kaldırıp Jeniske’nin ağzına doğru bastırmıştı. Susmasını istiyordu. Jeniske bir şey yapamadan bir süre durdu. Eli kayıp düşünce yavaşça kımıldandı. Koen’i kucaklamış halde ayağa kalktı. “Aiken yatağın örtüsünü aç!” demişti fısıltı ile. Aiken oturduğu yerden fırlayıp çadırın ikinci bölümündeki yatağın örtülerini kaldırmıştı. Jeniske oraya geçip onu yatırıp botlarını çözdü. Örtüyü geri örtmeden önce belindeki ve bacağındaki kemerleri almıştı. Üstünü örtüp neredeyse parmak uçlarına basarak çıkmıştı. Maios testiyi almış ve kendi çadırına geçmeyi teklif etmişti. Onun çadırında da Nasio uyuduğu için üçü de hendeğin orada içerken bulmuştu kendilerini. Aiken yorgunca geriye devrilmişti. “Günden arda ne kaldı?” demişti. Jeniske gülüp ona baktı. “Yatağımda beni bekleyen Koen!” dedi. Maios gülmüştü. “Bir gün daha Saisa bana yakın!” dedi. Aiken gülerek doğrulmuştu. “Daha fazla gecikirsem uyandığında beni görmediği için bin çeşit laf edecek Gerda kaldı bana da. İyi geceler majesteleri, iyi geceler Efendi Jeniske!” dedi ve yanlarından ayrıldı.

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz Üç

İlk Hamle

 

Ana kamptan haber gelmişti. Ordunun ikinci kampa gidişinin bir haftası sonrasında gelen haber herkesin beklediği haberdi.  “Qufang Kraliçesi Saisa ve ordusu kampa vardılar efendim. Birkaç saate burada olacaklar.” Maios için bu haber o kadar huzur vericiydi ki dayanamayıp Saisa’yı almaya kampa gitmişti. Nasio’nun hala annesinin geldiğinden haberi yoktu. Savaş planına göre komuta el değiştirmişti. Tulhu kamptan çağrılıp efsuncuları eğitmek için komuta almıştı. Koen ve Aiken ise eskisi gibi iki ana saldırı alayını ellerine almışlardı. Koen ufak tefek olmasına rağmen bir hafta içinde korku salmış ve sabahın ilk ışığı ile ayağa dikip gün batana kadar Koen’in emrinde hazırlıkları yapıyorlardı. Bu iktidarını kazanmasının sebebi bir Qufang generalini öldüresiye dövmesi olmuştu.

Daha yetkisi verildiği ilk gün karşısında onu hiçe sayan ve Karga Liderin yatak oğlanı laflarını dillerine dolamış olan askerleri terbiye etmek için önce dostane yaklaşmaya çabalamıştı. Çoğu onun eski Koen kadar korkunç olamayacağı, sevimli ve ufak tefek olduğu için sindireceğini düşünmüşlerdi. İkinci günün şafağında hiç biri kalkmamış ve Koen orada dikilip kalmıştı. Öğlene doğru hantalca kalkan komutanları generalleri sahaya çağırmıştı. Aiken ve ordusu dört saattir çalışıyordu ve hepsi Koen’in generalleri azarlamak için karşısına almıştı beş generali de. Askerleri nizami düzene sokamadıklarından başlamıştı.
“Askerlerinizi eğitmekten yoksun iseniz size verilen yetkilerin alınması için başvuracağım.  Qufang gibi şanlı bir ordunun askerleri öğlene kadar yatıyor. Beyaz kurt askerleri diye geçen bu askerlerin kıçlarını yayıp yatmasının sebebi sizsiniz. Üç Dağ ordusu ve Frange serbest ordusu ile Dohen ordusu sabahın ilk ışığı ile nizam içinde kendini alanda belirttiğinde Qufang’ın generalleri yataklarında, askerleri yataklarında. Böyle mi savaş kazanacaksınız?” demişti. O ara bütün hepsi suskun iken bir general öne doğru çıkmıştı. Yüzünde alaycı bir tavır vardı. Koen’in eskiden subay olduğunu bildiği kişi ona doğru yürümüştü. Ondan daha iri ve daha uzundu. Sırtında taşıdığı çift baltaların ağırlığı gözle görülecek kadar belirgindi. “Komutan Koen! Yetkiniz sadece asker üzerinde çocuk azarlar gibi sizden rütbece yüksek insanlarla konuşamazsınız. Bunun cezasının ne olduğunu biliyor musunuz?” Koen birden gülmüştü. “Cezası kırbaçtır. Bu kuralları ezbere bilen birisi ile konuştuğunu hatırla ve benim kim olduğumu unutma!” demişti. Adam gülüm onu baştan aşağı süzmüştü. “Karga Liderin yatak oğlanından eğitim alacak değil benim askerlerim. Kendini kim olarak tanıtırsan tanıt geçmişte savaştan kaçmış şimdi ise geri dönmek için götünü açan bir ibnesin!” Aiken bunu duyduğunda bir an duraksamıştı. Sadece o değil sahada derin bir sessizlik olmuştu. Koen birkaç adım geri çekildiğinde general onun üzerinde üstünlük kurduğunu anlamıştı. “İşte böyle yerini bileceksin ve şimdi sahadan çıkıp ait olduğun yere dön!” gülüp arkasını döndüğünde baktığı generallerden ikisi öne doğru fırlayıp onu hızla çekip alırken birisi hızla Koen’in önünde durmuştu. “Efendi Koen o densizi affedin. Bilerek isteyerek…” Sesi kesilince bir gümbürtü kopmuştu. Koen adamı kollamak isteyenleri sağa sola doğru devirip adamın boğazına çöküp yüzünü yumruklamaya başlamıştı. Burnu paramparça olurken yüzündeki kemiklerin kırılması ile etleri kesilmeye başlamıştı. Koen onun zırhındaki armayı çekip alırken yüzüne bakıp göğsüne oturmuştu. Adam ona bir fiske vuramadan yüzü gözü kan içinde oraya devrilmişti “Bu arma göğsünde değil gırtlağında olmalı!” diye elini kaldırdığı anda Aiken onu yakalayıp durdurmak için koluna asılmıştı. “Koen! Koen kendine gel ve onu yargılamamız için yaşat!” yalvarışlarının sonucu Koen armayı adamın bacağına sağlayıp kalkmıştı üstünden. Elindeki kanı onun cübbesine silip doğrulup ona bakan askerlere dönmüştü. “Sabah gün aydınlanmadan burada olmayanın armasını gırtlağına sokmam benim için sadece bir saniye. Sizi öldürmekten asla çekinmem. Burada emirleri ben veriyorum. Benim emirlerimden sonra generalleriniz emirleri geçerli. İtaatsizlikten hoşlanmam. Daha önce benim eğittiğim kişiler nasıl çalıştığımı bilir. Bu saatten sonra bağımsız ordu ve Qufang ordusu gün ışımadan çalışmaya, gün batarken yemeğe gidecek.” Demişti. Bağımsız orduya kenarı çekilmelerini söylemiş ve geri kalan öğlene kadar yatan bütün Qufang ordusu rütbeli rütbesiz askerlerini sırtlarında kum çuvalı ile saatlerce ayakta durma cezasına çarptırmıştı. Generalin rütbesi sökülüp yargılanarak rütbesiz asker olarak Qufang ordusuna kaydı yapılmıştı. Koen’in sıkı eğitimi Gerda’nın hoşuna gitmiş ve kendi askerlerini de aynı saatte ayağa diker olmuştu. Askerler o günden sonra Koen’i gördükleri anda dilleri kesilmiş gibi susup bir heykel gibi hareketsiz kalıyordu. Hakkında konuşulan şeyler fısıltılardan ibaretti. Nasio gönüllü olarak onun çalışmasına katılmaya karar vermişti. Koen bunu reddetmemiş ve Üç tanrı ordusundan Qufang ordusunun sahasına geçmişti. Çalışmalar bitmeye yakın boru ötmüş ve Koen’de bu boruyu duyunca durmuştu. Oraya doğru bir haber eri koşuyordu.  “Qufang kraliçesi Saisa ikinci kampa teşrif ettiler.” Nasio bunu duyduğunda direkt Koen’e dönmüştü. Koen başını sallayınca hemen toparlanıp annesini görmek için oradan uzaklaşmıştı. Askerler Koen’in gitmesini bekliyordu. Aiken yavaş adımlarla oraya doğru yürüyordu. “Koen!” demişti. Koen ona doğru döndüğünde Aiken gülüp onun omzuna vurmuştu. “Gidip kraliçeye selam vermemiz lazım. Hadi.” Demişti. Koen başını sallayıp askerlere dönmüştü. “Çalışma bitti. Gün doğumuna kadar serbestsiniz. İyice dinlenin.” Diye bağırdığında binlerce adam aynı anda olduğu yere çökmüştü.  Koen ve Aiken kalabalık konvoyun önüne doğru ilerlerken herkesin Maios’un çadırında toplandığını fark etmişti. Oraya doğru ilerleyip içeri girdiklerinde Saisa ve onun hizmetinde olan iki kadın general ve diğerleri vardı. Aiken oraya doğru yürümüş ve Saisa ile kucaklaşmıştı. “Aman tanrım bambaşka bir adam olmuşsun Aiken. Sakalların var ve daha irisin. Büyümüş gibisin!” Saisa bunları söyleyip arkada duran Koen’e bakmıştı. “Daha önce tanışmış mıydık?” demişti. Koen bir an gülümseyip öne doğru eğilmişti. “Kraliçe Saisa, ben Koen!” demişti. Saisa bir an duraksamıştı. Onun öldüğü haberini almıştı. Ne yapacağını bilemeden öylece kaldı. “Nasıl?” demişti. O sırada Tavi ve Jeniske içeri girmişti. Saisa onlara bakıp daha sonra tekrar Koen’e bakmıştı. Tavi ev Jeniske ile selamlaştıktan sonra Koen’e dönmüştü. “Gerçekten sen misin?” dedi. Koen gülümsemişti. “Evet kraliçem. Sadece uzun süre sonra ilk bedenime geri döndüm.” Dedi. Saisa ona doğru yürüyüp dikkatle ona bakmaya başlamıştı. Sol koluna dokunup çenesinden tutup neredeyse ondan ufak duran Koen’in gözlerine bakmaya başladı. “Sihir ve mucizelerle dolu bir dünyada yaşıyoruz ama bir insanın ikinci kez ölümden diriltilmesi…” Koen bir an duraksayıp başını iki yana sallamıştı. “Ben ölmedim. Sadece bedenime geçiş yaptım ve bu süreç içerisinde Frange Cadısının cayırlarında kalıp Tanrı Tulhu ve birçok kişi tarafından eğitildim. Sadece bedenim diriltildi.” Dedi. Saisa duraksamıştı. “Peki diğeri… yani diğer bedenin?” Koen duraksadı. “O benim değildi. Çağrıldığımda hatıralarımda son kalan bedeni yakalamıştım. Ölmüş bir bebeğin bedeni. Korumam gereken ama başaramadığım bir bebeğin bedeni. Onu ölü bedenini alıp kullandığım için bunca lanete maruz kaldım.” Saisa bir an derin bir nefes aldı ve şaşkınlıkla ona bakıp kaldı. “O zaman yolda duyduklarım doğru. Sen gerçek bir yargıçsın!” demişti. Koen başını sallayıp bir iki adım gerilemişti. Saisa ise sadece gülümsemişti. “Bunun için geri çekilme. Yargıçlar hakkında çok şey bilmem ama adil olmanın ruhlarındaki en önemli şey olduğunu biliyorum. En başından beri herkesin içinden geçeni bilmen ve bunca şeyi taşıyabilmenin mantıklı bir açıklaması bu!” dedi. Koen rahatlamış gibiydi. Saisa ona bakıp kollarını açtı. “Eskisine göre daha sevimli ve gençsin. Nasio ile yaşıt gibisin! Buraya gel!” demişti. Onu kucaklamıştı. Nasio’dan büyüktü ama çok bir yaş farkı yoktu. Saisa onun Koen olduğunu öğrendiğindeki şaşkınlığı yoktu. Ama Tanrı Tulhu’nun kampta olduğunu, Azatod’un yakalandığını ve cezalandırılmak üzere Tulhu tarafından hapsedildiğini öğrendiğinde daha çok şaşırmıştı. Koen ona birçok şeyi anlatırken şaşkınlıkla kalmıştı.

