Kayıp Masallar 2 (Karga ve Tilki Masalı)
Kayıp Masallar
Karga ve Tilki Masalı
Bölüm Bir
7. Suikastçı Koen
Hisar
krallıkların hepsini birbirine bağlayan dokuz nehrin kesiştiği Fısıldayan
Ormanın ardında yükselen on kulesi ile göz kamaştıran ve Orta Deniz'e kıyıda
kalan eski alimlerin yetiştiği bir manastırdı. Yüz yıllar boyu orada
krallıkların düzenin bozulmaması için alimler, efsuncular ve şifacılar
yetiştirilmişti. Bilinenler buydu. Ancak bir de bilinmeyen yüzü vardı. Her on
kule bir dalı simgeliyordu. Alimler, efsuncular, şifacılar, yazıcılar,
kahinler, elçiler, zanaat ustaları, anlatıcılar namı diğer ozanlar, savaş
ustaları ve en önemlisi geleceğin krallıklarını dinleyecek istihbaratçılar...
Bu kulelerin hepsinin altında ise Hisar'ın yüzyıllarca asıl amacını sağlayan
dört kule daha vardı. Üç kule ise siyah, beyaz ve gri olarak ayrılırdı. Gerçek
dengeyi kuran kişiler bu kulelerde yetişir ve onları durdurmak için sadece tek
bir kule ve çok az öğrencisi olan suikastçılar yetiştiren Denge kulesi. Denge
kulesini kendisi seçemezdi öğrenciler. Üç kule için doğdukları andan itibaren
alınan çocuklar yetiştirilirdi. Denge Kulesi için ise ölmüş olanlar
kullanılırdı. Hayatta olmayan ve sadece bu yere hizmet edecek bağlanmış ruhlar
kullanılırdı. Birer insan gibi görünen ama kalpsiz ve emir köpeği gibi her
denileni yapan bu kişiler en kızgın ruhlardan seçilir ve yıllarca ehlileştirilip
tasmaları takılınca gönderilirdi.
Bu kulede ölümsüzlük olduğu söylense de aslında bedenleri zarar gören ruhlar
yer altına çekilip bin katta bin ateşle cezalandırıldığı yazılmıştı. Çağrılan
ve çağrıyı cevaplayan ruhlar bu cezayı kabul etmiş ve tanrılar tarafından
lanetlenmiş olarak bedenleri kor içinden çıkıyordu.
Bir
gece bir ruh çağrıldı ve belki de Hisar kahinleri o zaman panikle etrafta
koşturmaya başlamıştı. Ruh çağrıyı cevaplamamış ancak zorla çekilmişti yer
yüzüne. Uyandığında ise öyle bir çığlık atmıştı ki gözlerinden kan akmıştı. Bir
bebek olarak gelmiş olması herkesi şaşırtmıştı. Doğmadan ölen bir bebeğin
ruhunu çağırmış olmaları herkesi şaşırtmıştı. Ufacık yüzü vardı. Simsiyah
gözleri ile attığı çığlıktan sonra etrafa bakmaya başlamıştı. Yattığı yerde
birden ağlamaya başlamış ve Denge Kulesi bu imkansızlıktan dolayı bir panik
yaşamıştı. Çocuğu öldürmeleri gerektiğini bunun doğru olmadığını söylemişlerdi.
Ancak hiçbir suçu olmayan çocuğun bin ateşten bin acı ile geçmesini doğru
bulmamışlardı. Kulenin baş rahibi onu eğitebileceklerini savunmuştu. Bunu
başarmak için en çok çabalayan baş alim olmuş ve onu evlat edinip sadece bir
suikastçı olarak değil ileride Denge Kulesinin alimi olarak da yetiştirmeye
karar verdi. Zor bir süreçti ama onu diğerlerinden ayıran bir şey vardı. O
gerçek bir insan gibiydi. Kalbi atıyor, ağlıyor, gülüyor ve meraklıydı. İtaat
etmeye mecbur olsa bile bir insan gibi merakı onu Denge Kulesinin ötesine
taşıyacaktı. Kahinler onun geleceğini göremiyordu. Sadece Kızıl gözlü bir
Karga'nın kader çizgisinde onu görüyorlardı. Alimler ona öğretmek istiyordu.
Geceleri derslerin dışında gündüzleri arada ona okumayı yazmayı öğretiyor bir
insan olarak yetişiyordu.
Denge
Kulesinin baş rahibi onun adını Koen koydu. Eski dilde yetenekli erkek demekti.
Koen yirmi yıl boyunca adına ve hayatına alıştı. En büyük ustası babası odu.
Hisar'ın karanlığında aydınlık yaratma çabası içinde yaşarken bir lakap
kazandı. Tilki dediler ona. O bir Tilki kadar kurnaz ve baştan çıkarıcıydı.
Büyüdükçe yüzü hayranlık uyandırır simsiyah gözlerinin rengi yavaş yavaş bir
tilkinin gözleri gibi kahverengiye dönmüştü. Saçlarının sarılığı kumralla
karışmış dalga dalgaydı. Pek uzun değildi. Ama oldukça çevik ve hızlıydı. Girip
çıkmadığı delik yoktu. Birazda ondan dolayı Tilki diyorlardı ona. Her yere
girip çıkar hiç korkusu olmazdı. Ruh çağrısı geleneğinin her yıl dolunayda
yapıldığını bilir ve gidip gizlice izlerdi. Bir defasında az daha ruhlardan
birisinin bedeni oluşurken heyecandan çığlık atacaktı. Babası olan baş rahip
onunla gençleşmişti adeta. Onun şakalarına oyunlarına eşlik eder olmuş ve
Hisar'da bu dedikodular ile Denge Kulesi diğer baş alimlerce izlenir olmuştu.
Birkaç ufak çaplı görevde yer aldığında ilk nişanını almış ve on sekiz yaşında
ilk defa gerçek bir göreve gönderilip döndüğünde ensesine Suikastçı ambleminin
dövmesi yapılmıştı. Öldürmek sadece bedendeki ruhu dışarı salmaktı onun için.
Ve
o Üç Tanrı Dağındaki katliam olayı Hisar'a iletildiğinde konsey acilen
toplanmıştı. On dört kulenin baş alimleri toplanmış ve Baş Kâhin titreyen
elleri ile bir parşömeni açmıştı. "Karanlık çöküp yıldızlar titremeyi
bıraktığında üç tanrı dağında bir gürültü koptu. Kıyameti işaret eden ilk şey
ise bulutların siyaha boyanması oldu. Kızıl Gözlü on binlerce varlık vardı etrafta.
Bir karha uçtu geldi Tılsımlı Üç tanrının muhafızları arasına. Kanatları kola,
pençeleri ayağa dönüştü. Ve kızıl gözlerini açıp kapadığında yaşayan tek bir
canlı kalmamıştı." kâhin sadece bunu okumuş ve bir anda etraf derin bir
sessizliğe bürünmüştü.
"Ne
olacak şimdi?" demişti beyaz kulenin yönetiminde bulunulan alim. Gözler
suikastçı kulesinin yaşlı alimine çevrildiğinde kızıl gözlü karganın kader
çizgisini sonlandıracak tek yöntemin ölüm olduğunu biliyorlardı.
"İstihbarat lazım! Onun kim olduğunu bilmeden bir ruhu gönderemem."
demişti. İstihbarat toplanması zor değildi. Birbirinden yetenekli casuslar
yetiştirmişlerdi. Onlardan birkaçının gönderilmesi yeterli olacaktı.
"Hisar'ın
yönetiminden her zaman kopuk olan üç tanrı dağında kendi klanını kuran Karga
denilen lideri izlemek için giden hiçbir suikastçı geri dönmedi.
İstihbaratçıları koruyamadıkları gibi altı ruh kaybettik Koen." Evlatlık
oğlu ile konuşan yaşlı alim oturduğu yerden sandalyesinin gıcırtısı ile kalktı.
Karşısında sandalyede oturmuş gencin yanına doğru yürüdü. Ellerini omuzlarına
koydu. Arkasında dikilmeye başladı. "Bir senedir ona dair hiçbir şey
öğrenemedik. Sınır komşusu olan krallıklar zor durumda. Ve onu öldürmek için
senin gibi özel eğitimli birisini göndermek istiyorlar. Bu görevi başarıp
başaramayacağın konusunda hiçbir fikrim yok. Geleceğinde sadece Kızıl Gözlü
Karga ile yolunun kesişeceği görüldü. Bilinmezlik içinde olduğunu biliyorum
sevgili oğlum. Seni bu kadar tehlikeli bir göreve atamak istemiyorum."
Koen birden omzunda duran elin üstüne elini koydu. "Bunu yapmak istiyorum.
Sonuçta var oluş amacım dengeyi korumak. Bunu denemeyip kaçmak istemiyorum.
Heyete kabul ettiğimi söylemene gerek yok. Emri verdiğini söylemeni istiyorum.
Yeterince bana iyi davrandın ve kayırdın. Bundan rahatsız olduklarını
biliyorum. Bu yüzden bu durumu kendimi kanıtlamak için kullanıp bu kaosu
durduracağım." dedi.
Gün
doğmadan Hisar'dan tek başına bir atlı çıktı. Koen ilk defa Hisar’ın dışına
çıkıyordu. Surların ardında yer alan dokuz nehrin ikincisi boyunca ilerleyecek
ve Üç Tanrı dağının işaretli olduğu yere vardığında Karga Lider'i öldürecekti.
Plan basit suikastçı iyi eğitimliydi. Ancak Karga lider ortaya çıkmadan önce üç
dilek hakkı verilmişti ona. Ve o henüz iki dilek dilemişti. Üçüncü dileği ikisi
içinde bambaşka bir kader çizecekti.
Karga
lider gizemli ve bir o kadar onu takip edenlerin bile tanımadığı bir adamdı.
Birden ortaya çıkmış ve Üç Tanrı Dağında ona katılacak olanlar özgürlük ve para
vereceğini söylemişti. Efsunları vardı. Ona karga diyorlardı çünkü büyük bir
kargaya dönüşebilirdi. Gece olduğunda kanatlarını çıkarıp üç tanrının dağında
dolaşabilirdi. Karga'nın kim olduğu nereden geldiği ve ne istediği tam olarak
bilinmiyor ve hakkında tek bilinen Üç tanrının her birinden bir dilek hakkına
sahip olması. Onun dışında pek göreni de olmuyordu. Bir sene içinde korkunç bir
orduya sahip olmuş ve ona itaat etmeyen ovadaki herkesi kılıcından geçirip leşi
ile kargalarını beslemişti. Şeytani güçleri olduğunu sağ kalanlar anlatmıştı.
Karga'nın gerçek adı bilinmiyordu. Tanrıların ona neden üç dilek hakkın verdiği
bilinmiyordu. İki dileği bilinmiyordu. Sadece kızıl gözlerinin kilometrelerce
uzağı gördüğü biliniyordu. Koen ona verilen bilgilere bakarken gece tekrar
çökmüş ve bir kasabada bir handa oda kiralamıştı. At üstünde yolculuk yorucu ve
bir o kadar rahatsız edici gelmişti. Genç Tilki için bu av kolay gelmiyor ama
onu avlayacağı düşüncesi ve ona yaşamını veren babasının gurur ile bu olaydan
söz edeceği gerçeği ile gülümsüyordu. Elinde bir çizim vardı. Karga'nın
tahminen gören kişilerden yola çıkarak çizilmiş resmi idi. Kuzguni dağınık
saçları yüzüne düşüyordu. Keskin iki çift göz vardı ve sırtında bir kambur
vardı. Çirkince çizilmiş bu resme bakıp hancının getirdiği içkiyi almak için
masaya bıraktı.
"Bu Efendi başka bir şey ister mi?" diye sormuştu hancı. Bir kadın
isteyip istemediğini sorarken ellerini birbirine sürtmüştü. Koen başını yavaşça
sallayıp. "Bir şey istersem seslenirim. Hadi git!" deyip hancıyı
göndermişti. Uzun bir yolu vardı. Üç Tanrı Dağına kadar bir haftadan fazla yol.
İç çekip haritasını koyduğu heybeye resmi katlayıp yerleştirdi.
Bilmediği
şey Karga'nın onun için gönderilecek bir suikastçıdan haberinin olmasıydı. Onun
için gönderilen yedinci suikastçı olacaktı. İstihbaratı getiren kişilere baktı.
Yüzündeki maskenin ardında gülümsediği belli olmuyordu. Çelikten dövülmüş
maskenin iki çift göz yuvası ve incecik bir çizgi şeklinde ağız kısmı vardı.
Gerisi ise siyaha boyanmıştı. Gelecek olan avcısını nasıl öldüreceğini düşünüp
sırıtmıştı tekrardan.
Bölüm İki
Frange Krallığı Katilleri
Her
geçen gün büyüyen ordusu ve krallıkların sınırına dayanan savaş korku saçıyor
ve Hisar olayı halledeceğini söylemişti. Koen'i izlemek için efsuncular
seferber olmuştu. Hisar’ın büyük alimleri Koen'in kader çizgisini bozacağını
söylüyordu. İlk hafta dolmaya yakın onu Üç Tanrı Dağının hemen sınırında yer
alan Frange bölgesinde gördüler. Frange kralı oldukça kibirli bir adamdı. Diğer
sınırda bulunan kralı korkak buluyordu. Onun gibi ağlamak yerine sınıra
askerlerini yerleştirmiş ve Karga'yı öldürmesi için kiralık katiller tutmuştu.
Karga gibi basit bir tehdit ile baş edemeyen komşu krallıkla dalga geçen
ozanlar krallık surları ardında dolaşırken Koen içeri girmek için denetim
sırasındaydı. Ona Hisar tarafından verilen mühür her kapıyı açardı. Metal blok
üzerine basilmiş on kulenin sembolü olan oklu güneş işaretli blok elinde
denetim yapan muhafıza doğru tuttu. Muhafız önce ona baktı ardından bloğa
baktı. Son iki gündür kalacak han bulamamış ve bu süre içinde yolda bulduğu
sığındığı açık yerlerde uyumuştu. Şanslıydı ki bahar yeni yeni kendini
göstermiş ve hava artık kış kadar keskin bir soğuklukta değildi. Ona geçmesini
işaret eden muhafıza gülümseyip esnedi. Uyuması gerekiyordu. Hisar içinde
güvende uyumak ile dışarda uyumak arasındaki farkı anlamıştı. Hiç bu kadar uzak
ve uzun bir göreve gitmediği için alışık değildi. Birkaç gün içinde gidip
dönerken şimdi sıcak yatağı ve bol yemekten kilometrelerce uzakta ileride
yükselen Üç Tanrı Dağı'nın eteklerinde Frange krallığının surlarındaydı. Dağ
siste kaybolup gidiyordu.
Gece
çökerken sonunda şehirde ucuz bir han bulmuştu. Yemekleri soğuk, döşekleri
lekeliydi. Bir gece kalacaktı. Daha sonra daha gitmek için ufak bir malzeme
alışverişi yapıp yola koyulacaktı. Karga'nın kampını bulmak zor olmayacaktı. Üç
Tanrı dağına adım attığı anda onu bulacaklar ve götürecekleri muhtemelen. Onu
öldürmek için sinsice yaklaşamayacağının farkındaydı. Kimliğinin anlaşılmasına
izin vermeden yaklaşmak için düşünmeye başlamışken uykuya dalmıştı. Toprak ve
taş üstünde uyumanın ardından yatak oldukça konforlu gelmişti. Gün doğduğunda
onu uyandıran sokaktan gelen sesler oldu. Neler olduğunu anlamıyordu. Kalabalık
ve bağırtılar... Panjura yaklaşıp hızla açınca insanların akın akın meydana
doğru gittiğini görmüştü. Davullar vuruluyor ve kralın bir açıklama yapacağı
söyleniyordu. Kralı meydana indiren önemli olayı merak etmişti. Hemen kemerini
takıp giyindi. Atını almaya gittiğinde o korkunç gerçekle yüzleşmişti.
"Ne
demek kral atıma el koydu. Sıradan bir çiftçinin atına el koyacak kadar fakir
mi kralın?" diye askere bağırmıştı. Yalnız onun değil handaki ahıra bağlı
atların hepsine el konulmuştu. Koen dışında herkes bir verilen paraya razı
susarken o atı için bağırmaya devam ediyordu. Tartışma çıkmaya başlayacaktı
neredeyse. "Seferberlik ilan edildi be adam. Atın için ödeme yapılacak.
Yük arabaları için bu at bize lazım!" diye bağırmıştı askerlerden birisi.
Koen öne doğru adım attı. Atının yularlarına asıldı. "Babamdan bana kalan
atımı alamazsınız. Paranız sizin olsun. Ona ihtiyacım var." demişti. Adam
güldü. Başını iki yana salladı. "İstediğini söylemeye devam et başını
almak için yetkim var. Ya da al şu keseyi defol!" demişti. Koen birden
güldü. Ufak bir kahkaha sesi çıktı. Ahırın girişinde duran uzun fırçayı aldı.
"Beni öldürme yetkin var demek. Dene de gör seni piç!" demişti. O
soylu gibi büyütülmüştü. En önemli kulenin en önemli adamının evlatlık çocuğu
olarak bilinirdi. Kimse saygısızlık yapmaz, el kaldırmazdı. Diğerleri gibi acı
çekerek büyütülmemişti. Ona bir asil bir insan gibi davranmışlardı. Ona her
kapının açılacağı söylenmişti. Şimdi ise saygısız ve sıradan bir asker onu
ölümle tehdit ediyordu.
"Başla!"
demişti askere elinin birini arkasına alırken. Güç sadece irilik değildi. Güç,
çeviklik ve zekaydı. Asker kılıcını çekip ona doğru hızla adım attığında
boğazına inen sopanın yarattığı acı ve nefes kesilmesi ile geriye doğru
devrilmişti. Koen gülümseyip diğer kılıcını çeken askerlere baktı.
"Nereden geldiğimi ve neden geldiğimi bilmiyorsunuz galiba. Cehaletiniz
canınızı bağışlar. Atımı verin!" demişti. Askerler ona bakıyordu. Birisi
ıslık çaldı. Kılıcı ile öne doğru çıktı. "Sanırım yakında rahipler
cenazeni götürmemizi istediğinde kim olduğun ve nereden geldiğini
öğreneceksin!" demişti. Asker sayısı iki katına çıkmıştı. Koen yüzünü
buruşturdu. Sopayı dizinde kırıp iki parça haline getirmişti. Üstüne doğru
koşan adamları yere sermesi çok fazla yormamıştı onu. Etrafta kalabalık
artmıştı. İnsanlar hem şaşkın hem de gergindi. Koen oraya doğru gelen birliği
gördü ve elindeki sopaları bıraktı. "Salak herifler!" demişti. Atının
yularını tutup kendine doğru çekti. Atı meydana doğru sürerken muhafız
birliğini yarıp geçmişti. Meydana geldiğinde Kralın eli görevinde bulunan
kişinin yaptığı konuşmayı kaçırmıştı. Kalabalık içinde oluşan bir sırayı fark
etti. Atından inip yularını tutup sıraya doğru ilerlerken birisini çevirdi.
"Bu
sıra ne için?" demişti. Adam onu baştan aşağı süzdü.
"Kral Üç Tanrı Dağında Karga avı için kişilere ödül vereceğini söyledi. En
büyük ödül ise bir sandık dolusu gümüş ve altın." demişti. Koen sonunda
gizli kimliğini bulmuştu. Atın yularını adamın bulunduğu yerdeki direğe
bağladı. Oraya doğru ilerlemeye başladı. Sıraya girmişti. Onun iki katı ve iri
cüsseli adamlar arasında sırıtması normaldi. Sıra aktı isimler alınıp devam
ederken Koen'e sıra gelmişti. İsim yazan kişinin yanında kralın eli duruyordu.
Kemerindeki armadan anlaşılıyordu. Sol omzunu örten kırmızı pelerini vardı.
Koen ona baktı ve birden masaya elindeki blok mührü koydu. Kralın eli eğilip
mühre baktı ve gülümsedi. "Sizi buraya sürükleyen rüzgâr av için mi?"
dedi. Koen gülümsemişti. "Bir karga avı. Ekibin içine katılıp dağda yolumu
ayıracağım. Kralın atıma el koymaya kalktı. Birkaç askerini patakladım. Bunun
bedelini on kuleli hisar ödeyecektir." dedi. Kralın eli gülümsedi.
"Sizi gitmeden önce bir yemeğe davet etmek isterim..." Koen onun
ismini sorduğunu anlayınca bloğu alıp geri omzuna takacağı heybeye yerleştirdi.
"Yakında bir yer ise iyi olur!" dedi. Kralın eli gülümsedi. Samimi
bir adama benziyordu. Ancak Koen onun gibi yetiştirilenleri görmüştü. Gülüşleri
gerçekliğe çok yakın, buğulu gözler altında binlerce sır ve sinsilik dönüyordu.
Adam son birkaç kişinin bitmesi ile ilerideki lokantaya gelmesi üzerine emir
aldı. Ve Kralın eli önden Koen'i buyur etti. İleride meydana bakan lokantaya
girdiler. Oldukça şık ve pahalı olduğu belliydi.
İçerisi
tütsülenmiş et kokuyordu. "Hisar nasıl? Yirmi yıldır orayı
görmüyorum." dedi. Koen güldü. Oturmuş ve gelen garsona adamın sipariş
vermesini bekledi. "Bilmem. Ben yirmi senedir oradayım." dediğinde
adam biran anlayamadı. Ona baktı. Yirmi yıl kalacak kadar yaşlı durmuyordu.
"Beyaz mı Kara mı yoksa Gri misin?" demişti. Onu üç kuleden biri
sanmıştı. Çocukluktan eğitim alanlardan. Koen başını iki yana salladı.
"Hiçbiri. " demiş ve gelen içkiyi yana doğru itekleyip öne doğru
eğildi. "Görevimi tamamlayıp gitmem gerek. Ve bu durumda kralın ortalığı
karıştırmasına izin vermemen gerek. Sınır ordusunu karga başı kesilince
çekmesini sağla. Sessiz bitecek bu isyan!" demişti. Adam ondan yirmi yaş
küçük duran Koen'e ve emir veren konuşma tarzına bakıp başını salladı.
"Sanırım kralım pek beni dinlemeyecek. Üç Tanrı Dağı'nda yaşayan göçebeler
bizim için iyi ticaret ürünleri getiriyordu. Kaybı çok ve kızgın."
demişti. Koen her zaman bu karışık saray işlerinden kaçardı. Krallıklar ve
entrikaları. Kral elleri bunun için özel olarak eğitilirdi. Koen gözlerini
devirip yumruk yaptığı elini yanağına dayadı. Bir süre ondan iki krallığın
çekişmeli olduğunu ve yakında gri bir elçi gönderilmesi gerekeceğinden uzun uzun
söz etmesini dinledi. Ardından yemeği bitince onun Üç Tanrılı Dağ hakkında
konuşması ile birden ayıldı.
"Karga Lider'in o dağlarda bir anda belirdiği söyleniyor. Yüz yıllardır
orada uyuduğu ve tanrılar tarafından intikam için uyandırıldığı
söyleniyor." dediğinde Koen birden şaşkınlıkla ona baktı. "Nasıl?
Neden Hisar bunu bana bildirmedi?" demişti. Adam güldü. "Üç Tanrılı
Dağ gibi bazı yerler Hisar'ın ulaşamayacağı ilk çağın öncesinden hikayeler
barındırır. Zamanında tanrılardan birinin oğlu olduğunu düşünüyor insanlar.
Onun kıyameti getireceği ve bütün dünyaya hastalıklar yayacağını söylüyor. Dağa
çıkanları efsunlayıp kendi ordusuna katıyormuş. Sizden giden kaçıncı
kişisin?" demişti. Koen düşündü. Altı kişi gitmiş ve geri dönmemişti.
"Bu önemli değil. Onun yüzündeki siyah çelik maskeyi çıkardığında öyle
korkunç bir görüntüsü oluyormuş ki korkudan diz çöküp ağlıyormuş savaşçılar.
Kralım daha önce dağa kiralık katil yolladı. Ne yazıktı hiçbiri dönmedi. Bu
giden ödül avcıları ve senin de döneceğin meçhul." dedi. Koen ürpermişti. Karşısındaki
avın zorluğu onu ürpertse de babasını onurlandırmak istiyordu.
"Önemli değil. Bu tür durumlar için eğitildim ben. Gidip bu kaosu bastırıp
Hisar'ın huzuru koruduğunu göstermem gerek. Senin aksine insanları riske atan
kararlar almadan." dedi. Cebinden kesesini çıkarıp masaya iki gümüş para
koydu. "Yemeğe eşlik ettiğiniz için teşekkürler." demişti. Kalkıp
atına doğru gitmek için çıkarken içeri giren kâtip onu selamlayıp hemen Kralın
Eli'nin yanına geçti.
"Hangi Kule göndermiş?" dedi. Kralın Eli onu çözmemişti. Ne bir ölü
ruhun enerjisi vardı ne de bir insanın. Başını iki yana salladı.
"Çözemedim. Sadece o garip birisi. Sanki neden buraya geldiğini bilmiyor
gibi. Sadece dağa gitmek istiyor." dedi. Adam etrafa baktı ve gözlerini
kıstı. "Peki siz?" demişti. Kralın eli derin bir nefes aldı.
"Geri dönelim. Kralın beklemesi doğru olmaz." demişti. Kalkmışlardı.
Öğlen
vakti ödül avcılarına çıkış emri için dağ eteklerine açılan kuzey kapısı
aralanmıştı. Yirmiden fazla adam yüklü atlarla yola koyulmuştu. Gece çökene
kadar dağın eteklerine varacaklar ve orada kamp yapacaklardı. Kendi içinde
rekabetçi olan adamlar dağa yaklaştıkça adrenalinleri yükseliyor ve daha
saldırgan oluyorlardı. Koen onlarla gitmek zorunda olduğu için kendini kurtlar
arasında kalmış koyun gibi hissetmişti. Üç kişi aynı anda ona girişse ve
öldürse mücadele edemezdi. Bunları hesaplarken ilk kamp alanına varmışlardı.
Daha önceki kamp yapan askerlerden kalan ocak izleri, çadır kazıkları vardı.
Koen hemen atını bir ağacın gövdesine bağlayıp üstündeki yükü yere indirdi.
Oturdu ve ateş yakma çabasında olan adamları izlerken su içmek için matarasını
aradı. Yoktu. İçlerinden birisi muhtemelen çalmıştı matarayı. Bunun için
kavgaya tutuşamazdı. İleride akan suyun sesi duyuluyordu. Dağdan gelen nehrin
sesine doğru yavaş adımlarla yürümek için kalkmıştı. Nehre vardığında birkaç
kişinin orayı çoktan bulduğunu gördü. Mataralarına su dolduran adamları geçip
daha ileriden su içmek için eğildi. Su fazla berrak ve serin duruyordu. Biraz
içmek için elini uzatınca arkasında bir karartı hissetti. Ve ardından ensesinde
bir soğukluk hissedince arkasını dönmüştü.
"Düşmanım
mısın? Dostum mu?" karşısında dikilen karanlık gölge ona soruyordu. Koen
oldukça korkmuştu fakat soğuk kanlılığını korumaya çalıştı.
"Sen benim düşmanım mısın? Yoksa dostum musun?" demişti. Gölge başını
yana doğru eğip ona bakarken saklandığı yerden birkaç adım attı. "Bilmem
ki? Sadece beni öldürmek isteyenlerin düşmanı oluyorum. Sen beni öldürmek
istiyor musun?" kuzguni parlak saçları... Çelikten siyah demir maskenin
altında kırmızı gözleri parlıyordu. Uzundu ve iriydi. Karga lider ile
karşılaşmayı bu kadar erken beklemiyordu. "Beni öldürmek için buranın
ötesinde şansın yok. İnsanlar dağa varabileceğini sanıyor. Ama yanılıyor. Beni
öldürmek istiyor musun?" demişti. Koen belindeki hançere doğru uzanmıştı.
Gözlerini ondan ayırmıyordu. "Göçebeleri öldürdün. Sen bir katilsin ve ben
adaletle dengeyi sağlamak için buradayım. Ölmen gerektiğini düşünüyor
musun?" demişti. Karga lider ona bakıyordu. Gözlerini ondan bir saniye
bile ayırmıyordu. "Ölümüm için henüz erken. Daha yapmam gerekenler var.
Tutmam gereken sözlerim var. Ben sadece beni öldürmek isteyenleri öldürdüm.
Tıpkı senin gibi adalet ve denge için. Bu yanlışsa sen de beni öldüremezsin!"
dedi. Koen ona bakıp gülmüştü. Elini hançerinden çekmişti. Onun alık olduğunu
düşündü. Bir çocuk gibi konuşuyordu. "Bana zarar verirsen seni öldürmek
zorunda kalırım. Ama buradan geri dönüp gidersen canını yakmam." demişti
karga lider. Bir çocuk gibi konuşuyor olması çok komik gelmişti Koen'e. Olması
gerektiğinden daha uzundu. Ve kamburu yoktu. Yaklarına kadar dökülen pelerin
çok uzundu. Oraya doğru adım attı. "bir karganın daha zeki olması
gerekirdi. Sen gerçekten o olsan beni şimdi öldürürdün." dedi. Hançerini
çıkarıp kenarı doğru attı. Oraya doğru hızlı birkaç adım attı. Birkaç adım
kalmıştı aralarında. Uzanıp onun maskesine bir fiske vurdu. "Burada bana
oyun oynuyorsunuz demek. " demişti. Karga lider geriye doğru çekilmişti. Maskesine
vuran adama şaşkınlıkla bakıyordu. Koen ise korkusunu yenmiş ve onu korkutmaya
çabalayanın kim olduğunu merak ediyordu. "gerçekten kim olduğunu görmem
gerek. Karga lideri taklit edip insanları dağdan uzaklaştırmaya çabalayan
birkaç kişi olduğu duymuştum." dedi ve çevik bir hareket ile uzanıp
maskeyi çekti. Birden donup kalmıştı. Karşısında beklediğinin aksine hoş bir
yüz görmüştü. Tıraş edilmiş sakalları altında solgun bir yüz vardı. Kızıl
gözleri yanlara doğru çekikti. Dudakları sertçe birbirine kilitlenmişti. Koen
ona bakıp kaldı. Ardından bir kahkaha attı. "Karga lider çirkin bir
canavar olmalı. Ona biraz olsun benzemek için yüzüne çamur sürmeliydin. Kimsin
sen?" demişti. Karşısında tepkisiz durana dama bakıyordu. Adam elini
uzatıp maskesini istedi. "Ona benzemek için metal maske takmam yetmiyor
mu? " demişti. Koen başını iki yana sallayıp maskeyi geri ona uzattı.
"Sanmıyorum. Burada neden duruyorsun? İnsanları korkutup
kaçırıyorsun?" demişti. Adam uzatılan maskeyi aldı. "Karga lideri
kendim öldürmek istiyorum. Ve buraya gelen ahmakların hiçbiri onu öldürecek
kadar yetenekli değil. Ölmeden geri dönsünler diye uğraşıyorum." demişti.
Koen başını yavaşça salladı. "Öncelikle bunu başarmak için dağa herkesten
önce çıkmayı denemelisin. İkimizin de amacı aynı gibi." demişti. Adam
ondan gözlerini ayırmıyordu. Koen ise derin bir nefes aldı. "Seni öldürmem
gerek ama fazla aptalsın. Kesinlikle dağa çıkınca öleceksin. O yüzden maskeni
alıp geri git!" demişti. Karşısındaki adam onu baştan aşağı süzdü.
"Adını sorsam söyler misin?" demişti. Koen başını iki yana salladı.
"Söyleyemem. Senin casus olup olmadığından emin değilim. O yüzden şimdi
kaybol buradan seni öldürmem gerekecek." demişti. Adam ona doğru bir adım
attı. "Biraz olsun bana bakınca korkmadın mı?" demişti. Koen güldü. "Bir
çocuğa benziyorsun. Beni korkutmak için korkunç bir canavar olmalıydın. Yoluma
çıkma ve git." demişti. Adam ona bir adım daha attı. "Peki beni
birine benzettin mi?" demişti. Koen ortada bir gariplik olduğunun
farkındaydı. Birden ciddileşti. "Kime benzetmem gerek?" demişti. Adam
birden kızıl gözlerini normale çevirdi. Yeşil gözleri karanlıkta parlıyordu.
Sert çehresi birden yumuşamıştı. Koen tanıdık gelen simaya baktı.
"kime..." diye tekrar etti. Adam ona bakıp gülümsemişti. "Eski bir
arkadaşa?" demişti. Koen hayatı boyunca Hisar’dan ayrılmamıştı. Nasıl eski
bir arkadaşı olabilirdi. Etrafta garip bir enerji hissetmeye başlamıştı. Sanki
gördüğü şey gerçek değil gibi geliyordu. "Sadece bak ve düşün Koen. Ben
kimim? Ve neden Kızıl Karga’nın kader çizgisinde varsın?" demişti. Koen
adını bilen adama bakıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Elleri titriyor
şakakları terliyordu. Göğsünde bir yanma vardı. Sırtına binlerce ok saplanıyor
gibi hissediyordu. "Kimsin?" demişti. Sesi titrek dudakları ise
kupkuruydu.
"Eski bir arkadaş. Üçüncü dileğim seni tekrar görmek olacak. Bekliyor
olacağım seni karga avcısı!" demişti. Birden yüzüne sertçe çarpan rüzgarla
gözleri yanmış ve bedeni geriye doğru düşmüştü. Üstünde bir ağırlık
hissetmişti. Gözleri karanlığa bürünmüştü. Gözlerini açtığında gün doğmuş ve
üzerinde bir adam vardı. Kıpırtısız yatıyordu. Kan kokusu burnuna geldiğinde
adamı itekledi. Sırtı boydan boya yarılmış bacakları kopmuş adamı yere doğru
yuvarlayıp etrafa bakınca herkesin ölmüş olduğunu gördü. Başında korkunç bir
ağrı vardı. Elleri kan içinde üstünde yırtıklar vardı. Dün gece ne olmuştu
öyle? Atlara kadar her şey param parça olmuştu. Korku ile etrafa bakıp nehre
doğru gitmek istedi. Ama nehir yoktu. Çıplak dağ eteği dışında başka bir şey
yoktu. Etrafa bakıp kaldı. Neler olmuştu. Saldırıya uğramışlardı. O gördüğü
kişi Karga lider ise o gerçekten buraya gelip herkesi öldürmüş müydü? Üstündeki
kanlara baktı ve ardından etrafta bulduğu işine yarayacak her şeyi toplamaya
başladı.
O
gece ise Hisar'da kan dondurucu görüntüleri görmüşlerdi. Herkes bunun nasıl
mümkün olduğunu düşünüyordu. Gece birden oturduğu yerden kalkan Koen eline
aldığı kılıcı ile herkesi öldürmeye başlamış ve gözlerine çöken beyazlıkla onu
izleyenlere dönüp gülümsemişti. Ardından görüntü kaybolup gitmişti. Ona neler
olduğunu bilmiyorlardı ama sanki içinde uyuyan bir şey uyanıyordu. Denge
Kulesinin baş alimi olanları araştırmak için kişileri görevlendirmiş ve Koen'in
Karga'nın denetimine geçtiğini düşünmüşlerdi. Dağa adım attığı andan itibaren onu
izleyemeyeceklerdi. Onu durdurmak için artık çok geçti. Sadece artık Karga’nın
insanları nasıl kontrol edebileceğini anlamış olduklarını düşünüyorlardı. Ve
gün doğduğunda güneş tepeye yükseldiğinde Koen'i izleyen efsuncu artık görüş
alanın dışına çıktığını söylemişti.
Karga'nın
inine ise haber hemen gelmişti. "O yola çıktı efendim. Uyanıyor!"
demişlerdi. Karga onlara çıkmalarını söylemiş ve gülümsemişti. Maskesini
çıkardı. Dün gece onu ziyaret etmek için çok enerji sarf etmişti. Sıradan bir
suikastçı göndermemişlerdi. Gelen kişinin o olduğu gerçeği ile gözlerine çöken
yorgunlukla kendini yere bıraktı. Elini göğsüne koymuştu. İşler düşündüğünden
daha karışık bir hal almaya başlayacaktı. Bunu beklemiyordu. Üçüncü dileğini
kullanmak için üçüncü tanrının tapınağına gitmesi gerekiyordu.
Bölüm Üç
Karga'nın Dilekleri
Dağda
bahar ayının gelişi ile başlayan son fırtınalar Koen'in kaybolan haritası ile
yolunu bulmasını daha zor hale getiriyordu. Her yer terk edilmiş gibiydi. Uzun
süredir kimse yaşamıyor gibi sessizdi. İki gece geçirmişti dağda. Yiyeceği
tükenmek üzereydi ve artık nereye gittiğini göremeyecek kadar dikleşmişti
yollar. Girdiği mağaranın neresi olduğunu bilmiyordu. Sadece fırtınadan kaçmak
istiyordu. İçeri girdiğinde yanan mum ışığını fark etti. Girişin ilerisine
doğru gitmeye çekindi. Orada kimin olduğunu bilmiyordu. Karga'nın kendisini
beklemiyordu ama adamları olabilirdi. İçinden bir küfür sallayıp alt dudağını
parçalarcasına ısırdı. Rüzgâr o kadar sert esiyordu ki bir uğultu gibiydi.
Buradan ayrılamazdı. Orada her kim varsa mücadele edip bu gece burada kalmalıydı.
Sırtındaki heybeyi kenarı doğru çıkardı. Beline taktığı kılıcını usulca çekip
adım adım yürürken yere damlayan su sesleri geliyordu. Ufacık bir mırıltı
vardı. Birisi bir şarkı mırıldanıyordu adeta. Mağaranın daha içine yürüdükçe
mırıltılı şarkı tanıdık bir melodiye dönüştü. Mum ışıkları etrafta oluşan
gölgeleri daha da aydınlatır olmuştu. İçeri doğru girince ufacık bir su
birikintisi ve ortasında yükselen bir heykel gördü. Heykelin gözlerinden akan
yaşlardı bunlar. Etrafı mumla çevrilmişti iki sıra kadar. Şarkı mırıldanan kişi
ise büyük heykelin arkasında kalıyordu. Onu göremedi. Ama bir kişi olması içini
rahatlattı. Bir süre orada dikildi ve bir sesle ürperdi. "Karnın aç mı
Koen?" ses tanıdıktı. O gece gördüğü kişinin sesini unutmamıştı. Ve yine o
sesle konuşuyordu. Ama bu sefer onu tam olarak görebilecekti. Oraya doğru
birkaç adım attı. Heykelin ardındaki kişiyi görmek için yana doğru ilerliyordu.
"Sıcak çorbam var. İstersen biraz ekmek ve kurutulmuş et!" dedi. Son
bir gündür hiçbir şey yememişti. Yemeği kabul edecek kadar güvenli bir yerde
değildi. Kaşlarını çattı. Kılıcını heykelin ardından çıkan adama yöneltti.
Kolları yukarı doğru sıyrılmış, kaftan etekleri toplanıp kuşağına
sıkıştırılmıştı. Saçları geriye doğru bağlanmıştı. Elleri ıslaktı. Eşil gözleri
parlıyordu. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. "Bu kadar erken karşılaşacağımız
bilsem daha özenli karşına çıkmak isterdim." demişti. Sudan bir şeyler
temizliyordu. Siyah yapraklardı galiba. Elinde bir tanesi vardı. Yorgundu
gözleri.
"O
insanları öldürdün!" demişti. Adam başını iki yana salladı. "Hayır
yapmadım. Onları sen öldürdün!" demişti. Koen daha da sinirleniyordu.
Ancak hata yapmak istemiyordu. "onları öldürecek kadar güçlü mü
gözüküyorum ha?" demişti. Adam başını salladı. "Herkesin tahmin ettiğinden
hep daha güçlüydün. Herkesin düşündüğünden hep daha yetenekli ve akıllıydın.
Gerçi şimdi biraz aptal gibi duruyorsun." deyip kıkırdamıştı. Koen
rahatsız olmuştu onunla konuşmaktan. Fazlasıyla durgun gözleri yorgundu.
Dudakları kıpırdadıkça tanıdık gelen ses kulaklarında zonklamaya neden
oluyordu. Adam eğilip kenarı doğru süzülen siyah yaprağı yakaladı suyun
içinden. "Buraya gelmen aslında kaderimizle alakalı. Bundan üç asır önce
seni kaybettiğim yerde tekrar görmek beni hem hüzünlendirdi hem de sevindirdi.
" demişti. Koen artık gerilmeye başlamıştı. Kılıcı tutan elleri
terliyordu. "Beni tanıdığını söylemen çok komik. Hem de üç asır önceden.
Gerçekten delirmiş bir katilsin sen!" demişti. Gülmeye çabalamıştı ama
yapamıyordu. Adam ona doğru birkaç adım attı. Koen geriye doğru kaçmıştı.
"Seni tanıyorum. Sende beni tanıyorsun. O gün burada sıkıştığımızda son
defa bana dönüp dediklerinden sonra tekrar doğmak için tanrılara yalvardım. Ve
onlarda beni öldüğüm bedende dünyaya getirdi. Senin doğman için ilk dileğimi
dilediğimde seni bambaşka bir bedende dünyaya getirdiler ama hala gözlerin
aynı. Sesin aynı ve hala gülümserken dalga geçiyor gibi davranmaya
çabalıyorsun. Seni tanıyorum Koen. Senin adını koyanların aksine daha uzun
zamandır tanıyorum. Yüzün başkası ama hala aynısın." demişti. Koen ona
bakıp kalmıştı. Aklını kaçırmış bir adamla konuştuğunu düşündü. Birden güldü.
Sinirleri bozulmuştu. "Kim olduğumu nerden biliyorsun ki... "
"Beni öldürmeleri için gelen her suikastçının ruhuna baktım. Senin gelmeni
bekledim. Sırf bunun için üç asır bekledim." demişti adam. Ve birden
dizlerinin üzerine çöküp başını öne eğmişti. "Özür dilerim. Ölümün benim
suçum. Eğer bu yola girmiş olmasaydım sen yaşayacaktın." demişti. Koen
birden ona bakıp kaldı. Kılıcını ona doğru tuttu. Yüzünde dehşete kapılmış bir
ifade vardı. "Ne saçmaladığını anlamıyorum. Kendine gel be adam. Seni
öldürmeye geldiğimi biliyorsan kalk ve dövüş bu zırvalık bitsin." demişti.
Karga birden gülümseyerek başını kaldırdı. "Beni yenemezsin. Sana
öğrettikleri her şeyi biliyorum." demişti. Koen daha da rahatsız olmuş
halde gözlerini irileştirdi. "Gerçek bir deli olduğunu kanıtlıyorsun.
Karga lideri imiş. Kim bir karga olmayı seçer ki. Aptal herif seni. Kalk ve
dövüş." dedi. Karga lider heykeli gösterdi. "Koen! Bu adı ilk defa
sana vermediler. Üç tanrı tarafından yaratılan çocuklardan birisi idin. Seninle
onların huzurunda dövüşmek istemiyorum. Sadece ben şimdi üçüncü dileğimi
dileyeceğim. Sonra istersen çıkıp dövüşebiliriz." demişti. Koen birden
güldü. "Efsuncu bir kaçıkla bir mağarada kaldım. Gerçekten sen delisin.
Bir heykele dilek dilediğinde gerçek olmaz. Büyü yapmak için bir şeyler feda
etmen gerek. Karşılıksız sana ne verecekler ki?" demişti. Karga liderin
yüzüne birden bir ciddiyet ifadesi oturdu. "Karşılığını ödedim. Kendimi
öldürdüm. Kanımı onlara adım. Ruhumu adadım ve onlardan üç dilek istedim.
Birincisi hayata geri dönmekti. İkincisi seni tekrar hayata döndürmekti. Ve
şimdi üçüncü dileğime sıra geldi." Koen ona bakıp kalmıştı. Onu aşağılar
gibi güldü. "Seni yalancı herif. Ben ruh çağırma ile doğdum." dedi.
Karga lider onu baştan aşağı süzdü. "Hangi ruh bebek olarak döner ki aptal
olan sensin. Ruh çağırma için her dolunayda yapılan ayini ben bozdum. Gelecek
olan ruhun yerini sana vermeleri için. Başka yol yoktu. Tanrılar senin günahkâr
ve yolundan sapmış yer altının bin kat altında bin zincire çarptırıldığını
söylediler. Ancak o güçlü alimler seni çağıracak kapı açardı. Tekrar doğmanın
bedeli geçmişi unutmak oldu." demişti. Tanrı heykelinin önüne doğru
yürüdü. "Şimdi geçmişi hatırlaman için bir dilek dileyeceğim. Ondan sonra
istediğini yapabilirsin. İster çek git. İstersen kal. Beni öldür. Benimle savaş
benimle kal. Ama önce hatırla." dedi. Tanrı heykelinin önündeki tütsü
çubukları mumda tutuşturduğu çıra ile yakmaya başladı. Koen birkaç adım geriye
gitti. "Hatırlamakmış. Babam senin hakkında insanları iyi kandıran birisi
olduğunu söyledi. "demişti. Karga lider birden güldü. "Yaşlı Ludvig
her zaman bana öyle derdi. Onun gibi yalanın ve kirli sırların ardında
kalmadığım için karga ben oldum." dedi. Koen babasının adını bilen adama
bakıp kaldı. Bir an sözleri boğazına takıldı. Elindeki kılıcı kınına doğru soktu.
"Kimsin sen?" demişti. Karga lider çırayı sallayıp ateşi söndürüp ona
doğru döndü. Ellerini arkasında birleştirdi. Ona doğru bir adım atıp elini
uzattı. "Senin ilk avındım. Senin son avın olmak için tekrar geldim bu
dünyaya. Ben karga oldum sen tilki ve ikimizin uyumsuzluğu bu dengeyi bozdu.
Benim kim olmamı istersin? Bir dost, bir aile, bir sırdaş bir aşık? Ne olmamı
istersen o oldum hep. Seninle kısada olsa mutlu oldum. Şimdi seni benden
çalanlardan geri almak için buradayım Koen. Lütfen bana elini ver ve üçüncü
dileği dilemem izin ver." demişti. Koen ona doğru birkaç adım daha gelen
adama korku ile bakmıştı. Gözleri irileşmiş ve tam karşısında duran adama bakıp
öylece kalmıştı. Elini tutan soğuk eli hissetmişti. "Hatırlamanı
istiyorum. Geçmişini, sana ve bana yapılanı ve o küçük güzel hayallerimizi.
Üçüncü Tanrıdan dileğim senin tekrar beni ve geçmişi hatırlaman." dedi.
Koen ona bakıp kalmıştı. Nefesi hızlanıyordu. Elini tutan eli silkeleyip itti.
"Delisin! Seni şimdi öldürmem gerek!" dedi ve kılıcını çektiği gibi
boğazına doğrulttu. Ona bakan yeşil gözler ve naif gülümseme ile öylece
kalmıştı. O gözlerin içinde yanan ateşi görebiliyordu. Başı dönüyor ve burnuna
hoş bir koku geliyordu. Baharın ilk yağmur damlaları toprağa çarparken iki
çocuğun gülüşme sesleri kulağında çınlıyordu. Gözleri kapandı ve bir çocuk sesi
hızla artmaya başlamıştı.
Bölüm Dört
Üç Asır Önce Dağlarda
"Koen!
Hadi daha hızlı ol. Yoksa kaçıracaksın." Çocukların koşuşturmasına
yetişmeye çabalıyordu. Arkadan hızla koşmaya çalışıyordu. Önde koşanlar o kadar
hızlıydı ki ayağı sürekli takılıp nasıl düşmediklerini anlamıyordu. Üç Tanrı
Dağı'nın geniş otlaklarında tepeye doğru koşuyorlardı. "Bekleyin!"
diye bağırdı. Herkesin ulaştığı tepeye ulaştığında nefes nefeseydi. Yavaş yavaş
giden göçü izliyordu. "Görüyor musun Koen? Bir gün bizde onlarla gideceğiz
ve geri döndüğümüzde bir sürü hikâye anlatacağız." demişti. Koen onunla
konuşan dağınık saçlı koşmaktan yanakları kızarmış yeşil gözleri ışıltı saçan
arkadaşına baktı. Gülümseyip başını salladı. "Ben iyileştiğimde bizde
gidelim Jeniske! Onlarla gitmek ve maceralar yaşamak istiyorum. Güçlü bir
koruyucu olacağım." demiş ve cılız kollarını göstermişti. Jeniske birden
gülmüştü. "Elbette ama önce daha fazla ıslanmadan seni eve götürelim."
demişti. Her yıl bahar gelmeye başladığında göçebe denilen koruyucular Üç tanrı
dağından iner ve ürünlerini satar, krallıklara gidip savaşıp para kazanırdı.
Koruyucular güçlü erkek ve kadınlardı. Her kabile kendi soyunun en güçlüsünü
gönderirdi. Jeniske güçlü ve atılgandı. Koen ile hemen kapı komşu olmaları
dışında bir de bu hayalleri ortaktı. Koen doğduğunda Jeniske henüz beş
yaşlarındaydı. Onunla sürekli ilgilendi. Koen'in annesi doğumda ölmüş ve babası
sürekli olarak çalışan bir koruyucu olduğu için Jeniske ve ailesi ile yaşıyordu
genellikle. Koen sevimli ama hasta bir çocuktu. Sürekli nefesi daralır, kalbi
düzgün çalışmazdı. Kamlar onun hastalığının kalbinde olduğunu söylemişti. Bazen
ataklar geçirir ve sürekli bakıma muhtaçtı. Jeniske ile asla kabilede yapılan antrenmanlara
katılamazdı. Onlar gibi dövüşemediği için evin köpeği ile oturup Jeniske'yi
izler ve onunla gurur duyardı. Jeniske büyüyor ve artık on beşine yaklaşmıştı.
Yakında o da koruyucu olacak ve Hisar'ın denetiminde olmayan savaşçılardan
birisi olarak krallıklarda para karşılığı savaşmak için dağdan inecek
gerektiğinde kabilesini koruyacaktı. Koen onun gibi olmak istiyordu. Ona her
zaman hayrandı.
Yağmur
hızını arttırdığında Koen yorulmuş ve Jeniske onu sırtına almıştı. Kabileden
ayrılan heyetin diğer kabile üyelerine katılmasını izlemek için bütün çocuklar
büyük geçittin oraya gitmişti. Hepsi yakında oradan geçenlerden olmaktan söz
ederken Koen çoktan Jeniske'nin sırtında uyumaya başlamıştı bile. İkisinin
dostluğu herkesin hoşuna giderdi. Koen beceriksizdi. Adının aksine sürekli
olarak sakardı. Huysuz bir çocuk değildi. Uyumluydu. Onu herkes severdi.
Sevimli yüzü sayesinde her kapıdan girip çıkardı. Jeniske ise akıllı ve sert
bir mizaca sahipti. İkisinin arasındaki uyumsuzluk aslında dengeyi sağlıyordu.
Koen çabuk sinirlenip çabuk affederdi. Jeniske ise kindardı. Unutmaz ve
intikamını geç alırdı. Jeniske'nin babası keçi çobanıydı. Annesi ise sıradan
bir kadındı. Koen'in babası ise çok nadir kabileye uğrayan Üç Tanrı Dağı
koruyucusu idi. Jeniske onun babasının hikayelerini severdi. Ailesinin istediği
gibi bir koruyucu olmak istiyordu. Büyük ablası ise çoktan evlilik yoluna
girmiş bir nakışçıydı.
"Koen'in
de seninle gelmesi imkânsız Jeniske!" demişti kabile sınırları içine
girdiklerinde elindeki sopayı sağa sola sallayan bir çocuk. Jeniske ona göz ucu
ile baktı. "Yanılıyorsun. Yakında iyileşip o da bizim gibi olabilir.
Sonuçta koruyucular sadece dövüşmüyor. " demişti. Çocuk güldü. "İyi
de Koen'in bir yeteneği yok ki. O ne hayvan güdebilir ne efsun yapabilir ne de
kılıç sallayabilir. Şuna bak hemencecik yoruluyor. Sen gittiğinde onun için her
şey daha zor olacağından korkmuyor musun?" demişti. Jeniske bu gerçeği
biliyordu. Babası gibi değildi Koen. Hasta ve çelimsiz yeteneksiz bir çocuktu.
Keçi çobanı bile olamazdı. O gittiğinde onunla kim ilgilenecekti bilinemezdi.
Ama bir şekilde başaracağına inanmak istiyordu. "Zeki birisi. Hem tanrılar
her birimizi bir amaç için getirmedi mi dünyaya. Ona ismini veren annesi onun
yaşamı için yaşamından vaz geçti. Sen anlamazsın mankafa bu işlerden git keçi
boku say sen!" dediğinde herkes gülmüştü. Çocuğun haklılığını bilselerdi
gülmüşlerdi. Koen'i hepsi severdi. Jeniske gittiğinde ona bakarlardı. Ama bir
yere kadar. Kabilede herkesin bir görevi olurdu. Niteliksiz olanlar aşağı
obadaki insanlar gibi beceriksiz görülüp dağdan kovulurdu. Koen'i dağdan kovma
ihtimalleri vardı. On beş sene içinde kendine uygun bir iş bulmaz ise onu
gönderme ihtimalleri vardı. Babası bile onu koruyamazdı o saatten sonra.
Jeniske kalan birkaç ayında onun için bir şeyler bulmak ve o işte ustalaşmasını
istiyordu. En azında buraya döndüğünde onu tekrar görmek istiyordu.
"Ayrıca
hiçbir kız onun gibi çelimsiz beceriksiz birisi ile evlenmek istemez."
demişti gençten güzel bir kız. Jeniske tam konuşacakken Koen ona doğru baktı.
"Ben Jeniske ile evleneceğim. Sizinle evlenmek isteyende kim?"
demişti. Kız güldü. Ona bakıp ellerini beline koymuştu. "Salak, erkekler
kadınlarla evlenir. Tanrılar bizi bu yüzden iki cinsiyette yarattı. Sen de
erkeksin. Benim cinsimde birisi ile evlenmek zorundasın." demişti. Koen
grubun en küçüğüydü. Yüzünü ekşitip Jeniske'nin yanağına yanağını dayamıştı.
"Kızlarla evlenmek istemiyorum ki ben!" demişti. İşte çocukça
söylenen bu zehirli kelimeler. Koen çoktan bir şeylerin farklı olduğunu
anlamaya başladığı zamanlara gelmeye yakın ortaya çıkmıştı. Jeniske onun bu
çocuksu sözüne gülmüştü. "Zorunda değilsin tabi ki..." demekle
kalmıştı.
Aylar
çabuk geçmiş ikinci defa bahar geldiğinde yeni konvoy yola çıkmaya
hazırlanıyordu. Bu sefer Jeniske o tepede izleyen çocuklarla değil on altı
yaşında genç bir koruyucu olarak konvoya katılacak kişiydi. Onun gibi gençlerde
vardı. Jeniske ve yeni katılan herkes çok heyecanlıydı. Ve ilk defa dağın
ötesinde bir dünya olduğunu görecekti. Koen onun hazırladığı bohçaya bakıyordu.
Son zamanlarda keçi kılından kumaş işleme konusunda Jeniske'nin ablasından bir
şeyler öğrenmeye çabalıyordu. Demir dövmek için kolları güçsüz kalbi hastaydı.
O yüzden nakış işlemeyi uygun bulmuşlardı. Derin bir iç çekti. "Bahar
bitince dönecek misin?" demişti. Jeniske gülümsemişti heyecanla.
"Elbette. Sana Frange'den güzel şeyler alıp döneceğim. Birkaç sene sonra
beraber gideceğiz oraya. Seninle bütün dünyayı dolaşacağız. Ama önce at alacak
kadar para biriktirmem lazım." demişti. Jeniske bunu deyince Koen ayağa
kalktı. "Birazdan herkes meydanda olacak. Göçebelere yetişmek için acele
etmelisin." demiş ve onun kılıcını alıp omzuna takmıştı. Jeniske annesi ve
babası ile vedalaşıp Koen'i kız kardeşine emanet edip göçe hazırlananlara
katılmak için meydana giderken Koen ise kalan çocuklarla göçü görmek için
tepeye gitmek için evden fırlamıştı. Birçok arkadaşı Jeniske ile göçebelerle
tepenin aşağısından geçip arda kalanlara el sallıyordu. Bahar yağmuru toprağa
düşmeye başlamış ve bereket için adaklar adanmaya başlandığında göçebeler
dağdan aşağı inen patikaya doğru kaybolup gitmişti. Koen her gün Jeniske'nin
geleceği günü sayıp onun hikayelerini duymak istiyordu. Bahar bitip yaz gelmeye
başladığında Göçebelerin dönmesine az kalmıştı. Yeni ekinleri ve ürünleri
biriktiren kabileler aralarında takas için pazarlar kurmuştu yazın. Koen abla
dediği Jeniske'nin ablası ile bu pazarlara gidiyor. Sevimli yüzü ile birçok
kişiyi tezgâha çekiyordu. Yakın zamanda evlenen ablası hamileydi ve yaz sonuna
doğru karnı daha da şişmişti. Koen artık tek başına gitmeliydi. Ona verilen
eşeğe yükü yükleyip büyük buluşma yeri ve pazarı olan yere günü birlik gidip
geliyordu. Babası bu sene kışın dönecekti. Kıdemli olanlar uzun görevlere
giderdi. Bu senelerde sürebilirdi. Ama Jeniske gibi acemiler kış gelmeden döner
ve hasılatının bir kısmını kabileye verip gerisini ailesine sunardı. Hediyeler
getirirlerdi. Kış kendini gösterip toprak soğumaya başladığında Koen son defa
pazara gitmek için eşyaları toplamıştı. Göçebelerin gidişi belli ama dönüşleri
asla kesin olmazdı. Sadece herkes yakında dönecek diyordu. Koen evden çıkmadan
Jeniske'nin annesinin eline tutuşturduğu yeni pişmiş ekmeği yemeye koyulmuştu.
On bir yaşında ve burada bir düzenin parçası olmayı sonunda başarmıştı. Herkes
onu artık daha ciddiye alıyordu. Boyu uzuyor ve dört sene sonra erkek olacaktı.
Eşeğinin yularından çekiştirip ekmeğini yerken kabileden ayrılmış ve pazar
yoluna düşmüştü. Son günlerde eşkıyalardan ve bazı kabilelerin hırsızlık yapmak
için eşkıya kılığına girdiği dedikodusu klanları rahatsız ediyordu. Koen'in bu
umurunda değildi. Bir topak keçi yünü dışında bir şey taşımıyordu bugün. Pazar
yerine giden aşınmış patikada ilerlerken bir ses duydu. Toprağı döven ses ile
ürpermişti. Ardından atlıları görmüştü. Ona doğru geliyorlar ve hız
kesmiyorlardı. Eşeğini alıp kenarı çekildi ve atlıların geçmesini beklerken
hepsi durmuştu. Ona ve eşeğine bakıyorlardı. Koen sarı saçları koyu gözlerine
dökülen cılız bir çocuktu. Bu eşkıyalar ile mücadele edemezdi. Elindeki yarısı
yenmiş ekmeği atından inip karşısına dikilen adama uzattı. "Birazda yünüm
var!" demişti. Adam onun yarısını yediği ekmeği elinin tersi ile vurup
düşürmüştü. "Seni alıp satmak daha mantıklı. Yünü ne yapayım? Kadın gibi
oturup işleyeyim mi?" demişti. Koen korku ile geriye doğru çekilmişti.
Adam eşeğe bakıp gülümsedi. "Eşeği alın. Bir de silkeleyin üstünde ne
varmış?" demişti. Birisi onun elinden yuları alırken diğeri onun üstünü
başını aramış ve bulduğu ufak deriden keseyi eşkıyaların liderine uzatmıştı.
"Bu, ne?" demiş ve ağırlığına bakmıştı. "İçinde taş bilye
var!" demişti Koen. Çocuklar arasında menşurdu bilye oyunu. Bu oyunu
oynamayı severdi. Pazar yerinde bazen oynayacak çocuklar bulduğu için yanına
almıştı. Adam keseyi açıp bilyeleri avucuna dökmüştü. Gülerken eksik dişleri
gözükmüştü. "Taş bilye mi?" demiş ve hepsini yere atmıştı. Ardından
yerdeki ekmeğe bir tekme savurmuştu. "Senin klanın kabilesi nerede?"
demişti. Koen ne diyeceğini bilemeden ona bakmıştı. Yağmacılardan herkes
korkardı. Koen yerdeki bilyelere ve toza bulanmış ekmeye baktı. "Geldiğin
yer neresi?" diye daha yüksek sesle bağırmıştı. Koen eliyle geldiği yönü
gösterdiğinde adamlar gülmüş ve eşeği peşlerine takıp yola koyulmuştu. Yağmacıları
direkt kabileye yönlendirmiş olduğu umurunda değildi. Bilyelerini toplamış ve
eşeği çaldırdığını nasıl söyleyeceğini düşünerek yola koyulmuştu. Geri
döndüğünde bir kargaşa fark etmiş ve onu soyan eşkıyaların meydanda esir
alındığını görmüştü. Eşkıyalar bahar vakti ayrılan koruyuculardan fırsat bulup
yağma yapardı. Ne var ki Klanın koruyucularının geri dönüş yaptığı zamanı
bulmuşlardı. Hepsi esir alınmış atlarına ve mallarına el konulmuştu. Çalmanın
bedeli ölümdü. Eşkıyalar öldürülecekti. Klan lideri bu kararı meydanda
açıklarken Koen kalabalık içine girmeden evin yolunu tutmak için eşeğini almak
istedi. Köşede yığılı olan eşyalara ve atlarla eşeğin bağlı olduğu yere
yöneldi. "Eşeğimi istiyorum." demişti dikilen kıdemli koruyucuya. Adam
ona bakmıştı. "Eşeğini mi çalmışlardı?" dedi. Koen başını salladı.
"Buraya gelmeden önce onu çaldılar benden. Sonra da buraya geldiler."
demişti. Klanların bir kuralı vardı asla yabancılara kabile yolunu gösterme.
Koen bu yasağı deldiğini bilmeden masumca eşeğini istediğinde Koruyucu ona
şaşkınlıkla baktı. "Sen onlara yolu mu gösterdin?" demişti. Koen
elini saçlarına daldırdı. Yükselen ses herkes dönmüştü. "Aslında sadece
işaret ettim. Onlara yolu göstermedim..." demişti. Adam sinirle
konuşacakken tanıdık bir ses duyuldu. "Kıdemli kardeşim eminim yanlış
anlaşılıyor. Bu eşek aileme ait. Bu kişide benim ailemin koruması altında.
Babası kıdemli bir koruyucudur." demişti. Koen tanıdık sesi duyunca dönmüş
ve Jeniske'yi görmüştü. Şaşkınlıkla kalmış ve ona doğru gelen özlediği
arkadaşına doğru koşup sarılmıştı. Koruyucu kaşları çatık bakıyordu.
"Eminim öyledir. Yine de bu eşkıyaları sorgulayıp gerçeği duyalım. Klan
kurallarına uymayanlar cezalandırılır." demişti. Jeniske gülümsedi. Eline
uzatılan yuları alıp kalabalıktan Koen'in elini tutup yürümeye başladı. Koen
ona şaşkınlıkla bakıyordu. Eve vardıklarında Jeniske'yi gören anne şaşkınlıkla
oğluna sarıldı. Ardından Koen'e baktı. Eşkıya mevzusunu biliyor ama onun
eşyasını çaldıklarını bilmiyordu. Jeniske eşeğin yularını annesine uzatıp sırtındaki
heybeyi verdi. "Koen ile birazdan döneriz anne!" demişti. Koen
elindeki bilyelerle ona bakıp kalmıştı. Jeniske yürümeye başlamıştı. Bahçeden
geri çıkıp tepeye doğru yürümeye başlamıştı. Tepeye vardıklarında bir kayanın
üstüne oturmuştu Jeniske. "Yolu sen mi gösterdin?" demişti. Koen bir
elinde bilyeler diğer eli ile karşıyı işaret eder şekilde durdu. "Sadece
bunu yaptım. Korktum çünkü onlar beni satacağını söyledi." demişti.
Jeniske birden gülümsedi. "Zaten önemli değil. Onları durdurduk. En fazla
sana biraz kızarlar." demişti. Koen heyecanla ona doğru birkaç adım attı.
"Frange krallığı nasıldı?" demiş ve onun yanına oturmuştu. Jeniske
gülümsedi. "Anlatacak çok hikayem var ama önce şuna bak!" dedi. Koen
onun uzattığı tahta kutuya bakıp kalmıştı. Heyecanla kutuyu almak için
bilyeleri yere bıraktı. Tahta kutuyu açınca mavi taşlardan yapılmış bir
bileklik vardı. Boncuklar ardı ardına dizilmişti. Koen'in gözleri ışıldamıştı.
Taşların üzerine ufak çiçek işlemeleri yapılmıştı. "Bunu seveceğini düşündüm."
demişti. Koen hızla bilekliği koluna taktı ve güneşe doğru tuttu. "Babamın
anlattığı denize benziyor bak!" demişti. Jeniske güldü. "Evet. Aynı
zamanda gökyüzüne!" demişti. Koen uzun uzun bilekliğine bakarken bir
sessizlik oluşmuştu. Jeniske onu özlemişti. Sessizce onu izliyordu. Koen ise
bilekliğin üstündeki taşları sayıyordu. "Tam tamına on üç tane!"
dedi. Jeniske başını salladı. "Tıpkı on üç ay gibi." demişti Koen.
Jeniske onun saçlarını okşamıştı. Eve geri döndüklerinde herkese hediyelerini
verip akşam yemeğinde anılarını anlatmaya, Frange krallığının nasıl bir yer
olduğunu orada muhafız birliğine savaş eğitimi verdiklerini ve şehirde koruyuculuk
yaptıklarından söz etmişti. Ufak kasabalarda çıkan olaylara gittiklerinden söz
ederken Koen masada en heyecanlı kişiydi. Akşam yatma vakti geldiğinde Koen
ondan hala şehri dinlemek istemişti. Yanına doğru sokulup anlatmasını istemiş
ama bugünün yorgunluğu ile Jeniske ilk hikayesini bitiremeden onun göğsünde
derin bir uykuya dalmıştı.
O
hafta gerçekten bir sorgulama olmuş ve Koen'e sadece kızılmıştı. Bir süre
kabileden ayrılmama cezası verilmişti. Jeniske ona kefil olup korumuştu. Sadece
çocuk olduğunu ve korktuğunu söylemişti. Ama dedikoduların ardı arkası
kesilmemiş Koen gibi korkak ve güçsüzlerin klanı riske attığı gerçeği kışın
başlamasına bir ay kalan hala ortada dönüyordu. O ayın başında Koen'in babası
dönüş yapmış ve bu dedikoduları duyup klan liderinden ciddi bir durumu
öğrenmişti. Koen klan için yeteri kadar güçlü değil ve Jeniske onu korumaya devam
ederse asla güçlü bir erkek olamayacaktı. Bunun yanı sıra eşkıyalarla yaşanılan
olayı anlatıp koruyucular olmasa klanın ciddi zarar göreceği konuşulmuştu. Onun
eğitilmesi için çaba sarf etmesini ve bir süre babalık yapmasını söylemişti
klan reisi. Uzun süredir Hisar'a yakın olan krallıkların birinde saray içinde
koruma olarak çalışıyordu ve iki senedir gelememişti kabileye. Oğlunu klan
reisine uğradıktan sonra görecekti. Fakat duydukları karşısında dehşete
düşmüştü. Onun gibi güçlü olmayan oğlu klanı riske attığı yetmiyor gibi bir
başka koruyucunun arkasına sığınmıştı. Jeniske'nin iyi bir çocuk olduğunu
biliyordu. Hep aklı başında güçlü birisiydi. Onun gibi olması için oğlunu
yönlendirmeliydi. Geri dönüp Jeniske'yi bir koruyucu olduğu için tebrik etmiş. Ona
ve ailesine Koen'e baktıkları için bir miktar gümüş vermişti. Hediyeleri teslim
edip oğlunu alıp senelerdir açılmayan evin kapısını açıp onu içeri aldıktan
sonra masada karşısına oturtup olanları sormak istemişti.
"Yazın sonunda eşkıyalar seni sıkıştırmış ve onlara kabilenin yolunu
göstermişsin doğru mu?" demişti. Koen başını sallayıp babasına baktı.
"Sadece elimle yol işaret ettim. Ben korktum." demişti. Babasın derin
bir iç çekti. "Ne diye korkuyorsun? Ya Koruyucular dönmemiş olup klanda
herkesi öldürselerdi? Onların hayatı senden daha değerli olursa asla bir
koruyucu olamayacaksın!" dedi. Koen bunu duyunca babasına baktı ve
gülümsedi. "Aslında bir koruyucu olmak istemiyorum. Ben keçi yünü dokuyup
deri dikmeyi öğrendim. Bu sayede klandan atılmam." demişti. Onurlu ve
kıdemli bir koruyucunun oğlundan duyulursa alay edilecek laflardı bunlar.
Babası gözüne kan oturmuş şekilde ona baktı. "Sen kimin oğlusun? Keçi
çobanın değil. Bir koruyucunun oğlusun. Benim yaptığım gibi klanını koruyup
ilerletmek için çabalayacaksın." demişti. Koen babasının sinirli olduğunu
anlamıştı. "Yünden yaptıklarımı satıp çok para kazandım." demişti.
Babası gözü dönmüş şekilde ona baktı. "Kafana bu fikirleri kim soktu
senin? Bir keçi çobanın oğlu bile koruyucu olurken senin gibi onurlu bir klan
üyesi yün dokuyan bir korkak olamaz. Yarından itibaren seni eğitime
alacağım." demişti. Koen babasını gördüğünde bunları konuşmayı
beklemiyordu. Babası ayağa kalktı. "Gidip yatağını çırp ve yemeği
hazırladığımda burada ol!" demişti. Koen uzun zamandır girmediği odasına
girmişti. Her yer toz içindeydi. Babasının dediğini yaparken camdan bir tıkırtı
duydu. Panjuru açınca Jeniske'nin yüzünü gördü ona sırıtıyordu. Koen camı yana
doğru çekti. "Babanın sinirli sesini duyunca kapıyı çalmadım. Neye kızdı bu
kadar?" demişti. Koen göz devirdi. "Benim yün işlememe. Artık
koruyucu olmam için çalışmam gerektiğini söyledi. Sanırım eşkıyalara yol
göstermem konusunda çok sinirli. " dedi. Jeniske güldü uzanıp ona elindeki
bir avuç yemişi verdi. "Sizinle çalışırım bende. Baban çok güçlü ve
yetenekli. Senin de kendini koruyacak kadar güçlü olmanı istiyor. Üzülme!"
demişti. Koen onun uzattığı yemişleri aldı. "Biliyorum. Sadece
deneyeceğim." demişti. Jeniske onun saçlarını karıştırmak için içeri
uzandı. Koen saçlarını darmadağın eden Jeniske'ye baktı. "Sen nereye
gidiyorsun?" deyip heybesini gösterdi. "Acemilerle beraber antrenmana.
Akşam döner ve size gelirim. Babanın hikâye saatini kaçırmak istemem."
demişti. Koen elinde arda kalan yemişleri ona uzattı. "Akşam yemeği içinde
gel!" dedi. Jeniske yemişlerden birkaç tane alıp çıktığı taştan aşağı
atlayıp el sallamıştı. Koen o gidince yatağının tozunu temizlemeye devam etti.
Akşam Jeniske döndüğünde babasının anlattığı krallığı ve denizi dinlediler.
Orada var olan efsuncuları ve güçlü zengin insanları. Jeniske onun gibi olmak
istiyordu. Uzun maceralardan dönen ve bunu anlatan kişi olmak istiyordu. Koen
ise hala bunda kararsızdı.
Koen
için kış mutlu geçmiyordu. Babası sürekli olarak onu azarlıyor ve kılıç
kullanıp gerçek bir korucu olması için sabahın ilk ışığından gecenin son
ışığına kadar çalıştırıyordu. Bu yetmezmiş gibi klan lideri babasını bir bekar
kadınla evlendirmişti. Evin kadınsız olmayacağını söyleyip onunla evlenmesi
için bir ailenin büyük kızını istemişlerdi. Koen'e annelik yapmasını ve eşine
kadınlık yapması içindi. Koen için kışı kötü yapan tek şey bunlar değildi. Kış
ortasında zatürreye yakalanmış ve ciddi şekilde hastaydı. Öksürürken kalbine
giren ağrıdan geceleri uyuyamıyordu. Babasının başlarda ona inanmaması ise
hastalığı daha kötü hale getirmişti. Üvey annesi Koen'in durumunun ciddiyetini
anlatmak istemişti. Bir şifacı kızı ve şifa öğrenen bir kadındı. Koen'in son
durumu ise karın diz boyunu geçtiği bir öğlen tepenin eteğinde babası ve diğer
korucular ile antrenman yaparken artık dayanamayıp baygınlık geçirmesi ile daha
kötü olmuştu. Günlerce yarı baygın yatakta kalmış ve kış sonuna doğru kendini
toplamaya başlamıştı. İyileşmeye başlaması babasının ona tekrar yükleneceği
anlamına geliyordu. Eşeğini alıp yazın pazarda yünden yapılma kıyafetleri
sattığı günleri istiyordu. Bilye yarıştırdığı ve Jeniske ile tepenin orada
oturup laflayıp oyun oynamayı istiyordu. Üvey annesi ona karşı asla gerçek
çocuğu gibi davranmıyordu. Ancak kötüde davranmıyordu. Daha çok ona bakmak
zorundaymış gibi hisseden bir kadındı. Yaşı geçmişti evlilik yaşını. Kısır
olduğu için evlendiği ilk kocası onu boşamıştı. Ve babası bunu duyduğunda
çoktan tanrılar önünde nikah kıyılmıştı. Bu yüzden kadından pek hazzetmiyordu.
Klan reisinin yakın akrabası olduğu için onu boşayamıyordu.
Evin
içi de dışı da Koen için huzursuz geçmişti kış boyu. Jeniske onu ziyarete
geldiğinde mutlu hissediyordu. Bu kış on iki yaşına basmış ve genç bir erkek
olmasına üç sene kalmıştı. Büyümek istemiyordu. Bunu sürekli Jeniske'ye
söyleyip yakınıyordu. Kış sonu bahara yakın ise Jeniske'nin hayatı sarsılmaya
başlamış ve babasının kayalardan düşüp ölmesi üzerine bütün ailenin yükü
omuzlarına binmişti. Baharın ilk yağmuru yağdığında koruyuculara katılamamıştı.
Keçilerle ilgilenmesi gerekiyordu. Dağın daha yüksek yerlerine sabahtan çıkıp
akşam keçi sürüsü ile dönüyordu. Baharın sonu yazın başlangıcına doğru Koen
ayağa kalkmış ve onunla gitmeye başlamıştı. Babası bu durumdan sürekli rahatsız
olduğunu söylese de Koen laf dinlemiyor ve Jeniske'nin peşine takılıp
gidiyordu.
Ve
bir akşam Koen'in evinden bir çığlık yükselmiş. Etraf gümbür güm bur sallanmaya
başlamıştı. Yer yerinden oynuyordu. Kırılan eşyaların sesi kadının çığlıklarına
karışıyordu. Komşular koştuğunda Jeniske kapıyı kırmış ve içeri girmişti.
Koen'in babası delirmiş gibi karısını bir kenarı fırlatmış oğlunun sırtına
kırdığı sandalyenin ayağıyla vuruyordu. Sinirden damarları çatlayacaktı adeta.
Jeniske güçlükle onu durdurmuş ve komşular çocukla kadını evden
uzaklaştırmıştı. O gece Koen babasının karşısına geçmiş ve bir koruyucu
olmayacağını, yün dokuyup Jeniske ile yaşayacağını söyleyip masada gerginliğin
içinde kavgayı başlatmıştı. Onun gibi olmak istemediğini, klanda kalmak için
yeteneği olduğunu söylemişti. Karısı ise ortalığı yatıştırma çabasındayken
kavga büyümüş ve Koen kendini odaya kilitlese de babasından kaçamamıştı. Yaz
başı yaşanan bu olaydan sonra Koen ve üvey annesi birkaç gün Jeniske'nin evinde
kalmıştı. Yaraları iyileşene kadar kalmaları gerekiyordu. O sırada Koen'in
babasının sinirleri yatışacaktı. Etrafta dolaşan dedikodular ise babasının
sinirini yatıştırmak yerine daha da artıyordu. Kadının başka klandan düşüp
kalktığı birisi olduğu söylentisi ve arada kabileden çıkıp patikada kaybolduğu
lafları ortalığı yakıp yıkarken Koen'in bir erkekle düşüp kalktığı söylenmeye
başlanmıştı. Bu kişinin Jeniske olmadı ise daha kötüydü. Ve bir akşam kapılarına
dayanan babanın eve girip kadını sokak ortasına sürükleyip tekme tokat dövemesin
ile bütün kabile olayı izlemek için sokağa çıkmıştı. Koen zavallı kadını
kurtarmak için girişen ilk kişi olduğunda yüzüne inen tokatla yeri öpmüştü.
Kavga orada büyürken Jeniske Koen'i korumak için ortaya atılmış ve iki koruyucu
birbirine kılıç çekmişti. Kıdemli koruyucu ve acemi koruyucu kılıçlarını
çekince iç ciddileşmişti.
"Oğlumu
ahlaksız yaptın. Seni keçi çobanın oğlu!" demişti Jeniske'ye karşı.
Jeniske saygı duyduğu bu adamı durdurma konusunda ısrarlıydı. "Sarhoşsun
kıdemli kardeş. Sarhoşsun sadece eve git ve dinlen. Sabah konuşmak için
gel!" demişti. Bir hanenin en büyük erkeği olarak orada dikiliyordu
Jeniske. Ama karşısında dedikodulardan gözü dönmüş ve gözleri içkinin etkisi
ile kan dolmuş sinirli bir adam vardı. Mantıklı düşünemezdi. Kılıcını sağa sola
savururken başak koruyucular gelmiş ve onu durdurmak için sonunda bayıltmak
zorunda kalmıştı. Onun döneminden olan koruyucular herkesi dağıtıp adamı kendi
evine götürürken diğerlerini Jeniske'nin evine götürmüştü. Onlara eşlik eden
koruyucu Jeniske'nin ustası idi. Koen'in babasının dönem arkadaşıydı aynı
zamanda. Şifacı çağrılmıştı. Kadının durumu kötüydü. Koen ise patlamış dudağı
ile öylece oturmuş şok içinde yere bakıyordu. Jeniske ile kıdemli koruyucu
konuşuyordu.
"Son zamanlarda iyi olmadığını biliyorum. O yetenekli bir koruyucu ve çok
şey istiyorlar ondan. Bu durumdan yoruldu. Sağlıklı bir yerde görev yapmadı.
Kabilede saçma salak dedikodular dönüyor. Bunları duymuşundur Jeniske. Sana ve
ailene sıçrasın istemiyoruz. Onlar daha fazla seninle kalamaz." demişti.
Koen bunu duyunca birden ayağa fırlamıştı. İkisine bakıp kapıya doğru
yürümüştü. Hiç olmadığı kadar hızlı koşuyordu. Jeniske onu yakalamak için
ardından çıkmıştı. Tepeye kadar koşmuş ve karanlıkta ayağı takılıp yere
düştüğünde Jeniske onu yakalayabilmişti. Koen'i kaldırmak için eğildiğinde
hıçkırık seslerini duymuştu. Onu hiç böyle ağlarken görmemişti. Korkmuş,
yıpranmış ve çaresizce ağlıyordu. Yapabileceği tek şey ona sarılmak olmuştu. Ve
onun korumak için daha fazlasını yapması gerektiğini düşünüyordu.
Bölüm Beş
Kahraman ve Kurtarıcı
"Her
şey yoluna girecek!" demişti Jeniske. Atın heybesine hızla bir şeyler
doldururken. Üçüncü bahardı. Koen artık on beş yaşında bir yetişkindi. Son iki
senedir babası yine göreve gitmiş ve bu bahar başında dönmüştü. Henüz bahar
yağmurlarının başlamadığı soğuk bir akşamda Jeniske kapının çalması ile
şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Elleri kan içinde gözleri dolu dolu halde
Koen'i görünce eve koşmuş ve Kıdemli koruyucunun cesedini bulmuştu. Kadın ise
mutfakta kanlar içinde yatıyordu. Neler olduğunu anlamıyordu. Masada bir mektup
vardı. Üstünde bilinmeyen bir damga. Mektubu aldı ve dışarı çıkıp atı
hazırlamaya başlamıştı. Gün doğmadan hemen dağdan inmeleri gerekiyordu. Aksi
taktirde Koen'i klan lideri ölüm cezasına çarptırırdı. Annesi panik halde
hazırlanan oğluna bakıp kaldı. Koen'i görünce elini ağzına bastı. "Neler
oluyor?" demişti. Jeniske annesinin bir şey bilmesini istemedi. Sessizce
atı avluda hazırlamaya devam ediyordu. Koen ise titreyen bir sesle konuştu.
"Beni Hisar'a gönderecekti. Ve bir daha asla dönmeme izin
vermeyecekti." demişti. Jeniske hisar adını duyunca birden irkildi. Hisar
asla Üç Dağdan çocuk istemezdi. Bu savaşa bile neden olabilirdi. Kaçmalarına
gerek yoktu aslında. "Hisar mı?" demişti. Göğsüne sıkıştırdığı
mektubu çıkardı. "Seni Hisar'a neden göndermek istesin baban. Onlar
yalancı ve hileciler. Büyü ile kralları kandıran insanları sömüren
kişiler." dedi. Koen ellerindeki kana bakıyordu. "Onlar tarafında
olmamın daha iyi olduğunu söyledi. Yakında Üç Tanrı Dağına geleceklermiş."
dediğinde Jeniske'nin gözleri irice açıldı. "Neden?" demişti. Koen
omuz silkti. "Kaçıp gidelim. Onlar gelmeden." demişti. Jeniske olayın
bir cinayetten daha fazlası olduğunu anladığında atın heybesini indirdi.
"Baban bir hain mi?" demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. Jeniske
kaşlarını çattı. O bir koruyucu idi. Klanını korumak sorumluluğu ile
büyütülmüştü. Annesine döndü. "Onu içeri sok. Güzelce temizle ve ışıkları
açık tut." demişti. Koen son günlerde uzamış ve bir erkek gibi gelişmeye
başlamıştı. Hızlı adımlarla Jeniske'nin yanına doğru gidip bileğini yakaladı.
"Gitme!" demişti. Jeniske ona doğru döndü. "Korkmana gerek yok.
Her şey yoluna girecek!" demişti.
Klan
lideri mektubu okuduğunda şaşkına dönmüştü. Kıdemli koruyucu Hisar'ın hükmünü
kabul etmek için kendini oğlunu onlara verecek ve onun hayatı karşılığında bu
Üç Tanrı Dağı’nın işgaline karışmayacaktı. Bu mektup sonunda Jeniske gözü
kararmış klan liderine bakıp diğer aile reislerine döndü. "Onu öldürmek
zorunda kaldım. Cezamın neyse kabul edeceğim. Fakat bu ihanetin cezası ölüm
olmalıydı. Yakında gelecek olan Hisar ordusunun klanları ve kabileleri ele
geçireceğini biliyorum." dedi. Klan lideri başını iki yana salladı.
"Onu bu çıkmaza süren ne oldu acaba? Çok fazla Hisar'a yakın çalıştı.
Cesedini alacağız ve hemen yarın koruyucuları toplayın. Ve sen Jeniske..."
demişti. Ayağa kalkmıştı. Elini Jeniske'nin omzuna koydu. "Koen'e ondan
daha çok babalık yaptın. Onu korudun kolladın. Bu yüzden seninle biraz
konuşalım." demişti. Diğer aile reisleri çıktığında Jeniske ile baş başa
kalmışlardı.
"Onu gerçekte de sen mi öldürdün?" diye sormuştu Klan lideri. Jeniske
başını sallamış ve kararlı bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
"Koen'i görmek için evlerine gittim. Bir şeylerin ters olduğunu seziyordum.
Kapıyı açtıklarında ortalık gergindi. Koen'in üvey annesi ortada yoktu ve
mutfakta sadece bir mum yanıyordu. Masada duran mektubu gördüm. Okuyamıyordum
ama sonra Kıdemli kardeşle konuşmaya başladım. Bana Koen'i buradan götüreceğini
söyledi. Bana evden gitmemi söyledi. Koen'in gitmek istemediğini anlamıştım.
Ona nereye gideceklerini sorduğumda Koen söyledi Hisar'ı ve o anda Üç Tanrı Dağı'nın
Hisar’dan bağımsız olduğunu bunu yapmasının yanlış olduğunu söyledim. Ve kavga
etmeye başladık. Masada duran bıçağı alıp üstüme geldiğinde birkaç defa
sapladım. Sonra yere yığıldı. Koen'i alıp eve bıraktım. Mektubu aldım. Üvey
annesi ve babası öldü. Ve babası bir hain olarak anılacak muhtemelen. Ama bu
olanlarla Koen'in hiçbir alakası yok Klan Liderim. "demişti. Yaşlı adam
sakalını sıvazladı. Yorgunca gözlerini kapattı. "Babanı severdim. Bir
koruyucu değildi ama dürüst ve çalışkandı. Tıpkı onun gibi oldun. Üç senedir
ailene bakıyorsun tek başına. Herkes sana büyük saygı duyuyor. Suçu üstüne
almanı anlıyorum. Koen gibi bir gence acımazlar ve bende onun dağdan
kovulmasından başka bir şey yapamam. O yüzden bu cinayeti sen işlemiş
olacaksın. Bir süre Kabileden uzaklaşman gerekecek. Kısa süreliğine bir sürgün
olacak. Birkaç sene. Bu cezada tek başına olacaksın. Ve Hisar'ın buraya
geleceği haberini verdiğin için ölüm cezan hafifleyecek." demişti. Jeniske
karalı şekilde ona bakıp başını salladı. "Koen'i size emanet etmek
istiyorum o zaman. O hala kendini savunacak kadar güçlü değil. Lütfen onu
koruyun." dedi. Klan lideri başını sallayıp ayakta dikilen gence baktı.
"İnsaflı bir gençsin. Onu büyüttün ve yetiştirdin. Dedikleri doğru
mu?" demişti. Jeniske onun neyden söz ettiğini biliyordu. İkisi hakkında
çıkan dedikoduları o da duymuştu. "O benim için ailemin bir parçası. Ve
hala çocuk." demişti. Klan lideri usulca başını salladı. "Dağda
nerede olduğunu haber vermek için senede bir defa gelebilirsin." demişti.
Jeniske o gece geri eve döndüğünde heybesini hazırlamış ve usulca Koen uyurken
Kabilenin topraklarını terk etmişti. Gün doğduğunda en büyük şoku Koen yaşamış
ve cinayeti işlediğini söylediğini düşünüp ona zarar verdikleri fikri ile klan
liderinin kapısını çalmıştı. Klan lideri ona yalan söylemişti. "Jeniske
bir görev için ayrıldı evladım." demişti. Koen buna inanmamıştı ama başka bir
şey düşünmek istemiyordu.
Bahar
geldiğinde bağımsız nadir krallıklardan birisi olan Frange Hisar'a teslim olmak
zorunda kalmış savaşın şiddeti dağdan bile görülmüştü. Frange insanları üç
tanrı dağına sığınmıştı. Büyük topları dağa çıkarmak zordu. Mancınıkları. Bu
yüzden Hisar bir süre boyunca Frange'yi kuşatma altında tutup yazın gelmesini
bekledi. Tanrılar onları koruyordu adeta. Yaz kısacık sürdü ve uzun bir kış
başlamıştı. Hisar kuşatmayı geciktirmek zorunda kalmıştı. Ve kış Kabilelerin
bir araya gelip hep beraber dağı koruması için bir koruyucu ordusu kurmasını
sağlamıştı. Baharın ilk yağmurları yağmaya başladığında dağın tüm kabileleri
bir araya gelmiş ve büyük bir ordu kurmuştu. Kadını, erkeği, çocuğu yaşlısı
hepsi bu orduya katılmak için canla başla çabalamıştı. Koen orduya dahil
olmuştu. Klan lideri onun okçu olabileceğini söylemiş ve hedefi kaçırmaması
için kış boyu çalışmıştı diğer okçularla. Bu sırada Jeniske'nin akıbeti
bilinmiyordu. Klan lideri onu diğer kabile liderlerine sormuş ama kimse
görmemişti. Dağdan indiğini düşündü. Belki de savaştan uzağa gitmek istemişti.
Klan lideri onu sormaya devam etmişti. Kabile sınırları dağın girişine çok
yakındı. Bu yüzden en büyük ordu burada toplanmış ve son çıkış denilen patika
üzerine dev hendekler kurulup tarihin unutmayacağı en uzun savaş son yağmur
düşüp uzun yaz başlayacağı sene patlak vermişti. Hisar'ın ordusu tahmin
edilenden daha büyüktü. Otuzdan fazla krallığı hükmü altına almış ve barış
birliği dediği ordusunda üç yüz bin adam vardı. On bin kadar dağ yerlisinin
hakkından gelmelerini zorlaştıran ise topları yukarı çekememiş olmaları ve
dağlıların stratejik konumuydu. Savaş yavaş ama kanlı sürmüştü. Kış gelmiş ve
hisar gerilemişti. Ve tekrar bahar geldiğinde ani bir gece baskını ile Koen'in
kabilesini yerle bir edip dağ koruyucularının yarısına yakını öldürülmüş ya da
yakalanmıştı. İnsanlar akın akın geriye doğru çekilirken ikinci savunma hattı
ikinci tanrının yükseldiği yerde başlamıştı. Burada çok uzun süre
direnebildiler. İki sene boyunca bu hattı korudular. Büyük uçurum Hisar'ın
ordusuna geçit vermemiş ve o süre içinde sivillerin çoğu daha gerilere birinci
tanrının yükseldiği yere gönderilip daha fazla savaşçı eğitilmişti. Ve artık
Koen on sekiz yaşında okçu birliğinin başında serpilmiş bir delikanlıydı. Savaş
yaraları vardı. Gözleri keskinleşmiş dili kesilmişti. Sessizdi. Okçular önde
savaşmazdı. Her saniye kurulan sınırı korurdu. İşinin hakkını veriyor ve klan
liderini onurlandırıyordu.
Ve
üçüncü seneye girdiklerinde bir bahar sabahı öten borular herkesi panikletmiş
Koen sınıra doğru ilk koşan olmuştu. Hisar ordusu demirden dövülmüş dev
köprüleri getiriyordu. Binlerce büyücü bütün efsunu ile bu tonlarca ağırlıkta
üç köprüyü uçuruma koymak için adım adım ilerliyordu. Sınırda şu an iki bin
adam vardı. Karşılarında ise yüz bin kişilik bir ordu. Koruyucular kılıçlarını
çekmiş atların gözleri bağlanmıştı. Koen kurulan okçu kulelerine tırmananlara
katılmıştı. Savaşın üçüncü senesiydi ve hala ikinci tanrının yükseldiği yerden
ileriye gidememişti Hisar. Bu utançtı. Onlar için Üç tanrı dağı yönetim altına
alınacak en önemli yerdi. Kuzey doğu sınırları olacaktı. Öğlen güne tepeye
ulaşana kadar sınırda çekişmeli bir savaş sürmüş ve ateşe verilen tahtadan
surlarla okçu kuleleri sonucu çekil emri verilmişti Koruyuculara.
"İleri!" emri duyulduğunda demirden köprüde Hisar ordusunun
askerlerinin ayak sesleri yeri sallayacak kadar güçlü gelmeye başlamış ve
savunma hattı dışında herkes geriye doğru kaçmaya başlamıştı. Savunma hattı
ölüm hattı gibiydi. Orada kalanlar diğerleri için canını feda etmeye
çekinmezdi. Koen arkada kalanlar arasındaydı. Kılıfında son oku kalana kadar
kulesini terk etmeyecekti. Hayata onu bağlayan bu savaştı. Jeniske'nin geri
döneceğini düşünmüyordu bir daha. Onun olmayışı ve kaybolan hayatı için bu
savaş hayatta kalmamanın ne demek olduğunu hatırlatıyordu. Son oku bitip
askerler yavaş yavaş içeri doğru girmeye başladığında kuleden aşağı doğru indi.
Yayını sırtına taktı. Bacaklarındaki iki hançeri çekti aldı. Artık bir erkek
gibi güçlü ve atılgandı. Kasları yoktu öyle çok. İnce jilet keskinliğinde bıçakları
ve çevikliği sayesinde hızlı hareket edip düşmanını öldürürdü. Uzak mesafeden
düşmanını tam iki kaşının arasından okla vurabilirdi. Kendini sadece savaşmaya
adamıştı.
Hisar
askerleri üstlerine doğru koşar iken geriye doğru birkaç adım attı. Üçü taştan
yapılmış okçu kulesi ayaktaydı hala. Elini yumruk yapıp havaya kaldırdı ve
indirdiğinde toprak yarıldı ve birden yukarı doğru kalkan gerilmiş
mancınıklardan mızraklar fırlamaya başlamıştı. Savunma için kalanlar son gücüne
kadar onlara geçit vermeyecekti. Koen mızrakların köprüyü geçmiş olanları
devirişini izlerken boğaların sesi duyuldu. Başlarına devasa demir başlıklar
geçirilmiş kızgın dağ boğaları. Normal boğanın dört katı kadar olan boğaların
başlıklarında mızraklar vardı. Omuzlarından aşağı jilet gibi keskin bıçaklar
takılmış zırhlar vardı. Koruyucular son üç senedir oldukça zorluyordu Hisar
askerlerini beş boğa askerlere doğru koşarken onları süren koruyucuların amacı
köprüleri düşürmekti. Tekrar o köprüyü efsuncular yükseltene kadar üçüncü
savunma hattına varmış olacaklardı. Hisar askerlerinin içinde efsuncular vardı
ve savaş koruyucular için daha da zor olmaya başlayacaktı. Bir efsuncu fırlamıştı
ileri doğru cübbesini sıyırıp attığında kolundaki kabartılar alev alev
yanıyordu adeta. Ellerini birbirine vurdu ve parmaklarını birbirine
kenetlediğinde rüzgâr durdu. Ardından sert esintiye alevler karışmaya
başlamıştı. Koen alevleri büyücünün yaratığını fark etmişti. Onu durdurmak için
ok bulması yeterli olacaktı. Saklandığı kaya ardından yanındaki koruyucudan onu
koruması için kalkanını aldı. Karşı tarafa doğru koşarken alevlerin sadece
koruyucuları değil Hisar'ın askerlerini de kavurduğunu görmüştü. Bulduğu oku
gerip efsuncuyu vurmak için konum almaya çabaladı. Alevler durulduğu anda
büyücünün nefesi tükenmişti. Tekrar derin bir nefes alacağı sırada birden
kalbine saplanan okla dizleri üstüne çökmüştü. Başındaki kapüşon kaydı. Genç
bir kadındı. Ve ardından büyük bir çığlık duyuldu. Başka bir efsuncu köprüyü
tutan vurulan kadını görüp bağırmıştı. Komutanı ona sakin olmasını söylerken
Koen bir açık yakalamıştı. Alevlerin içine doğru koşup birden vurduğu kadının
saçlarına asıldı. Hala kalbi atan kadının yüzünü köprüyü tutan büyücülere doğru
çevirdi. Yüzüne çirkince bir gülümseme oturmuştu. Hançerini çekip kadını birden
boğazını kesmişti. Bunu yaptığında bir köprü sallanmış e toprak titremişti.
Yanan boğalardan birisini sürücüsü son hız köprüye dürdü ve boynuzları ile
köprüye vurmaya başlamıştı. Koen'in yapmak istediğini anlamışlardı. Büyücüyü
delirtip dengeyi bozuyordu. Kadını cesedi yere düşünce üstüne basıp ileri doğru
birkaç adım attı. İlk hançeri de elindeydi. Büyücüye meydan okur gibi bakmıştı.
Öyle bir çığlık atmıştı ki adam toprak sallanmış ve ardından köprüden yeşil bir
ışık fırlamıştı ona doğru. Son adan eğildiğinde bedeni param parça olmaktan
kurtulmuştu. Arkasında hissettiği elle hemen doğrulup döndü ve bıçağını ona
doğru çevirdi. Kadının cesedini bir vahşi hayvan gibi koruyan efsuncunun
gözlerini yeşil bir alev sarmıştı. Hızlı hızlı soluyordu. Köprünün gümbürtüsü
ile koruyucular diğer köprüyü düşürmek için girişmişti savaşa. Köprüyü tutan
büyücüler neler olduğunu anlamıyordu ama rüzgâr esmeye başlamıştı. O kadar sert
esiyordu ki. Koen ve büyücünün etrafını saran iki aura vardı. Kızıla çalan ateş
ve yeşil ateşin aurası ile etrafı sıcak bir rüzgâr sarmıştı. Koen ve savunmada
kalacak olan bütün koruyucular birer efsun taşı almıştı. Bu güç bir defaya
mahsus onları çok güçlü yapar ve o kadar hızlı olurlardı ki kimse onların
hızına yetişemezdi. Ama bedeli çok ağırdı. Bedenleri bu gücü bir süre sonra
kontrol edemez ve ciğerleri kalbi sıkışıp ölürdü. Koen efsun taşını dişleri
arasına sıkıştırmış elinde iki bıçağı vardı. Vahşi bir hayvan gibi hırlıyordu.
Kan çok hızlı pompalanıyor ve kalbi o kadar hızlı atıyordu ki... Her şey
yavaşlamıştı. Bir o değil. Birçok koruyucu zamanı geldiğini anlamış ve taşları dilleri
arasına sıkıştırmıştı. Efsun sadece Hisar'a özgü değildi. Ve bu taşlar
tanrıların yükseldiği yerden çıkıyordu. Dilleri arasında kırılan taştan sızan
sıvı bütün bedenlerine efsunu yüklüyordu. Taşlar ezilirken vahşi birer hayvana
dönüyordu hepsi. Gözlerini kan bürüyor ve bedenleri normal bir insanın
bedeninden on kat daha güçlü oluyordu. Koen'in ellerindeki keskin hançerler karşısındaki
efsuncuyu bin bir parçaya ayırıp kanı onu tekrar yıkarken bağırmıştı. Sırtı
kamburlaşmış davarları çatlayacak gibi genişlemişti. Sadece o değil boğa
sürücüleri dışında hepsi değişmiş ve köprüden ileri doğru koşup efsuncuların
onlara binlerce bıçak saplamasına rağmen üstlerine doğru koşup boğazlarını
kesip uzuvlarını koparıyorlardı. Askerler etraflarını çevirip bedenlerini
mızraklara takıp savuruyor ama onlar geri dönüyordu. Kanları öldürdüklerinin
kanlarına karışırken kalpleri çatlayana kadar dövüşeceklerdi. İkinci köprünün
gümbürtüsü zaferle karışık acı çığlıklarının uğultusuyla kutlandı. Koen köprüye
doğru koşarken diğer tarafta bir tane bile düşman askeri bırakmamıştı. Oraya
doğru koşup birkaç adım attı ve var gücü ile köprünün ortasında sıçradığında
köprü ikiye bükülüp aşağı düşerken o Hisar cephesine doğru bir iniş
gerçekleştirmişti. Yavaş yavaş kalpleri çatlayan koruyucular düşerken Koen
etrafını saranların bir bıçak darbesini bile almadan kıyım yapıyordu. Köprünün
düşüşü üflenen boru ile geri hatta kalanlara haber verilmiş ve onlardan ikinci
savunma hattı koruyucuların cesedini almak için hızla dönerken o manzarayı
görmüşlerdi. Bir dakikadan fazla kimsenin kalbi bu kadar kötü enerjiyi kaldırmazken
yarım saati aşkındır orada savaşan Koen'i gösteren boğa sürücülerinin
gösterdiği yere baktılar. Kandan kızıla boyanmıştı gözleri sapsarı olmuş ve
elleri ile insanları param parça ederken askerlerin çoğu geri çekiliyor ve
kaçmak için bir izdiham başlamıştı. Sırtı kamburlaşmış geriye bağlı saçları
yüzüne dökülmüştü. Yaydığı aura o kadar kasvetli ve ölüm doluydu ki üçüncü
tanrının yükseldiği yerin klan lideri oraya bakıp elini göğsüne doğru götürdü.