“Kedilerin aslında Frange cadısına çalıştığını biliyordum. Anne kediyi tanırım ama açıkçası onların bu kadar güçlü olduğunu bilmezdim. Sadece casus sanıyordum.” Demişti. Hepsi Saisa’ya bakıyordu. Birçoğuna göre mistik dünyaya daha çok önem veren birisiydi. Koen ona bakıp iç çekmişti. “Epharia’da yaşanan katliam esnasında nasıl oldu bilmiyorum ama birçoğu öldürüldü. Tulhu onlardan Altın kitabı çaldığı için Yaksotat aklını kaçırmış gibi saldırıya geçmişti. Frange cadısı ve binlerce kedi öldü. Bunun üzerine artık ruh kapısını kapattım. Bunu yapmak dışında başka çarem yoktu.” Saisa bunu duyunca ona bir süre bakmıştı. “Ruh kapısının kapandığını hissetmiştim. Bunu Yaksotat yaptı diye düşünmüştük. Binlerce ruh hayalet olarak burada sıkışıp kaldı. Bu dengeleri bozdu. Son zamanlarda Qufang’da ele geçirilme vakaları o kadar çok arttı ki oraya ve Frange sınırlarına yakalayıcı efsuncular yerleştirdik. Kapıyı kapatmak zorunda mıydın?” dedi. Koen bir an duraksadı. Toplu yemeğe oturmuşlardı. Tulhu kenarda oturmuş ona bakıyordu. Saisa ise gözleri onun üzerinde sorusuna cevap istiyordu. “Mecburdu!” Tulhu bunu söylerken yemeğini yemekle meşgul gibi bir tavır sergilemişti. “Eğer ruh kapılarını kapatmasaydı Yaksotat ondan çaldığımız kitap için geri dönmeye çalışacaktı. Onu tekrar savuşturacak kadar güçlü değildik. Ben ağır yaralıydım ve Koen henüz yeni uyandırılmıştı. Kapıları kapalı tutmasaydık bugün burada yemek yiyor olamazdık kraliçe Saisa.” Demişti. Koen’in güçsüzlüğünü örtbas etmek için Yaksotat’ın güçlü oluşunu öne sermişti. Herkesin güvendiği Yargıcın korkup kapıları kapattığı öğrenilmemeliydi. Koen başını iki yana sallamıştı. “Tulhu haklı ama eksik. Korkuyordum! Kapıları açabilecek kadar güçlü olduğum zaman bile korkuyordum. Bana emanet edilen birileri ölecek diye yok edilecek diye deli gibi korktum. Savaşırsam aklımı kaçırıp kendimi kaybedip sevdiklerimi de yok ederim diye korktuğum için uzun seneler boyu kapıları kapalı tuttum.” Dedi. Saisa ona bakıyordu. Tulhu ise sadece sakince yemeğini yiyordu. “Peki şimdi? Korkuyor musun?” Bunu soran kişi Tavi olmuştu. Koen başını iki yana sallamıştı. “Eğer kendimi kaybedersem beni kontrol edebilecek kişiler var.” Demişti. Jeniske göz ucu ile ona bakmıştı. Koen ise gülümsüyordu. “En azından dişime kan değmeden gitmemiş olacağım. Verdiğim çok söz var ve tutmadan ölürsem lanetlenmiş olarak geri döneceğim.” Dedi. Saisa usulca başını sallamıştı. “Tekrar tekrar doğmak senin kaderin!” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. Tulhu ise onaylar gibi ona baktı. “Nasıl yani?” demişti Maios. Tulhu bir öksürük ile boğazını temizlemişti. “Eski bir yargıç ile konuştuğumda bana Koen’in bu işi hallettikten sonra normal bir yaşam sürüp yaşlanarak ölebileceğini söyledi. Bunun için onu öldüreceğim.” Demesi ile derin bir sessizlik olmuştu. Tulhu ona bakan gözlere bakıp bir an çekimser halde başını öne doğru eğmişti. “Bu karşılıklı olacak. O da beni öldürecek. Bu iş bittiğinde yargıç ruhunu parçalayacağım ve daha sonra onu parçalarken bende öleceğim. İkimizde istediğimizi almış oluyoruz.” Demişti. Masada gergin bir hava oluşmuştu. “Ölmek için mi öldüreceksin?” Nasio olayın şaşkınlığı ile hitapları bırakıp ona doğru dönüp sorusunu çat diye sormuştu. Tulhu başını sallamıştı. “Evet prens hazretleri. Anlaşmamız böyle. Onu öldürürken öleceğim. Bu sayede Frange Cadısının sözünü Koen tutmuş olacak.” Dedi. Koen başını salladı. “Tulhu yüz yıllardır hayatta ve artık ölmek istiyor. Bir insan gibi ölüp ruh kapısından geçmeyi istediği için bu anlaşmayı yaptık. Ben yargıç döngüsünden çıkacağım o da tanrılık vasfını kaybedecek. Bu anlaşma çok önceye dayandığı için konuyu kapatıp yemeğimizi yiyelim.” Demişti. Jeniske ona bakıyordu. Bu durumu biliyordu ama ilk defa duymuş gibi yapmıştı. Tulhu ona anlaşmayı ve sonuçlarını çoktan anlatmıştı bile. Koen ona bakıp zoraki gülümsedi. “Daha sonra sana anlatırım.” Diye fısıldamıştı. Yemek bittiğinde herkes yavaş yavaş çekilmeye başlamıştı. Saisa ve Gerda tanıştıklarında birbirilerini sevmişlerdi. Gerda onu ılımlı ve hoş bulmuştu. Onun zıttı olarak uzun sarışın bir kadındı. Bir dönem Aiken’in ona aşık olduğunu bilse de Saisa’nın Maios ve Nasio’ya olan düşkünlüğü çok hoşuna gitmiş ve onunla iyi anlaşacağını anlamıştı. Herkes yavaş yavaş çekildiğinde Saisa yorgunca oturduğu yerde gözlerini kapamıştı. Nasio ise annesine kampı ve savaşları anlatıyordu. Saisa yorgunca bir süre oğlunu dinlemişti.
“Biliyor musun anne Komutan Koen tarafından eğitiliyorum. General Aiken’e göre çok sert ve sıkı ama daha hızlı öğretiyor. Beni eğitmeyi kabul etti. Şimdi gidip yatacağım. Gün doğduğunda kalkmam gerek. Yoksa parmaklarımızı kırıyor.” Demişti. Saisa bir an afallamış halde ona bakmıştı. Nasio onu öpüp ayağa kalkmıştı. “Bir dakika parmaklarınızı mı kırıyor?” dedi. Nasio buruk bir ifade ile gülümsedi. “Evet geç kalanın parmakları kırılana kadar tahta kılıçla vurdurtuyor. Ve bu sayede eksiksiz tatbikat için hazır oluyor herkes.” Demişti. Saisa konuşacakken Maios araya girmişti. “Sabaha parmaklarını kırmaması için gidip uyu. Yarın annen burada olacak hadi!” demişti. Saisa ile baş başa kalmak için Nasio’yu gönderdiğinde Saisa ona sokulan Maios’a dönmüştü. “Koen onun parmaklarını mı kıracak anlamadım!” demişti. Maios gülmüştü. “Nasio geç kalmayacak kadar istikrarlı ve eğitimli. Koen ona ayrıcalık tanıyor. Ama gerçekten geç kalanın parmaklarını kırıp bir güzel dövdürüyor. Bir generalin haşatını çıkardıktan sonra orduda düzensizlik olmadı.” Dedi. Saisa iç çekmişti. “Koen’in bu kadar vahşi olduğunu düşünmemiştim. O Qufang’da orduyu eğitirken sert ve disiplinliydi…” Maios onu kolları arasına almıştı. “Eskiden daha iri yapılı ve gerçekten korkulan bir suikastçı idi. Şimdi ise ufak tefek hatta biraz sevimli ve hakkında çok dedikodu olan birisi. Bu durumda sert olması gerekiyor yoksa üzerine geleceklerdir.” Dedi. Saisa başını yavaşça sallamıştı. “Haklı olabilirsin. Her şeyden önemlisi burada olduğum için çok mutluyum. Yıllar sonra Nasio ve seni tekrar görmek çok iyi oldu.” Dedi. Maios ona bakmak için başını hafifçe eğmişti. “Oğlumuz artık erkek oldu. Savaşmayı, yönetmeyi öğreniyor.” Saisa gülümsemişti. “Büyümüş. Hiç olmadığı kadar olgun. Tedirgindim ama şimdi huzurluyum.” Dedi. Gün doğana kadar iki aşığın konuşması sürmüş ve sonunda Saisa yorgun düşmüştü. Birkaç gün içinde kampa uyum sağlamış ve Tulhu’nun emrindeki Efsunculara kendi efsuncularını katma kararı almıştı. Onun bir tanrı olduğu gerçeği yüzünden her daim ona saygılıydı. Saisa geleneklerine bağlı bir kadındı. Herkes gibi ona karşı adıyla hitap etmiyordu. Onun hala tanrı olduğunu vurguluyordu. Zaman akıp giderken hafta bittiğinde şafak tekrar doğmaya başladığında ikinci kampta bir boşluk vardı. Askerlere harekete geçmiş ve Epharai surları görülmeye başlanmıştı. İlk hamle için doğru zamanı seçmişlerdi. Bugünü belirmek için Jeniske uzun bir çalışma yapmıştı. Kargalarını risk alarak şehre gönderip bilgi toplamıştı. Ordu sessiz yürüyüşüne başladığı gecenin şafağında surlar görülmüş ve bekleyiş başlamıştı. Surların ilerisinde gözcülerin onları göreceği yerde güneşin doğuşu ile sancak bayrakları yükselmişti. Artık savaşın son demleri için hazırlık ve ilk hamle yapılmıştı. Koen bir süredir doğru düzgün uyuyamıyordu. Geceleri sürekli ayaktaydı ve Jeniske onun son gece uyuması için ilaç vermişti. Günün ışığı gözlerindeki heyecandan daha soluktu. Gri bulutlar dağılmış iki gün önce yağan yağmurun ıslattığı toprak kurumuştu. Şehrin sessiz surları üzerine dizili olan askerler uzaktan birer nokta gibi duruyordu. Dışarıda konum almış olan ölüler ordusu denilen bilinçsiz bedenler belli bir düzen içinde iki yaşayanın komutasındaydı. Yaksotat ortada yoktu. Jeniske ona dair iz aramış ama bulamamıştı. Şehirde olmadığını düşünüyorlardı. Koen surlara bakarken yavaş yavaş nefes alıyordu. “Heyecanlısın!” Jeniske onun yanında durup bunu söylediğinde Koen ona bakıp ufak bir baş hareketi ile onaylamıştı. “Merak etme tam arkanda olacağım.” Dedi Jeniske. Koen ona dönüp bakmıştı. Son günlerde uyumadığı için Jeniske’nin endişeli olduğunu biliyordu. Zırhı sıradan bir deri zırhtı. Kılıcı ise altın işlemeli, keskin çelikti. Saçlarını geriye doğru kabaca toplamıştı. Gözlerinde kararlı bir ifade vardı. Her asker gibi savaş öncesi botlarının iplerini sıkıca bağlamış, beline bir hançer takmıştı. Üzerinde ağırlık yapacak tek şey kılıcı idi. Kalkana gerek duymuyordu. Hazırladığı orduya verdiği emirde kalkanlar ön koruma için gerekliydi. Onun ve Jeniske’nin hemen arkasında yer alacak efsuncuları koruyacaklardı. Okçular, piyadeler, süvariler… Her şey kusursuzdu. Duvara tırmanacak olan bölük Gerda’nın bölüğü idi. Hızlı atik ve atletik bıçak kullanıcıları. Koen bunları düşünürken gözlerine bir karanlık inmişti. Zamanı geldiğinde ilk boru üflenecekti. Emri verecek olan Tavi idi. Tavi etrafa bakıyordu. Son olarak kontroller yapılırken getirilmiş devasa boru bir öküz arabasının üstündeydi. Atlar huzursuz hava yavaş yavaş daha da çok aydınlanıyordu. Güneş artık şehri göstermeye başladığında Tavi elini havaya doğru kaldırmıştı. Bir eli sıkıca kılıcını kavrarken diğeri havada parmakları açık halde duruyordu. Koen ona doğru dönmüştü. Generaller ve liderler ordunun en önündeydi. Atlarına doğru yürümüşlerdi. Koen ellerini dudaklarına doğru götürüp bir ıslık çalmıştı. Tavi işareti aldığı anda onun da hazır olması ile parmaklarını hızla kapatıp yumruk yaptığı elini ileri doğru uzattığında boru sesi öyle şiddetli çıkmıştı ki… yer yerinden oynamış gibiydi. Uyuyan şehir hızla uyanmaya başlamış ve atlar kişneyip şahlanırken askerler heyecanla ayaklarını, mızraklarını yere vurup kılıçlarına kalkanlarına vurarak bağırmıştı. Barış ordusu denilen birçok kişinin gönüllü olduğu, dört krallığın askerleri tarafından güçlendirilmiş, bir tanrı ve bir yargıcın desteklediği ordu adım adım ilerlerken generaller kılıçlarını çekmişti. Önce arabalar öne doğru sürülmüştü. Arabaları çeken atlar belli mesafeye kadar vardığında üçe bölünmüş düzende surları Dohen’in kara bombaları ile bombalarken neye uğradığını şaşıran Epharai askerleri sallanan surlar üzerinde ayakta durmak için çabalıyordu. Gerda zamanı geldiğini anladığında yüzüne doğru şalını çevirip bütün suratını kapatmıştı. İki bıçağını çektiğinde efsuncular ile hızla oraya doğru öncüler koşmaya başlamıştı. Efsuncular onların yukarı çıkabilmesi için merdivenleri yaratmak için onları koruyan askerle ile arabaları geçip ön saflara serleştiğinde ikinci boru üflenmiş ve Tavi elini tekrar indirdiğinde boru susmuş ve efsuncular öne doğru çıkıp ilk giriş olarak belirlenen birinci kapıya doğru sıçramalarına yardım etmek için toprağı bükmeye başlamışlardı. Bir merdiven gibi basamak şeklinde yükselen toprakla beraber Gerda ve iki yüzü geçkin askeri oradan surlara doğru harekete geçtiğinde boru üçüncü defa üflenmeye hazırlanmıştı. Tavi elini kaldırırken Koen bileğinde takılı olan mavi bileziğe bakmış ve gözlerini kapamıştı. Oraya doğru harekete geçen bilinçsiz askerleri durdurmak onun ve Jeniske’nin görevi idi. Askerler dördüncü boruyu duyana kadar yerlerinden kıpırdamayacaktı. Jeniske bir elini havaya doğru kaldırmış ve orta parmağı ile baş parmağını birleştirmişti. Borunun sağır edici sesi duyulduğunda Jeniske parmaklarını şaklatmış ev binlerce karga bedenden ayrılıp yok olurken Koen atının karnına topuklarını vurmuştu. At önce arabacıları hızla geçti. Daha sonra efsuncuları. Kalkanları atlayıp merdivenlerin orada durmuştu. Gerda ve askerleri içeri girmek için çatışırken onları korumak için gelenleri durdurması gerekecekti. Yakında Pis boğaz burada olurdu ve hemen tepesinde uçan binlerce karganın efendisi Jeniske ona destek olacaktı. Kılıcını çekip atından inmişti. Hızla gelen askerlerin çığlıklarını duyuyordu. Gerda ve Efsuncuların surlara varmasına az kalmıştı.   Efsuncular sırayı bozarsa onlar surlara ulaşamadan toprak yığılır ve askerler düşerdi. Heyecanla gözlerini açtığında kızıla dönmüş gözleri parlıyordu. Gün ışığı kargalar tarafından kapatılırken üzerlerine doğru gelen bilinçsiz, cüzzamlı gibi duran bedenlere bakıyorlardı. Koen arkasını diğerlerine doğru dönmüştü. Kılıcı iki eli ile kavradığında bir elini dudaklarına doğru götürmüştü. O an ıslık ile bir gümbürtü kopmuş ve pis boğaz yere o kadar hızlı inmişti ki arabalar sallanmıştı. Efsuncular ayakta kalmak için direnmeye mecbur kalmıştı. Ve ardından gelen böğürtü sesi ile bir kargaşa başlamıştı üstlerine doğru gelen iki bin kadar bilinçsiz ölü ordusunda Pis boğaz onları kurutulmuş ufak balıklar gibi yakalayıp açılan gırtlağından içeri doğru atmaya başlamıştı. Bedenine kürdan gibi saplanan kılıçları kenarı doğru itip onları yemeye devam ederken onu geçip gelenleri Koen tek tek avlamaya başlamıştı. Ön saflara yaklaşmalarına izin vermemek için hızla gelenleri kılıçtan geçirirken bir yandan yere bir mermi gibi hızla çakılan kargalar insan formunda doğup onun gibi ön safı korumaya almıştı. Tavi surları koruyan ordunun dikkatini birinci kapıya çektiğini anladığında elini havaya doğru kaldırmış ve boru üflendiğinde ikinci ve üçüncü kapıya yaklaşan ordulara emir verilmişti. Kapılar hızla koç başları ile dövülmeye başladığında efsuncular yağan okları durduruyordu. Birinci kapıya biriken askerler ne olduğunu anlayamadan ikinci ve üçüncü kapı birden hasar almaya başlamıştı. Nasio ikinci kapıda Aiken ile beraberdi. “Kapı açıldığı anda ikinci birlikle içeri gir ve yanımdan ayrılma.” Demişti Aiken ona bakıp. Nasio başını sallayıp sıkıca kılıcını tuttuğunda Aiken ona Koen’den miras olarak kalan hançerleri yoklamıştı.

Gerda ve ekibi surlara vardığında boru tekrar ötmüş ve arabacılar geriye doğru çekilip efsuncular çekilmeye başladığında Koen durulmuştu. Ölü ordusu emir almış gibi sağa sola yayılmaya başladığında Koen onların üçüncü ve ikinci kapılara yöneldiğini hissetmişti. Şimdi gerçek gücünü ortaya çıkartmak için doğru andı.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz Dört

Epharai’nin Düşüşü

 

Gün yavaş yavaş ilerlerken kapının önünde kıyamet kopmuştu. Koen çekilen ordu ile ortalığın ona kaldığını anlamıştı. Tulhu onun gücünün sınırsız olduğunu biliyordu. Oraya çok yaklaşmamaları konusunda herkesi baştan uyarmıştı. Koen gözlerini kapatıp kılıcı kenarı bırakmıştı. Derin bir nefes almıştı. Jeniske onun ne yapacağını çözmek ister gibi uzakta duruyordu. Kargalara geri çekilmelerini emretmişti. Kargalar ikinci ve üçüncü kapıya doğru yol alanları avlamaya başlamıştı bile. Koen gözlerini açtığında altın rengi ışık gözlerinin çevresinden süzülüyordu. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Dolaşan karanlık ruhları serbest bırakıp onların yok olup huzur buluyordu. “Rüzgar şarkı mı söylüyor?” birden herkes durmuştu. Duydukları şey tatlı bir ıslık sesiydi. Tulhu bunu ilk defa duyuyordu. Ne yaptığını anlamak ister gibi gözlerini Koen’in durduğu yere dikmişti. Islık sesi herkesi durdurmuştu sanki. Koen ise yavaş adımlarla elleri yanlara doğru açık halde durmuş olan ölülere doğru yürürken dudakları arasından hafif bir ıslık yükseliyordu. Dağda göç zamanı söylenen şarkıya benzetmişti Jeniske bu ıslık sesini. Ölüler acı çeker gibi kıvranırken hareket edemiyor ve hırıltılı sesleri kaybolmuştu. Sessizlik o kadar derindi ki herkes bir anlığına durmuştu. Koen gözlerini kısmıştı. Yüzünde tatlı bir gülümseme ile orada dikilen birisine bakıyor gibiydi. Gördüğü şey her ne ise diğerleri onu göremiyordu. Ama o birisini görmüştü. Ona bakan kişi Güneş’in Kızı idi. Sarı saçları dalgalanıyordu kırmızı kaftanın üzerinde. Gülümserken kırmızı dudakları arasından dişleri parlıyordu. “Başarıyorsun!” demişti. Koen ona doğru birkaç adım daha atmıştı. “Dingin ve sakinsin değil mi? Kendini kaybetmeyecek kadar durgun.” Koen usulca başını sallamıştı. “Birazdan burada bulunan bütün karanlık paramparça olduğunda bedenin yorulacak ama ruhun hala dinlenmiş olacak.” Demişti. Koen ona yaklaşıp arkasına geçen kadının onun bedenine yön vermesine izin veriri gibi kendini bırakıp gözlerini kapatmıştı. Güneş’in Kızı onun bedenin içindeki gücün yoğunluğunun ve karanlığının yok olduğunu görüyordu. Onunla ruhen bağ kurmak isteyen Koen’e yanıt vermiş ve yanına gelmişti. “Onları durdur ve koru!” Koen bunu isterken sakin bir sese sahipti. Güneş’in kızı onun bileklerini nazikçe kavrayıp ellerini yukarı doğru kaldırmıştı. “Ruhunu serbest bırak! Bedenini ben koruyacağım.” Dediğinde Koen birden bütün ağırlığından kurtulmuş gibi hissetti. Dimdik duran bedeninden kopan ruhunun yaydığı ışığı kimse göremiyordu. Ama o görüyordu. “Onları özgür bırakmak için içlerinden geçmen yeterli olacak!” demişti Güneş’in Kızı. Koen yavaş adımlarla hareket ederken zaman donmuş gibiydi. Kimse doğru düzgün hareket ediyor gibiydi. Ruhlarla bedenlerin bağlarını içlerinden geçtikçe koparıyor ve yükselen ruhların özgürlük çığlıkları rüzgarda durulmuş ıslığa karışıyordu. Jeniske’nin durduğu yerdeki ölü bedenlere hapsedilmiş ruhları bırakırken onunla göz göze gelmişti. Zaman sadece fani olanlar için durmuş iken Tulhu ve Jeniske olayı görebilecek kadar şanslıydı. “Çok güzelsin!” demişti Jeniske ona bakarken. Kırmızı gözleri yeşile dönerken tebessümle ona bakıyordu. Koen neye benzediğini bilmiyordu. Ruhunu hiç bedeninden ayrı görmemişti. Ama Jeniske ona bakarken büyülenmiş gibiydi. Altın ışıklar sızan saçları durmuş zaman içinde salınırken çıplak bedenini saran yumuşak bir ışık vardı. Gözleri sonsuz evrenin rengine bürünmüş ve bin bir yıldızı içine saklamıştı sanki. Beyaz tenindeki ışıklar göz alacak kadar parlaktı. Ne bir kadın en bir erkekti. Ruhu o kadar belirsiz ve sonsuzdu ki ona bakan büyülenirdi. Jeniske onun saf ve belirsiz ruhunu ilk defa görüyordu. O kan bürümüş gözler ve kararmış ruhtan bambaşka bir şey vardı karşısında. Sonsuzluğu hapsettiği gözlerindeki durgun ve saf enerji onu hafifletiyordu sanki. Gülümserken kendini kaybetmiş gibiydi. Tulhu ise onun sonunda kendi özüne dönmüş ruhu ile karşılaşmanın şaşkınlığı içindeydi. Kendi kirlenmiş ve kararmış ruhunu anımsarken ağladığını bile fark etmiyordu. Dolmuş gözlerinden sızan göz yaşları havada asılı duruyordu. Koen tekrar bedenine doğru süzülürken Güneş’in kızının altın saçları sardığı bedeni serbest bırakmaya başlamıştı. “Özündeki büyüleyicilik benim gözlerimdeki yansımandır Koen!” demiş ve onun tam karşısında durduğunda Koen sonsuzluğu onun gözlerinde görmüş ve bedenine doğru çekildiğinde bir sarsıntı ile etrafta çığlıklar yükselmişti. Koen olduğu yerde duruyor ama bedenler birer birer yığılırken ıslık aniden kesilmişti. Tulhu çekildiği yerde göz yaşlarının aktığını fark etmişti. Onun ağladığını Tavi fark etmişti. Göz yaşları donuk yüzünde yanaklarına doğru süzülürken gülümseyerek gözlerini kapatmıştı. “Güneş seni kutsasın!” demişti fısıltı ile. Jeniske ise olduğu yerde kargaları göğe yükselmiş halde duruyordu. Gördüğü o büyüleyici varlığın geri döndüğü bedene bakıyordu. Koen ise yığılan bedenleri izlemek yerine yükselen ruhlar için açılan gökyüzü kapısını görmek ister gibi gökyüzüne çevirmişti gözlerini. Büyü her zaman korkunç değildi. İnsanlar onu anlamadıkları için ondan korkup uzaklaşmak istedi. Büyü etkileyici ve karşı konulamazdı. Korkunç olan ise bir insanı ağlatabilecek kadar mucizevi olmasıydı. İnsanlar mucizeleri anlamadıkları için tanrılara taparlar. Tanrılar onlar için bilinmeyen ve üstün olandır. Çünkü onlar büyünün ne olduğunu bilip onu kullanacak kadar yetenekli olanlardı. Koen gibi olanlar ise büyü ve gücün en saf haliydi. Güneş’in gerçek parçasıydı ruhları. Onları görmek için büyünün ustası olmak gerekir. Tulhu kalbine çöken huzurla gözlerini geri açmıştı. Savaş sadece öldürerek kazanılmazdı. Birazdan bütün kapılarda karmaşa başlayacak ve binlerce insan birbirini öldürecekti. Ne karanlık ve ne korkunç olandı. O hala bir tanrıydı ve mucizeler onun işiydi. Parmaklarını şaklatınca yokluktan var olan altın kitap belirmişti. Koen’in ve diğerlerinin ustaca hazırlanmış insana özgü savaş planına gerek yoktu. Onların ölmesine gerek yoktu. Sayfalar hızla dönerken yayılan enerji ruhlarında hissediliyordu. Gök yüzü birden kararmaya başladığında tek parlayan ışık oydu. Koen ona doğru dönmüştü. Planda böyle bir aşama olmadığını düşündü. Sanki onun yapacağı şeyin ne olduğunu anlamış gibi birden ona doğru koşarken bağırmaya başlamıştı. “Tulhu! Yapma!” ama kelimelerinin ona ulaşması için geçti. Tulhu derin bir nefes aldığında gök yüzü birden gürlemiş ve düşman askerlerinin hepsi olduğu yerde donup kalmıştı. Hiç biri hareket edemezken bedenleri kısa süreliğine felç olmuş gibi birden olduğu yere yığılıp kalmıştı. Tulhu geri gözlerini açtığında hava tekrar normale dönmüştü. Ruhlarını bir süreliğine kilitlemişti. Bu sayede onları esir alabileceklerini düşünmüştü. Ama insanları tanımayacak kadar onlar uzak yaşamıştı. İnsan korkunç bir varlıktı. Onlar öldürmeye programlıydı. Tulhu ise onların daha kolay öldürmesi için onlara sadece yardım ediyordu. Koen onun yaptığı şeyin ne olduğunu anlamaya çabalarken bir kaç kişinin sesi yükselmişti. “Hepsini öldürün!” ve ardından generallerin emirleri birbirini takip ederken Tulhu sesleri duymaya başlamıştı.  Olduğu yerden hızla harekete geçip Tavi’nin yanına koşmuştu. “Onları durdurmak için boruyu çal. Herkesi teslim alsınlar!” diye bağırmıştı. Tavi elleri arkasında başını iki yana sallamıştı. “Bu bir savaş. Ölümler olacak. Onları teslim almak bir isyana sebep olur.” Demişti. Tulhu ne yapacağını bilemeden kalmıştı. İnsanların insanları daha kolay katletmesine nasıl sebep olduğunu anlamıyordu. Pis boğaz bile donmuş olan insanları yerken ne ile etrafta dolanıyordu.  