"Onun ölmesi gerekirdi." demişti. Olmamıştı. Hala savaşıyordu
bedeninde yaralardan kan akıyor ama o savaşmaya devam ediyordu. Koen'in
sivrilmiş kulakları kambur sırtı ve hızını izliyorlardı. Üç yüzden fazla kişiyi
orada tek başına katlederken bir anda durmuştu. Kalbi o kadar çok çalışmıştı ki
durmuştu. Cesetlerin arasında ona yöneltilmiş kılıçlarla durup ağzından sızan
kan ile diğer tarafa doğru dönmüştü. Gözleri normaldi. Aurası ise artık
dağılmıştı. "Onu hatırlayacağız!" dedikleri sırada Koen yere doğru
çöktü ve birden zıpladığında bacaklarındaki kemiklerin kırıldığını duymuştu
herkes. Yer sarsılmış ve gök yüzüne doğru yükselip koruyucuların olduğu tarafa
doğru süzülürken bir karartı onu havada kapmıştı. O kadar hızlıydı ki karartı.
Koruyucular yerin ikinci defa sallanması ile oldukları yerde kalmıştı. Koen
hala nefes alıyordu. Bacakları kırılmış bedeni param parça olmuştu. Ama hala
nefes alıyordu. Ve onu bu tarafa geçerken düşmeden uçurumun ortasında yakalayan
kişi ise üçüncü tanrının yükseldiği yerde yaşayanların tanımadığı birisiydi.
Simsiyah kuzgunu saçları oldukça düzgün bir şekilde arkaya doğru toplanmıştı.
Simsiyah cübbesi salaş ve yerlere kadar uzanıyordu. Sırtında deri bir çanta
vardı. Yeşil gözleri parlıyordu. Belinde ise bir koruyucu kılıcı olması herkesi
şaşırtmıştı.
"Onu alın ve gidin!" derken kucağında tuttuğu Koen'i şaşkınlıkla
dikilen kişilere uzatmıştı. Koen'i alıp cesetlerin olduğu arabaya koyup
boğaları sürmeye başlarken bir gümbürtü kopmuştu. Uçurumdan yükselen taşlar
diğer tarafa doğru yağarken bu efsuncunun kim olduğunu merak ediyorlardı.
Jeniske ise artık dövüşmenin ötesinde bu dağın sırlarını bilen dördüncü kişi
olarak sonunda derin meditasyondan uyanıp gelmişti. Koen'in enerjisi onu
meditasyondan uyandırmıştı. Çılgına dönmüş o enerjiyi hissedince hemen yola
çıkmış ve onu gördüğünde savaşın dehşeti ile burun buruna gelmişti. Kayalar
onları biraz geciktirecek şekilde yolu kapatırken uçurum biraz daha
genişlemişti. Koen'i tekrar görmek için ikinci savunma noktasına gidenleri
yakalamak için yürümeye başlamıştı. Ellerinde kimin olduğunu bilmediği bir sürü
kişinin ve Koen'in kanı vardı. Yüzü durgundu. Belini saran kemerde siyah demir
bir maske asılıydı.
Kampa vardığında onu tanıyan eski arkadaşları şaşkınlık içindeydi. Jeniske
onları umursamadı bile. Direkt olarak sıhhiye çadırına yürüdü. Şifacı ve kamlar
oradaydı. Koen'in durumu ciddiydi. Jeniske içeri girdiğinde kendi klanın lideri
ve Koen'in üvey annesinin babası oradaydı. Şaşkınlıkla ona bakıp kalmışlardı.
"Ona dokunmayın!" demişti. Sesi soğuk ve sertti. Jeniske onların
açtığı boşluktan oraya doğru girdi. Çantasından birkaç parça deriye yazılmış
tılsım çıkardı. Belli aralıklar ile Koen’in anlından ayak uzuna kadar dizdi.
Ardından etrafta dikilenlere baktı. "Bedenini hala saran bir kara enerji
var. Size de bulaşır!" demişti. O taşlar gerçekte zehirliydi. Ve insanı
çıldırtabilirdi. Jeniske çantasından birkaç şişe çıkardı. Ardından otlar. Üç
Tanrı dağının doruklarından toplanmış bu bitkileri pek çok şifacı bilmezdi. Jeniske
bir tahta kâse içinde sıvıları karıştırdı ve atları içinde ezip Koen'in
dudaklarını aralayıp biraz içirdi. Çok değil saniyeler sonra Koen bağırarak
doğrulmuş ve kusmaya başlamıştı. Simsiyah akışkan kan boğazını yakarak yere
doğru akıyordu. Kusup doğrulduğunda karşısında ona gülümseyen Jeniske'ye bakıp
kaldı. "Dönmüşsün..." demişti. Şaşkındı. Korkuyordu ve dehşet içinde
bakıyordu. Jeniske işaret parmağını Koen'in alnına koydu. "Dinlen..."
demişti. Koen olduğu yere yığıldığında şifacılara ona müdahale etmesi için yol
verdi. Klan liderinin yanına doğru yürüyüp başını eğip onu selamladı.
"Cezam bitti mi liderim?" demişti. Çok değişmişti. Gözleri buz gibi
bakıyor ve bambaşka birisi gibi duruyordu. Klan lideri onu kabul etmek için
elini uzattı. Jeniske eğilip yavaşça klan liderinin elini öpüp doğruldu.
"Bunca yıl neredeydin?" demişti. Jeniske tebessümle ona bakıyordu.
"Üç tanrının yükseldiği mağaralarda. Dağın gizemlerini öğrenmek için üç
büyük alimin yanındaydım. Meditasyonum bozulmamalıydı. Ziyarete gelemedim. Ama
şimdi döndüm. Ve bu savaşı sonlandırmak için elimden geleni yapacağım. Kabilem
ve klanımın şerefi için." demişti. Klan lideri ona bakıp kalmıştı.
"Dağın sırrı mı?" demişti. Jeniske başını usulca salladı. "Beni
cezalandırdığınız gün Hisar'ın amacını öğrenmek istedim. Frange'ye sızdım ve
onların Dağın ruhunu ele geçirmek istediğini öğrendim. Ve Üç tanrının
yükseldiği yere geri döndüm. Orada üç büyük alimden beni eğitmelerini istedim.
Karşılığında onlara dağı koruyacağım yemini ettim. Her sene bambaşka bir şey
öğrendim. Her geçen gün dağın yaşayan ve nefes alan bir canlı olduğunu. Ve
Hisar'ın efsuncularının hiçbirinin bu dağı kontrol edemeyeceğini. Sadece bunu
yapabilecek tek bir kişi var. O da benim!" demişti. Klan lideri ve
içerideki herkes şaşkındı. Jeniske başını yavaşça Koen'in olduğu yere doğru
çevirdi. "Ona göz kulak olun demiştim. Neden bir kan taşı
çiğnettiniz?" demişti. Klan lideri daha da yaşlanmıştı. Hala kılıcı
belinde bir koruyucu olarak savaşmak için savunma cephesinde bulunacak kadar da
cesurdu. "O istedi. Savaşmak istedi. Korumak ve güçlü olmak. Ve ilk
savunma cephesinde kalmak için gönüllü oldu. Hala hayatta olması..."
Jeniske gülmüştü.
"Kabalığımı bağışlayın ama onu korumanızı istedim sizden. Bu şartla
ayrıldım klandan. Onu önde intihar görevinde olmaması için gerekirse
zincirleyecektiniz. Bunu talep etmiştim." dedi. Klan lideri yavaşça
gözlerini kapadı. "Koen çok değişti. O artık eskisi gibi çocuk değil. Okçu
birliğinin koruyucu lideri oldu. Güçlü ve cesur bir savaşçı tıpkı
babası..." Jeniske birden gözlerini ona dikmişti. "Onun babası dağın
yaşayan ruhunu Hisar'a satan bir hain. Babası ile kıyaslamayın." demişti.
Klan lideri usulca başını salladı. "Haklısın Jeniske. Sadece gidip biraz
dinlenelim. Daha sonra ana kampa doğru yolculuğa çıkacağız. Bol bol konuşacak
zamanımız olacak." demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Sizi
kampa giderken yakalarım. Biraz işim var. Kampta kalamam." demişti. Klan
lideri ona soru soracakken Jeniske Koen'in yanına doğru yürümüştü. "Bu
dağdan topladığım kara yapraklar kırıklarına iyi gelecek!" demişti.
Koen'in üvey annesinin babasına uzatmıştı yaprakları. "O senin torunun
sayılır. Onu ben gelene kadar iyileştirin." demişti. Yaşlı adam efsane
sayılan yapraklara bakıp kalmıştı Jeniske elindeki yaprakları alan adamı
selamladı ve çıktı. Eski arkadaşlarından birkaçı oradaydı. Onun yaşıyor
olmasının şaşkınlığındaydı. Koen'in babasını öldürdüğü için sürüldüğü
dedikodusu vardı. Ancak şimdi karşılarında kampın içindeydi.
"Jeniske!" demişti birisi öne doğru çıkıp. "Sen
neredeydin?" dedi. Jeniske onlara bakıp gülümsedi. "Bunları daha
sonra konuşacağız. Acilen yetişmem gereken bir yer var." demişti. Hızlı
adımlarla yürüyüp şaşkın insanları arkasında bırakırken geldiği gibi çabucak
kaybolmuştu. Nereye gittiğini kimse bilmiyordu. İki gün sonra kamp toplanmış ve
yola çıkmıştı. Gün batmadan üçüncü noktaya varmışlardı. Orada kurulu büyük kamp
bütün hepsinden daha sağlamdı. Jeniske'nin döndüğü haberi annesi ve kız
kardeşine ulaşmıştı. Koen'i onların misafir olarak sığındığı eve götürmüşlerdi.
Durumu pek içi açıcı değildi. Çok ciddi yaralanmış ve çok derin bir uykudaydı.
Bacakları sabit kalsın diye tahta bloklar ile sarılmıştı. Her yerinde kesikler
ve yaralar vardı. Kan kokuyordu.
"Ona ne oldu?" demişti kadın. Onu getiren klan lideri ve adamlar
sessizdi. "Kan taşı çiğnemeyi kabul eden öncü birlikteydi." demişti
tanıdık bir ses arkadan. Jeniske orada dikiliyordu. Çok sessiz gelmişti. Herkes
şaşkınlıkla donmuşken ablası koşup ona sarılmıştı. Jeniske Büyük bir çuval
taşıyordu sırtında. Ablası onu bırakınca klan liderine dönmüştü. "Acilen
liderler arasında bir toplantı istemeliyiz. Onlara bir şey getirdim."
demişti. Klan lideri şaşkındı. Jeniske elindeki çuvalı yere bıraktı. Taş zemine
kan sızmıştı. Kesik başlar vardı çuvalın içinde. Bir koruyucu çuvala bakıp
şaşkınlıkla başını kaldırdı. Jeniske ise soğuk kanlı bir şekilde konuştu.
"İkisi de garnizon komutanı. Bunlarda savaş planı!" demiş ve deri
çantadan bir sürü parşömen çıkarmıştı. "Yıkanacağım ve her şeyi
anlatacağım. Bir saat sonra toplantı talebimi kabul etmiş olsunlar."
demişti. İçeri doğru girmişti. Evin gerçek sahipleri öylece kalmıştı. Yaptığı
ilk şey Koen'i yatırdıkları odaya girmek olmuştu. İçerdekilerden çıkmalarını
istemişti. Herkes çıkınca yorgunca yatağın yanına çökmüştü. "Beni duyduğunu
biliyorum. Seni tekrardan görmek çok güzel. Kocaman olmuşsun. Ve güçlü. Keşke
güçlenmek zorunda kalmasaydın diyorum. Ama bunların hepsi kaderin bir çizgisi
Koen. Ve ben kötü bir şey yaptım. Kaderi değiştirdim. Senin yok olduğun bir
kaderi kabul etmeyip kötü şeyler yapmaya karar verdim. Bana kızacaksın
biliyorum ama buna mecburum. Senin olmadığın barış dolu dünya benim için cehennemden
farksız olacak. O yüzden sadece bunu ikimiz için yaptığımı bil. Ve bana
sinirlenme." demişti. Koen'in sargılar içindeki elini tutup alnını üstüne
koydu. "Onlara dağı kurtaracağıma söz verdim. Ve bu kaderim oldu. Ve o
kaderde sen yoktun. Sadece biraz zaman alacak. Ama tekrar seninle eskisi gibi
tepeye gidip keçi otlatıp günlerce güneşin doğuşunu ve batışını
izleyebileceğiz." dedi. Kımıldayan parmakları hissedince başını kaldırdı.
Hırıltılı bir ses takip etti kımıltının ardından. "Seni özledim..."
demişti Koen'in yorgun ve hırıltılı sesi. Dudaklarını yukarı doğru bükmeye ve
gülümsemeye çabalarken acı çektiği dolan gözlerinden anlaşılıyordu.
"Bende seni özledim." demişti Jeniske buruk bir sesle. Koen elini
onun yüzüne doğru götürmek istedi. Ama halsizdi. Jeniske yanağını onun sargılar
arasından çıkmış parmaklarına doğru eğdi. Koen yavaşça gözlerini kapadı.
Jeniske'nin onu terk ettiğini düşünmüştü. Hayata dair hiç umudu yoktu ve
intihar savaşçısı olma kararının sebebi buydu. Şimdi onu tekrar görmek yaşama
arzusunu ortaya çıkarıyordu. Günler sonra uyandığında Jeniske'nin o gün dediği
çoğu şeyi hatırlamıyordu. Bacakları çok hızlı iyileşse de yürüyemiyordu hala.
Yaraları kapanmaya başlamıştı. İlk defa bilinci tam olarak kendine geldiğinde
sadece Jeniske'yi görmek istemişti. Onun klan liderleri ile bir toplantıda
olduğunu duyduğunda hayal olmadığını anlamış ve derin bir nefes almıştı. Birkaç
hafta boyunca iki tarafta sessizce yeni savaş planları içindeydi. Jeniske
çaldığı planları ve iki önemli garnizon komutanı başını klan liderlerine sunmuş
ve dağın gücünü kontrol ettiğini söylemişti. Bunun şahitleri vardı ve klan
liderleri bu avantajla biraz olsun savaşın yön değiştireceğini biliyordu. Üç
alim efsanesi gerçekti ve sınır klanlardan birinden bir keçi çobanın oğlu onları
bulmuştu. Güçlenip dönmüştü. Jeniske yine göz önünde olmuş ve herkes tarafından
kahraman olarak görülmüştü. Bu sefer Koen geri planda değildi. Kan taşını
ısırıp hayatta kalan nadir kişilerden birisiydi ve tek başına üç yüze yakın
adamı yarım saatte öldürüp köprülerin yıkılmasını sağlayan bir kahramandı.
Babasının ihanetini telafi etmek için yaşamını bu savaşı kazanmaya adayan bir kahramandı
o.
Jeniske
bir süre savaşın buraya gelmeyeceğini biliyordu. Gözcüler sürekli uçurumun
ardını gözetliyor ve günlük rapor geliyordu. Bu süre içinde Koen'in tedavi için
Üçüncü tanrının yükseldiği yerdeki şifalı suda onu bir süre dinlendirmek
istediğini söylemişti. Bu sayede baş başa kalacaklardı. Klan liderleri bunu
onaylamış ve Koen'in taşınması için hemen emir vermişlerdi. Bir günlük yoldu
kaplıca. Koen bu haberi aldığında Jeniske ile sonunda konuşacak olmanın
heyecanı ile hemen kabul etmişti. Gün doğarken Koen bir sedyeye benzer tahtadan
yapılma araçla taşınmak için yerleştirilmişti. Dört güçlü koruyucu ve Jeniske
eşliğinde yolculuğa çıkmışlardı. Oraya varana kadar doğru düzgün konuşmamıştı
ikisi de. Koruyucuların gözünde Koen bir kahraman Jeniske ise kurtarıcı
konumundaydı artık. Onların sorularını ve hikayelerini dinlemişlerdi. Jeniske
oraya vardıklarında geri dönmelerini söylemişti. Koen'in yürüyerek döneceğini
söyleyince hepsi şaşırmıştı. Geri dönmekten başka yapacak bir şeyleri yoktu.
Bölüm Altı
Yıldızlı Gece
Oraya
vardıklarında mağaranın arkasında kalan kaplıcaya götürmüştü Jeniske Koen'i.
Yürüyemiyor ve kırık bacakları yüzünden acı çekiyordu. Jeniske onu kaplıcaya
götürmüştü. Sudan hoş bir koku geliyor buhar yükseliyordu. "Bu dağda böyle
bir yer olduğunu bilmiyordum." dedi. Jeniske onu savaşça yere bıraktı.
"Üçüncü tanrı yükselişinde çok büyük acılar çekti. İnsanlar inançlarını
yitirmeye başlamış ve o yükselmek için kendi ruhunun bir parçasını bu dağda
bırakmak zorunda kalmış. Göz yaşları bu kaplıcanın kaynağı. Her hastalığa şifa
olan bu yeri kimse bilmez." demişti. Koen ona bakıyordu. Bir bilge gibi
konuşuyordu. Dalgınlıktan bir anda kurtuldu. Jeniske onun kuşağını çözme
girişmişti. Koen onun elini yakalayıp birden itekledi. "Ne yapıyorsun?"
demişti. Şaşkındı ve Jeniske onun şaşkınlığı ile garip bir şey olmuş gibi
yüzüne baktı. "Suya kıyafetlerinle girmen faydasını yok edecek. Soyunman
gerek!" demişti. Koen bir an utançla başını yana doğru çevirdi. "Ben.
Ben kendim yaparım." demişti. Jeniske doğrulup gülümsedi. "Utanıyor
musun?" demişti. Koen ona bakmadan kuşağını söküp iki yakasını tutan bağı
sökmeye başlamıştı. "Utanmakla alakalı değil. İkimizde yetişkin erkeğiz.
Ben kendi işimi yapabilirim." demişti. Jeniske gülümsemesini büyüttü.
"Koen utandığında bunu saklamaya çabalama. Seninle büyüdük. Ve aynı yerde
yıkandık hep. Şimdi neden..." birden susmuştu. Koen ona gözlerini
dikmişti. Hafif nemli ve utangaçtı gözleri. Jeniske ona bakıp derin bir nefes
aldı. "Yaraların ağır ve bacaklarını oynatmaya çabalamak sana daha çok
zarar verecek." demişti. Acıdan gözleri dolmuştu. Jeniske eğilip onun
soyunmasına yardım etmeye başladı. Ayaklarına ve bacağına kan oturmaya
başlamıştı. Vücudunda bir sürü yara vardı. Su hepsini iyileştirecek kadar
güçlüydü. Koen onunla göz göze gelmemek için çabalıyordu. Jeniske bir hamlede
onu kucakladı. Daha fazla utanmaması için beline ince bir kumaş bağlamıştı.
Örtünme iç güdüsü ağır basıyor ama kıyafetler suyun etkisini azaltacaktı. Suya
doğru yavaş yavaş girmeye başladıklarında keskin hoş kuku Koen'in burnunu
doldurmaya başlamış ve acıyan ciğerlerine bir rahatlık vermeye başlamıştı.
Sıcak su bedenine dokunurken adeta kan dolaşımı hızlanıp rahatlıyordu.
Gözlerini yavaşça kapatmıştı başı dışında bütün bedeni suyla buluştuğunda.
"Sakın korkma!" demişti Jeniske. Koen gözlerini aralayıp etrafa
bakınca sudan yükselen sesleri duymaya başlamıştı. Uğultulu ses bir ağlamaya
benziyordu. Kalbi hızlanmaya başlamıştı. Jeniske onun çırpınması ile daha sıkı
tutmaya başlamıştı. "Korkma buradayım!" demişti. Su ağırlaşıyor ve
katrana benzer bir hal alıyordu. Yapış yapış olmaya başlamış ve kan kokusu
geliyordu. Koku artık rahatlatıcı değildi. Boğucu ve keskindi. Saçlarına asılan
elleri hissediyordu. "Çıkar beni!" diye bağırırken ellerini Jeniske'nin
boğazına sarmış ve tırnaklarını geçiriyordu. Jeniske onu tekrar sıkıca
kucaklayıp sudan çıkmaya başladıklarında su oldukça normal bir hale gelmeye
başlamıştı. Koen korku ile onun boynuna sarılmıştı. Ağrıları dinmiş gibiydi.
Ama vücudunu korkunç bir ateş sarmış gibi hissediyordu. Göz ucu ile suya baktı.
Hala normal duruyordu. Orada neler olduğunu anlamamıştı.
"O neydi?" dedi. Jeniske onu sıkıca tutarken kaplıcanın kenarında
dikiliyordu. "Senin çektiğin acıların beden bulmuş hali. Tanrının ruhunun
yutup senden alacağı hastalıklar!" demişti. Koen yutkundu. Bacaklarını
hala oynatamıyordu. Tahta bloklar arasında sarılıydı. "Biraz dinlenip
tekrar deneyelim tamam mı?" demişti. Hava kararmış ve Jeniske kaplıcanın
kenarına ufak bir kamp alanı kurmuştu. Hava yumuşak gök yüzü açıktı. Koen'i
sırtını kayaya dayayacak şekilde serdiği yatağa oturtmuştu. "Sabah gün
doğarken tekrar yapalım. Ondan korkmana gerek yok. Akıp gitmesine izin
vermelisin." dedi. Koen gözlerini ateşe dikmişti. "O sesler..."
demişti. Jeniske ona doğru kendini kaydırdı. "Senin sesindi Koen. Çektiğin
acının sesi." dedi. Koen dolmuş gözlerini yavaşça kapadı. "Neden beni
bırakıp gittin? Suçu üstüne aldığını söylediler. Niye yaptın bunu?"
demişti. Jeniske onu izliyordu sessizce. Koen'e hemen cevap vermek istemedi.
Bir süre düşündü ve ardından konuştu. "Seni sürmelerini istemedim. Dağ
oldukça korkunç bir yer ve kabileler arasında sorunlar vardı. Klan reisi seni
koruyacağını söylediği için gittim. Daha sonra gerçekleri öğrendim ve
kaderimi... Tekrar gitmemek için bir süre uzak kalmalıydık." dedi. Koen
yorgunca başını yana doğru çevirdi.
"Dağın gerçekten bir ruhu var mı?" demişti. Jeniske usulca başını
salladı. O meraklı çocuğun gözlerini görmüştü bir anlığına Koen'in gözlerinde.
"Peki o şarkı söyler mi?" dedi. Jeniske başını usulca salladı.
"Ben o gün uçurumun öteki tarafına geçtiğimde bir ıslık duydum. Ve uzun
bir melodi çalmaya başladı. Sanki hiç bitmeyecek bir çığlık gibiydi ama sakin
ve bir o kadar hüzünlü... Dağın melodisi bu mu?" demişti. Jeniske durgundu.
"Dağın melodisi çoktur Koen. Her ruh için başka bir ezgisi vardır. Başka
bir davet edici yanı. Senin duyduğun onun acı dolu şarkısı olmuş. Peki onun
geceleri söylediği şarkıyı duymak ister misin?" demişti. Koen başını
sallayınca Jeniske ayağa kalktı. Onu uzandırdı. Yanına uzandı. Eliyle parlayan
yıldızları gösterdi ve hafif bir melodi mırıldanmaya başlamıştı. Bir gece
şarkısı gibi durgun ama içinde çok derin bir tutku vardı. Koen gökyüzüne
bakarken gözlerinden yaşlar akıyordu. Kelimeler boğazına düğümlenmişti. Yanında
şarkıyı mırıldanan Jeniske vardı. Üstlerinde ise binlerce yıldızın ışığı.
Jeniske onun gözlerinden yaşlar aktığını fark ettiğinde durmuştu. Doğruldu.
"Canın mı yanıyor?" demişti. Koen başını salladı. Gözlerini yıldızlara
dikmişti. Dudakları yavaşça aralandı. "Çocukken hayal kurmak çok kolaydı.
Dünya uçsuz bucaksız ve tehlikesiz gelirdi. Her yer hem uzak hem yakındı. Şimdi
ise her şey daha tehlikeli ve imkânsız gözüküyor. Yıldızları uzun zamandır bu
kadar net görmemiştim. Uzun zamandır başımı kaldırıp gökyüzüne bile bakmamışım.
Senin şarkı söyleyebildiğini bile unutacak kadar kendimden hayatımdan bizden
vaz geçmişim. Ben tekrar seninle dünyayı keşfetmek ve maceralar yaşamak
istiyorum Jeniske. " dedi. Jeniske ona bakıyordu. Yıldızlar daha parlaktı.
Ateşten gelen çıtırtılar daha sessizidir sanki. Yavaşça geri uzandı. Ona doğru
döndü. Koen başını yan çevirmiş ona bakıyordu. "Ben buradayım ve bir daha
gitmeyeceğim. İyileştiğinde eskisi gibi olacak her şey. Söz veriyorum."
demişti. Uzanıp sıcak göz yaşlarını nazikçe sildi. Gülümsedi. Koen gözlerini
kapamış ve hemen yanında hissettiği nefesle uyumuştu. Ertesi gün ve ondan sonraki
gün zor geçmişti. Koen bedenini terk eden hastalık ve yaraların ağrıları ile
ağırlaşan suda kalmak için direnmiş ve akşam yorgun düşüp hemen uyumuştu. İkinci
gün ise bacaklarını sudan çıktığında hissediyor ve üstüne destek alarak
basabiliyordu. O gece yine gökyüzü parlaktı. Jeniske'ye sokulup uyumuştu.
Gün
tekrar doğduğunda Jeniske onu yanında bulamamıştı. Çıkarılmış kıyafetler vardı.
Onu kaplıcaya girmiş halde görmüştü. Sadece oturuyor ve gözleri kapalı
bekliyordu. Sudan gelen iniltiler yoktu. Su berrak ve durgundu. Hoş bir koku
vardı. Baharda kırları saran çiçeklerin kokusuna benzeyen bu esinti kaplıcadan
geliyordu. Zihni ve bedeni artık iyileşmişti. Üçüncü Tanrı onun bütün acılarını
yaralarını çekip almıştı. Onu rahatsız etmeden yiyecek bir şeyler hazırlamaya
koyulmuştu. Birkaç gün daha burada kalmaları gerekiyordu. Jeniske dağ kekiği
bulmuş ve onu kaynatıp bir çay yapmıştı. Koen o döndüğünde çoktan sudan çıkmış
ve giyinmişti. Sakince oturuyordu. Jeniske çay hazırlamış, biraz kurumuş eti
pişirmişti. Koen onu izlemekle yetinmişti. Yemek için taşlara oturduklarında
Koen hiç olmadığı kadar iştahla yemeğini yemişti. Jeniske onun toparlandığını
ve iyileştiğini anlamıştı.
"Bacaklarında ağrı var mı?" demişti. Koen ağzı dolu halde konuşmaya
çalışarak elini bacağına koymuştu. "Çok sağlamlar!" demişti. Jeniske
gülümsedi. "O zaman bugün biraz dolaşmaya çıkalım. Sana göstermek
istediğim bir yer var. Akşama orada oluruz." demişti. Koen hızla başını
salladı. Yemekten sonra kamp alanını topladılar. Jeniske bütün yükü tek başına
taşıma konusunda ısrarlıydı. Koen'e bir şey bırakmayıp büyük çantayı
sırtlamıştı. Tırmanışa geçmişlerdi. Çok dik olmayan yol uzun ama dağın her
yerini yavaş yavaş görmeye başlamışlardı. Jeniske akşam gün batımına kadar
orada olacaklarını söylemiş ve yol boyunca sohbet edip eski günleri anmışlardı.
Bazen durduk yere sessizleşmişlerdi. Arada dinlenip manzarayı izlemişlerdi.
Zirveye varıp yolun bittiği yere geldiklerinde hoş bir esinti vardı. Koen
yorulmuştu ama manzaraya bakınca gözleri kocaman açıldı. Rüzgâr saçlarını
savurup yorgunluğunu alırken yüzünde kocaman bir gülümseme belirmişti. Jeniske
eşyaları indirip onun yanına doğru geldi. Bulutların çöktüğü dağın her yeri
görülebiliyordu. Diğer iki tanrının yükseldiği zirve ve bütün otlaklar... Gün
batımı etrafa hoş bir kızıllık katıyordu. Koen şaşkınlıkla etrafa bakarken
Jeniske onun yanında dikilmeye başlamıştı. Ellerini arkasında birleştirmiş gülümseyerek,
hayran gözlerle etrafı izleyen Koen'e bakıyordu.
"Gün batımını hiç bu kadar güzel görmemiştim!" demişti. Jeniske
batıya doğru döndürdü başını. Güneş yavaş yavaş kaybolurken dalga dalga kızıl
izler bırakıyordu gökyüzünde. "Güneşin doğup yükselip battığı en yüksek
zirve burası. Yıldızlar en yakın, insanlara bir o kadar uzak!" demişti
Jeniske. Koen ona doğru çevirdi gözlerini. Yeşil gözleri gökyüzünün kızıl
rengini yansıtıyordu adeta.
"Jeniske!" demişti. Jeniske ona doğru başını hafifçe çevirdi. Gözleri
durgundu. "İnsanları severdin sen!" demişti. Jeniske bunu duyunca
gözlerini yere doğru eğdi. Ardından tekrar gün batımına bakmaya başladı.
"insanlar nankör varlıklar Koen. Onlar için ne yapmaya çalışırsak
çalışalım her zaman daha fazlasını istiyor. Üçüncü tanrının yükselmesini
engelleyen onların bencilce istekleri olmuştu. Onu buraya bağlayıp onun
mucizeler yaratmasını istediler. Dileklerini gerçekleştirmelerini
istediler." dedi. Koen onun durgun sesinin rüzgâra karışmasının ne kadar
hoş olduğuna dalıp gitmişti. Jeniske gerçekten büyümüştü. Bir yetişkin gibi
mantıklı ve sakin düşünüyordu. Tıpkı alimler gibi sakin ve huzurluydu. Koen bir
an için öldürdüğü insanları anımsadı. Yutkunurken çıkan ses dağda yankılanmıştı
sanki. Kulaklarına bir çınlama doldu. Jeniske ona göz ucu ile bakmıştı.
"Jeniske!"
demişti. Jeniske ona döndüğünde Koen mahcup halde başını eğmişti. "Ben
katil olmak istemedim." diye devam etmişti. Jeniske gülümsüyordu.
"Kimse istemez Koen. Kimse birisini öldürmek istemez. Buna mecbur
bırakılıyoruz." demişti. Koen babasını öldürdüğü anı hatırladı. "O
beni senden buradan çok uzağa götürecekti. Bunu durdurmak istedim. Bu olanların
hepsi benim suçum!" demişti. Jeniske hafif bir tebessümle ona doğru birkaç
adım yaklaştı. "Bunlar senin hatan değil. Bu olanlar bir hata değil. Hepsi
olması gereken şeylerdi. Ama artık bunları durduracak kadar güçlendim.
Gerçekten seni koruyacak kadar güçlüyüm. İnsanların seni asla anlamadığını
düşündüğünü biliyorum. Onların seni anlamasına gerek yok. Ben seni anlıyorum.
" dedi. Koen ona bakıyordu öylece. Hemen yanında dikilmiş manzarayı
izleyen adama... Bir adım attı ona doğru. Tam önünde durmuştu. Jeniske her zamanki
gibi ondan daha uzun, daha yakışıklı ve daha akıllıydı. Daha güçlü ve daha
becerikliydi. Fakat bunları asla önemsememişti. Güçlüyse ikisi için güçlü
olduğunu söylemişti hep. Mutluysa ikisi için mutlu olduğunu. Paylaşmaktan
korkmayan birisiydi.
Parmaklarının
ucuna yükselip nazikçe dudakları durgun düz dudaklar dokunmuştu. Jeniske’nin
dudakları pürüzsüz ve oldukça sıcaktı. Gözlerini kapatma gereksinimi
duymuyordu. O yeşil ve hem şaşkın hem mutlu gözlere bakmak istiyordu.
"Koen..." demişti dudaklarından ayrılan dudaklarla. Koen bir an için
başını eğip geriye doğru birkaç adım attı. "Bunu sana sormadan..."
Fakat beline dolanan kollarla kendini Jeniske'nin göğsüne bastırılmış halde
bulmuştu. Bir süre öylece durduktan sonra Koen başını kaldırıp ona bakan
gözlere baktı.
Gece
yavaş yavaş siyah bir örtü olup dağın üstünü örtmeye başlıyor ve yıldızlar
telaşla göz kırpıyor gibiydi. Koen yanına uzandığı adama göz ucu ile baktı.
Öpüşmekten daha ilerisi ne olabilirdi ki... Sadece aklından Jeniske'nin
gözlerindeki o ifade vardı. Daha önce görmediği o ifade. Şaşkın ve her an
mutluluktan gülerken gözleri kısılacak ve dolacak gibi bir ifade. Ellerini
başının altına yastık yapmış dümdüz uzanmış gökyüzünü izleyen Jeniske'ye
bakmaya devam etti. Göğsü yavaşça inip kalkıyordu.
"Birazdan yıldızlar kaymaya başlayacak!" demişti. Jeniske. Koen göz
göze geldiği adam bakıp utançla gözlerini hemen gök yüzüne çevirdi.
"Yıldızların her yüz yılda bir ömrü doluyor ve onlar kayıp gidiyor. Yerini
yenileri alıyor." dedi. Koen gökyüzüne bakmaya başlamıştı. "Babam
eskiden onların ölmüş olanların iyi insanların gökyüzüne yükselmiş ruhları
olduğunu söylerdi. "dedi. Jeniske hafifçe bir nefes verdi. "Doğru!
Ömrü dolup yeniden doğmak için iniyorlar." diye ekledi. Koen kaymaya
başlayan yıldızların etkisiyle bir an ellerini yukarı doğru kaldırdı. Yıldızlar
gök kubbenin etrafından kayarken arkalarında ışıltılı bir beyazlık bırakıyor ve
son defa parlayıp kayboluyordu. Heyecanla Jeniske’ye uzattı elini. Jeniske onun
elini havada tutmuştu. Yıldızlar gök yüzünde kayarken Koen artık onları
göremiyordu. Ona bakan bir çift yeşil göz daha parlaktı yıldızlardan.
Dudaklarında hissettiği ufak dokunuşlar yıldızların yarattığı sarhoşluktan daha
güzeldi. Üzerine doğru eğilmiş bedenin ağırlığı onu sanki daha derine doğru
çekiyordu. Kalbi yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Göğsündeki elin
bedenini tanımak istemesini ister gibi bacaklarına doğru kaydığını
hissediyordu. Üç yüz adamı öldürürken yaşadığı o hissi bedeninde tekrar
hissediyordu. Kontrolsüz ve bir o kadar zevk verici. Jeniske'nin gözlerinde
gördüğü o şehvetli bakışlar bedeninde tanımadı bir duyguya sebep oluyordu.
"Arzulamak..." demişti Jeniske. Gözlerini onun gözlerine dikip hafifçe
gülümsemişti. "Bu kelimenin anlamı benim için çok derin Koen." diye
kulağına doğru fısıldamıştı. Koen onun nefesindeki sıcaklıkla bedenin daha da
irkildiğini ve bütün sinirlerinin uyarıldığını hissetmişti. "Seni hep
arzulamış olduğumu bilmeni istiyorum." diye devam etmişti. Bakışları ona
ait değil gibiydi. Şehvet ve ateş doluyu. Yeşil gözlerinin ortasında her şeyi
yutup içine çekecek kadar büyümüş göz bebekleri onun gözlerine dikiliydi.
Elinin birisi bacaklarının arasında gezinirken diğeri Koen'in elini sıkıca
tutuyordu. Koen bedenine olan bu şeyi anlamıyordu. Sanki yanıyordu. Kasılıp kıvrılıyor
ve onun kontrolü dışındaydı. "Jeniske..." demişti titreyen sesiyle.
Yutkunamıyor ve dudakları hareket edemiyordu. Erkekliğinde dolaşan elin
yarattığı garip his nefesini kesecek kadar onu heyecanlandırmıştı.
"Korkmana gerek!" demişti Jeniske onu nazikçe öpüp. "İlk
olacağını biliyorum ve nazik olacağım." demişti. Koen utançla kızaran
yüzünü kapatmak için elini gözlerine doğru götürdü. Kuşağını açan elleri
hissediyordu. Nasıl tepki vermeliydi. Daha önce birileri ile birlikte olan
koruyucuların gece nöbetlerinde anlattıklarını düşündü. Kadınlar şehvet dolu
çığlıklar atıyordu. Bedenleri kıvranıyordu. Bunları mı yapmalıydı? Erkek
olduğunu anımsadı. Ne yapacağı konusunda nasıl bir fikri olmazdı. İstemsizce
dudakları arasından bir inilti yükseldiğini fark etti ve elini gözlerinden
çekip bakınca Jeniske'nin dudaklarının bacakları arasında dolaştığını fark
etmişti. "olmaz..." derken sesi titrek ve kısıktı. Jeniske ona baktı.
Yüzünde bir gülümseme vardı. Gözleri gece karanlığında parlıyordu. "Bana
bırak kendini Koen." demişti. Tecrübeli birisi gibi konuşuyor ve hareket
ediyordu. Koen kalbini yerinden çıkaracak bir hisle bedeninin irkildiğini
hissetti. Kuşağı çözülmüş ve panolunu artık bacaklarında değil kenarı doğru
fırlatılmıştı. "Jenis..." diyebilmiş ve ardından kendinin bile
tanımadığı bir inleme duymuştu. Erkekler kendi erkeklik organları ile hep
oynadıklarını bilirdi. Onlar için bu durum gayet normaldi. Birkaç dakika sürer
ve dikleşmiş olan penis geri inerdi. Fakat bu öyle değildi. Sanki asla içinde
birikeni dışarı atamayacak gibi hissediyordu. O ince dudaklar ve sıcak dili
hissettikçe nefesi hızlanıyor bedeni kasılıyordu. Ellerinin Jeniske'nin
saçlarına gittiğini bile fark etmedi. Nefesi kesik kesik konuşuyordu.
"Boşalmama izin ver!" demişti. Jeniske gülümsüyordu. Kıvrılan ve
sıkışan dudakları hissediyordu. O vicdanlı adam yerini şehvete aç bir canavara
bırakmış gibiydi. "Şimdi değil Koen." demişti. Doğrulup ona bakan
yüze bakıp üzerine doğru tırmanmıştı. "Bu ilk seferimiz. Beraber
yapmalıyız." demişti. Koen kasılmaktan kramplar giren bedenin üstüne çöken
ağırlıkla geriye doğru tekrar devrilmiş. Bacaklarını yukarı doğru kaldıran
Jeniske'ye utançtan kızaran yanakları ve zevkten dolmuş gözleri ile baktı.
Jeniske gülümsemişti. "Gevşemen gerek." derken kalçasında hissettiği
elle irkilmişti. Bunca şeyi dağda öğrenmiş olamazdı. O daha önce yapmış
olmalıydı. Koen bunları düşünmeyi bıraktı bir anlığına. Arkasında hissettiği o
kalın şeyin Jeniske'nin erkekliği olduğunu anladığında gözleri kocaman açmıştı.
"Orası..." kelimeleri acılı bir iniltiye karıştı. "Sorun yok
bana bırak kendini." demişti Jeniske. Üzerine doğru eğilirken Koen daha da
ileri giden erkekliğin sertliği ile kasılmıştı. "Beni sıkıştırmayı
bırakmazsan canın acıyacak!" demişti Jeniske. Koen'in bir eli onu göğsünden
itekliyordu. Bacakları iki yana açılmış Jeniske'nin çıkmasını istiyordu adeta.
"Koen..." dedi Jeniske yumuşacık sesiyle. "Gözlerini aç!"
diye devam ederken Koen onun ılık nefesini yüzünde hissediyordu. Ardından
dudaklarında hissetti o nefesi. "Hareket etmeyeceğim. Bana bak!"
demişti. Bu daha acı vericiydi Koen için. Gözlerini yavaşça araladı ve elini
çektiğinde Jeniske onu nazikçe birkaç defa öptü. Ardından Koen'in bu öpücüğe
karşılık vermeye başladığında biraz daha ileri gitmek istedi. Hızlı olmuştu.
Koen acıyla tırnaklarını onun sırtına geçirmiş ve boynuna doğru derin derin
soluyordu. Jeniske alışması için bekledi ve biraz sonra hareket etmeye
başladığında düzenli nefesin tekrar kesik kesik gelmeye başladığını
hissetmişti. Kulağındaki o sıcak nefesin ve sırtını parçalayacak kadar derine
batan tırnakların verdiği acı değildi hazdı. Koen'in nefesi yerini hoş bir
inlemeye bıraktığında artık bedenini hareket ettiriyordu.
"Arzuluyorum..." demişti. Sesi o kadar sıcak ve kesikti ki Jeniske
onu görmek için omuzlarından tutup yere yatırdı. İleri geri giderken ona bakan
adamın baygın gözlerini izlemek ve ısırılmaktan kızarmış dudaklarını öpmek bu
anı daha hassas ve zevk dolu yapıyordu. "Geliyorum..." dediğinde Koen
onu bacakları ile sarıp kendine doğru çekmişti. İlk seferleri beraber ve doğru
olmalıydı. Çıkmasına izin vermedi ve dudaklarına yapışmıştı. O gece yıldızlar
kayarken ikisi için yaşadıkları en güzel gece başlamıştı. Koen'i Jeniske'ye ve
onu Koen'e bağlayan son halkaydı. Birlikte omuzladıkları hayatı tekrar en
yükseğe çıkarmak için verilmiş bir söz gibiydi...
Ve
o gün geldiğinde iki sene sonra yine o mağaranın o tepenin aşağısında kılıç
sesleri, yayların gerilip gerilip salınmasından çıkan çınlama sürerken
mağaranın ağzında Jeniske onu görmüştü. Sırtından girip göğsünden çıkan kılıcın
çeliğinde parlayan kızıl kanın verdiği acı... kılıç çekilip ardında yere
yığılmış o bedeni bıraktığında Jeniske'nin çığlığını duymuşlardı. Ve dağ birden
homurdanıp kımıldanmaya başlamıştı. Adeta o çığlıkla uyanmış gibiydi. Koen ona
doğru koşan adamı görmüş ama kalbinden bedenine yayılan acı gözlerini kapatmaya
zorluyordu. Eli göğsüne gitmişti. İkinci defa soğuk kanla bulanmış çeliğin
göğsüne girdiğini hissettiğinde dudakları kımıldanmıştı. Bir şeyler söylemeye
çabalar gibiydi. Kan dudaklarından çenesine doğru akıp kelimeler boğulurken son
gördüğü şey yeşil gözlerin kızıla dönmesi ve kargaların çığlık çığlığa etrafı
sarmasından önce başlayan rüzgârın uçuşturduğu simsiyah tüylerdi.
...
"Seni
seviyorum..." diye fısıltı duymuştu mağarada Jeniske. Üç gündür uyuyan sevgilisinin
bedenin kımıldandığı ve derin bir nefesle gözlerini açtığını görmüştü. Bağdaş
kurduğu yerden göz göze geldiklerinde gülümsemişti.
"Ne zamandır uyuyorum?" diye sormuştu Koen. Jeniske onun gözlerindeki
o tanıdık ifade ile gülümsemişti. "Üç yüz yirmi yıldır Koen!"
demişti.
Bölüm Yedi
3. Klan Bölgesine Doğru
Koen
doğrulmuş elini göğsüne koymuştu. Derin derin nefes alıyordu. "Bir rüya
gördüm..." dedi. Jeniske oturduğu yerden kalkıp onun yattığı şilteye doğru
geldi ve oturdu. Elinde tahta bir kap içinde biraz su vardı. Koen o tanıdık ve
bir o kadar hatıralarda kalmış yüzüne baktı. Elini alnına koydu. "Rüya
değildi değil mi?" dedi. Jeniske gülümseyip ona baktı. "Değildi.
Hepsi gerçek ve senin anılarındı. " dedi. Koen ona bakan adama baktı ve
yüzünü ekşitti. "Peki ben ne oldu da öldüm? Bunun için özür dilemiştin.
Senin hatan olduğunu söylemiştin. Niye?" dedi. Jeniske onu baştan aşağı
süzdü. "Kaybediyorduk. Hisar çok güçlü bir şekilde bize saldırmaya
başlamıştı. Günlerce haftalarca sınırı koruduk ama sonunda düştü. Tanıdığımız
herkes ölmeye başladığında kalanları alıp Üç Tanrı'nın yükseldiği yere götürmek
istedin. Kabul etmek zorunda kaldım. Mağaraya onlar geldiğinde dağın gücünü
serbest bırakacaktım ve mağara dışında yaşayan her şey karanlıkta yanıp
gidecekti. Ve başaramadık Koen. Onları getirme işini sana bıraktım. Fakat hızlı
olamadım. Onları yolda kaybettin ve tek başına yaralı şekilde döndün. Mağaraya
giremeden seni öldürdüler. Ve bende bütün orduyu dağa yuttu." dedi. Koen
ona bakıyordu. Bu kadar güçlü müydü? Kocaman bir orduyu yok edecek kadar.
"Peki sonra..." dedi. Jeniske bunu duyunca gülümsedi. "Günlerce
burada kaldım. Günlerce fırtınaların dinmesini ve tekrar bahar gelmesini diledim.
Ve sonra... Bahar geldiğinde burada öldürdüm kendimi. Bu suya kanımı akıtıp üç
dilek istedim Koen. Onların benden çaldığı seni ve yuvamı tekrar kurtarmak
için." dedi. Koen hala kafası karışık halde oturuyordu. "Buraya
giremiyorlar..." demişti. Jeniske başını iki yana salladı. Frange krallığı
üzerinden buradaki bütün enerjiyi çalıyorlar. Siyah ve Beyaz kule burada üç
tanrının enerjisi ile yeni efsuncular ve yaratıklar yapılmasını sağlıyor. Bu
sayede dengeyi sağlayacaklarını düşünüyorlar. Kralların ve o büyülü güçlerde
doğan prenseslerin özü buradan çıkarılıyor. Ve ben bunları durduracağım."
demişti. Yeşil gözlerine dolan kan ve gülümsemesinin korkunçluğu ile Koen
şaşkınlıkla kalmıştı. "Burası Hisar’ın dokunmayacağı kadar kutsal!"
dedi. Jeniske gülmüştü. "Kutsal olanı yok ettiler ve kendileri için birer
madene çevirdiler. Üç yüz yıldır burada dağın bütün can damarlarını sömürdüler.
Benim kutsal olan sözümü tutmamı engellediler. Onlar birer katil... birer
canavar ve onlar yalancı Koen..." diye ekledi. Koen düşünüyordu. Orada
olanları ve bu anlatılanları gördüklerini düşünüyordu.
"Sen
beni diriltebilecek kadar güçlüydün? Neden onların tarafımda doğmama izin
verdin?" demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Seni çağıracak
kadar güçlü değildim. Sen ruhunda karanlığı saklayan bir iblis olarak
görülüyordun Koen. Seni tanrılar çağıramazdı. Ancak iblisler
çağırabilirdi." dedi. Koen birden elini göğsüne koydu. "Bu kan taşı
yüzünden mi oldu?" dedi. Jeniske başını iki yana salladı.
"Bilmiyorum! O yıldızlı geceden sonra ruhundaki bir şey uyandı. Sanki
başka bir sen vardın. Savaşırken gözü dönmüş bir yaratığa dönüşüyordun. Hızlı
ve kimseye acımayan bir katil!" demişti. Koen aşağıda yaşanılan katliamı
hatırladı. O Frange paralı askerlerinin başına gelenleri. Gözleri kocaman
açılmıştı. "Merhametini kaybetmiyorsun Koen. Sadece karşına çıkan ve sana
saldırana saldırıyorsun. Aşağıda sana saldırmaya kalktılar. Ve sende onları
öldürdün. Bu doğanın kuralı. Kendini korumak zorundasın." demişti. Koen
kaşlarını çattı. "Bu gördüklerim ve anlattıkların doğru ise ne yapmayı
planlıyorsun?" demişti. Jeniske gülümsedi. "Tekrar bu dağı almayı ve
özgürlüğün hala mümkün olduğunu bütün o krallıklara göstermek Koen. Ölmüş olan
ailelerimizin ruhları bizimle. Binlerce karga oldu ve burada savaşıyorlar
bizimle. O gördüğün simsiyah toprak onların kanıyla ıslandı. Ve şimdi onlar...
Onlar intikam istiyor." demişti. Koen ayağa kalkmak için doğru. Fakat
bedeni uyuşuktu. Olduğu yerde biraz kımıldanıp Jeniske'ye döndü. "Hisar
tahmin edemeyeceğin kadar güçlü. Krallıkları ve orduları var. Onunla birkaç
tane iblis karga ile savaşamazsın." dedi. Jeniske gülmüştü. "Tek
başıma değilim Koen." dediğinde mağaranın öteki tarafından öksürük sesi
gelmişti. Koen başını korku ile çevirince Frange'de karşılaştığı kralın eli
gülümsüyordu orada. Koen şaşkınlık ile ona bakıyordu. "Sen!" demişti.
Adam gülümsedi. "Tilki Koen! Daha önce düzgünce tanışamadık. Karga Liderin
seni gerçek benliğine çevirene kadar da tanışmamamız iyi olurdu." dedi.
Koen şaşkınlıkla bakıyordu. Jeniske ayağa kalktı. "Frange kralı ölü. Fakat
bunu Hisar bilmemeli. Başka yerlerde kılık değiştirmiş çok casusumuz var. Birkaç
seneleri boş boş dağda oturmuyorum. Hisar'ın zulmü ve baskısı altında kalmış
özgürlük isteyen herkesi toplamaya çabalıyorum. Taktığım bu demir maske sadece
dağda beni görenleri şaşırtmak için. Bu sayede Hisar'ın hükmü altındaki
topraklarda özgürce dolaşabiliyorum ve müttefik topluyorum. Uzun bir aradan
sonra ilk defa tekrar dağa geldim. Seni buraya gönderdiklerin haberin
geldiğinde ..." dedi. Koen nasıl bir durumun içinde olduğunu bilmiyordu.
Planın korkunçluğu ve gücün büyüklüğüne hayran kalırken Hisar'ın ne kadar güçlü
olduğunu biliyordu.
"Peki o gönderilen suikastçılar?" diye sorduğunda Frange Kralının eli
cevap verdi.
"Hepsi senin yaptığın gibi paralı asker ordusuna katılmak istedi. Ve dağın
eteklerini çıktıklarında boğazları uyurken kesildi."
"Atımı
almak istemeniz!"
"Sadece
doğru kişi sen misin denemek istedik. Oyundu."
"Bütün
Frange halkı bu oyuna dahil mi?"
"Evet!
Aslında kralın öldüğünü üst merciler dışında kimse bilmiyor. Ama Frange halkı
dağlarda çalışmaktan bıkmış durumdaydı bu yüzden bu devrime katılmak
istediler."
"Kralı
siz mi öldürdünüz?"
"Hem
evet hem hayır. Kendi kızı tarafından boğuldu. Kızının bizim tarafımızda olması
bu cevabı evet yapar sanırım."
"Peki
Hisar olanları öğrenirse?"
"Hisar'ın
gözcülerinin görmesini istediğini gösteriyoruz. Senin gördüğün şehri."
dedi. Koen bunu duyunca olduğu yerde sersemledi. "Onca ordu hazırlığı,
korkaklık bildirileri hepsi aslında Hisar'a karşı ordu hazırlamak için. Ve dağa
gidip dönmeyenler..." Jeniske onun omzuna elini koydu. "Hepsi burada
eğitim alıyor. Büyü ve dağın gücünü öğreniyor. Ondan bir parça alıp güçleniyor.
Büyük bir orduyu gözlemek için yaratılmış bir paravan Frange ile olan
savaş." demişti. Koen omzundaki elin dokunuşu ile titremişti. Jeniske'nin
dediklerini duyduğunda ise başını ona çevirip kalmıştı. "Hisar'ın hiçbir
şeyden haberi yok! Babam..." Jeniske birden ona bakmıştı. "Baban üç
yüz sene senin tarafından öldürüldü Koen. Seni büyüten o adam o savaşta önlerde
savaşan bir efsuncuydu. Seni ve ailemizi öldürenlerin tarafında bulunan bir katildi.
“Dedi. Koen onun dedikleri ile tekrar olanları hatırladı. Elini alnına götürdü.
"Şey biraz olanları anlamam için zaman vermelisin. Temiz hava almam
gerek." dedi. Frange kralının eli olan Tavi durduğu yerden çıkışa doğru
yürümüştü. "Fırtına dineli iki gün oluyor. Kampa çıkmak için atlar
hazır!" dedi. Çıkışa vardığında Koen üstünü örten örtüyü çekti. Jeniske
ile aynı yere bakıp kalmışlardı.
"Sanırım
biraz heyecanlı şeyler hatırlamışsın." demişti. Koen örtüyü tekrar
örttüğünde Jeniske gülümsedi.
"Eğer
istersen onu indirmene yardımcı olabilirim." demişti. Koen utançla kızaran
yüzünü saklamak istedi. Ve sesi hırçınlaştı. "Sadece beni bir süre rahat
bırak." demişti. Jeniske ise arsızca gülümsüyordu. "Neler yaptığımızı
her ayrıntısına kadar hatırlıyorum. Ve sende hatırlamışsın. Bu gördüğüm şey
beni rahatlattı. Bir an için sadece beni öylesine öptüğün birisi olarak
hatırlayacaksın sandım." demişti. Koen onun kalkması ile kenarı doğru
çekildi. "Şunu bilmen gerek. Bir Hisar Suikastçısı asla evlenemez ve
birisi ile birlikte olmaz." demişti. Jeniske kendisine sadakat kanıtlamaya
çabalayan Koen'e döndü. Gülümserken gözleri kısılmıştı. "Bu demek ki bakir
bir bedene sahipsin. Bunun ikinci defa yaşanacak olması beni çıldırtacak.
İkinci defa ilkin olacak..." derken gülmüştü. Koen bel altı konuşma
konusunda dili arsız Jeniske'ye baktı. "Yasak olduğunu söyledim ama
yapmadığım anlamına gelmiyor bu!" demiş ve yalan söylerken kızaran
kulaklarını saklayamamıştı. Jeniske onu sıkıştırmayı hep sevmişti. Utandırmaya
bayılırdı onu. Yüzünün kızarması ve sesinin titremesi hep hoşuna gitmişti. O
zaman daha çekici ve sevimli oluyordu. Geri sedire doğru bıraktı kendini. Koen'in
tam önüne oturdu. Yüzünü ona doğru uzattı. "Eminim öyledir..."
demişti. Koen ona bakarken kaşlarını çatmıştı. Jeniske eğilip onunla burun
buruna gelmişti.
"Yardımcı
olmak için can atıyorum. İzin vermeyecek misin?" demişti. Koen bir an ona
bakıp kaldı. Ardından başını iki yana salladı. Ve Jeniske yüz yıllardır duymak
istediği o sesten o ismi duydu.
"Jeniske..."
demişti. Bir an durdu. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Sersemlemişti adeta.
"Yüz yıllar sonra tekrar söyledin." demişti. Koen ona bakıp kaldı. Bu
adı söylemek bu kadar güzel olamazdı. "Lütfen bir kez daha duymama izin
ver!" dedi. Koen içine düştüğü boşluktan çıkıp onu geriye doğru itekleyip.
"Beni rahat bırakırsan söylerim. Çık hadi." dedi. Jeniske eski
formuna döndü. Sırttı. "İçeri kimsenin girmemesini sağlarım. İhtiyacın
olursa seslen. Ve beni hayal et!" demişti. Arsızca gülüp çıkmıştı. Dışarda
atlı adamlar vardı. Jeniske dışarı çıkınca Tavi ona doğru yürüdü.
"En
iyi yirmi adamımı dilim dilim doğradı ve bunu Hisar girdi. Bir şeylere
uyanmaları an meselesi olabilir." demişti. Jeniske ona bakıp gülümsedi.
"Tavi çok endişelisin. O sadece iç güdüleri ile hareket etti. Derin bir
uykudaydı ve buna rağmen en iyi adamlarını uykudayken dilim dilim doğradı. Koen
bu dağın kötü ruhunun bir parçasını vücudunda taşıyor. Onu iyileştiren ve
tekrar bu dünyaya getiren şey o. O dengeyi sağlayacak kişi aslında. Her
beyazlıkta biraz siyahlık olmalı. Haksız mıyım? Evrenin ve bu dünyanın
dengesini sağlayan şey bu değil mi?" demişti. Tavi derin bir nefes aldı. "Senin
mantığınla bakarsak Hisar'ın içinde de bir parça iyilik aramalıyız."
demişti. Jeniske elini onun omzuna koydu. "Siz! Onun içindeki iyilik siz
oldunuz. Karanlık tarafta değil bu tarafta durmayı tercih ettiniz. Sen de Hisar
tarafından yetiştirilmiş bir adamsın Tavi. Ve şu an nerede olduğuna bak!"
dedi. Tavi susmuştu. Haklıydı Jeniske ve yapabileceği tek şey onu dinlemek
olacaktı. O geleceği görüyor gibi konuşuyor ve her şeyi o kadar planlı
götürüyordu ki... Hisar o ilk dirildiğinde onu fark dahi edemedi. Ancak son iki
senede onun varlığını hissetmişti. Jeniske derin bir nefes alıp gülümsedi.
"Büyük bir savaş dağdan inecek ve bunu fark ettiklerinde her şey için çok
geç olacak. Unutma Tavi ben bu dünyada bir defa öldüm. İkinci defa beni
öldürmek için bu dünyanın ateşler içinde yanması gerekecek." demişti.
Gözlerine çöken kızıllık ve sinsi gülümsemesi onu korkutucu yapıyordu. Koen
mağaradan çıktığında Jeniske eki haline dönmüş ve ona doğru yürüdüğü sıradan
Koen onu bekleyen atını görüp oraya doğru hızlı adımlar atmıştı. "Atım
hala hayatta mı?" demişti. Tavi güldü. "Onu fırtınada bulduk. Geri
dönmek yerine gelmeni bekleyecek kadar sadık bir attı. Burada
bırakamazdık." demişti. Koen bekleyen adamlara ve ona doğru gelen
Jeniske'ye baktı. Atına atladı. Gözlerini fırtınanın dindiği ama havanın hala
griliğini bırakmadığı Dağa çevirdi. Burası artık ona yabancı gelmiyordu. Sanki
sadece eksikleri var gibiydi. Atının yularına asıldı ve ayağıyla vurduğunda at
koşmaya başlamıştı. Yolu biliyor gibi atı sürmeye başlamıştı. Diğerleri
arkasından yetişmek için hızlanmıştı. Aşağı doğru iniyordu. Buraları biliyordu.
Topraktan gelen o koku yabancıydı. Kan kokusu buraya ait değildi ama burası
onun eviydi. Daha önce üçüncü savunma hattı olarak kullanılan kabilelerin
birleştiği yere o kadar hızlı varmıştı ki atı soluk soluğa kalmıştı. Trajedinin
boyutu ile o zaman karşılaşmıştı. Hâkim tepeden aşağı doğru baktığında kurulu
kamp alanında insanlar vardı ancak daha ileride oyulmaya başlanmış ev
darmaduman olmuş madenleri gördü. Kaşları çatılmıştı. Atının yularını tutup
aşağı doğru inmeye başlamıştı. Kampa yaklaşırken bir boru sesi duydu. O aynı
sesti. Kampa birileri yaklaştığında öten o haber borusu. Sesi hala aynıydı.
Jeniske ve diğerleri ona yetişmişti. Koen kamp sınırına geldiğinde bir grup adam
ona bakıyordu. Koen gözlerini kıstı. "Koruyucu kılıçları taşıyorlar!"
demişti. Jeniske atından indi. Onun da inmesini bekledi. "Hisar'dan
kurtarabildikleri bunlar." demişti. Koen kaşları çatılmış halde askerlere
baktı. "Onlar koruyucu olmayı hak edecek ne yaptı ki?" demişti.
Jeniske onun dürtülerinin uyandığını fark etmişti. "Dağı koruyorlar Koen.
Bu kadar gaddar eleştirme." demişti. Koen göz ucu ile heyecanla gelenleri
karşılayan adamlara baktı. "Koruyucu kılıcını almak onur işidir. Bunu
sende çok iyi biliyorsun. Bir zafer kazanmalı ve ilk damganı almalısın. Bu
adamlara damga kuralını dahi öğretmeden onlara atalarımızın şerefini mi verdin.
Bu çok aptalca!" demişti. Jeniske onun neden huysuz davrandığını anlamaya çabalıyordu.
Koen birden dikilen bir gencin üstüne doğru gitti. Burun buruna durduklarında
Koen onun belinde asılı olan hançeri çekip aldı. "Bu Klan lideri
tarafından bana verilen ikili hançerin eşi. Peki diğeri kimde?" demişti.
Birisi belindeki hançeri tutup öne doğru çıktı. "Bende ve bu Karga lider
tarafından bana verildi." demişti. Jeniske onun neden huzursuz olduğunu
anlamış ve gülmüştü. Koen ona doğru hızla adım attı ve bir yumrukla onu geriye
doğru itip belindeki hançeri aldı. Sağ ve sol bacağına sarılı olan iki hançer
kabzasından gümüşten özel dövüle hançerleri çekip onlara doğru attı. Yerine
kendi eski yüz yıllardır bu dağda korunmuş hançerlerini taktı. İki koruyucuda
şaşkındı. Jeniske omuz silkti. "Biliyorsunuz ki o hançer üç yüzden adamın
canın aldı. Onun için kıymetli." demişti. Koen onun dediklerini duyunca
döndü. "Bunlar mirasımızdır." demişti. İçeri doğru yürürken Koen eski
kamp alanına hiç benzemeyen yerleşkeye bakıyordu. Klan liderlerinin kaldığı
merkezde komuta çadırları vardı. Hepsi madenlerden çalınmış ve buradaki çoğu
kişi madenlerde çalışan insanlardan oluşuyordu. Koen etrafına baktı.
"Sanki o çadırın içinde..." Jeniske onun sözünü bitirmesine izin
vermedi. "Maalesef Koen. Hiç kimse artık yaşamıyor onlardan. Sadece sen ve
ben..." demişti. Koen bunu duyunca yutkundu. "Biliyorum sadece oradan
çıkacaklar ve zırhlarına vurup zafer için maniler bağıracaklar gibi
geldi." demişti. Jeniske derin bir nefes aldı. "Karnın acıkmış
olmalı. Çoktan yemek hazırdır. Girelim mi?" demişti. Çadıra doğru yürüyüp
kapı perdesini kaldırmış ve onu beklemişti.
Bölüm Sekiz
Ölüm ve Uyku
"Sözlerle
sarf edilen şey gerçek değildir. Eğer bir şeyin gerçek olması ve onun
hissedilmesini istiyorsan o zaman yaşatacaksın. Yaşamak bu yüzden önemli Koen.
Eğer sen bir şeyi yaşatmak istiyorsan yaşamak zorundasın. Bir şeylerin sadece
sözlerden ibaret olmadığını bilmelerini istiyorsan bunu yapmak zorundasın. Sevgi
ve nefrette böyle bir şey. Sadece sözlerde bulunan nefret gerçek değildir.
Sadece sözlerle sarf edilen sevgi gerçek değildir. " Jeniske bunları
söylerken büyük masadaki parşömenleri karıştırıyordu. Koen oturduğu yerden
çadırı inceliyordu. Baş başa yemek yemişlerdi. Bir tahta benzeyen taştan
oyulmuş yer vardı. Köşede tek kişilik yatak ve bir yemek masası. Yer bomboştu.
Oturduğu sandalyeden Jeniske'nin ne aradığını anlamaya çalışırken sormuştu ona.
"Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye. Jeniske ona cevap vermekle meşgulken
bir yandan hala o dağınıklık içinde bir şeyler arıyordu. Zırhı çıkınca üstünde
simsiyah sallanan bir cübbe kalmıştı. İnce beyaz gömleğinin rengi artık gri ve
saçları yağlıydı. Gözleri yorgundu.
"Peki Jeniske nefret ve sevgiyi nasıl sözlerin ötesine bir eyleme çevirmek
istiyorsun?" Jeniske bu soruyu bekliyor gibi dönmüştü. "Nefret ve
sevgi aynı şeydir Koen. İkisi de uç noktalarda zehirli duygulardır. Eğer birisi
ağır basarsa siyah ya da beyaz olmak zorunda kalırsın. Ben ikisini de dengede
tutmak istiyorum. Gücü sağlayan şey bunlardır. Gücün dengede olmasını sağlayan
şeylerdir. " dedi. Koen onun bir felsefeci gibi konuşmasını hayranlıkla
izliyordu. Tıpkı alimler gibi konuşuyor ve her kelimesi net şekilde
dudaklarından dökülüyordu. "Sen bu nefreti ve sevgiyi nasıl dengede
tutuyorsun?" demişti. Jeniske bulduğu kâğıda baktı ve onu özenle boşattığı
yere açtı. "Buraya gel görmeni istediğim bir şey var!" demişti. Koen
oturduğu sandalyeden kalkıp yanına doğru yürüdü. Bir harita idi masada açılı
olan. Derinin üzerine dövülerek işlemiş eski bir harita. Hisar’ın
haritacılarının çizdiğinden bambaşka bir harita idi. Dar boğaz denilen bir yer
vardı. Haritanın en üstünde ise. "Sen ve ben daha bu dünyada var
olmamışken bu dar boğazın ötesinde bir öykü anlatılırmış. Bir Beyaz Gelincik ve
Kara Kurt öyküsü. Rahom ve Bir Ung Prensinden söz edilirmiş. Rahom ‘un öyküsünü
bilir misin?" demişti. Dar boğazın ötesi bilinmeyen bir dünya idi. Koen
başını iki yana salladı. "Daha önce duymadım." dedi. Jeniske elini
haritaya sürdü ve yanında duran adama baktı. "Bu haritayı oraları gören
bir keşiş çizmiş. Ve bir öyküden söz etmiş. Saf sevgi ve saf nefret. "
Koen gözleri büyülenmiş gibi kocaman açılmış ona bakıyordu. "Rahom sevginin
ve nefretin ne demek olduğunu bilmeyen insanlardan uzakta yaşayan bir bilge
imiş. Kara Kurt ise saf nefreti içinde taşıyan bir savaşçı imiş. İşgal ettiği
topraklarda yaşayan tek bir canlı bırakmayacak kadar güçlü bir yarı tanrı imiş.
Rahomla yolları kesişip onu gördüğünde nefretini söndüren bir güzellik ile
karşılaştığını anlamış. Ona öyle saf âşık olmuş ki nefretini dengeleyen bu
kişinin dünyada en güçlü ve büyük kişi olmasını istemiş. Ve içinde gizlediği
tutkuyu dışarı çıkartması için Dar Boğazın ötesinde büyük bir maceraya
atılmışlar. Ne olursa olsun ona dünyayı öğretecek ve sevginin anlamını
bulacaklardı. Rahom ve ikisi kanlı savaşlara girmiş ve nefretlerini arttırıp
tanrılara kadar nefretleri uzanmış. İkisi de çok güçlü ve yenilmezmiş. Ama asıl
onları sonsuza dek bir arada tutan ve bu gücü sağlayan şeyin nefret olmadığını
sadece tanrılar görmüş. Rahom ve Savaşçı birbirlerine öyle aşıklarmış ki bu aşk
ikisinin de içindeki nefreti dengeleyecek ve birer yaratık olmaktan kurtaracak
kadar güçlü imiş. Rahom'u görenler onun saf güzelliğine hayran kalırken
savaşçıyı görenler onun acımasız gücüne hayran kalıyormuş. Birisi siyah birisi
beyazmış. Ve ikisi bir araya geldiklerinde siyah ve beyazın dengesi ile
gittikleri yere ölümle beraber özgürlük getiriyorlarmış. Savaştıkları kişiler
saf nefretin tohumları olmaya başlamış ve bir gün bu savaşı sonsuza dek
kazandıklarında tanrılar ikisine öyle hayran kalmış ki onlara ölümsüzlükle
beraber yanlarında bir saray verip göklere davet etmişler. Dünyada
göremeyecekleri serveti ve gücü sunmuşlar. Fakat birisi iyiliği birisi kötülüğü
yaşatmaya çalışacakmış. Fakat onlar kabul etmemiş. İnsanların bizlerin
dünyasında kalıp burada gece ve gündüzün dengesi olmak istemişler.
Prenslikleri, sarayları reddedip sevgilerini büyütmek istemişler. Tanrılar yine
hayran kalmış. İkisinin gücü dengede tutmak için bir arada kalma arzusuna
hayran kalıp onlara huzurlu ve birlikte uzun bir hayat vermişler. Ve bu masal
öyle büyümüş ki bu haritayı çizen keşiş bu masalı buraya getirmiş. Dağlara kadar
taşımış öyküyü. Gücün dengede olması gerektiğini ve bunun sadece siyah ve
beyazın nefret ve sevgiyle yani ikisini bir arada tutan aşkla bir araya gelmesi
ile mümkün olacağını anlatmış. Bu keşiş bu masalı kimse unutmasın diye bu
haritadan kopyalar yapıp arkasına yazmış. Çünkü ona Dar boğazın ardından bu
öyküyü taşıması için bu masalın unutulmaması için bir görev verilmiş."
dedi ve haritayı çevirip arkasındaki antik yazıyı gösterdi. Koen hayranlıkla
yazıya bakıyordu. "Onların dengesini sağlayan şey aşk mı olmuş yani?"
dedi. Jeniske başını salladı. "Sevgi ve nefret çok güçlüdür. Ama tek
başına bir insanı öldürebilir. Binlerce insanı felakete sürükleyebilir. Fakat
ikisinin bir arada olması mucizeler yaratıp tanrıların bile kıskanacağı bir
dünya yaratmayı sağlar." Koen bunu duyunca ona döndü. "Peki tanrılar
kıskanıp onları yok etmek istememiş mi? Ayrı koymak ve bu dengenin iki fani
için uygun olmadığını söylememişler mi?" dedi. Jeniske gülümsedi. Ona
doğru bir adım attı. "Tanrılar insanları onlara hizmet etsin diye
yaratmadı Koen. Bu dünya üzerinde var olan enerjiyi dengede tutmaları için
yarattı. Ve bunu başaranı ödüllendirmek isterler. Hisar bunu başaracağını
söyledi. Fakat yüz yıllardır güç dengesini kendi elinde toplama çabasına girdi.
Her krallığın altında yatan güç bir kişinin kontrol edemeyeceği kadar büyük.
Tıpkı benim bu dağı kontrol edemeyeceğim gibi. " demişti. Koen ona bakıp
kalmıştı. "Peki senin tarafın ne Jeniske? Nefret mi? Sevgi mi?" dedi.
Jeniske gülümsedi. "Nefret Koen. Ben bu dünya ve bu insanlardan onların
aptallıklarından nefret ettim. Onların anlayışsızlığından, hor görmelerinden
nefret ettim hep. Üç yüz yıl önce de nefret ettim. Şimdide nefret
ediyorum." dedi. Koen ona biraz daha yaklaşan Jeniske'nin gözlerine bakmak
için başını kaldırmıştı. "Ben sevgi mi oluyorum?" dedi. Jeniske
başını kaldırıp gülümsedi. "Saf ve masum sevgi senin doğanda var Koen. Bu
kadar acımasız olmanın sebebi senin sevgini har görmeleri oldu. Sevdiğin
insanlar için ölümü bile göze aldın. Sevdiğin insan senden uzaklaşınca kendini
tatmin etmek için öldürmeyi seçtin. Sevgi de nefret kadar tehlikeli ve aslında
onunla aynı tohumdan filizleniyor." demişti. Koen şaşkındı. Jeniske
gittiği için koruyucu olduğu gerçeği aklına gelmişti. Başkalarının hayatlarının
koruma çabasını düşündü. Ve bunun için can almak... "Biz bir arada olursak
Koen bu dağın dengesini koruyup onu kullanıp gerçek dengeyi sağlayabiliriz. Dağ
nefret ve korku dolu. Ben de nefret ve korku doluyum. Bu yüzden seni bekledim.
Bu yüzden hiçbir şey yapmadan dönmeni bekledim. Çünkü beni durdurabilecekte harekete
geçirebilecekte tek kişi sensin." demişti. Koen öylece kalmıştı. Bir eli
ile masadan tutunuyordu. Burun buruna geldiği adama bakıp kalmıştı.
"Tanrılar bu dengeyi kadın ve erkek arasında kurdu Jeniske. Ben sanmıyorum
ki..." Jeniske onun dudaklarına bir santim uzaktı.
"Rahom bir erkekti. Ve savaşçı da öyle. Onları kabul ettiler Koen.
Tanrılardan korkma. Onlara ibadet et ama korkma. Onlar bizleri birer ruh olarak
görüyor. İnsanların koyduğu cinsiyetler içinde görmüyor. Onlar sadece bizi
birer ruh olarak görüyor..." demişti. Koen dudaklarında hissettiği
dudaklarla gözlerini kapatmıştı. Bu sıcaklık hep çok yakın gibiydi. Hep tanıdık
gibiydi ama sanki yüz yıllar öncesine aitti. Gözlerini açtığında Jeniske ona
bakıyordu. "Korkmana gerek yok Koen. Ben burada olacağım. Ve bir kez daha
ölmene izin vermeyeceğim. Eğer yaralanırsan orada olup yaralarını kapatacağım.
Ağlarsan göz yaşlarını silmek için orada olacağım. Lütfen benden uzak kalma.
Ben seni yüz yıllarca tekrar görmek için bekledim. Beni kendinden
uzaklaştırmandan korkuyorum ve bunu yapma." dedi. Koen adeta ruhunu gören
adama bakıp kalmıştı. Nedensizce gözleri dolmuştu. Boğazına düğümlenen sözcükler
vardı. "Sadece zaman ver..." demişti. Jeniske gülümsedi.
"İstediğin kadar. Seni yüz yıllarca bekledim yine beklerim. Bu kurduğum
savaş oyunu sadece seni tekrar kazanmak için. Ve ben bu savaşı kazandığımda
seni tekrar kazanacağım. Bunca insana sadece sana tekrar ulaşmak için yardım
ediyorum. Onlar sana giden yolun taşları Koen. Yüz yıllar önce bu taşlar yok
olup gitti. Ama şimdi buna izin vermeyeceğim. Yarım kalmışlıkların hepsini
tamamlayacağım. Her şeyi seni tekrar gülümserken görmek için düzelteceğim. Sen
benimle olursan ve bu yolda sana ulaşmama izin verirsen her şey daha güzel
olacak." dedi. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Bu kadar çok sevilmek... Bu
sevgiyi ona nasıl bin ateş unutturmuştu. Nasıl üç yüz yıl onun bu sevgiyi
unutmasına neden olmuştu? Elini masadan çekip uzattı. Jeniske'nin saçlarına
dokunmuştu. Yumuşak ve düz kuzguni saçları okşadı. "Sadece anlamam için zamma
ver bana. Sana ve nefretine eş olmama için görmeme izin ver bir şeyleri. "
demişti. Jeniske buruk bir gülümseme ile baktı. "Üç Tanrı Dağının alimleri
bir şeyleri anlamak için zamana değil hatırlamaya ihtiyaç olduğunu söyler Koen.
Burada gördüğün bütün her şey sana bir şeyleri hatırlatacak. Seni yalnız
bırakacağım. Sadece bir defa adımı söylemen yeterli. O zaman hemen yanında
olacağım." demişti. Koen başını salladı. Jeniske tekrar haritaya bakmaya
başlamıştı. Koen o saatten sonra konuşmamıştı. Biraz oturmuş ardından oturduğu yerde
gözleri kapanmıştı. Gün bitiyor ve Koen yorgunca uyuyakalmıştı masanın başında.
Kollarını birleştirmiş Jeniske'yi izlerken başını kollarına düşüp uyuyup
kalmıştı. Bir ara gözleri aralandığında bir kadının sesini duymuştu. Birkaç
kişi daha vardı. Uyandığını belli etmeden dinlemeye başladı konuşanları.
"Haber alamayacaklar ve bir kişi daha gönderecekler. Buna ne kadar devam
etmemiz gerekecek. Onun adamlarımızı öldürdüğünü gördüler. Buna göre
şekillenecekler. Bize saldırmadan harekete geçmemiz gerek artık!" yabancı
bir erkeğin sesiydi bu. Uyuyakaldığı yer artık masa değildi. Daha yumuşak ve
sıcak bir yerdi. O tek kişilik kurulu yatakta yattığını düşündü.
"Olmaz! Bu dağa çıkacak kadar cesur değiller. Ve bizde inecek kadar henüz
güçlü değiliz. Frange Krallığını riske atar ve bütün oyunu bozup
destekçilerimizi kaybedebiliriz. "Kadın bunları söylemiş ve ardından sessizlik
olmuştu. Ayak sesleri vardı etrafta. "Tilki Koen'in nasıl gaddar ve
acımasız bir suikastçı olduğunu herkes bilir. Avını asla kaçırmayan ve asla
kaybetmeyen. Onun bu avda başarısız olduğunu düşündüklerinden Hisar bir orduyu
buraya gönderecek." dedi. Aynı erkek daha sert konuşuyor ve etrafta
geziniyordu. "Biraz daha sakin olmalısın Aiken. Aceleci olursak bu
planların hepsini bozar. Karga Lider senin planın ne? Neden sessizce sadece
diniliyorsun?" Kadının sesi oldukça naif ve yatıştırıcıydı. "Aslında
Aiken haklı. Buraya bir ordu gönderecekler. Ancak bu Frange ordusu olacak
muhtemelen. O yüzden sadece bekleyip ilk hamlelerini yapma hakkını onlara
vermeliyiz." Jeniske oldukça sakin konuşuyordu. Koen onların savaş
planları hakkında konuştuğunu anlamıştı. Dinlemeye devam ediyordu. "Qufang
Krallığı henüz bizim tarafımıza geçecek kadar hazır değil. Eğer Frange ordu
göndermek zorunda kalırsa Qufang'da göndermek zorunda kalacak. Bu durumda ilk
yapmamız gereken orada işleri hızlandırmak." diye ekledi Jeniske. Koen
Frange ile sınır krallık olan Qufang 'ı anımsadı. İç siyaseti oldukça karışık
durumdaydı. Kadın'ın sesi tekrar duyuldu. "Biliyorsunuz ki orada işler çok
karışık durumda. Qufang prensinin hastalığı ve annesinin yönetimde olması
durumu ciddi anlamda zorlaştırıyor. Prensin iyileşmesi ve annesinin tahttan
çekilmesi gerek. Ancak o zaman beni kral eli olarak dikkate alacak. Onu
pençemin içine aldım. Fakat sürekli olarak hastalığı kötüye gidiyor. Annesinin
onu zehirlediğini kanıtlayamaz isem. Qufang ciddi bir tehlike olacak.
Zindanlarında saklı gücü siz biliyorsunuz. " demişti. Jeniske derin bir iç
çekti. "Durumu biliyorum Saisa. Ancak işleri hızlandırmak zorundayız.
" dedi. Tavi'nin sesi duyuldu. "Prens ölürse işler daha da
kolaylaşır. Saisa sen bir hekimsin. Onu sessizce öldürebilirsin. Prensin
ölümünden kraliçe suçlanır ve iç kargaşada prens yanlısı adamların tahtı ele
geçirip bizim tarafımızda durursa Hisar iç kargaşanın sonucu devrim olduğunu
düşünecek. Ve senin onlara yazacağın durumu kontrol altına alıp yeni bir prensi
tahta çıkaracağını söylersin. Birkaç ay içinde bu problem ortadan kalkabilir.
Fakat hala Hisar’ın bu tarafa yaklaşmaması gerekiyor. Eğer buraya yeni bir
denetimci yollarsa bu bizi zor duruma sokar." demişti. Bir süre sessizlik
oldu. "Prensi öldüremem. Onu koruyacağıma söz verdim. " demişti
Saisa. Yabancı erkeğin sesi yükselmişti. "Yapma ama. Bu sadece görev
amaçlı bir işti. Sen bunun için eğitildin. İşin dengeyi sağlamak. Aptal bir
hasta prens senin engelin olamaz." dedi. Saisa kaşları çatık duruyordu.
Yatağa çok yakındı. Koen onun yürüdüğünü duyuyordu. "Bunu konuştuk. Prens
ve ben bu işte ortağız. Onun özgür ordusu ve krallığı için girdim bu işe.
Teklifiniz onun hayalleri ve isteklerini geriye itiyor. Onun yerine kraliçenin
prensi zehirlediğini ortaya çıkarıp devrim yapmayı tercih ederim. Daha uzun ama
prense verdiğiniz sözü tutmanızı sağlar değil mi?" demişti. "Saisa
haklı. O bize ordusunu verirken bizde ona özgür krallığının sözünü verdik.
Qufang'ın iç kargaşasını önümüzdeki ay içinde çözmek zorundasın Saisa. Yoksa
Tavi'nin planını uygulamak zorunda kalırız. Bir prens için bütün planı riske
atamam. Ondan daha değerli savaşçılar ve korumamız gereken kişiler var."
Jeniske bunları söyledikten sonra yatağa doğru çevirmişti başını. "Korumak
istemenin nedenini anılıyorum. Ancak biraz daha elini hızlı tutmazsan bu iş
benden ve bizden çıkacak. Hisar'ın denetimci göndermesi riskini göze alamayacak
kadar ilerledik." Tavi bunu eklerken oraya doğru yürümüştü. Saisa'nın
düzensiz nefesini hissediyordu Koen. Sanki korku ve çaresizlik vardı. Onun
yaydığı gergin enerji vücuduna akıyordu adeta. Midesine vuran ağrı ile birden
öksürerek yatakta doğrulmuştu. Öksürükle beraber gelen kan ağzına bastığı
elinin parmakları arasından fışkırmıştı. Boğuk öksürüğü devam ederken kadının
sarı gözlerini görmüştü. Ona bakan ve bir şeyler söylerken müdahale etmeye
çabalayan kanın dedikleri çok boğuktu.
"Biraz su..." demişti. Elini ağzından çekerken. Bu yaşanılan şeyin ne
olduğunu bilmiyordu ama kalbi azıyordu adeta. Uzatılan suyu alıp içmek
istediğinde ikinci öksürük ile acıyla kıvranmıştı. Kadının elini hızla
iteklemişti. Suyu bırakıp iki büklüm olup başını yatağa dayayıp öksürürken
kalbinin kadın dokundukça parçalandığını hissediyordu.
"Uzaklaş..." demişti nefesini toplayıp. Kadını uzak tutmak ister gibi
elini ona doğrultmuştu. Bir süre öksürdü ve ardından boğazından ağzına süzülen
ılıklık yatağa akmaya başladığında nefes alabilir hale gelmişti. Kan dizlerine
ve yatağa akarken doğrulup nefes almak için dudaklarını aralamıştı.
"Koen?" demişti Jeniske oraya doğru yürürken. Koen kalbinin çok hızlı
attığını hissediyordu. Her şey olması gerektiğinden yavaştı sanki. İki kalbin
atış sesini hissediyordu. Dudaklarını araladığında ellerini saçlarının arasına
sokmuştu. Attığı çığlık o kadar keskindi ki kulakları sağır edecek gibiydi.
Boğazını dolduran kanın tadını hissediyor ve çığlığı boğuluyordu adeta.
"Koen!" ağzına kapanan elle kalmıştı öylece. Nefesi kesilmiş her şey
durmuştu sanki. Jeniske'nin sesi değildi bu. Bambaşka birisinin sesiydi.
"Doğru değil!" ses devam ederken bulanık bir görüntü görüyordu.
Yansımasına bakmak gibi gelmişti bu görüntü. Yaralı ve çıplak bir beden vardı
karşısında. "Kalbin doğru yerde değil ve acıtıyor." demişti hırıltılı
ses. Öylece kalmıştı. Nefesi kesildikçe daha kötü hissediyordu. "Kalbin
doğru yerde değil ve bu acıtıyor." diye tekrar etmişti ses. "Kendine
yalan söylemeye devam edersen daha kötü olacak her şey. Kabul et!" demişti
ses. Göğsünde bir acı hissediyordu. Gözlerini göğsüne çevirince karşısındaki
kişinin kirli elinin göğsüne girdiğini gördü. Öylece kalmıştı. Dudakları
aralandı ve elin geri çekildiğini hissetmişti. "Hepsini öldürmen
gerekiyor. Yoksa daha çok acıyacak." demişti. Sesin son söylediği şey o
kadar dağınık gelmişti ki kulaklarına. Geriye doğru düştüğünü hissetmişti.
Kalbi durmuş gibiydi. Her şey eski hızına dönmüş ve kadının panikle göğsüne
baskı yaptığını hissediyordu. Gözlerinden sıcak ve ılık yaşların süzüldüğünü
görüyordu. Duyuyordu kadının dediklerini. "Kalbi durdu!" diye
bağırdığını duyuyor ve git gide ses yankıda kaybolup görüntüler siliniyordu.
Kalbinin durmadığını biliyordu. Attığını hissediyordu. Ağzını dolduran kanın
yoğun tadı midesini daha kötü yapıyordu. Kalbinin attığını söylemek istiyordu
ama bedeni ona itaat etmiyor ve hareketsizde duruyordu. Gözlerini açmak istedi.
Açılmıyordu. Ama her şeyi duyuyordu.
"Neler oluyor?" diye bağıran Jeniske'nin sesini duymuştu. Kadın
panikle nefes alıp kalbine bastırmaya devam ediyordu. "Çantam!"
demişti. Bir şeyler isterken emirler yağdırıyor ve durmuş olduğunu düşündüğü
kalbi tekrar tekrar çalıştırmak için sertçe vuruyordu. Kaburgasını çatladığını
hissediyordu. Ciğerleri inip kalkmıyordu. Nefessiz kaldığını hissediyordu ancak
ölüyormuş gibi değildi. Sadece onlara susmalarını ve uyuması gerektiğini
söylemek istedi. Birden boğazına kadar giren parmaklarla kaslarını kasılıp
gevşemesi ile ağzını dolduran kanın midesindeki her şeyle çıktığını hissetti.
Birisi zorla ciğerlerine hava üflüyordu. O anda beyninde bir ses duydu.
"güm" ardından ses devam etti. "güm... güm..." bir tempo
ile atarken ciğerlerinin yandığını hissetti. Başındaki o bulanıklık dağılıyor
ve ciğerlerinin inip kalkarken çıkardığı hırıltılı sesi duyuyordu. Gözlerini
araladı. Çok yoğun bir ışık hissediyordu. Acıyla tekrar kapatmıştı. Uyumak
istiyordu. İstedikleri gibi kalbi atmaya başladığı için onu rahat
bıraktıklarını düşündü. Bütün bedeni hissizleşmiş ve etraf sessizleşmişti.
Uyumak için mükemmel fırsattı.
Bölüm Dokuz
Gümüş Yüzük
Yaşlanmış
bir ruhun genç bir bedense sıkışması zordu. O gece Koen aslında kendi bedenin
özlemi ile hastalanmıştı. Üç yüz yıllık yükün bu genç ve toy bedene binmesi onu
iflasa sürüklüyordu. Saisa onun kalbinin yavaşladığını ve durduğunu fark ettiğinde
onu ölümden döndürmüştü ama bu geçici bir çare idi. Ruhu ve bedenin uyumsuzluğu
bu gücün ve yaşanmışlığın altından kalkamamasına neden oluyordu. Dağın mühürlü
kara enerjisini zamanında taşıyan güçlü bedenin yerinde şimdi uyanan gücün
altında ezilen bir beden vardı. Onu uykuda tutmak biraz olsun kalbinin yükünü
azaltıyordu. Saisa tütsüler ve otlarla onu uykuya yatırmıştı. Ve çözüm
arıyordu. Hisar tarafından yetiştirilen iyi bir şifacıydı. Bu yer yüzünde olan
bütün hastalıkları ve çarelerini öğrenmişti. Ancak bir kalbin bir bedeni
reddettiğini ilk defa görüyordu. Gücün altında ezilen kalp çatlamamak için
yavaşlıyor ve bedenin yavaş yavaş ölmesine sebep oluyordu. Düşünüyordu. Kara
kara düşünüyor ve bu hastalığa benzer hastalıkların çözüm yollarından bir çıkar
yol bulmaya çabalıyordu. Jeniske'ye olan vefa borcunun ağırlığını şimdi
omuzlarında hissediyordu.
Oturduğu
yerde önündeki kitapları sinirle sağa sola attı ve ayağa kalktı. "Saçmalık
bu. Bir çözüm var ama nerde olduğunu bilecek kadar zamanımız yok!" diye
bağırmıştı. İçeri giren kişi gençten bir kızdı. Korku ile delirmiş gibi etrafı
dağıtan kadına baktı. Elinde yemek tepsisi vardı. Sinirle olduğu yerde
dolaşmaya başladı. Gelen kız ona bakıyordu.
"Hanımım!" demişti. Saisa ona bakmıştı. Kız elindeki tepsiyi ve
yemeği gösterdi. "Yemeğinizi yemeniz gerek. Bir süredir burada kapalı
durumdasınız. Sizi merak eden kişiler var. Günlerdir orada el yazmalarının
içindesiniz. Sıcak bir banyo hazırlayacağım sizin için." demişti. Saisa
kaç gün olduğunu bilmiyordu. Arada bir Koen'in durumunu kontrol etmek için
çadırdan çıkıp geri dönüyordu. Krallığına dönemiyordu. Bu da büyük sıkıntıydı.
Kraliçe'nin iktidara geçmesi an meselesiydi. Yorgunca başını salladı.
"Yıkanmak iyi gelebilir. Sen suyu hazırla. Ben bir Karga Liderin çadırına
gidip geleceğim!" dedi ve çıktı. Gün hala aydınlıktı ve oraya hızla
gitmişti. Kimseyle iletişim kurmak istemeyerek. İzin alıp içeri girdiğinde
Jeniske yalnızdı. Koen'in birkaç gündür bilinci kapalıydı.
"Uyandı
mı hiç?" demişti. Jeniske başını yavaşça sallayıp oturduğu yerden kalktı.
"Kendini çok fazla hırpaladığını duydum. Kısa zaman içinde geri dağdan
inmen gerek. Yokluğun göze batmaya başlıyormuş diye haberler aldım." dedi.
Saisa uyuyan Koen'in yanına doğru yürüdü. Nabzını ve nefes alışını kontrol
etmeye başladı. Kalbi hala normale göre yavaş atıyor ve bedeni buz gibiydi.
"Onun iyileşmesi için bildiğimin daha üstünde bir şifacılık gerekecek.
Belki onu Frange'ye indirmek daha doğru olur. Burada pek de yeterli imkanlar
yok!" demişti. Jeniske bunu duyunca gerilmişti birden. "Dağdan onu
indirmek tehlikeli olur. Bir süre daha burada dengeyi sağlamak için kalmam
gerek!" dedi. Saisa ona bakmıştı. "Tavi'ye güveniyorsunuz. O
Frange'nin yönetiminde en güçlü kişi. Onu oraya götürmek durumu için daha iyi
olur. Burada sadece birkaç gün daha uyuyarak nefes almasını sağlamış oluruz.
Sizin gelmenize gerek yok. Tavi'nin yetiştirdiği çok güçlü bir şifacı olduğunu
biliyorsunuz. O benim bildiğimden daha fazlasını biliyordur." demişti.
Jeniske ona bakıyordu. Kaşları çatık ve gözleri derindi. Saisa ayağa kalkmıştı.
"Jeniske..." demişti. Ona ismiyle hitap etmek yasaktı. Bu delinmemesi
gereken bir kural iken bazı yakın olduğu insanlar bu ismi telaffuz edebilirdi.
"Ona
değer verdiğini görüyorum. Günlerdir sende canla başla çabalıyorsun. Bunca
zahmet bu kamp onun unuttuklarını geri hatırlaması için yapıldı. Şimdi sadece
ufak bir risk almak yerine onu kaybetmeyi göze alma. Benim sana borçlu olduğu
şeyler var. Bunlardan en önemlisi ise beni evimde bekleyen oğlum. O yüzden lütfen
beni dinle ve onu Tavi ile Frange'ye gönder. Burada ölümünü izlemeye devam
etmekten başka şansın yok." demişti. Saisa onun için iyi bir arkadaştı.
Müttefik toplamak için Qufang'a inmişti ve bir kadının ölmek üzere olan
çocuğunu kurtarmıştı. O kişinin Kraliyetin şifacısı olması ise bambaşka bir yol
açmıştı ona. Saisa zeki ve yetenekli bir kadındı. Qufang'ın yönetimindeki
prensi avucunun içinde tutan başarılı bir kadındı. Tek sorunu ise ondan nefret
eden kraliçe idi. Onun dışında krallığının yönetiminde herkesi etkileyecek
kadar güzel ve zekiydi. Hisar tarafından yetiştirilen yetenekli çocuklardan
birisiydi. Sırları vardı ve bunlar yüzünden Hisar'dan nefret ediyordu. Hisar'ın
emrinde çalışan kişilerin çocuk sahibi olup evlenmesi yasaktı. Ve o ilk ve tek aşkını
Hisar yüzünden kaybetmişti. Ondan arda kalan çocuğu ise şehirde sıradan bir
çocuk olarak yaşlı bir kadının yanında büyüyordu. Onu çok göremez ve
konuşamazdı. Ama oğlu olanları bilen akıllı bir çocuk olarak yetişiyordu. Saisa
oğlunun hasta olduğunu öğrendiğinde her şey için geç kalınmıştı. Çocuk yüksek
ateş içinde ölüme giderken Jeniske onu kurtarmış ve bunu Saisa'nın oğlu
olduğunu bilmeden önce yapmıştı.
"Siz bana hayatımın tek değerli incisini koruyup kurtardınız. Bundan sonra
benim yaşamım size ve sizin ideallerinize ait." demişti o gün. O günden
sonra Qufang bir tehdit değil erzak ve ilaçları takviye ettikleri bir krallık
olmuştu. Kraliçe gece terörleri ile zayıf düşürülüp hasta edilirken Prensin
zehirlendiğini fark etmişti Saisa ve zehrin ne olduğunu çözene kadar kraliçenin
ölmemesi gerektiğini düşünmüştü. Bu yüzden Jeniske onu yaşatmaya karar
vermişti. Üç Tanrı dağının eteklerinde en yakın ve güçlü olan iki krallık
Jeniske'nin emrine girmişti. Hisar bunlardan habersiz sadece madenleri korumak
için birkaç suikastçı ve gözlemci göndermişti. Onların güvendiği herkes Jeniske
için çalışan kişilerdi. Ve ölüme gitmişlerdi.
"Hisar'ı
kışkırtmazsak onu asla buraya göndermeyecekler. Onu göndermeleri için hepsini
öldüreceğiz. Unutmayın onlar bir insandan farklı. Sadece öldürmeye odaklı
katiller. Gerçekten ruhları bile yok!" Saisa bunu hatırlıyordu. Qufang'a
gelen kişinin gece yarısı öldürülüp dağa atılmasını sağladığı günde
hatırlamıştı. Ölümü hayatının felsefesi yapmış bu katillerden farklı olan kişi
Koen idi. İçinde taşıdığı gerçek özü onu hala bir insan ve sıradan bir ruh
yapıyordu. Onu gördüğünde yüzündeki ifadeyi unutamıyordu. Korku... Korku vardı
yüzünde. Bu insana özgü özel bir duyguydu. Ve o henüz diğerlerine göre gençti.
Yirmilerindeydi... Derin bir nefes aldı. Sıcak su vücudunuzda düşünceleri gibi
gevşetiyordu.
"Sanırım en iyisi bu olacak!" demişti. İçeri giren Tavi ile göz göze
geldiğinde. Tavi ona baktı ve yavaşça yanına doğru yürüdü. "Yetiştirdiğim
şifacı onun için çözüm bulacak. Verdiğin karar çok doğru. Peki Karga Lider'i
nasıl ikna ettin?" derken sorgulayıcı idi. Tavi hala Koen'in iyi bir silah
olduğunu düşünüyordu. Saisa'nın fark ettiğini fark edemeyecek kadar savaşçı ve
gaddardı. Onun kadar ince düşünemezdi. Sonuçta birisi kralın eli diğeri ise şifacı
idi. Birisi insanları kast sisteminde uzaktan tutarken diğeri insanların
yaralarına bakmak zorundaydı.
"Sanırım ona bunun en doğru şey olacağını söyledim. Sonuçta bende iyi bir
şifacıyım. Sadece büyü yapacak yeteneği olmayan sıradan bir insan olduğum için
çözümün bende olmadığını anladı." dedi. Tavi ona baktı. Gözlerini kısıp
kollarını birleştirmişti.
"Yaşlı bir adama göre çok düşünüyorsun. Daha fazla yaşamak için daha az
düşünmen gerek. Konu liderimiz olunca bunu tavsiye ederim." diye eklemişti
Saisa. Tahta küvetten çıkmıştı. Çıplak bedeninden sular damlayarak ilerlerken
hizmetçi hemen bornozunu vermişti üstüne.
"Saisa iyi bir şifacı olman onu ikna edecek değil. Biraz daha gerçekleri
konuşalım mı?" demişti. Saisa güldü. Masaya doğru yürümüştü. "Bence
ikna ediciydi. Muhtemelen onunla aramızda var olan özel bağı çözmeyi
istiyorsun. Merak etme Tavi onunla yatmıyorum. O ne kadar uzun yaşamış olmada
hala benden genç duruyor. Ve şunu unutma ben ona oğlunun canını borçlu bir
anneyim. Ona en fazla iyi bir dost olabilirim." demişti. Tavi gözlerini
yere dikti. "Seninle atıp yatmadığı umurumda değil. O hepimiz için bir
şeyler yapmış ve Üç Tanrı Dağı'nın tek mirasçısı. Sadece kolay ikna edilen bir
adam değildir. Ne yaptığını merak ettim." dedi. Saisa ona doğru yürüdü.
Tam dibinde durdu.
"İki gözün var, iki kulağın... Ancak ne olanı görüyor ne de duyuyorsun.
Seni Hisar yetiştirdi. Biraz daha çerçeveni genişlet ve Koen'e sadece bir silah
gibi bakmayı bırak. Liderimizin gözünde onun ne anlama geldiğini gördüm ve konuştum."
demişti. Tavi kaşının tekini kaldırdı. Dudaklarını aşağı doğru büktü.
"Seni anlamaya çabalamak yerine kendi yolumdan devam etmeliyim. Birkaç
saate gün batmaya yakın yola çıkacağız. Seninle meydanda görüşürüz. " dedi
ve ayrıldı. Saisa gülmüştü. Dikilen kıza döndü. "Sende benimle Qufang'a
geleceksin. Hazırlanmaya başla!" demişti. Ayrılacak olanlar akşama doğru
hazırlıklarını bitirmişlerdi. Jeniske özellikle Koen'in taşıyacak olan konvoy
için sıkı güvenlik tedbirleri aldırmıştı. Onlarla dağın eteklerine kadar
inecekti. Ancak Frange'ye gidemezdi. Saisa’nın ekibi ile Tavi'nin ekibi orada
ayrılacaktı. Konvoy güvenliydi. At arabasında Koen için kurulmuş yatak ve
Saisa'nın ona refakatçilik için aynı arabada bulunması için oturacak yer hazırlanmıştı.
Koen oraya tahtadan bir sedye ile taşınmış ve dikkatlice yerleştirilmişti.
Saisa onunla aynı arabada olduğu için Jeniske yolculukta bir sıkıntı çıkacağını
düşünmüyordu. Fırtınaya daha iki gün vardı ve bu gece dağdan inmiş olurdu.
Jeniske görülmemeleri için paravan olacak büyüsünü özellikle araca
yönlendirmişti.
"Madenlerden
çıkanları indirmek için kullanılan yol güvenli ve hızlı. Atlar için toprak düz
ve sert. Araba sarsılmadan orayı kullanabiliriz. "elindeki harita ile
Aiken konuşuyordu. Zamanlarda madenlerde çalışan bir adamdı. Şimdi ise
Jeniske'nin ordusunu eğiten bir kumandan olma onuruna erişmişti.