Gerda henüz emir vermeden donup kalmış adamlara bakıyordu. Nasıl olurda birden felç geçirmiş gibi hepsi olduğu yere yığılıp kalmıştı anlamıyordu. Surun oradan dönüp bakınca Koen’in hızla boruya doğru koşuğunu görmüş ve tek bir emir vermişti. “teslim oldular. Teslim oldular! Onları bağlayın.” Demişti. Adamları onu dinlemekte bir an için tereddüt etmişti. Aiken ise adamlarına kılıç kavramışları öldürme emri vermiş ve içeri doğru girerken hala kılıcını tutmak için yerde sürünenlerin canını almaya başlamışlardı. İki kapıdan da öldürerek ilerleyen ordu yavaş yavaş büyünün bozulacağından habersizce keyifle öldürmeye devam ediyordu. Tulhu boruyu çalması için Tavi’nin yakasına yapışmıştı. “Onları durdurmazsan Yaksotat güçlenecek!” demişti. Koen o an oraya varmış ve Tavi’ye bağırmıştı. “Teslim oldukları için boruyu çal!” demişti. Tavi ne olduğunu anlamazken yakasını Tulhu’dan kurtarıp hızla borunun çalması için emir vermişti. Tulhu yaptığı hatanın farkındaydı ama bunun nasıl mümkün olduğunu bilmiyordu. Barış ordusu iyi insanlardan oluşuyor olmalıydı. Gözleri korku ile dolmuş dudakları aralanmıştı. Ne yapacağını bilemeden öylece kalmıştı. Koen ona bakarken başını iki yana sallamıştı. “Ne yaptın sen öyle?” dedi. Tulhu konuşamıyordu. Altından zırhı ağır geliyordu sanki. “Senin öldürdüğün her ruh onu daha güçlü yapacağını bile bile ne yaptın sen?” demişti. Tulhu sonunda konuşacak cesareti bulmuştu. “İnsanları durdurmak istedim. Sadece durdurmak.” Demişti. Koen kendi öldürdüğü ölü ruhlara baktı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Yeri tekmeledi ve birkaç taş savruldu. “Yaksotat’ın ölü ordusunu güçlendirdik. Bu saatten sonra kimse kimsenin kanını akıtamaz.” Dedi. Tavi onlara bakıyordu. “Neler oluyor?” demişti. Koen ona dönmüştü. “Tulhu’nun sebep olduğu bütün ölümler Yaksotat’ın ordusu için ruha neden oluyor. Tulhu onun himayesinde yaratılmış bir tanrı ve yaptığı her şey onun için kazanç ve kayıp oluyor. Bir kişi bile onun elinde olursa ruhu Yaksotat’ı güçlendiriyor.” Dedi. Tavi kaşlarını çatıp kalmıştı. Koen ise elini beline koymuştu. “Sadece herkesi tutuklasınlar. Büyüyü bozduğumuzda durumu değerlendiririz.” Demişti. Islığını çaldığında Pis boğaz tıkınmayı bırakıp durulmuştu. Jeniske birden gökten oraya doğru inmişti. “Neden teslim alma borusu çaldı?” demişti. Tulhu’nun atık rengine ve dolmuş gözlerine baktı. Koen’e daha sonra Tavi’ye baktı. “Tulhu bir büyü ile onları hareketsiz bıraktı. Ama bu onun birisini öldürmek için yaptığı bir büyü. Ölen herkes Yaksotat’ın himayesine geçer.” Koen bunu söyleyince Tulhu kendini savunmak ister gibi öne atılmıştı. “Ama ordu onları teslim alabilirdi. Öldüreceklerini düşünmedim.” Demişti. Jeniske başını usulca öne doğru eğmişti. “İnsanlar ondan güçsüz olan her şeyi yok eder Tulhu. Onların karşısında savunmasız kalmış birileri olması onları öldürmeyeceği anlamına gelmez.” Demişti Jeniske. Tulhu elini göğsüne doğru koymuştu. Kesik kesik nefes alıyordu. “Koen!” demişti. Koen ona bakınca Tulhu gözlerini yere doğru dikmişti. “Pis boğaz benim öldürdüğümü yedi. Benim sebep olduğumu. Azatod…” demişti. Koen onun ne anlatmak istediğini anlar gibiydi. Tulhu ise nefes alamıyor gibi hissediyordu. “O kulede değil…” demişti. Koen bir an duraksayıp gökyüzüne bakmıştı. “Anne ve yavrular?” demişti. Tulhu gözlerini zor açık tutuyordu. “Hayattalar ama o artık burada!” demişti. Koen Azatod’un geri döndüğünü hissedemiyordu ama Tulhu ile onun bağı daha güçlüydü. Tulhu gözlerinden akan kanı hızla silmeye çabalıyordu. “Tulhu gözlerin…” demişti Koen. Tulhu ise gözlerinden hızla akan kanı durduramıyordu. Tanrılar ağlardı. İnsanlar gibi göz yaşları su olurdu. Canları yanınca göz yaşları akardı. Tulhu kan akan göz yaşlarının sebebini biliyordu. Bu kan dolu göz yaşı iyileştirmezdi. Aksine onu yaralardı. Kendini yaralamak ve cezalandırmak için kan akan göz yaşları ile ellerini kanatıyordu. Ama bunu bilerek yapmıyordu. Sanki birisi gözlerini zorla kanatıyordu. Jeniske etraftaki ağır koku ile tepenin orada dikilen boru çalan adama dönmüştü. O anda kulakları sağır eden boru ötmüş ve teslim alam emri keri çekilmişti. Adamın durduğu yerde beliren karanlık gölede onlara bakan adamın yüzünü tanıyorlardı. Tulhu dizlerini üzerine çöktüğünde ölen ruhların verdiği acı ile kalkamayacak hale gelmişti. Azatod ise öldürdüğü adamı bir kenarı iteklemişti omzu ile. “Uzun zaman oldu Jeniske.” Demişti. Kolları yoktu. Ama gücü etraftaki her şeyi kontrol edebilirdi.  “Biraz kötüyüm. Koen ve Tulhu kollarımı kopardı ve bana verilmiş erkekliğimi elimden aldılar. Günlerce aylarca işkence edip ruhumu sömürdüler ama yediği ruhlar ile geri beni besledi Pis Boğaz.” Koen Tulhu’nun önüne geçmişti. “Endişelenme, onu öldürmeyeceğim. Onun için ölüm basit olur. Ayrıca şu an daha güzel bir eğlence var!” demişti. Savaş tekrar devam etmeye başlamış ve katliam sürüyordu. Koen güçlenen Yaksotat’ı hissediyordu. “Epharai her zaman en güçlü kalemizdi. Frange Cadısı ve kedilerini katlettiğimiz bu yerde sizin için sürprizi olduğunu hiç düşünmedin mi?” demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Azatod ise sırıtmıştı. “Tulhu’nun zihnini kontrol etmek için sizi oyalayacak bu ufak ordu ile eğlendiniz umarım. Ona büyü yaptırmak ve bunu kendi rızası ile yaptığını sanması… Bu numaraları benden öğrenmiş olmalı Yaksotat. Sürekli kendi rızası ile yaptığını sanacağı çok şey yaptırdım ona.” Dedi. Jeniske Tulhu’nun kan ağlamasını şimdi anlıyordu. Onun zihnini kontrol ettiklerinin farkındaydı ama buna engel olamadığı için kendine zarar vermeye çabalıyordu. Koen ona bakıp kalmıştı. Azatod kül olur gibi rüzgara kapılıp yok olurken oradan Tulhu dizleri üzerine çökmüştü. Akan kanı durdurmalarına imkan yoktu. O boru üflenmeyecek şekilde mühürlenmişti. Koen çaresizce katliamın olduğu surlara bakıp kalmıştı. Onca emek boşa giderken izlemekten başka bir şey yapamıyordu. Jeniske derin bir nefes alıp gökyüzüne dikmişti gözlerini. “İnsanlar bizim hep zayıflığımız olacak.” Demişti. Koen dönüp Tulhu’ya bakmıştı. Dizleri üzerine çökmüş öylece kolları iki yana düşmüş surlara bakıyordu. Boş gözlerinde ufacık bir yaşam yok gibiydi. Tavi borunun kullanılmaz şekilde erimiş ağzını gördükten sonra olduğu yere oturmuştu. Gözlerini surlara dikmişti. Efsuncular orada ne olduğunu bilmiyordu ama büyük komutanlar ve generaller savaşı kaybetmiş gibi bakıyordu surlara. Koen Tulhu’nun yanına doğru yürümüştü. Onun tam önünde durup bir süre ona bakmıştı. “Senin hatan değil. Tuzak olup olmadığını kontrol bile etmedik.” Demişti. Tulhu çaresizlik içinde surlara bakıyordu. Yaksotat her an biraz daha güçleniyor ve bundan habersiz zafer kazandığını sananlar kutlama yapar gibi ona asker üretiyordu. Bir süre daha oraya baktı ve ayağa kalkmıştı. “Azatod benim himayemde olmalıydı. Onu öldüremediğim için oluyor bunlar.” Dedi. Pişmanlık gözlerine bir karanlık indirmişti. “Tek yapmam gereken onun enerjisini yok etmene izin vermekti. Bu kararı bile kendimin aldığından emin değilim. Ya en başından beri bunu planladıysa ve beynime girip ona itaat etmemi istediyse Koen? Hiçbir zaman kendi benliğimde değilsem. Kararlarımı o aldıysa?” Koen onu susturmak için en yapacağını bilmiyordu. “Benim geri dönmem gerek. Burada zarardan başka bir şey…” birden suratında patlayan tokat ile geriye doğru savrulmuştu. Koen bir süre ona bakıp havada kalan elini indirmişti. Başını iki yana sallamıştı. “Savaş yeni başladı. Hala kaybetmedik. Bırak bu gece Epharai düşmüş ve bizim olmuş olsun. Yaksotat’ın tek bir kalesi kalmış olacak.” Dedi. Tulhu ona cevap veremedi. Sadece başını sallamıştı. Koen ona bakıyordu. Kaşlarını çatmıştı. “Her anında kararlar sana aitti. Azatod gibi küstah bir pislik kendi kollarının koparılmasını istemezdi.  Onun gibi bir aptal böyle bir plan yapamaz.  Senin özgür ve mutlu olduğunu görmeye dayanamazdı…” Tulhu ona bakıyordu. Dudakları birbirine sıkıca kenetlenmiş ve çenesi titremesin diye dişlerini sıkmıştı. “Senin iyi olmanı istemiyor. O yüzden böyle konuştu. Kendine yüklenmeyi bırak.” Demişti. Tulhu onun yüzüne bakıyordu. Ne diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı. Sadece birkaç defa başını sallamıştı.

Öğlen güneşi tepeye vururken sur kapıları açılmış ve kraliyetin teslim olduğu bildirilmişti. Koen ve Jeniske şehre girme konusunda çekingendi. Tulhu ise oraya girmek istediğini ve plandaki gibi herkes sarayın avlusunda buluşacaktı. Koen başını salladığında atlarını almışlardı. Tavi de onlara eşlik ediyordu. Her yer cesetti. Kendi askerlerinin üniformalarını görmemişlerdi. Tamamı savunmasız kalıp öldürülmüş askerlerdi. Tulhu saraya kadar giden yolda yığılmış cesetleri ve hala mızraktan geçirilenleri görüyordu. Bazen cansız gözleri gördüğünde kanı çekiliyordu. Buz gibi bir yüzle altından bir zırh ile Koen’in hemen yanındaki atta onu takip ediyordu. Sarayın kapıları gözüktüğünde cesetler kaybolmuştu. Kraliyet ailesi teslim olmaya hazırdı. Onları da mühürlediği aklına gelmişti. Saray kapıları açılıp büyük avluya geldiklerinde herkes hazırdı. Koen atından inmişti. Diğerleri de indiğinde etrafta tuhaf bir sessizlik vardı. “Efsuncular tepede bir sorun olduğunu ve birden kolsuz bir adamın boruyu üfleyip kaybolduğunu söyledi.” Maios bunu söylerken onlara doğru yürüyordu. Jeniske buz gibi bir ifade ile onlara bakıyordu. “Cesetlerin hepsini gün batmadan yakın!” demişti. Ruhlarının artık buraya ait olmadığından emindi. Onlar kullanılacak enerji olarak Yaksotat’a ulaşmıştı. Maios tatmin olmamış halde onu kolundan yakalamıştı. “Tepede ne oldu? Teslim ol borusundan sonra neden katliam için boru çalındı?” demişti. Tavi’ye kaymıştı gözleri. Ardından Tulhu’ya altın zırhı parlaktı ama onun yüzü solgundu. Yüzünde kan izleri vardı. Göz pınarlarına kadar olan izleri herkes görebiliyordu. Esmer teni soluk, gözleri çöküktü. “Bir büyü yapıldı!” demişti Gerda. Koen bunu duyunca öne doğru atılmıştı. “Yapıldı. Ama bu önemli değil. Epharai artık düştü.” Demişti. Gerda gözlerini ona dikmişti. “Teslim olmuş adamları öldürdük. Savaşmadık katlettik.” Diye çıkışmıştı. Koen ona cevap verecekken yere gürültü ile düşen miğfer ayaklarına doğru yuvarlanmıştı. Ardından zırhın betona çarpışı ile etrafta derin bir yankı oluşmuştu. Koen gözlerine çöken yorgunluk ile Tulhu’nun pes ettiğini anlamıştı. Düşmüştü. Düşen şey Epharai değildi. Tulhu olmuştu. Azatod onu parçalamayı başarmıştı. Binlerce yıl yaptığı gibi onu umutsuzluğun pençesine almıştı. Döndüğünde Tulhu’nun bitkin yüzünde açık gözlerini gördü. Bu sefer gözleri değil ağzından ve burnundan kan yere doğru sızıyordu. Tanrılar insanlarının inançları ile yaşamasa da onları hissedecek kadar narin varlıklardı. Onların ruhlarındaki kaos kimi beslerdi. Kimini ise içten içe çürütecek kadar güçlü olurdu. Tulhu Gerda gibi hepsinin pişmanlığını hissediyor ve bunun sorumluluğu altında eziliyordu. Manevi bedeni bu kadar baskıyı kaldıramazdı. Onun çöküşü bedenini kaybedip sonsuzlukta hapsolmaktı. Koen oraya doğru hızlı birkaç adım atmıştı. “Jeniske ölmesine izin verme!” diye bir feryat koparmıştı. Tulhu’nun bedenini kaybetmemesi ve onu hayatta tutması gerekiyordu. Jeniske elindeki kılıcını atıp oraya doğru koşmuştu. Tulhu’nun ölümü Jeniske için Koen’i kaybetmekti. Onu kurtarmak zorundaydı. Onu yaşatmak ve bedeninin son ana kadar canlı olması gerekiyordu. Koen ise onunla geçirdiği zamanda onu sevmişti. Benimsemiş ve acılarını, mutluluklarını görmüştü. Bir dostuydu o. Aiken’in, Maios’un ve diğerlerinin olduğu gibi Tulhu’nun da dostuydu. Şimdi onun yaşaması için feryat koparmış ev kapıların kapatılmasını emretmişti. Jeniske’den onun ruhunu bedeninde tutmasını istemişti. Bir tanrı rahibi için bir bedene bir ruhu zorla kilitlemek kolaydı ama bir tanrının ruhunu kilitlemek zordu.
“O bir tanrı! Ölümsüz!” deseler de tanrılar için ölümsüzlük sonsuzlukta süzülmekti. Bu gün Frange cadısının sonsuzlukta süzülerek her şeyi adım adım izlemesi gibi. Bedenleri bir defaya mahsusu var olurdu. Sonrasında enerjileri sonsuza dek parlar ve ölümsüzlük manevi dünyada sürerdi. Kalp atmayı bıraktığında maddi dünyada bir tanrı için var olmak zordu. Tulhu kalbinin ağırlığına dayanamıyordu ve insanların yaptığı hatanın sorumlusu olmanın ağırlığı artık onu öldürüyordu. Pervasız değildi. Her en kadar Yaksotat tarafından yaratılsa da Koen’in bağırarak diğerlerine çıkıştığı bir gerçek vardı.  “O tanrı ama özünde insan. Kalbi durduğunda ölür ve bir daha var olamaz.” O bir insan olarak doğup tanrı olarak ölmeyi hayal eden bir varlıktı. Tanrı olmuştu ama sürekli acılar çekmişti. Sadece bir insan gibi ölmeyi arzulamıştı. Kendi kararı olan bir ölümü düşmemişti. Koen’e bunu anlatmıştı. ‘Kendi rızam ile öleceğim. Kimsenin beni zorlamadığı en büyük fikrim bu’ demişti. Koen bunu hatırladıkça onun ölmeyeceği konusunda hem fikir olanlara tekrar etmişti. Tulhu’nun durumu kontrol altına alıp derin uykuya daldığında taht odasında bir tartışma çıkmıştı. Aiken sinirle çıkışmıştı. “Tulhu hala Yaksotat kaltağının kontrolünde ise o zaman bu halde olması bizim için daha iyi. Katliamı onun yüzünden yaptık.” Demişti. Koen ise sinirlenmişti. Haklı olması umurunda değildi. Tulhu için duyguları yumuşak ve hassastı. Onu tanımış ve uzun süre onunla yaşamıştı. Ona edilen laflar canını sıkıyordu. “Yaksotat bir tuzak kurmuş ve bu benim hatam. Onu fark daha edemedim.” Demişti. Aiken başını sallayıp ona dönmüştü. “Alakası yok. Herkes plana sadık gitti. Sadece senin suçunmuş gibi davranmayı bırak. Tanrı Tulhu için yapılabilecek en iyi şey senin dönüşümün için onu bir süre böyle uykuda tutmak.” Demişti. Koen bir anda ona bakıp ayağa kalkmıştı. “Tulhu benim için yaşamından vaz geçecek ve bunu böyle söylemen mide bulandırıcı.” Demişti. Aiken ise ona bakıyordu. “Sen bir şeyleri çabuk unutabilirsin ama zamanında o da bizim karşımızdaydı. Benim ailemi yok edenlerin başındaydı. Senin de bütün hayatını katleden kişiye çalışıyordu. Senin için hayatını verip seni kurtarması ile ödeşirsin. O yüzden boş yere merhamet etme. Sonuçta karşında Yaksotat’ın iki aziz tanrısından birisi var. Bırak kendi hatalarının farkına varıp acı çekmek ne öğrensin.” Demişti. Koen onun haklı olduğunu biliyordu ve ona cevap bile veremeden kalmıştı. Tulhu zamanında kötüydü ama herkes bir dönem kötüydü. Zevk için insan katletmişti Koen. Bu yüzden mi Tulhu’ya merhamet ediyordu? Değişimin mümkün olduğunu bildiği için mi? Bir an duraksadı. “Haklısın!” demişti. Masadan uzaklaşmıştı. Oradan çıkıp gitmişti. Kimse ona dur demedi. Jeniske, Maios, Tavi ise özel toplantıdaydı. Saisa ise yaralılara koşturuyordu. Geriye kalan generallerden hiçbiri Koen’i durdurmamıştı. Aiken boş yere o kadar kişiyi katletmiş olmanın verdiği ağırlık ile sinirli ver sert konuşmuştu. Ama aynı öfke herkeste vardı ve kimse Tulhu’yu savunan Koen’i kalması için durdurmazdı.