"Toprak yumuşamayacak kadar ezilmiş durumda. Tekerlek çamura batarsa
inişimiz gün doğumundan sonra olur. Bu da konvoyu tehlikeye sokar. Hisar'ın
gözcüleri burayı görmek için elinden geleni yapıyor olmalı." diye
eklemişti. Jeniske başını usulca salladı. Maskesini yüzüne taktı. "Şimdi
harekete geçip o yolu kullanacağız. Aiken adamların özellikle bir tehlike
anında arabayı koruyacak." demişti. Aiken başını salladı ve miğferini
başına geçirdi. Çadırdan çıktıklarında konvoy harekete geçileceğini anlamıştı.
...
"Bir
gün güneşin batışını bensiz görmek gerekecek. O gün geldiğinde sakın benim
peşimden gelme. Eğer gelirsen bütün dünyayı yıkıp yakmak için geri dönerim.
Seni yaralayan herkesi bu ateşin içinde yanarken keyifle izlerim. O gün benim
geri dönmemi sağlamaya çalışma. Çünkü Jeniske ben bir defa kontrolümü
kaybedersem bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Ve güneş kan denizinin
üstünde batar." Koen bunları söylerken yanında uzanmış olan Jeniske’nin
saçlarını okşuyordu. Zayıflıklarını ve kırgınlıklarını kapatmak için gücü
kullananlar hep acımasız olmuştu. Koen gücün zayıflıklarını kapattığını ve
saygın bir koruyucu olmasını sağladığını biliyordu. Bedeninde bulunan ve
kalbini saran öfkeyi dindirebilecek tek kişiye bu sözleri söylerken gözleri gün
batımını seyrediyordu.
"Eğer sensiz bugün batımını izlemek zorunda kalırsam yapacaklarım senin
yapacaklarından farklı olmaz. Biz çok şey kaybettik. Ve artık kaybetmemek için
acımasız olacağız Koen." Jeniske doğrulmuş ve ona bakan gence doğru
sözlerini fısıldamıştı. "Kaybedersek beraberinde bu dünyada
kaybeder!" demişti. Nefretin sevgiye denk düştüğü yerde durmak bilmeyen
bir güç oluşurdu. Jeniske bunu anladığında Koen'e karşı bütün bedenini ve
ruhunu savunmasız bırakmış ev aynı karşılığı gördüğünde o gücün karanlık
tarafını görmüştü. Acımasızlık ve bir iblisi kıskandıracak bir zekâ...
Düşünceler
ve geçmiş beynini karıncalandırıyorken eli göğsüne gitmişti. Kutsal bir bağ ve
verilmiş sözlerin ağırlığı ile nefesi daralmıştı. Onun çektiği acıyı çektiğini
görmeyecek kadar herkesten bu bağı saklamıştı. Atını yularına asıldı. Derin bir
nefes aldı ve başını geriye doğru atıp gök yüzüne baktı. Çözümün Frange'de
olmadığını biliyordu. Gerekli olan şeyin farkındaydı ama bunu kimse bilemezdi.
Bir yaratık olarak Koen'i göremezlerdi. Onlardan saklaması gereken bir nadir
varlıktı o. Herkesin gözünde iyi eğitimle bir suikastçı ve Hisar’ın değerli bir
adamıydı ama aslında bundan daha fazlası vardı onda. Üç tanrının ikincisinin
dediklerini anımsadı.
"O çok derine gönderilmiş durumda. Ruhunda büyüyen o şey onun gerçek
benliği. Yıllarca onu saklaması için onu korudun. Ama bunu artık yapacak kadar
güçlü değilsin. O özüne dönecek ve sen... Onu geri çağırdığında o özün o ruhun
aslı olmasına izin vermek zorunda kalacaksın. Bunun sorumluluğunu alabileceksen
sana üçüncü tanrıdan bir dilek istemeni tavsiye ediyorum." demişti.
Jeniske üçüncü dileği kabul etmiş ve Koen'in hatırlamasına izin vermişti.
İçindeki o gerçek ruhun uyanmasından başka çaresi yoktu.
"Doğru değil!" diye fısıldarken gökyüzündeki gri bulutlara bakıyordu.
Tavi hemen onun yanında at sürüyordu.
"Doğru olmayan ne?" demişti. Jeniske elini havaya kaldırıp konvoyu
durdurmuştu. Herkes telaşla ona bakıyordu. "Karga Lider?" diye
sorgulamıştı Aiken. Jeniske derin bir nefes aldı.
"Çözüm Frange'de değil. Çözüm aşağıda değil." demişti. Arabaya doğru
çevirmişti atını.
"Aiken!" diye bağırmıştı. Aiken ona bakıyordu. Jeniske maskesini
çıkarıp kenarı doğru attı.
"Ayrılıyoruz burada. Koen'i benim atıma yerleştireceğiz." demişti. Saisa
arabanın kapısını açıp şaşkınlıkla bakıyordu.
"Sarsılmaması gerek. " demişti. Jeniske kaşlarını çatmıştı.
"Emrimi duydun Aiken. Koen'i atıma yerleştirin ve kargayı izleyin."
demişti. Aiken şaşkınlıkla bakıyordu. Jeniske atından inmiş yeşil gözleri
kızıla dönmüştü.
"İzci size yol gösterecek." demişti ve bir ıslık çaldığında bir
karganın sesi duyulmuştu dağda. Aiken atından inmişti. Saisa bu yolculuk için
Koen'in dayanamayacağını söylemek için arabadan çıkıp geldikleri yola doğru
yürüyen Jeniske'ye yetişmek için koşmaya başlamıştı.
"Onu götürmeye kalkarsan kalbi durur. Yeteri kadar güçlü değil at üstünde
yolculuk yapmak için. " demişti. Jeniske birden durup sarp kayalıklara
bakmıştı.
"Açacağım yoldan araba geçmez. Ayrıca onun kalbinde değil sorun. Ruhunda!
"demişti. Saisa ona doğru yaklaştığı sırada Jeniske ellerini yana doğru
açmıştı. Atlar kişnemeye yer sallanmaya başlamıştı. Dağı hareket ettirebilirlerdi.
Yollar açıp yolları kapayabilirdi. Açılan yolda oluşan patika bir atın
geçebileceği genişlikteydi. Jeniske şaşkınlık ile ona bakan Saisa'ya döndü.
"Sen elinden geleni yaptın. Ama onun hastalığı... Daha doğrusu yaşadığı bu
olayı çözecek şey bu dağda gizli. Şimdilik yollarımızı ayıralım. Qufang'ın ele
geçirilmesi için bütün yetkiyi sana veriyorum." demişti. Saisa ne
diyeceğini bilemezken Aiken ve birkaç kişi bir atın yularını tutmuş oraya doğru
yürüyordu. Yüzü bembeyaz olmuş Koen atın üzerinde oturan kişi tarafından
tutulmuş halde yanından geçip gitmişti. Onlar giderken Jeniske atına binmiş ve
geldikleri yoldan hızla çıkmaya başlamıştı. İkinci Tanrının tapınağına gitmesi
gerekiyordu. Oradan alması gereken bir şey vardı. İzci karga patikada
yürüyenlere yol gösteriyordu. Dar patikada tek sıra gidiyorlardı.
"Gün
doğmadan dağdan inmiş olmamız gerek." demişti Tavi. Saisa şaşkındı. Ona
getirilen atın yularını tutan kıza baktı.
"Bildikleri gibi yapsınlar. Devam edelim." dedi. Kız ona atını
getirmişti.
...
Tavi
ve Saisa gün doğarken dağdan inmiş ve ayrılmışlardı. Frange ve Qufang'ın
sorunlarını halletmekle yükümlüydü. Bu sırada Aiken çoktan birinci tanrının
yükseldiği mağaraya gelmişlerdi. Diğer mağaralardan farklıydı. Daha açıktı
girişi. Daha büyük daha görkemliydi. İçeride bulunan tanrının heykeli daha
büyük ve daha ok tapınma işaretleri vardı. Birinci tanrının sunağına belki iki
yüz yıldır kimse uğramıyordu ama hala tütsü ve mumlar duruyordu. İçeri girerken
mumlar yanıp tütsüler yanmaya başlamıştı. O soluk mağara duvarları canlanmış ve
bir zamanlar insanların bıraktığı izler duvarlarda görülmeye başlamıştı. Aiken
bu dağın kanından geldiğini düşünürdü hep. Mağaranın duvarlarında yaldızlı
izlere bakıyordu. Yükselen tanrının heykeli altındandı. Nasıl olmuştu da Hisar
bunu fark edip eritmek için almamıştı diye düşünüyorlardı. İnce bir mırıltı
duyulmuştu. Ardından hafif bir davul sesi ile duvarlarda izler canlanmaya
başlamıştı. Sanki o yaldızlı çizgiler birer beden gibi hareketlenip çalan davul
ve söylenen eski dildeki mırıltılı türküye eşlik ediyor gibi dans ediyorlardı.
Aiken ve diğerleri şaşkınlıkla bakarken izci karga hızla duvara doğru uçup
orada bir iz olmuştu. Dans eden yaldızlı çizgilere karışırken davulun hoş
sesine eşlik eden bir arp sesi duyulmaya başlamıştı. Gözlerinin önünde alevler
yükselip yaldızlı çizgiler uzaktan gelen müzikle dans ediyordu. Şaşkınlık ve
hayranlık içindeydi.
"Birinci
tanrı doğumdur. İnsan neşe içinde doğar. Onu karşılayanlar neşe içinde olur.
İkinci tanrı yaşamın ta kendisidir. Bilgili ama bir o kadar hatalarla dolu
kararlar alır. Onun sunağına gidenler yaşamlarının düzelmesini ister. O da akıl
verir. Ve üçüncü tanrı ölümdür. O ölümleri izler. Herkes onun mucizeler
yarattığını düşündü yaşama verdiğini ama sadece ölmüş ruhların ardında kalan
enerjiden yaşam yaratmak için vardı. Ölü ruhlarını çağırıp onları tanrıların
yanına gönderirken arda kalan enerjilerini göz yaşlarına hapsedecek kadar
güçlüydü. " Herkes içeri girerken konuşan Jeniske'ye dönmüştü. Müzik
durmuş yaldızlı çizgiler geleni selamlar gibi eğilmişti. Jeniske elinde ahşap
bir kutu taşıyordu.
"Doğarken bir kişi için eğer doğru bir kutlama yapılmazsa o bedenini hep
yadırgayan yanlış ve eksik bir ruh olarak kalırdı. Eskiden doğan bebekler
buraya getirilip tanrı tarafından kutsanması için müzikler eşliğinde etrafında
dans edilirdi. Koen'in annesi öldüğü için onun kutsanmasını benim annem
gerçekleştirmişti. Tanrı onu kutsamış ve onun için iyi bir gelecek çizmişti.
Şimdi o tekrar bu bedende kutsanmalı ki... Eksik ve yanlış olan ruhu düzelsin!"
demişti. Aiken öylece dikiliyordu. "Bunu en başından biliyor muydunuz?"
dedi. Jeniske başını iki yana salladı. "Bilmiyordum. Sadece onun kalbinin
bedenini reddettiğini düşündüm. Ama yanılıyordum. Ruhunun tamamı bedenini
reddediyor. Bunu düzeltmek için ikinci tanrının bana verdiği bir hediyeyi
getirdim." demişti. Ahşap kutuyu açarken Koen'i tan tanrı heykelinin önüne
serdikleri şilteye yatırmışlardı. Bir ölüden farksızdı yüzü. Göğsü o kadar
yavaş inip kalkıyordu ki... Dudakları morarmış göz kapakları birbirine
kilitlenmişti. Jeniske eğilip doğan güneşin içeri sızan ışıkları altında
parlayan tanrıça heykeline bakıp kutunun içinden çıkarttığı gümüş yüzüğü bir
mendil yardımı ile tuttu. Koen'in sol elini tutup işaret parmağına ince gümüş
yüzüğü taktı. Geriye doğru çekildiğinde tekrar davul sesleri duyulmaya
başlamıştı. Ama bu sefer aydınlık girişten insan siluetleri giriyordu içeri
Jeniske en önde giden Klan Şifacısı ve büyücüsünün arkasında kucağında çocukla
yürüyen annesini görmüştü. Sıradan bir bahar ayının aydınlık bir günü gibiydi
etraf. Jeniske dahil herkes geriye doğru çekilmişti.
Davul sesleri durduğunda kucağındaki bebeği yerdeki şilteye koymuştu kadın.
Bebek ve Koen'in bedenleri üst üste duruyordu. Bebek şaşkınlıkla etrafına
bakıyor ve davulun hafif sesi arp sesine karışırken kam onun önünde diz
çökmüştü. Elindeki kırmızı boya ile karnına üç tur dönecek bir spiral çizmişti.
Ardından baş parmağını boyaya batırıp alnına basmıştı. Daha sonra bebeğin
saçlarını okşayıp ayağa kalktığı sırada bir ses duyuldu. Geçmişin geleceğe
yansıması olmasına rağmen bu sesi sanki geçmiştekilerde duyuyordu.
"Korkuyorum!" titrek sesle beraber herkes olduğu yerde kalmıştı. Kam
etrafa bakmış ve kimin konuştuğunu anlamak ister gibi gözleri ile etrafı hızla
taramaya başlamıştı. Jeniske annesini anlattığı o anıyı anımsadı. "Kader
öyle garip bir şey ki. Nedensizce Koen'in vaftiz annesi engelleyen o ruh o gün
tanrılar tarafından getirilmiş olmalı. Her şey zaten yazılmış. Bazen sadece
oluruna barak Jeniske!" Bu sözlerle beraber ikinci ses duyuldu.
"Sadece ölmeme izin verin." Kam bebeğe bakıyordu. Bebek korku içinde
ağlarken Koen'in bedeni kıpırdanmıştı. Alnında beliren kırmızı leke kana
dönüşmüş akıyordu. "Tekrar dirilmek istemedim. Sadece huzurla uyumak
istedim. Geri dönemem izin verin. Beni çağırmaktan vaz geçin." demişti.
Huzursuz ve boğuk sesi bebeğin hemen olduğu yerden geliyordu.
"Sadece ölmeme izin verin. Beni kutsamayın. Benim kutsanmam ruhumu
sıkıştırmaktan başka işe yaramayacak. Beni kutsamayın!" derken gözlerini
karşıda dikilen siluet şeklindeki Kam'a dikmişti.
"Sen kaybolmuş bir ruhsun. İzin ver tanrı onu kutsasın." derken Koen
elindeki yüzüğe bakıp doğrulmuştu. "Tanrıların beni kutsamasına izin
vermeyin. Sadece ölmeme izin verin." demişti. Jeniske bir an kaldı. Koen
en başından beri kutsanmamıştı. Onun ruhu tanrılara ait değildi. Onlar için
hizmet etmek zorunda değildi. Bu dağda bağımsız bir ruhtu. Olduğu yerde kaldı. Gözleri
Koen'e kilitlenmişti. Dağın karanlık gücünü bedeni asla reddetmemişti. Çünkü
zaten o tanrıların tarafında değildi. Onun ruhu özgürdü. İtaat etmesine gerek
yoktu.
"Yüce hükmeden ve doğrunun ardında dikilen tanrılar o gün ve beni
kutsamadı. Belki de en doğrusu buydu Jeniske..." derken siluetler
dalgalanıp kayboluyordu. Koen olduğu yerde doğrulmuştu. Parmağındaki gümüş
yüzüğe baktı. Oturur konuma gelmişti.
"Ama tanrılar seni kutsamadı ise neden burada olmana izin verdiler?"
demişti Jeniske ona doğru yürürken. Koen omuz silkti. "Bunu bilseydim
güzel olurdu. Bu yüzük daha önce klan reisinin söz ettiği o baskılayıcı değil
mi?" demişti. Jeniske başını iki yana salladı. "Evet. Onu takmanın
doğru olacağını düşündüm. Bu bedenin zayıf ve senin ruhun fazlası ile ağır. Onu
kontrol etmek için yardıma ihtiyacın var. Tanrılar seni kutsamıyor ancak
korumaya devam ediyor Koen." demişti. Koen güldü. Kurumuş dudaklarını
diliyle ıslatmaya çalıştı. "Tanrıların ve senin şu garip eşyaların. Burada
olmayı bile istemiyorum. Beni neden geri çağırdığını hala anlamıyorum. Her
şeyin dengede olması için yanlış noktada duruyoruz bence. Taraflarımız
karımış." dedi. Jeniske ona baktı. Kaşlarını çatmıştı. "Nefret ben,
sevgi sen olmalıydın. Şuna baksana sana itaat eden bir sürü insan var. Eminim
hepsinin sana olan vefa borcu vardır. Nefretin simgesi olması gereken benim. En
başından bu yana kutsanmadığım için bütün klanın bana uzak ve hasta baktığını
bilseydim..." Jeniske ona susmasını işaret etti. İşaret parmağını
dudaklarına koyup gözlerini ona dikmişti.
"Hepsi sana hayatlarını borçlandı. O köprüleri yıktın ve binlercesini tek
başına korudun. İnan bana kutsanmış ya da kutsanmamış olman önemli değildi.
Önemli olan onları hayatta tutmandı. Sen hain babasını öldüren kişisin. Doğruyu
ve sevgiyi temsil etmenin sebebi bastırılmamış ruhunda yaşayan ve özgürce var
olan sevgi..." demişti. Koen ona bakıyordu. Jeniske elini göğsüne doğru
koydu. "Ve baskılanmış ruhunda gizlice nefreti büyüten ben... Denge bu
Koen. Bunu daha fazla yok saymayı bırak. Dünya tarihinin göreceği en büyük
katil sen olabilirsin, en güçlü ve acımasız suikastçı ve kara büyücüde
olabilirsin. Ama bunu yaparken yok etmek için değil yaşatmak için yaptın. Ben
ise yaşattım çünkü yok etmem gerek. Burada olmanın sebebini zamanla daha iyi
anlayacaksın. " dedi. Koen parmağındaki yüzükle oynadı. Derin bir nefes
alıp altından tanrı heykeline baktı. "Senin gibi karanlıkta olmayı seven
bir adamı neden seçtiklerini de zamanla anlar mıyım?" demişti. Jeniske
başını salladı. "Anlayacaksın." demişti. Aiken şaşkınlıkla onlara
bakıyordu. Koen elini göğsün doğru koydu.
"Eğer bir gün çocuğum olursa ne olursa olsun onu kutsayıp öyle
büyüteceğim. Bunu bana hatırlat!" demişti. Jeniske güldü. Ardından ciddi
bir sesle konuştu. "Asla çocuğun olmayacak. " dedi. Gözlerinde bir
kıskançlık ateşi yanıyordu.
Bölüm On
Bir Gece...
Zaman
içinde yaşanılacak çok şey vardı. Ancak şu an sadece bir arada olup
unutulanları hatırlamaları gerekiyordu. Koen için yaşadıkları oldukça şaşırtıcı
ve inanması güç durumlardı. Fakat kendisi de artık geçmişini biliyor ve inanma
konusunda asla zorluk çekmiyordu. Jeniske'nin ona hatırlatacağı çok şey vardı.
Onunla paylaşacağı çok duygu vardı. Ama önce kibirli tilkiyi avından vaz
geçirip kendi tarafına alması gerekiyordu. Bunun için ona hatırlatması gereken
şey sadece hatıralar değil aynı zamanda beraber paylaştıkları duygulardı. Bir
bedenin sıcaklığı ve o bedenin sahibi olmak. Koen'in ikinci defa bedeninin
uyanması için bunu yapması gerekiyordu. Fakat karşısında eski âşık olduğu o
adam yoktu. İki yaşamın içinde kargaşaya düşmüş bir avcı vardı. Koen'e asla
zora sahip olamazdı. Bunu yapmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Onu ruhen ve
bedenen yaralamaktan deli gibi her zaman korkmuştu. Şimdi onun kendisinin
teslim olup bunu istemesini sağlamaktan başka yolu yoktu.
Kamp
ateşi yanarken Koen oturmuş parmağındaki yüzükle oynuyordu. Aiken olanların
etkisinde onu şaşkınlıkla izliyor ve karşısında Jeniske kadar eski bir ruh
olduğunun bilincine varmış halde hayranlık duyuyordu. Atik zeki ve bir o kadar
çekici bir delikanlıydı. Hayranı çok kadın vardı. Güçlü ve kılıç kullanmada
başarılı ve Karga Lider'in bir numaralı komutanıydı. Yerine yakışıyordu. Ama o
henüz gençti. Ruhu ve bedeni henüz yirmi beşlerindeydi. Karşısında üç yüz yılık
ruhlarını taşıyan ve dünyayı ateşten daha sıcak bir kaosa sürüklemeyi planlayan
iki adama hayranlık duyarken daha beş yaşında bir çocuk gibi görünüyordu.
"Kötü bir son planlamak kolay Jeniske ama bize kötü son değil o sona giden
kâbus dolu bir yol gerekiyor. Eğer hatıralarım ve anlattıkların doğru ise onlar
benden yaşamımı, ailemi, dostlarımı ve..." bir an duraksadı. Yüzüğü ile
oynamayı bırakıp Jeniske'ye kaçamak bir bakış attı. Jeniske arsız bir adamdı.
Gücü onu daha da arsız ve çekingenlikten uzak hale getirmişti. "Ve bizi
aldı senden onlar Koen." diye arsızca eklemişti Jeniske. İçini yakan o
ateşi söndürecek tek şey ona şaşkınlıkla bakıyordu. Koen gözleri ona dikili
halde bakarken bir an duraksadı. "Onlar beni kandırdı ve bunu bile bile
yaptılar mı emin bile değiliz. Senelerce ailem sandığım kişiler gerçek ailemi
ve evimi yıkıp yok etti ve beni seni avlamam için eğittiler. Şimdi ben bu gücü
onlara çevirmek istiyorum. Onlara yaklaştığımız her günün gecesi kâbus olsun
istiyorum. Bunu istemek eğer tanrılarca günahsa pek de umurumda olmaz. Çünkü
onlar benim ruhumun sahibi değil. Gerekirse yine bin ateşte bin acı çekerim
ölünce ama bu dünya da acı çekmesi gerekenlerin olduğunu düşünüyorum."
demişti. Jeniske memnuniyet ile gülümsedi. "Duymak istedikleri söyledin.
Söylemek istediklerimi anlattın. Bende bunun için geri getirdim seni. Bizden
çalınan her şeyin intikamı için." demişti. Koen derin bir nefes aldı.
"Ettiği yemin yüzünden sen hala benim avımsın ama. Seni avlamadığım sürece
onların tanrıları lanetleyecek beni. Bu durumda kendini bana karşı her zaman
koruman gerek." demişti. Bir suikastçı hedefi için yemin ederdi. Ruhunun ıstırap
duymaması için avını yok edeceğine canı üzerine yemin ederdi. Jeniske bu yeminden
haberdardı. Yemin gereği ruhu lanetlenip sonsuz karanlık ve acıya
hapsedilmemesi için Jeniske'yi öldürmek için çabalaması gerekiyordu. En azından
yemin ettikleri ölene kadar. Koen onları kendi eliyle öldüremezdi. Bunu yaparsa
ihanet en büyük günahtı onun yemin ettiği tanrıların gözünde. Lanet asla peşini
bırakmazdı.
"Beni öldürmene izin vermediğim sürece bir sorun olacağını sanmam. Sadece
eline fırsat geçmesini engellemem yeterli olacaktır." dedi. Koen gülmüştü.
Eski dostlar bugün yine karşı karşıyaydı ama bu sefer ortada birinin av birinin
avcı olması gerekiyordu. Koen derin bir nefes aldı. "Kargalar kurnaz ve
zeki hayvanlardır. Kadere bak ki bir tilkinin avı bir karga. Bu durumda
Karganın tilkiden daha kurnaz olması gerekecek." demişti. Jeniske başını
salladı. "Beni öldürmek için elinden geleni yapman gerekiyor. İnsanları
kandırmak kadar kolay değil tanrıları kandırmak. Onların her yerde bir elçisi
var." demişti. Aiken ve adamları şaşkınlıkla konuşmayı dinliyordu. Koen parmağındaki
yüzükle oynamayı alışkanlık haline getiriyordu. "Bu durumda aynı yerde
bulunmak doğru olmayacak. İkimizin de zıt kutuplara gidip birbirimize uzak
durmamız..." Jeniske birden onun lafını kesti. "Burada benim yanımda
kalacaksın ve beni öldürmek için uğraşacaksın. Ufak bir sır vereyim Koen
sıradan insanların sıradan silahları işe yaramıyor. Efsunlu ya da yadigâr bir
şey beni öldürebilir. Bunları bulmak bize yeterince zaman kazandırır. Sen eni
öldürmeden ben senin gönderilmeni sağlayan ve yemin ettiğin büyükleri
öldürürsem... Asla gitmene gerek kalmayacak" demişti. Koen parmağındaki
yüzüğün bir silah olduğunu ilk andan beri farkındaydı. Gümüş yüzük. Jeniske
gümüşe dokunmaktan kaçınıyordu. Bunu su içmek için gümüş kadeh yerine tahta bir
tas kullandığında da fark etmişti. Onu avlamak istemiyordu ama buna mecburdu.
Kandırılmaya hazırdı. Kandırılmak ve kurnaz karganın oyununa düşmek ve ona
yenilmek istiyordu. Aiken birden sessizleşen iki kişiye baktı. Elini çenesine
dayayıp öne doğru eğildi. "Peki Karga Lider'i ben korursam?"
dediğinde Koen ona doğru döndü. Gözlerinde hırçın bir ifade vardı. "Seni
öldürmemek için önümde engel yok. Bence bu işe hiç karışma komutan..."
Aiken adını söylemek için bir hamle yaptı. "Aiken..." dedi. Koen onu
baştan aşağı süzdü. Ardından derin bir nefes aldı. "Adamlarınla
isimleriyle ilgilenmiyorum Jeniske. Dediğim gibi ben sadece benden çalınanların
bedelini mümkünse o şeyleri geri istiyorum. Bu iş için beni çağırdıysan bunu
yap. Ve lanetlenmemek için seni öldürmeye çalışacağımı bil." demişti.
Jeniske memnuniyetle güldü. "Evet! İstediğin şekilde dene... Eminim hepsi
benim için eğlenceli olacak. Dağdan uzaklaşma ve mümkünse bana yakın kal."
dedi. Koen onun gülümsemesine bir an takılıp kaldı. Gözleri bomboş bakıyordu.
Bu gülümseme onun hala uyanmamış olan duygularını tetiklemeye başlayabilirdi.
Jeniske lanet mevzusunu bildiğinden beri Koen'in onu öldürmeye çalışacağını hep
düşünmüştü. Ama işin tehlikesiz ve eğlenceli olacağını düşünüyordu. Koen'in ne
kadar tehlikeli olabileceğini düşünürken ona karşı gelebilecek kadar güçlü
olduğunun farkındaydı. Ve onun bu oyunda kandırılmak istediğinin farkındaydı.
O
gecenin sabahı tekrar kampa dönmek için yola çıkmışlardı. Koen kaldıkları iki
gün içinde kendini toparlamış o kadar ki sabah öğlen kampa vardıklarında
oldukça enerjikti. Kampı dolaşırken Aiken'in ona eşlik etmesine izin vermemiş
olsa da oldukça sakin davranıyordu. İnsanların yerleştikleri yerlerde eskiden
kimlerin yaşadığını bilmenin verdiği acıyla eski harabeleri dolanıp bir süre
sonra kendini eskiden Koruyucuların antrenman yaptığı yerde bulduğunda nefesinin
kesildiğini fark etmişti. Hala orada antrenman yapanlar vardı. Ancak eskisi
gibi değil daha ordu bütünlüğü içindeydiler. Koen onları bir süre izledi. Aiken
onun geldiğini fark edince antrenmanı durdurdu.
"Katılmak ister misin?" demişti. Koen ona bakıp başını iki yana
salladı. "Aldığım iki eğitim içinde yetersiz adamların var." demişti.
Aiken kibirle konuşan adama yavaştan sinirlenmişti.
"O zaman ufak bir düello ya ne dersin. Dostane olur! Bu sayede Karga
Lider'i öldürmek için çalışma şansın olur!" demişti. Koen gülümsedi. Bacağındaki
bıçakları çekti. "İlk çiziği atan alır!" demişti. Açılan çemberde
Aiken ellerindeki bandajları söküp iki hançerini aldı. Bire bir gösteri için
kalabalık heyecanlı ancak gergindi. Koen onlar için Hisar tarafından
yetiştirilmiş bir suikastçıdan fazlası değildi henüz. Ancak Aiken oldukça iyi
bir savaşçı ve dürüst bir adamdı. Koen bir tilki gibi öne doğru eğilip
bacaklarının biri iler diğeri geriye doğru konum almıştı. Ellerini geriye doğru
çekmişti.
"Seni bana hatırlatacak kadar derin olan çiziği yüzüme atabilirsin!"
demişti Koen. Aiken güldü. Onun bu kadar kibirli olması hoşuna gitmiyordu.
Jeniske kadar yaşlı olmasına rağmen ruhu kibir dolu geliyordu ona. "Madem
öyle sende yüzüme bir çizik at. Bakalım kim aynaya her baktığında karşıyı
hatırlayacak." demişti. Koen onun sadece kas gücü kullandığını çözmüştü.
Bıçak tutma tekniği hatalıydı. İleri doğru elleri çıkmıştı. Bu karşının koluna
hamle yapmasına izin verirdi. Ayakları birbirine çok yakındı. Seri ve hızlı
olamazdı. Ve gövdesini savunacak şekilde pozisyon almıyordu. Birkaç saniye
inçinde onun konumunu, duruşunu ve ilk saldırı anını hesaplamıştı. Fakat
güçlüydü bilekleri. İleri doğru yapacağı darbe amatör birisi için ölümcül
olurdu. Tahmin ettiği gibi Aiken öne doğru ilk ve en güçlü darbesini yaptığında
ona doğru savrulan bıçağı atlatmak için eğilip bir yumrukla ileri doğru gelen
bileğe vurmuştu. Bileğini çıkaracak kadar kuvvetli ama kırmayacak kadar hafif
ve dengeli bir vuruştu. Aiken çıkan bileğinin yarattığı boşlukla birden
bıçağını düşürmüştü. Koen onun şaşkınlığı ile kenarı doğru çekilip bir çelme
takıp düşmesini izlerken sakince geriye doğru birkaç adım atmıştı. Koruyucular
yakın dövüşte iyiydi ve suikastçılar insan anatomisinin bütün zayıflıklarını
bilirdi. İkisini bir arada kullanmak gerçekten yenilmez olmak için yeterliydi.
Aiken yere düştüğünde çıkmış el bileğine bakıp kalmıştı. Ve o anda ayağına
basamayacağını fark etmişti. Koen onun ayağını ters çevirmişti. Öne doğru birkaç
adım attı. Yere düşmüş bıçağı yana doğru tekmeledi.
"Jeniske'yi öldürmek için antrenmana ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum. O
benim zamanımda en güçlü koruyuculardan birisi idi. Ve sonra bütün dağa
hükmeden bir alim oldu. Onun gücüyle yarışmak için bu ucuz bıçak antrenmanları
yeterli olmaz. Yıllarca uğraşmak gerekir. Onun beni kaç saniyede yeneceğini sen
şu an yaşıyorsun. Onu öldürebileceğimi hiç düşünmüyorum. Tıpkı burada olan gibi
birkaç saniye içinde ona çektiğim hançeri kendi boğazımda hissederim. Onunla
karşılıklı dövüşecek olsaydım tahta bir kılıç seçip birkaç morluğum olmasını
tercih ederdim." dedi. Gülmüştü. Aiken eline ve ayak bileğine bakarken
Koen onun yanına oturdu. Eline baktı. Hançerlerini yana bıraktı. "Bileğini
çıkardım çünkü bu işi çok ciddiye alıyorsun. Yüzümü sana çizdirmekten
kaçınmanın yolu bileğini çıkarmaktı. Geri yerine oturtmama izin ver. Eskisi
kadar iyi olacak." demişti. Aiken şaşkınlıkla doğrulmuştu. Ters dönmüş
ayağına bakıyordu. Ağrı vardı ve bu ağrı yüzünden dişlerini sıkmıştı. "Darbelerinin
güçlü ama savunman çok eksik. Bu şekilde bu adamları eğitiyorsan onların
üstünden geçmek Hisar için çocuk oyuncağı olur." dedi. Koen kaba yapılı
bileği sıkıca tutup bir anda ileri geri çektiğinde Aiken dişlerini o kadar sert
sıkmıştı ki gıcırtıyı Koen duymuştu. Ancak elini tekrar hareket
ettirebiliyordu. Koen onun bileğine baktı. "Ayak bileğini çıkartmak gibi
bir amacım yoktu. Cüssen o kadar iri ki üstüne düştün." demişti. Aiken ona
baktığında Koen burnundan nefes verdi. "Peki onu da yerine oturtalım. Yine
de bir şifacıya git ve orası için ot ezdir. Morarma olabilir." demişti.
Aiken bileğinin otururken çıkardığı kıtır diye sesle irkildi. Koen ayağa kalkıp
üstünü çırptı. Aiken onun hançerlerini alıp uzattı. Koen bir eli ile hançerleri
alırken diğer elini uzatmıştı. Aiken ile ilk defa dostça el sıkışmaları o andı.
Son olmayacaktı ancak o günden sonra birbirlerinin arkasını kollayan iki efsane
savaşçı olacaklardı. Jeniske onları görüyordu. Yüzünde sakin bir gülümseme
vardı. Koen beklediğinden daha güçlüydü. Onu zayıflatan şeylere rağmen hala
çevik ve kurnazdı. Bilerek Aiken'in iki bileğini çıkarmıştı. Eğer sinsice
saldıracak olursa ağrıdan böğürmesini izleyecek kadar acımasızdı. Aiken ise
onun oyununa düşmüş ve yeteneklerini doğru kullanmadığı konusunda ikna olmuştu.
Koen tekrar etrafı dolaşmaya devam ederken akşam yemeği için Aiken onu savaşçı
masasına davet etmişti. Koen söz vermemiş ama Jeniske'nin dibinde olmaktansa
biraz uzakta olmak daha doğru gelmişti ona. Güneş bulutlar ardında kaybolup
dünyanın öteki tarafına gün ışığını taşırken parlak ay açılmış gök yüzünde
kendini göstermeye başlamıştı. Yakılmış fenerler ve mumlar eşliğinde kampta
yemek dağıtımı başlamıştı. Koen için bu artık bir masa seçmesi ve karnını
doyurması anlamına geliyordu. Jeniske her zaman olduğu gibi yine çadırında
yemek yiyecekti. Geri kalanlar istediği yere kurulabilirdi. İlk defa böyle bir
yemek sırasında olmadığını hissetti. Daha önce klan liderleri gıda azaldıkça
yemeklerin ortak pişmesine karar vermiş ve bu saatlerde kazanlar kaynayıp yemek
kokuları kampı sarmaya başlıyordu. Onun hissi ile gözlerini kapadı. Yabancı
sesler tanıdık seslere dönmüştü. Ilık rüzgârda çocuk seslerinin kaçık seslerine
karıştığı o an canlanmıştı kafasında. Jeniske ile oturmuş yemeklerini hızla
yerken yan masada onları hayranlıkla izleyen çocukları hatırladı. Bir zamanlar
onlarda o çocuklar gibi koruyucuları izlerdi. Gülümsemişlerdi. Jeniske
çocuklara dalmış olan Koen'in kaşığına vurmuştu kaşığını. "Neden dalıp
gidiyorsun?" demişti. Koen gülümsemişti. "Ben iyi bir baba olur
muydum diye düşünüyorum Jeniske. Acaba babam gibi mi olurdum yoksa senin gibi
yetenekli bir baba mı?" dedi. Jeniske birden gülmüştü. "Benim
yetenekli olduğumu nerden çıkardın ki?" demişti. Koen onu baştan aşağı
süzüp tek kaşını kaldırmıştı. "Çocukları seviyorsun, onlarla
anlaşabiliyorsun ve bana nerden bakarsan bak babamdan daha fazla babalık
yaptın. Bunları düşününce sen gerçekten çok iyi bir baba olurdun." dedi.
Jeniske ona bakıp kalmıştı. Bir an yutkunmuştu. "Bir çocuğumuz olsaydı ona
babalık yapabileceğimi düşünmen çok duygusal!" demişti. Koen başkası
duyacak korkusu ile ona kaşığını fırlatıp fısıldamıştı. "Aptal gibi
konuşma. Ayrıca onu demek istemedim." diye çıkışmıştı.
Yüzünde
bir gülümseme ile boşluğa bakıp kalmıştı. Aiken onun ne düşündüğünü anlamaya
çalışır gibi baktığı boş meydana dikti gözlerini. Onun geçmişin tatlı
anılarında kaybolup gülümsediğini tahmin bile edemezdi. Koen gülümseyerek
arkaya döndüğünde Aiken ona gülümsemişti. "Yemek bitmeden bir şeyler aldım
sana da..." demişti Aiken elindeki tası uzatıp. Koen gülümsemesini devam
ettirdi. "Teşekkürler. Güzel kokuyor." dedi. Aiken ona kalabalık
masayı işaret etti. "İstersen bize..." Koen karşıda duran boş meydanı
gösterdi. "Sanırım manzaraya karşı burada yiyeceğim deyip harabenin üstüne
oturup ayaklarını aşağı sallandırdı. Aiken başını eğip geri dönmüştü. Herkes
Koen'i oldukça garip buluyordu. Aiken oturduğunda yakınındaki asker merakla ona
döndü. "Gerçekten Karga Lider gibi geçmişte yaşamış birisi mi?"
demişti. Aiken başını salladı. Gördükleri bunu onaylamasına yetiyordu ona göre.
"Öyle! Tıpkı Karga Lider gibi üç yüz yaşından büyük ruhu!" demişti.
Adamlar şaşkınlıkla sırtı onlara dönük Aiken'in bıraktığı fenerin aydınlattığı
sırtı onlara dönük adama baktı. "Hisar onu esir mi tutmuş?" dedi bir
başkası. Aiken omzu silkti. "Bunları ben bilmiyorum. Cesaretiniz varsa
kendisine sorup öğrenin" demekle kalmıştı. Gözleri aşağıdaki meydanı
izleyerek yemek yiyen adama kaydı. Orada hangi hatıralarını gördüğünü
düşünemiyordu. Üç yüz yıl önce burada başka insanların oturmuş olacağını ve bu saatte
onların da yemek yediğinden habersizdi hepsi. Koen dolan gözlerine rağmen
gülümseyip derin bir nefes aldı. "Evde olmak çok güzel!" diye
mırıldanmıştı.
Gece
ay yükseldiğinde Koen sonunda uyuması gerektiğine karar vermişti. Nöbetçi
kalanlar dışında herkes içeri çekilmişti. Onun da içeri girmesi gerekiyordu ama
nereye gideceğini kestiremedi. Jeniske'nin çadırının önünde kendini bulduğunda
elini sertçe alnına vurdu. Onu öldürmek için eline bir fırsat geçirme
ihtimalinden korkarak çadırın kapısını araladı. İşin garip gelen kısmı kapıda
hiç nöbetçi olmamasıydı. O gece ay hiç olmadığı kadar aydınlık ve çadır
ihtişamlı bir şato gibi gelmişti gözüne. Hava soğumuş ve şimdi içerisi oldukça
sıcaktı. Eli istemsizce bacağındaki hançer kabzasına gitti. Derin bir nefes
alıp ikinci kapıyı araladı. Jeniske yatağında arkası dönük halde yatıyordu.
Kendi kendine düşündü Koen. "Onu şimdi biraz yaralayıp bağırması ile
kaçabilirse iyi olurdu. Karın boşluğuna ufak bir yarık. Bununla mücadele
edebilirdi. Yatağa o kadar sessiz yaklaşıyordu ki nefes alışı durmuştu.
"Ufacık bir saplama..." diye düşündü. Kuruyan dudaklarını yavaşça
yalayıp ıslattı. Eğer bu fırsatı kaçırır ve bilerek yaptığı anlaşılırsa
lanetleneceğini biliyordu. Son bir adım ve yatağa uzaklığı sıfırdı. Tam bıçağı
kaldırmışken elini yakalayıp onu yatağa doğru çeken kolla beraber yatağa
düşmüştü. Hançer elinden düşmüştü. Jeniske ile burun buruna gelmişlerdi. Koen
şaşkınlıkla bakarken Jeniske gülümseyip kulağına doğru dudaklarını yaklaştırdı.
"Geç kaldın. Daha erken gelmeliydin. Beni çok beklettin." demişti.
Koen tahmin edilebilirlikle sinirlenmiş ancak sesin yumuşaklığı ile bedenin
ısındığını fark etmişti. Kulağına dokunan dudaklarla beraber bedeni titremişti
adeta. "Seni yakaladığıma göre ne yapmalıyım ufak tilki!" demişti.
Koen konuşmak için sesini toparlamaya çalıştı. "Cevapsız kalman işi daha
heyecanlı kılıyor." demişti. Koen kesik kesik nefes alıyordu. "Bunu
yapmak zorundaydım." diye kekelemişti. Jeniske onun bacağında yavaşça
elini gezdirip ikinci hançeri almıştı. Onu kenarı doğru attı. Koen bacağında
dolaşan elle irkilmiş ve hançerin düşme sesi ile rahatlamıştı. "Merak etme
seni zorlayacak değilim ama aklıma bir çözüm geldi." demişti. Koen başını
geriye doğru çekip sinsice yukarı doğru kıvrılmış dudaklara ve parlayan yeşil
gözlere baktı.
...
Üstünü
örten Jeniske'ye bakarken kımıldayamıyordu. Ellerini ve bacaklarını bağlayan ip
bedenine de bağlamıştı. Jeniske sırıtıp eğilip onun yüzüne yüzünü
yakınlaştırdı. "Küçük tilkimi gözümün önünde tutmamada fayda var
anlaşılan. Birlikte uyursak beni öldürmediğinden emin olabilirim."
demişti. Koen iplerin sıkılığı ile yüzünü buruşturdu. "Bu kadarına gerek
var mıydı? Beni bir yere kapattırabilirdin." demişti. Jeniske başını
yavaşça sallayıp diğer tarafa uzandı. "Sana o kadar gaddar olamam. Bu
sevgime ve aşkıma hakaret olur. O yüzden sadece bununla başlayacağız. Şimdi
bana iyi geceler öpücüğü vermek istersen..." demişti. Koen ona şaşkınlıkla
bakıyordu. Jeniske ona doğru eğildi. "Hadi ama ufacık. Dillerimiz bile
birbirine dokunmayacak söz." demişti. Koen ona hala şaşkınlıkla bakıyordu.
"Öldürmekle yükümlü olduğum kişiyi öpmem inan çok tuhaf olur."
demişti. Jeniske'de asla çözümler tükenmiyordu. "O zaman öldürmek
istediğin kişi seni öpsün mü?" dedi. Koen gözlerini devirmişti. "Hadi
Koen bir öpücükten fazlasını defalarca yaptık. Bu bedeninle değil ama diğeri
ile oldukça fazla vakit geçirdi bedenim." demişti Jeniske. Koen bir nefes
verdi. "Sadece sade bir öpücük. Fazlası..." Jeniske bunu duyduğunda
onun daha fazla konuşmasına izin vermeden birden dudaklarına dudaklarını
yapıştırmıştı. Koen şaşkındı. Kulaklarını kızardığını ve kalbinin çok hızlı
attığını fark etmişti. Bir an Jeniske dudaklarını geri çektiğinde Koen bir
boşlukta gibi hissetti. Jeniske mumu üfledi hızla ve arkasını ona doğru döndü.
"İyi geceler Koen!" demişti. Koen öylece kalmıştı. Gözlerini hızlı
hızlı kırptı. Düştüğü boşluğu anlamlandırmaya çalışırken yavaşça yan dönmüştü.
Bir solucan gibiydi. Ne kolunu ne bacağını kullanabiliyordu. Dizini büküp
Jeniske'nin sırtına vurdu. Jeniske ona doğru dönmüştü. "Ne var?" demişti.
Koen bir süre bekledi ve fısıltıyla konuştu. "Bir şey söylemem gerek.
Önemli!" demişti. Karga kadar Tilki'de kurnaz ve oyuncuydu. Onlar düşman
olamayacak kadar birbirine bağlıydı. Skoru eşitlemesi gerekiyordu. Jeniske ona
doğru yaklaştığında Koen birden hızlı bir öpücük bıraktı onun dudaklarına.
Jeniske şaşkınlıkla kaldığında Koen örtünün altında kıvranıp arkasını dönmüştü.
Ağzı kulaklarına vararak sırıtıyordu.
"Ne bu şimdi?" demişti Jeniske şaşkınlıkla. Koen güldü. "Artık
ikimizde eşitiz. Sayı farkı olmasın diye bir meydan okumayı kabul
etmeydi." demişti. Jeniske onun hala değişmeyen oyunculuğunu seviyordu.
Ona doğru sokuldu. Kendine doğru çekip sarıldı. "Sanırım Tilkim çok
kurnaz. Bu yüzden onu daha sıkı tutmam gerek. Şimdi uyu." demişti. Koen
güldü gözlerini kapamıştı. Gecenin kalanında yüz yıllardır duymadığı o kalbin
atışını dinleyerek uyumak için çok zamanı vardı. Tanrılar itaatkâr insanları
birer koyun gibi görür ve izlemekten hoşlanmazdı. Ama asi ve meydan okuyanlar.
Onlar izlenmesi eğlenceli olanlardı. Ve tanrılar o ikisini izlerken
eğleniyordu.
Bölüm On Bir
Duvarın Ötesinde Günahlar
Bulduğu
duvar üstüne bağdaş kurmuştu. Kavgaya tutuşmuş iki adamı izlerken Jeniske'nin
masasından çaldığı kuru üzümleri yemekle meşguldü. Tiyatro izler gibi heyecanla
tekme tokat birbirine girmiş iki kişiyi izlerken zevk içinde hızla kuru
üzümleri yiyordu. Oluşan kalabalık kavgayı durdurma çabası içindeydi. Koen ise
heyecanla kavgayı izliyordu. Birden gözüne oraya doğru koşan Aiken ve iki adam
takıldı. İkisinin arasına girip kavgayı ayırırken Koen oraya doğru üzüm fırlattı
bağırmıştı. "Bıraksana kim kazanacak üstüne bahis bile koydum."
demişti. Aiken ona sinirle bakmıştı. Ağzı yüzü kan içinde kalmış iki adamı
köpek yavrusu gibi ensesinden tutup dikilen adamlara doğru savurdu.
"Şifacının çadırına götürün şunları." demiş ve Koen'in yanına doğru
hızlı adımlarla yürümüştü. Koen sırıtarak kuru üzümlerini yemeye devam
ediyordu. "Derdin en senin. İçerinin karışması hoşuna mı gidiyor?"
demişti. Koen gülüp ona yanına zıplamasını işaret etti. Aiken onun yanına
çıkmadan dikilince Koen aşağı inmişti. Üzüm uzattı. Aiken onu da istemeyince
gülümseyip dağılan kalabalığı gösterdi. "İki adamının neden kavga ettiğini
biliyor musun?" demişti. Aiken ona bakınca Koen güldü. "Bir kız var.
Güzel bir kız. Yemek çadırında çalışıyor. Sarışın, mavi gözlü zayıf ve her
erkeğin düşeceği kadar cilveli. Onun için kavgaya tutuştular. İki erkeğin en
doğal hareketini durdurma. Bırak enerjilerini atsınlar. Sonuçta kız çoktan
aşçıya gönlünü kaptırmış." dedi. Aiken ona şaşkınlıkla bakıyordu. Koen ise
gülümseyip yürümeye başladı. "Etrafta dolaşırken insanları izlemeyi
severim. Çok garip kişiler var. Mesele şu atların tutulduğu çadırda ufak bir
oğlan var. O çok iyi cepçilik yapıyor. Atların heybesinde unutulan her şeyden
güzel bir koleksiyon yapmış. Bana bir tane bileme taşı bile sattı. Burası
oldukça eğlenceli bir yer olmuş. Benim zamanımda birisi kavga edince ya da bir
şey çalınca sonu iyi bitmezdi. Jeniske katı kurallarla büyümüş birisi olmadığı
için şansınız yaver gidiyor." demişti. Aiken ona şaşkın gözlerle bakınca
Koen yönünü meydana giden geniş merdivenlere çevirdi. "Jeniske çok iyi bir
koruyucu olmasına rağmen yumuşak kalpli ve yardım sever bir adamdı. Onu çok
zorlamaya çekinirdi üst rütbeler. Çünkü hemen sertleşir ve kavgaya tutuşurdu. İtaatkâr
olması için nazik olmaları gerekirdi. Kimisi sokak iti gibi dövülerek kimi başı
okşanarak eğitilirdi. Dövülenler fedai olurdu ve Koruyucu kardeşliğinin
önlerinde dururdu. Başı okşananlar ise daha özeldi. Jeniske’nin aksine ben önde
fedai olmayı seçtim. Babam gibi güçlü ve iri değildim. Bu yüzden daha fazla
zorladılar beni. Gerçi bunu bende kabul ettim. Bir de ıslah edilmemiş
kutsanmamış kirli ruhum var." dedi ve gülüp son kuru üzümleri ağzına
tıkadı. Aiken ona bakıp meydanda durdu birden.
"Koen sen çok garip bir adamsın. Arsız ve ahlaksız olduğun kadar gerçekten
hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun. Karga Lider'in geçmişini önüne gelene anlatmamalısın.
Bana bile!" demişti. Koen birden güldü. Yüzünde korkunç bir sırıtış
olmuştu. "Daha duydukların hiçbir şey. Ayrıca bana onu öldürmem için
gerekli olan her şeyi yapabileceğimi söyledi. Biliyorsun zaten yeterince kirli
bir ruhum var bir de lanetlenmek istemiyorum. Hele ikinci defa dünyaya
gelmişken. Bu sefer daha farklı olmalı!" dedi. Aiken onun bir şey
planladığını anlamıştı.
"Kafandan geçenleri bana söylersen Karga Lider'e anlatırım." demişti.
Koen gülümseyip onun önünde dikildi. Elini cebine atıp biraz kuru üzüm çıkardı.
"İstesen de söyleyemezsin. Çünkü bir bahse gireceğiz." demişti. Aiken
iradesinin onda olmadığını düşünen kibirli Koen'e baktı. Başını iki yana
salladı. "Hayır bunu yapmayacağız. Daha uyurken bile onu öldüremedin. Seni
bağlayıp yatırdığını bilmeyen yok!" demişti. "Vaz geçtim. Senden
yardım falan almayacağım. Sonuçta aptal gibi onu korumaya çabalayıp ölebilirsin.
Geçen gün sana toprağı öptürdüm. Şimdide toprağa gömmek zorunda kalırsak sorun
olur. Sonuçta senden iyi bebek bakıcı yok burada!" demişti. Aiken ona sinirle
bakmıştı. "Karga Lider senin neyine katlanıyor ki? Şu an bak utanmadan
onun ordusuna bebek dedin. Bir de gelmiş benimle dalga geçiyorsun!" diye
çıkışınca Koen güldü. "Eğer izlediğim şovu bozmasaydın sana bulaşmazdım.
Şimdi bütün gün tepende olmak zorundayım. Neden çünkü bu saçma yerde gezecek hiçbir
yer kalmadı. Bir yere kaybolma, ambardan biraz yemiş çalıp geleceğim."
dedi ve sekerek ortadan kaybolurken Aiken elini alnına vurmuştu. "Eğer
beni sınamak için bu deliyi başıma musallat ettiyseniz siz kazandınız Tanrılar.
Çünkü sabrım taşmaya başladı." demişti. Koen gizlendiği yerden onu duyup
gülmüştü. Can sıkıntısını geçirmek için Jeniske ile uğraşamıyordu. Bütün gün
boyunca onun çalışmasını izlemeyi denemiş ama uykusu gelip yorulmuştu. Aiken
ondan daha fazla hareket ediyor ve etrafta geziniyordu. Eğlenmek için onun
peşine takılabilirdi. Ambara doğru yürürken yolda Jeniske'yi ve şifacı yaşlı
kadını görmüştü. Bir süre onlara baktı. Ardından oraya doğru yürüdü. Yaşlı
kadın eksik malzemelerden söz ediyordu. Koen'in geldiğini Jeniske görmüş ve
gülümsemişti. Yaşlı kadın ona doğru döndü.
"Nereye gidiyorsun?" diye sormuştu Jeniske. Koen boş cebini gösterdi.
"Yemiş aşırmaya?" demişti. Yaşlı kadın güldü. "Sadece isteyebilirsin.
Sana vermeleri için yemek çadırına gidip biraz yemiş istersen eminim bir avuç
dolusu alırsın!" demişti. Koen omuz silkti. "Öyle eğlenceli olmuyor.
Ambardaki adamlarını kandırıp güvenliği test etmiş olurum." demişti.
Jeniske onun sıkıldığının farkındaydı. Bir haftadır aynı yerde dolanıp
duruyordu.
"Sıkıldıysan sana iş verebilir..." Jeniske bunu söylerken Koen hemen
atılmıştı. "Yo sıkılmadım. Hem Aiken'in antrenmanlarına katılıp adamlarına
bakıyorum. Sonuçta savaşacakları orduyu hepsinden daha iyi biliyorum. Yardım etmiş
olurum." demişti. Yaşlı kadın onu baştan aşağı süzdü. Jeniske
gülümsemişti. "Aiken'i çok fazla rahatsız etme. Sabrı çok yoktur. Canın
sıkıldığında beni bul. Kimseye bulaşmayacağına söz ver!" demişti. Koen ona
bir süre baktı. Ardından kaşlarını yukarı doğru kaldırdı. "Tutamayacağım
sözler vermem. Ayrıca Aiken bence bana alıştı. Seyirlik oyunumu bozdu. Şimdi
bunun bedelini ödemeli. Gidip biraz yemiş aşırmalıyım." demişti. Hızla
ambara doğru yürümüştü. Yaşlı kadın tebessümle giden gence baktı. "Sağlığı
iyi görünüyor. Gece uykuları nasıl?" demişti. Jeniske iç çekti.
"Fazlasıyla sayıklıyor. Verdiğin ilaç işe yaradı gibi. Son iki gündür.
Baya derin uyuyor. Bazen sayıklamaya devam ediyor ama olsun. İştahı açılmış
durumda. Çadırda ne var en yok ceplerine doldurup yiyor. Çocukken de bunu çok
yapardı." demişti. Tatlı bir hüzünle gülümsedi. Koen ortadan kaybolduktan
saatler sonra Jeniske artık çadırına dönmek için hazırlanıyordu. Şifacı ile
saatlerdir konuşuyor ve bir yandan da büyüler üzerine derin bir tartışma içine
girmelerine sebep olan kör yaver gelmişti yanlarına. Kör yaverine enerjisi
güçlü ama ne olduğunu çözememiş bir adamdı. Jeniske onunla dağ arasındaki spritüal
bağı çözmeye çabalıyordu. Madenlerde çalışan ve iki gözü de mühürlenmiş bu
adamla sohbet etmesi eğlenceli değildi ama onun ruhu eski ve yaşlıydı. Jeniske
onun ruhunu okumaya çabalıyordu. Bu konuda çok ilerleme kaydetmiş değildi. Adam
doğru düzgün konuşamıyordu bile. Elini ensesine koyup yürürken Aiken onu
çadırın önünde yakaladı.
"Karga Lider!" diye yolunu kesmişti. Yüzünde bezgin bir ifade vardı.
"Dinliyorum Aiken! Ama oturmam gerek. İçeri gel!" demişti. Aiken
içeri girerken konuşmaya başlamıştı.
"Koen hakkında konuşmamız lazım. Çocuk bakıcı olmak istemiyorum. Sürekli antrenmanları
baltaladı ve adamları birbirine düşürüp tiyatro izler gibi izliyor. Ona bir
uğraş vermeni isteyeceğim. Peşimi ve orduyu bıraksın. Bütün gün boyunca uğraştı
ve birden ortadan kayboldu." demişti. Jeniske köşedeki yatağa bakıp
gülümsedi.
"Onu baya yormuşsun!" demişti. Aiken dönüp bakınca Koen'i yatakta
uyurken gördü. Örtünün altına girmiş uyukluyordu. Botlarını çıkarıp atmıştı.
Hançerleri ve paltosu... Aiken ona bakıp kaşlarını çattı. "Gerçekten
mi?" demişti. Jeniske yorgunca sandalyeye yürüdü. Sandalyenin
kolçaklarından tutarak oturdu. Yorgunca başını geriye doğru attı. "Ordunun
durumu nasıl?" demişti. Aiken ona masadan su vermek için oraya doğru
yürüdü. "İlerleme kat edecek kadar yetenekli değiller. Onlar savaşçı
değil. Madende çalışan sıradan insanlar. Aralarında birkaç tane yetenekli ve
azimli olan var. Ancak burada huzurlu ve güvenli hissettikleri için o azim
sönüp gidecek." demişti. Doldurduğu suyu Jeniske'ye doğru yürüyüp uzattı.
Jeniske suyu aldı ve biraz içip kadehi elinde tutmaya başladı. Gözleri yatakta
yatan Koen'e dönmüştü. Aiken onun baktığı yere baktı. "Son günlerde o
geldiğinden beri daha fazla çadırdan çıkıyorsunuz." demişti. Jeniske
gülümsedi. "Burası benim evimdi. Onun eviydi. Belki kötü anıların olmadığı
yer burasıydı. Sonra o çekip gitti. Burada yüz yıllarca tek başıma kaldım.
Dağda yüz yıllarca kaldım. Onun yokluğunda burası bana sıradan taş yığını
olarak geliyordu Aiken. Şimdi bir anlamı var." demişti. Aiken ona bakıp
kaldı. Bir süre sessizlik sürdü. Ardından Aiken bir selam verdi ve çıkmak için
arkasını döndüğü sırada bir fısıltı duydu. Koen'in uyanık olduğunu düşünüp dönmüştü.
"Jeniske..." diyordu Koen. O kadar kısık sesle ve hızlı söylüyordu ki
ürpertici bir ton almıştı ses. İsmi iki defa söyledi. Çadırda derin bir
sessizlik başlamıştı. Sadece Koen'in hızlı hızlı nefes alışını duyuyordu. Bu
nefes alışı en son yaptığında kalbi durmuştu. Göz ucu ile Aiken hemen
Jeniske'ye baktı. O oldukça sakindi. Sanki sık gördüğü bir şeye bakıyor
gibiydi.
"Sorun yok sadece kâbus görüyor. Şu sıralar sıkça yaşıyor. Eskiden de çok kâbus
görürdü. " demişti Jeniske yumuşak bir tonla. Koen hızla dönmüştü. Birkaç
defa döndü ve ardından oturur konuma geldi. Gözleri yarı açıktı. Elini
saçlarına doğru daldırdı.
"Rüyamda babamı gördüm. O en son onu öldürdüğüm günüde..." dedi. Orada
yalnız olmadıklarını anlayınca başını kaldırıp Aiken'e bakmıştı. Aiken ona bakarken
Koen terle yapışan saçlarını geriye doğru çekiştirdi. Bir süre sessizlik olduktan
sonra Koen geri yattığı yere bıraktı kendini.
"Bütün gün boyunca seni rahatsız edip durdum. Can sıkıntımı üstünde
geçirmeye çalıştığım için kusuruma bakma!" demişti. Aiken ona baktı.
"Adamlarımla olan disiplin sıkıntısını görüyorsun. Bu durum işleri daha da
zorlaştırıyor. Ama kafanı burada şişirmeyeceğim." demişti. Koen onu görmek
için doğruldu. "Onlara yeteri kadar sert olmuyorsun. Bu yüzden seni
dinlemiyorlar." demişti. Aiken ona bakıp tek kaşını kaldırdı. "Onları
eğitecek disiplini kendinde görüyor musun?" demişti. Koen ona bakıp ayağa
kalktı. Ayakları çıplaktı.
"Disiplin var, karşısında duracağınız ordunun gücüne dair bilgi var ve hem
suikastçı hem koruyuculuk yapmış birisi için bir ordu eğitmek kolay olur. Ama
ben onlarla senin iletişim kurduğun kadar iyi iletişim kuramam. O yüzden
muhtemelen onlara sadece dövüşmeleri için yöntem gösterebilirim." demişti.
Aiken şaşkınlıkla ona baktı.
"Bir an için kibirleneceksin diye bekledim. Açıkçası bu durumda seninle
çalışmak isterim. Senin kurallarınla" demişti. Koen oturan Jeniske'ye
döndü. Gülümsemişti. "Kendime iş buldum görüyor musun?" demişti.
Jeniske yorgunca başını salladı. Koen onun yüzündeki yorgun ifade ile duraksadı
bir an için.
"Bir sorun mu var?" demişti. Jeniske başını iki yana salladı.
"Hayır. İstersen onlarla çalışabilirsin. Gözümün önünde olduğun
sürece..." bir an duraksadı. Başına giren ağrıyla elini anlına koydu.
Kendini bütün gün boyunca yormanın verdiği yan etkilerdi bunlar. Koen ona doğru
gidecekken geriye doğru bir adım attı.
"Jeniske ile ilgilenir misin? Savunmasızken ona yaklaşmam doğru
olmaz." demişti. Aiken onların ölümcül düşman olması gerektiğini anımsadı.
Jeniske'nin yanına doğru yürüdü.
"Karga Lider sizi şifacıya götürelim!" demişti. Jeniske başını iki
yana salladı. Elindeki kupayı uzatmıştı. Elleri titriyordu.
"Gerek yok Aiken. Çadırdan çıkabilirsin. Koen sen kal!" demişti. Koen
ona bakıp kalmıştı. Aiken tedirgindi. "Burada kalmam daha iyi olur gibi.
" demişti. Jeniske ona çevirdi gözlerini. "Dışarı çık Aiken. Kalmana
gerek yok." demişti. Aiken onun lafını duyunca başını eğdi. Kenarda duran
Koen'in hançerlerini aldı ve nöbetçiye bırakacağını söyledi. Koen sandalyede
halsizce oturan Jeniske'ye bir süre baktı. Ardından birkaç adım ona doğru
yürüdü.
"Lanetlenmemi istediğini sanmıyorum. Bu halde iken seni öldürebileceğimi o
kas kafa Aiken bile anlıyor." demişti. Jeniske ona bakıp yanına doğru
çağırdı.
"Dene!" demişti. Koen tuzak olduğunu anlamıştı ama denemek dışında
başka şansı yoktu.
"Peki!" demiş ve masada duran zarf açacağını kapıp ona doğru
koşmuştu. Birden bedenin bir şeye çarptığını fark etmişti. Görünmez bir duvar
vardı adeta. Jeniske gülümsedi. Koen birden bedenini ürperten soğuklukla titrediğinde
duvarın içinden geçip gittiğini hissetmişti.
"Bu bir kalkan Koen. O kör adamın kafasından çaldığım bir bilgi. Bu ne
tanrıların ne insanların bizim düşüncelerimizi görüp duyamayacağı tek kalkan.
Şimdi nefretini bırak gittin." demişti. Koen elindeki zarf açacağını yere
atmıştı birden. Koşup Jeniske'nin hemen yanına koşmuştu. Kalkmasına yardım
etmek için kolunun altına girdi. Onu yatağa taşımıştı. Yatağa oturturken
kendisine yapışan Jeniske ile yatakta üst üste düşüp kalmıştı. Jeniske onun
kalkmasına müsaade etmeden sıkıca onu belinden kavramıştı.
"Merak etme bu duvarın ötesinde zaman ve mekân bizden farklı işliyor.
Onlar biz duyamaz ve göremez." demişti. Koen ona çok yakın olmaktan hem
rahatsız hem de heyecanlıydı. Gözlerini o derin maviliğe dikmişti. Yeşilin
maviye baskın gelmeye çalışması. Jeniske ne zaman heyecanlansa gözlerinin
içinde bir savaş başlardı. O gözlerin içindeki savaş bir renk festivaline
dönüşürdü. Bir an için geçmişten gelen o hisle direnmeyi bıraktı. Bedeni öyle
halsizleşti ki kolları ile direnmeyi bırakıp Jeniske'nin göğsüne doğru bıraktı
kendini.
"Bu beden bekaret yemini etmek zorunda bırakıldı!" demişti. Jeniske
gülümsedi. Onun saçlarını nazikçe okşadı. "Bu yemini eden kişi sen
değildin." demişti. Bir şeyi istemek ancak ona ulaşamamak. Jeniske bunu
çok defa yaşamıştı. Geri dönmek istemişti ama mümkün değildi. Koen'in ruhu
dünyaya düştüğünde onu hissettiğinde tutulduğu tanrıların yanından aşağı inmek
için adeta yalvarmıştı. Şimdi tekrar aynı yakarı kalbinde hissediyordu.
"Eğer onlar benim bedenimin başkası tarafından..." Jeniske onun
endişesinin farkındaydı. Onu rahatlatmak için kollarını gevşetti.
"Sana zorla bir şey yapmayacağım. Korktuğunu biliyorum." demişti.
Koen gevşeyen kollara rağmen orada durmak istiyordu. Jeniske'nin onu
zorlamasını ve Hisar tanrıları için günah olan şeyleri yapmak istiyordu.
"Zorlamanı istersem?" demişti. Jeniske şaşırmıştı. Koen'in yüzünü
görmek istedi. Ama bunu onu yapacak kadar cesur değildi Koen. Yüzünü saklamak
için başını daha sıkı şekilde Jeniske'nin göğsüne bastırdı. Ve mırıldanarak
devam etti.
"Benim iki hayatım var. Birisi yüz yıllar önce Hisar tarafından yok edildi
diğeri yüz yıllar sonra Hisar tarafından verildi. Bu ikilem beni yoruyor
Jeniske. O kadar yoruldum ki kim olduğuma bile karar veremiyorum. Sana yenilmek
istiyorum. Sana karşı kaybetmek ve lanetlenmek pek de umurumda değil. Sadece
ben kim olduğumu bilmek ne olduğumu anlamak itiyorum. Sürekli olarak geçmişten
gelen rüyaların bana yaşattığı kabuslardan kurtulmak istiyorum. Göğsümü saran
bu nefret ve yok etme arzusunun nedenini bilmek istiyorum. Ve en önemlisi ben
senin kaderinde neden göründüğümü bilmeliyim. Kendi kaderim yok. Tanrılar
tarafından kutsanmamış başıboş bir ruh taşıyorum. Kirli ve kötü olan kadar iyi
ve temiz olanla yaşamak çok zor geliyor bana. Ben Hisar’ın bildiği iyiliğe
sahip olmak istemiyorum. Senin korktuğun kötülüğün kaynağını taşımak
istemiyorum içimde. Bunlarla yüzleşmekten o kadar çok korkuyorum ki...
Görülmekten, anlaşılmaktan o kadar korkuyorum ki bir soytarı gibi kampta
dolaşmak dışında başka bir şey yapabileceğimi bile sanmıyorum. Cevapları bulmak
istesem de bir o kadar korkuyorum. Sanki her an aklımı kaçırıp delirecek gibi
hissediyorum. O gün o büyücünün sevdiği kadını öldürdüğümde onun gözlerinde
gördüğüm nefret beni o kadar mutlu etti ki... Ben bu olmak istemiyorum.
İnsanların acılarından beslenen bir karanlık olmak istemiyorum. Ama kaderinde
böyle gözüküyorum. Ben senin kaderinin parçasıysam bu olamam." demişti.
Jeniske doğruldu. Koen ‘de kalkmak zorunda kalmıştı. Oturur konuma gelmişlerdi.
Jeniske onun yüzünü görmek için eğildi. Dolmuş gözlerin etrafındaki kirpikler
nemlenmiş ve dudakları bir kelime daha söyleyecek olsa titremekten kilitlenecek
gibi duruyordu.
"Sen benim kaderimin parçası değilsin." demişti Jeniske. Onun yüzüne
nazikçe elini sürmüş ve süzülmeye başlayan yaşı düşmeden yakalayıp silmişti.
"Senin kendi kaderin var. Ve bu kaderi kimse bilmiyor. Ne tanrılar ne
onların elçisi kahinler. Senin kaderini sadece sen biliyorsun. İçinde taşıdığın
şey bu dünyanın insanları için o kadar yabancı ki ondan korkuyorlar. Ama ben
korkmuyorum. O kalbini dolduran güç onların anlayıp ve karanlık diyeceği kadar
basit bir şey değil. " demişti. Koen onun bilgin sözleri ile biraz olsun
rahatlamıştı. "Ve..." dedi Jeniske. Yüzünde o kadar sakin bir ifade vardı
ki Koen ona bakmaktan kendini alamıyordu. "Kutsal olan şey bu beden bu güç
değil. Sensin. Senin içindeki ruh bu kimsenin anlayamadığı gücü kontrol
edebilecek kadar güçlü. Sana hep benim yanımda kal dedim çünkü bencillik etmeyi
severim. Yanımda olmanı istememin sebebi benim kaderimde olman değil. Seni
seviyor ve senin uzakta oluşunun bana özlem dolu yorgun hisler vereceğinden
korkmam. İstediğinde kendi kaderini bulmak için yola çıkabilecek kadar güçlü ve
herkesi alt edecek kadar yeteneklisin. Sadece ben sana karşı olan bu sevgimin
acıya dönüşmesinden korktuğum için bunu yapıyorum." demişti. Koen ona bakıp
kaldı. "Senin yanından gitsem bile sana olan sevgimde bir değişim
olmaz." demişti. Jeniske gözlerini yavaşça kırptı. "En son senden
ayrıldığımda tekrar dönemedin. Bedenin uzakta kanlar içinde yığılışını gördüm
ve seni kaybettim. Günlerce o mağarada aklımı kaçırdım. Bütün insanları
öldürmek ve yok etmek istedim. Son halin hala benim en büyük kâbusum ve gidip
geri dönmeyeceğin düşüncesi benim en büyük korkum oldu. O yüzden bu
bencilliğimi anlamanı istiyorum." dedi. Koen ona bakmıştı. Geçmişin
korkularını o da yaşıyordu. Hisar'a meydan okuyacak kadar güçlü ve bilgiliydi.
Ama o da korkuyordu.
"Ben hala ölümümü hatırlamıyorum. Sadece bedenimde derin bir sızı olduğunu
anımsıyorum. Sana hayatta kalıp geri döneceğime dair söz versem bana ne kadar
inanırsın? Gidip kendimi bulmak istesem ve geri döndüğümde bu kargaşaların
içinden sıyrılacağımı söyleseydim bana güvenir miydin?" demişti. Jeniske
onun arayışını anlıyordu. Kargaşanın içinde çürümek istemiyordu. Onca yıl
inandığı şeyler bir anda başka gerçekler altında ezilmeye başlamıştı. Ona bakıp
gülümsedi.
"Sen geri döneceğim dersen dönersin. Asla benim yaptığım gibi
yapmazsın." demişti. Gözünün önüne kanlar içinde geri dönmek için mağaraya
koşan Koen gelmişti. Dolan gözlerinden yaşlar akıyordu. Bir kez daha ondan
ayrılacak olmanın verdiği acı kalbini parçalarken sadece gözleri dolmuş ve
dudakları mühürlenmişti. Koen, gözlerinden yaşlar akan Jeniske'ye baktı. Uzanıp
o yaşları silmek istedi. Ancak Jeniske buna müsaade etmemek için onun elini
yakalamıştı.
"Yapma. Bu şekilde hala insan olduğumu hatırlıyorum. Bırak aksın."
demişti. Bilgi her zaman güç değildi. Zayıflıktı aynı zamanda. Çok bilmek
insanı duyguları öldürmeye ve ruhsuz bir kayıtçıya dönüştürmeye başlardı
fanileri. Jeniske bunu biliyordu. Ve insanı duygularını kaybetmekten
korkuyordu. Ağlamak, sevmek, gülümsemek... Bu duygularının canlı kaldığını
bilmek istiyordu. Gözyaşlarının yanaklarını ıslattığını hissettiğinde
gülümsemişti.
"Bazen sadece bu dağın bir parçası olduğumu ve bundan fazlası olmadığımı
düşündüğümde gözyaşları bana insan olduğumu ve benim de bir hayatım
olabileceğini hatırlatıyor. Ağlamak tanrılar için imkansızdır. Ya da
ölümsüzler... Ben ağlamak ve saçlarımın beyazlayıp derimin kırışmasını
istiyorum. Bir gün sadece huzurla ölebilmek..." Koen onun yüzüne bakıp
kalmıştı. Yüzyıllardır bilinci açık ve yalnızdı Jeniske. Her anı her saniyeyi
hatırlanmakla lanetlenmek... Korkunç bir lanetti bu. Ne olduğunu unutup sadece
düşsel bir varlık olmak ve unutulmak... Koen bunları düşünürken onun yaralarını
görebildiğini fark etmişti. O da yaralı ve yalnızdı. Kargaşa ve kaosun
içindeydi. Bu kargaşanın yanı sıra bilmenin verdiği sorumluluklar onu
sıkıştırmıştı.
"Jeniske..." demişti. Bu ismi sürekli telaffuz etmek isterdi. Her
an... Bazen kızgın bazen mutlu... "umurumda değil..." diye devam
etmişti. Ona doğru biraz kaydı. "Lanet ve bu yaşamın ardındaki gerçekler
umurumda değil." derken ona doğru sokulmuştu. Elini Jeniske'nin yatağa
dayalı elinin üstüne koyup yüzüne doğru yaklaşmıştı. Sesi de tıpkı nefesi gibi
sıcaktı. "Hisar, savaş ya da onların tanrıları umurumda değil. Bu beden,
bu ruh ve bu güç benim... Ben onlarla savaşacak kadar güçlüyüm." demişti.
Jeniske ona bakıyordu. "Ama şu umurumda değil. Sadece ben seni istiyorum.
Geri döneceğimi bilmeni ve ağlamak dışında sana insan olduğunu hatırlatacak
şeyler vermek istiyorum." demişti. Jeniske ona asla zorla dokunamazdı.
Fakat şimdi Koen onu istediğini utanmadan söyleyebiliyordu. Gözünden süzülen
yaşı silen parmakları hissetti. Ve dudaklarına dokunan yabancı ama bir o kadar
tanıdık dudakları...
Sevgi herkese verilirdi. O belki de en güzel büyü olarak geçerdi. Sevmek
yaşamın olmazsa olmaz bir parçasıydı. Fakat aşk öyle değildi. Aşk kutsal
değildi. Saygı duyulacak bir lütuf değildi. Aşk günahlara kapı açan sinsi bir
duyguydu. Hatalar yaptıran ve kararları, yeminleri bozduran bir duyguydu. Aşk
aslında büyük bir lanetti. Bir insanın bütün ruhunu yok edecek kadar güçlü ama
bir o kadar bağımlılık yapıcıydı. Korkaklar için aşk buydu. Fakat bu lanetin
esiri olmaktan çekinmeyenler için... Dünyada daha güçlü bir bağ yoktu onlar
için. Yüz yıllarca unutulmayacak hatıralar yaratan dokunuşların olduğu aşk Koen
ve Jeniske için en kutsal şeydi. Onların aşk dediği şey insan denilen varlığı
dengede tutan şeydi. Bedenin bir başka bedeni arzulaması ve kalbinin o kişi
karşısında hızla çarpıp dudaklarının heyecandan kurumasıydı.
Yüz
yıllar sonra tekrar o bedene dokunmak. Jeniske dudaklarından çekilen dudaklarla
beraber yutkunmuştu. Gözlerini kapamıştı. Elinin üstündeki elin sıcaklığı ile
derin bir nefes aldı. "Bedeli olacak..." demişti. Koen bir hamle ile
onun kucağına doğru zıplamıştı. "Bu umurumda değil. Daha sonra
düşünebiliriz bedelini." demişti. Jeniske onun duygularının uyanmasına
şaşırmıştı. O gün mağarada kendine geldiği andan itibaren savaştığı duyguları
bu gece birden canlanmıştı. Bir şey söylemek için dudaklarını araladığında Koen
onun dudaklarına yapışmıştı. Konuşmasına izin vermeden onu geriye doğru
devirdi. Solukları kesilene kadar Koen onu öpmeye devam etmişti. Bedeninde
dolaşan elin verdiği tahrik ediciliğe daha fazla Jeniske direnememişti. Koen
kıyafetlerini çıkarmaya başlayan Jeniske'ye eşlik etmek için doğrulup hızla
üstündeki gömleği sıyırıp attı. Suikastçılar iyi yollarla eğitilmezdi. Koen her
ne kadar vaftiz babası sayesinde şanslı olsa da o da aynı zorlu eğitimden
geçmiş ve bunun bıraktığı ufak izlerle vardı bedeninde. Jeniske ona hoş gelen
bu izlere bakıp doğruldu. Koen'in yardımı ile gömleğini çıkarmaya başlamıştı.
Onun kadar hızlı soyunamazdı. Üstünde deri zırhı bile varken bu zordu. Ayrıca
ellerini ve dudaklarını meşgul eden Koen'e karşı koymak zordu. Koen onun
düğmelerini sonunda söktüğünde dudaklarını dudaklarından çekti. Jeniske'nin
bedenin nasıl olduğunu hatırlamak ister gibi çıplak göğsüne baktı. Kalbin
olduğu hızda derin ve eski üç büyük yara vardı. Dilek ritüeli için kendi
kalbini üç defa hançerlemişti. Koen'i heyecanlandıran bu fedakârlık ile
dudaklarını onun göğsüne doğru götürdü. "Bu fedakarlığın benim için
miydi?" demişti. Jeniske göğsüne dokunan dudaklarla irkilip geriye doğru
dirseklerinden yarım alarak yaslandı. "Yeterli bir fedakârlık
olmalıydı." dedi. Koen ona bakıp gülümsedi. "Rüyalarımda sadece
kabuslar görmedim. Bunu defalarca yaptığımızı gördüm. Çok uzun süredir direndiğimi
hissettin değil mi?" dedi. Jeniske gülümsemişti. "Pes etmeni
beklemekten başka şansım yoktu." demişti. Koen gülümsedi. Eli onun
kemerine doğru gitmişti. "O zaman hemen bitmesine müsaade etmeyelim."
demişti. Jeniske pantolonundan içeri giren elle beraber başını geriye doğru
atıp alt dudağını ısırmıştı. Koen her zaman şehvet dolu birisi olmuştu. O arsız
ve yatakta asla utanmayan birisiydi. Bu halini özlemişti Jeniske. Onun daima
doyumsuz ve heyecanlı oluşu hoşuna giderdi.
"Sanırım bunu seviyordun." dedi ve Jeniske erkeliğinde Koen'in
dudaklarını hissettiğinde bedeni birden titremişti. Göğsü hızla inip kalkarken
sadece "hım" diye bir ses çıkarabilmişti. Koen onu yatakta yönetmeyi
severdi. Bu gece bütün kontrolü elinde tutmak istiyordu. Jeniske'nin bilmediği
bazı şeyler öğrendiğini düşünüyordu. Hisar'da fahişe olarak eğitilen casus
kadınları gizlice izlerdi. Onlara verilen dersleri ve ergenlik zamanın fantezileri
aklına geldi. Bazen iki hayatın hatıralarına sahip olmanın kötü bir şey
olmayacağını düşündü. Şişko kadının sesi yankılandı kulağında. "Bir erkek
zevkten ölebilir. Bunu başarmak isterseniz onun boşalmasına izin
vermeyin." demişti. Karga'nın o zayıf hali ile Tilki adeta zevk dolmuştu.
Onun boşalmasına izin vermeden birden durdu. Erkekliğini sıkıca kavramıştı.
Jeniske boşalmasına izin vermeyen Koen'in gözlerindeki o kızıl ateşi gördüğünde
onunla mücadele etmesi gerektiğini anlamıştı. "Kimin altta kalacağına
karar verme vakti." demişti Jeniske. Artık pasif olarak bekleyemezdi. Koen
onun göğsüne hızla bastırdı. "Kaybetmeye gönüllü olmamı ister misin?"
demişti. İkisi arasındaki zıtlığın büyük bir şehvet doğurduğunun
farkındaydılar. Jeniske onu omuzlarından yakalayıp bir hamlede yatağa sırt üstü
devirdi. Koen üzerine doğru çöken adamın dudaklarına doğru uzanmıştı. Jeniske
dudaklarını parçalayacak gibi ısırıp öpen Koen'in hazır olduğunu hissediyordu.
"Emin misin altta olmak istediğinden?" diye sorduğunda Koen
bacaklarını onun bacaklarına doğru dolayıp çekti. "Bir süre için evet!"
demişti. Jeniske onu pantolonunu çekip bir hamlede çıkarmıştı. Elleri önce
kasıklarında sonra erkekliğinde dolaştı. Ardından kalçasına doğru kaydığında
Koen bedenini saran irkilme ile onun beline dolamıştı elini. "Bu benim
ilkim!" demişti. Jeniske güldü. İstemsizce bir kahkaha atmıştı.
"Gerçekten arsız bir adamsın Koen!" demişti. Koen onun girebilmesi
için bacaklarını iki yana doğru ayırmıştı. Gülüp yüzünü yakalayıp kendine doğru
çekti. "Bütün enerjini harcama" diye fısıldamıştı. Jeniske Onun kalçaları
arasına doğru süzülüp erkekliğini gerçekten bakir olan deliğe doğru sokarken
sırtına saplanan tırnakların verdiği sızıyla başını Koen'in boynuna doğru
gömdü. Bir süre öylece durdu. Ardından yavaş yavaş hareket etmeye başlamıştı.
Koen o kadar hızlı nefes alıyordu ki kalbi çatlayacak gibiydi. Bedeninden
yayılan ısı çok fazlaydı. Jeniske büyülenmiş gibi hissediyordu. Koen'in
tırnakları bedeni parçalıyordu. İtaat etmek... Onun pençeleri o kadar güçlü
şekilde sırtını parçalıyordu ki itaat etmek ve yavaşlamak zorunda kalmıştı.
Koen bunu fırsat bilip onun yavaşlaması ile kendini geriye doğru çekti. Jeniske
şaşkınlıkla ona bakınca onu yana doğru devirip üstüne çıkmıştı. Kasıklarının
üstüne doğru yavaşça oturmuştu. Onun bir şeyler söylemesine izin vermek
istemiyordu. Her kelime utanç dolu olabilirdi. Bunu engellemek için onu sürekli
öpüyordu. Bedeni kıvrak ve beklediğinden daha ateşliydi. Jeniske'nin boşalmak
üzere olduğunu fark etmişti. Kendini buna hazır hissetmeyince bir an için
yavaşladı. "Bana bırak." demişti Jeniske. Onun erkekliğini kavrarken.
O gün ilk seferi gün batıp yıldızlar gökyüzünde yükselirken yaşadıkları o anı
yüz yıllar sonra tekrar yaşayabilmek. Koen bedenin kasıldığını ve ılık ılık
akan dölleri içinde hissederken Jeniske'nin de onu boşalttığını anlamıştı.
Halsizce yana doğru devrildi. Jeniske parmağını yavaşça şaklatınca birden
mumlar sönüp yerini ışıl ışıl bir gökyüzü almıştı. Koen parlayan yıldızlara
hayranlıkla bakıp kaldı. Öylece gökyüzüne bakarken bedeni saran kolları
hissetmişti. "Geri döneceğine söz ver!" demişti Jeniske. Koen onun
sesini kulağında hissetmişti. "Geri döneceğim." demişti. Gün onlar
için günler sonra doğacaktı. Jeniske'nin büyüsü onları dışarıya göre daha yavaş
bir boyuta almıştı. Hasret gidermek ve tekrar birlikteliklerini hatırlamak için
birkaç saatleri değil birkaç günleri vardı. Dinlenmek için, sevişmek ve
sevilmek için...
Gün
doğduğunda Koen sessizce ona lazım olacaklardan bir çanta yapmıştı. Jeniske ona
bir at verilmesini istedi. Aiken şaşkınlıkla dün gece neler olduğunu anlamaya
çabalıyordu.
"Neden aniden gitme kararı aldın?" demişti. Koen buruk bir ifade ile
gülümsedi.
"Burası bana göre değil. Bu yer benim için çok fazla anlam taşıyor.
Frange'ye gidip oradan ufak bir yolculuğa çıkacağım. Tekrar döndüğümde
askerlerin hazır olsun." demişti. Aiken ona dağın sonuna kadar eşlik etmek
istedi. Koen bunu kabul etmişti. Ayrılmadan ve hançerlerini almadan önce onu
yolcu edenlerin başında olan Jeniske'nin karşısında durdur.
"Ben gelene kadar hayatta kal ve güçlen. Bu ordu bu yer güçlü olsun."
demişti. Jeniske gülümsedi.
"Bir kuzgun olacak peşinde. Bana söylemen gereken bir şey olursa bir parça
kâğıda birkaç kelime yazman ve ona vermen yeterli olur." dedi. Koen ona
bir süre baktı. Ardından birden sıkıca sarıldı. Jeniske artık çevresindeki
insanları umursamak istemiyordu. Ona sarıldı ve ardından bir kolye çıkardı
cebinden. "Dağın ruhu... Bu sende olduğu sürece kalbinin attığını
hissedeceğim." demişti. Koen onun veda hediyesini reddetmedi. Aldı ve
boynuna taktı. Ufak gümüş rengindeki taş öyle cilalanmıştı ki parlıyordu. Koen
onu boynuna taktı ve atın yularını tuttu. Yolculuğu yeniden başlıyordu. Kendini
bulup bu laneti kaldırmak için bir çözüm bulmalıydı. Bu yolculukta Jeniske
onunla olmasa da her zaman gözü kulağı onunla olacaktı. Aiken onun hareketi ile
kendi atının yularını tutmuştu.
Bölüm On İki
Kehanet
Güneş
tekrar doğup tekrar batmıştı. Ayrılığın ilk günü dolduğunda aklında kalan tek
şey neyi aradığı olmuştu Koen için. Kendince bulması gereken cevaplar ve
keşfetmesi gereken gücü vardı. Jeniske'den uzakta bunu yaparsa dikkatinin
dağılmayacağına inanmıştı. Pişmandı. Oturduğu handa kaçıncı içişiydi bilmiyordu
ama sarhoş olduğunun farkındaydı. Yolu bulmak onun önemliydi. Kim olmak
istediğine hala karar veremiyordu. Yüzyıllar önce bitip giden klanın ardında
kalan savaşa yardım etmek istiyor muydu bilmiyordu. Sadece Jeniske'yi ikna
ederse durabileceğini düşündü. Her şeyi bir kenarı atıp gidebilirlerdi. Söz
edilen Dar Boğazın ardında barış olan krallıklar olabilirdi. Ya da başka
diyarlar. Burada kalıp başkaları için savaşmak ona mantıklı gelmiyordu. Yarım
ağız yeni içki istedi ve bir bakır para daha koydu bar tezgahına. Yanına oturan
kişiyi fark edemeyecek kadar yorgun hissediyordu.
"Seni götürmem gerek. Burada kalamazsın." Bu tanıdık ses Tavi'ye
aitti. Koen onu görmek için başını çevirmişti. Gerçekten de ihtiyar gelmiş ve
ona kalkmasını söylüyordu.
"Git başımdan!" diye eliyle onu iteklerken oturduğu iskemleden kayıp
yere doğru düşmüştü.
"Şu
halinle seni bırakacak değilim. Kaleye gidiyoruz!" demişti. Koen bunu
duyunca onun uzattığı eli vurup kenarı doğru itekledi.
"Burada yatacak yerim var." demişti. Masadan destek alıp geri ayağa
kalktı. Bastığı yeri seçemiyordu bile.
"Siktir git lan şuradan! Zaten kafam yerinde değil. Bir de seninle
uğraşamam! "deyip Tavi'yi es geçti. Tavi onun kaba birisi olduğunu hiç
düşünmemişti. Bir den küfürle karşılaşınca şaşırmıştı. Handa bir sessizlik
hakimdi. "Kafama göre içip yatamayacaksam ne diye buradayım ben?"
diye homurdandı Koen. Tavi ona doğru yürüyen adamını durdurdu.
"Yolculuğuna çıkmadan önce sana yardımcı olmak..." Koen ona doğru
dönmüştü. "Yardım mı?" birden gülmüştü. "Bana yardım etmek
istiyorsan peşimde dolaşmayı bırakın. Yarın terk ederim ülke
topraklarını!" demişti. Tavi onun sarhoş ve bir şeye kızgın olduğunun
farkındaydı. Üstüne gitmek istemedi. Koen yukarı doğru çıkmak için dar
basamaklara yöneldi. Bir yandan da küfrediyordu. Tavi dikilen adamlarına sabaha
kadar burada nöbette olmalarını emrettikten sonra içki içmek için bar tezgahındaki
tabureye oturdu. Bu sırada yukarıdan bir patırtı gelmeye başladı ve ardından
Koen merdivenlerden aşağı doğru tek hamlede atlamıştı. Başına bir şeyler
vurulmuş olmalıydı. Alnından kan akıyordu. Ayakta duramayan o adam birden
kendini toplamış ve iki hançeri sıkıca kavramıştı.
"Boşaltın burayı!" diye bağırırken etrafta bir panik başlamıştı.
Merdivenden aşağı doğru bir şey iniyordu. Pis bir koku onunla geliyordu. Onu
ilk görenler merdivene dikkatle bakanlar olmuştu. Kırmızı gözleri yuvalarından
fırlamış gibiydi. Teni yeşile dönmüş ve dev bir canavar gibi ağzından salyalar
saçan bir adam... Başının etrafında alın derisi ile birleşmiş dikenli bir tek
vardı. Damarları çatlayacak gibiydi. Elindeki balyoz basamakları kırarak onun
ardından aşağı doğru geliyordu. Koen gözüne doğru akan kanı sildi.
"Umarım bunu gören tek kişi değilim. O kadar sarhoş olmadım."
demişti. Tavi ve adamları kılıçlarını çekmişti. "Yo!" demişti Tavi.
Gelen adama bakarken gözlerini kısmıştı. "Hisarın ufak deney farelerinden
birisi. Sanırım seni arıyorlar. İşte bu yüzden açıkta kalmamalısın."
demişti. Sözünü kesen şey kükreme ile havalanan balyoz olmuştu. Koen Tavi'yi
yana doğru itip havaya sıçramıştı. İnsanlar han içinde saklanacak ve kaçacak
yer ararken Koen bu yaratığın nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı.
Damarları siyaha dönmüş canavara bir şey enjekte etmiş olmalıydılar.
Düşünemiyor ve sadece öldürmeye odaklıydı belli ki.
"Tavi!" demişti. Tavi kolunu tutan adamını arkasına doğru aldı.
"Sanırım onu öldürmek için boğazını kesmemiz yeterli değil!" demişti.
Tavi kaşlarını çatıp ona baktığında Koen güldü ve eline bulaşan kanı yalayıp;
"Bunu yukarıda denedim. Kafama balyozu indirmek üzereydi yarı kesik
gırtlağına rağmen. Onu dışarı çekip yakacağım!" dedi. Tavi ona bakarken
Koen yaladığı siyah kanın tadında aldığı baruta benzer tatla onu yakabileceğini
fark etmişti. Hançerlerini bacağına yerleştirdi. Kollarını sıvadı ve masadaki
şişeyi alıp birden dev yaratığa doğru attı. İki metreden uzun yaratık
kaçışanlardan gözlerini ayırıp ona doğru çevirdi başını. Koen gülmüştü.
"Babana gel yavrum!" derken gözleri birden kızıla dönmüştü. Vahşi bir
canavar gibi dudaklarını yalayıp sırtını kamburlaştırdı. Tavi ona bakıp
kalmıştı. Koen sivrilen dişlerini gösterip gülümsemişti.
"Zafer yok! Sadece kan var!" demişti. Yaratık ona bakıp birden üstüne
doğru koşmaya başladığında esen rüzgârın içindeki çığlıklar camları patlatmış
herkes korku ile olduğu yerde kalmıştı.
Tanrılar asla hata yapmazdı. Koen’in ruhunu kısırlaştırmak onun dünyasını yok
etmekti. Vaftiz edilmeyen ruhu kısır değildi ve o tanrıların bile kontrol
edemediği bir şeyi kontrol edebilirdi. Kaos ve nefreti kontrol edip kendine bir
çocuk yaratabilirdi ondan. Düşmanlarını ve Üç Tanrı Dağının katillerini yok
edebilirdi. Tanrılar izliyordu. Atılan çığlıktaki onlarca ruhun acısını ve
nefretini kendine silah yapan Koen'in gözlerinden fışkıran kızıl alevin
yarattığı gücü hissediyordu. Ay o gece bambaşka bir renk alırken yağmur
bulutları toplanmaya başlamıştı. Yağacak şey yağmur değildi. O gece kan yağacaktı
Frange'nin üstüne. Üç Tanrının gökyüzünden izlediği kapışma ve gerçek bir
nefretin doğuşu...
Bir kehanet vardı. Yüzyıllar önce Kayıp Masalların gün yüzüne çıkması için
büyük olayları hatırlatacak kehanet. Bunlar birbiri ile bağlı ama birbirinden
bağımsızdı. Koen'in kehaneti ise Karga'nın kader çizgisinde kendisini
gösteriyordu.
Rüzgâr
sert, gök yüzü gri ve insanlar korku içindeydi. Koen kapıya doğru adım adım
çekilmişti. Tavi ve adamları geride kalmıştı. Kan bu yaratık için çekici ve bir
o kadar aklını başından çalan bir yemdi. Koen alnındaki yaradan akan kanı
eliyle sildi ve gülümsedi.
"Buraya gel seni çirkin pislik!" demişti. Eline masadaki feneri
almıştı. Işık onu çekecekti. Dışarı doğru geri geri çıkarken onu yakmak için
meydana çekmeye çabalıyordu. Ama bunun için yeteri kadar zamanı yoktu. Bir
sıçrayışta devasa adam onun önünde belirmiş ve bir yumruk savurup onu duvara
doğru fırlatmıştı. Koen midesine inen yumrukla duvara doğru yapışmış ve
elindeki fener düşüp kırılmıştı. Ateş tahta zemine yayılırken onu yakmak için
buradan çıkaramayacağını anlamıştı.
"Tavi hanı boşaltın." demişti.
Gecenin karanlığında han cayır cayır yanarken Koen tükenmiş halde kendini
kapıdan atmıştı. Büyük bir patlama onun çıkışı ile alevleri daha da harlamıştı.
Tavi herkesi tahliye ederken Koen o dev adamı içerde tutmak için canla başla
uğraşmıştı. Elindeki baltayı kenarı doğru fırlatıp adamın savurduğu parçalardan
korunmak için koşmuş ve yere yatmıştı. Tavi ve insanlar şaşkınlık içinde
patlamayı izlerken Koen sırt üstü dönmüştü.
"Siktiğim piçini kim gönderdi!" diye mırıldanmıştı. Koluna saplanmış
bıçağa bakıp gözlerini ona doğru yürüyen Tavi'ye çevirdi. Tavi onun kolundan
sızan kana baktı. Perişan haldeydi. Onu yok etmesi için Hisar'ın gönderdiği bu
yaratığın nasıl içeri sızdığını merak ediyordu. Ama önceliği Koen'in kan
kaybından ölmemesi için onu şifacıya götürmekti.
"Karga?" demişti Koen. Yanan hanın üstünde uçan kargaları
göstermişti. Tavi baktığında onlarca karganın yükselen dumanın üstünde
döndüğünü fark etmişti.
"Jeniske neler olduğunu görmek istemiş olmalı!" demişti. Koen güldü
ve elini alnına koydu.
"Neden
ben? Neden buradayım ben?" demişti. Kargaların çirkin sesini duymaya
başlamıştı. Ona doğru onlarca karga aynı anda uçmaya başlamış ve etrafında
hızla dönüyordu. Tavi etraflarını saran kargalara bakıp kalmıştı. O kadar hızlı
kanat çırpıyorlardı ki Tavi sesten kulaklarının ağrımaya başladığını fark etti.
Ardından bütün kanat sesleri kesildi. Zaman etraflarında durmuştu adeta. Koen
duran zamanın ardından gelen ayak sesi ile irkilmişti.
"Seni fark ettiler. Artık güvende değilsin!" Jeniske'nin sesini
duymuştu Tavi. Etrafına bakınca gökyüzünden süzülen daha iri karganın yavaşça
dönüşüp yere indiğini fark etti. Alevlerin donmuş ışığında yeşil gözleri
parlıyordu. Kuzguni siyah saçları donuk yüzünü daha da renksiz kılıyordu.
Başını yana doğru çevirip yerde yatan Koen'e bakınca düzgün burnu ve çene hattı
ile oldukça çekici ve yakışıklı bir adam olduğunu fark etti. Normalde asla
buraya inmezdi. Ama şimdi zamanı durdurmuş ve buradaydı.
"Burada çok uzun kalamam. Zamanı dondurmak hepimiz için tehlikeli. Tavi
onu tekrar dağa götüreceğim..." Koen bunu duyunca birden elini ona doğru
uzattı. Avuç içi ona dönüktü.
"Buna gerek yok. Sarhoştum ve savunmam zayıf düştü. Hisar onlara ihanet
ettiğimi anladıysa daha büyük bir sorun var! " demişti. Kanayan kolunu
kıpırdatamıyordu.
"Nasıl bir sorun?" demişti Tavi. Koen güçlükle nefes aldı.
"Tanrılara ettiğim yemin. Lanetlenmem an meselesi. Senin tarafına
geçtiğimi tanrılar duyacak ve o kanla verilmiş yemin benim ecelim olacak."
demişti. Jeniske birden duraksadı. Ona doğru yürüyüp yere çöktü. Kolundaki
biçimsiz bıçağı tek hamlede çekip çıkardığında Koen sıkı bir küfür savurmuştu.
Acıyla dişlerini gıcırdattığında Jeniske nazikçe onun koluna dokunmuştu. Koen
vücudunun yavaşa derin bir uykuya doğru çekildiğini hissederken zamanın tekrar
akmaya başladığını görmüştü. Alevler yavaş yavaş hareketlenirken sesler tekrar
etrafı doldurmaya başlamıştı. Çekildiği karanlık yoğun bir su gibiydi. Bütün
vücudunu kaplayan suyun ılıklığı ve yoğunluğu onu boğuyor gibi hissetti.
Doğrulmak için çabaladığında bir mum ışığı fark etti. Burası neresiydi
bilmiyordu ama bambaşka yerde bulmuştu kendini. Şaşkınlıkla etrafa bakarken
gözlerini sıkıca kapayıp açtı. Ellerini yüzüne doğru götürdüğünde ıslak elleri
ile saçlarını geriye doğru çekiştirdi. Mum ışığının etrafında oturan bir adam
vardı. Akışkan sıvının üzerinde düz bir zeminde oturur gibi rahatça bağdaş
kurmuş oturuyordu. Işık yüzünü aydınlatıyordu. Kim olduğunu anlamak için
yüzülmesi zor suda yüzmeye başlamıştı bin katı daha fazla efor sarf etmesine
rağmen oraya varması günler sürmüş gibiydi. Oraya yaklaştığında adamın yüzüne
bakmak için başını doğrulttu.
"Burası neresi?" demişti. Adam ona bakmadan yanmaya devam eden ince
mum alevini izliyordu. Alev yüzünü aydınlatmıyordu. Buruşuk çirkin ellerini ve
eski kirli siyah ama rengi bozarmış cübbesini aydınlatıyordu. Fakat yüzü
başındaki kapüşonun ardında karanlıktaydı. Sadece titrek çenesi ve kırışık
dudakları gözüküyordu.
"Gerçeklik! Zamanın gerçekliği burası." demişti. Koen burnunu
dolduran kokunun tanıdıklığı ile ellerine bakmıştı. Kızıl koyu rengin kan
olduğunu anladığında paniklemiş ve tutunacak bir yer arayarak ellerini sağa
sola vurmaya başlamıştı. Adam aynı dingin ve sakin sesle konuşmaya devam etti.