“Koen nerede?” demişti Saisa oturanların yanına geldikten sonra. Aiken omuz silkmişti. “Az önce çıktı.” Dedi. Saisa onun Tulhu’nun yanına gitmiş olacağını düşünerek oraya yönelmişti. Odaya kapıyı vurup girince Koen’in sandalyeye oturmuş Tulhu’ya bakarken gördü. “Endişelenme hala yaşıyor. Sadece uyanması zaman alacak.” Demişti. Koen göz ucu ile Saisa’ya bakıp geri Tulhu’ya dikmişti gözlerini. “İnsanlar hata yapar. Tanrılarda insanlar gibi hatalar yapıyor. Bunun için onu kimse cezalandırmamalı. O zaten kendini cezalandırıyor.” Demişti yanına geldiğinde. Koen başını usulca sallamıştı. “Kraliyet ailesinin idamı düştü mü?” dedi. Saisa başını sallamıştı. “Daha fazla kimse ölmeyecek. Jeniske idamları ve infazları durdurdu. Yakında halka genel acıkma için bir bildirge yazacaklar. İçin rahat olsun!” demişti. Koen derin bir iç çekmişti.
“Tulhu için mi endişe ediyorsun başkası için mi?” dedi. Koen ona çevirmişti başını. “Herkes vicdan azabı çekiyor. Bunu hissediyorum. Aiken, Gerda, Qufanglı generaller. Hepsi yoktan yere infaz ettiklerinin farkında askerleri. Onlar için endişeliyim.” Dedi. Saisa diğer sandalyeye oturmuştu. “Merak etme. Askerler öldürdükleri kişileri hatırlayarak yaşayamaz. Bu hata sadece Tulhu’nun değil. Efendi Tavi boruyu üfleyen kişiyi kontrol ettiği için kendi askerleri ve diğerlerine açıklama yapacak. Maios’da Qufang için… Ve Jeniske…” dedi. Koen yutkunmuştu. “Tulhu gelmek istemiyordu. Onu ben zorladım. Şimdi haline bak. Sadece ölmeyi isteyen birisi için yaşamasını emrederek hata mı yaptım ben Saisa?” dedi. Saisa başını usulca sallamıştı. “O bir tanrı ölüm onun için lütuf ise bunu kazanması gerek. Önce kendini ispatlamalı.” Demişti. Koen konuşacakken kapı açılmıştı. Jeniske içeri doğru yavaş adımlarla girmişti. “Tartışma olmuş.” Dedi. Koen başını iki yana sallamıştı. “Pek tartışma denilemez. Herkes şaşkın ve sataşıp sinirlerini gevşetecek yer arıyor.” dedi. Jeniske yatağa doğru yürüyüp Tulhu’nun sol bileğini tutup bir süre durdu. “Sadece uyumalı. Tuzak için araştırma yaptım. Yaksotat en başından beri oradaymış. En başından beri muhaberenin ortasındaymış. Onu fark etmemiz için sıradan bir asker gibi beklemiş.” Dedi. Koen kaşlarını çatmıştı. “Sadece Hisar kaldı. Ordunun bölünen kısmı çevre kentleri aldı. Sadece Hisar ve sonra bitecek.” Dedi. Jeniske ona doğru dönüp yatağın kenarına oturmuştu. “Pis boğaz için endişeliyiz. Onu zincirledin ama pek de kontrolünde gibi değil.” Koen bunu duyunca kaşlarını çatmıştı. “Yediği ruhları Yaksotat isteyecektir. Onu öldürmem gerek.” Dedi. Saisa muhabere alanında bağıran ve her şeyi yemeye çalışan devi anımsamıştı. Onu zapt etmek için Jeniske ve Koen’in yanı sıra birçok efsuncu uğraşmıştı. Şimdi zincire vurulmuş halde şehrin surları dışındaydı. “Öldürmek mi?” demişti. Koen başını usulca sallayıp gözlerini kısmıştı. “Evet! Başka şekilde onu zapt edemem.” Ayağa kalkmıştı. “Gidip bu işi halledeceğim.” Dedi. Jeniske’de ayaklanmıştı. “Tek başına yapma.” Demişti. Koen ona bakıp oturmasını işaret etmişti. “Sorun değil. Halledebilirim. Altı üstü iki metreden uzun bir yaratık.” Demişti.  Saraydan çıkana kadar etrafa pek bakmadan yürümüştü. Sokaklara geldiğinde hala cesetler ile ilgilenen askerler, korku içinde meydanlara toplanmış halk… Koen onlara bakarak usulca yürüyordu. Bazı komutanlar onu görünce selam veriyordu. Koen şehri surlarına yaklaştığında ölü yığınlarının arttığını fark etti. Dayanılmaz pis koku burnuna sindikçe sinirleniyordu. Şehir surlarından çıkıp biraz yürüdükten sonra çember halindeki yerde tek başına oturmuş devi görmüştü. Etrafına çekilen iki çemberin yanı sıra topraktan fırlamış zincirler ile olduğu yere sabitlenmişti.
“Efendi bana kızgın mı?” demişti Koen onun tam karşısına gelince. Koen tepkisiz ona bakıyordu. “Efendi bana çık kızgın ama bilemeden oldu. Zincirlerimi çözün beni bırakın ki mağarada saklanayım.” Demişti. Koen başını usulca sallamıştı. “Bunu yapmayacağım. Ölmen gerek. Yeterince görevini yerine getirdin. Artık savaş yok ve senden ölmelisin.” Demişti. Pis Boğaz ilk defa durgun ve hüzünlü bakıyordu. Siyah gözleri büyümüş ve dudakları aralık kalmıştı. Bir çocuk gibi duruyordu. “Efendi bana ne yapacak?” demişti. Koen ona cevap vermeden bir süre baktı. “Bilmiyorum! Ölmen gerekiyor!” diye cevapladığında Pis Boğaz öylece kalmıştı. “Efendi bana yemek için söz vermişti…” diyebildi. Koen iç çekmişti. “Bu dünyaya ait değilsin. Yiyebileceğin her şeyi yedin. Bundan sonrasında bir insan gibi ölmeli ve tekrar doğmak için beklemelisin.” Pis boğaz yüz yıllardır yaşıyordu. Bin yıllar olmuştu belki. Kendisi bile bu dünyaya ne zaman getirildiğini ve ne zamandan beri burada olduğunu bilmiyordu. “Efendi bunu uygun gördüyse ben doğmak için hazırım.” Demişti. Koen ona bakıp bir süre derin düşüncelere daldı. Ne diyeceğini bilemeden ona uzun uzun baktı ve hafif bir tebessüm belirdi yüzünde. “Canını yakmayacağım.” Dedi. Koen bunu söyleyince pis boğaz kocaman dudaklarını yukarı doğru kıvırmıştı. “Biliyorum Efendi kimsenin canını yakmak istemiyor. Benim de canımı yakmayacak.” Demişti. Koen ayağı ile kuma çizilmiş çemberin ilk halkasını bozdu. Daha sonra ikinci halkayı bozduğunda zincirler çekilmişti ve Pis Boğaz serbest kalmıştı. Olduğu yerde oturuyordu. “Her zaman ölümün yeniden doğuş olduğunu düşünmüştüm. Bu senin için gerçek bir yeniden doğuş olacak. Sıradaki hayatında iyi birisi ol. Sev ve sevilmek için uğraş. Ve ne zaman gökyüzüne baksan hatırla. Geçmişin yüklerinden bu gün kurtulduğunu. Bu aç gözlülüğünün son bulduğunu ve karnın doyacağı yeni bir yaşamın sana verildiğini hatırlayıp Güneş’e şükret.” Dedi. Pis boğaz başını öne doğru eğmişti. Koen onun atan kalbini durdurmak için geriye doğru çekilmişti. Gözlerini onun kalbine dikmiş ve sadece gülümsemişti. Elini kendi kalbine koydu ve sonra yavaşça yumruk yaptığında Pis Boğaz artık yaşamının bittiğini anlamıştı. Birçok canı sonsuz boğazından geçirip yuttuğu uzun yaşamı son bulurken gözlerin yaş akmıştı. Ağlamak onun doğasında yoktu ama hayatının son buluşu ile huzurlu birkaç damla göz yaşı boşalmıştı yanaklarına. Bedeni büyük bir gürültü ile geriye doğru düştüğünde yavaş yavaş toza dönüşmeye başlamıştı. Durmuş bir kalp ile son defa gökyüzüne bakarken efendisinin dediklerini hatırladı. Sıradaki yaşamı için düşündü. Yüz yılların hatta bin yılların ona verdiği yaşam yok olurken bedeni zamanın kumlarına dönüşmüştü. Koen düşünüyordu. Ölüm bu kadar acısız ise insanların ondan neden kaçtığın ve korktuğunu. Sadece tekrar doğmak için bekleyecekti herkes. Yok olup giden bedenin ardında kalan kumların savruluşunu izledi. Yavaş adımlarla geri döndüğünde gün çoktan kendini geceye teslim etmeye başlamıştı. Saraya geri geldiğinde kimseyi görmek istememişti. Tulhu’nun yatırıldığı odaya gittiğinde orada Aiken ve Gerda’nın olduğunu öğrenmişti. Kapının orada durmuştu. Yarın açık kapının orada onları duyacak kadar içeri girmişti. “Ona kızgın değilim. Sadece sanki her şey sarpa saracak ve yenilecekmişiz gibi hissediyorum. Karga Lider ilk defa yanıma geldiğinde bana savaşıp savaşmayacağımı sormuştu. Madende çalışan ailesi olmayan sıradan birisiydim. İçeri girip herkesi yok etmişti. Kırbaç sallayan o adamları… hisarın komutanlarını… herkesi. Sadece ben ve birkaç kişi kalmıştı. Önünde elimde kazma ile duruyordum. Oranın onun toprakları olduğunu ve birisini aradığını söylemişti. Koen’i aradığımı şimdi anlıyorum. Üç yüz yıldır bugünü bekliyorum demişti. Ona inanmamıştım. Üç yüz yıl… bir insan ömrünün dört katı belki. Ona savaşacağımı söylemiştim. Ona karşı çıkmamıştık. Üç dağ ordusunda herkes onun ilk saldırısının sonucu ona katılıp özgürlüğü için savaşmak isteyenlerdi. Onlardan kaçı kaldı bilmiyorum bile. Büyüdükçe kontrolden çıkmış gibi her şey. Koen gittikten sonra sanki her şey daha korkunç oldu ve asla toplanmayacak gibi. Eskisi gibi sadece özgürlük amacımız yok gibi.” Aiken durgun tonla bunları söylüyordu. “Az kaldı. Sadece Hisar’ı alıp bitecek her şey.” Dedi. Aiken derin bir nefes almıştı. “Tanrılarla savaşıyoruz Gerda. Biz insanız ve onlar tanrı. Bu doğru mu? Hisar’ı almak mı? Yüz yıllardır oraya saldırmaya kimse cesaret edemedi. Bozgun olacak. Baksana. Hepimiz yoktan yere ölümlere sebep oluyoruz.” Koen bunu duyunca birkaç adım geri çekilip odadan çıkmıştı. Jeniske’nin diğerleri ile toplantıda olduğunu bildiği büyük karşılama salonuna doğru yönelmişti. Hızlı adamlarla oraya doğru gidiyordu. Kapıda dikilen muhafızları kenarı çekilmeye zorlayıp içeri girmişti. Kral ve kraliçe vardı içeride. Maios, Saisa ve Tavi Jeniske’ye eşlik ediyordu. Koen içeri dalınca hepsi ona dönmüştü. “Karga Lider acil bir şey için konuşmamız gerek.” Dedi. Jeniske ona bakıp kalmıştı. Ayağa kalkıp onun yanına doğru yürümeye başladığında Koen hemen dışarı doğru çıkmıştı. “Pis Boğazla alakalı bir sorun mu var?” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. “Canını sıkan ne o zaman?” dedi. Koen kenarı doğru çekilip ona dikmişti gözlerini Koridorun soğukluğu içini titretiyordu.
“Onların savaşı bitti.” Demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı. “Kimin?”
“İnsanların. Onların savaşı bitti.”
“Ne demek istiyorsun anlamıyorum.”
“Aiken, Maios ve diğerleri… Hepsinin savaşı bitti. Bundan sonrası ikimizin savaşı Jeniske. Hisara onları sürmek zorunda değiliz. Onların savaşı değil. Bunu yapamayız. Onların aileleri var ve onlar korkuyor artık. Bu olanlar… Onlar bir tanrıça ve tanrı ile savaşmaya hazır değil. Onlar bunu yapamaz.” Dedi. Jeniske birden durulup ona bakıp kalmıştı. Bir süre sessizlik olmuştu.
“Haklısın!” demişti sadece. Kafasında beliren şey Koen’in artık kimsenin ölmemesi için uğraştığıyla alakalıydı. “Peki nasıl yapacağız?” dedi. Koen ona bakmıyordu. Ayaklarına dikmişti gözünü.  “Sen ve ben… Son ve tüm gücümüzle.” Dedi. Jeniske ona doğru birkaç adım atmıştı. “Başarır mıyız?” dedi. Koen ona bakıp gülmüştü. “Başarırız. Bizim kadar pervasız kimse yok. Bir de ikimizde güçlüyüz. Sadece sen ve ben… Yaksotat ve o boktan ordusu… Eğlenceli olur. Sonunda ikimizde ölmüş oluruz ve ben tekrar doğarsam seni geri getiririm.” Dedi. Jeniske bir an gülmüştü. “Ciddisin!” dedi. Koen başını usulca sallamıştı. “Evet! Tulhu’yu görmeye odasına gitmiştim. Aiken ve Gerda ile konuşuyorlardı. Onlar korkuyor. Korku Yaksotat’ı daha güçlü kılıyor. Sen korkuyor musun?” dedi. Jeniske başını iki yana sallamıştı. “Pek değil. Sadece seni kaybedersem diye korkuyorum.” Dedi. Koen sırıtmıştı. “Ölümsüzlük ile lanetlendim. Korkmana gerek yok. Bundan sonra korkmamıza gerek yok.” Dedi. Jeniske ona bakıyordu. “Seni endişeli sanıyordum. Gerginde… Planlamışsın her şeyi. Tamam. Yargılama işini devredip geliyorum.” Dedi. Koen olduğu yerde dikilmiş ona bakıyordu. “Bekliyorum. Hisar’ın kovulmuş tanrıçasını Üç Tanrı Dağının rahibi ve Yargıcı yenecek.” Demişti. Tarihi yazanlar o sözleri duysaydı Koen için şanlı bir kahraman derdi. Onun korkusuz ve diğerleri için kendini feda eden bir kahraman olduğunu söylerdi. Ama öyle olmadı. Ve tarihin yazıcısı olanlar onun için tek bir şey söyledi. “O bir…” 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Otuz Beş

O Bir...

Final

Bir yaz akşamı öğleden sonrasıydı. Saat belki altı belki yediydi. Güneş toprağı kavurmayı bırakmış ardında tatlı bir esinti vardı. Mona oturduğu terasta batmaya başlayan gök yüzünün ardında bıraktığı pembe turuncu renklere bürünmüş bulutlara bakarken son kelimelerini yazmaya hazırlanmıştı. Karşısında onun yazdıklarını izleyen üç yaşına yeni basmış olan oğlu ile göz göze geldiğinde gülümsemişti. Epharai onun yeni eviydi ve sevgili kocası meclisin saygın üyelerinden birisi olmuştu. Neredeyse dört yıldır bu büyük eseri üzerinde çalışıyordu. Büyük barış ordusunun nihai zaferi ve sonuçları. Koen ve Jeniske’nin kaybolduğu o günden bir hafta sonra Hisar’ın düştüğü haberi gelmiş ve ardından Tulhu kaybolmuştu. Herkes onların anlaşmalarına sadık kaldığını ummaktan başka bir şey yapamıyordu. Tanrılar ve insanların savaşında kazanan insanlar olmuştu. Ama aslında tanrılar ile savaşan hiçbir zaman insanlar olmamıştı. Sadece onlar birbirlerini katledip zafer kazanmış gibi siyah ve beyazı yarattıklarına inanmışlardı. Mona son satırlara bakarken elindeki diviti nazikçe bırakmıştı. “O bir kahraman değildi. Sadece bir yargıçtı. Görevini yerine getiren bir yargıç. Kahramanlar insanlarda değildi. İnançları hiç değildi. Kahramanlar fikirlerdi. Koen bir fikir değildi. O gerçekliğin beden bulmuş haliydi. İnsan olan ama tanrılara kafa tutan fikirlerin ötesindeydi. O bir gerçekti.” Satırları okurken merdivenleri acele ile çıkan kadını duydu. “Hanımım!” diye bağırırken heyecanlanmıştı onu izleyen Mona ve oğlu. “Hanımım iki adam geldi. Sizi ve Senatör Nikow ile görüşmek istiyorlarmış.” Diyordu. Mona birisini beklediğini hatırlamıyordu. Savaşın bitişinden sonra sık sık diğerleri ile görüşürdü ama çok misafiri olmazdı. Oğlunun sakin ve huzurlu büyümesini istemiş ve bir yandan da her yere kopyası gönderilecek büyük savaşın hikayesini yazmayı bitirmeyi planlamıştı. “Kim peki?” dedi. Kadın hızla soluklanmıştı. “Uzun siyah saçlı bir adam ve yanında ufak beyaz bir adam.” Demişti. Mona bir an için düşünmüştü. Böyle bir tanıdığı var mıydı? Siyah saçlı ve beyaz bir adam. Ayağa kalkmıştı. “Oğluma göz kulak olur musun?” demişti. Kadın arkada o önde merdivenleri inip avluya geldiğinde etrafı inceleyen iki kişi ile karşılaşmıştı. Arkası dönük iki kişi kendi arasında sohbet ederken etraftakiler onları izliyordu. “Güzel bir evmiş.” Demişti açık kahverengi saçları olan adam. Diğeri usulca başını sallamıştı. “Yıllar sonra böyle bir hayatı hak etmişlerdi.” Demiş ve dönünce Mona şaşkınlık ile kalmıştı. Jeniske ile yüz yüze geldiğinde ne diyeceğini bilemeden ona bakıp kalmıştı. Daha sonra Koen’in gülümsemesine bakıp kalmıştı. Seneler sonra onları görmenin şaşkınlığı içindeydi. İkiside hiç değişmemişti. Hala o gün olduğu gibi kadar gerçek ve gençlerdi.  Ağzı açık kalıp öylece kalmıştı. Koen ise gülümseyerek birkaç adım atmıştı. “Merhaba Mona!” demişti. Mona bir an eğilmişti. “Efendi Koen, Efendi Jeniske!” diye selam verdiğinde Koen ona doğru süzülüp sarılmıştı. “Senatör karısı olarak bizim sana selam vermemiz gerek. Sadece uğrayıp merhaba demek istedik.” Dedi. Mona ona sarılmıştı. Tepki veremiyordu. Koen onu bırakınca kendini toplamıştı. “Nikow’a hemen haber gönderin. Karga Lider ve Tilki Yargıç evimizde.” Demişti. Koen bir an gülümsemişti. “Tilki Yargıç mı? bu ismi sevdim.” Mona bunu duyunca utançla başını öne doğru eğmişti. “Bu ismi koyarken General Aiken yardımcı oldu. Efendi Jeniske’nin size sık sık Tilki dediğini ve bunun geçmişinizle alakalı olduğunu söyledi.” Dedi. Koen gülümseyip kenarda dikilen Jeniske’ye dönmüştü. “Görüyorsun ya haklı çıktım. Gerçekten de bizim hikayemizi yazmış.” dedi. Jeniske gülümsemişti. “Evet! Onu ziyaret etmek için bu yüzden bu kadar ısrarcı oldun.” Demişti. Arkada duran kadına çevirmişti ardından gözlerini. “Bebeğin büyümüş.” Demişti. Mona utançla tebessüm edip oğlunu kucağına almıştı. “Zaferinizden bir süre sonra burada doğdu. Şimdi üç yaşında.” Dedi. Jeniske onun kucağından çocuğu alıp ona şaşkınlıkla bakan çocuğa gülümsemişti. “Gözleri senin gözlerin gibi. Adını ne koydunuz?” dedi. Mona bir an tereddütle bakmıştı. Ardından buruk bir ifade ile gülümsemişti. “Koen!” dedi. Jeniske şaşkınlıkla ona bakan bebeğe bir kez daha bakmıştı. “Koen demek!” dedi. Mona başını usulca salladığı sırada Koen heyecanla bağırmıştı. “İsim babası oldum!” demişti. “Neden benim adım?” diye sorgular gibi ona bakmıştı. “Onun var olmasının sebebi hamileliğim sürecinde bana verdiğiniz ilaçlar ile oldu. İlaçlarınız sayesinde düşük riski olmasına rağmen kolay bir hamilelik geçirmişim.  Birde hayat öykünüzü yazarken sizden etkilenmemek elde değildi. Onunda sizin gibi adil ve doğru yolu gösteren bir erkek olmasını istedim. İsimler insana karakter verir.” Demişti. Koen gururla gülümseyip bebeğe elini uzatmıştı. “Umarım kaderi benimki gibi olmaz.” Demişti. Mona gülümsediği sırada atlar kişneyerek avlu kapısında durmuş ve kısa sürede kapı açılmıştı. Nikow hızla içeri doğru girerken senatör pelerini savrulmuştu. “Efendim!” demiş ve yere kadar eğilmişti. Jeniske onu hızla doğrultmuştu. “Efendim ölmüş olacağınızdan korkuyorduk. Hemen haber gönderdim. Krallıklara ulaşır. Herkes geri dönüşünüzü kutlamak isteyecek.” Dedi. Jeniske kucağındaki bebeği Koen’e vermişti. “Habercilerini geri çağır Nikow! Sadece size bir şey getirdik. Mona için daha çok!” dedi. Koen kenarda duran heybeyi göstermişti. “İçinde!” demişti. Nikow oraya doğru yönelip heybeyi açtığında bir süre bakıp kalmıştı. İçinden bir harita çekip almış ve açtığında kendi dünyalarının uzak yerlerini görmüştü. Bir çok el yazması vardı. “Bunlar ne efendim?” demişti. Koen gülümsemişti. “Uzun hikaye ama kısaca şunu söyleyebilirim, Hisar düştüğünde bir gemi alıp uzaklaştık. Çok uzaklara gittik ve başka diller konuşulan diyarları gördük. Yazdık hepsini. Bunları Mona’ya getirdik çünkü o hepsini yazıp yeni dünyanın başlangıcına hazır olması için. Dünya değişiyor. İnsanlar sihri unutup yerini kendi kendine alevsiz yanan lambalara ve demirden insanlara bırakacak. Sihir onları canlandırmış ama artık sihrin ötesinde bir şey var.” Dedi. Hızla çocuğu Jeniske’ye verip heybeye doğru yürüyüp birçok not çıkardı. “Bunlara makineler diyorlar. Binalar yapan tahtadan ve eritilmiş demirden makineler. Ateş kusan büyük silahlar… Tanrılar dünyayı terk etti ve insan kendinin tanrısı olmayı öğreniyor.” Dedi. Mona oraya doğru yürüyüp çizimlere ve el yazmalarına bakıp kaldı. “Bunları neden bana getirdiniz?” dedi. Koen gülümsemişti. “Kaybolan masalları değil geleceği yazman için. Bunlar senin dünyanın geleceğini şekillendirecek. Bunları verip geri gideceğiz. Dönmemek üzere.” Dedi. Nikow dikilen kahyaya dönmüştü. “Misafirler için akşam yemeğini hazırlayın.” Demişti. Bir devrin kapanışını bir akşam yemeğine sığdırmayı umut etmişti. Yemek hazır olana kadar terasa çıkıp Mona’nın hazırladığı kitaba bakmışlardı. Koen ve Jeniske için geçmişi yad etmek gibi olmuştu. “Size önemli bir şey soracağım efendim!” Nikow kitabı Koen’e veren Jeniske’ye dönmüştü. “Hisar’da ne oldu?” demişti. Jeniske gülümsemişti. “Kaybettim! Orada ölümle burun buruna geldim ve öldüm. Yaksotat beni binlerce defa kılıçtan geçirdi.” Dedi. Hisar artık harabeler içinde bir anıttı. Büyük taşlara savaşta ölenlerin isimleri yazılmıştı. Oraya gittiklerinde taş taş üstünde kalmamıştı. Büyük bir patlama olmuş gibiydi. Jeniske durulmuştu. Buruk bir ifade ile gülümsemişti. “O gün ben kaybettim ve öldüm. İkinci yaşamım için yeniden doğuştu. Bir rahip olmadan önceki halimle doğmak için bir fırsat verildi.” Dedi. Koen onları duyup dönmüştü. “Yaksotat ve Azatod öldü. Ve Hisar’ı paramparça ettik. Olan şey bu!” demişti. Durgun sesinde sakinlik vardı. “Peki nasıl?” demişti Mona kucağında çocukla onlara bakıyordu. Koen ona dönmüştü. “Her şeyden vaz geçerek!” diye kestirme bir cevap vermişti. Orada olan şey konuşulmayacaktı. İnsanlar bunu bilmeyi hak etmiyordu.