"Yukarı çıkmak için zorlarsan kendini, daha çok derine batacaksın. Sadece
kendini bırak. Zaman seni doğru yere doğru çekecek." demişti. Koen ona
güvenmiyordu ama çırpındıkça sıvının katılaştığı ve onu daha hızlı şekilde
derine çektiğini fark ediyordu. Çırpınmanın bir anlam ifade etmeyeceğini anladığında
bedenini gevşetmek için sakinleşmeye çabaladı. Ölebilirdi... Ama bu ilk defa
öleceği anlamına gelmiyordu. Burası gerçeklik olamazdı. Kanla dolu bir
sonsuzluk.
"Sadece düşün! Nerede olmak isterdin?" demişti. Koen gözlerini onun
gibi mum ışığına dikmişti.
"Ben geçmişte olmak isterdim. O gün! Nasıl oldu da ben hata yapıp öldüm?
Hala anlamıyorum!" demişti. İhtiyarın sesi sakin şekilde sonsuzlukta
yankılandı.
"O zaman sadece düşün!" dedi. Düşünmek. Koen için o anı düşünmek
zordu. Sadece birisinin onu öldürdüğünü ve oraya yetişmeye çalıştığını
anımsıyordu. Jeniske'ye yetişmeye çalışıyordu. Yorgun hissediyordu. Derine
doğru çekildiğini ve nefes almanın anlamsızlığıyla gözlerini kaparken mum ışığı
kayboluyordu. Son gördüğü adamın yukarı doğru kıvrılmış dudakları oldu. Sakalı
ve bıyıkları arasında yukarı doğru kıvrılmış dudakları...
Derine çekilirken hissettiği tek şey rahatlamaktı. Huzurlu ve tasasızdı. Gece
yarısı Hisar'da uyandığında susamış olurdu. Kirli duvarlar ile çevrili hücreyi
anımsatan odasında geri yatağa dönüp gözlerini kapadığında onu saran sıcaklığı
hissediyordu. Bu sıcaklığın aynısı hissettiği başka bir an daha vardı. Yanan
mum ışığında ona bakan bir çift yeşile çalan gözleri görmüştü. Hırçınca uyanmış
ve korku ile etrafa bakarken doğrulmuş yanındaki yere serili yataktan ona bakan
Jeniske'nin gözlerini. Henüz on beşine bile gelmemiş genç oğlan Jeniske...
"Kâbus gördün." diye fısıldamıştı. Onlarda kaldığı gecelerde Jeniske
onunla çatı katına çıkardı. Yatak serer ve orada yatarlardı. Çatıya çıkan
merdiven ince ve uzundu. Dar alanda ikisi yataklarını yan yana serip uzanırdı.
Düzensiz ve çatlak kiremitler arasından yıldızları gördükleri yere yatmayı
severlerdi.
"Bir canavar vardı peşimdi. Büyükçe!" Koen fısıltılı sesle bunu
söylerken onları izliyordu. Bağdaş kurmuş halde o çatı katında konuşan iki
çocuğa bakıyordu. Kendi çocukluğuna ve Jeniske'ye. Çocukken sürekli kabuslar
görürdü. Katlanılmaz olan kabuslardan uyandığında Jeniske onun tekrar uyuyabilmesi
için bir mumu yanık bırakırdı. Mum pahalıydı. Yapımı zordu ve aşağıdaki Frange
pazarından alınabiliyordu sadece. Ama buna değerdi. Koen için bir mumu harcamak
Jeniske için feda edilecek ufak bir şeydi.
"Korkmana gerek yok. Mum yanık kalacak. Bende burada olurum. Elimi
tutarsan seninle aynı rüyayı görürüz. Ve ben o canavarı öldürmek için, seni
korumak için orada olurum." diye konuşmuştu Jeniske. Koen bunun işi
yaradığını anımsadı. Rüyalarında Jeniske olur ve onu korurdu. Baştan beri o
zaten ruhani olarak güçlü ve yetenekliydi. O gücünün farkında mıydı? Oturduğu
zemin yavaşça kayboldu ve kendini boşlukta buldu. Oluşan zemin soğuk ve
nemliydi. Taşa dokunduğunu hissetti ve ardından Jeniske'nin keşişlerin peşinden
koştuğunu gördü. Kış vaktiydi. Henüz o daha küçüktü. Elindeki sopayı savurup
keçileri yakalamaya çabalıyordu.
"Jeniske!" arkadan gelen ses bir adam aitti. "Anneni
götüreceğim! Komşumuz doğum yapıyormuş! Keçileri toplayıp getir!" diye
devam etmişti adam. Koen dönünce Jeniske'nin babasını ve annesini görmüştü. Bir
başka adam daha vardı. Babası! Kendi babasının gençliği. Onu keskin koyu
gözlerinden tanımıştı. Jeniske Koşarak oraya doğru gelmişti. Tam Koen'in olduğu
yerde durmuş ve bağırmıştı.
"Bende gelmek istiyorum baba!" diye bağırmış ama adam ve kadın
getirilen ata binip hızla uzaklaşmaya başlamıştı. Jeniske sopayı hızla otlara
vurmuştu. "Onu bende görmek istiyorum!" demişti. Ama çabuk unutmuştu.
Tekrar keçilerin peşine koşmaya gitmiş fakat birden durup Koen'e doğru
dönmüştü. Onu görüyor gibi kaşlarını çatmıştı. Başını yana doğru eğip oraya
doğru yürümüştü.
"Hey sende nereden çıktın?" demişti. Koen bir an irkildi. "Sana
diyorum! Nereden çıktın sen?" diye çıkışıp ona sopasını doğrultmuştu.
"Sen... Sen beni görebiliyor musun?" demişti. Jeniske kaşlarını çatıp
ona doğru bakmıştı. "Seni görüyorum! Hangi klandansın? Yoksa keçilerimi
çalmaya mı geldin?" demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Başını iki yana
sallayınca Jeniske onu baştan aşağı süzmüştü. "Kolun kanıyor!"
demişti. Koen koluna bakınca yarasının kanadığını gördü. Öylece kaldı.
"Eğer onu durdurmazsan ölürsün!" demişti Jeniske. Vahşi bir hayvan
gibi ürkek bakıyordu. Ama yine de ona doğru emin adımlar atıp boynuna bağlı
olan ince bezden yapılma atkıyı vermişti.
"Al
bununla bağla!" diye ona doğru atmıştı. Koen yerden atkıyı alıp koluna
bağlarken hala Jeniske'nin onu nasıl görebildiğini anlamıyordu.
"Bana şimdi nereden geldiğini söyle çabuk!" demişti. Koen ona bakıp
kaldı. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu.
"Ben... Ben Frange krallığından geliyorum." demişti. Jeniske bunu
duyunca heyecanla ona doğru birkaç adım atmıştı.
"Dağın aşağı kısmından mı? Neden ki?" demişti. Koen o an bir şey fark
etmişti.
"Ben bir kahinim ve Jeniske adında bir çocuğu arıyorum. Ona çok önemli
bazı şeyler anlatacağım!" demişti. Jeniske gözleri fal taşı gibi açılmış
ona bakıyordu.
"O benim!" demişti. Elindeki sopayı düşürmüştü şaşkınlıktan. Koen
gülümsemişti.
"Bugün bir çocuk doğacak! Ve senin kaderinde yer alacak! Onun kim olduğunu
biliyor musun?" demişti.
"Evet! Koruyucu liderinin karısı doğum yapacak. Karnı kocaman olmuştu.
Annem onun doğum yapmasına yardım etmek için gitti." demişti. Koen onun
masumca konuşmasına bakıp gülümsedi.
"Onun adını bilmek ister misin?"
"Evet!"
"Adı Koen! O savunmasız ve ürkek bir çocuk olacak! " demişti. Jeniske
ona bakıp kaldı. Koen ona yanındaki yeri gösterdi. "Sana anlatmam gereken
şeyler var ve bunları asla unutmaman gerek!" demişti. O tarihi
değiştirebileceğini fark etmişti. Jeniske'nin kaderinde gözüküyordu çünkü
tanrılar ona kendi kaderini çizmek için bir şans veriyordu.
"Onun annesi ölecek bugün! Ve o tanrılarca kutsanamayacak! Onun kaderi
senin kader çizginde olacak. Ve sen onun için tek gerçek arkadaş ve aile
olacaksın! Senin onu koruman gerek. İleride ikinizde çok önemli kişiler olacaksınız.
Büyük savaşçılar. Ama sakın onu yalnız bırakma. Onu koru ve sev! Onun sana
ihtiyacı olacak Jeniske. O yalnızlıktan, karanlıktan ve kabuslarına gelen
canavarlardan korkacak. Sen onun ailesi olacaksın, ışığı ve kahramanı... Onu
korumanı söylemek için geldim!" demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı.
"Onun annesi ölecek mi?" demişti. Koen usulca başını salladı. "O
zayıf olacak, savaşamayacak. Senin onu koruman gerek. Asla babası olamayacak.
Onu babasından koruman gerek!" demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı.
"Ama babası çok güçlü. Ve onları seviyor..." Koen buruk bir gülümseme
ile ona bakıp kaldı. "Sevgi zamanla yok olur Jeniske. Aşk ve nefret
sonsuzdur. Geri kalan her şey zamanla yok olur. Sen herkesten farklısın!"
demişti. Jeniske ona bakıyordu. Koen ona yükselen üç zirveyi gösterdi.
"Sen tanrıların dilini anlayan son kişi olacaksın. Bu dağın muhafızı ve
koruyucu olacaksın. Ama onu asla terk etme! Bunu yaparsan o yaralanacak.
Üzülecek ve canı yanacak... " demişti. Birden kalbine saplanan bir bıçak
hissetti. Dudaklarından kelimeler değil kan süzülmeye başlamıştı. Jeniske
şaşkınlık içinde ona bakarken olduğu yerde kalmıştı. Korku ile geriye doğru
çekilirken arkada beliren zırhlı muhafız haykırmıştı.
"Mağarada! Onu canlı yakalayacağız..." Koen göğsüne giren hançerle
beraber kollarındaki ağırlığı hissetti. Bir bebek tutuyordu kollarında.
Çığlıklar atan bebeğin yüzüne dökülen kanlar... Jeniske'nin çocukluğu kaybolup
mağaranın girişinde dikilen o delikanlı ortaya çıkmıştı.
"Koen..." haykırışı dağı inletmişti adeta. Koen dizlerine çöken
ağırlıkla yere doğru düşmüştü. Ancak ağlayan bebeği bırakmamıştı. Sırtına giren
ve çıkan kılıç darbelerini hissederken çocuğun yüzünü görmek istiyordu. Yerin
sarsıntısını hissediyordu. İnsanların çığlıkları artarken ona doğru yürüyen
Jeniske'yi görmüştü. Ona doğru koşmaya başlarken arkasındaki adamın kırılan
kemiklerinin sesi bebeğin ağlamasını bastırıyordu.
"Beceremedim!" bunu söylerken Jeniske onun yanına çökmüştü. Koen
acıyı o kadar derinden hissediyordu ki ölmek istiyordu. Kucağındaki bebeği neden
tuttuğunu anımsadı. Bir kadın... Bebek yeni doğmuştu ve o da buraya getirmeye
çabaladığı kafilenin içindeydi. Canını vermek uğruna bebeğin üstüne kapanmıştı.
Koen o anı anımsıyordu. Acılar durdu. Zaman durdu adeta. Sadece o anı
görüyordu. Bebeğin ağlamasını durdurmak ve kılıç darbelerine rağmen memesini
ağzına vermiş kadını görmüştü. Önüne geleni hançerlerinden geçirip kadına
ulaştığında onu koruyacağını söylemişti. Ve mağaraya doğru koşmaya başlamıştı.
"Bir çocuğumuz olacak bir gün..." Jeniske'ye bunu dediğini anımsadı.
Kucağındaki çocuğu ona doğru uzatıyordu. "Onunla tekrar doğacağım. Onu
koru ve büyüt!" Koen bunları söylerken bedenine çöken ağırlığı
hissediyordu. Zaman sanki hızlanmıştı. Jeniske'nin çocukla ona bakışı
kaybolurken dağ yarılıyordu. Olduğu yerdeydi. Jeniske'nin sesini duydu.
"O geri dönecek. Bunun için bu bebeği feda edemem. Üç tanrıdan tek isteğim
var. Her hançer darbesi dileğim olsun. Koen göğsüne doğru saplanan hançerleri
hissediyordu. Jeniske ile bir beden gibiydi. Üçüncü hançer göğsüne girdiğinde
gözleri kapandı. Ruhunda derin bir ağırlık ve sessizlik vardı. Kan kokusu ve
sessizlik o kadar uzun süredir etrafında gibi hissediyordu ki... Adeta delirmiş
gibiydi. Unuttuğunu anımsıyordu. Ama hatırlıyordu.
"Benim cehennemim unutmaktı! Demişti. Bin zincire vurulmak değildi.
Unutuyordu. Ve o parlayan ışıkla beraber çekildiğini hissediyordu. Bir yere
çekilirken bir kadın gördü. O ölürken bile çocuğunu emziren kadın ona bebeği
uzatıyordu. Koen onu tuttuğu anda bir ağlama sesi duymuştu. O an anlamıştı.
Zaman ve mekân karışmıştı. Karışan anıları yüzünden bedeni yanlıştı. Ve o
bebeğin zaman içinde donup kalmış bedenini almıştı. Ağlıyordu. Ciğerlerini
yakan hava ile ağlıyordu. Kesilen süt yüzünden ağlıyordu. Öyle derin çığlıklar
atmak istedi ki... Zihni bulanıyor ve nefes alamıyordu.
"unut!" diye bir fısıltı duydu ve o fısıltı derinden fırlayıp yüzüne
bir çığlık olarak çarptığında korku ile çığlık atmıştı.
...
Yattığı
yerden doğrulduğunda kan ter içindeydi. Kolu ağrıyordu. Ama işin garip yanı
elini tutan bir el hissetmişti. Jeniske onun bağırtısı ile sıçramış ve ona
bakıp kalmıştı. Koen nefes nefese tuttuğu eli sıkıca tutuyordu. Tanrılar ona
şans vermemişti. Ona kaderini çizmek için şansı vermemişti. Ama ona nasıl ölüp
nasıl dirildiğini göstermişti. O kadar sıkı tutuyordu ki Jeniske'nin elini
sıktığı eli titriyordu. Koluna sarılı bez kızıla boyanıyordu sıktıkça.
"Koen!" demişti Jeniske oturduğu sandalyeden kalkıp. Oturduğu yerde
uyuya kalmıştı.
"Kâbus gördün!" Jeniske bunu söylediğinde Koen dolan gözlerini
kapadı. "Kâbus görmedim. Elimi tutuyordun ve beni koruyordun!"
Jeniske ona bakıp kalmıştı. Hatıraları artık tamdı. Kim olduğu ve ne olduğunu
artık biliyordu Koen. Ona ne olmuştu bilmiyordu ama şimdi o tamdı ve ne
olduğunu biliyordu.
"Ben her zaman senden kendimden o dağdan bir parça taşıdım. Ben... Ben
olarak hep vardım. Sadece korkuyordum." dedi. Jeniske ona bakıp yatağın
kenarına oturdu.
"Sen uyurken bende bir şeyler düşündüm. Tanrıların seni lanetlemesini
engelleyebilirim. Bunu yapabiliriz." demişti. Koen birden ona doğru uzanıp
boynuna sarıldı. "Sen hep özeldin. Beni gördüğünü biliyorum. Asla
unutmazsın sen! Beni bu şekilde tanıdın. O günden sonra hep o kâhini Frange'de
aradın ve sonra olacakları anladın. Kehanet mi bu?" demişti. Jeniske onun
beline doladı kollarını.
"O kâhinin yüzünü hiç unutamadım. Çaresiz ve şaşkın yüzünü hep senin
yüzünde görmüştüm. Ve sonra çekilmek zorunda kaldım. Kehanet Koen! Bu kehaneti
sen yazdın. " demişti. Koen derin bir nefes aldı. Göğsüne dolan nefeste
Jeniske'nin kokusu vardı.
Bölüm On Üç:
Resimler
Bölüm On Dört
Hisar ve İhanet
Şer
bölgesi deniyordu Üç Tanrı Dağına. Yaşanan o olaylardan ve yüz binlerce ölüden
sonra Hisar o bölge için her zaman Şer bölgesi demişti. Karanlık ruhlarla dolu
yerde aklını kaçırmış efsuncudan söz edilirdi. Jeniske onlar için aklını
kaçırmış kötülüğün sembolü idi. Kontrolsüz ve her zaman kana susamış bir
mahluktu. Çirkin, acımasız ve nefret dolu bu iblisin orada yaptığı katliam
sonucu öldüğünü söylemiş olsalar da bedenini asla bulamamışlardı. Bu da kafada
soru işaretleri oluşturmasın diye onun gibi görünen siyah saçlı çirkin bir
adamı öldürüp yüzünü parçalayıp bütün krallıkları geçirip Hisar'da cesedi
yakarak onun ölümünü müjdelemişlerdi. Üç yüz yıl önce gerçekleşen bu ritüel ile
Krallıklar düşen Üç Tanrı Dağından sonra Hisar'ın hükmünü ve bilgeliğini kabul
etmişti. Üç yüz yıl boyunca onun hükmü altında yaşarken tekrar dirilen bu iblis
hakkında dedikodular yayılmaya başlamış ve Hisar onun geri döndüğünü anlayınca
Kurnaz suikastçı Koen'i göndermişti. Fakat işler olduğu gibi gitmemişti. Koen
taraf değiştirmişti. Bunun sebebini anlama konusunda zorluk çekiyordu Alimler.
Koen'i baştan aşağı Hisar'a sadık bir köpek olarak yetiştirmişlerdi. Onun
ruhani, fiziksel ve duygusal iplerini ellerine almışlardı. Bu ihanet neden
yapılıyordu. Hisar korku içinde gelişmeleri izlemiş ve Koen'i ortadan kaldırmak
için Üç Tanrı Dağından gelen Kızıl Taş ile yarattıkları varlığı göndermişlerdi.
Onu yakıp yok eden Koen'in yanında ilk defa Jeniske'yi görme fırsatı
bulmuşlardı. Alimler o çirkin ruh yerine oldukça düzgün bir adam görmüşlerdi.
Ve sessizlik başlamıştı. Ama etrafında sessizce oturan alimler öylece
Jeniske'nin yüzüne bakıyordu.
"Tanrıları onu tekrar diriltip bizden intikam istiyor." Bir alim bunu
söylerken öne doğru eğilmişti. Derin bir nefes almıştı burnundan. Göğsüne dolan
nefesle konuşmaya başlamıştı.
"Tanrılar hoşnutsuz. Onların krallığı olan bu yerde üç asi tanrının
temsilcisine karşı kaybedemeyiz. Onu yok etmek için bütün krallıklara
ordularını toplama emri vermeliyiz. Frange'yi yerle bir edip onların bize
ihanetinin bedelini ödetmeliyiz. Ki başka kimse onlara katılacak cesaret
gösteremesin." dedi. Baş alim gözlerini kısmış masaya bakıyordu.
"Zor!" demişti. Sessizce dudaklarından süzülen bu kelime oğlunun ona
ihaneti ile sarsılan bütün iktidarından kaynaklanan baskıyla konuşmaya
başlamıştı.
"Çok zor bir savaş olacak. İnsanlar onlardan korkuyor ve karşımızda
sıradan bir ordu yok. Kargalar ve ölü olduğu söylenilenlerden meydana gelen bu
ordu şimdiden şehirlerde adını duyurmaya başladı. Frange'nin isyanı ile birçok
krallık sessizliğe gömüldü. İnsanlar onlardan korkuyor ve korku bizim tarafımızdan
yönetilmeyen bir kaosa sebep olursa çok zor bir savaş olacak. İnsanları
ordulara katılmaya ikna etmemiz gerek. Üç Tanrı Dağında yaşananları
unutmayanlar ve hala konuşanlar var. Orada yerin yarılışı ile binlerce
askerimizin kızgın alevler tarafından yutulduğunu duyan binlerce insan var.
Krallıklar durduk yere bize askerlerini vermez. Onları ikna edecek bir şey
görmemiz gerek. Çoğunluğu o bölgenin ne işe yaradığını bilmeyen aptal kralları
tarafından yönetilirken onlara gerçeği gösteremeyiz." demişti. Geriye
doğru yaslanıp kırışık ellerini karnın üzerinden birleştirdi. "Oradan
gelen gücün onlara bir faydası olduğunu görmek zorundalar. Yoksa onları ikna
edip ordularını alamayız. Karga'nın tehdidini algılamaları lazım." dedi. O
konuşmadan sonra derin sessizlik tekrar başlamıştı. Sessizliği bozan şey
titreyen bir gölge oldu. Ardından baskın ışık ortaya çıkmaya başlamıştı. Daha
sonra Koen'in bedeni belirmişti. Işık güçlü ve göz yakıcıydı. Karanlık mahzeni
aydınlatıyordu. Oraya nasıl geldiğini bilmiyordu kimse ama ışık saçan bedeni
oradaydı.
"Bir sene oldu ve siz beni gönderdiğinizde kim olduğunu bilmeyen bir
çocuktum. Neden var olduğumu anlayamayan birisiydim. Şimdi ise kim olduğumu
nereden geldiğimi ve ne yapmam gerektiğini biliyorum." mahzende yavaşça
yürüyüp yaşlıların bulunduğu masaya doğru yaklaşıyordu. Gözlerinde kararlılık
vardı.
"Çocukken çalışmak zorundaydım. En iyi olmak ve her zaman kazanmak
zorundaydım. Kendimi eğitmek ve itaat etmek zorundaydım. Var oluşum bu Hisar'a
aitti ve onun içindi. Bu masala inandığım için çok kavga ettim kendimle. Ve
şimdi sizlerin de bilmesi gereken bir gerçekle geri döndüm. Büyüdüm.
Gençliğimin hatalarını görerek iki yaşamım arasında kavgalar ederek büyüdüm ve
kan istemeye geldim. Benden çaldığınız hayatın karşılığını almak için. Tek
başıma değilim. İntikamını alacağım çok yaşamın bana verdiği güç ile buradayım."
Masaya gelmişti. Sırtında büyük bir kılıç vardı. Yavaşça kılıcı çıkarıp masaya
bıraktığında Alimler ona bakıyordu. Koen ise yavaşça boş sandalyeye oturdu.
"Bunca yaşadığım şey bir rüyadan ibaretti. Baba dediğim kişi ise sadece
beni ve halkımı yok edenlerin öncüsüymüş. Şimdi bu rüyadan uyanma vakti. İşte
şimdi buradayız. Sizin planlarınız ve hayatların yönünü hesapladığını o küflü
mahzeninizde." ellerini iki yana açmış ve şaşkın gözlere bakıyordu.
"Frange bizim, Üç Tanrı dağı bizim ve daha binlercesi bizim olup sizin bu
kalın surlarınızı param parça etmek için denizi ikiye bölmeye geleceğiz.
Yolumuzdan dönmeyeceğiz. Bizler savaşçılarız ve koruyucularız. Bu dünyayı inşa
edenlerin soyundanız ve her şeyi yıkıntılarından var edenler olacağız. Sizin
cesetlerinizin ve kirli düşüncelerinizin öldüğü bu şehirleri tekrar
yaratacağız. Sadece son bir veda etmek için buraya geldim. Artık yeni Çağ
başlıyor ve bir avuç ihtiyarın bu düzene yön vermesine izin vermeyeceğiz.
Bizler sizlerin yarattığı bu düzeni yıkacağız. Bizlerden aldığınız her şeyi
tekrar alacağız. Üç isyancı tanrının gücü ile buraya doğru yola çıkacağız.
Ondan önce bir haber vermek istedim." demişti. Parmaklarını şaklattığında
birden boş sandalyede olması gereken Siyah Kule aliminin başı düşmüştü. Masaya
kanlar içinde düştüğünde herkes oturduğu yerden sıçramıştı. Koen düşen başa
bakıp yavaşça dudaklarını yukarı doğru kıvrılışı ile gözlerini onu eğiten yaşlı
baş alime çevirdi. "Çok yakınınızdayız. Bizi fark edemeyecek kadar kibirli
ve küstah olan sizlerin çok yakınında!" demişti ve öyle şiddetli
parlamıştı ki etrafını saran ışık herkes gözünü kapatmak zorunda kalmıştı. Işık
mum alevi gibi sönüp kaybolduğunda kesik başın bedenide masada belirmişti. Bir
süredir haber alınamayan Kara Kule baş Aliminin ölü bedeni başından ayrı halde
hala sıcak ve kanı taze halde masada duruyordu. Alimin kesik başında dişleri
arasına sıkıştırılmış bir not vardı. Notta ise şunlar yazıyordu.
"Ben Karga lider ve Üç Tanrının Temsilcisi Jeniske. Açık bir şekilde size
tutumumuzu belittik. Aylardır gönderdiğiniz o varlıkların içinde benim dağımın
enerjisi var ve onların ruhlarını sizin zincirlerinizden azat etmekten
yorulmadım asla. Frange, Qufang ve Üç Tanrı Dağı benim toprağımdır. Bu
topraklarımı genişletecek ve gittiği yere gerçekliği götürecek büyük bir ordu
ile üzerinize doğru yürümeye başlayacağım. Tanrılarınız sizden umudu kesmiş
halde bir köşede sadece kıvranışınızı izleyecek. Kapılarını açıp teslim olan
krallıklarda bir taşı bile yerinden oynatmadan geçip gideceğiz. Onlara gerçeği
ve gücü göstereceğiz sadece. Direnen ve sizi kollayan bütün krallıklar bunun
bedelini hem canları hem kanları ile ödeyecek. Savaşımızın sadece Hisar ile
olduğunu bilmesi için bütün krallıklara bu mektup gidecek. Kapılarını açanların
dilerse bizim özgülük ordumuzda yeri olacak. Dilerlerse oldukları yerde kalıp
ülkelerini koruyacaklar. Direnen kimseye merhamet olmayacak. Cana can, kana
kan!" Mektup bütün krallıklara yaşayan elçiler ile ulaşırken Hisar'a ölü
Kara Kule Aliminin ağzında gitmişti. Kanla yazılmış ve içindeki tehdit
diğerlerinden daha korkutucuydu.
Koen
geçmişi ile tamamen yüzleşeli neredeyse sekiz ay olmuş ve Hisardan ayrılalı bir
sene olmuştu. Tanrılar onu lanetlemesin diye Jeniske ile yollarını Frange'de
ayırmıştı. Qufang'a gidip orada iç kargaşayı bastırmış ve orduyu eline alıp
oldukça büyük bir ordu toplamıştı. Kraliçenin başını almamış ama tahta prensi
oturtmuş ve bunları ilk defa yaparken Hisar mührünü kullanmıştı. Şimdi Qufang
krallığı onun ve Prensin denetimindeydi. Saisa ise onun eli kulağı olmuştu.
Koen kaybettiği yeteneğini kazanmış ve dağın onun ruhuna kattığı kızıl gücü
geri almıştı. Jeniske sayesinde Hisar'a canlı mesajı ileten kişi olmuştu. Savaş
hazırlıkları bitmeye yakındı ve Qufang'da toplanan ordudan henüz Hisar'ın
haberi bile yoktu. Onlar sadece ihanetçi yeri Frange sanıyordu. Oysa yüz bin
kişilik bir ordu Qufang'da hazır bekliyordu. Bir sene içinde Koen bütün orduyu
hizaya alıp şehirde ve krallıkta yaşayan herkese bu orduya katılma emri
vermişti. Yedi aydan kısa sürede orduyu güçlendirmiş ve prenslerine yeminli
Karga Lidere sadık kişiler haline getirmişti. Üç Tanrı Dağından geldiği
yönetimde sır şeklinde tutulurken Qufang ordusu onun güçlü bir komutan olduğunu
ve Hisar'a baskısı yüzünden baş kaldırdığını düşünerek peşine takılmıştı. Koen
iktidar sahibi bir general olma yolunda kısa sürede kendini göstermişti.
Qufang'da birkaç ay yanında kalan Aiken ise ondan eğitim taktiklerini öğrenip
Üç Tanrı Dağına geri dönüp Jeniske'nin ordusunu eğitime almıştı. Frange ve
Qufang'dan Üç Tanrı dağına silah ustaları ve iyi demirciler gönderilmiş ve
zırhlı büyük bir ordu yaratılmıştı. Sayıları azdı. İki bin kadar askeri vardı
ancak hepsi Jeniske tarafından büyülenmiş silahlara sahipti. Kılıçlarının bir
hamlesi bir ağacı ikiye bölebilirdi. Ve Hisar'a mektup gidip bütün krallıklara
mektuplar ulaştığı günün akşamı Qufang sarayında bir toplantı düzenlenecekti.
Jeniske'nin de katılacağı toplantı oldukça gizli ve önemliydi. Jeniske bazen
Qufang'a tek başına Koen'i görmeye gelirdi. Ve onların nerede olduğunu kimse
bilmezdi. Jeniske'nin yaptığı büyü ikisini görünmez, duyulmaz ve bulunmaz
kılardı. Saatlerce birbirlerine karşı olan özlemlerini giderip ardından tekrar
haftalarca görüşmezlerdi. O sırada savaş ve orduları hakkında konuşurlardı. Bu
gece ise Tavi ve Frange yönetiminin de katılacağı toplantı Qufang sarayının
gizli odasında yapılacaktı. Sessizce gelen misafirler saraya arkadan girip
gizli odaya iniyordu. Saisa ve Prensinde bulunacağı toplantıya en son Qufang
tarafı katılacaktı. Onlar da sarayın gizli odasına geldiğinde Jeniske ve
Koen'in yokluğunu fark etmişlerdi. Aiken efendisinin dağın yarı yolunda
ayrıldığını söylemişti. Koen'in en sevdiği genç komutan ise Koen'in öğleden
sonradan beri ortada olmadığını anlamıştı. Saisa gülümseyip prense oturması
için eşlik etmişti.
"Anladığım kadarıyla bizimle görüşmeden önce ikisi görüşmeye karar
verdi." demişti Tavi. Aiken oturduğu yerden masaya konulan şaraptan bir
yudum aldı. "Bunun ihtimali durumu yok. İkisinin de olmaması bir araya
geldikleri ve görüştükleri anlamına gelir." Dediğinde kapı açılmıştı.
Jeniske içeri doğru girerken Koen onun ardından giriyordu. Uzattığı dalgalı
saçlarını geriye doğru toplamıştı Tavi ve Frange yönetimi en son onu sekiz ay
önce görmüştü. Şimdi o bitik ve tükenmiş hali yoktu. Jeniske'nin ardından girip
kapıyı çekip oturanları ufak bir baş selamı ile selamlamıştı. Prens Maios'un
ayağa kalkması ile herkes ayaklanmıştı. Prens elini Jeniske'ye uzatmış ve
birbirlerinin bileklerini kavrayarak el sıkışmışlardı. Jeniske gülümsemişti. Ona
ayrılan Prensin karşısına oturduğunda Koen onun yanına değil Prensin boş olan
yanına oturmuştu.
"Generalimle olan dostluğunuz size olan güvenimi iyice sağlamlaştırıyor
Karga Lider Jeniske" demişti Prens Maios. Jeniske demir maskesini çıkarıp
nazikçe gülümsemişti.
"Kendisi ile olan dostluğum benim de sizlere güvenmemi sağlıyor. Saisa ve
onun sayesinde güçlü bir ittifak kurduk. Hayal bile edilemeyecek ordu gücüne
ulaştık. Bu sayede Hisar'ın baskısını yenip sonunda özgürlüğü tatmış
olacağız." demişti. Prens onunla gülümsedi. Kadehlerde dolu içkiler birer
yudum içilip masaya konuldu. Tavi Frange'nin yönetim heyetinin başındaydı.
Orada bir kral yoktu. Bir lider vardı. Yönetimde meclis ve bu lider Yaşlı Tavi
idi.
"Mektuplar
krallara ulaştı ve artık son bir hamle kaldı. Qufang'dan yola çıkacak ordu ile
Frange de Üç Tanrı Dağı koruyucuları bir araya gelecek. Bu sayede ordu Hisar'a
doğru yola çıkmış olacak!" dedi Tavi. Koen dirseğini kolçağa yaslamış
elini çenesine dayamıştı. Orduyu yürütmeye hazırdı ama bir konuda endişeleri
vardı. Bunu Jeniske ile konuştuğunda onun desteğini almıştı.
"Sorun şu ki ordunun prense olan güveni bana olan güveninden daha fazla.
Ona itaat ediyorlar ve orduyu ben yürütemem. Onu yürütmek için majestelerinin
bizimle yola çıkması gerekiyor. Bu durumda Qufang başsız kalıyor." demişti
Koen. Prens iç çekmişti. Bu sorunun o da farkındaydı ve Kraliçe hala hayatta
olduğu için tahta çıkması kolay olurdu.
"Qufang'a bir el atamanız gerekecek. Bu kişi sizin güvendiğiniz ve iktidar
sahibi birisi olmalı. Ona bıraktığımız askerler ile siz dönene kadar şehri ve
ülkeyi korumalı!" demişti Saisa. Prens usulca başını salladı. Aklında bir
isim vardı. Ve bu isim tehlikeli olsa da halk tarafından sevilen birisiydi.
Ordunun itimat edeceği bir isimdi. Tek bir sorun vardı.
"Benim yokluğumda tahtımı sana emanet edeceğim." demiş ve Saisa'ya
dönmüştü. Saisa şaşkındı. Tek sorun onun bir kadın olması ve kadınların tahta
el olmasını Qufang kaldırabilir miydi? Bunu kimse bilmiyordu. Sadece halk
özellikle şehir halkı Saisa'yı seviyordu. Onun sayesinde prensin yardım sever
ve adil olduğunu prensin onu dinlediğini biliyorlardı. Her hafta tapınakta
onların sorunlarını dinlemeye gelen bu kadın onlar için bir ana gibiydi.
Prensin ona karşı sevgisinin bambaşka olduğunu anlamak için bunları bilmeye
gerek yoktu. Prens o kadına bambaşka bakardı. Onun ağzından çıkan bir kelimeye
hayranlıkla bakar ve gözlerini ondan asla ayırmazdı.
"Efendim biliyorsunuz ki kraliyet kanından olmayan bir kadın saray içinde
böyle rütbeli bir pozisyona getirilemez." demişti Saisa. Tavi ise oldukça
sessiz bir iç çekişten sonra Prensin söyleyemediği o sözü bir anda söylemişti.
"Evlenirseniz bu durum değişir. En azından tahtı korumak için. Onunla
gerçekten karı koca olmana gerek bile yok!" demişti. Etrafta derin bir
sessizlik ve sessiz bakışmalar başlamıştı. Saisa bu sefer daha yumuşak bir
biçimde konuşmaya başladı.
"Biliyorsunuz ki kraliyet kurallarından birisi krallığın başında olan
prensin ilk eşinin bakire olmasıdır. Ve benim oğlum olduğunu çoğu kişi biliyor.
Bu durumu kabul etmeyecekler. Oğlumun varlığını saklamam..." prens birden
ona susmasını işaret edip öne doğru eğildi.
"Oğlunun oğlum olduğunu bilmiyorlar ama..." demişti. O kadar derin
bir sessizlik oluşmuştu ki kulaklar sağır olacaktı. Koen kaşlarını çatıp
ikisine bakmak için öne doğru eğildi. "Bu gerçeği bilmeleri iyi olacaktır.
Bir veliahttım olması bana kral unvanı verecektir." dedi. Jeniske başını
yavaşça salladı. Koen ise şaşkınlıkla ağzı açık onlara bakıyordu.
"Prens Maios bu doğru ise ortalık karışabilir. Qufang'da sert kurallar var
ve bunu ben bile biliyorum." Koen bunu söylerken gözlerini prense
dikmişti. Jeniske ise sakince oturmuş onlara bakıyordu.
"Ben prensim ve Saisa ile daha önce gizli evlilik yaptığımı söylediğimde
bana karşı çıkacak rahip olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca şu an bundan daha iyi
bir çözüm yok. Bir prens ve tahtı koruyacak birisi var. Ve bu kişi Saisa. Daha
fazla kimseye güven duyamam." demişti. Saisa bir şey diyemeden öylece
kalmıştı. Birden özel hayatı masaya dökülmüş ve çırılçıplak kalmıştı.
"Kısa sürede evliliğinizi duyurmanız gerekecek o zaman. Ordum bir hafta
içinde Frange surlarında olacak. O zamana kadar bu evlilik ve varis mevzusu
halledilmeli!" demişti. Jeniske bunu söylerken Koen hala olayın
şokundaydı. Onları hiç yakın ve el ele bile görmemişti. İlişkilerini saklama
profesyonelliğine hayrandı. Saisa her zaman prensin üzerine titrerdi ama bunun
görevi olduğunu düşündüğü ve vefa borcu ile alakalı sanmıştı.
"Oğlun prensin oğlu ve sen onunla evlisin. Bu ne zaman nasıl
gerçekleşti?" demişti. Saisa ona bakıyordu. Dudakları oynadı ama prens
onun yerine cevap vermişti.
"Bunu karıştırmana gerek var mı Koen? Ben sen ve Karga Lider arasındaki
çelişkili ilişki hakkında soru sormadım!" demişti. Koen cevabını almış
halde dudaklarını mühürleyip geriye doğru yaslandığında Jeniske bıyık altından
gülümsemişti.
"Bir sorunu hallettiğimize göre düğün tarihini oldukça erkene alın ki
harekete geçelim." demişti Tavi. Aiken bir sıkıntısı var gibi Jeniske'nin
yanında kıvranıyordu. Bu düğün işinden mutlu olmayan tek kişi o olabilirdi.
Saisa'ya karşı hissettiklerini Jeniske bilse de ona imkân olmadığını
söylemişti. Aiken hemen konuyu dağıtmak için masanın yanındaki çantasından deri
üzerine işlenmiş haritaları ve savaş planlarını çıkardı.
"Orduların yürüyüşü ve savaş planlarına dair bizim ilk önerilerimiz burada
yer alıyor. Sizin planlarınızı görmek için bir araya geldik. Taht ve düğün işi
konuşmaya değil!" demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Çarpık
ilişkileri izlemekten hep haz duymuştu. Aiken'in Saisa'yı sevdiğini
düşünmemişti ama şimdi bu düşünce ile sırıtmıştı.
"Koen!" demişti Jeniske onun adeta kafasında geçirdiklerini okur gibi
bakıyordu.
"Savaş planlarınız?" dedi ardından. Koen bir an için toparlandı ve
açılan büyük haritaya baktı. Planlarını çizmemişti. Bunu yapmama sebebi aldığı
eğitimdi. Mürekkep iz bırakırdı. O kimsenin gerçekten yüzüne güvenemezdi. Kimin
Hisar'a çalışıp çalışmadığını bilemezdi. Bu yüzden çizmemişti. İşaret parmağını
şakağına dayadı.
" Hepsi burada ve ordu harekete geçtiğinde kâğıda dökülecek!"
demişti. Aiken ona bakıp kaşlarını çatmıştı.
"Bize güvenmiyor musun?" diye çıkışmıştı. Koen oldukça sakin bir ses
tonuyla ona cevap verdi.
"Sorun siz değilsiniz. Hisar tahminimizden daha sinirli ve kimin kanına
gireceği belli olmaz. Herkesin bir zaafı vardır ve Hisar bunları bulma
konusunda oldukça iyidir. İnsanları yönetmek onların beş yüz yıldır yaptığı şey
değil mi? Bu sebepten bu ordunun yürütülmesi planını açığa vuramam. Gerekenleri
konuşurum. Gerekeni yaparım ve gerektiğinde sadece susup izlerim." Aiken
onu dinlemiş ve memnuniyetsiz şekilde geriye doğru yaslanmıştı.
"Bilmiyorum. Sonuçta bu masada oturan birisinin Hisar'a kaptıracağı tek
şey yaşamı olur." diye ısrarını sürdürmüştü. Koen ise onunla mücadele etmeye
devam ediyordu.
"Sorun senin benim ya da başkasının haritada planı görmesi değil. Sorun bu
plan kafamdan çıkarsa herkes öğrenmeye başlar ve yüz bin kişiden oluşan orduda
kontrol edip her gece izleyemediğimiz binlerce on binlerce adam var. Ama biz
izlenebilecek kadar yalnız yürüyoruz. Onların bizden bir şeyler öğrenme
ihtimali bizim onlardan öğrenme ihtimalinden düşük. Komuta merkezinde her şeyi
ortaya koymak demek yüz bin askere bütün sırları söylemekle aynı. O yüzden ordu
Frange'ye kadar gelecek ve sonrasında Prens Maios ile benim komutamda ilerleyecek.
Buna Üç Tanrı Ordusunun itirazı varsa makul bir noktada anlaşılabilir."
dedi. Aiken adamlarını Prensin ordusuna karıştırmak istemiyordu. Ama son söz
Jeniske'nin idi. Onun itiraz edeceğini düşünmüyordu kimse. Koen'in adımlarını
izleyen ve adeta ona tapan bir mahluk gibi bakıyordu herkes ona. Eskisi kadar
özgür değildi. Koen'e bağlı olduğunu herkes görebiliyordu. Aiken efendisine
döndü ve bir cevap beklerken Jeniske başını iki yana salladı.
"Ordumu öylece Prensin ordusuna karıştırmak onların potansiyelin düşürecek
ve içeride cevabı olmayan sorular büyüyüp büyük sorunlara neden olacaktır. Üç
Tanrı ordusu ile Qufang Ordusu yan yana yürüyebilir ama asla iç içe
geçemez." demişti. Aiken şaşkınlıkla ona bakarken Koen daha şaşkındı. Bunu
hiç beklemiyordu. Ona bu konudan daha önce söz etmiş olsaydı cevabını bilirdi
ama sakladığı bu son koz ile olduğu yere çökmüştü.
"Duydun! Üç Tanrı Ordusu sandığın gibi zayıf ve niteliksiz değil.
Savunmamız sizinki kadar güçlü olmasa da sonuçta bizim atak gücümüz daha
fazla." diye devam etmişti Aiken. Jeniske'nin verdiği güç ile konuşuyordu.
Tavi sadece onları izliyordu. Frange ordusu Üç Tanrı Ordusuna bağlıydı ve bu
masada alınan karar baş komuta noktasını belirleyecekti. Prens ya da Aiken'in
bir rolü yoktu. Koen ve Jeniske bir hegomonik savaşa girmişti. Bunun farkında
olan iki kişi vardı. Saisa ve Tavi! İkisi de sessizce bu savaşı köşelerinden
izlemekle meşguldü. Frange'nin en rütbeli komutanı ise masada oluşan gerginlik
ile gürültüyle şarabından birkaç yudum içmişti.
"Atak gücünün önemli olduğunu sanmıyorum." Koen bunu söyleyip
arkasına yaslanmıştı. Jeniske ise Aiken'i susturup konuya kendisi müdahil
olmuştu.
"Atakla alınan darbe ile savunma geliştirilir." Jeniske meydan okur
gibi ona bakıyordu. Koen kaşlarını çatmıştı.
"İlk darbede o askerlerin yerle bir olduğunda savunmanın önde olması ve
bizim arkamızda atağa geçme fikrini aklından geçirip pişman olursun!"
"Bunun olmayacağını biliyorum."
"Asla emin olmazsın. Üç Tanrı ordusu hacmen zayıf ve bu düşmana baskı
yapmaz!"
"Önemli olan kalıpsa bu masada en ufak olan sensin. Ama göz kırpış
süresinden az zamanda herkesi öldürebilirsin. Üç Tanrı Ordusunun potansiyeli
Qufang'dan daha fazla!"
"Potansiyel değil sayı önemli. Hisar gibi düşünerek hareket etmezsen buradan
ayrılınca dağılıp parça parça edilir ve yarı yola gelmeden bu sefer
biter!" Koen ona bakarken öne doğru eğilmişti. Jeniske yavaşça ellerini
birleştirdi.
"O zaman gerçek amacını bana söyleyeceksin!"
"Bunu yapmak zorunda değilim. Qufang önden gidecek Üç Tanrı Ordusu ile
Frange ordusu arkamızdan gelecek. Sadece bu kadar!" demişti. Jeniske bunun
üzerine masaya doğru eğilip haritanın üzerine elini koydu. Serçe parmağında
takılı kırmızı taştan yüzük ışıldamıştı.
"Ordunun potansiyelini boşa harcayıp pasif kalacaksın!" demişti. Koen
ayağa kalkıp onun elinin altından haritayı çekti. Kendi önüne getirip en
yakındaki şehrin üzerine işaret parmağını koymuştu.
"Pain gölüne en az bir ayda varacağız. Bu sürede ataklar sadece köylüleri
ürkütür. Epharai Krallığı bizim ilk zafer noktamız olacak. Hisar’ın en büyük
gözetim kuleleri burada. Pain'den bölgesinden itibaren atağa geçmezseniz
itibarımız ve ardımızda bıraktığımız yıkım kapların daha güçlü olmasını ve bizim
ilerleyişimizi daha zor hale getirir. Bunu göremeyecek kadar Hisar'ın
yönetimini bilmiyorsunuz." demişti. Jeniske onun gösterdiği yere bakıp
başını iki yana salladı.
"Ordumun başına geçmeni istiyorum hala! Ve sen sırf burada daha fazla
oyuncu olduğu için bu orduda komutan olmayı tercih ediyorsun. Biliyorsun ki
daha hızlı gidebiliriz. Senin önderliğinde bunu yapabiliriz." demişti.
İçeride gergin bir hava oluşmuştu. Koen başını iki yana salladı. "Mevzu
daha fazla adam olması değil. Savaş az ya da çok adamla belirlenmiyor. Taktikle
belirleniyor. Ve Epharai bizim ilk şanlı zaferimiz olacak kadar önemli bir
denetim noktası. Oraya varana kadar en azından Üç Tanrı Ordusunu arkada
tut!" demişti. Jeniske inatçıydı.
"Hayır! Başına geçip onları geride tutarsan ancak o zaman. Qufang'da
kaldığın süre boyunca yeteri kadar toparlandın ve hazırsın. Bu kurduğum ordunun
amacını biliyorsun. Onlara neyi öğretmen gerektiğini biliyorsun!" demişti.
Serçe parmağındaki yüzüğü çıkarıp ona doğru attı. Yüzük masaya düşüp birkaç
defa döndü ve durdu. Koen kırmızı taşa bakıyordu.
"Bunu yapamam! Buna hazır değilim. Bir komutan olarak kalmam gerek!
Qufang'ın planını öğrenmek istiyorsan geride kalın! Yoksa sizi geride bırakmak
zorunda kalırım Jeniske!" demişti. Kimse tek kelime etmiyordu. Koen yüzüğü
ona doğru tekrar yuvarladı. "Keşke her şey istediğimiz gibi olsaydı ama bu
kadar kolay değil. Hala zamana ihtiyacım var. Ve hala zaman ihtiyacın var.
" demişti. Haritaya son defa bakıp başıyla masayı selamladı. Jeniske'nin
bu saldırısı onu hırpalamış gibiydi.
"İzninizle!" dedi ve toplantıya ara verildi. İlk çıkan ve sırra kadem
basan kişi oldu. Aiken şoktaydı ve oturduğu yerden kalktı.
"Onu ordunun başına mı getireceksiniz?" demişti. Jeniske yüzüğü alıp
geri parmağına takmış ve soğuk bir sesle konuşmuştu.
"Kararlarımı sorgulamak pek senin yapacağın bir hareket değil Aiken!
Kendini toparla!" diye çıkıştı. Ayağa kalkıp odadan çıkarken Prens neye
uğradığını şaşırmıştı. Ordusuna hakaret edilmiş ve burada yokmuş gibi pazarlık
yapılmıştı. Saisa ise derin bir nefes alıp elini alnına koydu.
"Ortalık karışacak gibi. Karga Lider istediğini alamazsa en büyük destekçimiz
çekilmiş olacak. Koen'i bulup onunla konuşacağım!" deyip odadan
fırlamıştı. Tavi ise prensle göz göze geldiğinde omuz silkti.
"Biraz sizin için tuhaf bir deneyim olmuş olmalı. Dediğim gibi bu yaşlı
ruhlu iki adamın neyi paylaşamadığını anlamak zor. Yakında olay çözülür. Gidip
dinleneceğim." demişti. Qufang'da kalacaklardı. İkinci görüşme ne zaman
yapılırdı kimse bilmiyordu ama oda da alınan tek mantıklı karar Saisa ve
Prensin evliliği durumu idi. Bunun için çalışmaya başlamak için ikinci toplantıyı
beklemeye karar verilmiş ve derin bir nefes alıp ayağa kalkmıştı Prens Maios.
Koridorda
yavaş yavaş yürürken ana avluya çıkan kapının orada Saisa'nın sesini duymuştu
köşeyi dönmeden önce. Birileri ile konuşuyordu.
"Sanırım bir sorun! Fakat olayın savaş planı olduğunu sanmıyorum. Koen
seni zorla burada tutmuyoruz. Prens Maios'da bunu belirtmişti. Karga Liderin
önünde seni zorla tutuyor gibi davranmak riskli olur. Qufang'ın ordusunu
gerçekten çok sistemli şekilde büyüttün. Ancak seni burada zorla tutup
ihtiyacımız olduğunu söylemek onu sinirlendirecektir." Saisa bunu
söyledikten sonra Koen'in sesini duymuştu Prens.
"Beni zorla tuttuğunuzu söylemenizi istemiyorum. Burada kalmam ve orduya
yön vermem gerektiğini söylemeniz gerekiyor. Jeniske bu konuda ikna
olmalı." bunu söylerken sesinde bir öz güvensizlik vardı. "Senden şu
zaman kadar bir şey istemedim. Sadece bunu istiyorum. Qufang ordusunda bana
ihtiyaç olduğunu söyleyin. Sadece iki günde bütün savaş planlarını çizip sana
ve prense vereceğim. Ben oraya gidemem." demişti ardından Saisa yumuşak ve
anaç bir sesle konuşmaya başlamıştı onun hemen ardından.
"Karga Lider seni istemediğin bir yere koyamaz. Bunu onunla konuşursan
eminim anlayacaktır. Prens Maios ve Karga Lider arasındaki anlaşmayı riske
atamam Koen. Özür dilerim ama bunu yapmak doğru olmaz." demişti. Koen'in
sessizliğinin ardından Saisa’nın kelimeleri yükseldi.
"Korkuyorsun! Bir şey seni korkutuyor. O gece Frange'de ne oldu?"
demişti. Koen sessizdi. O yangın ve Hisar'ın saldırı mevzusunu daha önce
anlatmıştı. Ancak bu sefer anlatmıyordu. Saisa aynı yumuşak tonla tekrarladı.
"Bir şey seni korkutuyor." demişti.
"Lanet!" demişti. Saisa ona baktı. Bedeninde lanete dair bir iz arar
gibi onu baştan aşağı süzmüştü.
"Ne laneti?"
"Jeniske'yi öldürmek üzere Hisar Tanrılarına yemin ettim. Ve bunu yapmak
yerine ordusuna kumandan olursam lanetleneceğim. Bu gerçeği göz ardı
edemem." demişti. Saisa ona bakıp kaldı. Bu inandırıcı gelmiyordu.
İkisinin dostluktan fazla bir bağ taşıdığını ilk anda fark etmişti. Şimdi basit
bir lanet ile olayın bağdaştıramıyordu. Kafası karışmış halde ona baktı.
"Tarihin en büyük efsuncusu ve şifacısının ordusunu yönetirken korkman
gereken son şey lanetlenmek olmalı. Bunu bir şekilde çözeceğinden eminim."
demişti. Koen başını iki yana salladı.
"Prens Maios'u ikna et ve bütün savaş planları sizin olsun. Daha fazla
tartışmayacağım." dedi ve birden susmuştu. Başka birisine ait ayak sesleri
duyulmuştu.
"Karga lider!" diye saygılı bir tonla konuşmuştu Saisa. Koen ise
burnundan solumuştu.
"Bize biraz izin verir misin Saisa!" demişti Jeniske tok bir sesle.
"Elbette. Bende tam gidiyordum." dedikten sonra Maios, Saisa'nın ona
yaklaşan ayak sesi ile bir an paniklemiş ve göz göze gelince onun yanına gelip
durması ile kıpırdamadan kalmıştı. Saisa ona susmasını işaret etmişti.
"Benden ne saklıyorsun?" Jeniske bunu sorarken oldukça sinirliydi.
Koen ise bir süre sessiz kalmıştı. "Qufang ordusu istediğim kıvamda.
Onlarla yürümek istemem senden bir şey sakladığım anlamına mı geliyor?"
demişti.
"Seni davet ettiğimde amacımı biliyordun. Ve sınırların ardında benden
kaçtın. Neden? Bilmediğim bir durum var ve bu beni rahatsız ediyor Koen!"
demişti Jeniske. Koen hemen kavgacı bir sesle konuşmaya başlamıştı.
"Kaçmadım. Sadece hazır değildim. Ve istemiyordum. Beni zorlayacak
değilsin. Saygı duymalısın. Her an bir fahişe gibi hazır bekleyecek değilim.
Ayrıca senden bir şey saklasam bunu öğrenmemiş olma ihtimalin yok!" dedi.
Sesi kaçak ve yalan doluydu adeta. Jeniske onun gözlerine dikmişti gözlerini.
"Sana boşuna Tilki demiyor Dokuz kulenin alimleri. Yalancılık senin
doğanda var. Zihnini okuyamadığımı biliyorsun. Ve beni kandıracak kadar
zaaflarımı biliyorsun. Sana neden güveneyim?" demişti. Ardından birkaç
adım ona yaklaştı. "Neden kızıl taşı kabul etmiyorsun? Oysaki o senin en
temel gücün! Niye ondan kaçıyorsun? Kor parçasına dokunuyor gibi sürekli
fırlatıyorsun?" demişti. Koen'in sessizliğini hızlı soluk alışları takip
ediyordu. "İki günün var Koen! Ya seni ordunun başına alırım ya da beni
ikna edecek iyi bir neden bulursun! Bunlarla uğraşmak istemiyorsan bana dürüst
ol. İki Gün Koen. Bazı konularda ne kadar sabırsız olduğumu ve sakin
kalamadığımı biliyorsun. Amacımı biliyorsun. Sebeplerimi biliyorsun. Beni yarı
yolda bırakırsan neler olacağını biliyorsun! İkinci defa verilmiş şansımızı
aptal yalanlarla tüketmek doğru değil bunu çok iyi biliyorsun. İki gün!" deyip
parmakları ile göstermişti. Koen den cevap yoktu. Ardından hızlı ayak seslerini
duymuştu Saisa ve Maios. Saisa sütunun arkasına doğru çekmişti Prensi ve
Koen'in hızlı adımlarla dalgınca yanlarından geçişine bakıp kalmışlardı. O
kadar telaşlı ve hızlı gidiyordu ki Saisa onun nereye gittiğini bilmediğini
düşünmüştü. Birkaç dakika sessizce durdular ve Maios birden şaşkınlıkla
Saisa'ya döndü.
"Neler oluyor?" demişti. Saisa ona bakıp kaldı.
"Koen sanırım yalan söylüyor. Bir şeyler konusunda yalan söylüyor ve
istediğini almak için uğraşıyor!" demişti. İkisinin de kafasında Koen'in
hain olduğu düşüncesi belirmişti. Hisar'a bağlılığı süren ve bu yüzden en büyük
orduda ısrarla kalma çabası olduğu düşüncesi ile uzaklaşıp gitmiş Koen'in
ardından bakıp kaldılar. Kelimeler yoktu ama bakışları birbirlerini anlamaya
yetmişti.
"Girdiğimiz yolda geri dönüş şansı yok Saisa. Bu işin ardında ne var öğrenmek
zorundayız. Tavi'yi çağır ve konuşmamız gerektiğini söyle. Yalnız gelsin. Senin
evinde!" dedi. Hızla oradan uzaklaşmıştı. Saisa öylece kalmıştı. Koen'in
ihanet edebileceği düşüncesi ağır basıyordu. Sonuçta geçmiş yaşamı ile burada
var olan yaşamı neredeyse aynı zamandı. Ve ikiside onun hayatı idi. Hisar'da
onun eviydi, Üç Tanrı Dağı'da. Hisar'da onun ailesi, Jeniske'de ailesi olarak
biliniyordu. Bu durumda hala kafa karışıklığı yaşıyor olabileceği düşüncesi
ihanet kavramını destekliyordu. Saisa hızla Tavi'nin yerleştiği odaya doğru
yürümeye başlamıştı. Koen için ayarlanan odada o katta ve yakındı. Bütün
misafirler güvenli olduğu için Koen'in kaldığı yere yakın yerde konumlanmıştı.
Koen'in odasını Tavi'nin odasına varmadan görebilecekti. Birkaç haritacının
odaya doğru yürüdüğünü görmüştü.
"Nereye gidiyorsunuz?" demişti Saisa onları durdurup.
"Komutan Koen çağırdı Hanım Efendi." demişti birisi. Elinde büyük
harita kağıtları ile. Saisa bir süre onlara baktı. Ardından başını sallayıp
onlarla yürümeye başlamıştı. Koen'in neler karıştırdığını bilmiyordu ama Üç
Tanrı Ordusu ve Frange birliğinin savaş planlarını biliyordu. Hain olması
durumunda bu çıkılan seferler büyük kayıpların olması ile sonlanacağa
benziyordu. Haritacı kapıyı vurdu ve içeri doğru kapı açıldığında Saisa içeriyi
gördü. Hiçbir zaman onun odasını görme şansı olmamıştı. Daha doğrusu ilk defa
odasına birileri girecekti. Haritacılarda şaşkındı. Normalde Koen'in olduğu
kata bile kimse doğru düzgün çıkamazdı. Perdeler sonuna kadar kapalıydı büyük
camın. İçeride yanan birkaç mum vardı. İşin garip yanı yatak olması gerektiği
yerde değildi. En dibe doğru çekilip üstünü örten büyük perdeler sökülmüş bir
kenarı topak yapılıp atılmıştı. Yatağın olması gereken büyük yerde iki çalışma
masası birleştirilmiş ve her yerde eşyalar dağınıktı. Koen onlar içeri girdiği
sırada yerden bazı kağıtları ve yırttığı sayfaları topluyordu. Başını kaldırıp
onlarla göz göze geldi.
"Bizi çağırmışsınız Komutan Koen!" dedi daha yaşı büyük olan harita
ustası. Koen elindeki kağıtlarla ve sayfalarla oturduğu yerden onlara
bakıyordu. Kolları yukarı doğru sıvanmıştı. Bir süre onlara baktı ve ardından
Saisa'yı görünce başını salladı.
"Evet! Haritaları getirmişsiniz. Bırakın ve çıkın!" demişti. Bunun
için çağrılmış olmayı beklemiyorlardı. Divit ve mürekkepte getirmişlerdi. Koen
onların öylece kapının eşiğinde kalışına baktı ve yavaşça içeri doğru eliyle
buyur etti.
"Masaya bırakabilirsiniz." demişti. İçeri doğru girdikleri sırada
masanın üstünün harp yeri gibi olduğunu fark etmişlerdi. Her şey karman
çormandı. Bir şey için çalışıyordu belli ki. Eski büyü kitaplarından Hisar
tarafından krallıklara verilen savaş ve kuralları kitabına kadar bir sürü kitap
vardı. Odanın her yeri dağınıktı. Koen elindeki sayfaları karıştırırken
haritacılar yavaşça haritaları söylenilen yere bırakmışlardı. Saisa tekrar Tavi
ile görüşmek için sessizce koridor boyunca yürümeye başlamıştı. Koen'in bir
şeyler sakladığından artık o da emindi. Odasının dağınıklığı onun telaşını
gösteriyordu. Kafası karışık halde yarınki gizli toplantıyı haber vermek için
Tavi'nin yanına gitmişti.
"Sanırım bu Jeniske'nin ardından iş çevirmek gibi olacak!" demişti
Tavi. Saisa duvara yaslanmış yaşlı adamın çalışa masasındaki haritalara
bakıyordu.
"Amacımız orduların ve seferin güvenliğini sağlamak. Bunu öğrendiğinde
hoşgörülü olacağından eminim." demişti.
"Geleceğim. Yarın öğlen orada olurum. Prense iletebilirsin." demişti.
Saisa haritada bir yeri gösterdi.
"Epharai'nın neden kuşatması bu kadar öncü. Sonuçta o Hisar'ın en büyük
kalesi ve krallığı. Oraya bu kadar erken gitmek…" Tavi onun konuşmasına izin
vermeden ayaklandı.
"Bunu Aiken ya da Karga Lider'e sormalısın. Sonuçta bu haritanın temelde
planlaması onlara ait." dedi ve haritayı kapatmak için ucundan tutup ikiye
katladı.
"Orada
görüşürüz Saisa!" dedi. Saisa herkesin içten içe ne düşündüğünü bilmek
istiyordu. Ama şu an düşünmesi gereken bambaşka bir olay vardı.
Düğün...
Bölüm On Beş
Düğün Çiçekleri
Tavi
ve Saisa o gün büyük bir kavgaya tutuşmuştu. Görüşmeyi yaptıkları yerde Saisa
Koen'in hain olabileceğini söylediğinde Tavi bu konuşmanın Karga Lider'e ihanet
konuşması olabileceğini söylemişti. Kavga ileri doğru taşınmış ve Saisa sadece
orduları ve planı korumak istediğini belirtmişti. Prens onları yatıştırdığında
Koen'i sürekli izleme kararı vermişlerdi. Ama Koen üç gündür odadan dışarı adım
atmıyordu. Arada yemek vermeye giden kişiler onu kapıdan görüyordu. Yemeklerin
çoğunu yemediğini duymuşlardı. Bu sürede Jeniske enteresan bir sessizliğe
girmişti. Jeniske'nin sessizliğinin aksine şehirde bir heyecan vardı. Prens ve
Saisa iki gün sonra evleneceklerdi. Saray meclisi Saisa'nın oğlunun prensten
olduğunu öğrendiğinde kendini kaybetmişti adeta. Kraliçe yandaşları bu gerçeği
kabul etmezken çoğunluk durumun tanrıları onurlandıracak kadar güzel olduğunu
prensin yetişmeye başlamış bir varisi olduğunu düşünmüşlerdi. Düğün
hazırlıkları Saisa'nın kontrolünden çıkmış ve büyük bir şölen tadına varmıştı
bile. Frange'nin üst sınıf aileleri bu düğüne gelmek istediklerini belirtmişti.
Qufang onları geri çeviremezdi. İki gün sonra Prens kral olacak, Saisa Kraliçe
ve oğulları prens unvanını alacaktı. Bunun stresini mutluluğundan daha fazla
hissediyordu Saisa. Koen'in ve Jeniske'nin sessizliği herkesi yeterince
geriyordu. Aiken dışında Jeniske kimseyle konuşmamıştı. Aiken ise sadece
dinlenmek istediğini söylemiş ve beklenen toplantı bir gün daha ertelenmişti.
Bu sırada Koen'in izleniyor olması Aiken'in oldukça dikkatini çekmişti. Tavi
ona durumu anlatmak zorunda kaldığında ortalıkta daha tehlikeli bir durum baş
göstermişti. Çok içince çok konuşan Tavi bir dedikodunun kaynağını başkalarına
taşımaya başlayabilirdi. Saisa bunları düşünürken alnını kırıştırmış ve
parmakları arasında saçlarını döndürüyordu.
"Yüzünde kırışık oluşacak!" Prens Maios bunu söylerken onun yanına
doğru ilerledi. Giyeceği elbiseyi diken kızlar durmuştu. Terzi ise ölçü almayı
bırakmıştı.
"Kırışıklıklarımı dert edecek kadar uzun yaşayacağımı bile düşünmüyorum.
Toplantı gecikti. Kimsede ses yok. Şüphelerimiz doğru çıkarsa bu savaş
başlamadan biter. Karga Lider ve Koen arasındaki bağ sandığımızdan güçlü. Her
şey tepemize yıkılır." dedi Saisa. Maios onun arkasında duruyordu. Aynadan
ona bakıyordu.
"Şüphelerimizin doğru olduğunu sanmıyorum. Üç gündür hiç odasından
çıkmadı."
"O büyücü ve onun iletişim kurmak için bir yere yürümesine gerek olduğunu
sanmıyorum."
"Sürekli olarak saray ve bölge içinde sinyal var mı diye kontrol
ediyorlar. Çıkış yok. İletişim kurma çabası yok."
"Bilmiyorum Prens hazretleri. Sadece bunca aşamaya gelmişken bir şeyler
ters giderse..."
"Hiçbir şey ters gitmeyecek. Sadece sakin ol!" demişti. Saisa beline
sarılan kolların üzerine ellerini koydu.
"İki gün sonra toplantı yapılmazsa müdahale edeceğim. Bu kargaşaya son
vermek için doğru zamanı bekliyorum. Bizden istenileni yaptık. Yapıyoruz. Onların
da artık meydana inmesi gerekiyor. Merak etme!" Maios normalde barışçıl ve
sakin yapılı bir adamdı. Ancak sert müdahaleleri ile ünlüydü. Annesini tahtan
indirirken hiç kimseye acımamış ve saray merdivenlerinde onu askerlere
sürükletmişti.
"Bekleyeceğim! Ve sana bırakıyorum!" demişti Saisa. O gün düğün için
sarayın büyük avlusu hazırlanıyordu. Mihrap ve tonlarca çiçek. Saisa odasından
orayı görebiliyordu. Maios gitmeden ona mihrabı göstermek istedi.
"Mihrabı gördün mü? Buradan nasıl hazırladıklarını görebiliyorum. Bakmak
ister misin?" demişti. Pencereye doğru yürüyüp orada bir an için dikilip
kaldı. Sadece mihrap değil yukarı doğru bakınca balkondan Koen'in odası
gözüküyordu. Onu dışarı çıkmış halde görmeyi beklemiyordu. Hızla kapıyı itip
kendi balkonuna çıktı. Yarı dikili elbisesi ile birden fırlamıştı. Maios onun
telaşı ile peşine takıldığında Koen'i görmüştü. Balkonda dikilmiş getirilen
çiçeklere ve mihraba bakıyordu. Yüzü renksiz saçları dağınıktı. O gün
toplantıda giydiği kıyafetleri vardı üstünde. Gözleri yarı açıktı. Elinde bir
kadeh vardı. İçinin içki dolu olduğunu düşünüyorlardı.
"Biraz garip bir durumu var!" demişti Maios. Saisa ise ondan
gözlerini ayırmıyordu.
"Sağlığı iyi değil gibi. Uykusuzlukta var. Gidip onunla..." Maios
onun kolunu birden tutmuştu.
"Artık karışma. Düğünümüze odaklan ve bu işi bana bırak. Kendini yorma ve
bu işe odaklan." demişti. Saisa ona bakıp kaldı. Maios ise izlendiğini
hisseder gibi Koen'in daha aşağıda kalan balkonuna doğru bakınca gerçekten
onunla göz göze gelmişti. Ancak bu çok kısa sürdü. Koen elini ağzına basıp
birden içeri doğru koşmuştu. Balkonun iki kanatlı kapısının ardında kaybolurken
Maios kolları arasını aldığı Saisa'nın saçlarını öptü.
"Ben halledeceğim." demişti.
Koen'in
sağlık durumunun iyi olmadığını anlamak için onu görmeye gerek yoktu. Pek yemek
yemediği ve sürekli perdeleri kapalı odada aralıksız çalıştığını biliyorlardı.
Yıkanmıyordu. Tıraş olmuyordu. Sadece gelen yemeklerin yanındaki bir testi
şarapla besleniyordu. Maios bu duruma müdahale etek için Jeniske ile konuşmaya
karar verdi.
"
Komutan Aiken!" demişti. Cephaneliği gezen Aiken'i bulması kolay olmuştu.
Aiken Qufang ordusunun komutanları ile arası iyi olduğu için onlarla sarayı ve
ordu cephaneliğini geziyordu.
"Majesteleri!" diyerek onu selamlamışlardı. Prens Maios ise ona doğru
hızlı adımlarla yürümüştü.
"Karga Lider ile görüşmem gerek. En kısa sürede. Ona beni götürür
müsün?" demişti. Aiken bir an duraksadı.
"Sabah odasındaydı Majesteleri. Hala orada olmalı. Size eşlik
edeyim!" dedi. Aiken komutanlardan ayrılıp Prense eşlik etmeye başlamıştı.
Üst kata çıkmadan önce büyük avludan geçmişlerdi. Düğünün yapılacağı yer
oldukça güzel hazırlanıyordu. Çalgıcılar ve ozanlar için kurulan yer dışında
her yere çiçekler konmuştu. Aiken beyaz ve sarı çiçeklere hayranlıkla
bakıyordu.
"Bunlar Qufang'a özel türler mi?" demişti. Prens yanında yaveri ile
dolaşıyordu.
"Evet! Qufang'ın ovalarında yetişir. Özellikle yaz ayına yaklaştığımız bu zamanda
açmaya başlarlar. Saisa bu çiçekleri çok sever!" demişti. Aiken'in birden
yüzü düşmüştü.
"Bunu bilmiyordum." demişti. Aiken'in Saisa'ya karşı duygular
beslediğini kimse bilmiyordu. Bunu saklama konusunda oldukça başarılıydı.
Prense karşı Saisa'yı alma şansı asla yoktu. Bu yüzden sessizce bu düğünün
olmasını ve sefere çıkılmasını bekleyecekti.
"Saisa bu çiçeklerin kötü ruhları kovduğunu ve bereketi simgelediğini
söylemişti. Gerçekten çok bilgili ve güzel bir kadın. Onunla tanışmış olmak
..." Aiken daha fazla bu sohbete katlanamayacaktı.
"Majesteleri sözünüzü böleceğim ama Karga Lider'i neden arıyorsunuz?"
demişti. Prens birden afalladı. Ona sert bir mizaçla soru soran Aiken'e baktı.
"Toplantı hakkında konuşacaklarım var. Gecikmesi beni tedirgin
ediyor!" demişti. Aiken kaşlarını çattı ve merdivenlere doğru yöneldi.
"Bana başka bir nedenle oraya gidiyormuşsunuz gibi geldi. Sonuçta siz
konuşurken bende orada olacağım. Eğer Koen hakkında konuşacaksanız bunu bana
söylemeye çekinmeyin. Sonuçta onun hakkında düşüncelerinizi biliyorum. Ve
yakında bu düşünceleri Karga Lider'de öğrenmek zorunda kalacak." demişti.
Prens Maios basamakları yavaş yavaş çıkıyordu.
"Düşüncelerimde yanıldığımı duymak için sabırsızım. Bunu kaldıramayız. Ama
bunu konuşmaya gitmiyorum. Koen birkaç gündür hiçbir şey yemeden odasından
çıkmadan çalışıyor. Saisa ile onu balkonda gördük. Durumu hiç iyi değildi.
Kimseyle konuşmadığı ve odasına almadığı için Karga Lider'in bu olaya el
atmasını isteyeceğiz. Sağlığı iyi değil gibi." dedi. Aiken birden
gülmüştü. "Neden güldün?" dedi. Aiken omuz silkti ve koridora doğru
döndü.
"Komutanlarınız sizin çok karı bir adam olduğunuzu söyledi. Ben burada
eğitim alırken de oldukça sert bir yapınız vardı. Koen'i bu kadar düşünüyor
olmanız beni şaşırttı!" dedi. Prens bunu duyunca ellerini arkasında
birleştirdi.
"Aslında benim değil Saisa'nın umurunda. Düğünden önce bu tür şeylerle
meşgul olmaması için onun yerine konuşmaya gidiyorum. O bir diplomat gibi.
Barışçıl ve detaycı. Biraz kendine zaman ayırması için bu ayak işlerini ben
yapacağım!" demişti. Yakında kral unvanı alacak bir prense göre fazla
cömertti. Aiken onun yanında olmaya katlanamıyordu ama Saisa'yı düşünme şekli
hoşuna gitmişti. Saisa ondan büyük olmasına rağmen ona âşık olmuştu. Karga
Lider ile Qufang'a gidip onu ilk defa gördüğü anda kalbi yerinden oynamıştı
adeta. O günden sonra ona karşı her zaman kalbinde bir kıvılcım olmuştu. Şimdi
ise onun evleneceği adama bakıp Saisa'yı hak edip etmediğini düşünmekle
yetiniyordu. Cömert ve gerçekten onu sevdiğini gösteren bir adamdı. Bu yanı en
azından ona daha tahammül edilebilir bir hava katıyordu. Jeniske'nin odasına
yaklaştıklarını prens kapıda dikilen korumalardan anlamıştı.
"Sarayımı yeterince güvenli bulmuyor musunuz?" demişti. Aiken dikilen
askerlere selam verdi.
"Karga Lider buluyor ancak ben bulmuyorum. Onun güvenliğinden ben
sorumluyum." demişti. Prens dikilen adamlara baktı.
"Üç yüz yaşından daha büyük olan antik bir büyücüyü iki muhafız mı
koruyacak?" demişti alay eder gibi. Aiken ona bakıp güldü.
"O muhafızlar özel yeteneklerle donatıldı. Sizi bile emir aldıklarında
param parça edecek kadar sadık ve güçlüler." demişti. Kapıyı açtı
muhafızlar. Prens onların elindeki ışıltılı silahlara bakıyordu. Üç Tanrı
ordusu gerçekten de oldukça güçlü olmalıydı. Jeniske'yi koruyan askerlerin
silahlarından karanlık enerji akıyordu adeta. Yanlarından geçerken ensesindeki
saçların ürperdiğini ve dikleştiğini hissetti.
"Efendim, Prens Maios sizi görmeye geldi." demişti. Jeniske masanın
başında oturmuş bir şeyler yazıyordu.
"Karga Lider!" demişti Prens Maios. Jeniske onu duymuştu ama
dönmüyordu. Dikkatle yazısını yazmaya devam ediyordu.
"Konun Koen'in sağlığı ile alakalı olduğunu söylediğinde sizi rahatsız
etmek zorunda kaldım." Aiken bunu söyleyip bir adım geriye çekilmişti.
Jeniske ise yavaşça sandalyesinde geriye doğru bakmıştı. Açık saçları yüzüne
dökülüyordu. Başıyla onları kabul ettiğinde muhafızlar kapıyı kapatmıştı. Aiken
hemen prensi yuvarlak masanın yanındaki sandalyeye yönlendirmiş ve komedinin
üzerinde duran şarap testisi ile boş kadehi doldurup ikram etmişti.
"Sizi iyi ağırlıyoruzdur umarım." dedi Prens. Jeniske ile ilk defa bu
kadar baş başa kalma anı yaşıyordu. Bir an için ne konuşacağını bilemedi.
"Evet! Çadırda uyumaktan daha rahat. Bir gün belki kendi evim olduğunda bu
şekilde havalı ve rahat bir yatak alırım." dedi. O korku saçan dağın
lideri ve tanrıların son rahibi idi. Bir evi olmaması prense garip gelmişti.
"Anladım. Dilersen bunun gibi bir yatağı evine hediye olarak
gönderebilirim. Buna gücüm yeter." demişti. Bir an ikiside güldü. Ardından
prens ciddi bir yüz ifadesi ile ona baktı.
"Sabah Koen'i balkonda gördük. Yüzü ve hali hiç iyi değildi. Öğrendiğim
kadarı ile yemeklerini yemiyormuş. Yıkanmıyor ve uyumuyormuş. Onun için endişe
duyuyoruz. Özellikle Saisa onun hasta olduğunu düşünüyor. Belki bu konuda bir
şey yapmak istersin!" demişti. Jeniske ona baktı. Başını iki yana salladı.
"Dün gece konuşmaya gittim ancak bana meşgul olduğunu söyledi. Halini
gördüm merak etmeyin. Ne rengi kalmış tenin ne hali. Ama bunun yemek yememesi
ve uykusuz kalması ile alakalı olduğunu düşünmüyorum. Aldığı eğitim onun
haftalarca aç ve uykusuz ayakta kalmasını sağlar. Başka bir durum olduğunu düşündüm.
Saisa ile bunu konuşmak istiyordum fakat düğün işi onu meşgul ettiği için
kendim çözmeye çalışıyorum." dedi. Masada duran kitapları ve yazdığı
kağıtları işaret etti.
"Sanırım başka bir durum var. Bazı şeyler kafamda oturmaya başlıyor.
Lanetlenme korkusu ve hastalıklar... Sandığımız gibi kendine yüklendiği için bu
kadar kötü değil. Ya da Hisar'a çalışan bir casus olduğunu düşündürecek kadar
gaddar değil. Dün odasında birçok eski büyü kitabı gördüm. Birçoğu antik dilde
yazılmış durumda. Bizim eski dilimizde..." demişti. Prens onun her şeyden
haberdar olduğunu fark edince bir anlığına utandı.
"Biliyordunuz demek. Biz sadece... Özür dilememiz gerekir aslında..."
Prens lafları ağzında gevelerken Jeniske onu susturmuştu. Kendi sandalyesinden
kalkıp onun karşısındaki sandalyeye oturdu.
"Koen pek güven veren bir geçmişe sahip değil. Hala kendi içinde kavgaları
olduğunu hepimiz görüyoruz. Güvenme konusunda o da çekingen. Ancak ben gözüm
kapalı ona canımı teslim ederim. İhanet edeceği çok kişi var ama bunlar içinde
ben ve benim olduğum taraf yok. O yüzden sizin hatanız değil, onun hatası hiç
değil bu düşüncelerin oluşması. Sadece onu tanımıyorsunuz. Uzun zamandır burada
olmasına rağmen onu tanıyamamış olmanıza şaşırmıyorum. Ben onu büyüten ve onun
hayatının her anında olan birisi olarak bile ne düşündüğünü anlamıyorum. Sadece
ona zaman verin. Bazı şeyleri kafasında oturtması gerek." dedi. Prens bir
süre ona baktı ve ardından şarabından birkaç yudum aldı.
"Onu neden ordunuzun başına istiyorsunuz? Qufang'da kalması büyük bir
sorun olmaz. Savaş planında oldukça iyiydi. Mantıklı bir adamsınız ve savaş
planına bakışınızı gördüm. Beğendiniz fakat neden onu zorluyorsunuz?"
demişti. Jeniske gülümsedi.
"Ait olduğu yerden kaçmak için bir defa burayı kullandı. İkinci defa buna
kolayca müsaade etmeyeceğimi kendisi de bilmeliydi. Üç Tanrı Ordusu onun
ordusu. Onun başına geçip kaçtıklarıyla yüzleşip güçlenmesi gerekiyor. Ona
verdiğim süre dolmasına rağmen biraz daha zaman için yalvarmasını görmek hoşumda
gitmiyor değil. Hala küçük bir çocuk ve şımarık bir Hisarlı olmaktan
çıkamadı." demişti. Prens şaşkınlıkla Jeniske'ye bakıyordu.
"Sağlığından olabilir!" dedi. Jeniske başını iki yana salladı. Yeşil
gözlerini ona sabitledi.
"Bir süredir sağlığının yerinde olduğunu sanmıyorum. Kızıl Taşı
taşıyamayacak kadar güçsüz durumda ve bunu benden saklıyor." derken
parmağında takılı yüzüğü göstermişti.
"O bu taşın ustası. Ruhunun enerjisi bu taş sayesinde canlanıyor. Ama
bundan bile kaçıyor. Durumun Hisar ya da savaşla alakası yok. O benden kaçıyor
çünkü bilmemeden korktuğu bir şeyler var. O yüzden endişelenmeyin. İki gün
sonra ikinci toplantıyı yapmış oluruz. Sizde tıpkı Saisa gibi düğüne
odaklanın." demişti. Prens Maios ona bakıp kalmıştı. Neler olduğunu
anlamıyordu ama merakı artmıştı.
"Elbette. Amacım işinize burnumu sokmak değil. Eğer siz o iyi diyorsanız
sorun yok. Sonuçta hala benim komutanlarımdan birisi. Umarım yakın zamanda her
şey düzelir." demişti. Jeniske gülümsedi.
"Endişe etmeyin daha fazla dayanamaz. Sınırlarını biliyorum."
demişti. Prens gülümseyip ayağa kalktı.
"Bir
şeye ihtiyaç duyarsanız saray emrinizde." demişti. Jeniske gülümsemişti.
Prens kapıya doğru yürürken birden duraksadı.
"Bir de senden bir dost olarak bir şey isteyebilir miyim?" dedi.
Jeniske şaşkınlıkla ona bakmıştı. "Oğlumun hastalığı senin sayende
atlattığını öğrenmiştim. Bunun karşılığı olmaz ama düğünde Saisa'yı mihraptan
sen geçirir misin?" demişti. Jeniske ona bakıp mutlulukla gülümsedi.
Gelini mihraptan geçirmek büyük bir onurdu.
"Ben bundan onur duyarım." demişti. Ayağa kalkmıştı. Prense doğru
yürüdü. "Açıkçası şaşırdım bu teklife ama bunu yapmayı çok isterim.
Teşekkürler Prens Maios!" dedi. Prens gülümsedi. "Sadece Maios demen
yeterli." demişti. Jeniske onun bu dostane elini boş bırakmak istemeyerek
konuştu onun ardından. "Maios, bana da sadece Jeniske diyebilirsin. Biz
bize büyük bir aile olacaksak bu şekilde konuşalım" demişti. Prens saygı
ile başını eğip doğrulttu.
Düğün
hazırlıkları bir süre için sarayı eski neşeli haline getirmişti. Kimse savaşı
düşünmüyordu. Halk ise düğünün getirdiği neşe içindeydi. Prenslerinin evliliği
için heyecanlıydılar. İnsanlar o günü heyecan içinde bekledi. Heyecanları
evliliğin getireceği şanstı. Qufang prenslerinin evliliği daima şans olarak
dönerdi. Bunu düşünüyordu halk. Prensin evliliği onlara bereket ve şans
getirecekti. Ve kraliçeleri olacak kadın ise onlar için bir anne gibiydi. Saisa
halk tarafından ve saray zümresi tarafından çok sevilirdi. Onlara karşı asla
kibirli ve hoşgörüsüz olmamıştı. Prens ile olan ilişkisini asla açığa
vurmamıştı. Sessiz ve akıllı bir kadındı. Düğünün olacağı günün sabahı sarayda
bir neşe ve koşturma vardı. Mihrap hazırdı. Havai fişekler ve her şey meydana götürülürken
halk meydanı özellikle süslenmiş ve insanlar oradan Saisa'nın at arabasından
geçişini görmek istiyordu. Düğünden bir gün önce kraliçe şehrin diğer ucunda
bulunan büyük tapınağa giderdi. Ve oradan düğüne saatler kala at arabasında
gelmeye başlardı. Ona eşlik eden kişi genelde kadının aile tarafından en büyük
erkek olurdu. Mihrap yolu denirdi bu uzun yolculuğa. Ve Saisa'ya eşlik edecek
kişi Jeniske idi. Ancak o henüz yola çıkmamıştı. Koen'in kapısının önündeydi.
Yanında ise ona mihrap yolu boyunca giyeceği cübbeyi tutan kadınlar vardı.
Jeniske son kez umutsuzca kapıyı çaldı.
"Gelini almaya gideceğim. Geldiğimde seni düğünde görmek istiyorum."
demişti. Koen cevap vermemişti. Jeniske onun iyi olduğunu umarak uzatılan
cübbeyi giydi ve hazırlanan atına binmek için ana avluya inmişti. Aiken'e
Koen'i arada bir kontrol etmesini ve düğün anında aşağıda olmasını sağlamasını
emretmişti. Mihrap yolundan konvoy yola çıkıştı tapınağa doğru. İnsanlar
heyecanla gelini almaya giden konvoya bakıyordu. Jeniske demir maskesini
takmamıştı. Yüzü açıktaydı ve insanlar kim olduğunu bilmedikleri adam
hayranlıkla bakıyordu. Kuzguni düz siyah saçları altında beyaz teni parlıyordu.
Yeşil gözleri neşe ile ışıldıyordu. Gelin almaya gitmek oldukça saygın birisi
olmayı gerektiriyordu. Ve onu alkışlayıp çiçek yaprakları atan kişileri görmek
hoşuna gitmişti. Zamanında demir maskesi ile gizlice gezindiği Qufang'da şimdi
bir kral gibi ağırlanıyordu. Tapınağa vardığında beyaz keşişler ile Saisa onu
bekliyordu. Giydiği mavi elbisesi ve beyaz tüllerle gerçek bir periye
benzeyecek kadar güzel olmuştu. Oğlu ise onun yanında sakince dikiliyordu.
Jeniske'nin attan indiğini görünce heyecanlanmıştı.
"Jeniske amca!" diye oraya koşup ona sarılmıştı. Babasının gerçekte
kim olduğunu her zaman bilecek kadar şanslı bir çocuktu. Jeniske onu kucakladı
ve sakince ellerini önünde birleştirmiş bekleyen Saisa'ya doğru yürüdü. Onun
mihrap yolu boyunca geçerken yüzünü örtecek olan tülleri başından aşağı doğru
bıraktı. Elini uzattı.
"Son kez bekar bir kadın olarak bu şehri geçmeye hazır mısın?"
demişti. Saisa konuşamazdı. Evlilik yemini edene kadar suskun kalması
gerekiyordu. Sakince Jeniske'nin elini tuttu. Beyaz Keşişler bunun üzerine
davullarını çalmaya başlamıştı. Saisa ve oğlu at arabasına binmiş ve gelin
alamaya gelen konvoy onun önüne geçmişti. Beyaz keşişler ise davulları ile
konvoyun ardından yürüyordu. Yürüyüş başlamış ve öğlen güneş yükselmişken
Mihrapta olacaklardı. Davul sesleri sokaklarda duyuldukça insanlar heyecanla
oraya gidiyordu. Çocuklar gelinin önü süre atılan sikkeleri toplamak için ne şe
ile koşturuyordu. Jeniske atının sırtında bu kalabalığı ve coşkusunu izlerken
gülümseyemiyordu. Aklına Koen gelmişti. Sabah düğüne katılması gerekiyordu.
Durumu bu kadar kötü değildi. Ama odasının kapısını açtığı gibi kapatmıştı.
Ardından işi olduğunu söyleyip Jeniske'yi terslemişti. Bir şeyler yapıyordu.
Jeniske birden irkildi. Meydana gelmişlerdi ve gelin burada yüzünü bir defa
açacaktı. İnsanlar heyecanlıydı. Herkes Saisa’yı görmek istiyordu. Konvoy durmuş
ve kalabalık alkışlar çığlıklar içindeydi. Gelinin refakatçisi olarak onun
tüllerini kısa süre kaldırmak Jeniske'nin göreviydi. Atından indi ve kurulan
yükseltiye doğru yürüyen Saisa’nın yanına geldi. Elinden tutup onu yukarı iki
basamaktan çıkardı. Ardından yanına çıkıp tülleri yavaşça kaldırdığında
insanlar heyecanla bağırıp tanrılara dua etmeye başlamıştı. Halk onu
beğendiğini göstermek için kurulan yere hediye bırakırdı. Saisa tüller inince
tek kalmıştı ve hediyeler bırakılıyordu. Manevi anlamı yüksek hediyeler ve
maddi anlamı yüksek şeyler. Hepsi eşit olurdu bu anda. Kimi altın bir kolye
verir kimi ise bir elma. Herkes onu beğendiğini ve sevdiğini göstermek için
elinden geldiğince bir hediye bırakırdı. Hediye bırakma töreni bir saat kadar
sürmüş ve insanlar ona dualarını sunduktan sonra konvoy tekrar harekete
geçmişti. Artık durmayacak ve insanların akına kın gittiği sarayın en büyük
avlusuna doğru gidecekti. Güneş artık tepeye varmak üzereydi ve sarayın büyük
giriş gözükmeye başlamıştı. Konvoyun ardından geleneler ve onu kuşatan halk ile
ozanlar şarkılar söylemeye başlayıp çalgılar çalınmaya başladığında Prens
mihrapta baş keşiş ile dikiliyordu. Jeniske saray kapısında atını durdurmuştu.
Bu uzun koridorda artık Saisa'yı koluna takıp geçecekti. Gelenek gereği Saisa’yı
arabadan indirdi. Nazikçe koluna girmesini bekledi ve diğer yanına Saisa ve
Maios'un oğlunu aldı. Arp sesleri yükselip çiçek yaprakları tepelerinden
dökülürken Kraliçenin girişini gördü herkes. Mihrapta heyecan dolu bir
sessizlik vardı. Birkaç adım kala Jeniske birden durdu. Bir adım geriye çekildi
ve Saisa'nın oğluna döndü.
"Bundan sonrası senin iznine kalmış." demişti. Bu gelenekte yoktu.
Jeniske geleceğin prensini onurlandırmak için saygı ile başını eğdi. Saisa oğlunun
koluna girmiş ve gülümsemişti. Prens ise bu onur verici hareket ile gururla
dimdik durmuştu. Oğlu annesini teslim ederken gülümsemişti. Ve keşişin önünde
yemin etme zamanı gelmişti. İkisinin de günlerdir ezberlediği bir metin vardı.
Bunu okumaları gerekiyordu. El ele tutuştular büyük kamelyanın altında.
"Sonsuzluk bizimle olsun. Sevgimiz ölümle bile solmasın!" son
sözlerde binlerce arpa ve çiçek yaprağı etrafta uçarken müzikler başlamıştı
ikisinin de dudakları birbirine dokunduğunda. Evlilik onlar için uzun süredir
bekledikleri bir şeydi. Sonsuzluğun içinde bir anda duracaklar ve yemin
ettikleri andı. Aiken bile o an sadece olayın büyüsüne kapılmış halde
gülümsüyordu. Bir kadını sevmek kolaydı ama onunla bir ömür olmaya söz vermek
kolay değildi. Aiken bu cesarete karşı aşkını bastırmakla saygısını
gösterebilirdi. Üç krallığın bir arada olduğu bugünün gecesi daha coşkulu
geçecekti. İnsanlar kral ve kraliçenin ilk dansı sonrası dans etmek için avluda
toplanmış ve müzik eşliğinde bugünü kutlarken ozanlar şiirlerini şarkıları yazmak
için etrafı izlemeye başlamıştı. Akşamında eğlenceler sürecekti. Aiken kurulmuş
uzun protokol masasında huzursuzca oturan Jeniske'ye döndü.
"İnmek istemedi. İşi olduğunu söyledi!" demişti. Tavi onlara kulak
misafiriydi. Kral Maios ve Kraliçe Saisa ise onların konuşmasına dikkat
kesilmişti.
"Durumu nasıl?" demişti Jeniske.
"Onu görmeme izin vermedi. Kapının aralığından bana bakıp yüzüme kapıyı
kapattı. Sizin emrinizin pek umurunda olmadığını bu düğünden daha önemli işleri
olduğunu söyledi. Sabah götürülen yemeği yemiş olacak ki boş tepsi götürüyordu
kızlar." dedi Aiken. Jeniske canı sıkkın halde iç çekti.
"Birazdan ona bakmaya çıkalım." demişti. Aiken bunu duyunca başını
salladı.
"Çıkarken ona çiçek götürmek ister misin?" Saisa bunu söylerken ona doğru
dönmüştü. Jeniske ise şaşkınlıkla ona bakıyordu. Saisa beyaz ve sarı çiçekleri
gösterdi.
"İnsana huzur veren bir kokusu vardır. Bunlardan ona götürmelisin. Geçen
gün balkondan çiçeklere baktığını gördüm. Sanırım hoşuna gittiler."
demişti. Jeniske gülümseyen kadına bakmıştı. Saisa ise yavaşça ona doğru eğildi
ve ikisinin duyacağı bir seste konuştu. "Çiçekler sevginin en güzel
temsilcileridir. Kırılgan ve bir o kadar göz kamaştırıcı. Ona sevgini
hatırlatmak iyi gelecektir." demişti. Jeniske öylece kalmıştı. Saisa
gülümsedi.
"Nasıl öğrendin?" demişti Jeniske. Bunu sorarken şaşkındı.
"İlk günden beri fark ettim. O bir silah ve iyi bir komutandan
ötesi..." demişti. Birden Jeniske gülümsedi. Birisinin biliyor olması
rahatsız edici olmalıydı. Koen ile ilişkisinin pek onay almayacağının
farkındaydı ama Saisa ona rahatsız edici gelmemişti. Aksine biliyor olması
mutluluk ve huzur vericiydi.
"İzninizle!" dedi Jeniske. Masada konulmuş çiçeği kaptı ve ayağa
kalktı. Masada bulunan asiller ve herkes ona şaşkınlıkla bakıyordu. Aiken ve
Tavi'de onunla kalkmıştı. Jeniske usulca avludan ardında iki adamla ayrılmıştı.
Merdivenleri çıkıp kapının önüne kadar soluksuz gelmişti. Kapıyı çaldı birkaç
defa. İçeriden ses gelmemişti. Bir kez daha çaldı ve konuşmaya başladı.
"Koen! Konuşmamız lazım!" demişti. Ama hala içeriden ufacık bir ses
bile yoktu. Aiken kaşları çatık kapıya bakıp havayı kokladı.
"Kan kokusu alıyorum." demişti. Yalnız o değil Jeniske'de kanın
kokusunu almıştı.
"Geri çekilin!" demişti Jeniske. Onlar geriye doğru çekildiğinde bir
tekem ile kapıyı kırıp arkaya doğru düşürmüştü. İçeriden korkunç bir koku
gelmişti. Yanan mum ışığı kapıya kadar gelen kanı parlatıyordu. İçerisi korkunç
şekilde kan kokuyordu. Her yer dağınık ve onlarca mum yanıyordu. Perdeler sonuna
kadar kapalıydı. Bir yerden gelen kusmuk kokusu ise mide bulandırıcıydı. Koen
beş gündür bu odadan hiç çıkmamıştı. Tavi burnunu tutmuştu. Jeniske ise içeri
girince köşede yatağın orada olan manzarayı görmüştü. Aiken onunla aynı yere
baktığında dışarı doğru fırlayıp bağırmıştı.
"Hemen bir şifacı çağırın!" demişti. Askerler hızla onun emrine
uyarken Jeniske oraya doğru koşmuştu. Yatağa bağlı kesik bir kol vardı. Ama
çürümüş ve simsiyah duruyordu. Hala hareket ediyor olması rahatsız ediciydi.
Hemen yanında ise hareketsiz gözleri açık onlara bakan Koen vardı. Elinde kemik
testeresi vardı. Sıkıca bağladığı kolundan akan an her yerini kızıla boyamıştı.
Etrafa dizilmiş mumların sıralaması çok dikkat çekiciydi. Yıldızın köşelerine
konulmuş ve beş adetti. Alevleri ise yeşildi. Jeniske adım atacakken durdu.
Koen ona hareketsizce bakıyordu.
"Ne yaptın kendine böyle?" diye bağırmıştı. Ama oraya yaklaşamıyordu.
Aralarında bir duvar vardı adeta. Tavi öylece manzaraya bakıp kalmıştı. Koen
dişleri arasındaki kayışı çenesini gevşetip bıraktı. Dudakları arasından incecik
bir kan boynuna doğru akmaya başlamıştı. Jeniske yere doğru çöküp çemberdeki
mumlardan birisine baktı. Duvarı yaratan şey bu mumlardı. Doğrulup ellerini
birbirine vurdu ve mumlar söndüğünde incecik bir fısıltı duyuldu.
"Ne dediği anlaşılmayan fısıltının ardından üç defa kahkaha sesi duyuldu
ve Koen'in kesik simsiyah ölmüş çürümüş kolu birden yatağı sallayacak kadar
şiddetle hareket etmeye başlamıştı. Onu bağlayan kemer ve kayışlardan kurtulmak
istercesine hareket ediyor ve Koen'in saçlarını yakalamaya çabalıyordu. Koen
kızıla dönmüş gözlerini ona doğru çevirdiğinde ise daha şeytani bir biçimde
çırpınmaya başlamıştı.
"Kolumu kesemeyeceğimi sandılar!" demişti. Ardından gülüp elindeki
testereyi şiddetle kesik kola saplamıştı. Jeniske onun yanına koşup bulduğu
çarşafın ucunu yırtıp onun koluna sarmaya başlamıştı.
"Bu ne böyle?" demişti. Koen ona bakıp kızıl gözlerindeki acımasız
ifade ile konuşmaya başladı.
"Zehir!" demişti. Ardından gelen bulantı ile birden kusmaya
başlamıştı. Bedeni titriyordu. Saatlerdir orada kesik kolu ile oturuyor
olmalıydı. Çember onu hayatta tutmuş olmalı diye düşündü Jeniske. Şimdi ise onu
koruyan bir şey yoktu. Ve komaya giriyordu. Kustu ev bedeni şoka girmiş gibi
titremeye başladı. Öyle şiddetli titriyordu ki bedeni zapt edilemez gibiydi.
Kesik kol ise onun acı çekmesinden zevk alır gibi heyecanla yatağın destek
bölümünü şiddetle sallıyordu. Jeniske koldan gelen karanlık enerjinin ağırlığı
ile boynuna doğru inene acıyı hissetmişti. Koen'i kucaklayıp odanın dışına
doğru koşmuş ve Tavi'ye çıkmasını söylemişti. O anda şiddetli bir patlama sesi
duyulmuştu. Camların indiği ve düğünün susmasına neden olana patlamanın
ardından bir çığlık sesi gelmişti. Etrafta kontrolsüz bir rüzgâr vardı. Muhafızlar
oraya doğru koştuğunda Aiken ile Tavi'yi Koen'in başında görmüştü. Jeniske ise
kapının önünde dışarı doğru çıkmaya çabalayan siyah dumanı zapt etmeye
çabalıyordu. Duman Koen'in bedenine gitmek için çığlıklar atıyordu. Jeniske
kontrol edemeyeceği kadar güçlü olan bu karanlık enerjinin ne olduğunu anlamaya
çabalıyordu.
"Aiken onu buradan götürün. Yarasını dağlasınlar." demişti. Ancak
Aiken olduğu yerde kalmıştı. Tavi ise korku ile kendini geriye doğru atmaya
başlamıştı. Koen'in gözleri ve burnundan simsiyah bir duman süzülüyordu.
Süzülen duman boynunu sarmaya başlamıştı. Onu nefessiz bırakmaya başlıyordu.
"Efsuncu çağırın!" diye bağırıyordu Jeniske ama ayakları geri geri
kaymaya başlamıştı. Üzerine doğru gelmeye başlayan karanlık enerjiye doğru uçan
gümüş bir parıltı birden onu durdurmuştu. Maios'un hep belinde taşıdığı kılıcı
dumanın önünde büyük bir kalkan oluşturmuştu. Jeniske hiç zaman kaybetmeden
Koen'in yanına koşmuştu. Maios ise süslü kaftanını atıp oraya gitmiş ve iki
elini birbirine hızla vurup açtığında kılıç daha güçlenmiş ve dumanın gücünü
zayıflatarak onu odaya doğru iteklemeye başlamıştı.
Jeniske ise Koen'i etrafına beş köşeli yıldızı çizmiş ve birden her yıldızın köşesinde
yeşil alev belirmişti. Koen'in kanı ile çizilen yıldız ile birden siyah duman
olduğu yerde kalmıştı.
Maios havada asılı kalan dumana baktı. Odanın eşiğindeydi. Jeniske geriye doğru
çekildi.
"Ölümle lanetlenmiş..." demişti. Saisa şaşkınlıkla koridorda
dikiliyordu. Aiken onu arkasına almıştı. Koridoru kızıla boyamaya başlayan kan
yıldızın içinden akıyordu.
"Kim lanetlemiş?" demişti Maios nefes nefese. Jeniske elini
dudaklarına götürdü.
"Tanrılar! Onların lanetini bozmak için kendini hapsedip kolunu
kesmiş." dedi. Elleri titriyordu. Saisa ise kapının orada kızıla boyanmaya
başlamış çiçeklere bakıp kaldı.
"Günlerdir bunun hazırlığını yapıyor olmalı. Laneti kalbinden koluna çekip
kesmiş. Ama onu yok edememiş. Sadece bedeninden uzaklaştırmaya çalışmış!"
dedi Saisa. Oraya doğru yürüyordu. Maios ona gelmemesini söylemişti. Duman hala
hareket ediyordu ama aradığı kişiyi göremiyor gibiydi. Beş köşeli yıldız Koen'i
lanetten koruyordu ama başka kimse oraya giremezdi. Ölecekti ama daha yavaş bir
şekilde. Jeniske öylece kalmıştı.