O gün şafak doğarken oraya vardıklarında Koen ve Jeniske güçlerini son noktasına kadar kullanmışlardı. Yaksotat orada kendi evinde güçlü ve yenilmezdi. Ruhlardan oluşan ölümsüz ordusu bir karınca yuvası gibiydi. Kalabalık ve dardı. Koen ve Jeniske için orada ölüm gerçekleşmişti. İkiside tanrıçaya karşı kaybetmişti. Ama onların ardından yer yüzüne son defa inen tanrılar ve Yeşil kitabın sahibi belirmişti. Yeşil kitabın sahibi hiç ummadıkları kişiydi. Sarı saçları ve kesik kolları ile orada dikilirken diğer tanrılar onun hemen yanında duruyordu. Ve altın kitabın sahibi Tulhu… Frange cadısı, Epharai tanrısı… Onlarca tanrı oradaydı.
“Elinizden geleni yaptınız ama insanlar sadece kendi sevdikleri için savaşmak ister. Onlar için ideal olan budur. Onların ruhları bununla var olabilir. Siz onları kurtaramazsınız.” Demişti Azatod. Yeşil kitabın sayfaları havada çevrilirken gözlerinde bir durgunluk vardı. “Biz tanrılar ne iyi ne de kötü varlıklarız. Bizler insanların yazgılarını belirleyen birer varlığız. Sizleri birbirine düşüren ve bundan beslenen. Bu bizim yaşam öykümüzü oluşturur. Ne ölürüz ne de diriliriz. Büyük bir tiyatro sahnesinde sizler kukla bizler ise kuklaları yöneten ipleri elinde tutanlarız.” Diye devam etmişti Frange cadısı. Ve Epharai tanrısı altından bedeni ile, ölümle pençeleşen Jeniske’nin hemen başında durmuştu. “Kaderine karşı çıkmak doğanda yoktu. Ama sen bunu başardın. Bizim ufak oyun alanımızda eğlenmemizi sağladınız. Ne bencilliğimiz ne de güç tutkumuz bu olayları yarattı. Siz insanlar inanmak istediğini seçtikçe ipler birbirine dolandı. “Yaksotat cezalandırılacak ve Azatod’da. Ama onlar sadece birer oyun kurucu. Kötü oldukları için değil oyunu batırdıkları için cezalandırılacak. İnsanlar artık tanrıları ve büyüyü anlayamayacak kadar doğadan uzak. Siz doğru olanı yaptınız. Sizler onları uzaklaştırıp iyi kazanmış gibi yaptınız. Ölümünüz doğuşunu olacak. Ve sen yargıç.” Demişti. Bedeni kanlar içinde yerde kıvranan Koen’e doğru dönmüştü. “Sen adil olmayı öğrendin. Şimdi gerçekten insanların dünyasındaki görevini gerçekleştirmen gerek. Binlerce yıl önce soyunun ileri gelenlerinin yapması gerekeni. Hisarın ilk planın işlemesi gerek.” Demişti. Koen bedenin hafiflediğini hissediyordu. “Hisar insanlara büyüyü unutturup bilimi öğretmek için kurulmuştu. Şimdi itaat edecekleri şey, krallar ve büyüler değil. Meclisler ve bilim. Son görevin kendi insanların için bunu öğret. Size birlikte yaşayacağınız uzun bir ömür vereceğiz. Karşılığında sizde bizi bu dünyadan silin. Bütün izlerimizi. Varlığımızı.” Demişti. Koen ve Jeniske o gün tanrılar tarafından son görevleri için tekrar diriltildiklerinde büyünün son kırıntısını bedenlerinde hissetmiş ve çıktıkları yolculukta tanrıları unutan toplumların nasıl ayakta kaldıklarını araştırmıştı. Ve şimdi onları geri getirme vaktiydi.

Koen Mona’nın yazdığı kitabı sıkıca kavramıştı. “Sana getirdiklerim karşılığında bu kitabı alıyorum. Bir kopyası bile olmayacak. Sadece barış ordusu ve kılıçlar olan bir tarih yazman gerek. Artık dünya değişiyor ve doğa bizim bir parçamız olmaya başlıyor.” Dedi. Mona ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Tanrılar öldü. Bizde öldük. Ve bu masalın kaybolup gitmesi gerek. Yaşanılan her şey görgü tanıkları tarafından bilinmeli ve unutulup gitmeli. Kaybolmalı. Çünkü tarih kendini tekrarlamayacak kadar bencil. Zaman ise insanların değişmesi için hızla akıp gidiyor. Bunlar birer peri masalı olmalı ve makineler, bilim yükselmeli ki insanlar adil bir dünyada yaşasın.” Demişti.    Mona ona bakıp bir süre düşündü. “Peki insanlar aslını unutursa?” dedi. Koen gülümsemişti. “Aslını unutmak. İnsanlar asla aslını hatırlamadı ki. Onlar hep geçmişi unuttu. Şimdi ise onlara geleceği gösterip ilerlemesini sağlamamız gerek. İleride büyük bir üstat olacaksın Mona.” Demişti. O akşam yemeği çok sakin geçmişti. Koen ve Jeniske gördüklerini anlatıyordu. Demirden gemileri, ateş saçan silahları, insanların içinde bulunduğu demirden dev zırhların ne kadar etkileyici olduğunu anlatmıştı. Gün doğduğunda yolculukları için tekrar ayrılacaklardı. Nikow habercileri geri çağırmış ve Koen ile Jeniske’nin ziyareti gizli kalacaktı. Mona gülümseyerek yazdığı kitabı ona teslim ederken arkasında kalan heybeye göz ucu ile bakmıştı. “İleride bambaşka bir dünya olacak ve siz bunun için çabaladınız. Bende öyle yapacağım. Hemen kopyaları çoğaltıp Qufang, Üç Tanrı Dağı, Frange gibi köklü büyük krallıklara göndereceğim. Dohen gibi kaynakları bol olan yerlerde çalışmalar için işe koyulacağım. Babam bir zanaat üstadı idi. Bende bu zanaatı geliştireceğim. İkinizin emeklerini kimse bilmese de ben bileceğim ve benimle kaybolup gidecek. Doğudan gelen bir tüccardı bana bunları veren. Ve yanında onunla çalışan bir üstat vardı.” Dedi. Koen gülümseyip ona sarılmıştı. “Endişelenme, gelecek parlak.” Demişti. Nikow birden ona dönmüştü. “Peki son bir şey sorabilir miyim? Bir süredir cidden merak ediyorum.” Dedi. Jeniske başını sallayınca Nikow kaşlarını çatmıştı. “Tanrı Tulhu öldü mü?” dedi. Jeniske başını iki yana sallamıştı. “Hayır! O Frange Cadısının huzurlu çayırlarında Anne kediye bir oğul olup kardeşleri ile ruh kapılarını koruyor. İstediği şey ölümden çok huzurdu. Sonsuz huzur onun oldu.” Dedi. Nikow gülümsemişti. “Yorgun bir adamdı. Kötü bir tanrı ama iyi bir insandı.” Dedi. Koen başını sallamıştı. “İyi ya da kötü yoktur. Herkes kendi hikayesinde iyidir, bir başkasının hikayesinde kötü. Çocuklara bunu öğretin. Merhametten önce adil olmayı öğretin ki başkalarının hikayelerinin iyilerine acıyıp, kendi hikayelerindeki kötü olmasın karşılarına çıkanlar.” Demişti.

Günler günleri yıllar yılları kovaladı. Ay güneşi güneş ayı aradı dünyanın etrafında döndü durdu. Gizemli iki yabancı dünyanın her yerini gezip bir gemide bir postayla Epharai şehrine senede bir kitaplar el yazmaları gönderdi. Yıllar oldu, saçlara aklar düştü. Sakallar uzadı, çocuklar büyüdü, yaşlılar öldü. Ve gemiden gelen son şey bir mektup oldu. Koen tarafından hasta yatağında yatan saçları aklaşmış Mona ve diğerlerine ulaşan son mektuptu.
“Sevgili Mona, bu mektup sana ulaştığında son mektup olacak. Yıllar geçti ve yaşlandık. Hayatımın en güzel zamanlarını sevdiğim kişi ile yan yana maceralarda koşarak yeni şeyler keşfederek geçirdim. Benim için hayatın anlamı olan Jeniske zamana yenik düşüp öldü. Yakın zamanda onun yanında olacağımı hissediyorum. Ölmeden önce son arzusunu yerine getirmek için bu mektubu sana yolluyorum. Her zaman ikimizin bir arada gömülmesini isterdi. Üç tanrı Dağında aynı mezarlarda olmamızı isterdi. Ben oraya gidemedim o da. İkimizde aynı topraklarda öleceğiz ve aynı yere gömüleceğiz. Ama onun isteği üzerine Üç Tanrı dağında isimlerimiz olan bir mezar yaptırılmasını istiyorum. Maios’un vefatından sonra oğlunun tahta geçtiğini söylemiştin.   Ona bir mektup yaz ve bizim için orada bir mezar yaptırsın. İçi boş olsun ama biz yan yana isimlerimizle orada duralım. Mona senden son arzumuz bu. Yıllardır elinden geleni yaptın ve öteki dünyada seni bekleyip karşılayacağız. Sevgili dostum. Sağlık durumun torunlarının büyümesini görecek kadar iyi olsun ve herkesin unuttuğu tanrılar sana onlarında mutluluğunu görecek kadar şifa versin. Her zaman mutlu ol!” Mektubu okuduktan hemen sonra Qufang’a yola çıkmıştı. Hastaydı ve yaşlıydı ama oraya varacak kadar dirençliydi. Bir tarihin bitişine tanıklık edecek kadar cesurdu. Nasio evlenmiş ve çocukları olmuş orta yaşlarında bir adamdı artık. Mona’yı karşılayıp durumu öğrendikten hemen sonra onunla beraber Üç Tanrı dağına gidip Gerda ve Aiken ve onların üç kızı ile üçüncü tanrı sunağının oraya iki mezar yaptırdılar. Mona isimlerin yazılı olduğu taşlar dikildikten sonra gülümsemişti. “Onlar sadece iki insandı ve birbirlerini severdi. Hayatlarını birbirlerine adamış iki dost ya da aşık. Ama huzur içinde uyuyacak iki kişi.” Demişti. Gelen mektubu orada yaktıktan sonra geriye dönüp baktığında bir devrin başlayıp bitişini görmüştü. Her şeyi yazdığı kitabın tek kopyası Koen’e verilmişti. O mektupla beraber tekrar Mona’ya dönüp büyük Qufang kütüphanesinde bir tozlu rafa yerleştirilip mühürlenmişti. Unutulmaya mahkum bir masal olarak orada kaybolup gidecekti.  

…Son…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kayıp Masallar 1 (Beyaz Gelincik ve Kara Kurt Masalı)

Kayıp Masallar 3 (34. Bölüm)

Kayıp Masallar 3 (23. bölüm)