"Nasıl yok edeceğiz?" demişti Maios. Jeniske derin bir nefes aldı.
"Asla yok edemeyiz. Tanrıların laneti yok edilemez. Sadece durdurulabilir.
Ama bir gün tekrar karşısına çıkacak." demişti. Koen yavaşça gözlerini
aralamıştı.
"Aktarmamız gerek!" demişti. Herkes onun hırıltılı sesi ile
irkilmişti. Koen yavaşça doğrulmuştu. Boynundaki tırnak ve yara izleri onun
koluyla boğuştuğunu gösteriyordu.
"Bana bir insan gerek!" demişti. Herkes kanı çekilmiş gibi ona
bakıyordu.
"Bedeni yavaşça yıldızın içinde ayağa kalkmıştı. Kolundan kan yere
akıyordu. Elini göğsüne doğru götürdü.
"Bu
lanet... Sözümü tutmadığım için başıma geldi. Benim gibi ihanet etmiş birisine
aktarmam gerek!" dedi. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Kim olacağını
bilmiyorlardı. O sırada Maios öne doğru bir adım attı.
"Anneme aktarabiliriz." demişti. Korkunç bir ölüm sessizliği olmuştu.
"Ailesine ihanet etti. Babamın ölümüne sebep oldu. Ve beni öldürmek
istedi. Ülkesini satmak istedi. Onun bedenini kullanabilirsin!" demişti.
Muhafızlara doğru dönmüştü.
"Eski kraliçeyi getirin!" diye emrettiğinde herkes kanı çekilmiş
halde kalmıştı. Koen kesmiş olduğu koluna bakıp sağlam koluyla onu bir süre
tuttu. Ardından odasına döndürdü yüzünü.
"İçeride bir kitap var. Siyah deri kaplamalı. Onun içinde arasına kâğıt
koyduğum kısım..." Dişlerini sıkmıştı. Birden yere çökeldi. Burnundan
sızan siyah duman fark ediliyordu. Ve onu fark eden siyah duman yavaş yavaş
hareket etmeye başlamıştı. Maios'un sihirli kılıcı bile onu durduramıyordu.
"Onu durdurmaya çalışmanız yersiz. " demişti Jeniske. Çekilmesini
söylemişti Maios'a. Duman yavaş yavaş çemberin önünde toplanmaya başlamıştı. İki
metrelik bir bedene dönüşüyordu. Kalp kısmı dışında her yeri vardı. İnsan
gölgesi gibiydi. Koen çemberin dışında duran varlığa bakıyordu.
"Eski kraliçeyi bağlamamız gerekecek!" demişti Jeniske. Aiken hemen
başını eğdi ve koşarak uzaklaştı. Geri döndüğünde parıldayan ipler vardı
elinde. "Altın suyunda mühürlenmiş ipler bunlar!" demişti Aiken.
Kraliçe kontrol edilemez bir varlığa dönüşecekti. Koen ayakta durmaya çabalıyordu.
Bir ara sendelediğinde duman içeri doğru girmeye başlamıştı. Ama şimdi tekrar
duruyordu. Koen boynun asılı ipi çekip aldı. Kızıl biçimsiz taşı dişleri
arasında tutuyordu. Ayak sesleri yaklaşırken Etrafta gergin bir hava oluşmuştu.
"Bunu senin için yapmama izin ver demişti Jeniske. Koen başını iki yana
salladı.
"Katran gibi. Dokunursan sana da bulaşır." demişti. Taş dişleri
arasında kırıldığında kızıl bir enerji etrafını sarmış ev alevler yeşilden
kızıla dönerken Jeniske herkese geri çekilmesini söylemişti. Aiken Saisa'yı
alıp geriye doğru çekilirken perişan haldeki kraliçe muhafızlar ile koridorun
başında kalmıştı. Koen parmaklarını şaklattığında mum alevleri sönmüş ve duman
bedenini kuşatmaya başlamıştı. Dişleri gıcırdıyor ve kanı siyah akmaya
başlamıştı. Muhafızlar birden kraliçenin sürüklenerek hızla ellerinden
çekildiğini görmüştü. Koen kitapta okuduğu yerleri hatırladı. Onun kalbine
elini sokması gerekiyordu. Laneti aktarıp ölmesini sağlamalıydı. Aiken elindeki
iplerin çekilmesi ile irkilmişti. İpler kraliçenin bedenini sararken onun
çığlıkları koridoru dolduruyordu. Koen tam karşısında dikilen kadına baktı.
Gözleri kızıl ve bedeni kan içindeki Koen oldukça ürkütücü duruyordu. Kadına
doğru bir adım attı. Dumandan acı çeken bir hayvanın çığlıklarına benzer
çığlıklar yükseliyordu. Bir adım daha attığında bu çığlıklar artmış ve kraliçe
korku içinde olduğu yerde çırpınıyordu. Koen onun kulağına doğru yaklaşmış ve
dudakları kıpırdadıktan sonra kaburgaların kırılma sesi ile yere kana akmaya
başlamıştı. Kraliçenin delinen göğsüne doğru giren duman Koen'in kolundan
akıyordu. Yavaş yavaş onu terk edip tamamı kraliçenin bedenine girdiğinde Koen birkaç
adım uzaklaştı ve Jeniske onun ardında belirmişti. Yeşil gözleri parlıyordu.
Koen'i tutup ayağını yere vurduğunda beliren beş köşeli yıldızda tekrar yeşil
alevler yanmaya başlamıştı. Kraliçe öylece duruyordu. Koen Jeniske'ye doğru
yaslanmıştı. Göğsü çok yavaş inip kalkıyordu. Gözlerini kapamadan önce
dudaklarından iki kelime süzüldü.
"Üzgünüm Jeniske..." demişti. O artık dayanamayıp bedeni halsiz
düştüğünde kraliçenin acı dolu çığlıkları başlamıştı. Bedeni yavaş yavaş
kararırken acıyla olduğu yerde tepiniyor ve bağırıyordu. Jeniske kadına
şaşkınlıkla bakıyordu. Bu lanetin verdiği acıya Koen'de dayanmış olmalıydı.
Dehşete düşmüş gözler bedeni içten içe parçalanan kraliçeyi izliyordu. Saraya
büyük bir sessizlik olmuştu. Etrafta çıt sesi bile yoktu. Kraliçenin ağzından,
burnundan kulaklarından ve gözlerinden kan gelmiş bedeni çürümüş gibi
koyulaşmış ve kokmaya başlamıştı. Aiken daha fazla kendisini tutamayıp kokudan
dolayı kusan ilk kişi oldu. Ölmüş hayvan leşi gibi kokuyordu. Öğürtüler ve
ağıza kapanan eller ile ufak gürültüler oluşurken Saisa'nın ayak sesleri
hızlandı. Eteğinden gelen sesle herkes ona dönmüştü.
"Daha fazla onu ayakta tutma. Yarasını kapatmamız gerek." demişti.
Jeniske ona bakıyordu. O da şoktaydı. Koen'i tutan eli hala kasılmış ve sıkı
haldeydi ama bedenin geri kalanı için bunu söylemek zordu.
"Jeniske onu hemen bir yatağa almamız gerek." demişti. Kumaş parçası
ile kolu sıkıca bağlarken. Jeniske uykudan uyanmış gibi sıçramıştı. Savaşın acı
olan tarafı karşılarında sadece insanlar yoktu. O insanları taptığı ve
yücelttiği ve insanlarına ihtiyacı olan tanrılar vardı.
"Bu odaya!" demişti Tavi. Kendi odasına doğru hızlı adımlarla gidip
kapıyı açmıştı. Herkes havada asılı gibi duran kraliçenin bedenine bakıyordu.
Jeniske hemen Koen'i kucağına aldı ve hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı.
Rengi bembeyazdı Koen'in ve artık bir kolu dirseğine kadar yoktu. Saisa güzel
gelinliğini ve yapılmış saçını umursamadan hemen kollarını sıvadı. Gelmiş olan
şifacılardan birinin çantasını istemişti. Büyük şömine yakılmış ve demir
ısıtılmaya başlanmıştı.
"Dikmeden dağlayamayız. Mikrop kapar." demişti. At kılından yapılan
dikişler insanların çok yarasını kapatmıştı.
"Kızgın yağ dökelim." ona yardıma gelen şifacılardan birisi bunu
söylemişti. Saisa başını iki yana salladı.
"Hayır. Demiri ısıtmayı da bırakın." demişti. Yaraya bakıp kalmıştı.
Kana yoktu artık. Koen'in kolundaki kesik dikilerek kapatılabilirdi.
"Büyük iğneyi ısıtıp alkole batırın." demişti Saisa. Jeniske sadece
şok içinde yatağa bakıyordu. Şifacılar onun kolunu dikmek için uğraşıyordu.
Yatağa kadar gelen kan yoktu. Damla damla kan vardı. Jeniske üstüne bakınca
gelin alma alayının başındaki kişinin giymesi gereken cübbenin beyazdan kızıla
döndüğünü fark etti. Dışarı doğru çıkarıp hızla cübbeyi fırlatıp atmıştı.
Herkes ona bakıyordu.
"Bu lanetli bedeni ne yapacağız?" Prens bunu sormaya cesaret
edebilecek tek kişi olarak oraya doğru yavaş adımlarla yürümeye başlamıştı.
Jeniske buz gibi bir ifade ile bakmıştı.
"Yakacağız!" dediğinde oraya doğru hızlı adımlarla yürüyordu.
"Ama önce öğrenmem gereken bir şey var. Kim bu tanrılar?" demişti.
Kraliçenin bedenin önünde durmuştu. Koku bütün koridoru sararken o hiç
etkilenmiyor gibi cesede bakıyordu. Uzanıp kadının göğsüne doğru elini sokmaya
başladı. Çürümüş etin ve kemiklerin çıkardığı ses koku kadar rahatsız ediciydi.
Bir süre bir şey arar gibi durdu. Ardından parçalanmış kalbi yerinden sökmüştü.
Diğer eliyle göğsünden bir mendil çıkarıp kalbi içine koydu.
"Aiken cesedi kimse görmeden dışarı çıkarıp önce parçalayın sonra yakın.
Küllerinin etrafa saçılmadığından emin olup gümüş bir kapta Kral Maios'a iade
edin." demişti. Aiken zar zor ayakta duruyordu. Emri alınca başını eğip
dikilen kendi adamlarına döndü. Jeniske ise kalbe bakıyordu. Elindeki simsiyah
olmuş kalp ortasından delinmişti. Hala koyulaşmış kan sızıyordu üzerinden.
Prens ona doğru yürüdü.
"Elimden bir şey gelir mi bilmiyorum ama yardıma ihtiyacın varsa..."
Jeniske onun belindeki kılıca baktı.
"Aslında sizin de orada olmanız iyi olur." demişti. Tavi onlara
bakıyordu.
Prens kılıcının kabzasını kavradı.
"Mahzenler uygun durumda. Oraya gidebiliriz." demişti. Jeniske'nin
kapalı bir yer ve sessiz bir yer isteyeceğini düşünmüştü. "Gidelim!"
dedi. Tavi onun Koen ile kalmamasına şaşırmıştı.
"Aiken!" dedi Tavi. Şaşkınlık ve şok içindeydi. Aiken onu duymazdan
geldi. Ciddiyetle verilen emre odaklanmıştı. O günün akşamı Qufang sarayında
derin bir sessizlik hakimdi. Kimseden ufacık bir tepki bile yoku. Hiçbir şey
olmamış gibi davranamıyorlardı. Ancak verilen emirleri yerine getiriyorlardı.
Sarayın en sessiz yeri ise mahzenlerdi. Herkesi dışarı çıkarmışlardı. Tutukluların
olduğu yer bile boşaltılmış diğer kanada gönderilmişti. Prens ikinci emre kadar
giriş çıkışları yasaklamış ve içerideydiler. Jeniske elindeki siyah kaplı eski
büyü kitabını kurcalıyordu. Bir süredir orada öylece durmuş sayfaları
değiştiriyor ve kan bulaşmış yerleri siliyordu.
"Kılıcın aile yadigarı mı?" Birden bunu sormuştu kraliçenin kalbine
dalgın dalgın bakan Maios'a. Kral Maios irkilmiş halde önce ona sonra kılıcına
baktı.
"Evet. Kuşaklardır ailemde. Biliyorsun ki benim neslimde büyücüler yok. Ama
ailemin çok sevdiği büyücüler oldu. Bunlardan bize bırakılan bir hediye imiş.
Sadece aynı kanı taşıyan kişiler bu kılıca emir verebilir." demişti.
Jeniske onun parlak kılıcına bakıyordu. Çeliğin keskinliği ve büyünün muazzam
detayları hoşuna gitmişti.
"Kutsanmış olmak güzeldir." dedi. Maios biraz çekingen halde ona
baktı.
"Koen'in kutsanmamış olduğu doğru mu?" dedi. Jeniske iç çekti.
"Doğru. Eğer kutsanmış olsaydı bu laneti daha hızlı fark ederdik. Ama
görüyorsun ya... Kolunu kesip canından olmasına az zaman kala fark ettim."
dedi. Maios kendi geleneklerinin düşünce baskısında buna bir çözüm bulmak ister
gibi konuşmaya başladı.
"Aslında... Onu kutsayabiliriz." demişti. Jeniske birden gülümsedi.
"Bedenini evet! Ama ruhu kutsanamayacak kadar asi ve merak dolu..."
dedi. Derin bir iç çekip ekledi; "O bizim kadar basit değil. Karmaşık ve
karanlık." demişti. Maios anlamamış halde ona bir süre baktı.
"Peki o ölmeden önce de... yani üç yüz yıl önce de bu kadar kötü birisi
miydi?" dedi. Jeniske ona baktı ve başını yavaşça salladı.
"Her zaman böyleydi. Ama ona kötü demek doğru olmaz." dedi. Maios bir
an duraksadı.
"Kötü demek istemedim. Sadece o bizden farklı ve..." Jeniske onun
sözünü keserek devam etti.
"Acımasız, unutmaz ve asla affetmez... bunlar insanı kötü yapıyorsa biz de
kötü olmalıyız." dedi. Maios başını yavaşça sallayıp çürümüş kalbi
gösterdi.
"Sanırım bende acımasız ve unutmayan birisiyim. Bunu yaptığım için umarım
kraliçe taraftarları beni öldürmeye çalışmaz." dedi. Jeniske ona bakıp
tekrar büyü kitabını gösterdi.
"Burada senin ailenin etrafında olan büyücülerin korkunç büyüleri var
biliyor musun? Koen bunu ne zaman buldu?" dedi. Maios bir an düşündü. Koen
geldikten bir hafta sonra arşivden bu kitabı almak istemiş ve üzerine çalışmayı
talep etmişti.
"Sanırım aylar önce aldı." dedi. Jeniske bir aydınlanma yaşamıştı.
"Lanetin tanrılar değil de onların yarattıkları tarafından gönderildiği
düşüncem gerçek sanırım. Hisar'da birisileri kara büyü üzerine çalışıyor.
Koen'in kestiği kolu o gelen varlığın hançeri sapladığı kolu isi. O kaynağını
kesip atmaya çabalıyordu. Kesmeden yok etmek için ailenin naçizane güzellikteki
büyülerini kullanarak derinlemesine bir araştırma yapmış." dedi. Bu
büyüler bizim dünyamıza ait değil. Onlar sanki..." birden duraksadı ve
kitabın kapağının ardındaki sayfayı açtı. "Onlar Akela kadınlarının
büyüleri..." dedi. Kitabın başında yer alan yazının üzerinde parmaklarını
gezdirdi. "Akela malıdır." yazıyordu. Öylece kaldı. Bu ismi daha önce
duymuştu. Ama nerede?
"Beyaz Gelincik ve Kara Kurt masalı..." diye mırıldandı. Ardından
güldü. "Bunun buraya kadar ulaşmış olması garip. Beş yüz yıldan daha eski
bir büyü kitabı." demişti ve o anda lanet bölümünü açtı hızla.
"Kara büyü değil bu... Bu ışıkla yapılan bir ihanet büyüsü. Onun...
bana..." Aklına düşen şeyle beraber eli yavaşça çenesine gitti. Fark
ettiği gerçekle beraber suçluluk omuzuna çökmüştü.
"Neler oluyor?" demişti Maios. Jeniske yavaşça kitabı kapattı.
"Sanırım biraz dinlenmeliyiz. Mahzeninde içkin var mı Maios?"
demişti. Maios ona beklemesini söylemişti. Jeniske yaptıklarını düşünürken
elini saçlarına doğru soktu.
İhanet lanetlerinin en büyük özelliği kişi işaretlendiği andan itibaren ihanet
etmeye devam ettikçe lanetin ilerleyişi artıyor. Sol kolunda başlayan şey
ilerlemiş ve bunu durdurmak için Koen Jeniske’de uzaklaşmaya çalışmıştı.
"Bu sıradan bir hastalık gibi değildir. Kişinin sadakati için yapılan bir
büyüden kaynaklanır. Kalbi ve bedeni sarıp acı çektirerek öldürür. Lanetten öte
bir sadakat yemini ile bağlantılıdır." Jeniske bunları okudu ve derin bir
iç çekti.
Bölüm On Altı
Derici ve Cadı
Koen
gözlerini yavaşça aralamıştı. Sol kolunda korkunç bir ağrı vardı. Bedeni çok
yorgundu. Kıpırdayacak hali yoktu. Etrafa bakınmak için başını sağa sola
oynattığında kimseyi görememişti. Susuzluktan dudaklarının kuruduğunu ve
göğsünün yandığını hissediyordu. Derin bir nefes aldı ama verirken öksürük
krizi ile doğrulmuştu. Bir eli göğsüne gitmiş fakat birden diğer elinin
eksikliği ile kalmıştı. Kafasında canlanan anılarla koluna bakıp kaldı. Öksürük
yavaşlarken doğrulduğu yerden yarım sol koluna ve sargılara bakıyordu. Öksürük
kesilmemişti ama eli ağzındaydı artık. Susuzluk boğazını kaşındırıyordu. Her
öksürükte koluna ince ince sancılar giriyordu. Bir süre öylece öksürük krizi
ile mücadele etmişti. İçeri giren bir kadın ona su içirene kadar öksürüğü
kesilmemişti. Öksürükten kurtulduğunda Saisa içeri doğru girmişti. Yorgun
duruyordu. Gözleri sönüktü. Elinde bir deri çanta vardı. Yatağın yanına doğru
yürürken ona bakmamıştı. Yatağın yanına geldiğinde sessizliğini bozmuştu.
"Ağrın var mı?" demişti. Koen bir an duraksadı. Olanlar hayal meyal
aklındaydı ama ona müdahale eden Saisa'yı anımsamıştı.
"Birazcık!" demişti. Günlerin susuzluğu ile sesi hırıltılı çıkmıştı.
"Pansuman yapacağım. Birazcık canın acıyacak. Yaranın toparlanması uzun sürememesi
için bu acıya katlanman gerek..." dedi ve yatağın kenarına oturdu. Kandan
ve merhemden dolayı yapış yapış olmuş sargıları sökmeye başladı. Bir süre sessizlik
oldu.
"Kolunu kesmeye başladığında bilincini kaybetmemek için ne yaptın?"
Saisa bir hekim gibi konuşuyordu onunla. Koen yarasına bakmıyordu. Açık balkon
kapısından gelen rüzgârın tülleri savurmasını izliyordu.
"Hiçbir şey. Bunun için eğitildim ben. Yürümeye başladığım andan itibaren
bedenimin kontrolünü elime almam için eğittiler beni." dedi. Saisa yaraya
merhem sürmeden önce dikişlere baktı. Dağlamamıştı yarayı. Dikmiş ve merhem
sürmüştü.
"Dayanmış olman çok enteresan. Yaptığın şeyi merak eden çok kişi
var." dedi. Koen hala perdelere bakıyordu.
"Ölmemek için buna dayanmam gerekiyordu." dedi. O sırada ayak sesi
ile irkildi ve kapıya doğru hızla başını çevirince Jeniske'yi gördü. Uykusuz ve
yorgun olduğu halinden belliydi. Saisa onun baktığı yere doğru döndü. Jeniske
gözlerini kısmış onlara bakıyordu.
"Ben devam ederim Kraliçe Saisa!" demişti Jeniske. Günler sonra
mahzenden çıkmışlardı. Saisa ayağa kalkmıştı. "Maios yorgun olduğunu
söyledi ve odanıza gitti. İstersen onunla ilgilen." demişti. Saisa bunu
duyunca hemen odadan çıktı. Koen ise sessizce yatağın yanına doğru yürüyen
Jeniske'ye bakıyordu. Oturup koluna bakan adama bakmadı. Perdelerle ilgilenmeye
devam etti.
"Onu yok etmek için üç gece uğraştık." demişti. Koen yutkunmuştu.
"Ama yok edemedik. Sadece zayıflatıp hapsedebildik." diye ekledi
Jeniske. Koen koluna değine merhemle dişlerini sıktı. Jeniske kollarını sıvamış
onun yarasına merhem sürmeye konsantre olmuşken konuşuyordu. "Dar Boğazın
ardından gelen o kitabın son sayfasında eklenmiş yazılar var. Akela malı olduğu
yazıyor. Ancak Kör Kâhin diye bir efsuncu yazmış ve meşhur Rahom Kuwala onun
devamını getirip Güneş'in Kızı diye bir kraliçeye hediye etmiş. İçinde bizim
dünyamızda bilinmeyenler biliniyor. Gölgeler, lanetler ve tanrılara baş kaldırıp...
O kitapta bulamadığım tek şey ihanet lanetinin nasıl yok edileceği idi."
demişti. Koen kolunun sarılmaya başlandığını hissediyordu. Jeniske ise
konuşmaya devam ediyordu. "Sana gönderilen lanet bir ruh şeklinde. Ve
bedenin içine doğru sızıp karanlıkla kalbine doğru ilerliyormuş. Onu Gölgeler
diyarı denilen yere hapsettik. Ve orayı gördüm. Büyük bir beyaz kurt tarafından
korunan o diyarı üç yüz yıllık dinlenme zamanımda gördüm. Kurdun onu kabul
etmesi için kolun ve kraliçenin kalbi yeterli oldu." demişti. Sargı
bezinin ucunu diğer uç ile bağladı ve ikinci bir kat sarmaya başladı. Nazikti.
Dikkatliydi.
"Ne zaman fark ettin?" dedi. Jeniske onun kolundan elini çekince bu
soruyu sormuştu.
"Onca acıya dayanarak burada kalıp bu kitabın burada olduğunu bilerek
tedavi aradın ve durdurmak için bir yol bulduğunda işleri mahvettim."
demişti. Koen bunu duyunca ona doğru çevirmişti başını. Jeniske çantayı
topluyordu. "Sana yakın olmam o ruhun güçlenmesine sebep oluyordu ve o gün
benimle olmayı reddetmene rağmen yanında durarak senin kalbinin zayıflamasına
sebep oldum." demişti. Jeniske çantayı yatağın kenarına doğru koydu ve
yavaşça ona döndü.
"Suçsuz olduğumu bile söylemiyorsun." demişti. İkinci yastığı çekip
kenarı doğru koydu ve yan devrilip gözlerini kapattı. "Sorun değil bana
bir şeyler anlatmak zorunda değilsin. Sadece dinlenelim." demişti. Koen
ona bakıp kalmıştı. Jeniske yastığa başını koyup gözlerini kapatmış ve bir süre
sonra nefesi yavaşlayıp uykuya doğru çekilmişti. Koen ondan gelen barut ve
katran kokusuna karışmış kan kokusunu alabiliyordu.
"Kendi başıma halledebilirim sanmıştım!" dedi Koen. Jeniske bunu
duyunca ona sırtını döndü. "Halledebilirdin. Ritüelini bozmamış
olsaydım." dedi. Koen bunu duyduğunda kaşlarını çattı.
"Sana söylemem gerekiyordu."
"Söylemen gerekmiyordu. Hayatında ne kadar yer kapladığım çok önemli değil
anladığım kadarıyla. Tavi'ye ya da bana... Kimseye söylemek zorunda
değildin." dedi. Koen bunu duyduğunda şaşkınlıkla ona bakıp kaldı.
"Tavi ya da diğerleri ile aynı konumda olmadığını biliyorsun." dedi.
Jeniske omuz silkti.
"Sadece seninle yatıyor olmam aramızda bir fark yaratıyor gibi
konuşuyorsun! Farkım benimle yatmış olmansa bunu istemiyorum. " Koen onun
söyledikleri ile sinirlenmişti.
"Sadece yatmak mı? Bundan daha fazlası olduğunu biliyorsun. Bizim aramızda
bir bağ var..."
"Sanırım o bağ yok Koen. Olsaydı benden bunu gizlemezdin. Sana bana dürüst
olmanı söylediğimde ve bana mantıklı bir neden ver dediğimde o masadaki
herkesten sakladığın gibi benden de sakladın bunu." demişti. Koen ona
bakıp kalmıştı. Jeniske ona doğru döndü.
"Bir bağ böyle olmaz. Sevmek bu değil. Eğer aramızda cinsel bir şeyden
ötesi varsa bu güvenle alakalıdır. Benden gizlemekle uzak kalacağına inandın.
Ama her şeyi mahvedip bir kişiyi daha öldürmek zorunda kaldım. Bunun yükünü
neden bile bile bana yıktın?" demişti. Koen gözleri dolmuş halde ona
bakıyordu. Jeniske ise kaşları çatık ona bakıyordu.
"Bilerek yapmadığını söyleyeceksin. Bende bilerek yapmadım. Bunların
olmasının sebebi bir şey bilmiyor oluşumdu. Sana yardım edemeyeceğimi düşündün.
Benden kaçarak çözümü bulacağını düşündün. Bu her şeyi mahvetti. Koluna bak
Koen. Bu halde savaşabilecek misin?" demişti. Koen gözleri dolmuş çenesi
titreyerek ona bakıyordu.
"Biz oyun oynamıyoruz, ya da bir şeyleri deneye yanıla gidemeyiz.
Saklayarak, gizlice yaparak başaramayız. Herkes sen bu ritüel için
hazırlanırken senin Hisar'a çalıştığını düşündü. Kafalarında bir şüphe oluştu.
Şimdi hepsi senden korkuyor. Ordunun içine yayılan dedikodular ve o ihtişamlı
düğünü batırışın... Koen yaptıkların sadece senden parçalar götürmüyor. Herkes
aynı gemide ve sen yanlış yere çivi çaktıkça bizde batıyoruz. " demişti.
Koen daha fazla söylenenlere dayanamamıştı. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu ve
Jeniske'nin kıyafetini sıkıca sağlam eliyle yakalayıp bağırmıştı.
"Biliyorum!" öyle hırçınca çıkmıştı ki bu kelime dudakları arasından.
Yaşlar yatağın bej örtüsüne damlarken ikinci defa tekrarladı.
"Biliyorum." Jeniske kıyafetinin kolunu yakalayan ele baktı ve
ardından bütün kızgınlığını geçirecek o gözlere bakıp kaldı. "Ne yaptığımı
biliyorum. Ben onların gününü mahvetmek, başkasının ölümüne sebep olmak
istedim. Sadece tekrar güçlendiğimi görmeni ve bu şeyi tek başıma yendiğimi
görmeni istedim." Başını öne doğru eğdi. "Senin orduna gelmemi
istiyorsun çünkü bana güvenmiyorsun. Hala güçsüzüm. Zayıfım ve kafam karışık...
Benim için endişelenmeminiz sağlamak istedim." demişti. Jeniske ona bakıp
kaldı. "Kolunu keserek mi?" demişti. Koen bunu duyunca elini çekip
kendi kıyafetini hızla yana doğru açtı ve kalbinin orada oluşmuş siyah lekeleri
gösterdi. "Feda etmem gereken tek şey kolum oldu. Kalbimden önemli
değildi..." demişti. Jeniske yorgunlukla gözlerini kapadı.
"Tek başına güçlü olmak zorunda değilsin Koen. Burada olduğumu bilmeni
istiyorum." dedi. Koen elini göğsüne koymuştu. Birden bağırarak ağlamaya
başlamıştı. Canın acısı ile hıçkırarak ve bağırarak ağlıyordu. Kapı muhafızları
bir şey olduğunu sanıp oraya koşmuştu. Koen'in iki büklüm olmuş halde eli
kalbinde ağlayışını görüp kalmışlardı. Aiken odaya girdi ve ne olduğunu sormak
için öne doğru fırladı.
"Hekim ve şifacı..." Jeniske onu durdurdu.
"Gerek yok. Sadece biraz izin verin." demişti. Koen alnını yatağa
doğru dayadı ve bağırdı. Öyle keskin çığlıklar atmıştı ki bütün sesi kısılmıştı
adeta. Jeniske onun saçına yavaşça dokundu. "Her şeyi yoluna
sokacağız!" demişti. Koen hıçkırıklara boğulmuş halde kolunu tutuyordu.
"Her şeyi düzelteceğim!" Jeniske bunu söylerken onun saçlarını
okşuyordu. Kaybetmeye alışık insanlardı onlar. İkiside her zaman
kaybedeceklerini biliyordu. Bu bazen bir aile, bazen bir klan bazen bir kol oluyorum.
Ama hep kaybediyorlardı. Kazandıklarını kayıplarını asla kapatmayacaktı. Ne üç
yüz sene önce kaybettikleri ailelerini bu savaş bittiğinde kazanabileceklerdi
ne de masumiyetlerini... Kirlenmişlik onlarda kayıplar olarak iz bırakacaktı.
Bu izler arttıkça dayanmak için sadece birbirlerine sığınacaklardı. Uzaklaşmak
ve bir şeyleri saklamak zorunda kalmak zordu. Kahraman olmak değildi onların
derdi. Daha fazla kaybetmemekti.
Jeniske yorgunluktan uyuyan Koen'e baktı. İç çekip yanına doğru uzandı. Onu
izlerken yavaşça gözleri kapanmıştı. Günler birbirini kovaladı, güneş her akşam
aydan kaçar gibi hızla battı. Gündüzler kısaldı gece uzadı. Bahar gelmiyor
yerini daha sert bir kış alıyordu. Sefer geciktikçe ordu sabırsız, subaylar
huzursuzdu. Koen'in başına gelenler duyulmuş ve çolak bir komutanın ordunun
başında olmasını istemez olmuştu komutanlar. Qufang'ın kralı ise çaresizlik
içinde kışın bitmesi için beklemeyi teklif etmişti. Orduyu karlı yollara sürmek
daha fazla masrafa ve yorgun askere neden olacaktı. Birden baharın güzel havası
bozulmuş yerini soğuk ve kara bırakmaya başlamıştı.
"Tanrılar iklimlerin zamanını karıştırmış olmalı. Yaz ayı uçup gitti
mi?" diye çıkışmıştı Tavi. Frange'de kışla kurmuş ordu da sabırsız ve
artık yiyecek tükeniyordu. Tavi yönetim heyeti ile konuşmak için kışlaya
inmişti. Frange ordusu ile Üç Tanrı ordusu bir aradaydı.
"Olanlardan bizde mutlu değiliz Efendi Tavi. Ama ordunun harekete geçmesi
manasız olacak. Qufang bile bekleme kararı almışken tek başımıza yola çıkmak
ölümü kendi ellerimiz ile hazırlamak olur." dedi Aiken. Oturduğu yerde
odun parçasını bıçağı ile soyuyordu. Ayaklarını ileri doğru uzatmıştı.
"Koen'in durumu hakkında bilgi verildi mi sana? Sonuçta yakında Üç Tanrı
ordusunu o yürütecek!" demişti Tavi'nin yardımcısı. Aiken umursamaz
biçimde dudaklarını büzdü ve onlara baktı. Olay yaşandığından bu yana üç hafta
geçmişti. O süre içinde Koen'in durumundan kimse haberdar olamamıştı. Qufang'da
olduğunu biliyorlardı sadece. Jeniske ise oradan iki hafta önce ayrılıp
ordusunun Frange'ye gelişi ile Frange kışlasına inmişti. Birden çadırda gözler
kapıya doğru döndü. Jeniske içeri doğru girip omzundaki karları silkeledi.
"Bu gidişle kar şiddetini arttıracak. Yollar iyice kapanacak." diye
söylendi. Kaşları çatık durumdan o da rahatsızdı. Aiken toparlanmıştı. Tavi ise
oturduğu yerden ona bakıyordu. "Qufang kralı Maios ile görüşmemiz gerek.
Ordularımızı burada tutmak onların daha fazla aç kalmasına sebep olacak.
Frange'nin ambarları boşaldı. Yardım etmeleri gerek. Bunun için görüşmemiz
gerek." demişti Tavi. Jeniske ona bakıp masaya doğru yürüdü.
"Yarın bir heyetle onlarda burada olacak. Ambarların ve kilerlerin
boşalmak üzere olduğunu iletmiştim. Endişelerinizi anlıyorum. Hiçbiri yersiz
değil. Kışın uzaması ve başımıza gelen talihsizlikler seferi engelliyor ve kış
zaten ambarları boşaltmıştı. Bunun için Qufang kendi ambarından bizlere gıda
takviyesi yapacak. Bu sürede orduda yemek israfını engellemek sizin elinizde
komutanlar." demişti. Tavi başını yavaşça salladı.
"Heyet ne zaman burada olur?" dedi. Jeniske cebinden ufak mektubu
çıkardı. "bir haftadan kısa sürede. Bu süre içinde Frange halkının da
biraz tutumlu olması gerekecek. Üç Tanrı Dağından son yiyecekleri dün Aiken ve
ekibi getirdi. Elimizde olanla ilk bahar yağmurlarını beklemek zorundayız.
" demişti. Etrafta biraz sessizlik oldu. Jeniske masada duran iki haritaya
bakıyordu. "Çalışmalara ara vermiyoruz. Bu bekleyişin bizi daha güçlü
yapması için taktikler ve düzenler için çalışıyoruz." demişti Aiken'in
yanında oturan Frangeli komutan. Jeniske başını salladı. "İhmal olmamalı.
Savaşın sonunda az kayıpla büyük zafer olursa bu anlamlı olur." dedi.
Geldiği gibi çıkacakken Tavi ayaklandı. "Karga lider!" demişti.
Jeniske durdu. Tavi ona yetişip çadırdan onunla çıktı.
"Size
göstermek istediğim bir şey var." demişti. Jeniske ona baktı.
"Meraklanmalı mıyım?" dedi. Tavi onunla şehrin girişine doğru yürüdü.
Surların dibine kurulan kışla şehrin içine taşmamıştı henüz. Yavaş yavaş şehrin
sokaklarına doğru ilerlemişlerdi. İnsanlar dayanışma ve seferberlik içindeydi.
Beklenmeyen bu kar ve fırtınalar tarlalara ekini geciktiriyordu. Hayvanları
salamıyorlar ve şehre ticarete gelecek yakın kasabaların yolları kapanmıştı.
Frange'nin başkenti için zor bir dönemdi.
"Açıkçası insanların huzursuzluk çıkaracağını düşünmüştüm. Ancak bunu
yapmayıp bizi kabul etmeleri beni hala şaşırtıyor." dedi. Tavi nezaketle
gülümsedi. "Huzursuzluk çıkarmak mı? Frange halkı her daim
misafirperverdi. Hisarla bile savaşmadı. Bu insanlar nesillerdir bu topraklarda
ve burada çok şey görüp geçirdiler. Sükûnet ve savaş arasında tercihi hep doğru
yaparlar. Onların kralı istememesi beni daha çok şaşırtmıştı. Başımızda bir
meclis var ve kralı istemiyorlar. Şifahanelerde gönüllüler var ve iki büyük
tapınakta yemekler veriliyor. İnsanlar kral olmadan kendi özgür iradeleri ile
kararlar veriyorlar. Ufak tefek çıkıntılar oluyor ama elimize verdikleri
çekiçle o çıkıntıları yerine oturtuyoruz." dedi. Gülümsemesi devam ederken
bir ara sokağa doğru girdiler. "Bir otorite olmadan ben yönetimin
olacağına inanmıyordum Karga lider. Otorite tek yumruk olmaktı. Ama sende
görüyorsun. İnsanlar onları temsil eden kişileri bir yere topladı ve dertlerini
anladığını gördü. Frange’nin asilleri ya da şu köşedeki berberin olduğu bir
kurul. Meclis, parlamento... Adına ne dersen... İnsanlar onları dinleyen
kişileri istedi. Yüz yıllardır bu krallığı hep aynı aile yönetti ve insanlar
onlardan yoruldu. Hisar'a teslim oluşlarında, aç bırakılmaktan ve
kazandıklarının zevk için tüketilmesinden yoruldu. Krallığına sadık olanlar
bile yoruldu. Ve onlar için bizler yol gösterici olduk. Kimisi kendini yakarak
ışık oldu kimi ise bir kılıç savurarak kahraman." dedi. Kılıç sallamak.
Tavi devrik kralı öldüren kişi değildi. Kendini yakanda değildi. O sadece bu
düzeni kurarken akıl alınması için baş vurulmuş ve sonra onun da başta olması
istenmiş birisi idi. Hiçbir zaman Hisar'ın boyunduruğunu kabul etmeyen bir adam
değildi. O bir diplomattı. Ağzı yalancı, kalbi ürkek ve gözleri bulanık bir
adam... Onun için uğruna hedeflediği şeyler için yapılması gereken en doğru şey
az kayıpla yapılmalıydı. Birazda insancıldı. Çocuklara kıyamaz, insanların
içinde dolanmayı severdi bu adam. Altın kesesini çalan çocuğa kızar ama elini
kestirmezdi. Yaşlı ve Frange sokaklarının ayyaşlarının çok sevdiği bir ahbaptı.
Gerektiğinde mecliste sert bir bürokrattı. Jeniske onun aklını ve
davranışlarını severdi. Tanıştıkları ilk günde Tavi onu saraya davet etmişti.
İşin ilginç yanı saray gerçek bir saray gibi değildi. İnsanlar vardı içinde.
Halktan olanlar. Büyük arşiv açıkta ve sarayın en büyük kısmı olan avlu büyük
bir eğitim alanı olmuştu. Jeniske kralı sorduğunda Tavi ellerini iki yana
açmıştı. "Kim bilebilir hangisinin kral olduğunu." demişti. Jeniske
aklı kaçık bu adamın ve Frange halkının üç yüz yıldan bu yana büyük bir değişim
geçirdiğini o gün anlamıştı.
"İnsanlar zamanla silahlarını değiştirecek. Kılıçlar başka güçlü
silahların altında ezilip gidecek ama bilgi başka bir bilginin altında
ezilmeyecek. Çünkü o bir kar topu gibi. Üstüne koydukça yuvarladıkça büyüyor. Frange’de
akılı ve yetenekli çok insan var. Birçoğu Qufang dilini de bilir Efir dilini de.
Şimdi hepimiz ortak dili konuşuyoruz ama çoğu eski dilleri atalarından
öğrenmiş. Bilirsin Frange eskiden daha Üç tanrı dağı dağılıp birkaç ufak
krallık yok olmadan önce büyük bir kervan saray gibiydi. Nasıl kalabalık ve
etnik olarak karışık olduğunu görmüşsündür buraya kadar gelirken. Ataları
burada kalanlar onların zanaatını ve sanatını sürdürdü. Kimi altın işledi kimi
demir... Kimi deri kimi nakış... Frange Qufang ya da Epharai gibi tek tip bir
halka sahip değil. Onların bir krala sadık olması da zor. O yüzden kral yok
burada. Onun yerine meclis var." Kral nerede sorusu için akşam yemeğinde
Tavi ona bu cevabı vermişti. Jeniske o gün Frange'nin aslında her krallık gibi
olduğunu ama onlardan bağımsız olarak her krallığın kültürünü içinde
barındırdığını ve bu etnik karışıklığı benimseyen insanların bu büyük
yolculukta ve değişimde yer alması gerektiğini anlamıştı.
Sokakta yokuş yukarı çıkıyorlardı. Tavi yavaştı.
"İhtiyarlık zor. Ara ara göğsüm daralıyor bacaklarım ağrıyor ama hala bu
yokuşu severim." demişti. Aşağı doğru tekerlek çevirerek koşan çocuklar
yanlarından geçerken Jeniske koluna giren adamla yavaş yavaş çıkmıştı.
"Burada eski ustaların dükkanları var hep. Birside benim çok sevdiğim
dostumun. Bu şehre ilk görevle geldiğim gün onunla tanışmıştım. Kırık teker
yüzünden bu yokuşu çıkamayan atını kırbaçlayıp duruyordu. Tekerin kırığını
tutup onun atı çekmesine yardım edince ahbap olduk. O günden beri onu ve ailesini
çok severim. Oğlu orduya komutan oldu. Bir kızı kâtip diğeri ise hem anne hem
de onun zanaat işini devam eden yetenekli bir kadın oldu." demişti. Önünde
durdukları tahta kapı yeni zımparalanmış gibiydi. Gümüş tokmağı işlemeli cilası
taze gibi. Kapısında ileri çıkık ve asılı olduğu demirde sallanan bir tabela
vardı. Yazı eskimiş gibiydi ama hala okunuyordu. "Derici" Jeniske
ihtiyarın kapıyı vurmasını izledi. Kapı birkaç ayak sesinden sonra açıldı.
Jeniske bekledi ve kapı açılınca başını öne doğru eğdi. Ufak sarı saçlı siyah
gözlü bir çocuk onlara bakıyordu. Bir eli kapının tokmağında diğeri ise aşağı
sarkıyordu.
"Büyük baba..." demişti. İçerden ahşap döşemenin gıcırtısı geldi ve
ardından bir ihtiyar dizlerini tutarak oraya doğru yürüdü. "Buyurun
efendim... Buyurun..." demişti ihtiyar onları görünce. Tavi iki basamağı
çıkıp ahbabına sarılırken Jeniske kapının önünde kalmıştı. "Bu delikanlı
kim Tavi?" demişti ihtiyar derici neşe içinde. Tavi içeri doğru girerken
Jeniske'yi içeri doğru çağırdı.
"Kendisi senden benden yaşlıdır delikanlı deme." Tavi bunu söylerken
gülmüştü. İçeride yükselen raflar ve yanan bir şömine vardı. Divana koşmuş ve
elindeki oyma oyuncakla oynayan sarışın çocuk... Jeniske ufak dükkânı
incelemeye devam etti. Birkaç sandalye masaya bakacak şekildeydi. Etrafta
işlenmiş deri kokusu ve cila kokusu vardı. Jeniske şaşkınlıkla etrafı
incelerken ona seslenen ihtiyarların sesi ile irkilmişti. "Çekinme
delikanlı otur." demişti. Jeniske sandalyelerden birine otururken Tavi
etrafa bakındı. "Kızın ve damadın nerede?" demişti. İhtiyar dizlerini
ovarak ocağa yakın oturdu. "İşlenmiş derileri almaya gittiler. Şifahanede
doluymuş. Damat orada." demişti. Ardından Jeniske'ye döndü. "Sende
gelen ordudan birisi olmalısın... Benimde oğlum orada komutan. Akıllı çocuktur
ama pek vicdanlı. " dedi. Jeniske gülümsedi. "Vicdan önemli tabi...
Ordudanım bende..." dedi. Tavi tam konuşacakken kapı açıldı ve burnu
kızarmış halde bir delikanlı içeri daldı. "Baba... Çizmem patladı!"
diye bağırmıştı. İçeride oturanlar ona doğru döndüğünde Frange üniforması
içindeki asker bir an aldı. Hemen hazır konuma geçip öne doğru eğildi.
"Efendi Tavi!" demiş ve eğilmişti. Ancak Jeniske'yi gördüğünde
ürpermişti. Onu maskesiz görenler sadece Frange subayları idi. Adam ne
yapacağını şaşırmış halde ona baktı.
"Karga Lider..." demişti sonunda. Saygılarını sunarak eğilmiş ve
doğrulmuştu. Patlamış botuna erimiş kar suyu dolmuştu.
"Getir onu koy yenisini al." demişti babası. Karga Lider adını
duyunca ufacık bir tepki bile vermemişti. Oğlu botunu çıkarıp ıslanan çorabını
kurutmak için ocağın karşısına geçmişti.
"Demek Karga Lider! O zaman buraya benden emanetinizi almaya
geldiniz." demişti. Tavi gülümsedi. "Evet! Aslında biraz sohbette
etmeye geldim. Senin Karga Lider yani Jeniske ile tanışmanı da isterim. Bir
noktada akrabalığınız var." demişti. Jeniske şaşkınlıkla ona bakmıştı.
Adam ise gülümsedi. "Annemin babasının babası Üç Tanrı Dağında 2.
klandanmış. Zamanında buraya ailesi gelmiş." dedi. Jeniske şaşkınlıkla
adama bakıp kalmıştı. "Hayatta kalanlar olmuş mu ki?" dedi. Adam
başını salladı. "Elbette. Birkaç aile daha var. Hisar'ın esaretinden
kaçmak için burada insanlar tarafından korunmuş. O savaşın korkunçluğunu anlatmış
büyüklerim. Yerin ateş kustuğunu ve cesetlerin dağdan aktığını..." Gözleri
dalmıştı ateşe. "Köprüler kuruldu dermiş büyük büyük babam. Babası ve
ağabeyinin o köprüleri yıkmak için savaştığının ve ağabeyinin orada can
verdiğini söyler. Ve sonra babasının yaralı olarak döndüğünü anlatırmış. Bu
hikayeleri yazıyor küçük kızım. Ailemizin büyüklerinden topladığı
hikayeleri." dedi. Jeniske birden öylece kalmıştı. "Onları görmek
isterim." dedi. Yüzünde grip bir huzur vardı. "Benim ve Koen'in
geçmişi onlar..." demişti. Herkes ikisinin de ölümden dönerek uyandığının
ve o savaşta ölmüş olduğunu biliyordu. Karga Lider Üç Tanrının son rahibi
olarak bilinirdi o zaman. Koen ise Koruyucu komutanı. Deri işlemecisi adam
birden durdu. "Koen mi?" demişti. Oğlu heyecanla çorabını ateşe doğru
tutup sandalyeye oturdu. "Evet. Kendisi Qufang ordusunda komutan şimdi. O
ve Karga Lider Ölümü yenip geri gelenlerden. Üç Tanrı Dağında
savaşanlardan." demişti. Adam birden duraksadı. "Koruyucu komutanı ve
Üç Tanrının Rahibini bilirim. İsimler yok bende. Küçük kızım akşam yemeğine
gelecektir. Onun hafızası daha taze." dedi. Jeniske bir an düşündü. Tarih
yazıcılığının ne kadar önemli olduğu aklına gelmişti. Bu deri zanaatçısının
kızı aslında geleceğe olanları aktarmak için iyi bir yazıcı olabilir diye
düşündü.
"Yine de size vereceğimiz şey bu değil. Daha farklı bir şey için sizi
buraya kadar yordum." demişti Tavi. Sesi Jeniske'nin dikkatini tekrar
toplamasını sağlamıştı. "Qufang'dan sizden izinsiz bir şey getirdiler.
Aiken onu bana getirip temize çekmeme istedi. O kadar yetenekli değildim. Ve
oldukça kötü durumdaydı gelen parşömenler." demişti. Bu sırada ihtiyar
kalkıp kitaplıkların oradan silindir tahta bir kap almıştı eline. Çalışsam
masasını yavaş yavaş boşaltıp içeri giren ışığın olduğu yere silindir kabı
koydu.
"Günlerdir kızım ve ben bunu aktarmak için uğraştık." dedi. Ardından
masanın çekmecesinden bir tomar katlanmış parşömen çıkardı. Kızılla siyaha
bulanmıştı bir kısmı. O anda Jeniske onun ne olabileceğini anlamıştı. Yavaşça
ayaklandı. İhtiyar önce eski parşömenleri titreyen elleri ile açtı.
"Yanmış kısımlar vardı. Ama kan çizimleri daha çok tahrip etmiş. Haritanın
çizeri her kim ise oldukça yetenekli olmalı. O kadar doğru ve ölçekli çizmiş ki
kopyalamak zor olmadı." demişti. Jeniske açılan kâğıda baktı ve mürekkebin
kanla karıştığı yerlere gözleri kilitlenip kaldı.
"Koen'in haritası!" demişti. Yavaşça kurumu ve siyahlaşmış kana elini
sürdü. "İyi bir izcidir o. Gittiği yeri unutmaz. Yolları, akarsuları ve
dağları. Adım adım sayardı." diye ekledi Jeniske. Adam parşömeni katladı
ve ona doğru uzattı. "Aslıda sizin. Haritanın tekrar aynı tahribi
yaşamaması için bu sefer onu ceylan derisine işledik. Planları, komuta
merkezlerini hepsini hazırladık." demişti. Silindir kutudan rulo halde deri
çıkarıyordu ihtiyar. Deriden mürekkep ve naftalinle karışık misk kokusu
geliyordu. "Üstünü cila ile kapattık ki sıvılar kan ya da yağmur bulaşıp
dağıtmasın." diye devam etti deri ustası. Açtığı harita parşömen ile aynı
büyüklükte idi. Çizimler birebir aynı ama ne kan ne yanık izleri vardı.
"Bunu ne zaman çizmiş?" dedi Jeniske sorusunu Tavi'ye yöneltmek için
ona doğru döndü. Tavi oturduğu yerde elini alnına doğru götürdü.
"Aiken ve adamları odada önemli bir şey var mı diye kontrol ederken
yatağın oradaki sandığın en altında bulmuş. En başından beri haritayı çizmiş,
planları hazırlamış ama onları masaya getirmek istememiş." dedi. Jeniske
kaşlarını çattı. "Qufang ordusunda kalmak için onunla kavga etmemi
istedi." diye mırıldandı. Tavi yavaşça ayağa kalktı. "Haritadaki
düzene göre Qufang'ın öne geçmesi çok doğru ve kusursuz gözüküyor. En başından
beri bu haritayı gösterseydi bu kadar gecikmezdik." demişti Tavi. Jeniske
haritaya dikti gözlerini. Geçitlerin genişliği ve kaç adamın aynı anda geçeceği
hangi toprağın arabaları daha rahat sürmeyi sağlayacağına kadar her şey vardı.
Haritanın yarısı yazılarla doluydu. Jeniske daralmış gibi başını çevirip
yutkundu. "Buraya geldiklerinde haritasını ona teslim edersiniz. Savaş
planına saygısızlık edip onu incelediğimiz gerçeği hoşuna gitmez." dedi.
Deri zanaatçısı yavaşça haritayı topladı.
"Kral
Maios ile görüşmemiz gerekecek gibi. Yakında yağmurlar başlar. Orduyu bir ay
dolmadan harekete geçecek şekilde hazırlayın Tavi." demişti Jeniske.
Kapıya doğru yöneldiği sırada deri ustası ona seslendi. "Karga Lider,
akşam yemeği için sizi bekliyor olacağız." demişti. Jeniske başını
sallayıp çıktı. Onu rahatsız eden şey Koen'in bu kadar detayları düşünmüş
olması ve planının kusursuzluğu değildi. Artık o planın başında olmayacağı gerçeği
idi. İnsanlar çolak bir komutan istemiyordu. O çift hançer ve kılıç kullanan
bir adamdı. Bu durumda onun yönetimini istemeyecek çok kişi olacaktı. Sokaktan
yukarı doğru çıkmaya devam ediyordu. Birden durmuştu. Gözüne çarpan dükkâna
bakıp kalmıştı. Öylece önünde kalmıştı. Bu Frange'ye koruyucu olarak indiğinde
geldiği dükkandı. Oradan Koen için mavi taşları olan bileklik almıştı. Gökyüzü
ve denize benzeyen on üç mavi taşın özenle dizildiği bilekliği vitrinde görmüş
ve onu almıştı. Bir kadın takısı olsa da onu Koen'e çok yakıştırmıştı. Adımları
içeri doğru ilerledi. Eski gıcırtılı kapıyı itekledi. Kasada oturan kadın ona
bakmak için başını kaldırmıştı. Buruşuk yüzü ve kuru dudakları... Griye çalan
gözleri kısık ve beyaz kirpikleri altında gölgeliydi. Saçlarının üstünde
çenesinin altından bağlanmış bir desenli örtü vardı. Üstünde şalı vardı. Açılan
kapı ile irkilen sadece o değildi. Köşede ateşin başında uyuyan iki kedide
irkilerek bakmıştı. Birisi esneyip geri uykusuna dönerken ötekisi Jeniske'yi
baştan aşağı süzüp yattığı yerde oturmaya başlamıştı. Jeniske bu takı dükkânın
hala var olmasına şaşkınlıkla bakıyordu.
"Aradığın şey için geciktin..." Kadın bunu söylerken çatallı sesi ile
yağlı gıdığı titreşmişti. Uzun tırnakları bakımsız ve sol tarafında belirgin
bir et beni vardı. Jeniske bu kadını hatırlamanın verdiği korku ile irkilmişti.
O gün bileziği ısrarla satın aldığı kadındı o.
"Zaman geçmiş ve sen artık genç bir efendi olmaktan çıkmışsın. Tıpkı benim
genç bir kadın olmaktan çıkışım gibi..." Kadın bunları söylerken oturduğu
yerden fincanına biraz daha sıcak çay koydu. "Ölümsüzlerin gerçek olduğunu
bilmiyordum." demişti Jeniske. Kadın gülümsemişti. Onun oturması için bir
sandalyeyi işaret etmişti. Jeniske ilk girişinde bu sandalyeyi fark edememişti.
Şimdi birden beliren sandalye ona ürkütücü gelmişti.
"Kafanın karışıklığı seni buraya sürüklediğine göre sana yardımcı olmak
elimde..." demişti. Ardından tezgâhın altından bir kutu çıkarıp masaya
doğru koymuştu. "aradığın bileklikte hala burada. Sanırım ölü soyduğum
için bana kızacaksın!" demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Oraya doğru
yürüyüp kutuyu açınca mavi boncuklu bileziğe bakıp kaldı. "Bunu hediye
ettiğin kişiye kötü şans getirdiğini fark ettim ve onu almak zorunda kaldım.
Ama anlaşılan kötü şansın sebebi bilezik değilmiş. Kişinin zaten bahtı kapalı
imiş." dedi. Jeniske oturduğunda bir fincan çayda onun önünde belirmişti.
Kadın gülümsedi. "Tanrıların esrarengiz varlıklar. Yüz yıllar boyunca
bedenini koruyabilmiş olmalarına hayret ediyorum. Oysa bunu yapabilmek için ben
ne çok uğraş verdim." demişti. Yaşlanmış cildine dokundu. "Ruhum hala
genç ama cildim ve vücudum yaşlı. Sanırım yakınlarda yeni bir beden
bulacağım." diye ekledi. Jeniske konuşmanın mantıksızlığı içinde ona
bakıyordu.
"Sen nesin böyle?" demişti. Kadın bunu duyunca gülümsedi.
"Aslında
bana ve benim gibi olanlara çok farklı lakaplar takıyorlar. Kimi dünyalarda
cadı dedikleri için bende cadı denilmesini isterim." demişti. Jeniske bu
yeni kelimeye şaşkınlıkla tepki vermişti. "Cadı mı? O ne demek
oluyor?" demişti. Kadın bunu duyunca birden güldü. Çayından birkaç yudum
aldı ve konuşmaya başladı.
"Bizi yaratanların bize isim koymadığını fark ettik. Genelde kötü talihler
yüzünden bizi suçlarlar ama aslında biz genelde iyi talih için etrafta dolaşan
bir çeşit... bir çeşit... ah evet senin anlayacağın şekilde üstün yetenekli
efsuncularız. Ama öyle basit efsunlar yapmayız. Zamanı durdurabiliriz, ya da
başka boyutlara geçeriz. İnsanların parlayan yıldızlarının sönmesini
engelleriz." demişti. Jeniske onu hayretle dinliyordu. Eli çayına gitti ve
birkaç yudum aldı. "Sihir yapıyorsunuz." demişti. Kadın gülümsedi.
"Sadece sihir değil, bilim ve büyüde... Yani bunun için eğitildik. Bizler
boyutların dengesi için varız. Tıpkı..." Jeniske ona bakıp sözünü
tamamladı. "Tanrılar gibi..." demişti. Kadın gülümsedi. "Sadece
tanrı değil, tanrıçalarda. Binlerce boyut ve binlercesi..." demişti.
Jeniske ona bakıp kaldı. "Üç Tanrı da senin gibi..." demişti. Kadın
onun şaşkınlığına gülümsedi. "Evet o asiler de benim gibi. Gerçi çok uzun
zamandır yer yüzüne inmediler. Hiçbir boyuta dokunmuyorlar. Sanırım sana bir
söz vermişler. O üçü gerçekten diğerlerini burada çok kızdırıyor."
demişti. Jeniske karşısında bir tanrıça olduğunu anlayınca irkilmişti.
"Ölümsüzler tanrı ve tanrıçalar bizler hepimiz aynıyız. Açıkçası bizi kim
neden yarattı ve eğitiyor pek anlamıyorum. Sadece bazı öykülerin yolunda
gitmesi için görevliyiz. Bugün bu eski dükkânda tekrar karşılaşma sebebimizde
bazı şeylerin çözümü için konuşmamız gerekiyor." dedi kadın. Jeniske ona
bakıp kalmıştı.
"Sen o zamanda bir tanrıça mıydın?" demişti Jeniske ilk
karşılaşmalarını anımsayıp. Kadın başını salladı. "Evet yazılı kaderinin
ardında kalacak Koen'i takip edebilmek için ona bu bileziği almanı sağladığım
için hileci bir cadı olarak sayabilirsin ama hikayeleri takip etmek gerekiyor
ve maalesef senin ufak tilkin bu öyküde kendi kararlarını alabilen tek kişi. O
yüzden şimdi bazı şeyleri yeniden düzenleyeceğiz. Bu sayede ileride bu masalı
ve öyküyü doğru yere koymuş olacağız." dedi. Jeniske ona bakıyordu.
"Ne öyküsü? Ne demek istediğinizi anlamıyorum. Hayatlarımız..." Kadın
onun sözünü bölmek için elini yavaşça havaya kaldırıp avuç içini ona çevirdi.
"Kaderlerin hepsi bir yazıcı tarafından yazılır. Bu yazıcı ise tanrısına
bağlıdır. Milyonlarca yazıcı var ve bunlar sizlerin hayatlarınızın gidişini ve
kararını belirliyor. Bu olmazsa büyük bir kaos çıkar." dedi. Jeniske
birden ona bakıp kaldı. "Hisar gibi..." demişti. Kadın gözlerini
kaçırdı. "Aslında Hisar biraz ufak bir yapı. Ancak sayılır. Düzeni
sağlamazsak büyük kaoslar olur. Tıpkı üç yüz yıl önce olan gibi. Onca kişinin ölmesine
gerek yoktu. Ama kaderini takip edemediğimiz birisi oyunu bozup boş yere çok
can aldı. Bu verilen hayatı da aslında bir özür olarak görmek gerek. Fakat o
üçüne laf anlatamadığımız için yine ortalığı karıştırıyor. Senin tanrılarına
aramızda ne diyoruz biliyor musun?" demişti kadın öne doğru eğilip.
Jeniske ona bakıyordu sakince. "Onlara kaos tanrıları diyoruz. Üçü bir
arada iken ortalığı karıştırmayı seviyor. Tıpkı zamanında iki büyük tanrıyı
birbirine düşürdükleri gibi yine burada kaos çıkarıp ortalığı ateşe
verecekler." demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı. "Onlar insanlara
yardım eden tanrılar. Yükselişlerini bile geciktirdiler…" Kadın bir
kahkaha attı. Öyle yüksek bir ses çıkmıştı ki geniş ağzından. Uyuyan kedi sırtı
ürpermiş halde yattığı yerden fırlamıştı. "Yüz yıllardır böyle
gülmemiştim." dedi kadın. Nefesini toplayıp. Ardından kaşları çatıldı.
"Siz insanların ruhundaki mucizeye olan inanç bizlerin yaşam enerjisi.
Onlar kendi ordusunu kurmak istedi bu mucizeyi kullanarak. Ama olmadı. Buna
kimse izin veremezdi. İnsanlar bize tapabilir hediyeler verebilir ve biz onlara
yardım ederiz ama bizler krallar ve kraliçeler olup insanları yönetecek kadar
aciz varlıklar değiliz. Onların acizliği bu dünyanın kaderine mal olacaktı.
Bunu engellemek için bu dağa kadar kovaladılar onları." derken eliyle
dağın olduğu yeri gösteriyordu. "Yükselmek bizim için aslında nedir
biliyor musun? Var olan boyutu terk edip kurulan düzen işlerken başka dünyalara
geçmektir. Oraları düzenlemek ve çarkların dönmesini sağlamaktır." demişti.
Jeniske öylece kalmıştı. Kadın ise gülümsedi. "Gözlerin donuklaştığına
göre seni çok zorluyorum. Şimdi bu ufak konuları geçip esas olaya
gelelim." demişti. Jeniske ona dikkat kesildiğini belli etmek için
kaşlarını çattı. "Kurduğun bizim görmemizi engellediğini düşündüğün ufak
yeni boyutun açıkçası etkileyici ama orada ufak aşk oyunlarınızı gördük. Ve
buna sinirlenen tanrılar oldu. Ve bunun bedelini sevgilin kolunu kaybederek
ödedi. O olayı atlatması gerçekten mükemmel. Kesinlikle öldüreceğini
düşünmüştük. Hatta ben birkaç yüz yıllık yaşamımı bile bahse koymuştum."
dedi. Jeniske ona gözlerini dikmişti. "Sizler için birer oyuncak ya da
çöpten bebekler gibi konuşuyorsun." demişti öfkeli sesi ile. Kadın başını
salladı. "Öylesiniz bir çoğumuz için. Ama benim gibi görevini ciddiye alıp
birebir sizinle ilgilenenlerde var. Açıkçası Koen yetenekli birisi. Bence onu
daha doğduğu anda alıp bizden birisi yapmak gerekiyordu. Kendi annesinin ruhu
bile onun ruhu altında ezilip gitti. Yetenek budur. İnsan enerjisini çekip
alabiliyor. Onları etkiliyor ve yönetiyor. Ne yazık ki birkaç kişi onun
yönetilemeyeceğini algılayamadı. Ve senin üç tanrın olan bu kişiler onun kader çizgisi
ile oynadı. Başı boş bir köpek gibi bıraktılar. Sizlerin uzun yaşamları bizim
elimizdeki mürekkebin çizdiği yoldur. Ve onu başı boş bırakıp kutsanmasını
engelleyen ruhunu ıslah etmek yerine eğitmek yerine onu senin kader çizgine
koyup hala burada hakimiyet kurmaya çabalayan üç Kaos tanrısının ufak oyununu
bozmamız gerekiyor. Senin insanları sevdiğini düşünüyorum. Ne kadar kendini
nefrete tapan birisi olarak gösteren gizemli bir adam olsan da insansın. Ve
kendi türünü sevmekle lanetlilerdensin." çayından bir yudum alıp
çatallaşmış sesini düzeltmek için öksürdü. Yüzükler dolu tombul parmaklarını
birbirine kenetledi masanın üstünde. "Amacım sana zarar vermek değil. Ya
da bu ufak oyununda işine karışmakta değil. Olayları benim istediğim yere
çekersen ve çizili plan işlerse dilersen buranın kralı hatta bu dünyanın
bağımsız lideri bile olabilirsin. Ama öncelikle Koen'i bu oyunda görmek
istemiyorum. Onun savaşamayacağını anlaman lazım. Bu oyuna dahil oldukça önce
uzuvlarını sonra ruhunu alacaklar ondan. Eğer onu seviyorsan biraz onu oyun
dışında tutman gerek." dedi. Masanın altından kırmızı deri ciltli bir kitap
çıkardı ve bir sayfayı gelişi güzel açıp okumaya başladı.
"Koen'in elindeki kılıç düşmüştü. Toprak kanla ıslanmış ve ona doğru gelen
ordunun ayak sesleri bir deprem hissi veriyordu. Tekrar ölmek için henüz erken
gibi gelmişti ona. Ama başka ne seçeneği vardı. Yine tek başına ölecekti
burada. Hisar'ın askerleri üzerine doğru koşup bin kılıcı bin defa bedenine
saplayıp kanını toprağa akıtırken sadece lanet edebilirdi onlara. Elinden geldiği
kadar kapıyı korumuştu. Ve geciken ordu onu yüzü üstü bırakmıştı. Tekrar ve
tekrar kaybediyordu..." Gülümseyerek kitabı kapadı. "Görüyorsun
yazılanlar bunlar. Onun ölümünü istemiyorsan onun savaşmasına izin veremezsin.
Ayrıca çolak bir komutanı pek istemiyorlar gibi. Bu ölüm sahnesini değiştirmek
elinde. Sonuç aynı olmaması için bu sefer sana kaderin çizgisini gösteren ve
sana kendi gözlerinden bakmayı öğreten o üç ahmaktan kopman gerek." diye
ekledi. Jeniske kırmızı kaplı deftere bakıyordu. Defterin üstünde bilmediği bir
dilde birkaç kelime vardı. Kadın defteri masanın altına geri kaldırdı.
"Bizleri kızdırmayın ve olayın akışını bozmayın Jeniske. Bazı kardeşlerim
öfkelidir. Senin akıllı bir adam olduğunu anlıyorum ve bu yüzden bu oyunda
biraz daha fikir sahibi olmanı istiyorum. Bu ufak görüşme bir sır olacak ve sana
bir şans vereceğim. Kaderde olmayan ve bu dünyanın parçası olmayan birisi hep
kayıpları getirir. Olması gereken düzeni bozar. Onu kaderin içine katarsan...
" Birden durdu. Oturan kedi kapıya bakarak miyavlamıştı. Dışarıda gezinen bir
şeyler vardı. Kadın iç çekti. "Sanırım bizi bulmak için çok aceleciler. Bu
görüşmeyi burada kesmek zorundayım. " dedi ve ona bakıp gülümsedi.
"ayağa kalkıp benim için şu kutuyu tutar mısın?" demişti. Jeniske
istemsizce ayağa kalkıp kutuyu tuttuğu anda bir sesle irkilmişti. "Efendim
onu alacak mısınız? Galiba sağır!" kızgın erkek sesi ile irkilip arkasına
döndüğünde öylece kalmıştı. Elindeki kalıp sabundan defne kokusu geliyordu. Dükkânda
birbirine karışmış kokular vardı. "Neyi alacak mıyım?" diye sormuştu
Jeniske şaşkınlıkla. Nerede olduğunu idrak edene kadar bu soru ona zaman
kazandırmıştı. "Sabun efendim. Sabuna yarım saattir bakıyorsunuz. Yakında
elinizde eriyecek!" demişti. Jeniske nasıl bir efsuna uğradığını
anlayamamıştı. Başını salladı. "Evet. Alacağım. Bunların hepsini!"
demişti. Adam gülümseyip ellerini ovuşturmuştu. Sizin için paketleyeyim
demişti. Jeniske dışarı çıktığında akşamın yaklaştığını fark etmişti. Orada
yarım saatten daha uzun kaldığını düşünüyordu. Dışarı çıkınca dönüp dükkâna
baktı. Baharat ve sabun satan yerin kapısı cilalı önü temizdi. Camları yeni
silinmiş gibiydi. Geri dericinin dükkanına doğru yürüyüp kapının önünden
geçerken elinde sıcak ekmekle gelen subayı görmüştü. "Efendim!"
demişti subay saygı ile eğilip. "Yemek için bende birazdan sizi aramaya
çıkacaktım. Babam ve Efendi Tavi sizi merak etti." demişti. Jeniske'nin
elindeki onlarca kalıp sabuna ve yüzündeki dehşete düşmüş ifadeye bakıp kaldı.
"İyi misiniz?" demişti. Kapıyı çalarken. Jeniske açılan kapıda
dikilen kadına ve subaya baktı. Ardından sabunları uzattı. "Bir ev
hediyesi." demişti. Soğuk bir sesle. Kadın onlarca kalıp sabuna bakıp
kaldı. İçeri doğru kucağında kalıp sabunlarla girerken açılan kapı kapanmıştı.
Ufak kapıdan yan tarafa geçmişlerdi. İnsanlar masada oturuyor ve yemeği
beklerken herkes kadının kucağındaki kalıp sabunlara bakıp kaldı. Jeniske ise
sakince ona ayrıldığını düşündüğü ev sahibinin karşısındaki sandalyeye oturdu.
Kalabalık bir sofraydı. En küçük olan kişi sarı saçlı ufak çocuktu. En büyük
ise deri zanaatçısı idi. Üç çocuğu vardı. Kızlarından birisi evliydi. Oğlunun
ise nişanlısı vardı. Diğer ise... Jeniske telaşla içeri giren kıza baktı.
Elleri mürekkepti. Saçları koşmaktan dağılmıştı. Sırtındaki heybeyi attı.
"Yemeğe geç mi kaldım?" demişti. Misafirleri başıyla sakince selamlayıp
babasının yanından geçerken yanağına bir öpücük bıraktı. Ablası masaya servis
yaparken kız kucağındaki bir yığın parşömeni boş divana bıraktı. "Hemen
geleceğim." demiş ve kapıya doğru koşup bağırmıştı. "Nikow! Nikow!
Eşeği bağlayıp içeri gel!" diye bağırırken botlarını söküyordu. Birbirine
karışmış saçları gür ve kıvırcıktı. Babasının gözleri gibi gri gözleri vardı.
Ayakkabılarını kenarı doğru fırlatıp bir küfür savurmuştu. "Nikow eşeği
bağlasana be!" diye çığırtkanca bağırmıştı. "Akşam saati bağırıp durma
bana!" diye çıkışırken eşeğin anırma sesleri geliyordu. Kız yere oturup
çorabını söküp ayağının üstündeki sargıyı yenilerken "abla sanırım biraz
daha merhem gerekiyor!" demişti. Bugün bir kaza yaşamıştı. Bileğinin
üstüne düşen raflar orada hasara sebep olmuştu.
"Mona! Misafirlerimiz var!" demişti ablası onun yerine utanarak. O
sırada içeri doğru başka birisi girmişti. Yerde oturan Mona'ya bir krem
fırlatıp üstündeki paltosunu hızla çıkarmıştı. Yirmilerinde genç bir adamdı
içeri giren kişi. Uzun boylu geniş omuzluydu. "Şey o zaman Nikow’un yemeğe
kalması sorun olmaz değil mi?" demişti Mona. Genç içeri doğru girince
öylece kalmıştı. Tavi ve Jeniske'ye bakıyordu. Birkaç adım geriledi.
"Mona... Sanırım gitsem iyi olur. Misafirleriniz varmış." dedi. Mona
omuzu üzerinde oturanlara baktı. "Tavi amca ve onun askerlerinden birisi
olmalı. Kalmalısın." demişti. Nikow kıza baktı ve fısıldadı. "Asker
değil o adam. Karga Lider!" demişti. Kız birden ayağındaki yarayla
uğraşmayı bırakıp fırlamıştı. Masaya doğru dönüp birkaç adım atıp Jeniske'nin
yüzüne baktı. "Tanrılar benimle alay ediyor olmalı. Tarihini yazdığım
adamın burada olacağını tahmin etmezdim." dedi. Jeniske yorgunca
gülümsedi. "Tanrılar gerçekten de bizimle alay ediyor." demişti. Kız
hemen elini yıkamak için yukarı koştu. Ayağı sarılı halde aşağı inmişti. Herkes
masada idi. Nikow bile bir sandalye alıp oturmuştu. Kız heyecan ise ıslak
ellerini Jeniske'ye uzattı. Elinin ıslak olduğunu fark edince hemen ütüne silip
tekrar elini uzattı. "Karga Lider, Üç tanrının son rahibi ve birinci
klanın koruyucu ekibinde çalışan Jeniske... Seninle tanışmak bir onur. Ben
Mona. Basit bir tarih yazıcısıyım." demişti. Etrafta gergin bir sessizlik
vardı. Jeniske kızın mürekkep izleri dolu elini sıktı. "Üç Tanrı dağındaki
savaşı yazdığını duyduğumda seninle tanışmak için bu akşam yemeği davetini
kabul ettiğimi bilmen gerek." dedi. Kız heyecanla Yeğenin sandalyesini
kenarı doğru çekip oraya oturdu. "Doğru mu? Dağı ikiye bölerek savaşı
bitirdiğin. Yaşayan çok az kişi kalmış. Bunların hepsi etraftan topladığım bilgiler.
Aslında sizin sayenizde çok farklı şeyler öğrenebilirim. Bir de Koruyucu öncü
birliği komutanı olan Koen var. Onun da tekrar dirildiğini söylediler. Bunu
duyduğumda heyecanlandım. Sonuçta bizim için sizler yaşayan tarihsiniz.
Anlatacağınız çok şey vardır." dedi. Nefessiz konuşuyordu. "Mona,
misafirimizin yemek yemesine izin ver!" demişti babası. Kız bunun üzerine sessizce
başını eğip gülümsedi. En küçük oydu kardeşler arasında belki on dokuz
yaşlarındaydı. Ama oldukça heyecanlı ve meraklıydı. Hızla çorbasını içerken
birden yutkunup konuşmaya devam etti. "Size bir şey sorabilir miyim?"
dedi. Jeniske yavaşça başını ona çevirmişti. "Bu evet demek anlaşılan.
Bazı kişiler köprülerden söz ediyor. Üç köprünün yıkılması isin kızıl taş
kullanıldığını söylüyor. Koruyucu lideri Koen'in kızıl taş kırdıktan sonra hala
hayatta olduğunu yazdık ancak kızıl taş insan bedeninin sınırlarını zorlayıp
kalbi çatlatan bir yapıya sahipmiş bir efsuncu bunu söyledi. Nasıl hayatta
kaldı?" demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Onun bu dünyanın kurallarını es
geçebilen birisi olduğu gerçeğini anımsadı. Sınırlar yoktu onun için. Bunu
söylemek doğru olur muydu? "O güçlü birisi!" demişti Jeniske soğuk bir
sesle. Kız bunun üzerine gözlerini kıstı. "Çocukken çok yetenekli olmalı o
zaman. Savaşın kahramanlarının geçmişleri yok elimizde. Sadece sizlerin birinci
klanda yaşadığı söyleniyordu. Ancak aileleriniz... Aslında Koruyucu Koen'in
babasını öldürdüğü var bir de kabile geçmişlerinizde. O olay çok karanlık. Onu
aydınlatma isteriz." Jeniske çorbasına baktı ve sakince konuştu.
"Babası bir haindi. Onu öldürerek kahramanca bir davranış gerçekleştirdi.
Hisar için çalışan ve kabilesini satan birisi idi. Eskiden çok yetenekli bir koruyucu
komutanı iken onu bozan düzene ayak uydurmak zorunda kaldı ve ihanetinin
bedelini oğlu tarafından öldürülerek ödedi." demişti. Buz gibi bir sessizlik
başlamıştı. Kız yutkundu ve daha ürkek bir sesle devam etti. "Onun
acımasız olduğunu söylüyorlar. Savaşta birçok kişiyi kendini korumak için
geride bıraktığı..." Jeniske hızla kaşığı masaya koydu. Yumruk yaptığı eli
masadaydı. "Kimseyi arkada bırakmamak için uğraştı ve bu ölümüne neden
oldu. Bunu söyleyen kişi hainden başka bir şey değildir. İnsanları kurtarmak
için canını ortaya koyan birisi için bunu söylemek ne büyük bir
ahlaksızlıktır!" demişti. Burnundan soluyordu. "O benim umursamadığım
herkesi korumak için Hisar ordusu ile tek başına yüzleşmeye gitti. Ve bunu
başaramadı. Gerçek bir kahraman arıyorsan o kişi ben değilim. Bu dünyanın
kurallarına baş kaldıran Koen gerçek kahraman. " sesi sertti. Burnundan
soluyordu ve kızgındı. Gözleri sert ve öfke dolu halde Mona'ya dikilmişti.
"Eğer bir kez daha onu karalayacak bir şey duyarsam bu sefer oturduğum sofranıza
saygımda kalmayacak!" demişti. Sinirden eli titriyordu. Bugün çok fazla
şeyle karşılaşmıştı. Aklını karıştıran yaşlı kadını kafasından çıkaramıyordu.
Derin bir nefes verdi. Ona dehşetle ve korku ile bakan kıza döndü. "Kötü
ve yorucu bir gün geçiriyorum. Doğrusunu öğrenmek istediğin bir şey varsa
savaşın nasıl başladığını benden daha iyi bilen kişi Koen ve ondan öğrenmen
gerek. O daha sabırlı ve daha nazik olabilir." demişti. Mona başını
sallayıp sessizce yemeğine gömüldü. Tavi ise ortamı yumuşatmak için gülümsedi.
"Yakında Qufang'dan yiyeceklerle beraber Koen gelecek. O gün onunla
tanışmak için gelebilirsiniz." demişti. Kız başını salladı. Nikow ise bir
öksürük ile boğazını temizledi. "Tarihte çok fazla yanlış var. Bunları
düzeltmek için sorular soruyoruz. Ve genelde insanlar sorulardan nefret eder
Efendi Jeniske. Sizin kızgınlığınızı anlıyoruz ama Mona'nın kötü bir amacı yok.
O oldukça iyi bir tarih yazıcısıdır. Hisar'ın yalan yanlış anlattıklarını
doğrusu ile arşivlemek için on beş yaşından bu yana yazıyor. Dört senedir
okuyup yazıyor. Geziyor... O yüzden ona karşı nazik olmalısınız." demişti.
Nikow'un bunu demesi ile herkes nefesini tutmuştu. Jeniske sert ve acımasız bir
adamdı. Tavi onu yatıştırmak için ağzını açacakken Jeniske başını yavaşça salladı.
"Amacım ona bağırmak değildi. Bazı şeylerin kargaşası içindeyim. Bu yüzden
özür dilemek isterim." dedi. Karga Liderin özür dilemesi... On dokuz
yaşında bir kıza dönmüş ve samimiyet ile gülümsemişti. "Sana bağırdığım
için özür dilerim. Arkadaşın haklı. Sen sadece işini yapıyorsun!" demişti.
Mona utançla karışık bir gülümseme ile baktı. Ağzındaki ekmeği hızla çiğnedi.
"Sorun değil insanların beni örselemesine alışığım. Çoğu bir kadının bu
işi yapamayacağını düşünüyor. Oysa Dar Boğazın ötesinde Akela arşivlerinde
binlerce kadın yazıcı var." demişti. Jeniske gülümsedi. "Qufang
arşivini senin için açtırmam özrümün bir nişanı olur o zaman." demişti.
Mona heyecandan ağzı açık kalmıştı. "Qufang arşivi oldukça saygın
yazıcıların eserleri ile dolu. Bunu yapar mısınız?" demişti. Jeniske
başını usulca salladı. "Kral Maios ile olan samimiyetime
güveniyorum." demişti. Mona heyecandan en yapacağını bilemeyip Jeniske'nin
koluna vurdu. "Harika!" diye bağırdı. Tavi onun pervasız hareketleri
ile gerilen tek kişi değildi. Jeniske sadece gülümseyerek darbeye karşılık
verdi. "Ben heyecanlanınca ne yapacağımı bilmiyorum. Kusuruma bakın."
diyerek Mona özür dilemişti. Yemek sonrasında sakindi. Yemekten sonra Jeniske
ve Tavi haritayı alıp ayrılmıştı oradan. Jeniske kışlaya doğru yavaş yavaş
yürürken kar usulca yağıyordu. Tavi onun yanında elleri arkasında yürüyordu.
"Canınızı sıkan en bilmiyorum ama eminim ki yakın zamanda çözersiniz. Bu
süreçte size yardım edebileceğim bir şey varsa söyleyin." demişti. Jeniske
başını salladı. "Sanırım yok. Yakında çözeceğimi bende düşünüyorum.
Qufang'dan gelecek olan yiyecekler biraz biz rahatlatır Tavi." demişti.
Tavi onun sorunu saklamayı tercih ettiğini anlayınca sessizliğini korumuştu.
Kışlanın görünmesi ile adımları hızlanmıştı ikisinin de. Yanan ateşler ve
sayısız çadır... Gelen uğultulu konuşma sesleri ve çalan müzik aletlerinin
tıngırtı sesi... Frange’nin surlarının ardı uzun zamandır bu kadar hareketli
olmamıştı.
Bölüm On Yedi
Çolak Komutan
Bir
hafta çabuk dolmuştu. Jeniske o gün duyduklarının üzerine araştırma yapmaya
başlamıştı. Ama bunu yaparken kendini belli etmemek için kısa süreli ufak
araştırmalardı. Üç Tanrı Dağına gidememişti. Kadının onu izlediği düşüncesi
aklını bulandırıp yapacaklarının önüne geçiyordu. Çadırında sessizce oturup
elindeki eski büyü kitabını okurken birden bir bağırtı gelmiş ve borular
üflenmişti. Qufang'dan gelen ekip görünmüştü. İnsanlar onları dört gözle
bekliyordu. Yiyecek dolu yirmi araba ve kırk atlı adam ile geliyorlardı.
Qufang'ın gümüş zırhlı süvarileri konvoyu koruyacak şekilde onlara eşlik
ederken atlılar kışlanın merkezine doğru ilerliyordu. Koen'in yanında bir atlı
daha vardı. Oldukça zengin duruşu ile insanlar ona bakıyordu. Maios konvoyun
başında Koen ile gelmişti. Yolculuk yorucuydu. Askerler bitkin hayvanlar
susuzdu. Atlar durdu arabaları çeken öküzlerin toynakları yere sertçe vurdu.
Çapa atan bir gemi gibi yavaşlamış ve sonunda kışlanın büyük merkezinde
durmuşlardı. Subaylar ve komuta merkezi onları karşılamak için bekliyordu.
Derin bir sessizlik vardı iki tarafta da. Maios atının yularını bırakıp aşağı
atladı. Ardından Koen bir hamlede kendini aşağı attı. Sert çizmeleri donmuş
toprağı döver gibi yere vurdu. Maios adımlarını Jeniske'nin karşısında durdurdu.
Elini uzattı ve birbirlerinin kollarını kavradı iki lider.
"Arabaları şehir ambarına çekin!" demişti Maios sert ve emri tonu
baskın sesi ile. Jeniske gülümseyerek dikilen Koen'e baktı. Kendini toparlamış
olması güzeldi. Koen ona doğru bir adım attı. "Yorucu bir yolculuktan
geldik. Umarım bizim için biraz şarabınız ve etiniz vardır." demişti.
Jeniske onları çadırında ağırlayacaktı.
Sıcak
yemekler ve şarap gelmişti. Maios o an Koen'e içkinin yasaklandığını anımsatmak
için Koen'in iştahla uzattığı kadehi elinden kapıp karşısına oturdu.
"Qufang Kraliçe onun bir süre daha şarap gibi içkileri içmemesini söyledi.
Ağrıları için ve yarası için verdiği ilaçlarda yeterince kafa bulucu şeyler
olduğunu söyledi." demişti. Koen bunu duyduğunda donuk bir ifade ile
etrafa bakıp iç çekti. "Bu durumda Koen için kaynatılmış aramalı su ya da
çay vermek gerekecek." demişti Tavi. Aiken oturduğu yerden şarap testisini
onun önünden aldı. Kendi kadehine dökmeye başladı. Yolculuğun nasıl geçtiğini
sormuşlardı. Koen boşlukta kalan kıyafetini bir çengelli iğne ile kıvırıp
tutturmuştu.
"Tek elle at sürmek cidden zormuş. Yularını düzgün tutana kadar iki gün
geçti." demişti. Yarım kolunu gösterdi. "Sürekli sağa doğru kendi
etrafımıza daire çizip durduk." diye ekleyip güldü. Aiken gülmüştü.
"At binmenin ötesin de geçersin elbet. İki kolu iki bacağı olan adamlar
var ata binemiyor." demişti. Koen güldü. Sadece o değil masada lafın
Tavi'nin yeni süvari birliğine gittiğini bilen herkes gülmüştü. Toprak zeminin
eriyen karla yaydığı koku çadırın kalın keten kumaşından içeri dolmaya
başlamıştı. İçerisi yakılan tütsüler ile duman altında kalmaya başlayıp hava
karardıkça gaz lambalarının ışığında puslu bir görüntü almaya başladığında
biten şarap testilerinin sayısı artmıştı. Masa başında kahkahalar yükselip
sohbet uzarken yol yorgunu olanların başları düşmeye başlamıştı. Elini
yanağına, dirseğini masaya dayamış sohbete katılmaktan çok dinleyen ve
sessizlik içinde uykuya direnen Koen sonunda uykuya yenik düşeceğini
anladığında başı taşınmaz bir taş kadar ağır gelmeye başlamıştı. Arada bir ona
konulan sıcak şerbetten içmek için başını boynun taşımasına müsaade ediyordu.
Şerbetin son sıcak damlasını da içince başını tekrar kolunun güzüne bırakmıştı.
Yorgunlukla yuvarlak iri gözleri kısılmıştı. Tütsünün hoş kokusu içeri gelen
toprak kokusu ile karışırken sesler duyulmaz bir uğultu gibi kulağına
çarpıyordu. Masada kopan kahkahalara tebessümle cevap vermenin dışına
çıkamıyordu. Bir elin omzuna dokunması ile irkilmişti yavaş yavaş dalmaya
başladığı uykudan. "Bu gece saraya gitmek için yol tepmeyelim. Kurulan
çadırlarda boş yer olacak. Oralara dağılalım." Tavi bunu söylerken Koen omzunda
Jeniske'nin eli olduğunu anlamıştı. Maios sarhoştu ve bunu keyifle kabul
etmişti. "Koen burada mı kalmak istersin yoksa senin için çadırda yer
yaptıralım mı?" demişti Aiken. Koen tebessümle gülümsedi. "Ne kadar
az yürürsem benim için o kadar. At sırtında yolculuk ve taşta uyumak
sınırlarımı fazlası ile zorladı." demişti. Aiken ayaklanmış ve kapıda
dikilen adamlarına dönmüştü. "Bir subay çadırını boşaltıp temiz şilteler
serin." diye emir verirken Koen için hızlı bir yatak istemişlerdi. Dört
kereste üstünde yükselen ve bir düz tahtanın bu dört keresteye çivilendiği
taşınabilir ve sökülebilen yataklardan birisi çadıra getirilip Jeniske'nin
yatağının yanına konuştuğunda Koen diğer yataktan bir örtü çekip kendini sert
tahtanın üzerine bırakıp gözlerini yummuştu. Yerde bile uyuyabilecek kadar
yorgundu. Onu tekrar uyandırmak oldukça zordu. Aiken elinde bir döşek ve sert
yünden dikilmiş yastıkla bekleyen adama baktı. Ona eşyaları bırakmasını ve Kral
ve Tavi'ye yol göstermesini istemişti. Ardından herkesle beraber o da çadırı
terk ettiğinde çadır yine eski sessizliği ve durgunluğuna kavuşmuştu. Jeniske
bir süre tahtanın üzerinde uyuyan adam baktı. Ardından derin bir nefes alıp
kendi yatağının örtülerini kaldırdı. Koen'in zayıf görünmesine rağmen ağır
olduğunu daha önce keşfetmişti. Kollarında gücünü toplayıp onu kucakladığında
zayıflamış olduğunu fark etti. Eskisine göre hafif ve daha cılız gelmişti.
Kendi yatağına onu yatırıp botlarını söktü. Koen uzun bir aradan sonra tanıdık
koku ve yumuşak yatakla beraber uykusuna daha bir teklifle devam etmişti.
Yasemin kokusuna benzeyen bu koku onu rahatlatıyordu. Jeniske'nin saçlarına
özgü olan bu koku onun için yasemin kokusu ile aynıydı. Terlediğinde daima bu
koku saçılırdı saçları arasından. Uzun süredir almadığı kokuyu daha çok içine
çekmek ister gibi burnunu yastığa gömüp örtüye daha sıkı sarıldı. Jeniske
şilteyi tahtaya serip yastığı üstüne attı. Örtüğü dağınık biçimde koyup son
kalan şarabı bitirmek için masaya geri döndü. Koen'in eşyaları da gelenlerinki
gibi köşede duruyordu. Jeniske kadehindeki içkiyle beraber ayağa kalkmıştı.
Eşyalara doğru yürürken birden çadırın kapısında bir gölge belirmişti.
"Efendim müsait misiniz?" Aiken'in sesi dışarıdan gelmişti.
"İçeri gel Aiken!" demişti Jeniske. Aiken onu eşyaların başında
görmüştü. "Kral Maios'un çantasını alacağım. Deri ufak çantasında baş
ağrısı için çiğnemeli otları olduğunu söyledi!" dedi. Jeniske eşyaların
yanında duran deri heybeyi gösterdi. "Al tabi ki..." demişti. Aiken
eşyaları aldı ve doğrulduğunda tahta yatağa baktı. "Sırtınız ağrıyabilir.
Bir kat daha şilte getirteceğim." demişti. Jeniske başını iki yana
salladı. "Gerek yok. Gayet yumuşak!" demişti. Aiken gülümsedi.
"Bir şeye ihtiyacınız olursa diye kapıda muhafız bırakacağım." demişti.
Jeniske güldü. "Koen'in beni öldüreceğini düşünüyorsun hala!"
demişti. Aiken ona ve yatakta masumca uyuyan Koen'e baktı ve gülümsedi.
"Bir nevi o çolak olsa da sizi öldürme konusunda iyi olacağına inanıyorum.
Ama artık söz verdiği tanrılarına karşı bedel ödediği için sizi öldüreceği
düşüncesi yok aklımda. Sadece bir şey isterseniz hava soğuk olduğu için dışarı
çıkmayın isterim." demişti. Jeniske yeterince ikna olmuş şekilde başını
salladı. "Seni neden general yaptığımı bana bir ara hatırlar." dedi.
Aiken ona bakıp gülmüştü. Jeniske'nin son zamanlarda üstüne çok fazla titriyor
ve onun yaveri gibi her an yanında dolaşıyordu Aiken. Jeniske sürekli onu
general değil de yaver yapması gerektiği hakkında şakalaşıyordu onunla. İyi uykular
dileyip çıkmıştı Aiken. Jeniske yavaşça gaz lambasını kapatmadan önce birkaç
mum yakıp masaya koydu. Çadırı biraz loş olsa da aydınlatacaktı mumlar. Gaz
yağını tasarruflu kullanmaları gereken bir dönemdeydiler. Mum erise de erimiş
parçalarını içinde bulunduğu çanaktan kazıyıp tekrar mum yapabiliyorlardı. Ama
gaz yağı biterse Qufang'dan daha fazla gelmeyecekti. Sert şilteye uzandı. Şarap
tatlı bir baş dönmesi oluşturmuştu. Yan dönüp biraz yüksekte olan yatakta yatan
Koen'in loş ışıkta parlayan saçlarına bakmaya başladı. "Uyumak konusunda
ısrarcı mısın?" demişti. Haftalardır onu görmemişti ve şimdi biraz
oynaşmak iyi gelebilirdi. Koen onu duymamıştı bile. Derin bir uykuya dalmıştı.
Sadece nefes sesi vardı. Jeniske burnundan derin bir nefes aldı. Uyumak dışında
başka bir şey yapamazdı. Koen'i uyandırıp onu bir şeylere zorlarsa kavga etmeye
başlayabilirlerdi. Onu uyandırmak doğru bir hareket olmuyordu. Her zaman
yorgunken aksi ve huysuz davranan bir kişiliğe sahipti. Asla uykusundan taviz
vermek istemezdi. Jeniske bir süre onu izledi. Yastığın yarısına gömülü yüzünün
ardında kalan kısım loşlukta gölgelenmiş ve daha çekici bir hal almıştı.
Abartılacak bir yakışıklılığı yoktu Koen'in. Sıradan yüz hatları vardı.
Pembeleşen dudakları ve sarı bir teni vardı. Uyumlu düz kaşları ve dalgalı
kumral saçları... Bir erkeğe göre zayıf bir yapısı vardı. Ama oldukça güçlü ve
esnekti. Gözleri ise onu herkesten farklı yapıyordu. Kahverengi gözlerinin
etrafında tunç renginde ince halkalar vardı. Onunla burun buruna gelecek kadar
yaklaşan herkes bu halkaları seçebilirdi. Göz bebekleri o kadar siyahtı ki
derin ve sonsuz bir çukur gibiydi. İçine her şeyi hapsedecek kadar derin... Ve
sesi... Jeniske'nin etkilendiği ufak şeylerden birisi sesti. Koen'in sesi o
zamanda şimdide derinden gelirdi hep. Boğuk bir havası olan sesi hep yankılı olurdu.
Sinirlendiğinde titrerdi. Korktuğunda kısılır ve mutluyken o kadar yüksek
çıkardı ki kulaklarda bir çınlama bırakırdı. Utandığında ise dudakları
birbirine kenetlenip dışarı doğru yayılacak o ince ve naif sesi hapsetmeye
çabalardı. Jeniske şarabın etkisi ile gülümseyerek konuştu. "Koen. Sanırım
ben çok fena bir şekilde sana vurulmuşum." dedi. Nasılsa onun itiraflarını
duyamayacak kadar derin uykudaydı Koen. Bunun rahatlığı ile konuşuyordu
Jeniske. "Bu savaşı bırakmak istersen ve gidersen senin arkadan her şeyi
bırakıp koşacak kadar bağlanmış hissediyorum." Sözcükler sarhoş dudakları
arasında eğilip bükülerek karmaşık çıkıyordu. "Lanet olası koca karı
kılıklı tanrı senin burada olmamanı istediği için onu dinleyecek değilim."
demişti biraz öfke ile. Yattığı yerden sıcaklanarak doğrulup kemeri ve kuşağını
söküp yere atmıştı. "Onlar için bir şeyleri söylemek çok kolay." diye
mırıldandı. Şarap içini yakmıştı. Kalkıp bezlerle kapalı pencereye yöneldi.
Üstünde ince bir saten gömlek vardı. Ve kuşağından botlarından kurtulmuş salık
bir pantolon... Bezleri kenarı doğru çekip toka ile tutturduğunda esen soğuk
hava saçlarını savurup içeri doğru girmeye başlamıştı. Soğuk iyi gelmişti. Gözlerini
kapatmıştı. Bir süre orada dikildiğinde bileğini tutan elle irkildi. Yarı
uyanık biçimde Koen onun bileğini yakalamıştı. Onu kenarı doğru çekti. Yüzünde
kızgın bir ifade vardı. Tokayı tek eli ile açmakta zorlansa da sonunda
başarmıştı. Kıskaçlardan kurtulan bezler ağırlıkları ile tekrar pencereyi
kaparken Koen Jeniske'nin bileğini tekrar yakalamıştı. Onu yatağa doğru çekip
itekledi. Ardından tek kelime etmeden yanına doğru uzandı. Örtüleri üstüne
doğru çekmişti. "Koen!" dedi Jeniske fısıltılı bir sesle. "Uykunda
mı yürüyorsun?" demişti. Koen bunu duyduğunda ona doğru döndü. İkisi için
yatak oldukça dardı. Koen onun kolunun altına doğru sokuldu. "Evet! Sende
sarhoşsun ve artık susup uyu!" demişti. Jeniske bir an utançla
yanaklarındaki kanın arttığını fark etti. Ufak aşk itirafının duyulmuş olması
utanç verici idi. Tam ağzını açacakken Koen'in yavaşlayan nefesini fark etti.
Onun tekrar uyumaya başladığını fark etmişti. Göğsüne çöken ağırlık ve onu
ısıtan bedenin verdiği hisle kımıldayamadı. Bir süre gözleri açık huni gibi
yükselen çadırın en ucunu izledi. Titreyen mum ışığında ileri geri hareket eden
gölgelere bakarken gözleri yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı.
Uykusundan
onu uyandıran yatağın hızla sarsılması ve üzerine atılan örtüler olmuştu.
Koen'in yataktan hızla fırladığını fark etmişti. Dün içkiyi çok kaçırdığı için
başında derin bir ağrı vardı. Gözlerini aralayıp bakınca Koen’in yüz yıkamak
için konulan bakır kâsenin başına eğilmiş olduğunu gördü. Bir öğürme sesi
vardı. Yataktan bütün gücünü toplayıp birkaç adımda kâsenin başına gelmişti.
Koen'in midesindekileri çıkardığını fark ettiğinde saçlarını toplayıp kenarda
duran testiyi aldı. Kusması bitince eline biraz su döktü. Koen elini
yıkadığında biraz suyu yüzüne sürdü. Jeniske kendi eline su döküp onun yüzünü
yıkadı. Ardından yatağa oturmasına yardım etti. Halsizce otururken ona içmesi
için biraz su verdi. Diğer yatağa oturdu. Suyu içmesini izlemeye başladı. Yavaş
yudumlarla yüzünü ekşiterek su içen adamı izlerken kusmasının sebebini
düşünüyordu. Henüz hala pembe duran yanakları ve yorgun gözleri yavaş yavaş
inceliyordu. "Sabahları iğrenç bir mide bulantısı ile uyanıyorum. Birkaç
haftadır oluyor. Saisa bunun gayet normal olduğunu söyledi." Yavaş yavaş
konuşuyordu Koen. Boğazı yanıyordu hala. Birkaç yudum daha su aldı.
"Sanırım bana verdiği ağrı kesiciler buna sebep oluyor." demişti.
Ağrıyan kolunu tuttu. Kolunun direkten itibaren bomboştu. Salınmış yumuşak
dokulu gömlek kolu öyle boş duruyordu ki... Jeniske bir an onun kolundaki
boşluğa daldı. O 'çolak' olarak geçiyordu artık. Bir savaşçı erkek için kolunu
kaybetmek oldukça büyük bir olaydı. Kolu olmadan savaşabileceğini düşünmüyordu
kimse. Kılıç tutamaz ve hızlı at süremezdi. Eksik bir erkek olarak savaş
meydanında ve orduda yer alırdı. Bir yaver gibi getir götür işleri ile
uğraşırdı. Kılıç bile bileyemeyeceği düşünülürdü. Jeniske midesini kavuran
asitle yüzünü buruşturdu. Koen ise onun buruşan yüzüne bakıp kalmıştı.
"Farkındayım..." diye mırıldanmıştı. Eli kolunu sıkıca kavramıştı. Ve
tekrarlamıştı. " Farkındayım... Buraya gelene kadar düşünüp durdum. Kimse
orduda çolak bir adam istemez. Bir komutan görmek istemez." diye
mırıltıyla konuşmuştu. "Savaşın senin için anlamını biliyorum ve ben bu
zaferin önünde engel olmak istemiyorum." dediğinde Jeniske birden yataktan
kalkmıştı. Çadırın içinde bir ileri bir geri elleri arkasında dolaşmaya
başlamıştı. Koen halsizce yana doğru devrilmişti. Onu seçim yapmak zorunda
bırakmak istemiyordu. Ne Kızıl Taşın gücünü içinde hissediyor ne iki bir daha
iki hançerle dehşet saçabileceğini düşünüyordu. Sadece yük olacağı düşüncesi
bütün benliğini sarmıştı. Bu bulantılar ilaçlardan değildi. İştahsızlığı ve
kilo vermesinin bütün sebebi bu hastalıklı düşüncelerdi. Yattığı yerden bir
ileri bir geri gidip düren Jeniske'yi izlemeye başlamıştı. "Buraya sadece
bunları söylemek için geldim. Düşündüm ve ben yük olup seni arada bırakmak istemiyorum.
Qufang ordusunda görevimi devrettim. Kral Maios bunu anlayışla karşıladı. Şimdi
de Frange'de bir süre kalmak ve ordu hareket edene kadar seninle zaman geçirmek
için geldim. Savaş meydanı benim için artık çok uzak bir yer!" demişti.
Jeniske birden bir şeye çarpmış gibi durmuştu. Gözleri dehşetle açılmıştı.
"Beni yalnız mı bırakacaksın?" diye fısıldamıştı. Koen bunu
biliyordu. Onu savaşta tek başına bırakmak istemiyordu. "Ben... Ben bunu
demek istemedim." Diye kekelemişti. Jeniske ise ona sırtını dönmüş rüzgârla
kımıldanan çadırın girişine bakıyordu. "Ne demek istediğini biliyorum
Koen. Kimse konuşmasa da herkes bunu düşünüyor. Kendi başına verebileceğin bir
karar değil. Qufang senin ayrılışını kabul etse de hala Frange ve Üç Tanrı
ordusu içine mensupsun ve görevlerin var. Bu süreçte kaçmak sana yakışmaz.
Kimse senin geri adım atmanı istemiyor. Hisar'a istediğini verme."
demişti. Dönüp çoraplarını giymek için yatağa arkası Koen'e dönük şekilde
oturmuştu. Keçi kılınan dokunmuş halıya çıplak ayakla basmak hiçbir zaman hoşuna
gitmiyordu. Onlar dokuma halı kullanmıyordu dağda. Kürklerden yapılmış yumuşak
yerlere göre keçi kılı halı sert ve kaşındırıcı gelirdi hep ona. Botlarının
iplerini sertçe bağlamıştı. Ayağa kalkıp elindeki kuşağını ve kemerini takarken
Koen'in onu izlediğini biliyordu. Dağılmış gömleğinin iplerini düzeltirken
konuştu. "Sabahları taze süt getirirler. Ve ekmek pişiriyorlar. Tadı güzel
oluyor. Birazda süt yağı... Çok güzel bir kahvaltı değil ama karnını doyurmaya
yeter. Dinlen ve yemek ye. Öğleden sonra dönerim." demişti. Kaftanını
giyip ikinci kemerini taktıktan sonra kalın cübbesini omuzlarına atmıştı. Kala
kemerinde asılı olan o demir maske kılıcın kını ile buluşunca bir şıkırtı
çıkarıyordu. Koen onun yüzünü görmek için birden bağırmıştı. Öyle saçma bir
çığlık atmıştı ki Jeniske çıkacakken birden ona doğru dehşetle dönmüştü. Koen
yatakta oturuyordu. Çığlığın ardından yarım açık dudakları arasından inci gibi
düşleri parlıyordu. "Ne oldu?" demişti Jeniske. Nöbetteki askerlerde
çığlığın sebebini merak edip içeri doğru bakmıştı. Koen omuz silkti. "Hiç
sadece bağırmak istedim." demişti. Jeniske'nin ifadesiz yüzü belirmişti.
"Ona biraz kahvaltı getirin. Birazda varsa et koyun!" demişti. Emri
kapıda dikilen nöbetçilere vermişti. Koen gülüp yatağa geri devrildi. Ondan
henüz vaz geçmediklerini bilmek güzeldi. Jeniske kaşları çatık ve gözleri
kararmış haldeydi. Kafasında bir fikir olduğundan emin olmuştu Koen onun yüzünü
gördüğünde. Bağırıp dikkat çekmeye değmişti. İçeri dolan soğukla ürperip hızla
örtülerin altına kaçmıştı. Sadece burnundan itibaren başı dışarıdaydı. Çok değil
kısa süre sonra bir tepsi ile içeri bir genç kadın girmişti. Kusmuk dolu kâseyi
almak için tepsiyi masaya bırakmıştı. Dünden beri orada kalan testileri
almasına yardım etmesi için dışarda duran kişilere seslenmişti. Koen yattığı
yerden hızla etrafı temizleyen kadına ve ona yardım eden sıradan asker olan
adamlara bakıyordu. Gözleri kısıktı. "Kral Maios ve Efendi Tavi kahvaltı
yaptı mı?" demişti Koen örtüyü çenesine kadar indirip. Kadın yıkanmış yeni
bakır kaba su dolduruyordu. "Henüz değil! Onlarda Karga Lider ile merkeze
gitmek için ayrıldı." demişti. Koen bunu duyunca kaşlarını çattı.
"Senden bir şey isteyebilir miyim?" demişti. Kadın elindeki boş
testiyi yanında dikilen ondan daha genç olan kıza uzattı. "Tabi ki
efendim!" demişti kadın. Koen örtüleri üstünden attı. "Bir kolum
olmadığı için tek başıma giyinemiyorum. Botlarımı bağlayıp kuşağımı takmama
yardımcı olur musun?" demişti. Kadın gülümsedi. Sandalyede duran kuşağa
doğru yürüdü. "Elbette." demişti. Dağılmış ve kirlenmiş gömleğe baktı
kadın. "Kokmamak için kıyafetlerinizi değiştiriyor musunuz yoksa berduşlar
gibi aylarca aynı şeyi mi giyiyorsunuz?" demişti. Koen bunu duyunca
gülmüştü. Kadın oldukça cana yakın ve sevimliydi. "Aslında bir haftadır hiçbir
şeyi yıkayamadık. Kendimizi bile. Akan sular çok soğuktu nehirlerde."
demişti. Kadın kuşağı kenarı koydu. "Gidip çamaşırcılara söyleyin sıcak
suları varsa Karga Liderin çadırına getirsinler. Bir de tahta küvetle biraz kil
ve bir kalıp sabun getirin. Temiz bir gömlek ve pantolonda!" demişti. Koen
bir an kadına bakıp kaldı. Kadın kırklarına gelmişti. Kaz ayakları gözlerinin
yanında belirmişti. Sert çehresine rağmen siyah gözleri ışıltı saçıyordu.
"Endişelenme iki oğlum da on beşlerine gelip erkek olana kadar ben
yıkadım. Birisinin bacakları tutmazdı. O yüzden sakın ha çekingenlik
yapma!" demişti. Koen utançla gülümsedi. "Qufang sarayındaki beni
yıkamak isteyen kadınlar genelde edepsizlik peşinde koşuyordu." demişti.
Kadın bunu duyunca neşeli bir kahkaha attı. Koen'in kirden soluklaşmış
saçlarına baktı. "Sanırım bunları biraz kısaltmamız iyi olacak. Yoksa
kırpılmamış bir koyun gibi kabaracaksın!" demişti. Koen elini saçlarına
daldırdı. Saç bağını çözmüş olmasına rağmen saçları kalıp gibiydi. Saçından
yastığa bulaşan kire baktı. "Karga Liderin yatağını pislik içinde
bırakacak kadar kirli saçların var!" demişti. Koen utançla başını eğdi.
"Kral Maios dahil kimse yıkanamadı!" demişti. Kadın kaşlarını çattı.
"Onlar ikinci subay çadırında kaldılar ve dün gece yıkanmak için çamaşır
çadırını kullandılar. Hepsi aklandı paklandı." demişti. Koen dün nasıl
uyuduğunu bile hatırlamıyordu. Öksürdü. "Dün gece bir ton şarap içip
yıkanmaları çok enteresan! Demişti. Kadın güldü ve gelen küveti tüllerin
kapattığı en kalın yere koydurttu. "Pasaklılık size özel olmalı genç
efendi. Herkes yıkanmaya can atıyordu." demişti. Kasları katlı gömleğinin altından
gerilmiş iri yarı bir adam iki sıcak su dolu kazanı küvete hızla boşaltıyordu.
Koen rahat etsin diye kadın o çıkınca yatakla çalışma yerini ayıran tülleri
kapattı. "Siz soyunup suya girin ben suyu köpürteceğim." demişti
kadın. Ancak beş dakika sonra onun soyunmasına yardım etmez zorunda kaldı. Hala
tek kolu ile iş yapabilmeye alışık değildi. Gömlekle kavga ederken yırtılma
sesi ile kadın dönüp ona bakmış ve soyunmasına yardım etmişti. Koen kadının
elinden kaçıp hemen sıcak suya oturmuştu. Bir süre kille karışık sıcak suda
oturdu. Durgun bir suda birikmiş milde oturma hisse veriyordu. Kadın yanda
duran diğer sıcak suyu ılıştırmakla meşgul olmadan önce kirli kıyafetleri
kapıda bekleyen çamaşırcıya vermişti.
"Qufang’da soğuk mermer üzerinde oturmaya bayılıyorlar. Bu sıcak mil
akıntısı olan bir su birikintisi hissi veriyor!" demişti Koen memnuniyet
dolu bir sesle. Kadın gülümsedi. "Frange'de hamamlarda sudaki kiri tutsun
ve daha yumuşak olsun diye dibine kil koyarlar." demişti. Koen saçlarına
giren tek tel tarağı hissetmişti. Yattıkları yerler ufak kaya sığınakları
olmuştu. Çamura bulanmış yerlerde temiz şekilde uyumak mümkün değildi. Bir
defasında büyük bir örümcek gören asker örümceğin zehirli olduğunu söylediğinde
gece boyu at sırtında kalmak zorunda kalmışlardı. Gerçekten de sabah sokulan
bir at düşüp ölmüş ve onu aç hayvanlara bırakıp devam etmişlerdi. Koen bunları
anlatırken kadın sonunda onun yapağılarmış saçlarını ılık su yardımı ve biraz sabun
ile açmayı başarmıştı. Yavaş yavaş saçlarını yıkarken Koen sıcak suyun verdiği
rahatlama ile gülümsüyordu.
"Çok kısaltmayacağım saçını. Buklelerin çok güzelmiş." demişti kadın
yavaş yavaş saçı yıkarken. Koen Gülümsemişti. "Aslında ne kadar kısa olduğu
önemli değil. Artık tek başıma saçımı bile toplayamıyorum." demişti ve
sessizlik başlamıştı. Kadın merakını daha fazla gizleyemedi. "Bazen burada
da kolunu sakatlayıp kan oturtup kesmek zorunda kalanlar olur. Sen de kolunun
üstüne at üstünden mi düştün?" demişti. Koen belirginleşmiş kaburgalarını
saymakla meşguldü. "hayır." demişti. Kadın bunun üzerine daha çok
meraklandı. "Ne oldu pekâlâ?" demişti. Koen on iki kaburgasını da tek
tek parmakladıktan sonra suya elini daldırdı ve iç çekti. "Bir lanet
sonucunda onu kesmek zorunda kaldım. Kara hastalık gibi vücuduma
yayılıyordu." demişti. Bir dönem kara hastalık çok kişiyi uzuvsuz ve
yaşamsız bırakmıştı. Kadın o dönemi görmüş olanlardan değildi. Koen bu
hastalığı üç yüz yıl önce görmüştü. İnsanların kolları bacakları kararıp suyu
çekilmiş gibi buruşup parmakları tek tek düşmeye başlıyordu. Kimi kolayca
kolunu bacağını keserek kurtulurdu kimi ise çabucak yayılan hastalıktan
kurtulamadan iki gün içinde ölür giderdi. İnsanlar yüz yıllardır kara hastalığı
görmemişti. Tanrıların laneti denilen hastalık korkutucu ve tedavisi olmadığı
için kurtulması zor hastalık olarak bilinirdi. "Kolunu kesmeye değmiş
olmalı." dedi. Koen bunu duyunca gülmüştü. "Sanırım. Ama artık çolak
bir komutan olarak pek istenmiyorum." demişti. Kadın birden duraksadı.
"Oğlumun da çocukken geçirdiği hastalık sonunda bacakları felç kalmıştı.
Ama ona ağaçlardan gergince bir yürüteç yaptı marangoz. Bu sayede tekerler
üstünde bir öküz arabasında gidiyor gibi hareket edebilir hale gelmişti. Sadece
tuvaletini altına kaçırıyordu ve bir kadını çıplak gördüğünde hadım bir tüccar
gibi davranıyordu." demişti. Koen bunu duyunca birden gülmüştü. Kadın ise
gülerek devam etti. "Gerçi hala öyle davranıyor ama onu sonunda
nişanladık. Çalıştığı marangozun kızı pek sevmiş onu. Bizim oğlan salak olduğu
için kızın onu sevdiğini bile anlayamıyor. Ancak yakınıp duruyor kızın sürekli
ona dokunup durduğundan. Ateş aklında yarım yaptı." demişti. Koen bunun üzerine
daha büyük bir kahkaha patlattı. Ama kahkahası öksürükle yarım kaldı. Birden
iki büklüm olup acı içinde öksürmeye başlamıştı. Kadın ona su yetiştirmese
kendi öksürüğünde boğulacağını sanmıştı. İlaçlarını alması gerektiğini
hatırlatan bu öksürük bütün hevesini ve keyfini kaçırmıştı. Kadın onun
yıkanmasına yardım ederken neşesi sönüp gitmiş gözleri donuklaşmıştı. Kadın
onun keyfini yerine getirmeyi başaramayacağını anlamıştı. Son çare olarak
cilalanmış gümüşten aynayı getirmiş ve kesilmiş saçlarını ona göstermek için
küvetin yanına çöküp ona doğru tutmuştu. "Şimdi bir Efendiye
benzedin." demişti. Koen elini saçına götürdü. Saçları tekrar omuzlarını
rahatsız etmeyi bırakacak kadar kısalmıştı. Hafiften kuruyup kabarmış ev
dalgalar belirginleşmişti. Soluk yüzünde dudakları kızarmış durumda ve
yanakları al aldı. Gözlerine baktı. Etrafı biraz kakmış gibiydi. Kadın onun gözlerine
bakarken hayran kalmıştı. Jeniske'nin gördüğü o tunçtan halkaları görmüştü. Bu
onun içindeki kızıl taşın yarattığı bir mutasyondu. Bedenini saran enerjinin
temsili gözlerindeydi. "İlk defa gözünde çift halka olan birisini
görüyorum." demişti kadın büyülenmiş bir halde ona bakarken Koen
gözlerindeki halkaları fark edecek kadar kendine hiç uzun uzun bakmamıştı.
Aynaya doğru yaklaşıp üst üste duran tunç renginde halkalara baktı. "Çift
halka mı?" diye sorguladı. Parmağı ile gözünü aşağı doğru çekip burnunu
aynaya dokundurdu. "Evet. Bu ikinci yaşamın ve büyük bir gücün simgesi
derdi büyük annem." demişti kadın. Koen geriye doğru çekildi. "Doğru
olabilir. Bilmiyorum. Kendime uzun uzun bakacak kadar güzel bir hayatım olmadı.
Eğitilmekten başka bir şey yapmadım." demişti. Kadın aynayı indirip ona
baktı. Su yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. "Biraz kilo alıp kollarını ve
bacaklarını geliştirsen ve kendine baksan birçok kız seninle evlenmek için can
atar." dedi. Koen bunu duyunca tekrar gülümsemişti. "Benim onlarla
evlenmek gibi bir derdim yok. Böyle bekar olmak güzel. Zaten evlenecek kadar
uzun yaşayacağımı sanmıyorum. Tanrılar beni pek sevmiyor bir gün kafama
yıldırım atacaklar diye korkuyorum." demişti. Kadın güldü onun sırtını
sabunlamak için arkasına geçti. "Tanrılar yarattıkları kimseyi
sevmiyorlar. Bu kadar çok insan yaratmalarının sebebi hala kusursuz olanı
bulamamış olmaları bence." demişti. Koen bu düşünce ile birden daldı
gitti. Kusursuz olan birisi vardı onun için. Düşünceleri ile, kelimeleriyle ve
yüzünün güzelliği bedenin biçimleri ile kusursuz birisi vardı. Ama o da bir
kadını değil bir erkeği sevmekle lanetlenmiş bir kusura sahipti. "Efendi
Jeniske'nin kusursuz olduğunu düşünmüyor musun?" demişti. Sesi derinden ve
dalgın geliyordu. Herkes bir parça onların iki yaşamlı olduğunu ve eskiden çok
değerli bir dostluklarının ardından ikinci yaşamda bir araya geldiklerini
bilirdi. "Efendi Jeniske kusursuz bir adam gibi duruyor ama onun kusuru da
yalnızlığı tercih etmesi." dedi. Koen bunu duyunca başını kadına çevirdi.
"Yalnızlık mı? Hayatında birisi yok mu demek istiyorsun?" dedi. Kadın
usulca başını salladı. Buraya geldiklerinden beri onlara hizmet ediyoruz. Her
subayın çadırına illaki bir kadın misafir olur ya da Frange'nin doğu kanadındaki
geneleve birileri uğrar. Ama ne çadırına birini aldı ne de bir defa onu bir
kadınla gördüler. Geçenlerde Dericinin kızı ile konuşurken görmüşler. Aklı
başında akıllı bir kızdır. Ama anlaşılan sadece bir konuda soru sormaya
gitmiş." demişti. Koen eline aldığı kili suda eritmeye başlamıştı.
"Efendi Jeniske birisini seviyor olabilir mi ki?" demişti. Kadının
ağzını yoklamaktan daha çok onun gibilerin ne düşündüğünü merak ediyordu.
"Sanmıyorum." Koen bunu duyunca biraz içi burkuldu. Jeniske'nin ona
karşı olan sevgisinden kimsenin haberi yoktu. "O hırslı bir adam. Güçlü ve
öfkeli." demişti. Koen sessizce kadını dinliyordu. "Böyle adamlar
birisini sevemez. Onların daima savaşları aşktan önce gelir. Belki ileride bir
miras bırakmak için bir çocuk yaparlar. Tıpkı krallar gibi..." demişti.
Koen buruk bir gülümseme ile sudaki yansımasına baktı. "Belki bir gün o da
birisini sevebilir ve yalnız olmadığını görürüz." demişti. Kadın ılık suyu
Koen'in omuzlarından dökmeye başlamıştı. "Siz fazlası ile sevgi dolu bir
adamsınız. Efendi Jeniske'nin aksine." Koen bunu duyunca şaşırmıştı.
Aslında sevgi Jeniske'nin sembolüydü. O aşkın anlamını bilirdi. Bu konuda
cömert bir adamdı. Koen ise kıskanç ve bencil olduğunu bilirdi. Asla bu konuda
mantıklı düşünmezdi. Bir şeyi yaptıktan sonra pişmanlık duymaz ve Jeniske gibi
narin bir kalbi yoktu. O an kafasında bir kıvılcımın çıngılarını hissetti.
Dışarıdan ikiside tam tersi gözüküyordu. İkisi her ne kadar kim olduklarını
bilse de insanlara karşı bir maskeleri vardı. Soğuk ve ruhsuz olan Jeniske'nin
tam tersi olan sıcak kanlı ve sevecen Koen. Bu düşüncenin ardından iç çekti.
"Efendi Jeniske için mi dertlendiniz?" diye sordu kadın. Koen usulca
başını salladı. "Evet! Aslında o oldukça sıcak kanlı ve iyi kalpli bir
adamdır. Sevdiklerini koruyan ve kollayan onlara düşkün birisidir. " dedi.
Kadın onun yıkanmasının bittiğini anlatır gibi kenarda duran sert kumaştan olan
havluyu aldı eline. Koen usulca ayağa kalmıştı. Kadının usulca havluyu
arkasından omuzlarına örtmesini bekledi. Ardından sudan çıktı. Temizlenmiş
hissediyordu. Bedeni hoş kokuyor ve kil yumuşacık yapmıştı onu. Saçlarından
sabunun hoş ve yumuşak kokusu yayılıyordu. Sandalyeye oturdu perdenin
arkasından çıkıp içeride yakılmış olan ocağın sıcaklığı yayılmaya başlamıştı.
Yüzünde huzurlu bir gülümseme oluşmuştu.
"Giyinmek ister misin?" demişti kadın. Koen çıplak ayaklarını yerdeki
keçi kılından sert halıya sürdü. Biraz öylece oturmak istiyordu. Yanan ocaktan
çıtırtı sesleri geliyordu. Bir süre öylece durdu. Ardından hızla ayağa kalktı.
"Şu marangoz!" demişti. Kadına doğru döndüğünde havlusu omuzlarından
kayıp aşağı doğru düşmüştü. Koen utançla elini birden kasığına doğru götürdü.
Kadın onun rahatsız olmasının üzerine yavaşça bakışlarını başka yöne doğru
çevirdi. "O insanlara yardım edebiliyor. Oğluna yürüteç gibi bir şey
yaptığını söyledin. Bana bir kol yapabilir mi?" demişti. Kadın şaşkınlıkla
ona baktı. "Galiba. Yeteneklidir. Frange’nin zanaatçıları yeteneklidir.
Ama bunu konuşmadan önce giyinmene yardım edeyim." demişti. Koen havluyu
önünde tutuyordu. Kadın onun giyinmesine yardım etti. Saçlarının kurumasını
beklerken bir şeyler yemesini söylemişti. O sırada marangozhaneyi tarif edip
ustadan söz etmişti. Koen aklındakinin heyecanı ile gülümsüyordu. "Kendine
bir kol yaptıracaksan bu zaman alır. Ama işinde iyidir. Belden aşağısı tutmayan
oğlumu dimdik ayakta tutacak garip bir yürüteç yaptı." demişti kadın. Koen
ekmeğe sürdüğü yağı ağzına tıkayıp üstüne sütü içmişti. Hızla lokmasını yutup
kadının boynuna sarıldı. "Bana yardım ettiğin için teşekkürler. Şimdi
hemen gidip marangoz ile konuşmam gerek." demişti. Kadın öylece kalmıştı.
Koen gülümsedi ve hızla çadırdan dışarı çıkarken kenarda duran ufak deri
heybeyi aldı. Çıktı ve kamptan uzaklaşmaya başladı.
Bölüm On Sekiz
Kutsanmıştık
Askerler
günlük rutinleri içinde çalışıyordu. Kimi odun kesiyor kimi antrenman sahasında
kılıç yeteneğini geliştiriyordu. Şehir kapısına yakın yerde kışlanın son çadırı
bitmişti. Kapıya yaklaştığında insan gürültüsü tekrar artmıştı. Şehir
kapısından içeri girince etraftaki kalabalığı fark etti. Askerlerin kolayca
alışveriş yapması için girişe kurulan pazar doluydu. Ufak tefek şeyler satan
tezgahlar vardı. Mürekkep, bileyici ve ustura gibi... İnsanlar bunları çok
düşük ücretlere satıyordu. Koen Frange’nin içini çok bilmiyordu. Sadece büyük
yokuşlarını ve düzensiz evlerini biliyordu. Burada meydanı bulmak kolaydı.
Bütün sokaklar büyük meydanda biter ve başlardı. Meydana yaklaştığında birkaç
çocuğun akan su oluğunun başına toplandığı gördü. Ölü bir fareyi uzun sopayla
dürtükleyen çocuk esrarlı bir hikâye anlatıyordu. "Bu farelerin kralı. O
da sonunda açlıktan öldü." demiş ve dehşet dolu bir kahkaha atıp fareyi
sopanın ucu ile dürtüp ilerde korku ile dikilen zayıf çelimsiz çocuğa doğru
fırlattığında çığlıklar yükselmişti. Çocuk elindeki ekmek parçasını yere
düşürünce hemen sopalı çocuk yerden alıp gülmüştü. "Aptal!" diyerek
dalga geçip ekmekten büyük bir parça ısırmıştı. Çocuklar çok acımasız ve gaddar
varlıklardı. Ahlaktan uzak ve doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek kadar
saflardı. Koen çocukken dağda yağmur sonrası solucanları topladıklarını
anımsadı. Jeniske ile topraktan dışarı çıkmış solucanları toplayıp onları tuzda
can çekiştirip ardından kuruturlardı. Daha sonra ise onları kedilere verirlerdi
tuzlarını yıkayıp. Bazen solucanları ikiye bölüp içini görmeyi amaçlarlardı.
Bütün çocuklar gibi onlarda keşfetmek için vahşi güdülerini kullanıyordu.
Çocukları geçip meydana gelmişti. Bir grup rahip vardı. Tapınak rahipleri karlı
soğuk günlerin çabuk bitmesi için dualar etmek için meydana toplanmıştı. İnsanlardan
onlara katılmalarını istiyorlardı. Yürüyenlerin yollarını kesip onlara dua edip
tanrıların onlara yardım etmesin yoksa açlıktan öleceklerini söylüyordu.
"Hadi oradan, tanrılar yetişene kadar Qufang yetişti." diye
çıkışmıştı orta yaşlı bir adam. Sırtında bir çuval vardı. Çuvalı yere koyup
karşısında oldukça mahcup duran rahibin üstüne yürümüştü. "Senin
tanrıların onun tanrıları ne anlamı var. Sonunda açlıktan ölecektik. Qufang
bize yardım elini uzattı." demişti. Koen iki ülkenin de tanrılarının
farklı olduğunu biliyordu. Her ülkenin tanrısı tanrıları vardı. Her insan bir
tanrıya tapıyordu neredeyse. Hisar bu tanrıların hepsinin varlığını kabul edip
onların en başında büyük tanrılar olduğunu ve onların Hisar'ı kutsadığını
söylemişti. İnsanlar dini inançları için ciddi kavgalar etmezdi. Kimse kimsenin
tanrısını sorgulamazdı. Sadece tapınaklar ve tanrıların kutsal yerlerini
koruyanlar arasında ciddi tartışmalar olurdu. Hepsi kendi tanrısını daha kutsal
sayardı. İnsanlar da öylesine bir tanrıya bereket ve huzur için dua ederdi.
"Tanrılardan umudu kesmeyin. Onlar bizim en büyük destekçimiz." Koen
kulağındaki sesle irkilmişti. Ne tarafa gideceğini kestirmeye çabalarken bir
rahip onun yanında bitivermişti. "Bu gece ayininde tanrılara dua edeceğiz.
Bize ve bu ülkeye yardım etmeleri için. Lütfen genç efendi onlara saygınızı
gösterin. Onlara minnet sunun ki onlarda yanınızda olsun." demişti. Koen
adamın uzattığı güzel el yazısı ile yazılmış bildirgeyi aldı. Gülümsedi.
"Orada olmaya çalışacağım. Tanrılar bizimle olsun!" demişti. İnsanlara
verilen bildirgelerden farklı değildi. Yer zaman ve bir tanrının varlığı
üzerine kısa bir dörtlük yazıyordu. Koen onu açık çantasına attı ve sonunda
Marangozun ufak dükkanına giden yola koyuldu. Girdiği geniş sokakta birçok dükkân
ve ev vardı. Frange belki de şu an en özgür ülkelerden birisi idi. Güçlü
değildi, zengin değildi ama özgürdü. İnsanlar asla ciddi tartışmalara girmez
herkes huzur yanlısıydı. Kimse kimsenin işine karışmazdı. Birisi açıkta sokakta
yatmaz illaki birileri ona evinde ya da kilerinde yatacak yer verirdi. Koen
bunu Frange'ye ilk geldiğinde fark etmemişti. Ancak ikinci gelişinde olayın
işleyişini görme fırsatı bulmuştu. Çok da dik olmayan yokuş bittiğinde ana
meydandan daha küçük bir meydana gelmişti. Marangozun dükkânı on metreden kısa
mesafede karşısındaydı. Oraya doğru giderken tanıdık bir ses adımlarını
durdurdu. Aiken ona doğru yürüyordu. "Temizlenmiş ve dinlenmiş
duruyorsun." demişti. Koen başını salladı. Açık saçları ve boynundaki
şalın saçtığı koku yanan odunun kokusunu bile bastırıyordu. "Bir yere mi
gidiyorsun?" demişti Aiken karşıda duran marangozhaneye bakıp. Koen başını
salladı. "Aslında evet! Bir marangoza bir şey yaptırmam gerek." Aiken
bunu duyunca elindeki çuvalı omzuna attı. "Güzel. Benim de iki saat kadar
boş zamanım var. Hem laflarız hem de sana eşlik ederim." demişti. Koen
onun gelmesinde bir sorun görmemişti. İçeri doğru girdiklerinde dikildiği yerde
tahta bir kapı cilalayan genç onlara doğru dönmüştü. Dört uzun direkt ve
belinin çevresini saran halkaya asılı belden aşağısı dışında oldukça sıradan
bir gençti. Koen gülümsedi. "Ustan burada mı?" demişti. Aiken temiz
zemine çuvalını indirmişti. Genç başını sallayıp tezgâhın arkasına doğru
seslendi. "Müşterimiz var!" demişti. İhtiyar bir adamın sesi
duyulmuştu. Koen kimin konuştuğunu görmek için oraya yaklaştığında tezgâhın
arkasından bir adam doğrulmuştu. Yüzü gözü talaş içindeydi. Zımpara sesi de
aynı anda durmuştu. "Çok fazla sipariş aldık. Bir ay kadar sipariş
almayacağız." demişti. Aiken'i gören adam birden gülümsemişti. "Ordu
için mi sipariş mi vereceksiniz yine?" demişti. Günlerdir ordu burada mancınık
ve araba tekeri yaptırıyordu. Ordunun ihtiyacının giderilmesi için Tavi
meclisin oy birliği ile çıkardığı bütçeyi kullanıyordu. Marangozlar deliler
gibi bunun için çalışıyordu. "Hayır. Bu sefer ordu için değil. Öyle değil
mi Koen?" demiş ve yanında dikilen Koen'e bakmıştı. Koen başını salladı ve
boşta kalan kolunu gösterdi. "Bir kadın sizin benim için kol yapabileceğini
söyledi. Oğlu için bunu yapmışsınız." demiş ve ayakta dikilen adamı
göstermişti. Genç şaşkınlıkla baktı ve ardından yavaşça döndü. "Annem mi?
O mu gönderdi seni?" demişti. Koen başını salladı. "Evet sabah onunla
tanıştım ve benim umutsuzluğuma karşılık senin hikayeni ve efendim sizin
yeteneğinizi söyledi." demişti. Aiken şaşkınlıkla konuyu dinliyordu.
Marangoz derin bir nefes aldı. "Elbette yapabiliriz ama bunun için yüklü
bir ödeme alırım. Sonuçta meclisten gelen emirle sürekli bu tekerleklerden yapmam
gerek." demişti. Koen hızla heybesini karıştırdı ve büyük bir kese
çıkardı. Adama doğru uzattı. "Sorun değil. Neyse ödeyebilirim. Ama hızlı
olmalı ve birkaç gün içinde bu kolun bitmesi gerek." demişti. İhtiyar onun
elindeki büyük keseye baktı ve elini uzattı keseye. "Bu biraz fazla bir
ödeme. Sadece dört altın para yeterli olur." demişti. Kesenin içinde yirmi
altından fazla para vardı. Aiken onun kesesinde Qufang işlemesini görmüştü.
Saisa muhtemelen ona bu keseyi vermişti. "Keseyi bana ver!" demişti.
Aiken. İçinden beş altın çıkardı ve adama uzattı. "İşini hızlandırması
için bir altın fazla vereceğiz." demişti. Koen gülümseyip hızla çantasını
kenarda duran tabureye bıraktı. Adam onu ve Aiken'i arkadaki ufak yere almıştı.
Koen'in kolunun ölçüsünü alması gerekiyordu. Kızı onun için çizim ve ölçü işini
halledecekti. İhtiyar kızına durumu anlatınca çizim yapan kız hemen ayağa
kalkmıştı. "Elbette!" demişti. Koen’den gömleğine kadar soyunmasını
söylemişti. Üstündeki şal ve palto ile cübbeleri çıkarması biraz nu yormuştu.
Sıradan askerler için dikilmiş gömleklerden birisi vardı üstünde. Temizlenmiş
beyaz gömlek ile kalmıştı. Aiken onun hançerlerinin yanında olmadığını fark
etmişti. "Silahsız çıkmışsın!" demişti. Koen'den kolunu gömlekten
çıkarmasını istemişti kız. O gömleğin ipleri ile uğraşırken Aiken'e cevap
verdi. "Evet! Zaten kullanamayacağım için yanımda taşımıyorum. Bir saldırı
sırasında en azından karşımdakine ekstra silah temin etmiş olmayayım."
dedi. Aiken sandalyeye oturmuştu. Koen'in korkunç derecede zayıflamış olduğuna
gömlek omuzlarından kayıp düştüğünde şahit oldu. "Sana hiç yemek
vermediler mi Qufang'da?" Koen bunu duyunca bir an için eğilip
belirginleşmiş kaburgalarına ve zayıf beline baktı. Kızda onun zayıflığına
bakıp kalmıştı. "Aslında yeteri kadar yemek yemek istemedim." demişti
Koen. Ardından elini saçlarına daldırdı. "Normal bir süreç geçirmediğimi
biliyorum. Bir şeylere kendimi zorladıkça işler daha kötüye gidiyordu. Bende
kendimi zorlamamaya karar verdim. Ayrıca Qufang ordusundan ayrıldım. Belki Üç
Tanrı ve Frange'den de ayrılacağım. Kimse çolak bir komutan istemeyecek."
demişti. Kız sakince elindeki işaretli iple ölçü alıyordu. Aiken botundaki
çamurun çıkması için bulduğu çubukla çamuru dürtüklüyordu. Bunu duyunca birden
başını kaldırdı. "Bunu Karga Lider ile konuştun mu?" demişti. Koen
başını salladı. "Sabah konuştuk. Bu kararın benim kişisel kararım
olamayacağını ve savaş konseyi ile konuşulması gerektiğini söyledi. Kral
Maios'un kararının onu ilgilendirmediğini söyledi." dedi. Aiken çamuru
çubuğa yapıştırıp çekmişti. "Doğru! İstediğin anda ayrılamayacağını bilmen
gerekir. Gerçi çolaklık konusunda da haksız değilsin. Orduda ufak dedikodular
var. Ama inan bana tek elinle o ahmak herifleri hizaya getirebilirsin."
demişti. Koen belinin genişliğini alan kıza ardından Aiken'e baktı. "Sen
bana övgüde mi bulundun?" demişti. Aiken ona doğru çamuru fırlattı.
"Sonuçta Qufang'da senden az şey öğrenmedim. Yetenekli bir komutansın. Ve
orduda olmak sadece kılıç sallamak değil diyen sendin. " Koen gülümsedi.
"İyi bir öğrencisin." demişti. Aiken iç çekti. "Yine de konseyin
kararını beklemek iyi fikir. Ayrıca bu kol yaptırma fikri onların da hoşuna
gidecek. Karga Lider ve Efendi Tavi sabah bu konu üzerine konuşuyordu. Senin
umutsuzluğunu. Heyecanını gördüklerinde kararlarını etkileyeceksin." demiş
ve söylememesi gereken bir şey varmış gibi birden ağzını kapamıştı. Koen
kaşları çatık ona baktı. "Nerede konuşuyorlardı ki? Bu arada o dışarıda
bıraktığın çuval ne iş?" demişti. Aiken içeride dolaşan kedinin kuyruğuna
doğru elini uzattı. "Hiç. Ufak tefek erzak falan. Subay çadırına ustura
falan..." demişti. Koen bunun üzerine birden kaşları çatıldı.
"Peki!" demişti. Ama onun bir şeyler gizlediğini fark etmişti. Kız
ölçüleri bitirdiğinde gülümsemişti. "Komutansınız demek." demişti.
Koen gülümsedi. "Artık değil." diye eklemişti. Kız bunun üzerine
kaşlarını çattı. "O zaman sizin için özel bir çizim yapacağım. Akşam bu
taraflarda olur musunuz? Çizimi bitirmiş olurum. Ve oyma işleri için yarın
başlarız." demişti. Koen gülümsedi ve giyinmeye başlamıştı. Tek başına
beceremediği için kız nazikçe ona yardım etmişti. Bir saattir buradaydı. Kız o
kadar çok ölçü almıştı ki. Belinden, boynundan omzundan ve kolunun her
santiminden ölçüler almıştı. Yetmemiş diğer kolunu da ölmüştü. Aiken ile ikisi
çıktıklarında küçük meydanda bulunan ufak bir handa oturmuşlardı. Yanmış olan
eski han hala tamir edilmemişti. Koen oranın sahibini bu handa görünce
şaşırmamıştı. Zengin bir adamdı. İstediğinde istediği yerde bir han açabilecek
kadar zengindi. Aiken ekşi biradan istemişti. Koen ise içki yerine sıcak bir
şerbet almıştı.
"Saisa'nın koyduğu yasağa gerçekten uyuyorsun ha!" demişti Aiken.
Birasından büyük bir yudum alıp. Koen elindeki şerbetin biraz soğumasını için
bekliyordu. "Şarap ve bira gibi insanı halsiz bırakmıyor sanırım alıştım
buna." demişti. Sıcak şerbetin soğumasını beklerken koyduğu yere bakmıştı.
"Hesaplar benden." demişti Aiken. Birkaç gümüş çıkardı ve handa
çalışan küçük çocuğa seslendi. "Güzel sıcak ekmek getir birazda kavrulmuş
patates." demişti. Burada oldukça popüler olan atıştırmalıkları
öğrenmişti. Genel evin yakınında bulunan sokak satıcısının yaptığı tatlıları
anımsadı. Adını hatırlamaya çabalayarak. "Şu şerbetli kızarmış hamurdan
yapılma tatlıdandı." demişti. Çocuk gümüşlerden dördünü aldı ve hemen
koşup birkaç dakika sonra elinde tepsi ile geldi. Koen yemeklere bakıyordu. İştahı
yerine gelmişti. Özellikle tatlı onun çok hoşuna gitmişti. Sıcak tatlının
şerbeti onun için ilginç bir deneyimdi. "Genelevin oradaki yokuşta ufak
bir tezgâhta bir adam yapıyor. Onlar daha leziz oluyor taze taze." dediğinde
Koen ona bakıp gülmüştü. Aiken ise hemen gözünü kaçırdı. "askerleri oradan
toplaya toplaya öğrendim. Adamlar dağda kadın görmemiş gibi kadınlara gidip
paralarını çarçur edip duruyor." diye hemen savunmaya geçmişti Aiken. Koen
biraz soğumuş şerbetinden içti. "Dağda olan kadınlar ya şifacı ya da savaşçıydı.
Buradaki fahişelerin güzelliğinden etkilenmeleri normal. Boyalı yüzleri ve
kılsız vücutları erkekler için inanılmaz etkileyici olur." demişti. Aiken
ona baktı ve fısıldadı. "Daha önce gittin mi oraya?" diye çekinerek
sormuştu. Koen başını iki yana salladı. "Hayır. Birisiyle yatarken ona
para ödemek pek benim tarzın değil." diye geçiştirdi. Aiken ise daha bir
merakla konuştu. "Kadınlar bütün vücutlarını tıraşlayıp yapışkan bezlerle
kıllarını alıyormuş. Subay çadırlarında bir kadını anlatıyorlar. Uzun
boyluymuş. Sarı saçları kalçasına kadar iniyormuş. Güzel bir yüzü varmış. Ufak
kırmızı dudakları ve iri yeşil gözleri. Sesi ise o kadar narin ve kusursuzmuş
ki onunla birlikte olurken ağlamak istiyorlarmış." Koen bunu duyunca
şaşırmıştı. " Böyle bir kadını kafasında canlandırmak... Onun için büyülü
bir güzellik gibi gelmemişti. Sadece etkileyici bir kadın olduğunu düşündü. Hiçbir
kadınla birlikte olmamıştı. Jeniske dışında kimse ile yatmamıştı daha önce.
"Bir kadınla birlikte olmak önemli ama güzel bir kadınla birlikte olmak.
Onunla uyumak bile bence bir erkek için önemli. Subaylar onun yanına gitmeden
önce güzelce yıkanıp tıraş oluyor. Herkesi kabul etmezmiş. Odası sürekli ayva
çiçeği gibi kokarmış. Bazen sadece birisini seçer ve saatlerce onunla odasından
çıkmazmış. Sonra da kimseyi almazmış odasına. Diğerleri gibi bacaklarını ayırıp
yatmazmış. Konuşurmuş bazen şarap ikram edip sohbet edermiş. Bu bizim gibi aynı
çadırda otuz adamın yattığı yerde kalmak zorunda olanlar için hayal gibi bir
şey. Bir kadının şefkati..." Aiken bunu söyleyip iç çekti. "Belki
biraz param olursa bende onunla tanışmaya giderim. Ama çok pahalıya kabul
ediyormuş herkesi. Onun için kemik saplı usturasını satan oldu." demişti.
Koen şaşkınlıkla şerbetini içiyordu. "Sana borç para verebilirim."
demişti. Aiken bir an duraksadı. Utançla başını yana doğru çevirdi. "Buna
evet demek bir erkek için onursuzca olur." Koen bunu duyunca gülümsedi
yanındaki çantadan kesesini çıkardı. "Bir erkek bir kadını bu kadar
düşlüyorsa ona yardım etmek bence onursuzluk değil. Hem borç vereceğim. Ayrıca
gittiğimiz savaşta döneceğimiz ne malum. Hem biz dost sayılırız. Erkekler birbirine
bu konuda anlayışlı olmalı." demişti. Keseyi ona doğru uzattı. "Bir
kadınla konuşmayı özlemiş gibisin. Saisa'nın evliliği seni yeterince yıprattı.
Buna ihtiyacın var." demişti. Aiken bir an duraksayıp ona bakıp kaldı.
Gözleri kocaman açılmış ağzı aralıktı. "Onu sevdiğini biliyorum. Ama o
seni bir kardeş gibi görmenin ötesine gidemiyor. Maios ‘tan nefret etmeyip onun
sevgisine saygı göstermen bile beni etkiledi. Sen onurlu ve gururlu bir adamsın
Aiken. Birileri ile konuşman gerek." demişti. Aiken öylece kalmıştı.
Keseyi geriye doğru itekledi. Yüzü solmuştu. "Onun Kral Maios'u sevdiğini
düşünmemiştim. Bir çocukları olduğunu bile bilmiyordum." demişti. Koen
gülümsedi. "O duygularını derine tutan bir kadın. Onu anlamak çok zor. Ama
senin ona olan sevgin ve saygın onu hep etkilemiş. Maios ile evlendikten sonra
bile hala senin ona mektup yazıp halini sorman evliliğinin yolunda olup
olmadığını sorman hoşuna gitti. Ona olan sevginden dolayı Maios'a saygı
gösteriyor oluşunu çok onurlu buluyor." Koen bunları söylediğinde Aiken
derin bir nefes aldı. "Onu sevdiğimi anlamış mı?" demişti. Koen
gülümsedi. "Zeki insanları kandırmak zordur. Saisa çok zeki bir kadın.
Kimin kime nasıl baktığından onların aralarındaki her şeyi anlayacak kadar
zeki." demişti. Aiken buruk bir gülümseme ile baktı. "Oğlu da umarım
ona çekmiştir. Aptal babası gibi olmaz." demişti. Koen bunun üzerine
güldü. "O zaman bu ufak borcu kabul et." demişti. Tekrar keseyi ona
doğru sürüdü. "Daha fazla bu paraya ihtiyacım olmayacak. Jeniske
muhtemelen ne istesem alıp getirecek. Bu senin olsun. Hem emeklerin için hem de
arkadaşlığımız için. Zamanı geldiğinde bir şekilde ödersin." demişti.
Aiken gülümsedi. Keseyi aldı ve kendi belindeki deri çantaya koydu.
"Efendi Jeniske'den bana daha fazla ödeme yapması konusunda konuşup yavaş
yavaş öderim." dedi. Koen gülmüştü. Tatlıdan birkaç tane daha ağzına attı
ve zevkle yemişti. Aiken oldukça akıllı bir adamdı. Ama genç bir erkek gibi saf
ve güdülerinin tutsağıydı. Dağdan gelen çoğu kişinin ailesi vardı. Her ne kadar
köle gibi madenlerde zamanında çalışmış olsa da burada ailesi vardı ya da
Qufang'da ama Aiken hem öksüz hem yetimdi. Madenlerde daha ufak bir çocukken
çalışmaya başlamış ve sadık bir adamdı. Jeniske ile tanıştığında idealist bir
genç olmuştu. Atılgan ve heyecanlı idi. Diğerleri kadar cebi dolu değildi.
Genelde ihtiyaçlarını zaten Jeniske karşıladığı için asla paraya ihtiyaç
duymamıştı. Frange'de ise paranın kullanımını anlamıştı. Protokolde onun için
yediği önünde yemediği arkasında bir hayat vardı. Sürekli uyuyacak bir yatağı
ve içecek bir şarabı olurdu. Tıraşını hançeri ile olabilir ve yıkanacak illa
bir hamam bulurdu. Jeniske onun için emir verdiğinde kıyafeti olurdu. Böyle bir
hayatta bir kese altını yersiz bir yük olarak görmesi normaldi. Çocukken madende
yemeği olurdu yatacak şiltesi de. Şimdi ise paranın nasıl harcandığını
görüyordu. Kışlanın dışında insanların el açıp önce para dediğini gördüğünde
biraz afallamıştı. Jeniske'nin parası vardı. Ve bu paranın kaynağını kimse
bilmezdi ama kışlada kendi ordusuna gümüş para dağıtmış ve ihtiyaçlarını
şehirden karşılamalarını söylemişti. Ayrıca şehirdeki zanaat ustalarına birçok ödemeyi
o yapmış ve çamaşır için yemek için gelen kadın ve erkeklere para vermişti.
Atlar satın aldırmıştı. Bu paranın kaynağı herkes için bir sırdı. Çadırda para
konulacak sandık yoktu. Sandıklar kitaplar ve parşömenler y da kıyafetlerle
doluydu. Ama her zaman kaynağı belirsiz bir para vardı. Aiken bunu asla
Jeniske'ye soramamıştı. Paranın Qufang ya da Frange'den geldiğini düşünüyordu.
Ya da o güçlü bir efsuncu idi. Zamanında efsuncuların parmaklarını şaklatarak
para yaratabileceğini duymuştu. İstediği kadar altın yapabileceğini
düşünüyordu.
Masada
atıştırmalıklar ve içecekler bittiğinde Aiken yavaşça ayaklandı. "Şimdi
gitmem gerek. Bu çuvalı teslim edeceğim. Sen Kışlaya mı dönüyorsun?"
demişti. Koen onun ne yaptığını öğrenmek istiyordu. Aiken'in onu istemediğini
anlamıştı. Başını sallayıp çantasını boynundan geçirip kalçasına doğru attı.
"Evet! Gidip halletmem gereken işler var gün batmaya yakın tekrar şehre
gelirim. Sanırım sarayda kalacak yer ayarlıyorlardı." demişti. O sarayda
kalmayacaktı. Jeniske ile o çadırda kalmayı kafasında tasarlamıştı. Onunla
orada kalmak varken boş ve soğuk duvarları olan bir odayı ve yatağı tercih etmezdi.
Jeniske ile çadırda daha eğlenceli ve güzel zaman geçirebilirdi. Uzun süredir
görüşmemişlerdi. Konuşulacak şeyler ve birazda özel zaman geçirmek için bir
fırsattı bu.
"Tamam
o zaman bende gelebilirim istersen." demişti. Koen gülümsedi. "Fark
etmez. Zaten muhtemelen Jeniske'ye söylerim ve o da gelmek isteyebilir. Gün
batmaya yakın marangozun dükkânın önünde olurum. Görüşmek üzere, hoş çakal!"
demişti. Aiken ve Koen hanın önünde ayrılmıştı. Koen ufak bir han çevresinde
turdan sonra Aiken'in gittiği yola girdi. Suikastçı olarak eğitilmenin güzel
yanı bir insanı gölgesi kadar yakından izleyip fark edilmemekti. Aiken bir
yokuşa gelmişti. Çuval ağır gibiydi. Oraya doğru ilerleyip bir derici dükkânın
açık kapısından içeri girmişti. Koen orada ne olduğunu görmek için usulca
kapıya doğru sokulduğunda içerden gelen sesleri duymuştu. "Niye bu kadar
geciktin. Altı üstü bir torba dolusu parşömen alıp gelecektin." demişti.
Aiken şişkin midesine elini koyup konuşmuştu. "Meydandan geçerken Koen ile
karşılaştım. Bir marangoza gitmiş. Sanırım kadına verdiğiniz emirler işe
yaradı. Marangoz haneye gidip kolunun ölçüsünü aldırdı. Akşamda tasarımı
görmeye gidecek. Onunla gitmek istedim. Birazda yemek yedik. Havadan sudan
konuştuk." demişti. Tavi bunu duyunca mırıldandı. "Kadın aklı başında
birisi olmasa onu ikna edemezdiniz efendim." demişti. Jeniske oturduğu
yerden kalkıp botları tahta zeminde tıkırtılar çıkararak yürümüştü.
"Konsey toplanmadan önce şu planları gözden geçirelim. Konumuz Koen değil
şu an. Kral Maios'da hazır burada iken şu eski haritaları okumamıza yardım
etsin." demişti. Genç bir kadının sesi gelmişti. "Efendim açıkçası bu
haritalarla ne yapacağınızı bilirsek onları sizin istediğiniz şeylere göre daha
net çizebiliriz. Nikow ile onları hızla hazırlarız." Kızın sesi duruldu ve
ardından Maios'un sesi geldi. "Yeni yollar belirlemeye çabalıyoruz.
Koen'in haritası gibi oldukça net ve belirgin bir harita lazım bize. Onun
haritası Frange ve Üç tanrı dağına saldırı planlamak için kullanılacak. Bizde
Qufang için geniş orduların geçeceği ir güzergâh ve ağır top ve mancınıkları
taşıyacak yollar lazım." demişti. Koen yavaşça biraz daha kapıya yaklaştı.
Bu planlamada neden yer almadığını düşünüyordu. Onun haritası derken neyden söz
ediyor olabilirlerdi. Çizdiği harita kan ve tozla dolduğu için mahvolmuş
olmalıydı.
"Bir de..." Koen Jeniske’nin sesini duyunca birden dikkatini içeriye
verdi. "Kral Maios bunca yardımından dolayı arşivlerinizi Kâtip Mona ve Kâtip
Nikow’a açılmasını talep edeceğim. Kendileri iyi birer tarih yazıcısı." demişti.
Maios keyifle gülmüştü. "Tozlu arşivi kullanacak birileri olması Saisa'nın
da hoşuna gider. Neden olmasın." demişti. Mona'nın gülüşü duyuldu.
"Size nasıl teşekkür etmesem bilemedim efendim. Hem Koruyucu Koen ile
tanışma fırsatı sağlayıp hem de bana arşive erişim sağlıyorsunuz."
demişti. Koen adı geçince huzursuzca merdivene doğru çöktü. Neler oluyordu
içerde öyle. Kimlerin olduğunu görme şansı yoktu. O anda onu fark ederlerdi.
İçeriyi pür dikkat dinlerken bir çift ayak yanından geçip içeri girdi. "Dışarıdaki
asker sizin yaverlerinizden mi?" demişti ihtiyar bir ses. Koen bunu
duyunca hemen iki evin arasına doğru sıvışmıştı. Aiken hızla dışarı koşmuş ama
kimseyi görememişti. Etrafa göz atmış iki evin arasına bakmış sokağın aşağısı
ve yukarısına... İçeri geri dönüp başını iki yana sallamıştı. "Kimse
yok!" demişti. İhtiyar derici ona bakıp merdivenin orayı işaret etti. Bir
genç oraya çökmüş içeriyi dinliyordu. Başına bir kapüşon geçirmişti."
dedi. Hepsi derin sessizlik içinde birbirine bakıyordu. "Hisar içeri
casuslarını sokmuş olabilir." Tavi bunu söylerken sesi alçak ve sadece
odadakilerin duyabileceği tondaydı. Jeniske kaşlarını çattı. "Onların
tarafından gelen kimse yoktu. Olsaydı bunu görürdüm. Onca izleyici karga
yolları tutuyor. Buradan bilgi çıkaramaz." demişti. Maios oturduğu yerde
elini sakalına götürdü. "Öylesine birisi olabilir mi? Bir dilenci ya da
yorulup biraz oturmak isteyen birisi?" Kimseye bu mantıklı gelmiyordu.
Kendisine bile mantıklı gelmemişti. Jeniske kaşlarını çattı. "Aiken takip
edilmiş olma ihtimalin var mı?" demişti. Aiken başını iki yana sallayıp
elini beline koydu. "Takip edilsem fark edilirdim." dediğinde Jeniske
birden yumuşadı. "Fark edemeyeceğin birisi var." Aiken birden elini
alnına vurdu. "Koen!" demişti. Jeniske kapıya doğru başını omzu
üzerinden çevirdi. "Muhtemelen buralarda bir yerde." demişti. O anda
kapının önünde birisi belirdi. Koen onlara bakıyordu. Biraz kafası karışmış
birazda sinirliydi. Bir süre içeri baktı. Tanımadığı ü kişi vardı. Geri kalan
yüzlere aşinaydı. "İçeri gelsene Koen!" demişti. Koen bunu duyduğunda
kaşları daha sert çatılmıştı. "Sadece bir şey soracağım!" demişti.
Jeniske ona doğru döndüğünde Koen sinirliydi. "Niye gelip bana bu fikri
kendin vermedin de bir kadını kullanarak bana fikir üretmiş muamelesi yatın. Ve
bundan herkesin haberi vardı..." demişti. Jeniske derin bir nefes aldı.
"Aslında bu fikir benimdi." Maios oturduğu yerden kalkmıştı.
"Kendine fazla yükleniyordun ve umutsuzluk seni hasta ettiği için biraz
bir şeylerde..." Koen sinirle ayağını ileri doğru atıp elini savurdu.
"Bir çocuk gibi umutlanıp kendimce geri dönüşü bulduğumu düşünmemi
istediniz. Gerçekten bunu niye yapıyorsunuz? Benim haritam denilen..."
Birden masaya doğru hızla yürüyüp Jeniske'yi kenarı doğru itmişti. "Bu
benim haritam. Onu nasıl?" Aiken öne doğru bir adım atmıştı. "Odada
bulduğumda onu buraya getirdim..." Koen birden öfke ile haritayı çekip
almıştı. "Onu çaldın yani! Siz benim arkamdan iş çevirip benim planlarımı
görüp benim aklımla oyun oynuyorsunuz." demişti. Haritayı yere doğru atıp üstüne
çamurlu botu ile bastı. "Bunca şeyin dışında beni tutup benim fikirlerimi
çalıyorsunuz. Ne olmasını bekliyorsunuz. Hasta ve çolak bir adam var ve onun
kendini toparlaması için biz zaman kaybedemeyiz. Zaten sizinle devam etmek
istediğim yok! İyileşmek gibi bir derdimde yok." diye bağırıp masaya doğru
bir tekme savurup onu yana doğru devirmişti. "Koen tamamen yanlış
anladın..." Aiken ürkek bir sesle konuşmuştu. "Yanlış anlaşılma yok.
Bana bakıcılık yapmak zorunda değilsin. Ya da benim hastalıklı halimi düzeltmek
için entrika çevirmek zorunda değilsiniz." Jeniske'ye doğru dönüp işaret
parmağını ona doğrulttu, "Bana acımak zorunda da değilsiniz."
demişti. Öfkeyle dışarı doğru yürürken içeride herkes olduğu yerde şaşkınlık
içinde kalmıştı. "Koen beni dinlemeden o kapıdan bir adım bile
atarsan..." Jeniske durgun bir sesle konuşmaya başlamıştı. Koen olduğu
yere birden çivilenmiş gibi hissetti. "Senin toparlanman ve tekrar aramıza
katılman için çabalayan bu insanlara hakaret edip korkak bir piç gibi
kaçamazsın." demişti Jeniske. Koen bunu duyduğunda omuzları titremişti.
Yumruk yaptığı elini öyle çok sıkmıştı ki gıcırtı duyulmuştu. "Şimdi
herkesi burada durup dinleyeceksin. Madem geldin..." Jeniske birkaç adım
atmışken Koen ona doğru hızla dönmüştü. "Kimse beni dinleme gereksinimi
hissetmeden karar almışken bunun için zaman harcama derdinde değilim. Devam
edin." demiş ve hızlı adımlarla kapıya doğru yürürken Jeniske daha sert
bir sesle bağırmıştı. "Koen!" Ancak buna aldırış etmeden genç çıkıp
gitmişti kapıdan. Mona eğilip yerde çamur olmuş haritayı almıştı.
"İstersen onun ardından gidip..." Jeniske konuşan Maios'a dönmüştü.
"Biraz yalnız kalıp kafasını toplasın. Yeterince şeyle boğuşurken onu
daraltmak işleri daha kötü yapacak. Biraz zaman ihtiyacı var. Kendine
yüklenmekten yorulduğunda geri döner." demişti. Aiken elini alnına
götürmüş derisini gergince ovuyordu. "Daha dikkatli olmam gerekirdi Karga
Lider. Bunun için üzgünüm." demişti. Jeniske masaya ve düşen parşömenlere
baktı. "Sorun değil o bunun için eğitildi. Dikkat etsen de fark
edemezdin." demişti. Aiken eğilip Nikow ve Mona'nın parşömenleri
toplamasına yardım ederken Jeniske gergindi. Koen'i sinirli görmenin ötesinde kırgın
görmüştü. Ona karşı oyun oynandığı düşüncesi ile kırılmış olmalıydı.
Sinirlendiğinde bağırmazdı. Kırıldığında bağırırdı o genelde. Maios ona bakıp
dışarıyı gösterdi. "Gidip biraz hava alalım mı?" demişti. Jeniske
usulca başını salladı. Maios onunla kapıya doğru yürürken yerdeki kâğıdı
görmüştü. "Rahip davetiyesi..." demişti. Jeniske kâğıda baktı.
"Koen düşürmüş olmalı." diye ekledi Maios. Onun nereye gideceğini
biliyor olmak Jeniske'yi biraz rahatlatmıştı. "Akşam belki tapınağa
uğrarız. Sonuçta tanrıları ziyaret etmek önemli." demişti. Jeniske ona
baktı ve sokakta yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Başını olur anlamında
sallamıştı. Maios onunla arka sokağa doğru dönünce yavaş yavaş konuşmaya
başlamıştı. "Son zamanlarda uykuları kötüydü. Sürekli iştahsız ve
kusuyordu. Saisa onu saraydan çıkarmama konusunda kararlıydı. Onun sağlığı için
yolculuğun yorucu olduğunu söylüyordu. Ancak buraya geleceğimizi öğrendiğinde
yolculuk için biraz yemek yemeyi denemeye başladı. Bir hafta boyunca yolculuğa
çıkabilecek kadar güçlü olduğunu kanıtlamak istedi. Yolda onun heyecanlı
olduğunu fark ettim. Sonuçta burada daha fazla tanıdığı insan var. Ve Qufang'da
yalnız hissediyordu. Yokuşu tekrar çıkmaya başlamışlardı. Jeniske onun nereye
varmak istediğini anlamaya çabalıyordu. "Qufang'da istifa ettiğinde tek
gerekçenin çolak olması olduğunu düşündüm. Saisa ise bunun seninle alakalı
olduğunu söyledi. İkiniz arasında bir bağ olduğunu ve bu zor süreçte onunla
olmanı onu ayakta tutmanı istiyormuş. Tek başına savaşamadığını itiraf
edemediği için suçu koluna atmaktan çekinmiyormuş. Ben bu kadar ince düşünen
bir adam değilim Jeniske. Saisa bana onun ayrılışını kabul etmemi tavsiye ettiğinde
şaşırdım. Sonuçta ordu onun kafasını oyalardı. Eksikliklerini kapatırdı. Saisa
ise onun orduya değil sana ihtiyacı olduğunu ve Qufang'a çağırmamızı istedi
seni. Ama burada ordun ve emir bekleyen adamların var. Bencilce olurdu diye
düşünüp onu buraya getirdim ve burada Tavi ile bir marangozun ona kol
yapabileceğini öğrendik. Yani bu aptalca plan sanırım geri tepti. O yüzden daha
fazla onun işine karışmayacağım. Saisa'nın bana başta söylediğini yapacağım.
Onu sana vereceğim. O çok iyi bir asker, strateji uzmanı ve savaşçı. Onun gibi
bir adamı kaybetmek hoşuma gitmiyor ama seninle olması gerektiği konusunda
bende artık karara vardım. Onu ordunda tutmanı istiyorum." dedi. Jeniske
birden ona dönüp bakmıştı. "Bunu bende istiyorum. Bu savaşa neden
girdiğimizi açık açık size söylemiştim. Bu benim ve onun geçmişte yarım kalan
hikayesinin sonu. Bu ruhani bir yolculuğun son demleri." dedi. Maios
başını yavaşça salladı. "Olayın sadece bu olmadığını görüyorum. Nedensizce
onu itekliyorsun. Sanki orduda olmasını istemiyor gibisin. Peşinden gidip ona
bu planların senin olmadığını neden söylemedin. Niye ordudan uzak
tutuyorsun?" demişti. Jeniske kaşlarını çattı. "Onu zorlamak
istemiyorum. Kendini hazır hissetmiyorsa burada kalması daha iyi olur. Onu
benden iyi tanıyor olamazsınız." Maios bunu duyunca başını iki yana
salladı. "O odada onun yapabileceği bütün itirazlara rağmen çıkınca
tepesine bindin. Ona orduna katılması için baskı yaptın ve kolu kesildiğinde
bile giderken zamanı geldiğinde onu yanında görmek istediğini defalarca
söyledin. Şimdi o buna hazır olduğunu söylemeye çabalarken sen onun hazır
olmadığını ima ediyorsun. Sanırım sorun kesik tek bir kol değil. Korkuyorsun Jeniske.
Her ne kadar tanrıların gerçek rahibi ve geçmişten gelen bir ruh olsan da sende
insansın ve sende seviyorsun. Ve şimdi korkuyu görüyorum." Jeniske bir an
öylece kalmıştı. Maios ile ne zaman bu kadar yakın olmuştu. Ne zamandır böyle
iki dost gibi bir köşede dertleşir hale gelmişlerdi. "Onu kışkırtıp
ordudan uzak tutuyorsun. Aiken'i takip edeceğini biliyordun hatta. Senin
gözünden kaçmaz. Niye yapıyorsun? Onu parça parça ederken burada niye bırakmaya
çabalıyorsun?" demişti. Jeniske başını yana doğru çevirdi ve Maios'a
baktı. "Çünkü ölecek! Gelecek asla değişmeyecek. Onu yanımda götürmek
sadece ölümü tekrar getirecek. Bunu bildiğim için onu uzak tutuyorum.
Korkuyorum çünkü bir avuç mızraklı keşişle kavga etmiyorum ben." işaret
parmağını yukarı doğru kaldırdı ve gözlerini Maios'a dikti. "Kavga
etmekten çekindiğim kişilerle başım büyük belaya girmek üzere. Ve bu savaşın
içinde Koen zırhsız ve silahsız bir savaşçı gibi. Onu kutsayan ve koruyanlar
olmadığı sürece o bu savaşta olamaz. Canını yakmaya çekinmeyecek çok fazla
kutsanmış ve kutsayıcı var. O yüzden bu sefer olmaz." demişti. Kaşları
çatıktı. "Savaş sadece biz insanlar arasında değil Maios. Savaş göklerin
ve yıldızların ötesinde. Onların arasında kaldığımızda bizleri kutsayanlara
sığınırken o terk edilmiş bir köpek gibi kalacak." Maios derin derin
düşünüyordu. "Kâhinin dedikleri doğru o zaman. Yer yüzündekilerin gök
yüzündekilere baş kaldırışı..." Jeniske bunu duyunca şaşkınlıkla onun
yolunu kesti. "Bunu kim söyledi sana?" demişti. Maios ona baktı.
"Rüyamda gözleri kör bir kâhin gördüm. Ve bana yer yüzünün gök yüzüne baş
kaldırdığı gün özgürlük için çok kişinin öleceğini söyledi. Kutsayıcıların
artık bencil birer varlık oluşunun biz insanları yorduğunu söyledi. Ve siyah
bir karganın gökyüzünde uçuşu ile kızıl bir tilkinin yer yüzünde koşuşunu
gösterdi. Sen Karga isen tilkide o ... Eğer onu uzak tutarsan yer yüzü ile gök
yüzüne aynı anda müdahale edemezsin. Biraz düşün." dedi ve köşeye doğru
yürüdü. Evin çevresinde yapılan bu kısacık turdan sonra Jeniske dönmemişti.
Maios derin düşünceler içinde kapıya uğramış ve bir süreliğine kışlaya
gideceğini söylemişti. Ona kâhinin haberini iletmek için görevli olduğunu
söyleyemezdi. Kâhin onu gece rüyalarında ziyaret edip karanlığın sadece
bulutlar kadar hafif ve rüzgârda dağılacak kadar zayıf olduğunu söyleyen kör kâhinin
kehanetlerini yazdığı ufak defterine tekrar göz atıyordu. "Kara karga gök
yüzünde bir fırtına çıkarıp kızıl Tilki çayırları bir tazı kadar hızlı aşarken
bulutlar öyle şiddetle dağılacak ki yer yüzündekiler doğrunun aydınlığında kör
olacaklar. Kan denizi kızıla boyayıp kargalar leşlerinin gözün oyarken
kutsadıkları her bir ruh tarafından ağırlaşanlar yer yüzüne inecek ve kıyamet
gecesi gibi bir gecenin sonunda aydınlık gerçeklerle beraber sağ kalanların
zihinlerine dolacak." Buraya gelmesinin temel kararı bu kehanetti. Saisa
ile bunu paylaştığında neden seçilen kişi olduğunu anlamamıştı. Asil soylu
olmak mı? Hayır daha fazlası olmalıydı. Ataları bu topraklarda çok eskiydi.
Frange gibi toplama bir krallık değildi Qufang. Daha eskiydi binlerce yıllık
bir geçmişi vardı. Onların antik tanrılarla bir ilişkisi olmalıydı. Başının
ağrısı ile elini alnına koyup ufak defteri kapattı. "Şimdi ne yapacağım?
İnsanların tanrılara kafa tutması. Delirmiş olmalıyım. Delirmiş ve artık bu
savaşın anlamını yitirmiş olmalıyım. Ah Saisa şu an burada olmana ne kadar
ihtiyacım olduğunu bir bilsen." Sözcükler ağzından yuvarlanarak dışarı
çıkıyordu. İşlerin nere varacağını bilmemek. Bir kral için korkunç bir durumdu.
Bu kışlada kraldan çok sıradan bir subay gibi hissediyordu. Frange öyle bir
atmosfere sahipti ki kimse kendini başkasından üstün göremiyordu. İnsanlar bir
krala bile sıradan bir adam gibi davranabiliyordu. Ne büyük bir kargaşa ve
düzendi. Maios daralmış halde eliyle gömleğinin iplerini çekiştirip sandalyeye
iyice yerleşti. Yerleşmekten öte yığılmıştı. İşleri yoluna koymak ve kader
çizgisinde görevini yerine getirmek. "Lanet olası tanrılar bana nasıl bir
hayat çizdiniz de başıma gelenleri usulca kabul edip yoluma devam etmeyi kabul
etmemi istiyorsunuz!" diye haykırmıştı. Maios tanrılara ve rüyasına giren
kör kâhine hayıflanarak sandalye başında sızdığında hava kararmaya başlamış ve
Aiken uzun süre Koen gelir diye marangozun orada beklemişti. Ancak ondan bir
haber alamadığında başını kaldırıp uçan kargaya baktı. Jeniske'ye Koen'in
gelmediğini işaret etmek için başını iki yana salladı. Jeniske Tavi ile
meydandaki handa oturuyordu. Tavi onu dericinin dükkanından çıktıktan sonra
sokakta dalgın dalgın yürürken bulmuştu. Ne olduğunu sormadan hana gitmeyi
teklif etmiş ve Jeniske bunu kabul etmişti.
"Koen'i bulması için birliklerden birini göndereceğim." Tavi bunu
söylediğinde Jeniske başını iki yana sallamıştı. "Nerede olduğunu
biliyorum. Sadece marangozun dükkanına gidip gitmeyeceğini merak ettiğim için
Aiken'i yolladım. Kapı usulca açılmıştı. Aiken içeri girdi ve onların yanına
oturdu. "Adama kolu yapmasını söyledim." demişti. Jeniske tapınağın
çalan çanını duydu ve yavaşça ayağa kalktı. "Nereye efendim?" Aiken
onunla yola çıkmak için ayaklanmıştı. "Tapınağa." demişti Jeniske
durgun bir sesle. "Doğru ya bugün tanrılara yakarış için insanların çoğu
orada olacak. Benim de gitmem gerek. Meclis üyelerinin gitmemesi sorun
olabilir." Tavi bunu söyledi ve birkaç gümüşü masaya bırakıp birden
şaşkınlıkla Jeniske'ye çevirdi başını. "Peki siz neden oraya
gidiyorsunuz?" diye merakla eklemişti. "Koen muhtemelen oraya gitti.
Buraya gelip bir oda kiralamadı." demişti. Gerçekten de Koen bunu
yapamazdı. Bütün parasını Aiken'e vermişti ve cebinde tek bir kuruş bile yoktu.
Yolda aval aval yürüyüp her şeye sinirlenmekle meşgulken bir rahip onu tapınağa
davet etmiş ve içerideki ayinde bulunması için ayaklarına kadar kapanmıştı.
Koen bunu kabul etmiş ve içeri girmişti. Meclis tapınağın içine hiç
karışmamıştı. Orada olanlar tanrılar ve rahipler arasındaydı. Koen için o
geceyi orada geçirmek ve dua ediyormuş gibi davranmak oldukça mantıklıydı.
Kışlaya dönemezdi. Herkesle kavgalı ve onlardan nefret ediyordu. İçeri doğru
yürüdü. Binlerce mum yüksek kubbeli tapınağın içini aydınlatıyordu. Yere
serilmiş hasır şilteler üstünde oturmuş insanları rahiple beraber geçti gitti.
Ardından öndeki boş şilteye oturdu. Rahiplerden birkaçı ufak yükseltide oturmuş
minik çanları çalıp eski bir dilde bir ilahi söylerken birkaçı ellerinde bakır
kaplarla insanların arasında yürüyordu. İnsanlar bakır kabın içinden pirince benzer
şeyden bir avuç alıyordu. Koen onların minnacık akarsu çakılları olduğunu ona
uzatıldığında fark etmişti. "Tanrılar sizi kutsasın. Onları onurlandırmak
için alın." demişti. Koen daha önce Frange halkının nasıl tapındığını
duymuştu. Bu ufak çakılları en yüksek yerde duran biri erkek biri kadın
heykeline doğru fırlatıp ağlayacaklardı. Ağlayamazdı ama yere kapanıp
ağlıyormuş gibi bir süre durabilirdi. Meclis üyelerinin yanından geçişi ile
irkilmişti. Tavi'de aralarındaydı. Tavi onu fark etmesin diye başını yere doğru
eğip dua ediyor gibi davranmaya başlamıştı. Jeniske'nin yakınlarda olduğunu
anladığında ensesindeki bütün saçlar diken diken olmuştu. Dönüp onu görmeye
yeltenmedi. İkinci defa çan hızla çaldığında derin bir sessizlik olmuştu. Mavi
cübbe içinde uzun sakallı yaşlıca bir adam öne doğru yürümüştü. "Tanrıları
bu gece ziyaret ettiğiniz için minnettar olduklarını söylemeye gerek yok.
Yıllardır bu tapınak hiç bu kadar aydınlık ve güzel olmamıştı. Sizler onların
gücüne inanıp onlara yakarmaya gelen sizler bilin ki bu karşılıksız kalmayacak.
Onlardan bizlere yağmuru ve baharı getirmesini dileyeceğiz. Her tanrının
istediği gibi özgürce ibadet eden halkları olması için orduların başarılı ve
barışçıl bir sefer düzenlemesini dileyeceğiz. Onlardan yer yüzündeki çocukları
için merhamet dileyeceğiz." Rahip sözlerini sürdürürken bir çan onun
sesinin ritmine uygun şekilde çalmaya başlamıştı. İnsanlar o konuşmasını
bitirdiğinde ayağa kalkmış ve sırayla gidip tanrıların heykelleri önüne taşları
fırlatıp yere kapanarak selam vermeye başlamıştı. Koen olduğu yerde elinde
incecik çakılları tutarak oturuyordu. Gidip tanrılara tapınmayacaktı. İnsanlar
gidip gelirken rahipler bir ilahi söylüyor ve yanlarından geçenlerin alnına
bakır kaptaki sudan sürüyordu baş parmakları ile. Kutsanmak çok değerliydi. Bir
tanrının himayesinde korumasında olmak. İnsanları kötü ruhlar ve güçlerden
başka tanrıların hileci oyunlarından korurdu bu. Koen bunu düşünüp kesilmiş
kolunu tuttu. Kutsanmış olsaydı basit bir lanet gibi kusarak atabilirdi onu.
Ama onu koruyan bir tanrı ya da tanrıça yoktu. "Bu dünyaya ait
değilsin." yanına oturan kişi az önce oturan kişi değildi. Yün kokusu
yerini yasemin kokusuna bırakmıştı. Jeniske'nin ruhunun ağırlığını hissetti.
"Buradaki insanlar gibi asla olamazsın. Onlar gibi hüküm altında yaşayamaz
ve onlar gibi bir varlığa tapınamazsın." Sözleri fısıltılıydı. Uzanıp onun
elindeki çakılları aldı. Kenarı doğru bıraktı. "Senin yerin bu kubbeli
tapınaklar ya da bu heykellerin ayaklarının altı değil. Sen bunun ötesindesin.
Tanrılar ve tanrıçaların gerçekte ne olduğunu bilmesen de hissediyorsun. Onlar
sadece bir kitabın yazarları Koen. Ve onların kaderini çizemediği tek kişi
sendin ve hala sensin." Koen ifadesizce gidip gelen insanlara ve
kutsanışlarını izliyordu. Birden ayağa kalkıp yerdeki çakılları avuçlayıp
sıraya doğru dalmıştı. İnsanları tepeleyip meclis üyelerinin yanından hızla
geçip elindeki çakılları fırlatmıştı. Rahibe doğru yürüdü. "Beni kutsa ve
tanrılarının himayesine al!" demişti. Rahip ona şaşkınlıkla bakıyordu.
"Günahlarının bedeli olarak ne vereceksin onlara peki?" demişti Rahip
durgun suyu parmağı ile karıştırarak. Koen kolunu tutmuştu. "Yeterince
bedel verdim ben onlara. Etrafta bir sessizlik olmuş ve sıra durmuştu. Koen
rahibin önünde diz çöktü. "Kutsanmak istiyorum. Doğduğum günden beri
ruhumu kutsayan bir tanrı ya da tanrıça olmadı." demişti. Rahip ıslak
elini onun saçına sürdü. "Tanrıların boyunduruğu altına girip doğru yolu
bulman ne güzel." demişti tanrı. Koen ise gözlerini kapamıştı. Rahip fısıltı
le bir şeyler söyledi ve ıslak parmağını onun alnına bastı. Bu ritüel sadece
bir inançtı. Gerçeklikten yoksun ve sıradan bir eylemdi. Koen ayağa kalktı.
Kutsanmış olmalıyım diye düşünerek rahibin elini tuttu. "Tanrılar beni de
koruyacak mı?" demişti. Rahip şaşkınlıkla ona bakan çaresiz gözlerine
baktı. "Elbette. Kaybolmuş ruhunu bulacak ve onu koruyacaklar. Onu
kötülükten arındıracak ve kendi cemaatinin bir parçası yapıp ölümden sonra onun
etrafında olacaksın." demişti. Koen bunun üzerine geri yerine döndü. Onu
izleyen yeşil gözlere baktı ve geri bağdaş kurdu. "Gerçekten seni
kutsamadı bile o sahte rahip." demişti. Koen bir an dönüp sinirle
Jeniske'ye baktı. "Gerçek olması önemli mi? En azından buna inanmamı
sağlıyor." demişti. Jeniske bir an dudaklarını oynattı. Ardından ayağa
kalktı. "Kışlaya dönüyoruz." demişti. Koen onu duymazdan gelip
ilahileri dinliyor gibi başını yana doğru çevirdi. Jeniske tekrarladı.
"Kışlaya dönüyoruz!" demişti. Koen onun yüzüne bakmadan konuşmaya
başlamıştı. "Sen dön. Ait olmadığım yerde kalmak hoşuma gitmiyor. Arkamdan
iş çevirenlerle olmakta." demişti. Jeniske onun çocukça inadının sebebinin
kendi suçluluğu olduğunu biliyordu. Hatasının farkında ve o insanlara yaptığı
saygısızlığın farkındaydı ama özür dileyecek kadar kendini yatıştıramamıştı.
Burada kalacağını belirtecek şekilde iyice kuruldu. Jeniske ona belinden
çıkardığı keseyi uzattı. "Al bunu!" demişti. Koen uzatılan keseye
dönüp bakmadı bile. Onu görmezden gelirken Jeniske iç çekti. "İnadın
bitince kışlaya gel ve adam akıllı konuşalım. Yeter bu kadar saçmalık."
demişti. Sesi sinirli değildi ama keskindi. Koen ona cevap vermedi. Ayin
sürerken Jeniske gitmemişti. Arkada Aiken ile bekliyordu. Koen'i izliyordu.
Orada olmasının anlamını bile bilmeyen genç bir delikanlı hayranlıkla yükselen
kubbeyi izleyip anlamsız ilahilerden bir şey anlamaya çabalar gibi bakıyordu.
Koen uzaktan ilk defa bir tapınağa getirilmiş çocuk gibi duruyordu. "Onu
alıp mı gideceğiz?" demişti Aiken. Jeniske başını salladı. "Bizimle
gelmeyecek. Onu izlediğimizi bilmesini istemiyorum. Sıradan bir rahip gibi bir
adamını tapınağa yerleştir. Başına bir iş gelsin istemiyorum." demişti.
Tavi onlara doğru geliyordu. Herkes ayakta ilahi eşliğinde ağlayarak
tanrılardan bahar ve zafere dair dualar ediyorken Tavi sıkın halde oraya
gelmişti. "Kutsandığına inanıyor bu insanlar. Oysa sadece bu rahipler
onlara kutsanmış varlıklar gibi davranan iyi oyuncular." demişti. Jeniske
gülümsedi. Kışlaya doğru yola çıkmamışlardı. Tavi'nin ufak evinde misafir
olacaklardı bu gece. Jeniske Koen burada iken şehri terk etmek istemiyordu.
Bölüm On Dokuz
Bahar Yağmurları
O
gecenin sonunda şafak sökerken güneşin kendini göstermesine izin vermemişti gri
bulutlar. Uzaktan gelen nem kokusu yağmurun geldiğini ve karı eriteceğini
donmuş toprağı çözeceğini anlamıştı. Ve öğlen tapınağın kubbesine sert damlalar
çarpmaya başladığında köşede şilte üstünde oturmuş yerdeki dökülmüş çakıl
taşların ince ince sabırla yan yana dizen Koen'in dikkatini çekmişti. Çığlıklar
kopmuştu dışarıda. İnsanlar yağmur altında dans etmeye ve tanrıların onların
dileklerini kabul ettiğini haykırmaya başlamıştı. Koen dizdiği incecik taşlara bakıyordu.
Rahipler burada kalabileceğini söylemişti. Gece bu köşede uyuklamış ve onun
için saman basılmış bir yastık ve kokan bir örtü vermişlerdi. Şilte sert ve
etrafta keçi ağılındaymış hissi veren çirkin bir koku vardı. Ancak
uyuyamamasının nedeni ne kaşındıran yastık ne de kokuydu. Bütün gece düşünceler
beynini gıdıklamış ve düştüğü karamsarlık uykusunu kaçırmıştı. Tapınağın tahta
kubbesini en sivri ucundan içeri sızmaya başlayan yağmur damlaları oyma
girintilerde birikiyordu. Kuşlar için yapılmış birikintinin taşma olasılığını
düşünmeye başlamıştı Koen. Oraya gözlerini kilitlemiş ve dışarıdan gelen
bağırtılara aldırış etmeden dalıp gitmişti. Yanına oturan siyah cübbeli adamı
fark etmemişti bile. Çakıllardan kendine bir çember oluşturmuştu.
"Biraz ıslatılmış ekmeğimiz ve sıcak şerbetimiz var." siyah cübbeli
adam bunu söylediğinde Koen birisi ona iğne batırmış gibi irkilip ona bakmıştı.
Yüzü yorgun ve aklı karışıktı. Rahipler içki içmezdi. Şerbet ya da su ile
karıştırılmış kaynatılmış bitki çayları içerlerdi. Koen yorgun şekilde adama
baktı. "Teşekkürler. Karnım aç değil." demişti. Ayinden sonra dün ona
bir kâse haşlanmış pirinç vermişlerdi. Ancak yemediğini gördüklerinde başka bir
evsize onu ikram etmek için izin almışlardı. Dünden beri pek bir şey
yemediğinin farkındaydılar. Askerlerin keten gömlekleri hemen kendini belli
ederdi. Nemden bunalmış ve gece boyu terlemiş Koen en son kusarak yattığı
yerden fırlayınca cübbesinin kokusuna daha fazla dayanamayıp onu çıkardığında
gömleği ile kalmıştı. Rahip onu süzdü. "Kışladan mı geliyorsun? Yoksa o
gömleği çamaşırcılardan çaldın mı?" demişti. Koen üstündeki keten gömleğe
baktı. "Çalmış olmam daha olası olabilir değil mi?" demişti. Rahip
onu zan altında bırakmak istemeyerek bir an ürperdi ve mahcup halde başını
eğmişti. "Çolak olmamdan dolayı orduda yer alamayacağımı düşünmeniz
normal. Sizi suçlayacak değilim. Gömleği çalmadım. Bir kadın verdi bana. Pislik
içinde dolaşmama katlanamadı ve bana verdi." demişti. Kadının Maios
tarafından gönderildiğini hatırlayınca midesine bir ağrı girdi ve başı
dönmüştü. Kolundaki ve midesindeki ağrılar için Saisa'nın verdiği ilaçlarının
hepsi kışlada kalmıştı. "Acı çekiyor gibisin. Tanrılara dua etmek ister
misin?" rahip bunu o kadar büyük bir inanç ve istekle sormuştu ki Koen ona
bakıp kaldı. Tanrıların acı ve ağrılara iyi geleceğini düşünmek ne acınasıydı.
Büyü gerçekti ama bilimde onun kadar gerçekti. Din ise... Din tartışılırdı.
Yağmurun yağışı bir mucize gibi gelebilirdi ama bunu tanrılar sağlamış
olamazdı. Ölümü görmüş ve ölümden sonra ne oluğuna dair tek bir inancı vardı.
Derin bir boşluk. Tanrılar yoktu. İblisler yoktu. Derin uzun bir sessizlik ve
karanlık vardı. Acıyla yüzü buruştu. Ekşiyen midesi içeride kalan son şeyleri de
çıkarmaya zorluyordu onu. "Zavallı ben..." diye mırıldandı. "Zavallı
ben ve benim kahrolası kaderim..." Bu sefer sözcükler daha anlaşılırdı.
"Yapmayın genç efendi. Kaderinize hayıflanmak tanrıları kızdırır."
Koen Rahibin yüzüne dikkatle bakmıştı. Bir hastalığın izi vardı yüzünde.
Yüzünün bazı yerlerinde derin çıban yaralarının izleri vardı. Cüzzam mı? Yo...
yo başka bir hastalıktan kalan izlerdi bunlar. Bir bıçakla yontulmuş gibi derin
izler. "Tanrılar olmasa bizi kim huzurlu ruhlar haline getirecek.
Yaşayacaklarımız onlara olan inancımızı tazeler." Yüzündeki izler çocukluğundan
kalmaydı. Birden çıkan çıbanlara çare olsun diye annesi onu bir şifacıya
götürmüş ve çocuğun yüzündeki büyük çıbanları kadın sıcak bıçakla kesip
dağlamıştı. Geriye çirkin ve zımparalanmamış izler bırakmıştı. O günden sonra
onu dışlamıştı arkadaşları bir pislik ve lanetli birisi olduğunu söyleyip taş
atmışlardı. Zavallı çocukluğu... Tanrılarına sığınmasa onu böyle huzurlu
bulamazlardı. Yaşlı baş rahip onu yanına almış ve eğitmişti. Ona doğruyu ve
kaderin onu tanrılara hizmet etmeye ittiğini onlar dışında kimsenin bir umut
olamayacağını her birinin dünyada olmasının bir amacı olduğunu öğretmişti.
Rahip inancı ve bir o kadar tanrılarına ve tapınağına sadık bir adamdı.
Tanrıların yolundan ayrılmış olanları o yola getirmek ve onlara ışık olmak
isterdi. Okuma ve yazma bilirdi. Bir kadının sevgisinden yoksundu ve bu
yoksunluğunu ilahi tanrıçada arıyordu.
"Kaderi olmayanlar peki?" demişti Koen belki bu küçük tapınağın bir
daha görse hatırlamayacağı rahibi ona cevap verir umudu ile sormuştu sorusunu.
"Her canlının kaderi vardır. Bir keçinin kanı akıyorsa doyurduğu kişinin
kaderinde etkilidir. Herkesin kaderi bir yumak ip gibi birbirine dolanmıştır.
Kaderin yoksa bu dünyada olamazsın. Tanrılar seni bu dünyaya getirmezdi."
Rahip ezberden konuşuyordu ama Koen için bu kelimelerin anlamı çok büyüktü.
Kadersiz olmak değildi mevzu. Bu dünyanın bir parçası olamamaktı. İç çekti ve
gülümsedi. "Anladım rahip. Anladım. Sizlere afiyet olsun ben biraz
dinleneceğim." demişti. Yana doğru devrilmişti. Rahip onun için endişeliydi.
Tapınağın kapıları herkese açıktı ve onlar doğru yolu bulana kadar burada
kalabilirlerdi. Sonra kaderlerini yaşamaya giderlerdi. O ise burada neden
olduğu belirsiz bir çolak gençti. "Bir günah mı işlemişte bu kadar
acılı?" Oturdukları masada daha genç olan yüzünde yaraları olan rahibe
sormuştu. Uzakta yana devrilmiş yerdeki çakıllara bakan gence döndüler. Bir
çuval gibi duruyordu. Yığılmış ve cansız. "Bilmiyorum kardeşim. Sanırım o
bir bedevi gibi kimsesiz ve dinsiz." demişti. Baş köşede oturan büyük
rahip onlara baktı. "Dün gece kutsanmak için heyecanlı olmasını anımsayın
kardeşlerim. O artık dinsiz değil." demişti. Hepsi usulca başlarını
sallayıp ıslatılmış bayat ekmeklerini yemeye başlamışlardı. Onlar yemek yerken
içeri kıyafetleri sırılsıklam olmuş uzun boylu bir genç girmişti. Yüzünde bir
telaş vardı. Etrafa hızlıca bir şey arıyor gibi bakındı ve ardından köşede bir
çuval gibi yığılmış olan Koen'e koşmuştu. Nefesi yüzlerce kilometreyi koşmuş
bir atın nefesi kadar hızlı ve derindi. Dizleri üzerinde yere çökerken elini
göğsüne koymuştu. "Koen! Çabuk!" demişti soluk soluğa. Koen yattığı
yerden karşısında sırılsıklam olmuş Aiken'e bakıyordu. Neler olduğunu
anlamamıştı. Aiken ise nefesini toparlamaya çabalarken kesik kesik konuşuyordu.
"Dün gece yarısı Efendi Jeniske fenalaşmış. Dediklerine göre bir şey
görmüş ve düşüp kalmış. Dili tutulmuş ve o öylece boşluğa bakıyormuş. Efendi
Tavi... Seni endişelendirmek..." Öksürükle iki büklüm oldu. Saçından akan
sular burnun ucundan damlıyordu. "Ne olmuş?" demişti Koen şaşkınlık
yattığı yerden doğrulduğunda. Aiken nefesini toparladı ve ellerini dizlerine
koydu. "Dün gece efendi Tavi'nin evinde kalmışlar. Kapı çalmış onlar
otururken. Yaşlı bir kadın gelmiş Kadın onunla konuşmak istemiş. Daha sonra...
Sonra o bir şey görmüş gibi dışarı boşluğa bakmış. Öylece... Ve olduğu yere
yığılıp gitmiş. Kadını mahzene kapatmışlar. Şifacılar var. Gidince seni
çağırmak geldi aklıma..." Aiken endişeli ve korkmuştu. Jeniske'yi hiç
böyle görmemişti. Rengi atık ve inme inmiş gibi olduğu yerde boşluğa bakarken.
Koen hemen ayağa kalkmıştı. "Ev nerede?" demişti. Aiken öksürerek
ayağa kalktı. İki genç koşarak kapıdan çıkacakken baş rahip onlara yetişmişti.
"Neler oluyor çocuklar?" demişti. Aiken adama imansızca bakarken Koen
birden olduğu yerde kalmıştı. Tapınak şehrin üçüncü meydanına açılıyordu. Rahip
aniden duran gence bakıp onun baktığı yere baktı. Bir çocuk vardı hemen
karşısında. Aiken de oraya bakıyordu. Sıradan sefil bir çocuk. Gri gözleri ve
kirli yüzü. Ama sağanak yağmurda üstünde sadece yırtık bir gömlek gibi bir şey
vardı. Ayakları çıplaktı. Dizlerinden kan akıyordu. Elinde ise ölü bir karga.
Karganın gövdesi ile kafası iki elinde duruyordu. Kafayı zarif bir hareket ile
Koen'e doğru fırlatıp çirkin yaşlı bir gülümseme belirdi çocuğun yüzünde.
"İhanet..." diye fısıldamıştı çocuk. Bir yılan gibi konuşuyordu. Koen
çocuğa bakıp kalmıştı. "İhanetin bedeli kaybetmektir." diye devam
etti çocuk sırıtışını sürdürerek. "Şüphe ilk ihanettir." Çocuk bir
bilge gibi konuşurken çirkin sırıtışı yüzünden eksilmiyordu. Aksine dudakları
daha çok gerilip yukarı doğru kıvrılıyordu. "Kaderi olmayan bir hayvan...
sadece sorun çıkarır." çocuk öne doğru bir adım atmış ve mesafeyi
daraltmıştı. Ortam gergindi. Yağmur şiddetle yağarken gök gürlüyor ve öfkeden
kuduran tanrıların çığlıkları gök yüzünde parlıyordu. "Çok uzun süre
bekledik. Ben ve kardeşlerim. Cadı kadın... Onun ektiği şüphe tohumlarını
yeşerttin seni küçük piç!" sesi bir çocuğun sesi gibi değildi. Korkunç bir
tonu ve olgun bir yankısı vardı. Dudakları arasında parlayan altın rengini
anımsatan sarı dişleri... Koen çocuğu hatırlamıştı. Ölmüş fareden korkan ufak
çocuk. Çığlık atıp ekmeğini düşüren. "Kimsin sen?" demişti Koen
titreyen sesini toparlayamadan. Yağmur git gide şiddetleniyor ve çocuk hızlı birkaç
adım daha atmıştı. Islanan saçları yüzüne yapışırken bir kahkaha atmıştı.
"Herhangi birisi... Her an dibinde olan bir fare ya da seni yukarıdan
izleyen bir tanrı. Lanet olası yaşamını sana veren bir varlık." dedi çocuk
korkunç sesi ile. Yağmur damlaları birden havada asılı kalmıştı. Sesler
kesilmişti Koen çocuğun sesini kulağında hissettiğinde cilalı çeliğin su
damlalarına çarptığını duymuştu. Bedenine doğru savrulan bıçağı durdurmak için sol
kolunu savurmuş ama boşluğu geçen çelik göğsünde bir çizik oluşturup tekrar
savrulmak için kalktığında çocuğun birden eli havada asılı kalmıştı. Bir yayın
gerilip ardından bırakıldığında çıkan gevşek bir ıslık sesi ile yağmur sesi
birbirine karışmıştı. Çocuğun yutağını aşıp geçen metal ok ucu kızıla boyanmış
parlıyordu. "Lanet olsun onu öldürdün!" Arkadan gelen sesle beraber
bir koşturma olmuştu. Koen düşen çocuğun kanına boyanan kara karganın başsız
bedenine bak kaldığında saniyeler dakikaya dönüşüyordu. Akan kan ıslanmış beyaz
gömleğinde kızılla pembe arası bir desen oluştururken kolunu tutan ve çeken
Aiken olmuştu. "Ordu içeri çekiliyor!" diye bağırmıştı birisi.
Yağmurla gelen tek şey bereket değildi. Hisar’ın sessiz ordusunun ayak sesleri
duyulmuş ve kışla şehir surları ardına doğru çekilirken kapılar kapanıyordu.
"Buraya kadar gelmişler!" ardı ardına çığlıklar kopup borular öterken
Koen Aiken'in birkaç adım ötesinde sokaklardan geçiyordu. Saraya yakın iki
katlı bir eve vardığında orada birkaç kıdemli subay ve Maios'u bulmuştu.
"Yaralanmış! Neler oluyor?" Gök gürültüsü yeri sallamadan hemen önce
Maios bunları söylemiş sonra sesi gümbürtü ve sarsıntı ile karışmıştı. Koen
kendini içeride bulduğunda sıcak hava yüzüne çarpmış ve beynini gıdıklayan
yağmur sesi boğuklaşmıştı. "Git gide durumu kötüleşiyor. Onu uyanık tutmaya
çalıştıkça histerik krizler geçiriyor." Bir adamın sesi gelmişti Koen'in
kulağına. "Yukarda Koen. Onun yanına çık!" Maios'un sesi kulağına
çarptığında bileğini kavrayan eli hissedip merdivene çekildiğini fark etmişti.
Ve o an bir çan sesi duydu. Başına korkunç bir ağrı sokan uğultuları bastıran
çan sesi ile bağırmıştı. "Kesin sesinizi!" Öyle hırçınca ve öfke dolu
bağırmıştı ki kendisi bile susmuştu. Bulanıklık gidene kadar birkaç saniye
ayakta kaldı. Ardından elini sızlayan göğsüne doğru götürdü. Kanıyordu.
"Hisar ordusu dışarıda surlarda. Jeniske kendinde değil. Neler oluyor
böyle?" Tavi şaşkınlık içinde konuşan Koen'e dikmişti gözlerini.
"Bilmiyoruz. Orduyu içeri aldık ve kapılar kapandı. En azından üç haftalık
yiyecek stoku var. Bir süre orduyu içerde tutabiliriz. Ama asıl sorun Jeniske.
Dün geceden beri ne konuşuyor ne hareket ediyor bir ölü gibi..." Tavi
bunları söylerken ona doğru yürümüş ve yarasına bakmıştı. "Sana ne oldu?
Kim saldırdı?" demişti. Koen elini yarasından çekti. "Bilmiyorum. Bir
çocuk ya da çocuk gibi gözüken bir şey. Jeniske'nin izci kargasını öldürmüş bir
çocuk..." Birden yüzüne inen tokat gibi gerçekle dudakları açık kaldı.
Öylece ona şaşkınlıkla bakan adamlara baktı. O gördüğü şey bir tanrı olamazdı.
O bir tanrı olmamalıydı. Onu öldürmek için neden iki parmağını şaklatıp ruhunu
çekip almamıştı? "Kimseye ait değil!" demişti. Elini alnına götürüp
kanı alnına buladı. Bir kahkaha attı. "Aşağılık tanrılar beni
öldürmez." demiş ve dehşet içinde gülmüştü. "O kadın! Dün gelen o
kadın nerede?" Tavi evin alt katını gösterdi gözleri ile. "Mahzene
kapattık." demişti. Koen dışarı doğru çıktı ve mahzene doğru yürüdü. Aiken
onun arkasından yetişmişti. "Neler oluyor Koen?" demişti. Koen
delirmiş gibi güldü. "Aklımı kaybetmediysem Tavi mahzeninde bir tanrıçayı
tutsak etmiş." demişti. Muhafızlar kapıyı açtığında aşağı doğru indi.
Aiken onun ardından elinde gaz yağı lambası ile gelmişti. Kadın elleri büyük
bir tahtaya geçirilmiş halde yerde oturuyordu. Koen'i görünce gülümsedi.
"Merhaba Koen!" demişti. Koen onun çirkin yüzüne ve belirgin benine
baktı. Onu görmüştü. Ama nerede? Birden ölümünden sonra düştüğü karanlıkta ona
doğru koşan kadını anımsadı. Elini ona doğru uzatıp bilekliğini çekip almış ve
ondan sonra kimseyi görmemişti. Kısa ama her saniyesi bir yıldan uzun gibi
gelen o karanlıkta bekleyişte başka kimseyi görmemişti.
"Jeniske'ye ne yaptın?" demişti Koen ona doğru yürürken. Kadın onun
boş sallanan gömlek koluna baktı. "Onu koruyorum. Senden ve o kendini
beğenmiş üç tanrıdan!" demişti. Koen kadına baktı. "Üç tanrı
mı?" demişti. Kadın usulca başını salladı. "Evet. Onun acılar dolu ve
zaferleri kanla yazdıkları Jeniske'yi koruyorum. Akıllı ve yetenekli olan
insanların ölmesi beni hep üzmüştür." Koen onun önünde durmuştu. Kadın
oldukça yaşlıydı. Sanki her saniye biraz daha yaşlanıyordu. "Benden neden
koruyorsun?" demişti. Kadın usulca güldü. "Öleceğin gerçeğini kabul
etmeyip onu kutsayanlara ihanet etmek üzereydi. Senin yüzünden. Bu yeterli
mi?" Koen bunu duyunca gözleri yarasına gitti. "Onlardan birisi
buradaydı?" Kadın bunu duyunca büyük bir kahkaha attı. "onlar hep
buradaydı. Hep dibinizde. Bazen bir kâhya bazen bir sokak çocuğu. Ya da ihtiyar
bir dilenci." Koen kaşlarını çattı. Başı dönmüştü. Duvardan tutunup kenarı
doğru yaslandı. "Neler olduğunu anlamıyorum. İhanet mi? O onların rahibi
ve kutsal olan. Neden onu öldürmek istesinler?" demişti. Kadın onun halsiz
yüzüne baktı. Aiken kenarda duruyordu. "Senin yüzünden. Bir tarlada eğer
yabani bir bitki varsa çiftçi onu koparıp atmalı. Onu sevip sulamamalı. Jeniske
seni büyütüp güçlendirdikçe onun efendileri ve tanrılarının nefretini üstüne
çekiyor." demişti. Koen midesinin yanmasına dayanamıyordu artık. Kolu korkunç
bir ağrıyla titremişti. "Onu korumak senin vazifen değil. Geldiğin yere
geri dön ve Jeniske'yi serbest bırak." demişti. Kadın gülümsedi. "Onu
uyardım. Seni uzak tutması için uyardım. Ama peşini bırakmadı. Sen bu savaşın
ve buranın bir parçası değilsin. Ben kötü bir yazıcı değilim Koen. Bunu
anlamanız gerek. Ait olmadığın yerde güç dengesini bozuyorsun. Gerçi bu benim
işime gelmiyordu. Üç hilecinin kazanmasını ve güçlü birer kaltak olup burada
hüküm sürmesine izin veremem." Sinirlenmişti. Yavaşça ayağa kalktı. Koen
onun yaydığı gücü hissediyordu. İstediği an buradan çıkıp gidebilirdi ama
gidemiyordu. Neden? "Yerinde dur ihtiyar!" demişti Aiken kılıcını
çektiğinde Koen başını öne doğru eğip mırıldandı ve güldü. "Aiken dışarı
çık! Burada olman doğru değil." demişti. Kadın gence doğru döndü. Işığı
bırak ve git genç adam. Sanırım Koen ile konuşacağız!" demişti. Koen
kadına dönmüştü. "Konuşacağız." Ardından duvarın dibine doğru çöktü.
"Aiken bizi kimse rahatsız etmesin." demişti. Aiken dışarı doğru
çıkıp mahzen kapısını kapattırmış ve Koen emir verene kadar açılmamasını
emretmişti. Maios ve Tavi gergin bekleyiş içindeydi. Şifacı birden
merdivenlerden inmişti. "Onu daha fazla uyanık tutamayacağım. Direndikçe
nefesi yavaşlıyor. Bunun için elimden bir şey gelmez." demişti. O an zaten
anlamışlardı. Tavi hızlı adımlarla yukarı çıkan Maios'un peşinden çıkmıştı.
Jeniske yatakta bir ölü gibi sakin ve huzurlu duruyordu. Hatta neredeyse
gülümsüyordu. Gözleri kapanmış ve dudakları arasından hissedilemeyecek kadar incecik
soluklar çıkıp giriyordu. Bedeni gevşek ve bir öğlen uykusunda gibi rahat
duruyordu.
"Yağmurun bereket ve zafer getirmesi gerekirdi Efendi Tavi. Burada neler
dönüyor?" demişti. Tavi de onun kadar bir haberdi olanlardan. "Burada
böyle bekleyemeyiz. Surlardan içeri giren askerleri toparlamamız gerek."
demişti Tavi. Maios derin bir nefes aldı. Gece çöktüğünde Qufang'a bir kuzgun
yollayacağım. Hisar'ın gönderdiği orduyu alt edecek kadar güçlü bir ordu bir
haftada burada olur. O zamana kadar kayıp vermeden direnecek şekilde hazır
olun." demişti.
Saatler geçmişti. Yağmur durmamış, Hisar'ın ordusu kışlaya varmıştı. Kapalı dev
sur kapısının görüleceği yerde konumlanmış yağmur altında beklememek için bir
kilometre öteye hızlı bir çadır kışla kurulmuştu. Tavi ve Aiken orduların
başında subayları toplamış savunma planlarını konuşurken Maios mührünü almış
ordunun acil hareketi için emir yazıyordu. Ve gün battığında Mahzenin kapısında
bir tıkırtı oldu. Ardından üst üste vurma. Kapı açılınca Koen yorgun halde
dışarı çıkmıştı. Göğsündeki yara kabuk bağlamış, kan siyaha dönmüştü. Yağmur
yavaşlamıştı. Kuzgun havalandığında Koen yavaş adımlarla merdivenleri çıkmaya
başlamıştı. Dalgın ve bitkindi. Anlatılan birçok şey onu huzursuz edip
yormuştu. Yaşlı kadının anlattıklarının doğruluğu ona çok acı geliyordu. Derin
bir nefes daha aldı ve son basamağı çıktı. Kapının önüne geldiğinde içeride
Maios ve Tavi'nin dikildiğini ve bir ölüye benzeyen Jeniske'ye acı içinde
baktıklarını gördü.
"Tanrılara şükür sonunda gelebildin!" Tavi bunu söyleyerek dönmüştü.
Koen sinirle içeri doğru birkaç adım attı. "O kahrolası tanrılarınıza şükretmekten
vaz geçin artık. Var olan her şeyin yalan dolu olduğunu görmüyor musunuz?"
diye çıkışmıştı. Tavi ona ne olduğunu anlamak için yanına doğru gelip babacan
bir tavırla elini omzuna koydu. "Yorgun duruyorsun. Şifacı ve hekim gitti.
Senin yaralarına bakması için çağıracağız. İstersen aşağı inelim. Uyuması
gerekiyormuş onun da." demişti. Koen acı bir gülümseme ile ona baktı.
"Dinlenmiyor. Her şeyi duyuyor ve hissediyor. Onun bedenini kaskatı etmiş
o cadı. Ya da her ne haltsa. Benden şehrin önündeki orduyu yok etmemi istiyor.
Ancak etraf güvenli olunca onu serbest bırakacakmış." demişti. Maios
kaşlarını çatmıştı. "Gelen orduyu yok etmek mi?" Yana doğru başını eğip
çenesini kaşıdı. "Üç bin adam Koen. Bununla mücadele etmek için bir
haftaya ihtiyacımız var. Orduya haber gönderdim. Yakında Qufang ordusu burada
olacak!" demişti. Koen başını iki yana salladı. "Ordunun gelmesine en
az bir hafta var. Benim ise sadece birkaç günüm. Her geçen gün Jeniske'nin
bedeni ölmeye devam edecek. Ona bakın. Yüzünün yaşlandığını görmüyor
musunuz?" İki adamda şaşkınlıkla dönüp bakınca grileşmiş saçları ve
buruşmuş yüzü gördü. Az önce böyle değildi. Koen elini alnına götürdü. Yatağa
doğru hızlı adımlarla yaklaşıp Jeniske'nin serçe parmağındaki yüzüğü çekip
aldı. Kızıl taş olan gümüş yüzük... O gün toplantıda Jeniske'nin Koen'e
fırlattığı yüzük. Üstündeki taş her yerde bulunan bir taş değildi. O... O üç
tanrı dağından gelme bir kutsal taştı. Koen yüzüğü dişler arasına sıkıştırıp
yüzük parmağına geçirdi. "İki şafak sökene kadar onlar için güvenli bir
ortam sağlayacağız. Bu sırada bir devriye sokakları gezip kişilerin adlarını
kontrol etsin. Burada olmayanlar ve sığınmacı herkesi büyük meydana toplasınlar.
Lanet olası üç iblis ve o cadı..." Dişleri gıcırdamıştı. Sinirden kaşları
öyle şiddetli çatılmıştı ki gözleri görünmüyordu artık. "Hisar kadar ufak
bir düşmanla savaşmak için dizlerimin üstüne çöküp ağlamam mı gerek?"
Maios onun ne dediğini anlamıyordu. Yanına doğru yürüdü. "Cadı da ne
demek? Üç iblis mi? Sen neyden söz ediyorsun." Bu kelimler ona yabancı
değildi. Kör kâhinin dedikleri aklına geldi. Ona cadı ve üç iblisten söz
etmişti. Kara karga gök yüzünde uçarken kızıl tilki yer yüzünde koşuyor
olacak... Kehanet böyle başlıyordu. Peki sonra? Onlar zafer kazanacaktı ve cadı
huzuru bulup üç iblisi alıp gidecekti.
"Bir anneden çocuklarını öldürmesini istemek aptallık olur!" Koen
bunu mırıldandı ve burnundan kesik bir nefes verdi. "Cadının ellerini çözüp
onu buraya getirin. İkisinin de yanı odada kalmasını sağlayın. Ama..."
Duraksadı ve pencereye döndü. "Ama ne?" Tavi endişe ile onun ne
düşündüğünü merak ediyor ve heyecanla sözün devamını merak ediyordu.
"İkisini kesinlikle yalnız bırakmayın. Aiken ordunun başında mı?"
demişti. Yırtık ve kan lekesi siyaha dönmüş gömleğini yoklayarak.
"Evet!" diye mırıldandı Maios. Sanki onu huzursuz eden şeyleri
söyleyemediği için kırgın gibiydi. "Peki! Bende orada olacağım. Kral Maios
sizden tek isteğim Jeniske ve o kadını yalnız bırakmayın. Aileniz size onu
koruyacak bir miras bıraktı." demiş ve parlak çelik kılıcı göstermişti.
Maios emir alacak bir adam değildi. O bir kraldı. Ama sanki ondan daha yüce bir
konumda gibi emir yağdıran çolak adamın dediklerini yapma gereksinimi
hissetmişti. Tavi öne doğru atıldı. "Bende geleceğim. Kışladan içeri giren
herkes panik içindeydi. Onların başında ve subayların yanında..." Koen
onun birden lafını kesmek için elini havaya kaldırmıştı. "Gerek yok Efendi
Tavi. Gerek yok. Siz burada kalın ve dediğim gibi buraya yakın zamanda gelmiş
yabancıları bulun!" demişti. Küstahtı. Ama kendinden emin bir komutan gibi
emirleri net ve keskindi. Dili sivri fakat keskin değildi. Hepsine yapması için
manidar ve anlamlı görevler yardırmış ve burada tek iktidar olduğunu bir kez
daha hissettirmişti. "Saisa onun basit bir adam olmadığını
söylemişti." Koen henüz evden yeni çıkarken Maios hemen konuşmaya başlamıştı.
"Normal olmasını bekleyemezsiniz majesteleri. Senden benden yaşlı bir
genç. Baktıkça insanı rahatsız eden gözleri ve kararlılığı var. Gidip şu sözünü
ettiği kişileri bulmalıyım." demişti. Maios derin bir iç çekti.
"Bende gidip şu cadının çıkarılmasını söyleyeyim." demişti.
Gece
sürerken aralarında da üç metreden biraz fazla kalınlığı olan duvarın olduğu
yerde iki ordu konumlanmıştı. Surlara yakın evlerdeki insanlar tedirgindi ve
akrabalarının evlerine gitmişti birçoğu. Yağmur bütün hızı ile sürüyordu. Koen kurulan
ufak kamp çadırında subaylarla birlikteydi. Hepsi endişeli ve hazırlıksız
olduklarından yakınıyordu. Koen Kaşlarını çattı. Gün doğana kadar bütün
askerlere dinlenme emri verilmişti. Ama kimsenin uykusu yoktu. Hisar nasıl bu
kadar sessizce diplerine girmişti anlam veremiyorlardı. Bu kadar kötü yolda
nasıl böyle bir orduyu yürütmeye cesaret etmişlerdi?
"Topları dövse de surlar oldukça kalın. Bir haftada ancak yarıp geçerler.
Ancak kapı! Kapı zayıf. Bir koç başı ile iki saatte açıp girerler."
Konuşan subay dericinin oğluydu. Şehir haritasında elini kapının üstüne
koymuştu. "Dört öküz arabasının aynı anda geçeceği kadar da geniş."
Diye eklemişti. Koen kapıyı düşünüyordu. Bütün orduyu orada konumlandırmak
girişi zayıflatırdı ama Engel olamazdı. Elini saçlarına daldırıp haritaya doğru
yaklaştı. Parmağındaki yüzük ışıldıyordu. "Kapının zayıflığını onlarda
düşünmüş olmalı. Ve orada bekleyeceğimizi biliyorlar. Savaşı şehre taşırsak
sivillerin telaşı çok fazla kayba neden olur. Savaşın şehrin içine taşınmasına
izin vermeyeceğiz." demişti. Aiken ona bakıyordu. Koen gülümsemişti. Sağ
bacağında hançerini taktığı kemer vardı. Kemeri takmış ve hançerini oraya
koymuştu. "Peki ne yapacağız?" Frange subaylarından en kıdemli
olanlarından birisi ona bakıp masaya yaklaşmıştı. "Qufang'ı bekleyecek
kadar direniş mi göstereceğiz?" demişti. Koen başını iki yana salladı.
"o kadar zamanımız yok komutan. O kadar zamanımız olsa bile Qufang bu
yağmurda arabalarını çamurdan geçireceği için hepsi yorgun olacak."
demişti. Kapının üstündeki surları gösterdi. "Yağmur bize gece
saldırısında engel oluyor. Aynı şekilde Hisar içinde büyük sorun. Ama bizim bir
avantajımız var. Surlar ve iki tarafında bekleme emri. Sessizce bütün askerleri
kaldırın ve kışlayı gören surların üstüne okçuları yerleştirin. Geceyi gündüze
çevirecek bir fikrim var. Bu şehirde efsuncular olmalı." demişti.
Gözlerini komutana kilitlemişti. Yüzünce hınzırca bir gülümseme vardı.
Çocukların bilye oynamayı sevmesi kadar savaşı seviyordu. Kaybetmenin bedeli
olduğu gibi kazanmanın bir ödülü olduğunu biliyordu. Komutan ona bakıp
kaşlarını çattı. "Efsuncular mı?" demişti. Koen başını salladı. Her
okçu arasına bir ateş koyun. Ve okların ucunun ziftle kaplanması için birer
yaver." demişti. Komutan ona şaşkınlıkla baktı. "Birliğin içinde beş
yüz kadar okçu var. Bu durumda hepsi aynı anda ateş ederse..." Koen
parmaklarını şaklattı. "Gece gün kadar aydınlık olur." demişti. Aiken
bir şeyin hala anlamlı olduğunu düşünmüyordu. "Peki efsuncular?"
demişti. Koen gülümsedi. "Ateşin en büyük düşmanı olan sudur. Ve gök
yarılmış gibi yağmur yağıyor. Bir süre kadar oklar merkeze ulaşana kadar
yağmuru durdurmak için ufak bir çatıya ihtiyacımız var!" demişti.
Şifacılar dahil olmak üzere büyü yapabilen yirmi kadar kişi bulunmuştu. Koen
onlardan sadece on tanesinin doğanın kontrolünde başarılı olacak yeteneğe sahip
olduğunu fark etmişti. "Onlar sizin atışlarınızı koruyacak." demişti.
Gece ilerleyip ay en tepeye varmış yavaş yavaş alçalırken kapı aralandı ve
dışarı doğru on bir gölge gelmişti. Koen onlara sözleri ezberletmiş ve onun
arkasında konumlanmasını istemişti. "Her atış yirmi saniyelik aralıkla
yapılacak. O süre içinde biz yağmuru kesebiliriz." Denildiği gibi beş yüz
okçu surlara dizilmişti. İnce bir ıslık sesi ile beş yüz kadar ateş surlarda yanmaya
başlamıştı. Ve ikinci defa ıslık duyulduğunda Hisar'ın gözcüleri ne olduğunu
anlamadan düşen damlalar kesilmişti. Surların önünde beliren mavi on bir ışık
ve hemen ardından kızıl ışıklar hızla kampın üstüne doğru düşmeye başlamıştı. Gözcüler
borularını üflerken bazılarının ona bile zamanı olmadan çığlıklar başlamıştı.
Çadırlara düşen ateşle bezenmiş okları yirmi saniye sonra tekrar eden atışlar.
Her seferinde önce mavi bir ışık beliriyordu. Ardından kızıl ateş bürünmüş
oklar vızıltılar çıkararak üstlerine doğru uçuyordu. Yağmur durup tekrar
ederken atışların ikinci dakikasında karşı tearuz için büyük mancınıklar
gerilmeye başlanmış ama adamların korkusu mavi ışık yanıp söndüğünde ardından
gelen vınıltı kızıl ateş topları ile artıyor ve panik kampı sarıyordu. Borazan
sesi ve çığlıklar birbirine doğru karışırken mavi ışıkların ikisi yanma olmuş
atışlar devam ederken kampta yangınlar büyüyordu. Tutuşan çadır ve cesetleri
kesik kesik yağan yağmur bile durduramaz olmuştu. Daha sonra iki ışık daha
söndü ve havada vızıldayan okların kimi ulaşamadan sönmeye başladı ve yanan
sadece üç ışık kalmıştı. Koen çok zayıf olan efsuncuların bunu bile
başarabiliyor oluşundan etkilenmişti. Sıradan şifacı ve efsunculardı bunlar.
Kısacık bir eğitim ile yağmuru on saniyeden daha kısa durdurmayı başarmaları
bir anlamda Koen için çok iyiydi. Ve en son tek bir mavi ışık kalmıştı. Bitkin
efsuncular kımıldayamaz halde surun dibinde duruyordu. Koen tek kolunun
eksikliğini şimdi hissediyordu. "Tek ışık yandığında otuz saniye bekleyin ve
okları üçer tane son defa atacaksınız." Askerlerin hepsi bu emri
anımsamıştı. Ve sönen tek ışıktan sonra geriye doğru saymaya başlamışlardı.
Koen öne doğru birkaç adım atmıştı. "'5... 4... 3... 2... 1..."Islık
duyulmuş ve oklar alev aldığında bir gümbürtü kopmuştu. Yıldırımlar gök yüzünü
yararken Koen bir elini havaya doğru kaldırıp hızla yere doğru çöktüğünde gök
yüzü yıldırımlarla beraber donmuştu adeta. Koen’in yaptığı şey göz alıcı bir
güzellikteydi. Oklar üzerinden vızıltılar ile geçerken şimşeklerin ışığında
düştükleri yer seçiliyor ve uçlarına bağlı olan zift dolu şişeler kırılırken
birer kıvılcım çıkarıp düştükleri yeri ateşe boğuyordu. Koen son ok düştüğünde
elini yere doğru vurmuş ve öyle büyük bir gümbürtü kopmuştu ki gök yüzündeki
bütün yıldırımlar hızla yere doğru inip arkalarında karanlığı bırakmıştı. Kapı
tekrar kapandığında yorgunluktan baygınlık geçiren efsuncuları içeri almış ve
ateşler söndürülüp gözcüler dışında herkes surların arkasına çekilmişti.
Alevleri yağmur söndüremezken çığlıklar sürüyor ve günün doğmasını beklerken
Hisar kaybını saymaya başlıyordu. Koen tekrar çadıra döndüğünde sırılsıklam
olmuş cübbesini çıkarmıştı. Bu ufak numarayı o kara kaplı büyü kitabında
öğrenmişti. Ama fazlası ile can yakıcı olmuştu. Koluna giren kramp ve ağrıların
yanı sıra başında korkunç bir zonklama vardı. Kızıl taşın gücünün yarısını
kullanmıştı bile. Taşın bir kısmı siyaha dönerken Koen göğsünden gelen acıyla
sandalyeye oturmuştu. Çadır çok çabuk dolduğunda Koen sandalyenin kolundan
destek alıp ayağa kalktı." Kapının önüne otuz kadar öncü piyade
yerleştirip güçlendirilmesi için çalışacak bir manga ayarlamak gerekiyor. Hisar
şafak söktükten kısa süre sonra saldırıya geçecektir. Gün doğumunda verdiğimiz
hasarı net şekilde göreceğiz. Bu saldırı birçoğunun cesaretini kırmış olacak.
Geri çekilmemizin ardından gelen öz güvenlerinin kırılması hoş oldu. Katranları
sıcak yağ ile kaynatıp surlara çıkarın. Merdivenlerini gördüm. Surlara
tırmanmaya çabalayan olacak. Ocakları kurun ve şafak sökmeye yakın altlarını
yakın. Her üç metreye bir büyük kazan. Daima üç metre aralıkla merdiven
dayarlar." demişti. Düşmanın içinden gelen bir komutan. Ne bulunmaz bir
şanstı. Aiken onun soluk rengine ve çökmüş göz altlarına baktı.
"Efsuncuların hepsi kışlanın kurulan revirine alındı. Senin de oraya
gitmen iyi olur." demişti. Herkes onun yaptığı ufak gösteriden etkilenmiş
ve tek koluna rağmen bu kadar büyük bir güç sergileyebileceğini kimse
düşünmemişti. "Gerek yok. Bir durum daha var." demişti Koen kaşları
çatık halde. Kapıyı gösterdi haritada. "Eninde sonunda kırılacak. Şehrin
girişindeki bütün evleri boşaltıp insanları tapınağın olduğu meydana doğru
gönderin. Sivillerin yaratacağı kargaşa askerin dikkatini dağıtır ve vicdani
düşüncesini uyandırır." demişti. Subaylar komutanın onda olduğunun
kanısına varmıştı. Birliklerine onun emirlerini vermek için hemen dağılmıştı.
Üç tanrı Ordusunun en başarılı otuz adamı kapının oraya konumlanmıştı. Frange
ordusundan daha güçlüydü her adamı. Ellerinde Jeniske'nin büyülediği silahları
vardı ve kılı bile ikiye bölecek keskinlikte kılıçları... Koen çadır boşalınca
tekrar sandalyeye oturdu. Kimse yoktu içeride. Başını geriye doğru atmıştı ki
çadırın perdesi oynayıp içeri doğru bir ihtiyar girdi. Elinde bir beze sarılmış
bir şey vardı. Oturan Koen'e döndü yüzünü. "Siz gelmeyince biz gelmek
istedik genç efendi. "demişti. Koen marangozu hemen tanımıştı. Sandalyeden
doğruldu. "Ne oldu?" demişti. Marangoz ona doğru uzattı. "En
hızlı ve en öz verili çalışma ile bitirdik. İki gün kadar kısa zamanda."
demişti. Koen ona kolu getirdiğini anlamıştı. Adam masaya yavaşça kolu bıraktı.
"Tahmin edeceğinizden daha kullanışlı ve güzel." Koen masada metalin
mum ışığı ile ışıldadığını görmüştü. "Tahtanın bir komutan için kullanışsız
olduğunu düşündü sevgili kızım. Ve bir komutan olduğunuz için size uykun
aparatlar ekledi. Kapıya kadar dayanan düşman ile savaşacak olmanız..."
Koen masaya doğru yaklaşmıştı. Çelikten hançer elin olması gerektiği yerdeydi. Altında
yumruk yapılmış bir el vardı. Her bir eklem noktası incecik bir işçilik ile
yapılmıştı. Kayışları kalın ve bir sürü idi. Marangoz gülümsedi. "Bu
eklentiler ücretin içinde." demişti. Bezi tamamen açmıştı. Omza kadar bir
zırh gibi çıkan kolun o kadar çok kayışı vardı ki. Koen ona şaşkınlıkla baktı.
"Bu ağır şey beni yavaşlatırsa?" İhtiyar gülümsedi ve başını salladı.
"Kızımın size söylemeyi unuttuğu ufak bir detay var. Bu sıradan bir uzuv
taklidi değil." demişti ihtiyar ve kolun altındaki ufak yeri açmıştı.
Boşlukta parlayan yerde olan şey bir kızıl taştı. "Onu bilinciniz ile
kontrol edebilirsiniz. Sanırım efsuncuları çağırmışsınız ama bu kolla
meşguldüm." demişti. Koen şaşkındı. Adam ona gülümsedi. "Kızıl Taş Üç
tanrı dağında doğal olarak bulunan bir efsun taşı. Bir tanesi ile senelerce
bunu kontrol edebilirsiniz. Sizin kızıl taş kullandığınızı sevgili arkadaşınız
söyledi. Esmer ve uzun olan." demişti. Koen Aiken'i anımsadı. Marangozun
efsuncu olduğunu nasıl anlamadığını düşündü. Adam ona bakıp kolu kaldırdı.
"Denemek ister misiniz?" demişti. Koen kayışları bağlamasını kolu
yerine oturtmasını izledi. "Adam gülümsedi ve taşı çalıştırmak için sadece
emretmesini söyledi. "Emir mi?" adam usulca başını salladı. Büyük
atalarım üçüncü klandandı. Ve onlar bu kızıl taşın eğitilip kullanılmasını
sağlardı. Kırarsan kırgın bir ruhu içine çekip enerji dolar kalbin ama ona
emredersen. Yüz yıllarca bile senin için güç sağlar." demişti. Koen adam
bakıp kaldı. Frange ne garip bir krallıktı. Binlerce güzelliğin içinde
toplandığı pis bir yerdi. Yetenek ve gücün olduğu ama barışın tercih edildiği
ukala bir şehirdi. Koen elini yavaşça soğuk metal kola sürdü. "Uyan!"
demişti. Birden bedenini saran şeyi hissetti. Bütün vücudunu saran o kızıl
enerji... ve parmaklarını oynatma isteği ile gözlerini açtığında yumruk şeklinde
duran el birden açılmıştı. Koen hançerin geriye doğru çekilmesini düşündü. Ve
hançer geriye doğru gittiğinde öylece kaldı. Bedenin bir parçası olan bu şey...
"Sanırım diğer kolumu da kesmeliyim" dedi ve kolunu oynatmaya
başladı. Tıpkı gerçek bir uzvu gibiydi. Sadece soğuk ve hissizdi. Emir alan bir
köle gibi... Marangoz öne doğru saygı ile eğildi. "Eğer diğer kolunuzu
keserseniz ve tekrar bir kol isterseniz marangozhaneye uğrayın." demişti.
Koen şaşkınlıkla kolunu incelerken Marangoz geri geri çıkmış ve uzaklaşmıştı.
Aiken ona son gelişmeleri haber vermek için içeri girince metal kolu görmüştü.
Bir an öylece kaldı. Ardından bir öksürük ile boğazını temizledi.
"Gömleğini giymeli ve dışarı gelmelisin." demişti. Koen irkilmiş
halde ona dönmüş ve hemen gömleğini giymek için sandalyeye yürümüştü.
"Neler oluyor?" demişti. Aiken kaşları çatık halde ona baktı.
"Yangını söndürdüler ve bir şeyler yapıyorlar. Gözcüler karanlık yüzünden
ne olduğunu göremiyor. Bütün ateşleri söndürmüşler. Bir karşı saldırı..."
Koen başını iki yana salladı. "Önce cesetleri saymaları gerekir."
Gömleğini giydi. Alışamadığı kolunu oynatırken tedirgindi. Yavaşça giyinmişti.
Çadırdan çıktıklarında hızla yağmur yağıyordu. Koen gözcülerin ve iki kıdemli
subayın beklediği yere gitti. Yangın yavaş yavaş sönüyor ve yağmur
şiddetleniyordu. Koen kampın hemen önüne doğru toplanmış kişileri ve tekerleri
sağlam mancınıkları gördü. "Atış mı yapacaklar? Bu yağmurda kör atış olur
ancak." demişti. Gözcü ileriyi gösterdi. "Efendim taş değil başka bir
şey koyuyorlar." demişti. Koen oraya gözlerini odakladı. Testi gibi
şeyleri indiriyorlardı hızla. Dört mancınığın yanına çekilmiş öküz arabalarının
üstünden kızıl testileri indiriyorlardı. "Bu ne böyle?" demişti. O
anda mancınıklar geriliyordu. Aiken daha dikkatli bakmak için duvara doğru
yaslanmıştı. Dericinin oğlu olan subay hızla sur üstünde koşarak oraya doğru
geliyordu. "Katran! Katran ve barut bombası bu!" diye bağırmıştı.
Koen onun söylediğini anlamıştı. Ancak bu tozun çıktığı ve katranla karıştırılıp
alev aldığında dinmek bilmez yangınlar başlatan maddenin çıktığı tek bir yer
vardı. Dohen bölgesi. Orada yer altından çıkarılan katran ve barut sayesinde
elde edilen bu şey çok büyük hasar verebilirdi. "Ateş!" Ses uzaktandı
ama öyle öfke dolu ve kindardı ki... gerilmiş mancınıklar hızla salınıp
üstlerinde alev almış katranla karıştırılmış barut bombalarını fırlatırken Koen
öylece kalmıştı. Sekiz atış olmuş ve şehrin bir kısmı alevler içindeydi. Çığlıklar
artıyor ve yangını bu defa yağmur bile söndüremezdi. "Lanet olsun!"
demişti Koen dişlerini sıkarak. Surun üstünden bütün şehir gözüküyor ve yarısı
alevler içindeydi neredeyse. Ve gün doğana kadar bir daha atış olmadı.
Yangınlar insanları hazırlıksız yakalamıştı. Öyle ki bazı evleri söndürmemiş ve
harabe halinde içinden çıkamayanlar ile yıkılıp kalmıştı. Gün doğmaya
başladığında yağmur yavaş yavaş kesilmişti. Gri bulutlar gezinirken iki tarafta
da hasar ve kayıp sayımı başlamıştı. Koen kalan son günü düşünüyordu. Sabahın
ilk ışıklarında Jeniske'yi görmeye gitmişti. Git gide daha çok ölüye benziyor
ve yaşlı kadın hareketsizce orada oturuyordu.
"Bugün ayakta kalabilecek misin?" demişti. Koen dikildiği yerden ona
göz ucu ile bakmıştı. "Dün gece çıkan yangınlar savaşın kontrolünü sana
kaybettirdi gibi." diye ekledi kadın. Koen birkaç adım atıp hala tüten
dumanların olduğu meydanı görmek için cama yanaştı. "Ordunun Hisar'dan
gelmediğini söylemiştin. Dohen askerleri." demişti. Kadın başını usulca
sallayıp gülümsedi. "Dohen'e giden mesaj üzerinden iki hafta önce ordu hazırlandı
ve yola çıktı. Daha fazlası hazırlanıyor. Hisar bütün krallıklara emir verdi ve
binlerce asker farklı farklı yerlerden buraya doğru gelmeye başladı."
demişti. Koen derin bir nefes aldı. "Jeniske olmadan bu savaşı alamam.
Yeterince gücüm yok." demişti. Kadın yatakta yatan Jeniske'ye baktı.
"Bence onun da yok. Bir süre daha böyle kalacak. Onu bırakmam için bu
kapıların ötesinde ve içinde düşman olmaması gerek." Koen bunu duyunca ona
doğru döndü. Pencerenin kenarına kalçasını dayayıp kollarını bağdaştırdı.
"İçeriye giren kimse olmadı. Ve onları bulacağız. Neden Jeniske onlara yüz
yıllarca itaat etmiş ve tapınmışken şimdi onu öldürmek istiyorlar? Bunun
cevabını bana hala vermedin." demişti. Kadın usulca gülümsedi. İçeri genç
bir kız girmişti. Elinde bir bardak ve testi taşıyordu. Kadına doğru uzattı
onları. Şarabın keskin kokusu geliyordu. Kadın bardağa yavaşça şarabı döküp
Koen'e doğru uzattı. "İçmiyorum artık!" demişti. Cadı güldü.
"Günahlarından mı arınmaya çabalıyorsun? Bence sen en büyük günahı işledin
bile." demişti. Koen ona bakıp kaldı. "En büyük günah eğer sözünü
ettiğin gibi onunla..." Kadın başını yavaşça iki yana salladı.
"Onunla olmandan söz etmiyorum. Dişlerinin arasında kırıp gücünü içine
hapsettiğin taşlar ile tanrılara küfrettin." demişti. Koen birden güldü.
Uzanıp şarabı aldı. "Galiba tanrılar ve o tanrıçalar pek seni
sevmiyor." demişti. Kadın başını salladı. "Sevmezler. Ben günahkâr ve
bu günahları işleyenleri izlemeyi seven sapık yaşlı bir kadınım. Üç tanrı gibi
çarpık düşünceler ile hakimiyet peşinde koşan birisi değilim. Açıkçası sizin
hikayeniz dikkatimi çekti. Onu uyarmama rağmen seni bırakmamak için ona bütün
gücünü veren tanrılarına ihanet etmeye kalkıştı. Bundan daha güzel bir hikâye
bulamam." demişti. Koen şaraptan birkaç yudum alıp Jeniske'ye baktı. Geri
pencerenin pervazına yasladı kalçasını. "İhanet ettiğinde onu gördün
mü?" demişti. Kadın başını salladı. "Kargaları gönderdi. Tanrıları
izlemek için onları göndermişti. O sırada o kara kaplı bu dünyanın olmayan
kitaptan kehanet büyüsü yapıyordu. Ve sonra sen geldin. Büyüde gördüğü ölümü
değiştirmek için seni iteklemeye karar verdi. O üç serserinin hoşuna gitmedi bu
ve biraz sahaya inmeye karar verdiler." demişti. Koen birden güldü.
"Onlardan gerçekten nefret ediyorsun ha?" demişti. Kadın şarabı
kafasına dikiyordu. "Evet! Açıkçası kendini beğenmiş küstah olan herkesten
nefret ederim. Özellikle başlarındaki o kadın. Yaksotat. O çok sinsi bir
kadın." Koen şaşkınlıkla ona baktı. Üç tanrıda erkektir. "Dediğinde
kadın güldü. "Tulhu erkektir. Azatod erkektir ama Yaksotat erkek
görünümünde bir kadındır. En tepede en büyükleri o’dur. Tulhu en küçük olan.
Onunla meydanda karşılaştın. Kara saçları vardır kıvırcık karma karışık.
Gözlerinde beyaz bir parça görmek zordur. Ve Azatod Tulhu'nun düşkün aşkı.
Kardeşine âşık olan aptal bir tanrı. Onu daha insan iken sevip kendisi gibi
tanrı yapıp yükseltti. O sarı benizli soluk yüzlü ve gri gözlü bir kaltaktır.
Azatod'un erkek olduğunu anlamazsın. Tıpkı tanrıçalar gibi uzun etekler giyer
ve uzun saçları vardır. Bir sürü takı takar ev kulaklarını sarkıtacak ağır
altın küpeler ve bileklerine bir sürü bilezik takar. Bir çingene gibidir.
Yaksotat ise Azatod'u kutsayan kişi idi. O öyle bir yılan ki kimi kadına erkek
kimi erkeğe kadın gözüküp aklını çelerdi. Ve senin atalarından olan Azatod'a
bir erkek gibi gözüküp onun aklını çelip kendisine tapınması için insanları
toplamasını istedi. Jeniske bu hikâyeyi çok iyi bilir. Onların sofrasına
oturdu. Sana hiç anlatmadı mı?" dedi. Koen başını iki yana salladı.
"Bana tanrıların dedikodusunu yapacak zamanı olduğunu sanmıyorum."
dedi. Kadın ona bakıp sinsice güldü. "Bence çokça boş zamanınız vardı ama
seni bu konuyla meşgul etmek istememiş bile. Her neyse. Bu üç kaltağın başı
olan Yaksotat güzellik ve güce düşkün bir orospu gibi dolanırdı hep. Onu büyük
tanrılar buraya sürdüğünde senin dağda yaşayan atalarını büyüledi ve etkiledi.
Öyle ki tapınağını dağın en büyük yerine yaptırdı. Seni kutsayamamış olması çok
garip. Normalde kendine tapınması için herkesi kutsar. İki yaveri olan
tanrılara ise sunak yaptırttı." dedi. Koen merakla ona baktı. "Peki
Tulhu'nun yani üçüncü tanrının iyileştirici kaplıcası?" demişti. Orada
yatan hikâyeyi biliyordu. Acı çeken insanlar için ağlayan üçüncü tanrını göz
yaşlarından oluşan bu yer her derde deva olurdu. "Orası m? Gerçekten
Tulhu'nun göz yaşlarından oluşuyor. Ama insanlara ağladığı için değil.
Azatod'un ona yaptığı işkencelerden yaralardan dolayı ağlıyor. Küçük öfkeli ve
adı çıkmış bir tanrı. Zavallı çocuk bir tanrının sapıkça düşlerini süslerken
her şeyden habersizdi, masumdu ve güzeldi. Sonra onu kutsamaması için Azatod
resmen Yaksotat'a yalvardı. Ardından kutsanmamış bir çocuk olduğu için ölmesi
gerektiğini söyleyip onu ikinci tanrının olduğu yere getirdi atalarının
ataları. Onu orada bağlayıp gittiler. Ve Azatod ona günlerce yıllarca üçüncü
dağın olduğu yerde işkence etti. Defalarca çığlıkları dağı sarstı ve sonunda
ona itaat eden bir köpek gibi eğitti. Ardından onun göz yaşlarını bir efsunla
iyileştirici suya çevirip bütün yaralarını kendi göz yaşlarıyla iyileştirmesi
için orada bıraktı. Ve sonra Şifanın gücü duyuldukça insanlar orada bulunan
esrarengiz tanrıya tapar oldu. Bir insanın tanrı olması için tapınmak yeterli
değil. O sadece tanrı olmuşa güç sağlar. Bir insanın tanrı olması için başka
bir tanrının özünden alması gerek Azatod onu yıllarca orada bir insan olarak
tuttu ve insanların onu tanrı sanmasını keyifle izleyip ona işkence etmeye zorla
ırzına geçmeye devam etti. Artık eğitilince onunla özünü paylaşıp kendi özünden
bir kardeş yarattı. Üç tanrıda kardeştir ama kanları eş değildir. Yaksotat
özünde insan mı bilmem. O sürtük benden bile yaşlı. Ama Azatod ve Tulhu
insandı. Ve ikiside dağın soyundan gelirdi. Yaksotat onları kendi emelleri için
bu hale getirdi. Ve yine başa döndük. " şarabından büyük bir yudum aldı.
"Yaksotat dağda bulduğu Jeniske'yi bir gece baştan çıkarmaya çabaladı. Ama
tanrılar bile bilmiyordu ki onun aklıda kalbide sendeydi. Onu baştan çıkararak
kendisine itaat eden birisi haline getiremeyeceği için ona öğretti. Onu eğitti.
Ve savaşın son demlerinde ölümünü gösterdi. Hesaba katmadıkları şey ise sendin!
Yaksotat seni kolayca baştan çıkarmayı bilirdi. Ama kızıl taş ile öleceğini
zaten hesaplamıştı. Ölmedin. Ve Jeniske yer yüzüne tekrar inmek için geldiğinde
işler sarpa sarmıştı. Yaksotat sabırlı ve kurnaz bir yılan gibi. Asla avını
kaçırmaz. Onun avı sen değilsin. En büyük avı ruhani gücü artmış ve fani olarak
dünyaya tekrar dönmüş Jeniske. O yüzden onu bu şekilde tutmak zorundayım. Bu
aptal çocuk kendini değil bütün dünyayı senin için riske atabilir. Ne kadar
mantıksız ve duygu dolu birisi olduğunu biliyorsun Koen. Sen ise soğuk kanlı
bir katilsin. Acımazsız ve mantığının önüne hiçbir şeyi geçirmezsin. O yüzden o
değil seninle çalışacağız." dedi. Koen güldü ve bitmiş bardağı pencerenin
önüne koydu. "İyi de benim tekrar öleceğimi söyledin. Savaşı kazansak da
ben yine öleceğim. Tekrar üç sene sonra ya da daha erken aynı şekilde öleceğim.
Bu hoşuma gitmiyor." demişti. Kadın başını salladı ve gözü kapıya kaydı.
Aiken kapıda belirmişti. "Efendi Jeniske nasıl sormak istedim." dedi.
Koen yatağı gösterdi. Kadın genci izledi ve gülümsedi. "Ne yaralı bir
kalp. Ne hüzünlü bir yüz." demişti. Aiken çirkin görünüşlü yaşlı kadına
baktı. Kadın kucağında kırmızı ciltli bir kitapla oturuyordu. "Bir kadını
sevmek ve sonra ondan vaz geçmek zorunda kalmak. Ama başka kadın var
geleceğinde. Senin çocuklarını doğuracak güzel bir kadın. Sırtını bu adama
dayayabilirsin Koen. Mert ve dürüst bir asker." demişti. Koen derin bir
nefes aldı. "Tekrar gün doğduğunda nefes alan tek bir Dohen askeri bile
kalmayacak. Ve onları bulmuş olacağız. Jeniske'yi uyandırmak için hazırlan ve
benim değişmeyen kaderimi bana açıklamak için iyi bir konuşma hazırla koca
karı." demişti. Kadın birden güldü. "Koca karı mı? Daha önce hiç bu
kadar samimi olduğumuzu fark etmedim. Merak etme ikinci defa gün doğduğunda
sorularının cevabını Jeniske'den alırsın." demişti. Koen hızla çıkmıştı.
Aiken kadına bakıp kaldı ve merakla ona doğru bir adım attı. "Bir kadın
mı? Anlatsana cadı, kadın nasıl bir şey?" demişti. İhtiyar kadın
gülümsedi. "Onu buradan uzakta bulacaksın. Derin gözleri olan ufak tefek
bir kadın." demişti. Aiken uzun bacaklı kadınları severdi. "Senin
gibi şarlatanlarda ne çok arttı. Bir de kâhin gibi hiç sevmediğim kadın tipini
anlatıyor. " diye hayıflanıp çıktı.
Bölüm Yirmi
Bir Efsanenin Tanığı
Yangınlar
sönmüş ve birçok ceset küle dönmüş halde olduğu için onların kim olduğunu
bulmakta zorlanmışlardı. Ailelerden dördü daha evden çıkamadan içerde can
vermişti. Ölü sayısı yaralılardan çok çok azdı. Ancak bu iyi değildi.
Yaralıların yanıkları ile ilgilenilecek şifahane dolup taşmıştı. Ve tapınak
rahipleri tapınağı şifahane için kullanabileceklerini söylemişti. Sivil yaralı
sayısı askerden azdı. Askerler yangında sıkışıp kalanları dışarı almak için çok
çaba sarf etmiş ve ağır yaralananlar olmuştu.
"Ölüleri
gömmek için dışarı çıkamayız!" Tavi bunu söylerken halkı yatıştırmaya
çabalıyordu. "Burada böyle kalmalarını istemiyoruz." diye çıkışmıştı
birisi. Ardından bir başka sert erkek sesi yükselmişti. "Tanrılar bizi
lanetledi. Daha fazla lanetlenmek istemiyoruz." demişti. Koen tapınağa
girdiğinde yanında Maios vardı. Yaralıların iniltilerini duyuyordu. Bazılarının
yanıkları çok ciddiydi ve mikrop kapabilirdi. "Sanırım insanlar hala
ölülerini gömmek için Tavi ve meclis üyeleri ile kavga ediyor." demişti
Maios. Dışarıdaki kalabalığın gürültüsü içeriye doluyordu. Rahipler şifacılara
yardım ediyordu. Kışlanın erzakı buraya taşınmıştı. Koen oraya yaralıların
durumunu görmek için gitmişti. "Komutan Aiken!" Maios bunu söylediği
sırada Aiken bir ölünün taşınması için emir veriyordu. "Majesteleri!"
diyerek Aiken onlara doğru yürümüştü. "Ordu yola çıkmış. Erzak ve takviye
getiriyor. Elinizde olanı harcamaya çekinmeyin!" demişti. Aiken gülümsedi.
"Kurtarılacaklar için bunu zaten yaptıklarından eminim. Ordu gelmeden
yağmur durmuş düşman dağılmış olacak. Gibi..." Aiken bunu söylerken
Koen'in cilalı koluna baktı. Çelik o kadar güzel ışıldıyordu ki... Koluna bir
süre daha bakıp kaldı.
"Korku, gözleri kör eden bir illüzyondur erkek ve kız kardeşlerim!"
baş rahibin bu sesi ile hepsi kapıya doğru dönmüştü. Dışarıdaki kalabalık iyice
öfkeli ve şiddete meyilli idi... Meclis üyeleri onları bastıramıyordu artık.
Rahip el atmıştı olaya. Merdivenlerin önünde dikilmiş ve hızlı adımlarla ileri
doğru giderken bağırıp konuşmaya başlamıştı. "Dışarıdaki ordunun bizlere
korku içinde bırakmasına izin vermeyin. Tanrılar bizi lanetlemedi. Onlar zamanı
gelenleri kader çizgisi bitenleri aldı götürdü. Hayatta kalmak için
çabalayanların yaşamlarının devamı olması için birlik olmalıyız. Meclis ve Üç
Tanrı Dağı ordusu bizim hayatlarımızı inançlarımızı korumak için savaşırken
onları suçlamakta ne büyük günah!" sesi kızgın ve kaşları çatıktı rahibin.
Sinirlenmiş olduğu elini yumruk yapışından belliydi. Dünden beri herkes çok
gergin ve sinirliydi. İnsanlar sıkışmış olduklarının farkındaydı ve Dohen
onları köşeye sıkıştırmıştı. Koen bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu ama
ne yapacağını bilememek onu yoruyordu. Uykusuz, aç ve yorgundu. Dün gece bütün
gücünü kullanmamasına rağmen yorulmuştu. “Koen işler karışmadan bir şekilde subayları
yatıştırmamız gerekecek. Hepsi askerleri için endişeli.” Aiken bunu söylerken
gergin yüzü daha da gerilmişti. “Biliyorum. Ama ne diyeceğim onlara. Askerlerin
Dohen askeri olduğunu bilmediğimi mi?” bunu söylerken Koen sinirli ve gergindi.
Derin bir iç çekti. “Gözcülerden haber var mı?” demişti. Aiken başını usulca
salladı. “Karşı tarafın kampı harabeye dönmüş durumda. Anlaşılan onlarda
askerlerinin yarısını kaybetti.” Demişti. Koen birden pelerinini tutan bir elle
irkildi. “Efendim!” demişti çatallı çirkince bir ses. Koen birden dönünce ufak
tefek sırtında kamburu olan adama bakıp kaldı. Soluk gri gözleri ve yarısı
yumrulu kafasında birkaç tel saçı ile çirkin yüzü kabak gibi ortadaydı.
Koen’den oldukça kısa ve kamburu yüzünden kolunun birisi aşağıya doğru
sarkıyordu. “Efendim yaralarıma kimse bakmıyor.” Diye sızlanırken yanmış
sırtını göstermişti. Koen adama şaşkınlık ile bakıyordu. Aiken ve Maios’da onun
kadar şaşkındı. “Lütfen onun kusuruna bakmayın efendiler. O delidir.” Tapınakta
yüzü yaralı rahip hızla onlara doğru koşarak kamburu olan adamı geriye doğru
alıp kısık sesle kızmıştı ona. “Bir efendinin eteğine böylece asılamazsın. Bu
görgüsüzlük.” Diye fısıldamıştı. Yüzünde cüzzama benzer yaraları olan adam
saygı ile eğilip tekrar doğrulduğunda Koen’e bakıp kaldı. “Onu affedin.”
Demişti. Koen şaşkınlıkla adama bakıyordu. “Kimsin sen?” demişti. Adam ağlamaya
başlamıştı. Bir deli gibi ağlayarak yere yatmıştı. Sırtındaki kamburda yanıklar
vardı. “Efendi beni dövmesin.” Diye bağırıyordu. Koen korku ile ona bakıyordu.
Birkaç adım geri çekilmişti. “Siz o delinin kusuruna bakmayın. Kendisi
kimsesizdir. Tapınakta yaşar. Onu burada kaldığını gece görmüş olmalısınız.
Sürekli gelip sizin üzerinize ufak taşları atmıştı. Koen o an onu anımsadı.
Adam gece bir sürü çakılı onun üzerine doğru atıp gülmüştü. “Tedavisini yapıyor
musunuz?” demişti. Rahip başını yerde yuvarlanan adama çevirdi. “Elbette.
Sırası geldiğinde ona da yapacağız.” Demişti. Adamın acı çektiği belliydi.
Yerde kıvranıp ağlıyordu. Koen yüzünü buruşturdu. “Onu öne alın. Görmüyor
musunuz yaraları nasılda derin!” demişti. Rahip yerde yuvarlanan adamın kolunu
eğilip tuttu. “Elbette! Elbette! Kalk hadi efendiler sana acıdı ve seni tedavi
edeceğiz.” Demişti. Yerde yuvarlanan adam hevesle iki ayağı üzerine sıçramıştı.
“Bana sıcak süt ver ama.” Demişti. Koen kamburuna rağmen birden dikleşen adama
bakıp kaldı. Gözleri nasılda tanıdıktı. “Subayları toplamış olmalılar.
Gecikeceğiz.” Demişti Aiken. Koen başını sallayıp onlarla dışarı çıkarken hala
aklında adamın gözleri vardı. O gece ona dikkatle bile baktığını anımsamıyordu.
Ne garip gözlerdi. Kalabalığı geride bırakıp meydanın sonuna geldiklerinde Koen
birden gözleri kocaman açılmış halde durmuştu. “Seni aşağılık Tulhu!” diye
bağırmıştı. Bacağındaki hançeri çekip kalabalığa doğru koşmuştu. Maios ve Aiken
ona yetişirken Koen çoktan kalabalığı ikiye yarıp birilerini tepeleyerek baş
rahibi geçmişti. Kenarda yaralarına merhem sürülen kamburun yanına koşup onunla
ilgilenen şifacıyı kenarı doğru çekip hançerini adamın boynuna doğrultmuştu.
“İnsanların içine giriyorsun demek.” Demişti. Adam ona bakarken gözleri
parlayıp çirkin iri dudakları yukarı doğru bükülmüştü. “Koen ne yapıyorsun?”
Aiken onun dibinde bitip elini yakalamıştı. “Efendi bana saldırıyor!” diye adam
birden feryat edip başını bacakları arasına sokup yere yıkılmıştı. Koen elini
tutan Aiken’i kenarı doğru itekledi. “Yaksotat ve Azatod’da burada mı? Çabuk
konuş!” diye bağırmıştı. Maios oraya doğru hızlı adımlarla yürüdü. “Koen!
Kendine gel ne diye adamı…” Koen birden bağırmıştı. “Meydanda ölen çoğunda
içine mi girmiştin aşağılık varlık seni!” demişti. Adam yerde yuvarlanırken
Koen ona doğru bir adım atmıştı. “Yoksa bir köpek gibi seni eğiten Azatod mu
gönderdi seni iradesiz hayvan!” diye bağırdığında yerdeki adam birden durmuştu.
“Onun adını bir daha ağzına alma!” diye mırıldanmıştı. Kadın boşuna o hikâyeyi
anlatmamıştı ona. “Azatod seni bir köpek gibi eğitip senin benliğine sahip
olduktan sonra onun adını senin kullanmaman lazım aşağılık varlık seni!”
demişti. Adam birden yerden kalkmıştı. Bir hışımla Koen’in boğazını
yakaladığında bedenin güç bela düzelmişti. “Seni iyileştirdim. Sunağımda hayat
bulmana izin verdim. Bu ne cüret seni fani varlık!” diye gürlemişti. Koen
boğazı sıkılmasına rağmen gülümsüyordu. Çekilmiş kılıçları Tulhu çok geç fark
etmişti. “Beni bu çelikten yaptığınız şeyler öldürür mü sanıyorsunuz?” diye
alaycı şekilde gülümseyip Koen’i geriye doğru atmıştı. “Sizi öldüren şeyler
bende işe yaramaz aptallar!” demişti. Koen ona bakıp elini boğazına götürdü.
Ufak bir öksürükten sonra gülümsedi. “Doğru. Ama bu öldürür.” Demişti. Elindeki
atı dişleri arasına götürüp kırdı ve yayılan kırmızı sıvıyı hançere doğru
tükürdü. “Tulhu’nun zaafı kızıl taştır. Azatod onu bedenini kızıl taşların
dizildiği kemerle defalarca dövmüş ve dövmüştür.” Kadın bunları o gece mahzende
fısıldamıştı. Üç tanrının en küçüğü Tulhu hepsinden daha farklıdır. O Azatod
’un köpeği gibidir. Zaafları olan bir tanrıdır. İnsanların kaderini yazamayan
işlevsiz bir tanrı! Kadının bu dediklerini anımsadı Koen. Gülümseyişi büyüdü ve
dudakları aralandı. “Bana gerçek halini gösterecek misin?” demişti. Tulhu güldü
ve çirkin bedeni iki eli ile okşadı. “Vicdanın bu adamın içindeyken beni
öldüremeyecek kadar yumuşak ha?” demişti. Koen birden ileri doğru bir hareket
ile onun karnına doğru hançeri soktuğunda Tulhu korku ve dehşetle gözlerini
açmıştı. Koen ona doğru eğilip kulağına yavaşça fısıldadı. “Ben görüp göreceğin
en kalpsiz insanım Tulhu! Sizin gibi pislikleri öldürmek için bu dünyaya dönmüş
bir ruhum. Benim vicdanımı ve yeteneklerimi sorgulamak seni ölüme biraz daha
yaklaştırır.” Demişti. Tulhu acı dolu bir nefes aldı. “Senin ruhunu tedavi eden
göz yaşlarım lanetin olsun hain!” demişti. Koen gülüp hançeri çekti ve onu
geriye doğru itti. “Lanetleyeceğin ruhu önce kutsaman gerek. Seni işkencelerle
eğiten ağabeyin bunu öğretmedi mi?” demişti Tulhu elini karnına doğru
götürmüştü. Etrafta korku ve şaşkınlık vardı. Koen geriye doğru sendeleyen
kambur adamın bedenine doğru adım attı. “Kamburun sırtındaki yumrular sanırım
seni daha zavallı yapıyor. Bakalım başını bedeninden ayırdığımda gerçek haline
dönebilecek misin?” demişti. Tulhu korku ile birden elini karnından çekip
bağırmıştı. “Onu da öldüreceksin!” demişti. Koen omuz silkip ona doğru yürüyüp
saçlarını kavradı. Adamın elleri onu itmeye çabalıyordu. “Bu umurumda olur mu?”
demişti. Gözleri kana susamış gibi bakarken gülümsüyordu. Tulhu korku ile
birden bağırdı. “Bu iş burada bitmeyecek!” demişti. Adamın gözleri birden
parlamış ve tiz bir çığlıkla beraber bir rüzgâr hızla tapınağı terk ederken
Koen gözleri geri açılan kambura baktı. Saçlarını bıraktı. Adam korku ile elini
karnına koyup bağırmıştı. Koen onun üzerinden çekildi ve hançerini yerine
sokarken usulca konuştu. “Karın boşluğundaki yarayı dikip temizleyin. Et suyu
çorba verin ve davranışlarından şüphe duyduğunuz herkesi bildirin!” demişti.
İnsanlar şaşkındı. Koen ise geri kapıya doğru yürüyordu. “Koen nereye?” diye
atılmıştı Maios. Koen ise hızlı adımlarla uzaklaşmıştı. Kadını görmeye
gidecekti. Ona soracağı şeyler vardı.
“Korkak
Yaksotat ve Azatod o sefil tanrıyı tek başına göndermiş olmalılar. Onu
yaraladın mı?” kadın bunu sorarken kitabın boş bir sayfasına bakıyordu. Koen
başını sallayıp yatağın kenarına oturdu. Kadın hemen karşısındaydı. Arkasında
ise Jeniske vardı. “Kızıl taş ile yaraladım.” Dediğinde kadın usulca güldü. “O
zaman iyileşmek için şehri terk etmiş olmalı. Nasıl yakaladın onu?” demişti.
Koen kaşlarını çattı. “Gri gözleri o çocuğun gözleri gibiydi.” Demişti. Kadın
usulca kitabı kapatıp dizlerine koydu. “Gözler asla değişmez. Onlar ruhumuzun
yansımasıdır. Zekisin! Sanırım artık güvenli ve onun uyanması gerek!” demişti.
Koen şaşkınlıkla kaldı. “Peki ya Dohen ordusu?” deyip kadınla ayağa kalkmıştı.
“Onlar mı? Bu gece son geceleri olacak gibi. Yardım beklediğinizden hızlı
geliyor evlat!” demişti. Koen ona bakıp kalmıştı kadın yavaşça yatağın
kenarında durdu. Elini Jeniske’nin başında gezdirirken yeşil bir duman
Jeniske’nin burnundan içeri girmişti. Kadın kitabını alıp kapıya doğru yürürken
Koen birden onu kolundan yakalayıp durdurdu. “Peki şimdi? Uyanacak mı?” kadın
gülümsemişti. “Elbette. Ben aşağıda olurum. Uyandığında onunla olman iyi
olabilir!” demişti. Kolunu çekti ve kapıyı kapatıp uzaklaşmaya başlamıştı. Koen
yatağın yanına oturmuş ve Jeniske ’ye dikmişti gözlerini. Gözleri kıpırdanırken
dudakları aralanmıştı. “Koen…” diye mırıldanmıştı. Koen onun soğuk elini
tutmuştu. “Buradayım.” Jeniske yavaşça gözlerini aralamıştı. Bir süre soluk
yeşil gözleri tavana baktı. Ardından ona endişe ile bakan Koen’e doğru kaydı.
“Berbat görünüyorsun.” Demişti. Sesi hırıltılı çıkıyordu. Koen gülümsedi. “Sen
kendi haline bak.” Demişti. Jeniske ona bir süre daha baktı ve uyuşuk bedenini
yavaşça doğrulttu. “O kaçık kadın beni hapsetti.” Demişti. Koen başını usulca
salladı. “Biliyorum.” Demişti. Jeniske elini başına koydu. “Konuştuklarınızı
duydum hep. Onun içindeydim.” Demişti. Koen onun yüzüne bakıyordu. “İhanet
ettin. Bunu yapmak zorunda mıydın?” demiştin. Jeniske onun çelik koluna ve
ardından zayıflamış yüzüne baktı. “Buna değerdi.” Demişti. Koen iç çekti.
“Gerçekten garip bir adamsın. “Diye mırıldandı ve kalkacağı sırada Jeniske onu
kolundan yakalamıştı. “İki kolunda varken bana biraz masaj yapmalısın. Bütün
vücudum uyuştu!” demişti. Koen onu eline baktı ve güldü. “Buna halim var gibi
duruyor muyum?” demişti. Jeniske onun islenmiş saçlarına ve dağınık
kıyafetlerine baktı. Islanıp kurumuş cübbesi kırışmıştı. Yüzünde yorgun bir
ifade vardı. “Buraya gel!” diye çekmişti onu. Anahtar kapıda bir defa dönmüştü
kendiliğinden. Jeniske onu kendine doğru çekip geriye doğru devrilmişti.
“Uykusuz, aç ve yorgun bir berduş gibi duruyorsun!” bunu derken onu kolları
arasına alıp göğsüne doğru yatırmıştı. Koen buna itiraz edemeyecek kadar
yorgundu. “İyi günler geçirmiyorum.” Demişti Koen. Jeniske onun saçlarını
okşamıştı. “Sanırım biraz burada uyuyabilirsin. Sonuçta kapı kilitli ve bizi
kimse göremez.” Demişti. Koen gülmüştü. Alaycı şekilde gülerken doğrulup
Jeniske’ye bakmıştı. “O kahrolası tanrılar ve tanrıçalar sürekli bizi izlerken
uyumak bile rahatsız edici geliyor.” Demişti. Jeniske birden onun gözlerini
elleri ile kapattı. “O yaşlı cadı buraya büyük bir kalkan yaptı. Kimse seni
izlemez iken uyu!” demişti. Koen bir süre hareketsiz yattı sonra gömleğinin
üstündeki elin sıcaklığı ile yan dönüp Jeniske’ye baktı. “Ne kadar oldu?”
demişti. Jeniske ona bakıp güldü. “Bir ay dan az ama bir yıldan uzun gibi.”
Demişti. Koen bunun üzerine güldü. “Adamların senin bir kadına aşı olduğunu ve
onu beklediğini söylüyor.” Demişti. Jeniske yan dönüp yatan Koen’i baştan aşağı
süzdü. “Böyle bakman hoşuma gitmedi!” Jeniske demişti. Koen onun ne istediğini
çok iyi biliyordu. “Burası Tavi ve karısının yatağı. Burada olmaz.” Demişti.
Jeniske onun gözlerine gözlerini dikmişti. “Peki bu umurumda olur mu?” demişti.
Aç bir vahşi hayvan gibi ondan gözlerini ayırmıyordu. Koen kendini yatağın
ucuna doğru çekti. “Çarşafları mahvederiz. Bu utanç verici olur.” Demişti.
Jeniske ona doğru kaydırmıştı bedenini. “Ben bir büyücüyüm Koen! Hepsini geri
eski haline getiririm.” Demişti. Koen onun kararlı olduğunu biliyordu. “Yorgun
değil misin sen be adam?” demişti. Jeniske başını yavaşça salladı. “Hayır!”
demişti. Koen bunun üzerine biraz daha yatağın ucuna kaymıştı. “Ben yorgunum
ama. Uyumak istiyorum.” Demişti. Jeniske gözlerini onun vücudunda gezdirdi.
“Utanınca yanaklarının kızarmasını ve vücudunu kontrol edemiyorsun Koen.” Demiş
ve gülmüştü. Koen bunun üzerine kaşlarını çatıp sinirlenmiş gibi yapmaya
çabaladı. “Ne utanmaz bir adamsın.” Diye çıkışmıştı. Jeniske onu birden
belinden yakalayıp yakta kendine doğru hızla çekmişti. “Bu hoşuna gitmiyor mu?
Utanmaz oluşum!” Koen ona bakıp kalmıştı. Hoşuna gidiyordu. Ona kalsa asla
Jeniske’ye karşı böyle şehvetli bir teklifle gelemez ve kıvranıp dururdu. Bir
şey diyemedi ve iç çekti. Kabul etmişti olacakları. Jeniske onun boynuna doğru
sokulmuştu. İs kokan saçlarının ağır kokusuna rağmen boynunda hoş ve sıcak bir
koku vardı. Birkaç defa boynuna sıcak öpücükler kondurmuştu. “Gıdıklanıyorum!”
Koen bunu söylerken onu itekleyip gülmüştü. Jeniske ise onun gömleğini yavaşça
açıp dudaklarını sıcak omzuna dayamıştı. Koen onun sevişmeyi sev sevmeyi bilen
bir adam olduğunu her defasında fark ediyordu. Ne garipti. Aiken’i düşündü bir
an için. O da Saisa’yı böyle sevmiş olabilir miydi? Ya da Maios… Kafasına giren
düşüncelerin karışıklığı ile öylece kalmıştı. Hiç tepki vermeden öylece
yatıyordu. Jeniske birden doğrulup onun yüzüne bakmaya başlamıştı. “Neyin var?”
demişti. Koen dalgınlıkla ona bakmıştı. Jeniske onun yüzüne bakıp kalmıştı.
Dolmuş gözleri bulanıktı. “Sanırım kayışlar fazla sıkıyor. Kolumu çıkarmama
kaydım et!” demişti Koen düşüncelerden sıyrılıp. Kayışları çok sıkı gelmiş ve
göğsünü daraltıyor gibiydi. Oturur konuma gelip cübbesini ve gömleğini çıkardı.
Jeniske onun göğsünde bağlı iki kayışa ve boynundan koltuk altına kadar devam
eden diğer iki kayışa baktı. Kemerlerin takılı olduğu tokaları açtığında
kayışlar ardından kırmızı izler bırakarak salınmıştı. Ve sonra çelik kol
yavaşça çıkmıştı. Jeniske kola baktı ve onu yere koydu. Koen kızarıklara bakıp
geriye doğru atmıştı kendini. “Kayışları neden o kadar sıktırdın?” demişti
Jeniske onun inip kalkan göğsüne bakarak. Koen bunu duyunca elini kaldırıp ona
boş yüzüğü gösterdi. Konuyu değiştirmek ister gibi yüzüğü ona doğru çevirmişti.
“Sanırım onun bütün gücünü bitirdim.” Demişti. Jeniske onun parmağındaki yüzüğü
nazikçe çıkardı. “Sorun değil. Yenileyecek kadar taş var!” demişti. Koen elini
alnına koydu ve yavaş yavaş nefes almaya başladı. “Çok yorgun duruyorsun.”
Demişti Jeniske. Koen ona göz ucu ile baktı. “Bilmiyorum. Uyumak istemiyorum.”
Demişti. Jeniske bunu duyunca birden yataktan fırladı. Ardından Koen’in üstünde
çektiği örtüyü hızla çekip aldı. Koen sersemlemiş halde ona bakıyordu. Jeniske
ise örtüyü onun üstüne doğru örttü. “Daha sonra oynaşacak zamanımız olur. Şimdi
sen kafayı yiyip yorgunluktan bayılmadan yatıp uyu!” demişti. Koen ona
şaşkınlıkla bakıyordu. “Jeniske…” Demişti. Jeniske ise yerdeki kolu alıp
kapının yanındaki masaya koymak için hareketlenmişti. “Jeniske…” Demişti Koen
tekrardan. O ise kararlı durmaya çabalıyor gibiydi. “Sen dinlenirken ben inip
ordunun yönetimini ele alıyım.” Demişti. Koen bu sefer o tam anahtarı
çevirecekken sert şekilde bağırmıştı. Jeniske ona döndüğünde Koen yüzü kızarmış
halde ona bakıyordu. “Uyumak istemiyorum…” diye tekrarlamıştı. Jeniske ona
bakıp gülümsedi. “Neden?” demişti. Koen başını öne doğru eğmişti. “Burada yarım
kalan bir işin var!” demişti. Sesi öyle utanç dolu ve boğucuydu ki… Jeniske
şaşkınlıkla gülmüştü. Koen ise ne diyeceğini bilemeden ona bakıyordu. “Tek
istekli benmişim gibi olunca garip oluyordu. Bunu duymak hoşuma gitti.”
Demişti.
Koen
yorgunca yan yatmış halde çarşaflara dolanmıştı. Jeniske ise ona bakıyordu.
“Uykun mu geldi?” demişti. Koen başını sallayıp yüzünü yastığa gömdü. “O kadar
tatlı duruyorsun ki seni şu an öldürmek istiyorum.” Demişti Jeniske. Koen bunu
duyunca sırt üstü döndü. Jeniske vahşi bir hayvan gibi davranıyordu. Koen o
hazırlanırken dönüp ona baktı. Hızla giyiniyor ve keyfi yerindeyken yaptığı
gibi dudakları kapalı şekilde bir melodi mırıldanıyordu. “Akşam yemeği için
uyandırmalarını söylerim seni.” Demişti. Koen yüzükoyun yatıyordu. Başını fark
edilmesi zor şekilde sallayıp gözlerini kapamıştı. Jeniske onun saçlarını
kenarı doğru çekip ensesine hafifçe dudaklarını dokundurdu. Koen huylanmıştı
ama tepki vermedi. Sadece mırıldanıp örtüyü üstüne doğru çekmişti. “Daha fazla
yemek yemen gerek. Kaburgalarını sayıyorum artık. Ve çok çabuk yoruluyorsun.”
Demişti Jeniske kapının anahtarını çevirirken. Koen onu görmek için başını
yastıktan kaldırıp omzu üstünden baktı. “Bunun kilomla alakası yok. Sen
gerçekten kontrolsüz ve vahşi davranan bir ahlaksızsın!” demişti. Geri yüzünü
yastığa gömüp Frange askerlerine özgü bir küfür olan hareketi yapmak için sağ
elini kaldırıp işaret ve baş parmağını bir araya getirip ona doğru salladı. Bu
daha çok oğlancı olduğu idea edilen kişileri tanımlamak için kullanırdı.
Jeniske bunu görünce güldü ve kapıyı açıp çıktı. Koen o gidince hemen geri
uykuya dalmak için yastığa başını gömdü. “Ne utanmaz ama…” diye mırıldanmıştı.
Ancak kısa sürede uykuya geri dalmıştı. Jeniske aşağı indiğinde Maios ve
Aiken’i cadı ile konuşurken bulmuştu. Yüzünde neşeli bir ifade ile merdivenleri
inip ıslık çalıyordu. Aiken ona baktı. Maios ise onun ardından Koen’i bekler
şekilde merdivene. “Koen nerede?” demişti. Jeniske masada duran şaraba doğru
hızlı adımlarla yürüdü. “Yüzünün rengini hiç beğenmedim. Uyumasını söyledim.
Bir nevi nöbet değişimi olarak düşünün. Yokluğumda neler oldu?” demişti. Maios
başını yavaşça sallayıp gülümsemişti. “Dohen ordusu kapımıza dayandı. Meydanda
Tavi’nin adamları bir çocuğun boynunu vurdu. Şehrin bir kısmı yangında harap
oldu ve ayrıca ölü ve yaralılar var.” Demişti. Ardından ayağa kalkıp ona doğru
yürüdü. “Unutmadan Koen herkesin önünde tapınağın ortasında bir kamburu
bıçaklayıp ardından çekip gitti.” Demişti. Jeniske gülüp şarapla kuruyan ağzını
ıslattı. “Sanırım ben yokken ortalık baya karışmış.” Dedi. Cadıya doğru döndü.
O ise ona bakmadan boş gözlerle pencereye bakıyordu. “Niye hala buradasın?”
demişti Jeniske ona bakıp. Kadın onu duymazdan gelip pencereye bakmaya devam
etti. Jeniske elini saçlarına daldırıp yüzünü açığa çıkardı. “Bu kadın kim?”
demişti Maios. Kadına da bunu sormuş ama cevap alamamıştı. Jeniske bir
öksürükle boğazını temizledi. “Eski yaşlı bir efsuncu. Biraz kafası kırıktır
ama oldukça güçlü.” Demişti. Kadın bunu duyunca memnuniyet ile gülümsedi.
“Kafası kırık mı? Hanginiz akıllısınız da bana deli diyorsunuz beyler?”
demişti. Jeniske gülüp kadına baktı. Gözleri tehditkardı. “Koen’e bir şey
olmadan burada güven içinde uyumasını sağladığın sürece istediğin kadar o
koltukta oturabilirsin. Sonrasında herkes yoluna!” demişti. Kadın güldü.
“Elbette. Elbette Tanrıların rahibi Jeniske!” demişti. Jeniske onun kim
olduğunu yeni yeni anlamlandırmaya çalışıyordu. Tavi içeri girmiş ve karısına
seslendiği sırada Jeniske’yi görünce durmuştu. “Tanrılara şükür ki uyanmışsın!”
demişti. Tavi ona doğru birkaç adım atmıştı. Jeniske ise gülümsedi. “Bende seni
bulmaya gelecektim. Eski arşive gitmemiz gerek. Bir şeye bakacağım.” Demişti.
Kadın bunu duyunca birden ayağa fırladı. “Bende geliyorum.” Demişti. Jeniske
ona bakıyordu. “Hayır burada kalıyorsun!” demişti. Kadın kırmızı ciltli kitabı
havada salladı. “Beni durdurabileceğini sanmıyorum hele ki topladığın gücünü
yukarıda…” Jeniske birden onu susturmak için atılmıştı. “Her neyse geliyorsun!”
demişti. Tavi kirlenmiş gömleğini değiştirmek istedi. Kan vardı. Ve is… “Meydandaki
kalabalık sanırım pek uslu durmadı.” Demişti Maios. Tavi başını salladı.
“Cesetleri üzerimize atana kadar Baş rahip onları ve askerleri sakin tuttu.
Fakat delirmiş gibi üzerimize ve askerlere cesetleri atıp bizi lanetlemeye
başladıklarında biraz kaba kuvvet gerekli oldu!” demişti. Karısı orta boylu
hafif kilolu kırmızı yanaklı çok konuşmayan sakin bir kadındı. Tavi’yi severdi
ve ona saygı gösterirdi. Onunla ne zaman karşılaşsalar sevimli bir gülümseme ve
kahverengi hoş gözleri görürdü hepsi. Asla çok konuşmazdı. Genelde evin işine
koştururdu iki hizmetçi ile. Evinin kapısı herkese açık olurdu. “Akşam yemeği
için herkes bizde olacak. Yetiştirebilir misin?” demişti Tavi temiz gömleğini
alıp onur ardından giderken. “Elbette.” Demişti kadın durgun bir sesle. Hepsi
onlar hole girip gözden kaybolurken bakıyordu. Jeniske iç çekip şarabı
bardağına döktü. “Ne oldu?” demişti yaşlı kadın ona dönüp. Jeniske omuz silkti.
Kadın ise gülümsemişti. “Kadın senin gibi dağdan gelen bir soya sahip. Onu
annene benzetmiş olman garip değil.” Demişti yaşlı kadın. Jeniske donuk
gözlerle ona baktı bazen ailesini ve geçmişini özlüyordu. Ve kasabasını… En çok
da masumiyet ve huzuru özlüyordu.
“Eski
arşivde neyin cevabını arıyorsun ki?” demişti. Jeniske bunu duyunca kadına
baktı. O ise kırmızı kitabı ona doğru uzatmıştı. “Eğer benim hakkımda ise bu
sayfalarda yer alıyor. Okuyabileceğini söyledim.” Demişti. Jeniske oturduğu
masadan ona bakmıştı. Tavi hızla tanrıçalar ve tanrılarla alakalı arşivleri
istiyordu katiplerden. Kadın ona yaklaştı. “İstediğin sorunun cevabı burada.
Neden bakmaya bu kadar çekiniyorsun?” demişti. Jeniske başını salladı. “Cevap
senin benim görmemi istediğin kadar. O yüzden o kitaba bakmayacağım.” Demişti.
Kadın onun yanındaki siyah kaplı kitaba baktı. “Bu kitabın sahibi kim biliyor
musun?” demişti. Jeniske başını salladı. “Akela malı olduğu yazıyor üzerinde.
Ancak Kör Kâhin diye bir efsuncu yazmış ve meşhur Rahom Kuwala onun devamını
getirip Güneş'in Kızı diye bir kraliçeye hediye etmiş. Daha sonra kuruculardan
birisi onu Dar boğazın ardından Qufang’a getirmiş ve o meşhur beyaz mermerden saraylar
yapılmadan önce o bölgeyi yaratmak ve kutsamak için kullanmış. “Dedi. Kadın
usulca başını salladı. “Güneş’in Kızı bizim gibileri gören güzel ve akıllı bir
kadındı. O iyi bir eşe sahip oldu ve çocuklara. Akıllı bir kraliçeydi. Ve o
meşhur Rahom’un çok yakın dostu idi. Onun öğretileri ile Dar Boğazın ötesinde
kuzey ve güneyin huzurlu yaşamını yarattı. “Demişti. Jeniske ona bakıp kaldı.
“Onu tanıyor muydun?” demişti. Kadın usulca başını salladı. “Çok iyi tanırım. O
benim kız kardeşim gibiydi. Benim için bazen bir anne bazen bir usta idi Onun
varlığı ile kardeşlerim ve ben bu yerlerde medeniyetler kurduk. Anlatıldığı
kadar Dar boğazın ötesi yakın geçmişe sahip değil. Bu kendine tanrı diyenlerin
yetenekleri orada oldukça sık rastlanır. Kimi bir kurda dönüşür kimi yeşil
alevler yakar. Ölümle yaşam arasında kapı açar. Orası bambaşka bir diyar
gibidir. Ve çevresinde şekillenen bu dünyaların temellerini onlar attı.
Yüzlerce yıl öncesinden değil binlerce yıl öncesinden söz ediyorum. Koen’e bunu
anlattığımda senin ruhun uyuyordu. Sana da tekrar anlatacağım.” Demişti.
Jeniske ona bakıyordu. Tavi yanlarına gelmişti. Kadın hüzünle gülümsedi.
“Henüz
küçük bir kızdım ve Kuzey’in Güney’le olan savaşı son bulup Kuzey eski
görkemine kavuşmuştu. Ve bir efsane “beyaz gelincik masalı” benim gözlerimin
önünde yaşanmıştı. Kanın nehir gibi aktığı o gece hiç bitmeyen gecede de
vardım. Ve sonrasında öncesinde. Bir efsaneye şahitlik edecek kadar genç ve
şanslıydım…” demişti.
Bölüm Yirmi Bir
Döngünün Başı
“O
görüp görebileceğimiz en muhteşem şeydi. Uzun beyaz saçları ve gri gözleri ve
uzun boyu ile ona bakan her zaman etkilenirdi. O kadar masumdu ki… Kimse onun
karşısında gülümsemeden duramazdı. Ve onun hayat arkadaşı, tek güvendiği kişi
olan o Kara Kurt… O korku saçan bir prensti. Dehşet verici gözleri vardı.
Yemyeşil gözleri her daim karanlık bakardı. Kurdun vahşiliği ve insanoğlunun
şeytani zekasının vücut bulmuş haliydi. Kendi soyunu bile kenarı atacak kadar
kuzeye ve ona kalbini adamış birisi idi. İkisinin bir araya gelişi Kuzey’in
kader çizgisinde hep vardı. Dünyadan kendini dışlamış bir Rahom ve Dünyaya
kendini kabul ettirmeye çabalayan bir Ung… İki zıt kutup… Tanrılarımız sizin
bildiğiniz gibi değildir. Onların soyu Güneş’e dayanır ve her toprakta bir
tanrı vardır. Hammuaş hepsinin abisi ve Tesna bir tanrının kral olmasının ilk
örneği. Onların sonsuz kavgası içinde sıkışıp kalan Akela ise benim soyumun en
büyüğü tanrıça… Onların soyunun devamı için başlayan savaşın bitişini
görmüştüm. Gölgelerin ışığa yenilişini ve beş senelik acı dolu bir
kovalamacanın başlangıcı. Biz Akela’nın bir yetisine sahibizdir. Biz onun
dünyası ile bu dünya arasında köprüler açabiliriz. Ve onun soyunun devamında
onurunu yaşatmak için ışığı savunuruz. O savaş bitip kuzey sonunda huzur
bulduğunda Kraliçemiz Güneş’in Kızı iki tanrıça soyunun tek sahibi biz
kızlarına ve oğullarına bir görev verdi. Uzun ömürler verip bizi baş tanrı ve
tanrıçalarımızın yanına gönderdi. Bilim ve büyünün bütün zarafetini öğrenip
yeni uluslar ve krallıklar kurmamızı istedi. Ve dar boğazın ötesine çıktık.
Burada bulunan kabilelerin başına geldik ve onlara bilimi ve büyüyü öğrettik.
Düzeni kurduk ve düzenin sağlanması için tanrıların sesini duyacak olan Hisar’ı
kurması için ölümden çağırdık eskileri. Onlar düzeni kurdu ve düzen onların
huzurunu korudu. Fakat yüz yıllar geçip giderken isyan edenler oldu. Gücün
şehvetine kapılıp bu onurlu görevi bırakıp insanların kölelerden başka bir şey
olmadığını söyleyen kız ve erkek kardeşlerimiz oldu. Her birimizin bir kitabı
vardır. Ve bu kitap daha önce de sana dediğim gibi bu uluslar ve krallıkların
kaderini yazar. Bu kitapların hepsinde biz tanrıların tanrısından öğrendiğimiz
efsunlar, büyüler ve bilim vardır. Doğaya ve insana diz çöktürten büyüler ve
gelişimi sağlayan bilim vardır. Senin elindeki kitap ise çok nadir. O hepimizin
başlangıcı için bir ilkti. Rahom’un evlatlığı olan Ayezi tanrıların kurdu
olarak bilinirdi. O sonsuz yaşamın döngüsüydü ve onun döngüsü devam ederken
Rahom ve Kara kurdun sonlanmıştı. Sonunda ise ona miras kalan bu tek kitap ile
bizler gibi buraya gelip terk edilmiş Qufang’ın topraklarına kadar doğanın
canlanmasını sağladı. O hizmet ettiği Darta’nın doğa aşkını buralara taşıdı ve
Qufang’a bilimi öğretti. Beyaz Kurt, Qufang’ın kurucusu odur. Belki de Rahom’un
soyu o diyebiliriz. Ve siz dağın aptal insanları. Sizin olduğunuz yer bizim
için bir mücevherdi. Orada tanrıların gücüne güç katan taşlar ve enerji vardı.
Bunun sebebi ise sizin özgün ruhlarınızdı. Sizler ehlileştirilemeyenlerdiniz.
Sizlerin sorunu bu değildi. Tapınmazdınız ve kendi başınızın çaresine
bakabilirdiniz. Ve biz bunu sorun etmedik. Ben ve kardeşlerim bunu hiçbirimiz
sorun etmedi. Ama Yaksotat sürülüp orada iktidarını sinsice büyütünce Hisar’ın
kurucuları onun iktidarını çökertmek için panik haline düştü. Ve orada bizim
ayrılışımız başladı. Hisar’ın gaddar insanları vardır. Onlar bizim otoritemizin
kırbacı gibidir. Ama sonuçta insan ve bir köpek gibi sahibine ihanet ettiler.
Onları zapt edemedik ve savaş kontrolümüzden çıkıp taşların gücünü öğrenip
Hisar’ın kontrolsüz yöneticileri bizlerin emirlerine itaat etmediler. Sonuçta
korkunç bir savaş baş gösterdi. Bütün krallıkları ve ulusları kendilerine
bağladılar. Ve olanlar oldu. Üç Tanrı Dağına vardıklarında ise Yaksotat ve onun
yalaka tanrısı ile karşılaştı hepsi. Onlarla savaşırken Yaksotat diğer
tanrıların gücünü kaybettiğini öğrendiğinde sürgün edilmenin öcünü almak için
yüz yıllardır duyduğu intikam ateşini körükledi. Savaşta ölen ruhları kendine
bağladı ve karanlık onun en büyük gücü oldu. Sana nasıl masumca yaklaşıp aklını
karıştırdığını biliyorum. Kutsanmaya direnen Koen’i asla hesaba katmadan seni
nasıl kendine köle yaptığını biliyorum. O yüzden çocuğum şimdi anlattıklarımı
iyi dinle. Yaksotat ve Azadtot öyle kindar varlıklardı ki ikisi de gücün ve
şehvetin pençesine düştüğünü fark etmedi. Ve onlar senin de yardımın ile
Hisar’a boyun eğdirmek istedi. Boyun eğmeleri için senin maddi dünya ile bağını
kullandılar. Fakat o trajik ölüm bütün planlarını alt üst etti. Hisar ve
ötesine hala sahip olmak için senin acından faydalanıp üç yüz yıl sonra dünyaya
dönüşünü kullanmak için kafanın içini korku ve acıyla doldurdular. Ama üçüncü
dileğin… Koen’in geçmişini hatırlaması için istediğin dileğin Yaksotat’ın
planlarını bozdu. Tulhu’dan istediğin bu dilek sayesinde bütün planı
bozulmuştu. Koen’in ne kadar korkunç bir adam olduğunu hiç kimse hesaba
katamaz. Kutsal bir yerde bir tanrıyı öldürmek için masum bir kamburu
yaraladığını gördüler ve onun sadece sana itaat ettiğini bilmek canlarını çok sıkacak.
Bu savaş senin Hisar ile savaşından daha fazlası. Senin dünyanı kuşatmış
insanların kafasında hurafeler ve yalanlar döndüren Yaksotat’ı yenmenle
sonlanacak bir savaş. Bütün bu gücü sana veren ve bunca şeyi başarmanı sağlayan
o. Ama senin elinden özlediğin masumiyeti, aileni ve kasabanı alanda o… O senin
kader çizgini bozdu ve sıradan bir koruyucu ya da keçi çobanı olmanı engelleyip
kendisi için bir gardiyan bir savaşçı olmanı sağladı. Kurmaca bir savaşın
içinde değer verdiğin herkesi kaybedip nefretle dolmanı istedi. Nefret dolup
katliamlar yapmanı ve öldürdüğün her ruh sayesinde daha da güçlenmeyi planladı.
Planını bozan ise Tulhu’nun dileğini gerçekleştirmek zorunda olması idi.
Demiştim daha önce Tulhu ne Azadtot’a benzer ne Yaksotat’a benzer. O işkenceler
ile zorla onların safına katılmış bir tanrı. Acının ne olduğunu bilir ve senin
Koen’i geri getirdiğinde hafızasını uyandırmanı istediğini duyduğunda belki de
onun için bir intikamdı bu. Azadtot ona o kadar iğrenç işkenceler yapıp bir
mağarada yıllarca kapalı tuttuktan sonra onu sevmiyor ve ondan nefret ediyordu
artık. O senin gizli müttefikin. İsteseydi tapınakta Koen’i bir parmağını şaklatarak
paramparça edebilirdi. Fakat o gerçek sevgiye saygı duyacak kadar acı çekti.
Elindeki o kara kaplı kitabı Koen bulduğunda onu sana vermesi için bu yola
sürdük belki de onu. Fakat Yaksotat asla peşini bırakmıyordu. O kara lanet biz
Hisar’ı kuranların laneti değildi. O lanet Yaksotat’ın Koen’i öldürmek için
gönderdiği bir lanetti. Bu kırmızı ciltli kitaba bakmaktan çekiniyorsun ama
burada kaderin geleceğinin yanı sıra geçmişi de var. Yaksotat senin ihanetini
hiç beklemiyordu. Seninle konuşmak için girdiğim riskleri bilemezsin. Burada ve
geçmişte sana ulaşmak için çok çabaladık ve şimdi uyanmış halde bu döngünün içinde
olduğunun farkındasın. Bunun farkındasın ve bu döngünün sonunda yine Koen’in
ölüp senin nefret dolmanı engelleyerek bütün maddi dünyayı yok ederek
Yaksotat’ın güçlenmesini engellemen için sana yardım edeceğiz. Biz Güneş’in
Kızı’nın öğretilerini benimseyen binlerce kişiyiz. Binlerce dünyada milyonlarca
insanın kaderini yaşaması için düzeni sağlamaya çabalarken burada oluşacak
yıkım geçmişi ve geleceği mahvedecek. Yaksotat gibi Melez Piç gibi karanlığın
tarafında olup gücü yanlış anlayan kontrolsüzleri durdurmak için daima
kahramanlar olacak. Bu bir zamanlar Kuwala idi şimdi ise sensin. Sizler
zaafları olan yumuşak kalpli adamlarsınız. Koen gibi kişiler mantığı kalbinden
önce gelenler, yumuşak ruhları herkese acıyanlar sizlerin koruyucuları. O
yüzden bu döngünün içinde kendi rolünü bilmen gerek. Bu döngünün içinde ne
olduğunu bildiğin sürece rolünü doğru anlarsın. Eğer sen sert ve katil ruhlu
bir adam olmaya çabalarsan hatalar yaparsın. Ve bu hatalar bir kolu
kaybetmekten fazlası olur. Sana ilk başta gösterdiğim gelecekte Koen’in ölümünü
engellemek için üstüne düşen rolü oynamalısın. Başta senin Yaksotat için
çalışmaktan vaz geçmeyen kör bir adam olduğunu sanarak seni geride tutmak
istedim ama ona karşı ihanetin ile bana kendini ispatladın. Seni ve onu savaştan
geri tutmayacağım. Kral Maios sizin geleceğinizi gördü ve bir haber iletti
sana. Karga göklerde uçup tilki çayırlarda gezinmeye başladığında kehanetler
gerçeğe dönüşecek. Yaksotat o zaman düşecek ve insanlar hür olduğunu
düşündükleri iradelerinin ve bizim kehanetlerimizde ilerleyecek. Bunları
başaramazsan sadece Koen’in ölümü gerçekleşmez ayrıca döngü devam eder ve
sonuna kadar bu kovalama içinde Yaksotat’ı daha güçlü kılmaya devam edersiniz.”
Kadın bunları söylerken kırmızı ciltli kitabın sayfalarını yavaş yavaş
çeviriyordu. Soluk gözlerinde bir ışığın parıltısı vardı. O parıltıda ise
yaşanmışlar ve yaşanılması ön görülen olayların izleri. Jeniske başını usulca
sallayıp siyah ciltli defteri yavaşça elleri arasına aldı. “Demek istiyorsun ki
bırakıyım bütün cinayetleri o işlesin. Bütün kanı o akıtıp o ölümlerin başında
yer alsın. Bende gök yüzünde uçup onun yolunu izleyeyim.” Kadın bunu duyunca
başını yavaşça salladı. “Öldürmek senin gücünü azaltır ve öldürmek Yaksotat’ı
güçlendirir. O güçlenirse sen kaybedersin.” Kadın bunu söyleyip tebessümle
kitabı kapattı. “Bu dünya acılardan kaçılamayacak kadar küçük oğlum ve
kaybettiklerini bulamayacağım kadar büyük. Eğer daha fazla kaybedersen bu dünya
senin için katlanılamaz olur. Sen geçmişini tekrar kazanacak kadar şanslıydın.
Sevginin ve merhametinin karşılığı olarak Koen’i ve geçmişini tekrar getirdin.
Ama tekrarı olmayacak bir ödüldü bu. O yüzden bir kılıç ve bin okla ölmesini
istemiyorsan Koen’in, oyunu kurallarına göre oynaman gerekecek. Bulunduğum bu
topraklardan dışarı çıkmak istemiyorum artık ve sizin peşinize takılıp Hisar’a
kadar yolculuğunuzda olmayacağım ama benim gibi Hisar’dan atılmış ve insanları
tarafından dışlanmış birçok kurgucu ve yaratıcı ile tanışacaksınız. O zaman onların
da hikayesini dinleyip yadigarlarını kabul edin. Bu mavi boncuklar Koen’in
geçmişini ve onun hatıralarının parçasını barındırıyor. Ve bu kırmızı kapaklı
kitap da senin olmalı. Sadece altın ve büyüye değil bilim ve geleceğe de
ihtiyacın var. Onun bu saatten sonra bana faydası olmayacak. Eskisi kadar güçlü
ve genç değilim. Zamanım doluyor ve sevgili kardeşlerim gibi mirasımı bırakmak
için vakit geldi. Her şeyin sahibi olma sadece sınırlarını koruyacak kadar
şeyin sahibi ol. Bu kitap sana gelecekle alakalı kehanetleri göstersin. Efsuncu
değilsin bir büyücü asla… İnsan hiç değilsin… Sen gelecekte yaratıcı
olmalısın.” Jeniske Kitabı kabul etmiş ve kadının ona mirasını bıraktıktan
hemen sonra hızla arşivden çıkışını izlemişti. Tavi ona şaşkınlıkla bakıyordu.
“Tanrılar ve inandıklarımız gerçek değilse bizler bir yalanın bir oyunun
parçası mıyız?” demişti. Jeniske kitabı dikkatlice deri heybesine
yerleştirmişti. “İnandıklarımız bizi biz yapıyor sevgili arkadaşım. Bırakalım
insanlar tanrıların bizler gibi olan ama büyü ve bilimi bu dünyada yaşatan
varlıklar olduğunu kıskançlıkları, pişmanlıkları ve duyguları olduğunu
bilmesin. Bilirlerse Hisar’ın kaotik yaşantısı bu toprakların her bir karışına
hâkim olur. Onlar inandıkları tanrılarına dua edip günah dedikleri
ahlaksızlıktan, karmaşadan kaçınsınlar. Gerçeği herkes kaldıramaz. Herkes
gerçeği bilmekte istemez.” Tavi usulca masaya baktı. Kadının çıktığı aralık
kapıdan sızan akşam güneşinin son demlerine gözünü dikti. Uzun zamandır
buradaydılar ve akşam yemeği için karısı çoktan onu bekliyordu. “Gidelim ve son
defa Frange’de yemeğimizi yiyip bizi bekleyen yolculuğa çıkalım. Yakında ordu
gelecek ve bu yolculuk dur durak bilmeyen bir serüvene dönüşecek. Kimimiz bir
kahraman olacak kimimiz telef…” Jeniske ona bakıp acıyla karışık bir tebessümle
dudaklarını büktü. “Savaşın ne kadar korkunç olduğunu görüyorsun değil mi Tavi.
Öyle çirkin ki kaybetmemek için kaybetmelerini istiyor ve bunun için
çabalıyorsun. İnandığım tanrıların savaştığım kişiler olacağını hiç ummazdım.
Bu konuşma buradan dışarı çıkmasın. Yaşlı kadını soran olursa yoluna gitti
dersin. Ve bu insanlar bu düzen bu meclis ne sorarsa sorsun tanrılar bilir
demekle yetin. Çünkü bilgi insanı aç bir köpeğe çeviriyor. Sahibini bile ısıran
bir köpeğe.” Jeniske acı bir ifade ile yürümeye başlamıştı. Yaşamının ikinci
döngüsünde bu büyük savaşın içine girerken amacı sevgili dostu ve hayat
yolundaki yoldaşı olan Koen’in ölümünün intikamını almak iken şimdi yanlış
yolda yürüyen tanrılar ve bilginin kötü gücüyle yüz yüze olduğunu görüyordu.
Bazen yaptığı ahlaksızca şeyleri düşünüyordu. Her erkeğin yaptığı ve her
kadının yaptığı şeyleri. Bir Tanrı Rahibi bunları yapmamalı diye kendi kendine
hayıflanıp tekrardan yapıyor ve acı çekiyordu. O kadını gördükten sonra o yaşlı
kadın ona bu tanrıların çirkin hikayesini anlattıktan sonra manevi dünyanın
maddi dünyadan farksız olmadığını görmüştü. Sevip sevişmenin yanlış olan yanı
yoktu. Günah denilen şeyler öğrenmek ve denemek deneyimlemekti… Günah onun için
tanrıların bilgiyi saklayışı ve bilginin bencilce üstüne yatış şekliydi.
Bilginin saklanması gerekirdi. Yozlaşmış olanların elinde nasıl karanlık için
büyütülüp kullanılacağını Yaksotat’ın Hisar’ın aklını çelişi ile görmüştü.
Herkes bilmemeli ve bilen eğitilmiş olmalıydı. “Koen bile bilmeyecek bu
konuşmayı Tavi. Bırak o lanetlerin ve korkunun nefreti ile güçlensin ve
acımasız yıkılmaz bir adam olsun. O bunca şeyi kaldıramayacak kadar çocuk
bedeni ve bunca bilgi birikiminin değiştiremeyeceği kadar yaşlı bir ruhu var.
Zamanla öğrensinler her şeyi.” Demişti. Tavi gülümsedi. Yokuş bitmişti
neredeyse. Çoktan diğerleri akşam yemeği için eve gelmişti bile. Karısı ve kızı
sofrayı kurmuştu. Zavallı Koen bütün o günlerin acısını güzel bir uyku ile
atmış ve yıkanıp tekrar tertemiz olmuştu. Maios bir kral gibi kibirle oturmuş
yine ülkesinin akıbetini ufak bir birliğin komutanı olan Aiken ile
tartışıyordu. Ve deri ustası ile çocukları da buradaydı. Onlarda gelecekten ve
gerçekten uzak kendi ufak hayatlarının parçaları içinde mucizeler bulmayı
başarıyordu. Jeniske gülerek masaya oturdu ve ağzından şu sözler dökülmüştü;
“Gün geldiğinde bu masada yeni dostlarımız ve yeni insanlar olacak. O zamanda
bu kadar neşeli ve hoş görülü olalım. Kadehimi çıkacağımız seferin bize gerçeği
ve zaferi getirmesi için kaldırıyorum.” Demişti. Kadehler kalkmıştı ve garip
huzurlu neşe evin içini sarmıştı. Alakasız sohbetler masayı doldurup kahkahalar
avluya taşarken kimse geleceği ve gerçeği düşünmez haldeydi. Sadece anı yaşamak
insana verilmiş en güzel hediye idi. Dertlerden ve tasalardan kaçınmak ve anın
mutluluğunun huzurunun keyfini sürmek, yarınlar yokmuşçasına içip dans etmek
tanrıların yapamadığı bir şeydi. Düzenleyici ve öğretici olanların yapamadığı
bu şey onlar için bir lütuftu.
Gün
doğduğunda çalan davul sesleri ile yüz bin kişilik Qufang ordusu Frange
sınırlarına girmişti. Şehrin surları önünde bekleyen Dohen ordusu çok
direnemeden teslim olmuş ve askerlerin çoğu kılıcını bırakıp ordunun gelişi ile
savunmadan kaçmıştı. Üst düzey rütbeli komutanların başı vurulduktan sonra
Frange’nin başkent kapıları açılmıştı. Ve Ordu kralını gördüğünde harekete
geçmek için beklemeyeceğini göstermişti. Gelen erzaklar ve tıbbı erzaktan halka
ihtiyacı olan bırakılıp başarılı hekimler yaralılarla ilgilenirken kaos
çıkartanlara cesetleri gömme cezası verilmişti. Meydanda askerlerin üzerine
atılan cesetler sonunda toprağın altına gömülüp tahtadan mezar başlıkları
çakılmıştı toprağa. O günün sonunda Qufang ordusu, Frange ordusu ve Üç Tanrı
ordusu gecikmiş ittifakının birleşmesini kutlamak için şehrin dışında büyük bir
yemekle kutlamıştı bunu. Artık özgürlüğün ve gerçekliğin peşinde olan ordu
adımlarını daha fazla geciktirmemek için hazırdı.
“Zafer hepimizin kalbinde olacak. Ve kahramanlar olarak ileride çocukların
uyumadan önce dinlediği öykülerde yer alacağız. Qufang, Frange ve Üç Tanrı Dağı
bu onurlu yolda sonuna kadar sırt sırta savaşacaktı.” Yemin metnini Üç tanrı
dağının Karga Lideri Jeniske, Frange meclis başkanı Tavi ve Qufang Kralı Maios
imzalamıştı. Bir gecenin daha bitip şafağın sökmeye başladığı tan vaktinde öküz
arabalarının tekerleri dönmeye son ateşte sönmeye başlamıştı. Şehirde bir hafta
kalan ordu şehrin toparlanmasına yardım etmiş ve sonra yoluna koyulmuştu.
Ordu
“Barış Ordusu” adını almış ve herkes eş şekilde aynı kulvarda yürüyordu. Birkaç
ay öncesinde başlarına gelen felaketler ve kötü havalar sona ermişti. Kuşların
cıvıldadığı yerde ilk hedefleri Dohen krallığı idi. Orası ilk duraklarıydı ve
oraya varana kadar sessiz yürüyüş hiç durmadan devam edecekti.
Bölüm Yirmi İki
Dohen Sınırında
Yağmur
yağmamıştı bir hafta boyunca. Aksine güneş çamur toprağı kurutup hayvanların ve
arabaların geçişi için kolay bir yol hazırlamıştı. Ordu Dohen bölgesine adım
attığı ilk gün kampını yakında bulunan Maden Kasabasının oraya kurmuştu. Yüz
binden fazla asker ve onlara eşlik edenler… Maden kasabası için görülmeye değer
bir manzara idi. Çadırlar uzaktan bakıldığında beyaz çiçeklere benziyordu.
Baharın müjdecisi beyaz çiçekler öyle güzel duruyordu ki öyle hoş kokular
saçardı ki herkesi büyülerdi. Ama zehirliydi. Ona dokunan kişi ölümcül zehre
maruz kalır ve can verirdi. Kasabada bir heyet kasaba yargıcı ile onun evinde
bekliyordu. Ve Barış ordusundan bir heyet onlarla görüşmeye gidecekti. “Sence
ikimiz ne bekliyor?” demişti. Ağır toplar değil komutanlar olarak Koen ve Aiken
bir manga adamla kasaba içinde geçiyordu. İnsanlar merak içinde onlara bakmak
için bahçelerden ve kapılardan çıkıyordu. Koen etrafa baktı atının yularını
yavaşlaması için çekti. “Bilmiyorum! Belki bir avuç savaşmaya hazır adam belki
de teslimiyet ve onlara dokunmamız için bir grup adam… Bunu bilemeyeceğim.
Sadece bu kasaba sınır kasabası ve madenleri işleyenler onlar. Teslim olmaları
daha iyi olur!” dedi. Yargıcın evinin önünde meraklı bir kalabalık vardı. İkisi
de atından indi. Aiken belindeki kılıcını yokladı. “Diplomaside hiç iyi
değilimdir.” Demişti. Koen gülerek birkaç basamağı çıkıp verandaya vardı. “İnan
bende!” demişti. Kapıyı açınca içeri girmişlerdi. Büyük yemek masasında bir
grup adam onları bekliyordu. Yargıç kel uzun boylu kanca burunlu siyah
pelerinlere bürünmüş gözleri kısık bir adamdı. Koen ve Aiken adamlarını dışarda
bırakıp içeri girmişti. Bir süre sessizlikle beraber bakışmalar sürmüştü. Koen
sürekli olarak uzun pelerin giyiyordu. Onun altında parlayan hançerleri ve
çelik kolu dikkat çeken ikinci şeylerdi. Bileğindeki mavi taşlı bilezik
hepsinden daha parlak ve dikkat çekiciydi. Aiken ise uzun esmer ve sert duruşlu
bir adamdı. Kasaba heyetinde altı kişi vardı yargıç dahil. Koen ve Aiken
heyetin hemen karşısında bulunan dört sandalyeye aralarına bir boşluk koyarak
oturmuşlardı. Aiken gülümsedi ve hepsine başıyla selam verdi.
“Ordunuzun
burada konaklamasının nedeni nedir?” demişti. Koen bunu soran yargıca baktı ve
gülümsedi. Öne doğru eğildi ve sunulan şarabı kenarı doğru itekleyip çelik
parmaklarına et ve kemikten oluşan parmaklarını kilitlemişti. “Dohen başkentine
gitmeden önce dinlenmek istedik.” Demişti. Yargıç ona şaşkınlıkla baktı. “Ne
demek bu?” demişti. Koen oldukça sakindi. “Geçen haftalarda bir ordu Frange
başkentine saldırdı. Süreç zorlu ve oldukça çirkindi. Bunun sonucunda bizde
Hisar’a uğramadan önce yozlaştığına inandığımız Dohen kralı ve yönetimini
indirmeye karar verdik.” Dedi. Yargıç şaşkınlıkla ona bakıyordu. Masada gergin
bir sessizlik başlamıştı. “Siz savaş için mi buradasınız?” demişti yargıç katı
sesi ile. “Aynen öyle!” demişti Koen. Yargıç bunu duyunca köse çenesini
sıvazladı. Dirseğini masaya doğru dayadı. “Dohen kralının bize o ordu için
bomba yaptırdığını biliyorsunuz o zaman.” Dedi. Koen başını usulca salladı.
“Evet! Ve o bombalar çok masumun canını aldı. Tehlikeli ellerde katliama sebep
oluyor. Bu yüzden ilk durağımız burası oldu.” Demişti. Yargıcın hemen yanında
oturan iri yarı elleri siyahlaşmış çatık gür kaşlı adam bir öksürükle boğazını
temizledi. “Dohen’in kralı korkak bir pisliktir. Askerleri sürekli buraya
gönderip kadın ve çocukları bile madenlerde çalıştırmaya zorluyor. Onun
öldürecek misiniz?” demişti. Aiken adamı baştan aşağı süzdü. “Muhtemelen!”
demişti. Adam bunun üzerine gür sakala altında dişlerini göstererek güldü.
“Bizden ne istiyorsunuz o zaman?” dedi. Koen bunu duyunca iç çekti. “Hiçbir
şey.” Hepsi şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. “Hiçbir şey mi?” demişti yargıç
meraklanarak. “Peki neden ordunuz burada?” demişti. Koen gülümsedi. “Elinizde
kalan bombaları alıp biraz dinlenip başkente yürüyeceğiz.” Demişti. Yargıç bunu
duyunca geriye doğru yaslandı. Ve iri adam yüksek desibelli bir kahkaha atıp
masaya vurdu. “Krala ihanetin cezasından haberin yok galiba küçük adam!”
demişti. Koen konuşan iri adama baktı. “Kısa zaman sonra ölecek olan krala
ihanet mi? Hadi ama Dohen den sadece bombalara ihtiyacımız var. Sonrasında
istediğinizi yapın. Size dokunmadan geçip gideceğiz.” Demişti. Yargıç başını
iki yana salladı. “Elimizde hiç bomba yok. Daha doğrusu artık madenlerde
çalışacak kimse yok!” demişti. Aiken merakla öne doğru eğildi. “Neden?”
demişti. Adam burnundan alaycı bir nefes verdi. “Neden mi? Frange’ye gidecek
ordu için bomba yapmamız için adamlarımın hepsini topladı ve acımadan
madenlerde döve döve çalıştırdı ve birçoğu hastalıktan yataktan çıkamaz halde.
Kadın ve çocukları çalıştıramazsınız.” Demişti iri kıyım adam. Koen bunu
duyunca birden duraksadı. “Nasıl hasta?” demişti. Adam ona baktı ve kaşlarını
çatıp ufak gözlerini gölgelerin altına hapsetti. “Madenlerde çıkardığımız toz o
kadar zehirlidir ki bir gün içinde uzun molalar vermeden çalışılamaz. Ne var ki
Dohen kralı vicdansız bir alçak olduğu için onlara bunu anlatamadık. Ve birçok
kişi ciğerlerinden kan getirecek şekilde öksürerek yatağa düştü kimi ise öldü.”
Demişti. Koen ona bakıp kaldı. İç çekip geriye doğru yaslanıp şarabı eline alıp
birkaç yudum içti. Aiken onun ne düşündüğünü anlamaya çabalar gibi göz ucu ile
yüzüne baktı. “Ne düşünüyorsunuz?” demişti Yargıç. Koen gözlerini masaya dikti.
“Durumunuzu anlıyorum. Sadece düşünüyorum. Bizler insanlara zarar vermek için
yola çıkmadık. Aksine onlara yardım etmek için bu seferi düzenliyoruz. Sizi
bunun için zorlamak bizi kralınızdan farklı kılmaz. “Demişti. Aiken onun ne
yapmak istediğini anlamıştı. Başını onu onaylar biçimde salladı. “Elbette ki
bizi zora koşmayacağınızı biliyorum.” Demişti. Koen konuşan Yargıca baktı.
“Askerlerimize madenlerinizi kullanma izni verin. Bizde size hastalarınız için
yardım edelim.” Demişti. Derin sessizlik yerini fısıltılara bırakırken konuşmak
için onlardan müsaade istemişlerdi. Dışarı çıkmışlardı. Aiken onlar çıkınca
Koen’in hemen yanına doğru kaydı. “Söylesene bunu önce diğerlerine mi
sorsaydık?” demişti. Koen gülümsedi. “Jeniske onlardan bombaları almam için
elimden geleni yapmam için tam yetki verdi. Madem çalışacak işçileri yok burada
kaldığımız süre boyunca kendi madenimiz çıkarır ustaların hazırlamasını
isteriz.” Dedi. Aiken uzanıp testiden boşalmış bardağına keyifle şarabı döktü.
“Kabul etmekten başka şansları yok anlaşılan.” Demişti. Koen başını salladı.
Yarım saat boyunca evde ikisi oturmuştu. Dışarıdan sesler geliyordu. Anlaşılan
karar verirken yargıç halkada durumu soruyordu. Koen masanın üstündeki ağaçtan
yontulmuş meyve figürleri ile oynuyordu. Elmanın rengi solmuştu ama sarı armut
oldukça parlaktı. Bir hasır sepet içine dizilmişlerdi. Koen meyveleri dikkatle
inceliyordu. Beş elma ve beş armut vardı. Ve yapraklarına kadar dikkatle
boyanmışlardı. “Onlarla oynamaktan vaz geçecek misin?” demişti Aiken.
Sıkıntıdan bacağını sallamaya başlamıştı. Koen onun sürekli salladığı bacağına
bakıp masaya başını koydu. “Sanırım bacağımı sallayarak rahatsızlık vermekten
daha eğlenceli bu tahta meyvelerle oynamak.” Demişti. Elmaları ona doğru
itekledi. “Dene!” demişti. Aiken elmaları sırayla sepete doğru yuvarladı. Koen
ise onun elmalarını her defasında sepete vurmadan armutla vuruyordu. Başını
masaya dayamış rahatlıkla atış yapıyordu. “Söylesene suikastçı olmak için nasıl
bir eğitim aldın?” Koen bunu duyunca son armudu ile elmayı vurdu. “Garip bir
eğitimdi. Güvercinler beslerlerdi ve avluya çıktığımızda onları uçururlardı. En
iyi manevrayı yapan güvercin kurtulan tek güvercindi. Gözlerimizi bağlayıp
sesine tepki vererek ufak bir bıçakla onları uçarken vurmamızı isterlerdi. Çoğu
bunda başarılıydı. Çünkü onlar ölü ruhlardı. İtaat eden ve sadece öğretileni
öğrenmekle mükellef. Bir defasında bir güvercini vuramadığım için on kırbaç
yemiştim. Denge kulesinin aliminin evlatlık çocuğu olduğum için on kırbaç az
bir ceza idi.” Koen iç çekip bir armudu uzanıp aldı ve tekrar başını masaya
koydu. “Denge kulesi sadece ölüleri kullanıyor. Demek bu doğruymuş. Peki diğer
kuleler? Prenslerin o kulelerde eğitim aldığı doğru mu? Belli yaşa geldikleri
anda onları alıp orada senelerce eğitiyorlarmış.” Heyecanla sormuştu. Dışarıda
tartışma uzuyordu belli ki. Koen zaman geçsin diye soruları cevaplamaya karar
vermişti. Elmayı olduğu yerde yuvarlamaya başladı. “Doğru. On yaşına gelmeden
hepsi alınır. Prenseslerde ve orada evlilikleri kararlaştırılır. Bu sayede
ülkeler arasında denge ve ittifaklar kurulurmuş. Sürekli peşlerinde birçok
hizmetçi ile dolaşan küstah bir yığın ergen çocuk olduklarını söylemem gerek.
Asla kendileri giyinmez. Popolarına kadar başkaları yıkar.” Demişti. Yüzünde
bir imrenme iğrenme duygusu vardı. “Onlarla dersler aldım. Bir avuç ezberci
pislikten başka bir şey değillerdi. Dohen’in en büyük prensi. O sapık sürekli
olarak kızları taciz edip göğüslerini sıkardı. Hisar’ın çalışanları çok
titizlerdir. Ve hepsi itaat etmeyi bilir. Bir defasında bir hizmetçi kızı
sınıfın ortasında soyup bacaklarını ayırmazsa onun başını keseceğini söylemişti.”
Dedi. Aiken hikâyenin sonunu merak edip atıldı. “E…?” Koen ona göz ucu ile
bakıp geri elmayla oynamaya başladı. “Prenslere hizmet eden kızların bakire
olması gerekir. Ve o kıza tecavüz ettikten sonra kız bekareti bozulduğu için
ceza aldı. Meydanda otuz kırbaçla cezalandırıldı. Sessiz sakin bir kızdı. On
beşlerinde ufak tefek bir şeydi. Esmer bir teni ve küçük göğüsleri vardı.
Prensler arasında favori bir hizmetçiydi. Onun hamama girmesini ve onlara
yardım etmesini isterlerdi ve sıraya girerlerdi. Sonra kız utancına
dayanamadığı ve diğer kızlar tarafından sürekli tartaklandığı için bir gün
Kuzey doğu surlarından kendini aşağıya attı. Oraya gittiğimizde kafasının
paramparça olduğunu gördüm. Esmer teni, kiraz rengi dudakları ve koyu büyük
gözlerinden geriye ezilmiş bir yığın kanlı et parçası kalmıştı. Prens bununla
övündü ve onun hakkında kötü konuşmaya başlayınca rapor etmek zorunda kaldılar.
Ahlak üstatlar için önemliydi. Ve ona iki hafta kadar hücre hapsi yazdılar.
Sonuçta o bir prensti bu ceza göstermelikti. İki hafta boyunca odasından
çıkmadı sadece.” Dedi. Aiken yere tükürdü ve lanet etti. “Aşağılık herifler
hepsi aynı.” Demişti. Koen bunu duyunca güldü. “Değildi. Epharai’nin ikinci
prensi oldukça efendi ve saygındı. Ağabeyi ve kardeşi gibi değildi. O sürekli
okur ve asla küfretmezdi. Hizmetçi kızlar onun peşinde koşar dururdu. Garip bir
kibri olduğunu düşünmüştüm ama o kız kendini surdan attığında oraya
geldiğimizde hemen pelerinini çıkarıp kızın cesedi üzerine örtüp tanrıların onu
affetmesi için dizleri üstüne çöküp ağlamıştı. O zaman bana çok komik gelmişti.
Bir hizmetçi kız için ağlıyordu. Fakat şimdi düşününce o hep naif bir adamdı.
Kibardı ve cömertti. Bazen garip bir biçimde sinirlenip diğerlerine sadece
‘cık’ diyerek arkasını döner ve saçlarını karıştırırdı. Efendiler ve üstatlar
onun merhametinin başına bela olacağını konuşurdu bazen. Oldu da…” demişti.
Hüzünle doğruldu. “Ne oldu ki?” demişti. Koen buruk bir ifade ile gülümsedi.
“Üvey erkek kardeşi bir gün çok fena ateşlendi. O kardeşine yardım etmek istedi
fakat büyü ağabeyinden iyi bir dayak yedi. Son iki küçük prens ve prenses
üveydi ve ikinci kraliçeden olmaydı. Ve büyük abileri onlardan nefret ederdi.
Öyle kötü dayak yedi ki kimse elinden alamadı. Duyduğuma göre çok fena kavgaya
tutuşmuşlar ve sonunda prensin ayağını kırıp kafasını defalarca duvara vurmuş.
Prens çok ağır yaralanınca Hisar’dan ayrıldı. Zaten kardeşinin cenazesi de
onunla Epharai topraklarına gönderildi.” Aiken şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Vay
be! Sözünü ettiğin büyük prens peki? O kaldı mı? Ceza almadı mı?” Koen
sıkıntıyla başını salladı. “Epharai krallığının gücü çok fazla ve büyük prens
veliaht olduğu için ceza almadı. Onlar prestijliydi. Ve daima ayrıcalıklı
olurdu. Öyle ki veliaht prens bizimle güvercin öldürüp gölgelerde yürümeyi
öğrenmek istediğinde bunu kabul ettiler. Onunla derse girdiğimde hepimize aynı
şey emredilmişti. ‘Kaybedin’ ve bizde onu tatmin edene kadar kaybettik. Şimdi
olsa onu surun üstüne çıkarıp kıçına bir tekme basar ve düşerken nasıl
göründüğünü görmek için gözümü bile kırpmam.” Sinirliydi. Aiken konuyu
değiştirmek istedi. “Senin de ayrıcalığın varmış anladığım kadarıyla. Denge
Kulesinin Üstadının evlatlığı olmak sana orada iyi prestij sağlamış olmalı.”
Dedi. “Hem evet hem hayır!” Aiken tam ona soru soracakken kapı açıldı ve içeri
Yargıç ve iri kıyım adam girdi. “Bir oylama yaptık ve bu durumun bizim için
uygun olduğunu gördük. Çoğunluk sizinle anlaşmayı onaylıyor.” Demişti. Koen
ayağa kalkıp yargıca dönüp gülümsedi. “Haber üstlerimizi çok mutlu edecek. Detaylar
için sizinle tekrar görüşeceğiz. Şimdi gidip tarafımıza haberi vereceğiz
izninizle!” dedi. Yargıç memnuniyet ile gülümsedi. “Elbette. Yakın zamanda
tekrar görüşeceğiz anlaşılan. Saygımızı iletin.” Demişti. Koen gülümsedi ve
yargıcın uzattığı sağ eline baktı. Çelikten elini uzattı. Parmakları hantalca
açılıp eli yavaşça kavradı. Bir süre elini sıktı ve ardından bıraktı. Aiken ile
de selamlaştılar ve onları bekleyen adamlarının yanına gitmek için dışarı
çıkmışlardı. Aiken uyuşan bedenini açmak için esnedi. “Haber diğerlerini ne
kadar memnun eder acaba?” dedi. Koen omuz silkti. “Sonuçta barış ortamı ve
bombalar olayını hallettik. Gerisi onların işi. Bizim elimizden gelen bu!”
demişti. Aiken başını salladı. Koen ise elini karnına birkaç defa vurdu. “Sanırım
acıktım.” Demişti. Aiken ona ilerideki tezgâhı işaret etti. “Kızarmış hamur var
burada.” Demişti. Koen ona bakıp güldü. “Jeniske bana para vermiyor. Ismarlaman
gerek!” demişti. Aiken ona cebinden çıkardığı keseyi göstermek için salladı.
“Sana olan borcumdan kes!” dedi. Koen o an fahişeyi hatırlayıp yavaşça Aiken’e
doğru birkaç adım atıp koluna vurdu. “Anlattıkları kadar iyi miydi kadın?”
demişti. Aiken omzu silkti ve tezgâhın önünde durdu. “Gitmedim. Daha doğrusu
kapıya kadar gittim ama sonra içeri girmek istemedim.” Demişti. Koen ona bakıp
sinsice sırıttı. “Lanet olsun kalkmayacağından mı korktun?” demişti. Aiken
utançla tezgahtar kadına ve ardından Koen’e baktı. “Onunla alakalı değil.
Sadece buna değmeyeceğini düşündüm.” Diye çıkıştı. Koen gülüp kadının uzattığı
hasır kâğıdı aldı. Hamur sıcak ve tatlı kokuyordu. “Hala Saisa’da mı aklın.
Biliyorsun ki o artık Kraliçe ve kocası bir kral!” demişti. Aiken onları
bekleyen on asker içinde kızarmış hamur almak için kadına on bir tane daha
istediğini söyleyip Koen’e döndü. “Saisa için çok mutluyum. Ve artık onu
düşündüğün gibi düşlemiyorum. O benim için bir dost!” demişti. Koen bunu
üzerine sinsice gülümsedi. “O zaman kadını gördüğünde heyecandan işlevsiz
olacağını düşündün değil mi?” demişti Aiken birden kızarmıştı. “Aha biliyordum.
Korktun işte! Sana o kadar parayı boşa vermiş oldum.” Demişti. Aiken ona bakıp
kaşlarını çattı. “Onu uzaktan gördüm. Çok güzeldi ve ben heyecanlanınca elim
ayağıma dolaşıyor. Rezil olmak istemedim. Sen ne anlarsın ki! Kaç kadınla yattın
ki?” demişti. Koen birden durdu. Aiken onun durgun yüzüne bakıp kaldı.
Tezgahtaki kadın hamurlar pişerken onları dinliyordu. “Sakın bana daha önce
yapmadığını söyleme. Bir kadınla hiç mi?” demişti. Koen ona baktı ve birden
güldü. “Benim yeminim var. Gerçi artık bir anlamı yok ama bir denge kulesi
suikastçısı asla birisi ile birlikte olmaz. Bakir bir erkek daima bilinci açık
birisidir.” Demişti. Aiken ona bakıp birden gülmüştü. Koen onun omzuna hızla
vurdu. “Sen önce kendine bak be!” dedi. Aiken keseden para çıkarıp kadına
uzattı ve Koen’e göz ucu ile baktı. “Gerçekten çok garipsin Koen. Dışarıdan tam
bir pislik gibi duruyorsun ama cidden sen masumsun!” demişti. Koen onun
gerçekten habersiz oluşunu bozmak istemedi ve başını çevirip yemeğine
odaklandı. Bu sırada tezgahtar kadın onlara bakıp gülerek onlara bakıyordu. İki
genç delikanlının kadınlarla alakalı cahilce sohbeti onu güldürmüştü. Aiken
hasır geniş sepetle beraber yürümeye başladığında Koen onun peşine takılmıştı.
Kampa dönene kadar askerlerle beraber aldıklarını yemişlerdi. Geri
döndüklerinde ise toplantı için emir verilmişti. Koen ve Aiken oraya girerken
oldukça sessizlerdi. Üst düzey subaylar ve ordunun başındakiler onları
bekliyordu. Koen uzun masada kendine ayrılan yere oturdu. Bir öksürük ile boğazını
temizledi.
“Bombaları
alacak mıyız?” demişti Maios. Koen başını salladı. Aiken onun ardından
konuşmaya başladı. “Kralın devrilmesi işlerine geleceği için bize sorun
çıkarmayacaklar. Ancak bombalar konusunda şöyle bir sorunumuz var.” Demişti.
Koen elindeki haritayı açtı ve çaldığı sarı tahta armudu madenlerin olduğu yere
koydu. “Madende çalışacak kimse yok. Ve bize ham madde çıkarmak için yol
gösterecekler. Bombaları onların ustası hazırlayacak ve karşılığında onlara
ilaç vereceğiz!” diye devam etmişti Aiken. Hepsi şaşkınlıkla onlara bakıyordu.
“Ne ilacı?” diye sordu Tavi haritanın üstündeki sarı armuda gözlerini dikip.
“Madenlerde zorla çalıştırılanların çoğu hasta ve orayı kazarken çıkan gazın ve
tozun ciğerlerini hasta ettiğini söylediler. Belli ki Üç Tanrı Dağındaki
hastalığın aynısı. Ciğerlerinden kan kusup nefessizlikten ölüyorlarmış. Bunu
tedavi edecek yeteneğimiz, malzememiz ve bilgimiz var!” diye eklemişti Aiken.
Koen şu ana kadar sessiz kalmayı seçmişti.
“Adamlarımız madende çalışamaz o zaman. Bu şey onları da hasta eder.” Demişti
Qufang’lı bir general. Koen ona göz ucu ile baktı. Ardından Aiken’e çevirdi
gözlerini. Aiken ayaktaydı ve heyeti ikna etmek için gösteri yapan bir oyuncu
gibi sürekli hareket ediyordu. “Madenlerde iki saatten fazla çalışılmamalı
imiş. İki saatte bir dışarı çıkıp bir belki iki saat dinlenmek gerekiyormuş.
Dohen kralı onlara bunu yasakladığı için çoğu hasta olmuş. Bize nasıl maden
çıkaracağımızı gösterecekler var. Ve bomba yapmayı gösterecek ustalar…
Anlaşmanın son onayı için bizim de onlara tedaviyi vermemiz gerekiyor.” Dedi.
Jeniske usulca başını sallamıştı. “Ne düşünüyorsun?” demişti Maios yanında
oturan Jeniske’ye bakıp. “Anlaşma oldukça iyi. Şifacılarımız güçlü ve
hekimlerimiz yetenekli.” Demişti. Koen memnuniyet ile gülümsedi. “Kasabanın
yargıcı üst düzey komuta merkezi ile görüşmek istedi.” Diye birden Aiken çıkış
yapmıştı. Maios, Tavi ve Jeniske’nin oturduğu yere dikmişti gözünü. Üçü de yan
yana oturuyordu. Tavi başını yavaşça salladı. “Elbette! Bir akşam yemeği için
bir araya gelmek kendi açımızdan üstünlük sağlama fırsatı verir.” Jeniske
onaylayarak başını salladı. Göz ucu ile sessiz duran Koen’e baktı. Armudunu
geri cebine koyup haritayı yavaşça toplamaya başlamıştı.
“Koen ile madenlerin yerini görmek için yarın bir heyet ile yola çıkacağız
izninizle!” dedi Aiken. Koen hevesle gülümsedi. Üç liderde başıyla onay
verdiğinde toplantı bitmişti. Aiken ve Koen dışında herkesin çıkmasını
emretmişlerdi. Beşi masada oturmaya başlamıştı.
“Bilmemiz gereken başka bir şey var mı?” demişti Maios ellerini birleştirip
çenesinin altına dayarken. Aiken başını iki yana salladı. “Hayır!” demişti.
Maios başını manalı bir biçimde salladı. Jeniske gülümsedi. “İyi anlaşmaya
başlamışsınız!” dedi. Koen gülümsedi ve Aiken’in omzuna yavaşça vurdu. “Ona
abilik yapıyor olmamı kabul etti.” Dedi. Aiken bunu duyunca yüzünü asmıştı.
“Senden yaşlıyım! Yirmi beş yaşını geçtim ben.” Demişti. Koen elini kalbine
koyup geriye doğru yaslandı. “Ama ben üç yüz yirmi yaşındayım evladım!” diye
sesini titreterek bir yaşlı gibi konuştu. Aiken gülmüştü. Sadece o değil masadaki
herkes gülmüştü.
“Açıkçası bu işte nedense Koen ile hareket etmek zorunda hissediyorum kendimi.”
Aiken bunu söylerken memnuniyetle gülümsemişti. Koen yorgunca armudu masaya
koydu. “Madenleri görmeden önce bir akşam yemeği için onları buraya davet
etmeliyiz o zaman.” Diyerek konuyu değiştirmek istedi. Aiken onun elinden
bıraktığı armuda gözlerini dikmişti. “Onu yargıcın evinden çalmışsın!” dedi.
Koen armudu geri cebine attı hızlıca. “Konumuz armut çalmam değil Aiken.
Ortalığı karıştırma.” Demişti. Aiken kaşlarını çatmıştı. “Onlardan eşit sayıda
vardı ve adamın evinden tahta bir armut mu çaldın? Sen kafayı kırmışsın Koen!”
dedi. Hepsi Koen’e bakıyordu. Koen memnuniyetsizce yüzünü buruşturdu. “Hoşuma
gitti ve onun bir işine yaramıyordu. Aldığımı bile fark etmez!” demişti.
Jeniske istemsizce gülmeye başlamıştı. Onun gözünde eski anılar canlanıyordu.
Koen küçükken hoşuna giden şeyleri izinsiz almayı severdi. Kimsenin
kullanmadığını düşündüğü şeyleri cebine koyar ve onlarla bir süre oynadıktan
sonra geri verirdi. Tahta bilyeler, kumaş bebekler… Hepsini gider unutulmuş
yerlerden alır oynardı. “Ne gülüp duruyorsun be!” diye Koen ona çıkıştığında
Jeniske’nin gülmekten gözünden yaş gelmişti. “Çocukken de bunu yapardın. Bir an
için aklıma gidip reisin evinden çaldığın ufak çömlekler geldi. Annem seni
neredeyse sopayla dövecekti.” Demişti. Koen bunu duyunca gülümsedi ve armudu
geri masaya çıkardı. “Her neyse… Bir daha ki sefere de elmalardan bir tane alacağım.”
Demişti. Maios ona baktı ve ardından elini uzatıp armudu istedi. Koen ona
armudu vermişti. Maios onu dikkatle incelemeye başlamıştı. “Gerçek gibi.” Dedi.
O kadar gerçekçiydi ki hepsi ona dikkatle bakıyordu. Aiken ise kollarını
göğsünde birleştirmişti. “Barış görüşmesi yaptığımız yerden armut çalmakta ne
saçma bir hareket. Gerçekten şu an onu onaylıyor musunuz?” demişti. Jeniske
armudu isteyip incelemeye başladı. “Onaylamıyoruz sadece garip huyları var.
Uyurken konuşur, yemek yerken sağ eliyle kaşık tutamaz ya da saçlarını bir defa
tarar ve yıkanana kadar asla tekrar taramaz. Bir yerde ilgisini çeken bir şey
varsa saatlerce oraya kitlenir. Kimsenin kullanmadığını düşündüğü şeyleri cebe
atar.” Bunları sıralarken Koen utançla başını yana çevirmişti. “Ha bir de
utanınca sürekli olarak başka bir şeyler ilgileniyor gibi yapar. Bak!” diye
eklemişti Jeniske başıyla Koen’i işaret edip. Aiken bir an güldü. “Efendi
Jeniske bazen sizin gerçekten geçmişte birlikte yaşadığınız bir hayatınız
olduğunu unutuyorum. Merak ediyorum da o zamanda insanlar bu kadar kötü ve
çirkin miydi?” Aiken bunu sorduğunda durgunlaşmıştı. Kafası çok farklı çalışan
bir adamdı. “İnsanlar hiçbir zaman değişmiyor. Her zaman içlerinde bir
çirkinlik ve kötülük oluyor.” Koen bunu duyunca birden gülümsedi. “Aslında iyi
olan çok insanda vardı. Bizim klanımızda insanlar bu başkent ve kala
şehirlerindeki gibi kapılarını kilitli tutmazdı. Herkes birbirini tanır ve
kapıları daima açık olurdu. Kilitli kapı sayısı çok azdı. Daha çok
koruyucuların silahlarının durduğu odalar kilitli olurdu. Çocuklar onları alıp
birbirine zarar vermesin diye. Klan reisinin evinin bile kapısı sonuna kadar
açık olurdu. Nadiren klanından kovulmuş eşkıyalar gelirdi kasaba ve klan
yakınına. Onun dışında pek tehdit yoktu.” Birden yüzü soldu. İç çekmişti. “Biz
daha çocukken koruyucuların göç zamanı bahar yağmurları ile başlardı. Her kız
ve oğlan çocuğu koruyucu olmanın hayalini kurar ve üçüncü klandan bizim
klanımıza kadar süren inişi heyecanla takip ederdik. Bir gün dağdan inip uzaklarda
maceralar yaşamayı hayal ederdik. Kimi bunu yaşayacak kadar barış ortamında
kaldı. Kimi ise…” Jeniske onun sözünü kesmişti. “Kimi ise olmak istemese bile
koruyucu olup savaşmak zorunda kaldı. Koen hiçbir zaman savaşmak istemezdi. Onu
eğitime aldıklarında sürekli kaçar dururdu. Biz göç bitip döndüğümüzde onun
hala keçi otlatmak bahanesi ile kaçtığını duymuştum. Hatta herkes ondan umudu
kesmişti. Klan reisi ona çok yükleniyordu. O ise keçi otlatıp dokumacılık ile
uğraşmak için sızlanıp dururdu. Cılız ufak tefek bir şeydi. Soyunda çok ünlü
koruyucular olmasına rağmen o sadece dokumacılık yapmak istediğinde klanda kaos
oluşmuştu neredeyse. Kız kardeşimin sürekli yanına gidip halı dokur ve keçileri
otlatmak için ovaya giderdi.” Koen ona bakıp kaşlarını çattı. “Sizin
anlamadığınız şey dokumacılığın yetenek işi olmasıydı.” Geriye doğru yaslanıp
kollarını ileri doğru uzattı. “Halılara işlenecek deseni herkes tasarlayamazdı.
Ve o kadınlar orada çok eğleniyordu. Yünü ipe çevirip rengarenk boyuyordu.
Yetmiyor o dokuma tezgahında hızla ipleri geçirip bir günde desenin bütün
halini ortaya koyuyordu. Sonra halıları hazırlayıp Frange ve başka diyarda
satması için tüccarlara veriyorlardı. Bu kadar ince ve güzel bir o kadar zor
işi iki kılıç sallamayla eş tutamazsın.” Diye çıkışmıştı. Jeniske güldü. “Hadi
canım oradan. Sen kılıcı kaldıramıyordun bile. Ayrıca baban…” Birden buz gibi
bir soğuklukla ikisi de birbirine bakıp kalmıştı. Koen’in yüzündeki hınzır
gülümseme silinmiş ve öylece kalmıştı. Jeniske ona doğru armudu attı. “Her
neyse. Gidip şu davet için bir elçi gönderin. Bu kadar gevezelik yeter!”
demişti. O anda masa boşaltılıp herkes çıkmıştı. Koen çadırdan çıkıp
kaybolmuştu hemen. Üçü ise yan yana yürüyordu.
“Ne oldu birden öyle?” demişti Maios endişeli halde. Aiken ve Tavi hikâyeyi
biliyordu. Aiken hikâyeye daha hakimdi. Koen’in geçmişine dair Jeniske ona bazı
şeyler anlatmıştı. “Koen babasını öldürmüş. Ve suçu Efendi Jeniske üstlenip
sürgünü kabul etmiş. Koen’in pek kılıçla bıçakla arası olmadığı için hayatta kalamayacağını
düşünüp suçu kendi üstüne almış Efendi Jeniske. “Maios bunu duyunca başını
usulca salladı. “Babasını öldürmüş demek. Bunun mantıklı bir sebebi var mı?”
demişti. Aiken başını usulca salladı. “Var. Koruyucu olan babası oldukça şöhret
sahibi bir adammış. Öyle ki Hisar’a kadar gidip orada geçici muhafızlık yapmış
zamanında. Ama bir şeyler ters gitmiş galiba. Koen’i onlara satmış ve oraya
götürmek istemiş. Hain olduğu söyledi Efendi Jeniske onun. Koen onu öldürmüş.
Zaten annesi yokmuş ve üvey annesi klan liderinin kızı imiş. Ve o kadını da
dövmeye başlamış. O yüzden herkes Koen’in babasının hain olmasına ses
çıkartmamış. Hatta Efendi Jeniske suçu üstlendiğinde bile sessiz kalmışlar.
“Maios kederli bir iç çekti. “Ne gaddar bir adammış. Hisar’a neden oğlunu
satmak istemiş acaba?” Tavi ellerini arkasında birleştirmişti. “Bilmiyoruz
orasını ama sonrasın da Hisar Üç tanrı Dağına girmiş. Ondan sonra olanlar ise
karışık. Sanırım savaşın ilk üç yılında Jeniske yokmuş. Bu süre içinde Koen
oldukça güçlü bir koruyucu birliğine dahil olup öncüler arasında yer almış.
Hisar onları yenmeye yaklaştığı sırada Jeniske ortaya çıkmış. Ve son klan
sığınma alanı da bozguna uğradığında savaşı kaybetmişler. Herkes ölmüş. Sağ
kalanlarda madenlerde can vermiş çoğu. Kaçabilenler ise Frange sınırları içine
ve daha başka yerlere saklanıp yaşamlarını soylarını değiştirerek sürdürmüş.”
Tavi sözlerini bitirince iç çekti. “Karışık bir hikâye ama bizi ilgilendiren
kısmı bugün onlar neyi tekrar kurmaya çabaladığı.” Maios usulca başını sallamıştı.
Çadırına gireceği sırada Aiken onu durdurmuştu. “Majesteleri oğlunuzun
birliğime katılmasına izin verdiğiniz için teşekkürler.” Demişti. Frange için
Qufang ordusu geldiğinde prens olarak Saisa ve Maios’un on beş yaşına bile
varmamış oğlu da zırh giymişti. Maios oğlunun annesinden habersiz geldiğinde
onu göndermek istemiş ama bu mümkün olmamıştı. Saisa bir mektupta onun Maios ve
Aiken’e emanet olduğunu belirtmişti. Buraya geldiklerinde oğlu Maios’a
savaşmayı öğrenmek istediğini söylemişti. Aiken’in birliği bunun için uygundu.
Onlar sürekli çalışırdı ve Qufang’a göre daha donanımlı askerleri vardı. Ok ve
yayı vardı genç Qufang Prensinin. Nasio on dört yaşında oldukça atılgan ve
heyecanlı bir gençti. Subay çadırlarının orada kalmak istediğini ve Aiken’i
takip etmeye kafayı koyduğunu babasına söylemişti.
“Lütfen Efendi Aiken sizinle madenleri görmeye gelmem izin verin.” Aiken ve
Koen atlarının hazırlanması için tekrar buluşmuşlardı. Koen oldukça durgun ve
keyifsizdi. O konuşmadan sonra ortadan kaybolmuş ve bir saate geri çıkmıştı
ortalığa. Aiken ile maden bölgesini görmeye gideceklerdi. “Komutan Koen ve
sizinle güvende olurum. Babam yani Kral Maios siz kabul ederseniz
gidebileceğimi söyledi.” Demişti. Koen atının eyerini sıkıyordu. Aiken ise
kollarını göğsünde bağdaştırmış kaşları çatık duruyordu. “Mümkün değil!”
demişti başını iki yana sallayarak. “Peki ama neden?” diye yüzünü asmıştı
Nasio. Aiken atına konulacak heybeyi kucakladı. “Çünkü prens hazretleri
gideceğimiz bölge tehlikeli ve bilinmeyen bir yer. Orada bizi ne bekliyor
bilmiyoruz.” Demişti. Nasio bunu duyunca Koen’e dikti gözlerini. Koen onu pek
duymuyor ve görmüyor gibiydi. Kendini atını hazırlamaya vermişti. “Komutan Koen
lütfen sizinle geleyim. Kampta yapacak bir işim yok!” demişti. Koen omuz silkti
ve bir sıçrayışta atına bindi. “Gelebilirsin tabi!” demişti. Aiken bunu duyunca
Koen’e dönmüştü. Kafasının dalgın olduğu belliydi. Diğerlerini beklemeden
atının karnına topukları ile vurmuştu bile. Aiken hemen atına atlayıp onun
peşine takıldı. “Bir çocuğu bilmediğimiz yere mi götürelim! Kendinde misin
sen?” diye çıkışmıştı. Koen ona baktı ve elindeki katlanmış haritayı ona doğru
attı. “Sorun yok! Oraya baktım ben!” demişti. Aiken şaşkınlıkla ona bakmıştı.
“Ne demek baktım?” dedi. Koen atını yavaşlattı ve onunla aynı hizaya getirdi.
“Az önce döndüm oradan. Yollardaki topraklar ezilmiş ve yol tehlikesiz.”
Demişti. Aiken ona bakarken tek kaşını kaldırmıştı. “Bu yüzden mi ortadan
kayboldun ha?” demişti. Koen başını yavaşça salladı. “Askerleri bilmediğimiz
bir yere götüremezdik. Jeniske’den izci karga istedim endişelenme. Yolu
haritada kırmızı mürekkep ile çizdim.” Demişti. Aiken dilini damağına
yapıştırıp hızla çekip kabaca bir “çık” sesi çıkardı. Genelde sinirlendiğinde
yapardı bunu. Diğerlerini kampın çıkışında bekliyorlardı. Koen atın beyaz
yelelerini yavaş yavaş okşarken gözlerini yere dikmişti.
“Canını
sıkan ne?” demişti Aiken ona bakıp. Koen bir an dalgınlıktan çıkıp koyu
gözlerini ona dikti. “Jeniske benden bir şey gizliyor gibi bir his var içimde.
“Demişti. Diğerleri onların yanına geldiğinde atlar yavaş yavaş yola çıkmıştı.
Bir saatten daha az mesafede olan madene gitmek için aceleleri yoktu. “Ne
sakladığını düşünüyorsun? Geçmişinle alakalı mı?” Aiken ardı ardına hızlı
konuşuyordu. Koen ona bakıp iç çekti. “Geçmişteki bir şey olduğunu
düşünmüyorum. Benimle alakalı olduğunu da düşünmüyorum. Dönünce çadırına
uğrayıp karganın dönüp dönmediğini soracaktım. Ama Efendi Tavi ile konuşuyordu.
Rahatsız etmemek için çıkacaktım ki ‘sanırım bu gidişle bu sır olmaktan
çıkacak’ dedi Efendi Tavi. Ve ben içeri doğru hızla girince o çıktı. Sence de
bir şey saklamıyorlar mı?” Aiken başını savaşça salladı. “Belki de başka bir
şey hakkında konuşuyorlardır. Yani bir sır değil de başka olay. Anladın mı?”
demişti. Koen ona baktı ve iç çekti. “Jeniske’nin bir sevgilisi olup olmadığı
ile alakalı değil bence. Bu olsaydı bilirdim.” Demişti. Aiken ona doğru eğilip
sırıttı. “Bazen senden bile gizleyebilir. Bende onun sadık dostuyum ama ona
gidip bir kadını sevdiğimi söylemedim. Kesin şu kâtip kız Mona ile alakalı!”
demişti. Koen birden güldü. “Mona ve Nikow’un birlikte olduğunu bile
bilmiyorsun!” demişti. Aiken ona bakıp kaldı. “Nereden bileceğim ki… Senin gibi
kapı arkasından insan dinlemiyorum.” Dedi. Koen birden ona bakıp başını iki
yana salladı. “Kime ne soruyorum ben!” diye hayıflanmıştı. O sırada sohbete
kulak dikmiş olan Nasio hemen atılmıştı. “Hanım Efendi Mono ve Nikow aynı
çadırda kalan tek erkek ve kadın Efendi Aiken!” demişti. Koen başını sallayıp
Nasio’yu onaylarken Aiken ona doğru omzu üzerinden baktı. “Bu çocuk bence
sapık. Gidip yıkanırken Mona’yı mı izliyorsun sen ha?” demişti. Nasio birden
utançtan kızardığında Koen ona dikti gözlerini. “Böyle şeyler yapmamalısın.
Özellikle sevgilisi olan bir kadından hoşlanmak bir erkeğe yakışmaz değil mi
Aiken!” demişti. Aiken yüzünü buruşturdu. Saisa ile alakalı Koen’in espri
yapmasına ve yüklenmesine dayanamıyordu. “Doğru!” demekle yetindi ve ilerideki
yol ayrımını gösterdi. “Buradan sonra yarışalım Koen. Madenlere varan kazanır!”
demişti. Koen ona dikti gözlerini. “Karşılığında ne alacak kazanan?” demişti.
Aiken sırıttı. “Akşam o sıkıcı yemeğe katılmama ödülü. Kral Maios akşam kendi
taburundan adam seçme işine başlasın birisi dedi. Bu durumda o sıkıcı masada
sahte bir gülümsemeyle oturmak zorunda değil. İkimizden birisi yapacakmış bunu.
Adil bir yarış bence bu işi çözer!” dedi. Koen yularları sıkıca tuttu. Arkadan
gelen yaverine döndü. “Prensten gözünüzü ayırmayın!” demişti. Yol ayrımına
gelince kasabaya gidenin tam aksi yöne doğru atlar burnunu çevirmişti. Aiken
üçten geriye saydı ve birden iki atta arkasında toz bulutu bırakarak hızla yola
girmişti. Prens heyecanla koşan atlara baktı ve gülümsedi. “Bizde onlara
katılalım! Bu kadar ağır tempo yeter!” demişti. Yaver tam konuşacakken Nasio
atını şahlandırmış ve birden at hızla toz bulutuna doğru dalmıştı. Küçük yaştan
beri at binmeyen birisi için bu yarış tehlikeli ve ölümle sonuçlanacak kadar
sıkıntılıydı. Nasio oraya doğru koşarken önde dört nala giden ve bir nokta gibi
kaybolan atların toz bulutundan gözlerinin yandığını hissetmişti. Yolun
dikleştiği bir yer vardı ve bu yerde ufak bodur çalılar yolun iki yanını
kaplamıştı. Koen atının karnına topuklarını vurdu ve at daha hızlı koşmaya
başlamıştı. Ancak arkadan gelen nal sesleri ile irkilmişti. Arkaya doğru
bakınca Nasio’nun atının tepesinde kontrolü kaybetmek üzere olduğunu görmüştü.
“Koen dikkat et!” demeye kalmadan Koen yüzüne kırbaç gibi çarpan dallarla
birden arkaya doğru eğilmiş ve doğrulamadan eyerinin tokasının deriden koptuğunu
görmüştü. Öyle şiddetli bir şekilde geriye doğru savrulmuştu ki Nasio’nun atı
ürkmüş ve birden şahlanıp güçsüz ve tecrübesiz binicisini sırtından çalılara
doğru fırlatmıştı. Aiken kendi atını durdurmuş ama iki at çoktan kaçmıştı.
Oraya doğru hızla geliyordu. Koen ve Nasio’nun düştüğü yer arasında on metreden
biraz fazla bir mesafe vardı. Koen ayağa kalkmaya çabalarken çalıları
gösteriyordu. “Oraya bak çabuk!” demişti. Aiken onun kan içindeki yüzüne ve
ellerine baktı. Ardından çalılara doğru koşmuştu. “Nasio!” diye bağırırken
cılız bir ses duymuştu. “Efendim!” diye çıkan ağlamaklı sesle beraber Aiken onu
dikenli çalıların orada bulmuştu. Kollarını çizen ve parçalayan çalılara rağmen
uzanıp onu koltuk altlarından yakalamıştı. Tek çekişte onu çalılardan çekip
almıştı. Zavallı çocuğun her yeri çizikler içindeydi. Onu yolun oraya
çıkardığında kaçan atı görüp gelen askerler ondan daha kötü durumdaki Koen’i
görmüştü. Oturduğu yerde alnından yüzüne doğru kan akıyordu. Çelikten kolu
kayışlardan kopup ondan çok daha uzağa doğru uçmuştu. Yerden bir şey
topladığını fark etmişlerdi. Kıyafetleri toprakla kirlenmiş ve sürtünme ile
parçalanmıştı. “Sakın kıpırdama bir yerin kırılmış olabilir.” Demişti Aiken.
Koen yerdeki mavi boncukları topluyordu. Birkaçı Nasio ile kalmıştı. Diğerleri
ise oraya hemen koşmuştu. Nasio iyi olduğunu söyleyip yürümeye başlamıştı.
Çalılar onu korumuş ve dikenlerin çizikleri dışında kolunda bir kesik vardı.
Koen’in yanına doğru yürüyordu diğerleri ile. Aiken ise onun toplamaya
çabaladığı boncukları diğerlerine toplatırken onu yere uzandırmıştı. “Birisi
gidip kampa kaza geçirdiğimizi haber versin. Bir sedye ile geri dönün!”
demişti. Koen düşmenin şokunu atlatmaya başlamıştı. “Gerek yok. Dönebilecek
kadar iyiyim.” Demişti. Elindeki birkaç mavi boncuğu cebine koymaya çabalarken
kesik kolunun boşluğu ile kaldı. Aiken etrafa bakınmaya başlamıştı. “Gidin ve
durumu haber verin.” Diye bağırmış ve havanın kararmak üzere olduğunu fark
etmişti. Güneşin batmasına yarım saatten az kalmıştı. “Dikkatsizce hareket etme
ve uzan.” Demişti Aiken yere çıkardığı cübbesini sererken. Koen sızlayan alnına
elini götürdü. Kan yüzünün yarısını kızıla boyamıştı. Aiken’in cübbesine doğru
uzandı. “Boncuklarım nerede?” demişti. Aiken ona verilen mavi boncukları
gösterdi. “Bende hepsi merak etme!” demişti. Nasio’nun şoktan ve korkudan
bacakları titriyordu. “Tanrılar bir işimizin sonunu iyi bitirmemeye yemin etmiş
olmalı!” diye hayıflandı. Nasio ise olduğu yere oturmuş ve birden ağlamaya
başlamıştı. Beş yaşında bir çocuk gibi hıçkırıklara boğulduğunda Aiken onun
yanına telaşla yürümüştü. “Bir yerin mi acıyor?” diye telaşla soruyordu. Nasio
ise iki büklüm olmuştu. Korkmuştu ve bu korku onu dehşete düşürüp ağlatıyordu.
Koen kararmaya başlayan gökyüzüne baktı. Bir karganın uçtuğunu görmüştü.
“Jeniske burada!” demişti. Aiken başını kaldırıp bakınca karganın kamp tarafına
doğru döndüğünü görmüştü. “Birazdan burada olurlar. Nasio bir yerin mi acıyor?”
diye tekrarlamıştı. Çocuk yavaş yavaş ağlamaktan kurtulmuştu. Başını iki yana
salladı. Maden tarafından bir atın nal sesleri gelmeye başlamıştı biraz sonra.
Koen sesi duyunca gülmüştü. “Atı alın!” demişti. Bekleyenlerden birisi koşup
atın yularından tutmuştu. Koen alnındaki yaraya uzatılan mendili basmıştı.
Yüzündeki tek yara o değildi. Ağacın dalından sert bir tokat yemişti. İz
bırakacağını düşünüyordu. “Aiken biraz su alabilir miyim?” demişti. Hava artık
kararmış ve hepsi birbirine yakın duruyordu. Aiken ona biraz su verdi.
“Çakmak taşı almış olan var mı?” demişti. Herkes sessizdi. Koen kaybolmuş
güneşin ardında kalan gökyüzüne baktı ve elini yavaşça havaya kaldırdı.
“Geldiler.” Demişti. Gök yüzündeki iki kargayı gösterirken at nallarının sesi
ve onlara seslenenlerin sesi duyulmaya başlamıştı. Koen elini boş koluna
götürdü. “Aiken kolumu buldunuz mu?” demişti. Aiken yaklaşan meşale ve fener
ışıklarına gözünü dikti. “Işık gelsin bakacağız!” demişti. O sırada bir karga
hızla aşağı doğru dalmıştı. Ve çirkin sesi ile kızıl gözleri geride parlamıştı.
Aiken maden tarafında kalan çalılara doğru yürüdü. “Efendi Aiken nereye?” diye
korku ile sızlanmıştı Nasio. Aiken ona cevap vermedi karganın oraya gidince
kuşun çelik kolun hemen üstünde durduğunu gördü. “Efendi Jeniske!” demiş ve
başıyla selamlamıştı. Jeniske’nin kargaları kontrol ettiği kızıl gözlerinden
belli olurdu. “Kolu alması için karga havalandığında meşalelerin artık Koen ve
Nasio’nun olduğu yere geldiğini görmüştü. Hemen oraya doğru yürüdü. Koen’i
getirilen at arabasına yerleştirmişlerdi. Nasio ise onun hemen yanına
oturmuştu.
“Nasıl
oldu bu kaza?” diye Maios panikle çıkışmıştı. Subay çadırlarının oradaki revir
çadırındaydılar. Nasio’nun yaralarına merhem sürüyordu bir şifacı kadın.
“Arkadan nal sesi duydum. Aiken ile yarışıyorduk. Akşam yemeği için. Bir ağacın
kolu bana çarptı ve düştüğümde Genç Prensin atı ürktü onu attı.” Demişti Koen.
Dikkatle gömleğini çıkarmıştı hekim. Kayışlar koparken derisinde kesikler ve
ezikler oluşturmuştu. Maios onun haline bakıp acıyla yüzünü buruşturdu.
“Birazdan kasaba heyeti burada olacak.” İçeri giren Jeniske bunu söylemiş ve
birden durmuştu. “Çok fena düşmüşsün!” diye devam etti Koen’e bakıp. Koen
gülümseyip gözüne doğru süzülen kanı elinin tersi ile sildi. “Bir ağaçtan dayak
yediğim anlaşılıyor mu?” demişti. Herkes ayağa kalkmıştı Jeniske ilerlediğinde
Jeniske onlara oturmasını işaret etti. “Biraz. Nasıl başardın?” dedi. Koen göz
devirdi. “Az önce majestelerine dediğim gibi birden dikkatim dağıldı ve hızlı
koşan atın üstünden bir ağaç dalına çarpıp savruldum!” demişti. Jeniske onun
yüzüne bakmak için hekimin çekilmesi ile çenesini kavradı. Yüzünü sağa sola
çevirip yaralarına baktı. “Sana madenlere yarın gitmenizi söylememe rağmen beni
biraz olsun dinlemedin.” Tabureyi çekip oturdu ve bezi suya batırıp sıktı.
Yavaşça yaraları silmeye başlamıştı. Koen bir çocuk gibi yüzünü buruşturmuştu.
“Aslında sadece bakıp dönmek için yola çıktık. Sonra sıkıcı yemekten kaçmak
için yarışmaya karar verdik.” Demişti. Jeniske kanı ve toprağı temizlerken
gözlerini onun gözüne dikti. “Gerçekten nasıl düştün. Sana at binmeyi dağlılar öğretmedi.
Hisar’ın binicileri attan düşmez. Ne oldu orada?” demişti. Koen birden
gözlerini devirdi.
“Dikkatim
dağıldı!”
“Dikkatin niye dağılıyor? Bu huyun değildir!”
“Prensin atının nal sesini duydum. Bir şey mi oldu diye döndüm.”
“Doğruyu söylemeyeceksen bende ona göre davranırım!” Jeniske siyah sıvıya
bandığı bezi birden Koen’in alnına bastırmıştı. Koen acıyla onun elini çekmeye
çabalayıp. Bağırdı ve tek sağlam eli ile onun bileğini tutup iteklemeye
çabaladı. Jeniske onun başının arkasından tutmuş ve bezi bastırmaya devam
ediyordu.
“Madenlerden döndüğünden beri saçma salak davranıyorsun! Dikkatin dağılacaksa
bir daha göreve çıkmaman için emir veriyim.” Dedi. Aiken bu öfke durumunu
bilirdi. Yavaşça kenarı doğru çekildi. Maios’un arkasına doğru pustu ve fısıldadı.
“Kavga edecekler!” demişti. Maios önce oğluna sonra da Aiken’e baktı. O sırada
Koen sonunda Jeniske’nin elinden başını kurtarmıştı. “Gerçekten sen çok gaddar
bir adamsın Jeniske.” Demişti. Kenarda duran bezi alıp alnına basıp iki büklüm
oldu. “Canımı acıttın!” demişti. Jeniske ona baktı ve iç çekti. “Koen son defa
söylüyorum. Neden dediğim bir şeye bir defa inanmak yerine kafanda kurup kendi
kendine sıkıntı çıkarmaktan vaz geç. Sana söyledim eğer bilmen gereken bir şey
ise bunu zaten konuşuruz.” Dedi. Koen doğrulup ona baktı ve elini alnından
çekti. “Peki… Bu kazada seni ilgilendiren bir şey değil Karga Lider!” diye
çıkışmıştı. Aiken yavaşça çıkışa doğru kaymaya başlamıştı. “Eğer birbirlerini
boğazlamaya başlarlarsa burada olmak istemiyorum.” Diye Maios’a fısıldadı.
“Kavganın sebebi ne?” demişti Maios çıkışıp oraya doğru yürürken. Koen doğrulup
gözlerini Jeniske’ye dikmişti tehditkâr biçimde. “Sorun ne?” diye tekrarladı
Maios. “Aramızda bir sorun Maios. Sadece düştüğü ve bu olayı kafasına taktığı
için ona kızgınım.” Demişti Jeniske. Koen birden öne doğru eğildi. “Tavi ile
ikisi bir sır saklıyor ve bunun beni ilgilendirmediğini söylüyor.” Dedi. Bezi
alnına tekrar basmıştı. Aiken merakla Nasio’nun hemen oturduğu sedirin orada
beklemeye başlamıştı. İçeride bir sessizlik olmuştu. Maios yavaşça Jeniske’ye
doğru birkaç adım attı. “Bilmememiz gereken şeyin ne olduğunu sormayacağım.
Sadece karşında işkence yapmakla yükümlü olduğun bir düşmanın yok. Koen var!”
Demişti. Jeniske bir an durgunlaştı. Koen ise başını öne doğru eğmişti.
“Onlar yarışırken onları takip etmeye kalkıştım ve gerçekten de Komutan Koen
bana bakmak için başını arkaya çevirince dalı göremedi ve düştü.” Nasio bunu
söylerken korku ile bakıyordu. Jeniske kaşlarını çattı. “Niye bu kadar
dikkatsiz oldun?” demişti yorgun bir sesle. Koen eli alnında başı öndeydi.
“Aiken onun gelmesine izin vermedi. Ben izin verdim ve bir şey olursa
sorumluluk bende diye düşünüp panikledim.” Demişti. Jeniske elini alnına koyup
çenesine doğru kaydırdı. “Başını kaldır yarana bakayım!” dedi. Koen başını
kaldırmak yerine elini yana doğru koydu. “Efendi Tavi ile ne konuştuğunu pek
umursamadım. Sadece bir şey saklamış olman garip geldi. Benden saklaman gereken
şey ne Jeniske?” dedi. Jeniske ona bakıyordu. Yavaşça eğilip kulağına doğru
fısıldamıştı. “Burada olmaz.” Demişti. Koen başını kaldırıp ona baktı. Jeniske
gözlerini ona dikmişti. “Tamam çıkıp konuşalım!” demişti. Oturduğu yerden hemen
ayağa kalktı. Kalçasında katlanılmaz bir ağrı vardı. Kalça kemiğini çatladığını
düşündü. “Otur ve sabret!” demişti. Maios onun önünü kesmişti. “Alnından kan
aka aka nereye gidiyorsun?” diye çıkışmıştı. Koen ise eliyle yanında kalan
Jeniske’yi gösterdi. “Biraz konuşmaya!” demişti. Koen bir an duraksadı. Eli
boşlukta bir an için sallandı. Ardından gözleri yere doğru dikildi. “Sanırım
midem bulanıyor!” dedi. Jeniske onun sırtına doğru elini koydu. “Hadi otur ve
dinlen. Yaranı diksinler!” dedi. Koen onu yavaşça itekledi. “Yok hadi şu konuyu
hemen konuşalım. Sonra yatarım.” Dedi. Elini alnına doğru koymuştu. “Lanet
olsun şimdi olmaz!” demiş ve birden yana dönüp bakır kabın içine kusmaya
başlamıştı. Dizleri üstüne çökmüştü. Öğürtüleri bittiğinde yere çökmüştü.
Jeniske onun yüzünü silmek için temiz bir bez istedi. Koen gözleri kızarmış
halde karşısında çömelmiş Jeniske’ye baktı. “Yarın! Bana anlatacağına söz ver!”
demişti. Jeniske onun yüzünü silip bir bardak suyu alıp ona uzattı. “Dinlen!”
demişti. Koen onun yakasını tuttu birden. “Söz ver!” dedi. Jeniske pes etmiş
şekilde başını salladı. “Söz.” Demişti. Koen onun yakasını bırakıp başını
geriye doğru yatırdı. “Bu olaya kafamı taktığım için dikkatim dağıldığını kabul
ediyorum bende.” dedi. Jeniske onun tam karşısında duruyordu. “Yaranı dikiyim
mi?” dedi. Koen omzu silkti. “Yemeğe geç kalacaksın!” dedi. Jeniske dikilen
Maios’a baktı. Maios yürümeye başlayıp Aiken’i ensesinden tutup çıkışa doğru
sürüdü. “Bir süre geç kalması sorun olmaz!” demişti. Ardından oğluna doğru
döndü. “Seninle sonra hesaplaşacağız!” deyip çadırdan çıktı. Jeniske dikilen
hekime döndü. “Prensin yaralarına bakın siz!” demişti. Hekim başını eğip
şifacının yanına doğru gitmişti. Koen sedire tekrar oturmuştu. Jeniske onun karşısındaki
tabureye oturdu. “Bunu dişlerinin arasına koy!” demişti. Nasio onlara
bakıyordu. Jeniske’nin iyi bir hekim ve şifacı olduğunu biliyordu. Onu ateşli
bir hastalıktan kurtarmıştı. Dikkatle Koen’in alnındaki yarayı dikiyordu. Eli
titremiyor ve gözünü kırpmıyordu. Koen dişlerini sıkmıştı. Jeniske işini
bitirip iğneyi tekrar tahta tepsiye bırakıp Koen’e döndü. “Canın mı acıyor?”
demişti. Koen başını iki yana salladı. Göz yaşları yanaklarından süzülüp
çenesine damlamaya başlamıştı. “Niye ağlıyorsun o zaman?” dedi. Koen
dudaklarını araladı. Tam bir şey diyecekken Jeniske derin bir nefes alıp elini
onun bacağına koydu. “Sana asla yalan söylemedim. Bunu hiçbir zamanda
yapmayacağım. Sadece bazı şeyleri taşımak zorunda değilsin. Bilmek hep iyi olan
şey değildir. Niye seni korumamdan bu kadar korkuyor ve kaçıyorsun?” dedi. Koen
ona bakıyordu. “Sadece seni korumak için uzak tutmak istediğimi söyledim. Buna
izin versen?” Jeniske’nin sesi buruktu. Nasio çaktırmadan onları görmek için
sırtındaki yaralara bakması için onlara dönmüştü.
“Hayat bana ne öğretti biliyor musun Jeniske, asla birisine güvenip ona
yaslanıp onu yormamayı. Onun vicdanında yük olmamayı ve kendi ayakların üstünde
durmazsan bir gün sırtına bindiğin kişinin de kanatları altına sığındığın
kişinin de gidişi ile hayatının alt üst olacağını. Bunu tekrar yaşamak
istemiyorum. Senin kanatların altında ve sırtında yaşamak istemiyorum. En
başından beri olması gereken buydu. Belki o zaman babam senden nefret etmezdi
ya da bunca şey olurken… Ben bu kadar zayıf kalmazdım.” Koen bunları söylerken
çenesi titriyordu. “Tavi ile sakladığın sır umurumda bile değil. Sadece beni korumaya
çabalarken bana zarar verdiğini bil. Eskisi gibi bir dağın başında bir evde bir
kasabada değiliz. Biz kocaman bir dünyada tek başımıza kaldık. Ve sen tek
başına güçlü olmaya çalışırsan yine kaybedeceğiz. Kendimi ve seni
koruyabileceğime inansan bile buna niye izin vermiyorsun?” Jeniske bunları
duyunca ona bakıp kalmıştı. “Sürekli o kargaların peşimde ve ne yapsam nereye
gitsem çelimsiz bir çocuğu izleyen annesi gibi sürekli arkamdan geliyorlar.
Benimle olduğunu bilmek elbette beni çok huzurlu kılıyor ama başıma bir şey
gelmesinden korkmandan yoruldum.” Jeniske tam ona cevap verecekken Koen elini
yüzüne kapadı ve ağlayarak devam etti. “Böyle devam edersen sen olmadığında ben
güçsüz ve savunmasız kalacağım.” Demişti. Jeniske ona bakıp kaldı. Koen ise başını
öne doğru eğmişti. “O gün beni bırakıp gittiğinde ben tek başıma kaldım. Yine
gidince o kadar çok canım yansın istemiyorum.” Demişti. Duyguları karman
çormandı. Canının acısı ve kafasının karışıklığı onu parçalıyordu. Jeniske ne
yapacağını bilemedi. “Bir daha gitmeyeceğim Koen!” demişti. Koen ise göz
yaşları içinde başını bacaklarına doğru yasaldı. “Koen! Biraz uyuman gerek. Şu
an iyi değilsin!” demişti. Koen onu duymuyordu adeta. “Ben tekrar canım acısın
istemiyorum.” Diyordu. Fiziksel yaraları ruhsal yaralarını tetikliyordu. Elini
kopmuş koluna sarmıştı. “Benim neden hep canım acıyor!” demişti. Jeniske
oturduğu yerden kalktı. “Canının acısını geçirmeme izin ver o zaman. Koen bana
bak!” demişti. Koen’in saçları onları bir arada tutan ipten çıkıp dağılmıştı.
İçi toz dolup matlaşmıştı buklelerin. Karman çorman saçların ardından bir çift
boş göz ona baktı. Jeniske onun alnına elini dayadığında birden gözleri
donuklaştı. “Sabaha her şey daha iyi olacak!” demişti. Koen öne doğru birden
devrilmişti. Jeniske onu oturduğu sedire uzandırdı. “Hala bir çocuk gibisin!”
demişti Jeniske. Üstüne kenarda katlı olan örtüleri örterken. “Onu yandırmayın
sabah kadar. Merhem sürün yaralarına da!” demişti. Hekimler şaşkınlıkla başını
sallamıştı. Koen derin ve sakin bir şekilde yatıyordu. Jeniske çadırdan
çıkarken küfür savurmuştu. “Kaltak Yaksotat!” demişti. Dişlerinin arasından
çıkan küfürle beraber çadırda bir sessizlik başlamıştı. Hekimlerden birisi
kaşlarını kaldırıp iç çekti. “Komutan Koen’in yaralarına merhemi siz sürer misiniz
hanım efendi?” demişti. Şifacı ve hepsinden yaşlı kadın köşede oturmuş tütün
benzeri bir kuru bitkiyi ezmekle meşguldü. “Elbette!” demiş ve dizleri
gıcırdayarak kalkmıştı. Çadırda yatılı hasta kalmazdı genelde. Ama bu gece iki
misafirleri vardı. Nasio yattığı yerde sıkıntı içinde çadırın kumaşına vuran
ışığı izliyor ve dışardan gelen sesleri dinliyordu.
“Hekim burada mı?” diye içeri Mona girmişti. Tarihi canlı canlı izleyerek
yazmak için orduya karılmıştı. Nasio onu görünce yattığı yerden doğruldu.
“Sanırım yemek için gittiler. Gelirler!” demişti. Mona elini tutuyordu. “Peki
onu burada bekleyeyim.” Dedi. Mona içeri doğru girip boş taburelerden birine
oturdu. Nasio onun eline bakıyordu. “Ne oldu eline?” demişti. Mona gülümsedi.
Bileğini yavaşça ovaladı. “Sanırım kramp gibi bir şey! Şu sıralar çok fazla
yazacak şey var.” Demişti. Nasio gülümsedi. “Annem çok yetenekli bir şifacı.
Bana bazı ufak numaralar öğretmişti. “Dedi ve yataktan kalktı. Mona’nın yanına
gelip tabureye oturmuştu. “Kaslarını çok kasarak yazı yazmaya çalıştığın için
ağrı oluşuyordur.” Deyip elini nazikçe aldı. Baş parmağının alt kısmını yavaşça
ovalamaya başlamıştı. “Bu şekilde krampları geçirebilirsin” diye konuştu.
Birkaç dakika sonra gerçekten de Mona elinin düzeldiğini hissetmişti. “Gerçekten
yetenekliymişsin bu konuda!” demişti Mona gülümseyerek. Arkaya doğru saçlarını
toplayıp örmüştü. Yine elleri mürekkep içindeydi. Ardından genç prensin
yüzündeki ve kollarındaki çiziklere bakıp omuzlarını düşürdü. “Attan düştüğünüz
doğru demek.” Demişti. Nasio başını salladı. “Bana pek bir şey olmadı. Yolun
kenarındaki dikenli çalılar beni korudu.” Demişti. Mona başını yana doğru
çevirip dolu yatağa baktı. “Komutanlardan hangisiydi yaralanan?” demişti. Nasio
onun baktığı yere baktı. Gölgede kalan yatakta kimin yattığı belli değildi.
“Komutan Koen!” demişti Nasio. Mona hüzünle yüzünü astı. “Yarası ağır mı?”
demişti. Nasio bilmediğini belli etmek için başını sallamıştı. Sohbetin devamı
olmamıştı. Nikow gelip Mona’ya yemeğin hazır olduğunu söylemişti. Nasio onlar
gidince bir süre daha taburede oturdu. Ardından etrafı kurcalamaya başladı ama
bu ufak eğlencesi kısa sürmüştü. Hekim ve bir şifacı geri dönmüş ve ona yemek
getirmişti. Nasio yemeğini yerken karnının gerçekten aç olduğunu fark etmişti.
Saatler ilerliyor ve yavaş yavaş kamp sessizliğe bürünürken şifacılar
çadırlarına çekilmiş ve hekimde gitmişti. Nasio yanan birkaç mumunda yavaş
yavaş sönmesi ile uykuya dalmaya başlamıştı. Gecenin gündüze dönmeye başladığı
saatlerde kampta her yer sessizliğe boğulmuştu. Nasio dudakları kurumuş halde
uykusundan uyanmıştı. Gözlerini açtığında hala mumlardan birinin yandığını
görmüştü. Kalkıp su içti ve tekrar oturduğunda gözleri Koen’in yattığı boş
yatağa doğru dönmüştü. “Gitmiş!” diye birden telaşla konuştu. Nereye gitmiş
olabileceğini bilmiyordu ama ağır uykuda olması gereken kişinin kalkıp
gidemeyeceğini düşünüp bir aksilik olduğu fikri ile hemen çadırın dışına
çıkmıştı. Sabahın ilk ışıkları kendini göstermeye başladığında hava serindi.
Titremiş ve dikilen muhafızla burun buruna gelmişti. “Komutan Koen nerede?”
Demişti. Dişleri birbirine vuruyordu. Muhafız ona bakıp birkaç adım çekilmesini
bekledi. “Bir saat kadar önce uyandı ve Karga Lider’in yanına gitti Prens
hazretleri. Sizde yatağınıza geri dönün. Babanız dışarı çıkmanızı yasakladı.”
Demişti. Nasio sert sedirin vücudunu ağrıttığını belli etmek için elini beline
doğru koydu. “Bende kendi çadırıma gitmek istiyorum. Söz başka yere gitmem.”
Demişti. Muhafız iç çekti. “Size oraya kadar eşlik edelim.” Demişti. Nasio
çadırdan eşyalarını alıp Aiken ile kaldığı subay çadırına doğru yürümüştü.
Muhafızların geceden beri ayakta olduğu belliydi. Yorgun ve uyuşuklardı.
Çadırın önüne gelince Nasio onlara selam verip hemen içeri girmişti. Beş subay
aynı çadırda kalıyordu. Dağ ordusunun subaylarından oluşan bu beş kişilik
ekiple beraber kalıyor olmasını yadırgamamıştı. Aksine bu adamlar onu
eğlendiren tiplerdi. Aiken’in yatağının yanındaki yatağına doğru yürürken
yatağında yatan Aiken başını kaldırıp gözlerinden bir kapalı halde ona baktı.
“Çok ses çıkarma!” demişti. Nasio yatağına oturup botlarını çözmeye başladı.
“Komutan Koen uyanmış ve Jeniske Amcanın yanın gitmiş!” dedi Nasio fısıltılı
bir sesle. Aiken yan dönüp ona dikti gözlerini. “Gerçekten röntgenci bir çocuk
olmaya başladın. Gidebilir sonuçta ikisi aynı çadırda kalıyor genelde!” Nasio
bunu duyunca birden başını öne doğru eğdi. “Jeniske amca ile çok büyük kavga
ettiler ve küsler sanıyordum.” Dedi. Aiken güldü. “İkisi sürekli kavga eder.
Birbirlerini öldürmek için uğraştıkları zamanlar olmuştu. Ama sonunda gün
tekrar doğmadan barışırlar. Onlar çok eski arkadaşlar. Bu kavgalar daha çok
atışmalar ve kızgınlıklarla alakalı. Bizi ilgilendirmez. Sende çok meraklı
olma.” Demişti. Nasio iç çekti. “Annem onların çok özel bir ilişkisi olduğunu
söylemişti babama. Bir defasında Komutan Koen hala hasta iken Jeniske Amca
Qufang’a gelip onu görmek istemişti. Annem buna izin vermedi ve onun gitmesinin
daha iyi olacağını söylemişti. Komutan Koen’in kafasını karıştırırmış. Çok
garipler.” Diye hayıflandı. Aiken doğrulup gözlerini Nasio’nun gözlerine dikti.
“Gerçekten kapı arkasından insanları dinlemeyi bırakman gerek. Bu hiç doğru bir
davranış değil. Hele ki bir prens bunu yapmamalı. Başını derde sokarsın. Koen
hakkında çok fazla konuşma çünkü seni bir gün duyup dövebilir.” Demişti. Nasio
başını öne doğru eğip yatağa devrildi. “O askerlere karşı da çok sert birisi
ama bence hala çocuk gibi. Sürekli bir şeyler konusunda anneme mızmızlanıp
duruyordu. Ve babamın yasak koyduğu yerlere girip çıkıyordu. Ben yaptığımda ise
benim kafama vurup gitmemi söylüyordu.” Demişti. Aiken iç çekip ona bakıp
omuzlarını düşürdü. “Annenden çok babana çekmişsin. Sürekli bir şeyleri
kurcalayıp duruyorsun. Koen ile konuşup onun yanına vereceğim seni!” demişti
Aiken. Nasio bunu duyunca yatakta hızla doğruldu. “Hayır, hayır! Buna gerek
yok. O çok sert ve cidden sürekli Qufang subaylarını dövüyor. Ve bağırıp at
boku temizletiyor.” Demişti. Aiken zafer kazanmış gibi güldü. “O zaman susup
uyu. Yeni yatağa uzandım ve uykusuzluktan başım çatlıyor!” demişti. Nasio
sessizce yatağa uzandı ama bu çok uzun sürmedi. “Hanımefendi Mona’nın elini
ovdum biliyor musun?” demişti. Aiken homurdandı. “O erkek tipli kadına
hanımefendi demen çok komik. Son kamp alanında nasılda bir askeri patakladığını
sen gördün!” dedi. Nasio bunun üzerine başını salladı. “Evet çok güçlü ama
eline yazı yazmaktan ağrı gitmişti ve ben iyileştirdim. Ayrıca o Nikow’dan
değil Komutan Koen’den hoşlanıyor. Sürekli onun peşinde dolanıp duruyor.”
Demişti. Aiken derin bir iç çekti. “Mona’nın asıl görevi Koen’den geçmiş
hikayeleri dinleyip yazmak. O yüzden sürekli peşinde geziyor.” Demişti. Nasio
gözlerini çadırın tavanına dikmişti. “Belki de hoşlanıyordur. Sürekli onu sorup
duruyor.” Demişti. Aiken daha fazla dayanamayıp yataktan doğruldu. “Nasio sen
Koen’i mü kıskanıyorsun?” demişti. Nasio bunu duyunca birden şaşkınlıkla kaldı.
“Hayır.” Demişti kısık bir sesle. “Sadece niye herkes onu enteresan ve
inanılmaz buluyor anlamıyorum. Babam bile onunla sürekli olarak ilgileniyor.”
Demişti. Aiken birden gülümsedi. “Koen’in yetenekleri tıpkı Efendi Jeniske’nin
yetenekleri gibi. Ona tilki ve Kızıl Taş Ustası denildiğini bilmiyor musun?”
demişti. Nasio başını salladı. “Biliyorum. Hisar’da büyümüş ama geçmişte efendi
Jeniske ile yakın arkadaşlarmış. Ve Üç Tanrı Dağının esrarengiz
kahramanlarından birisi ama… O düşünce y ada bir şey yapınca herkes başına
toplanıp duruyor. Öyle ki annem bile onunla sürekli oturup bir şeyler konuşup
dururdu. O yokken Jeniske amca bizim evimize gelirdi ev sürekli bizimle
otururdu. Ve insanlar o yokken daha mutluydu sanki. Sen bile sürekli annemle
beraber bize gelip dururdun. Şimdi sürekli onunla bir yerlere gidip yarışıp
eğleniyorsun. Oysaki bana daha at binip kılıç kullanmayı öğretmen gerekirdi.”
Demişti. Aiken birden güldü. “Nasio sen cidden onu kıskanıyorsun. Ama bu saçma.
Koen özünde çok iyi bir insan ve onun bağları seninle olan bağlardan daha
farklı. O iyi bir komutan ve arkadaş. Sen ise hepimiz için çocuğumuz gibisin.
Efendi Jeniske seni onu sevdiği kadar sevip önemsiyor bende babanda ve annende.
Bu kıskançlık boşuna!” demişti. Nasio başını öne doğru eğdi. “Bilmiyorum.
Onunla at sürüp madenlere gitme o zaman. Bana kılıç kullanmayı ve ok atmayı
öğret.” Demişti. Aiken yorgunca yatağa doğru uzandı. “Elbette!” demişti. Onu
geçiştirmek için bunu söylememişti. Sadece Nasio’nun gerçekten Koen’i
kıskanıyor olması çocukça ama sevimli gelmişti. Koen komutada bulunan en genç
kişiydi. Yirmi yaşından bir belki iki sene daha büyüktü. Ama herkesten daha
yaşlı ruhu onu saygın yapıyordu. Nasio için bunu anlamak zordu. Çünkü o henüz
çocuktu ve ergenliğe doğru yeni adım atarken duygu karmaşası yaşıyordu. Birden
herkesin ilgisi onun üzerinden çekilince afallamıştı. Anne ve babası Qufang’ın
kraliyet ailesiydi ama o annesinin ve babasının arkadaşları tarafından
sevilmeyi seviyordu. Prens olmayı sevmemişti. Sürekli onunla ilgilenen ama
sahte yüzlü hizmetçiler yerine sabah annesinin onu uyandırmasını istemişti. Ve
düğün günü olan felaket… O günden sonra annesinin ilgisi kolu kesilmiş olan bu
genç adama yönelmişti. Jeniske amcası, onun hayatını kurtaran ve annesinin
yanında olan bu adam ise onun için babasından daha değerliydi. Babasının
eksikliğini yaşadığı ve ateşli hastalığa düştüğü zamanda onu kurtaran Jeniske
olmuştu ve şimdi o da Koen için endişeleniyordu. Attan düşen tek kişi o değildi
ama Jeniske Nasio’nun yanından geçip gitmiş ve nasıl olduğunu sormamıştı bile.
Bu onun için kenarı atılmak gibiydi. Kaşlarını çatıp iç çekmişti. “Komutan Koen
bütün ilgileri üstüne çekmeyi seviyor.” Diye içinden konuşmuştu. Aiken uyurken
gün ağarmaya başlamıştı ev Nasio yattığı yerde bir türlü uyumayı başaramamıştı.
Kıskançlık toy olanlar için büyük bir düşmandı. Nasio senelerce babasının kim
olduğunu gizlemek zorunda kalmış ve sevgiyi tam hissedememiş bir çocuktu.
Babasını sadece bazı akşamlar görür ve annesinin ona bunu gizlemesi gerektiğini
söylemesi sürekli olarak uğradığı tacizlere sessiz kalmasına neden olurdu.
Sırlar çocukları yorar ve yıpratırdı. Nasio akıllı ve erdemli olması gerektiğini
annesinden çok defa duymuştu. Ancak gençlik ve çocukluğun bu geçiş sürecinde
kalbinin ve aklının karmaşası onu yaşıtları tarafından dışlanmaya iterken ilgi
ve sevgi alabileceği insan sayısı azalmış ve şimdi onların ilgisi de yoktu. Bir
çocuk hep takdir edilmek, düşünülmek ve sevilmek isterdi. Nasio bunu istiyor
ama kendini Koen ile kıyaslamadan edemiyordu. Hoşlandığı ve güzel olduğunu
düşündüğü Mona bile sürekli Koen’in peşinden giderken nasıl da yalnız
hissettiğini düşündü. Koen’in yönettiği Qufang ordusunda eğitim dahi almak
istememişti. Düşünceleri onu düşman olduğuna inandırıyor ve ilgi çekmek için
onunla yarışır konuma geliyordu. Attan düştüklerinde aslında Koen’in yüzünden
düştüğünü düşünmüştü. Fakat Koen’in yaralanması herkesi yeterince gerdiği için suçu
üstlenmeyi planlayıp en azından bir süre olsun babası ve Jeniske’nin dikkatini
çekeceğini fark etmişti. Ancak bu işe yaramamıştı. Koen sürekli sorun çıkarıp
ilgiyi üstünde tutuyordu. Bu düşünceler ile daha fazla yatakta kalamayıp
giyinip çıktı. Yaraları ve sıyrıkları sızlasa da yürümeye karar vermişti. Yeni
yeni hareketlenmeye başlamış kampta dolaşmaya başlamıştı. Sonunda büyük yemek
çadırının önüne geldiğinde birkaç kişinin çoktan yemek için hazırlığa
başladığını görmüştü. “Kalfalardan birisi tepsiyi Karga Lider’in çadırına
götürsün!” demişti aşçı başı olan adam. Ancak kalfalar hazırlıktan etrafta
dönmekten onu duymamıştı bile. “Ben götüreyim.” Diye atılmıştı Nasio. Onun kim
olduğunu bilmeyen çok kişi vardı kampta. Kalabalık kamp içinde sadece subaylar
ve üst düzeyler onu tanıyordu. Aşçı başı hemen tepsiyi işaret etmiş ve
bağırmıştı. “Sakın ha dökeyim falan deme!” diye çıkışmıştı. Nasio tepsiyi alıp
tekrar komuta bölgesine doğru yürümeye başladığında güneş ışıkları yer yüzünü
ısıtmaya başlamıştı. Çadırın önüne geldiğinde muhafızlardan birisi ona
şaşkınlıkla baktı. Ardından çadırın perdesini kaldırıp girmesi için yol açtı.
Nasio içeri girerken boğazını bir öksürük ile temizledi. “Jeniske Amca!”
demişti. Büyük alana doğru çıktığında Jeniske’nin oturduğu yerde bir şey
dikmekle uğraştığını fark etmişti. Elindeki iğneyi yavaşça masaya bırakıp ona
susmasını işaret etmiş ve yatakta yatan Koen’i göstermişti. Nasio elindeki
tepsiyi masaya koyup Jeniske’nin yanına doğru yürümüştü.
“Yemek getireceklerdi ben getirmek istedim.” Demişti. Jeniske’nin hemen
yanındaki sandalyeye oturup kayışları tamir edişini izlemeye başladı. Jeniske
kayışların daha az acı vermesi için iç kısmına kürk dikiyordu. “Yaraların nasıl
oldu?” demişti Jeniske iğneye bağlı ipi keserken. Nasio bir an dalgınlıktan
kurtulup ellerindeki çizikleri göstermek için avuç içlerini açtı. “Artık
acımıyorlar!” demişti. Jeniske kayışları yandaki masada duran kolun olduğu yere
koydu. “Kahvaltı yaptın mı?” demişti. Nasio başını iki yana sallayınca Jeniske
yavaşça ayaklandı. “Koen uyuduğuna göre bütün yemek bize kaldı. Benimle yemek
ister misin?” demişti. Nasio mutlulukla bunu kabul etmişti. Masaya
oturduklarında Koen tüllerin ardında kalmıştı artık. “Bu tür kazalar olmaması
için daha dikkatli olmanız gerek.” Dedi. Nasio başını eğip lokmasını gürültü
ile yutmuştu. “Ben sanırım kazaya sebep oldum!” dediğinde Jeniske başını iki
yana salladı. “Kazanın sebebinin kim olduğu önemli değil. Aiken ve Koen senden
sorumluydu ve bunu yapamadıkları için babandan ve benden iyi birer azar
yediler. Özellikle Koen. Dikkatsizliği seni öldürebilirdi.” Demişti. Nasio
karşısında yeşil gözlerine gölgeler inmiş adama hayretler içinde bakıp kaldı.
“Ona babam da mı kızdı?” demişti. Jeniske başını salladı. “Dün gece kalkıp
geldi ve özür dilemek istedi. Senin canını tehlikeye atacak kadar bencilce
davrandığını kabul ettiğinde Aiken ve Koen’i baban biraz azarladı ve sonra
sinirini senden çıkarmamak için bütün öfkesini boşalttı.” Demişti. Jeniske
birkaç yudum su içip gülümsedi. “Kampta olman ve bir şeylere tanık olup
öğrenmen oldukça güzel. Fakat hepimiz diken üstündeyiz. Saisa yok ve onun
yokluğunda bir yerin kanarsa bunun hesabı bize en çok da babana sorulacak. Bu
yüzden senden büyüklerin sözlerini dinlemen gerek. Koen ve Aiken senin
komutanın olmasa bile onların emirlerini dinlemen gerek. Babana karşı çıkma
askerin önünde asla! Ve en önemlisi öncelikle sana bir şey olmaması. Daha sonra
başkaları için endişelen.” Diye ekledi. Nasio ona bakıp başını sallamıştı. “Ben
onları tehlikeye atmak istemedim kendimi de…” Jeniske gülümseyip ona baktı. “Bu
kaza önemsiz bir şeydi. Sende, Koen de sonunda iyileşecek ve unutulacak. Ama
şunu asla unutma eğer sana bir emir verildiyse bu kötülüğün için değil. Senin
güvenliğin içindir. “Demişti. Nasio gülümseyen Jeniske’ye bakıp gülümsemişti.
“Anladım Jeniske Amca. Bir daha asla böyle bir şey olmayacak.” Demişti. O sırda
tül perdeler oynamış ve Koen onlara dikmişti gözünü. “Çocuğa yüklenme. Ben
düşmesem ona bir şey olmazdı. Ayrıca nasihat vermek için kahvaltıyı mı seçtin.”
Demiş ve gülerek sandalyeye doğru yaklaşmıştı. Nasio’nun saçlarını okşayıp
yanına oturmuştu. Bir gözü kanlanmış ve yüzündeki yara gün ışığında daha çirkin
duruyordu. “Baban canımızı okudu. Jeniske de senin canını okumaya kalkıyor
gibi.” Demişti. Nasio ona bakıyordu. Koen geriye doğru yaslanıp Nasio’ya baktı.
Gülümsedi. “Bu kampta öğreneceğin çok şey var. İnsan tokat yemeden tokat atamaz
ve düşmeden düşürmeyi bilmez. O yüzden ufak tefek yaralardan korkma. Erkek adam
yaralanır da iyileşir de.” Demişti. Nasio gülümseyerek ayağa kalktı. “Anladım.
Şimdi babamı görmeye gideceğim.” Demiş ve çadırdan çıkarken Koen’in konuştuğunu
duyup durmuştu. “Sabahın köründe çocuğa ne diye öğütler veriyorsun. Belli ki
seninle konuşmaya gelmiş. Lafların ile onu boğazlamak hoş mu?” demişti. Jeniske
gülmüştü. “Acıyor mu hala yüzün?” demişti. Koen’in cık dediğini işitince
Jeniske devam etti. “Tavi ve benim dediklerime inanıyor musun?” Koen’in derin
bir iç çektiğini duydu Nasio. Yavaş adımlarla biraz daha onları duymak için
yaklaşmıştı. “İnanıyorum. Ve lütfen artık benden bir şeyler gizleme. Savaşacak
kadar gücüm yok bunca şeyle. Eğer bir kez daha senin benden uzaklaştığını
hissedersem ayağa kalkamayacağımı biliyorum Jeniske. Bunu bana yapacaksın diye
korkuyorum. Ben sana hala güvenmek istiyorum ama içimde bir korku var ve bir
hastalık gibi sanrılar üretip duruyor.” Koen’in sesi titrek ve boğuktu. “Ben
öldüğünü görmek, gittiğini görmek istemiyorum. Sadece bu olan şeylerin son
bulmasını ve o özlediğimiz hayata geri dönmek için ne gerekiyorsa yapmak
istiyorum. Sırlar, entrikalar ve bu tanrıların paçavra gibi bizi savurup
durması işi… Beni yoruyor. Sadece bir sabah uyandığımda ertesi sabahta yanımda
olacağından emin olmamı sağla. “Demişti. Nasio sessizce onları dinlemeye devam
ederken Aiken’in onu enseleyeceğini düşündü ve bir prens olarak rezil olmaktan
daha kötü bir şey olamazdı. Arkasını dönünce Maios ile göz göze gelmişti.
Babası ona susmasını işaret edip dışarı doğru çıkmasını işaret etti. “Sana hiç
yakışmıyor bu hareketler. Onlar senin büyüklerin ve üstlerin. Onları böyle
dinlemek doğru değil.” Diye çıkışıp onu ensesinden tutmuştu. Nasio kaşlarını
çatıp onunla yürürken suçunu kabul etmemek için savunma yapmayı planlıyordu.
Ama buna gerek kalmadı. Maios ona sert çıkmadı bile. Sadece yaralarına
baktırmasını ve sonra iyi hissederse çalışmalara dahil olmasını söylemişti.
Aiken ile adam seçmesinde yardımcı olmasını istemişti bir de. Koen hala
dinlenmeye ihtiyaç duyduğu için onun yerine o adam seçip madenlere kadar onlara
eşlik eden ekipte olacaktı.
“Komutan Koen’in durumu biraz daha ciddi olduğu için iki gün onun yerine birlik
komutanlığı yapmanın istedi. “Demişti. Nasio heyecandan ne diyeceğini bilemeden
öylece kalmıştı. Bir birliğe komuta etmek hep hayalini kurduğu bir şeydi. Bu
birlik madenlere giden askerlerden oluşuyor olsa da zırhını giyip atında dimdik
onların önünde gitmek çok şerefli bir davranıştı. Koen’in bunu ona vermiş
olması karşısında düşüncelerinden utanç duymuştu. Kıskançlık ara ara onu
dürtükleyen bir duygu olacaktı. Ama şu an sevinç ve hayranlıkla bastırılmıştı.
“Döndüğünde belki Koen’e teşekkür edersin!” demişti babası. Bunu yapardı.
Sonuçta bir erkek şerefli olmak için teşekkür etmeyi de özür dilemeyi de
bilmeliydi. Günün devamı onun için öyle eğlenceli geçmişti ki Aiken ile at
binip birliği kasabaya oradan da madenlere götürmüş ve orada elleri arkasında
göğsü ilerde heyecanla dolaşıp maden ustalarını dinlemişti. Akşam olmaya yakın
kasabaya birlikten ayrılıp Aiken ile dönüp onu ve maden ustasının ikramı olan
acı içkiden bile içmiş ama birkaç yudumdan sonra daha fazla tadına katlanamayıp
vaz geçmişti. Geri döndüklerinde ise Koen’e bugün için teşekkür etmek ve ona
rapor vermek istemişti. Jeniske’nin çadırında kaldığını biliyordu. Oraya doğru
heyecanla yürürken Aiken genel toplantı için ondan ayrılmıştı. Çadırın önündeki
muhafızlar ortada yoktu. Nasio içeri doğru girerken sırıtıyordu. Sekerek
tüllerin olduğu yere kadar gelmişti.
“Komutan Koen uyanık mısınız?” demişti. Koen gözü yarı açık halde yatakta dönüp
onu görmek için doğrulmuştu. “Prens Nasio!” demişti. Nasio gülümseyip tülleri
geçip onun karşısındaki sandalyeye oturdu. “Şey sadece Nasio demeniz yeterli
Komutan Koen. Bu daha samimi hissettiriyor.” Demişti. Koen yatakta oturur
konuma gelmişti. Gömleği yoktu ve baldırı örtünün altından çıplak olarak dışarı
çıkmıştı. “Şu bardağı uzatabilir misin?” demişti Koen. Nasio onun kımıldaması
ile sadece kasık bölgesinde kalan örtüye bakıp ardından başını hızla çevirip
bardağı aldı ve ona bakmamak için başını yan çevirip uzattı. “Şey bugün sizin
yerinize gitmemi istemişsiniz. Gittim ve size rapor vermek istedim.” Demişti.
Koen suyu kana kana içiyordu. “Rapor mu? Buna gerek yok. Elinden geleni en iyi
şekilde yaptığını düşünüyorum. Bir aksilik olmamıştır. İşleri çok güzel
halletmişsin kesin.” Dedi. Nasio ona doğru dönü ve tekrar başını utançla
çevirdi. “Şey evet! “Demişti. Koen ona bardağı uzatmak için eğildi. “Bir şey
sorabilir miyim?” demişti Nasio bardağı alıp koymak için arkaya doğru dönmüştü.
“Tabi ki sorabilirsin!” demişti Koen. Nasio ona doğru döndü. “Neden çıplak
yatıyorsunuz?” demişti. Koen bunu duyunca birden üstüne bakıp güldü. “Birkaç
saat önce yıkandım ve giyinmek için iki kola ihtiyacım vardı. Kimseyi
bulamayınca bende böylece girip uyumuşum.” Demişti. Ardından elini çıplak
göğsüne doğru vurdu. “Erkekler yarı çıplak dolaşır ve bu hem cinsleri için
sorun olmaz. Mesela bazı hamamlarda kadınlar ve erkekler çırılçıplak geziyor.
Epharai hamamlarından özellikle. Herkes çıplak.” Demişti. Nasio şaşkınlıkla ona
bakıp kalmıştı. “Nasıl yanı? Şeyleri…” Koen sırıtmıştı. “Kadınların göğüsleri
ve her yeri ortada oluyor. Ve orada ayrı yerlerde yıkanmıyorlar.” Demişti.
Nasio utançla başını öne doğru eğmişti. Koen ise ona doğru eğilip fısıldadı.
“Aiken ile oraya gittiğimizde hamam gideceğiz. Seni de götürelim mi?” demişti.
Nasio utançla gözlerini kapamıştı. “Erkek oluyorsun ve biraz kadın görmek
neyden hoşlandığını anlamanı sağlar.” Demişti. Nasio birden gözlerini açıp ona
baktı. “Şey evet… Doğru söylüyorsun Komutan Koen. Ama bunu babama söyleme
lütfen.” Demişti. Koen gülüp göz kırptı. “Elbette. Karşılığında giyinmeme
yardım etmen gerek Nasio.” Demişti. Nasio cevap veremeden üstündeki örtüyü atıp
ayağa dikilince genç birden arkasını dönüp tüllerin arkasına doğru yürümeye
başlamıştı. “Hey Nasio, sakat bir adamı çıplak bırakmayacaksın değil mi? Bu
şekilde çadırın dışına çıkarsam hiç doğru olmaz. Ayrıca harika vücudum seni
utandırdı mı? Buraya gelsen çocuk!” diye Koen bağırmıştı ama Nasio hızla kaçıp
gitmişti. Koen bakır aynaya bakıp vücudunu süzdü ve elini beline koydu. “Nesi
utandırıcı bunun be! Erkek adam erkekten utanır mı?” demişti. O sıra içeri
doğru giren Jeniske’yi görmemişti bile Jeniske ona bakıp bir an güldü. “Nasio
niye kıpkırmızı olmuş.” Dediğinde Koen’e bakıp kaldı. Ardından onunla göz göze
geldiğinde Koen kızaran yüzü ile geri örtünün altına doğru kaçmıştı. “Böyle
sessizce girip insanlar çıplakken onlara bakmamalısın Jeniske.” Demişti.
Jeniske tülleri kenarı doğru çekip onu görecek şekilde eğilmişti. “Sanki daha
önce görmediğim bir şey. Niye çıplak geziyorsun?” demişti. Koen iç çekti. “Beni
yıkayan kadın onu dinlemediğim için gitti. Ve bende giyinemedim. Öylece yatmaya
karar verdim.” Demişti. Jeniske yatağa doğru sokulmuştu. “Bende beni
bekliyorsun diye kendimce umutlandım.” Demişti. Koen onu üstüne doğru gelmesi
ile kenarı doğru kaymıştı. “Eğer kalçam ağrımıyor ve yüzümdeki yarayı daha da
deşmemiş olsaydın belki. Şimdi giyinmem gerek.” Demişti. Jeniske sinsice onun
üzerine doğru eğilip örtüyü yavaş yavaş ama kuvvetli bir biçimde çekmeye başlamıştı.
“Tek giyinemiyordun galiba. Seni giydirmemi ister misin?” demişti. Koen onun
örtüyü çekmemesi için tek eliyle örtüyü sıkıca tutuyordu. “Yok! Yani sen beni
giydireceğini söyleyip kandırıp başka şeyler yapacaksın. Yüzünden belli.”
Demişti. Jeniske sırıtmıştı. “Bak sen belki de bunu söyleyerek yapmamı
istiyorsun! Bu aslında bir teklif sayılır Koen.” Demişti. Koen bacağındaki elle
ürperip geriye doğru kaçmıştı. “Sapık bir ihtiyar gibi davranma.” Diye
çıkışınca Jeniske onu sonunda duvara doğru sıkıştırmıştı. “Fantezilerinin
arasında sanırım benim yaşlı halimde var. Seni arsız!” demişti. Koen örtüyü
tutsa da bunun faydasız olduğunu anlamıştı. Jeniske onu okşamak ve ellemek için
örtüyü çekiştirmek yerine altına bir yılan gibi sızmıştı. Koen burun buruna
geldiklerinde ona bakıp gözlerini kısmıştı. “Daha dün kazadan çıktım. Ne gaddar
adamsın. “Demişti. Jeniske gülüyordu sadece. Eli Koen’in göğsünde durmuştu.
“Geçen sefer bunun hoşuna gittiğini hatırlıyorum.” Demişti. Koen birden
kızarmış ve bedenin titremesi ile başını geriye doğru atmıştı. Jeniske onun
göğsünde dolandırırken içeri giren bir kişinin ayak sesleri ile durdu. Koen de
bu ayak sesini duymuştu.
“Efendim kampın yakınında birilerini yakaladık.” Giren muhafızın sesi ilk ara
bölümden geliyordu. Koen kaşlarını çatmış gözlerini Jeniske ‘ye dikmişti.
“Birazdan geliyorum. Komutan Aiken’e haber verin.” Demişti. Muhafızın tok sesi
duyuldu. “Haber verdik efendim. Sizi Kral Maios ve Efendi Tavi Subay
çadırlarının orada bekliyor.” Demişti. Jeniske şaşkınlıkla gözlerini çatı. Koen
ise anlamamış halde ona bakıyordu. “Çıkıyorum efendim.” Demişti. Ayak sesi
uzaklaşınca Jeniske elini hala Koen’in göğsünde tutuyordu. “Gitmen gerek!”
demişti Koen ona gözlerini dikmiş halde. Jeniske ona bakıp elini çekti ve ona
doğru eğilip dudaklarına dudaklarını yapıştırmıştı. Bir süre onu öptü ve
ardından doğruldu. “Oysaki seni de tam ikna etmiştim.” Demişti. Koen onun tam
yanına doğru oturup kenarda duran kıyafetlerini gösterdi. “Bende gelsem olur
mu? Burada uzanmaktan canım sıkıldı.” Demişti. Jeniske ona bakıp sırıtmıştı.
“Neden olmasın. Bu sayede azcık daha seninle uğraşabilirim.” Demişti. Koen göz
devirmiş ama bu ilgiden asla rahatsız değildi. Köşeye sıkıştırılmak, sürekli
arzulanmak onun gururunu okşuyordu. “Giyinirken beni tahrik etmek doğru olur
mu?” demişti. Jeniske onun kasıklarına doğru gözünü dikip elini oraya doğru
yaklaştırdı. “İsyancı olursa bastırırım.” Demişti. Koen birden utançla ayağa
fırlamıştı. “Gerçekten bu kadar edepsiz konuşmayı nerden öğrendin sen? Yaşlı
bir sapıktan daha fazlası olmuşsun.” Diye hayıflanırken giyinmeye çabalayarak
pantolonunu bacaklarından geçirmeye çabalıyordu. Jeniske onun haline bakıp
gülmeye başlamıştı. “Tamam söz veriyorum bir yerlerine dokunmayacağım gel
buraya. Yerde yuvarlanıp kendini bot bağcıklarınla boğmaya başlamadan seni
giydirelim.” Demişti. Koen ona teslim olmuş halde kıyafetlerini alıp yatağın
yanına gelmişti. Jeniske onu dikkatle giydirmişti. Yaralarının sızlayacağı o
anda aklına gelmişti. Gerçekten hormonlarına teslim olan bir hayvan gibi
oluyordu Koen’in çıplak bir yerini gördüğünde. Koen oturdu ve onun botları
bağlamasını beklemeye başladı. “Giyinmiş haldeyken seni tahrik etmiyor muyum?”
demişti. Jeniske şaşkınlıkla başını kaldırmıştı. “Aslında her halinle tahrik
edici olabiliyorsun. Bazen masanın başında saçını kulağının arkasına attığında
anda bile seni orada soyup…” Koen birden onun kafasına vurmuştu. “Ah... Bu çok
rahatsız edici. İnsanların içinde benimle alakalı fanteziler mi kuruyorsun.
Edepsiz.” Demiş ve Jeniske’nin son düğümü atması ile ayağa kalkmıştı. Afralı
bir şekilde çadırdan çıkarken Jeniske birden onu yakalamış ve kulağına doğru
eğilmişti. “Kızgınmış gibi davranmaya çabaladığın anda mesela…” demiş ve Koen
ondan beş adım ileri doğru fırlayıp hızlı adımlarla subay çadırlarının oraya
gitmişti. Jeniske ’de onun ardından oraya vardığında bir grup Dohen askeri ve
genç bir elçi kadın vardı. Aiken kıza gözlerini dikmiş ve onu da muhafızlar ile
aynı yere oturtup bağlamıştı. “Elçi olduğunu düşünüyoruz bu kişinin ama kendisi
Dohen’de aranan bir suçlu olduğunu söylüyor ve bu konuda baya ısrarcı.” Aiken
gelen Jeniske’ye dönüp bunu söylemişti. Koen ise önden gelip kızın karşısında
birden durup yere çökmüştü. “Çünkü kendisi gerçekten de Dohen Krallığı
tarafından aranan bir suçlu. Adam öldürme, hırsızlık, komplo kurma, idam dan
adam kaçırma ve tapınağa saygısızlık gibi çeşitli suçları var. Ama en önemlisi
krala büyük ve yağlı bir domuz olduğunu söyleyip suratına domuz boku atması
sonucunda idam cezası alıp daha sonra kaçması sonucunda başına büyük bir ödül
konulması.” Koen bunları söyleyip kıza bakıp gülümsedi. “Demir Leydi Ogree!”
demişti. Kız ona bakıp gülümsemişti. “Suikastçı Koen. Demek dedikodular doğru
imiş. Gerçekten de Hisar ve babacığına ihanet ettin. Senden beklenmeyen bir hareket.”
Demişti. Koen gülümseyip ayağa kalktı. “Doğru. Artık bende isyancı ve azılı
suçlu olarak aranıyorum.” Demişti. Kız olduğu yerde debelenerek gülmüştü.
Kıvırcık gür siyah saçları minyon yüzü ve yay gibi kaşları vardı. Ufak tefekti
ama oldukça atik birisine benziyordu. Tahta gibi göğsünde bir kadın memesi
aramak zordu. Erkek kıyafetleri içinde ise üzerinde elçi arması olan bir iğneli
toka takıyordu.
“Birbirinizi tanıyor musunuz?” demişti Aiken şaşkınlıkla. Koen başını salladı.
Kız ise göz devirdi. “Bu adamı çocukluğundan beri tanıyorum! Kendisi Hisarda
popüler ve dokunulmaz bir herifti. Gerçi ağabeyimin canını okuması ona karşı
sempati beslememe sebep olsa da gıcık, ukala ve kadın gibi alıngan, horoz gibi
kindar bir piçtir.” Demişti. Koen bunu duyunca güldü. “Hisarda
disiplinsizlikten atılana kadar prenseslerle eğitim gören Dohen Prensesi
kendisi. Ağabeyi ve babasının asla gerçekte onun ailesi olduğuna inanmadık.
Çünkü o…” Kız birden iki ayağı üzerine fırlayıp kesilmiş ipleri savurdu.
“Çekici, tatlı, güzel ve zekiyim. Onlar ise çiftlik domuzu gibi. Yağlı ve
hantal ayrıca aptal.” Demişti. Aiken şaşkınlıkla kıza bakarken kız elindeki
hançeri ona doğru uzattı. “Şey beni bağlarken aşırdım senden. Neyse göreceğimi
gördüğüme göre şimdi sizinle birer şarap içebilir miyim beyler?” demişti.
Şaşkınlıkla herkes ona bakıyordu. Kız ise gülümsüyordu. “Bu arada Ogree soyadı
anneme ait olduğu için çok tercih etmiyorum. Sadece Gerda demeniz yeterli.”
Demişti. Hepsi Koen’e bakıyordu. Koen tek elini havaya kaldırdı. “Delidir ama
dürüst birisi. Açıkçası bir şey konuşmak istiyorsa onu dinleyelim derim.”
Demişti. Gerda bunu duyunca birden onun sırtına doğru zıplayıp boynuna kolunu
sardı. “Demek sözün dinlenilecek kadar da yüksek yerdesin sen ha! Seni küçük
bir kız gibi görmeyen bir yerde olman beni şaşırttı.” Demişti. Koen onu
sırtından atmak için ensesinden tutup yere doğru attı. Bir altmış boylarında
bir kızdı ama güçlüydü. Sert kasları vardı. Koen onu attığında bir kedi gibi
dört ayağı üstüne düşüp hemen ayağa kalktı. “Hadi içmeye!” diye bağırıp sekerek
Aiken’in yanından geçerken durmuştu. Ona bakıp gülümsedi. “Vay be! Yakından pek
de yakışıklı imiş bu herif. Seninle yakın dövüş yapmalıyız adam. Ama çıplak ve
yatakta! Demişti. Kahkahası öyle gürdü ki herkes utançla kalmıştı. Özellikle
Aiken ne diyeceğini bilemeden kıpkırmızı olmuştu. Gerda dilini eğitmemiş bir
kadındı. Aklından geçen hep dilindeydi. Esprileri bazen ofansif bazen ise
gerçekten komikti. Koen onu Hisar’da bütün herkese meydan okuyan kaçık olarak
kodlamıştı. Her zaman abisinin kıçını tekmelemek için bir fırsat bulup onu yere
düşürüp güler ve eğlenirdi. Bu yüzden çok defa rahibeler ve abisinden dayak
yemiş ama arsız bir kız olduğu için ilk fırsatta haylazlıklarına ve planlarına
devam etmişti. “Bu kız gerçekten aklını kaybetmiş!” demişti Aiken yanından
geçen Koen’i kolunu yakalayıp. Koen gülümsemişti. “İnan bana ailesindeki tek
akıllı o. Ayrıca zamanla sevimli bir şey olduğunu görürsün.” Demişti. Aiken
dehşet içinde onun peşine takılmıştı.
Bölüm Yirmi Üç
Taçsız Kral
“Ve
sonra işte ben kaçmayı başardım. Babamın ölümünden sonra o aptal ağabeyim bütün
krallığı mahvetti. Açıkçası benim kraliçe olma hakkım vardı ama evlenmem
gerekiyordu. Ve bir erkekle yatmadan önce daima onun cesaretini ölçmem
gerektiği için maalesef bakar kaldım. Gerçi evlenilecek adam akıllı adam
olsaydı evlenirdim.” Demiş ve Aiken’e göz kırpmıştı. Ardından testiyi kafasına
dikmişti. “Neyse Hisar bir mektup yolladı ve ordunun üçte birini Frange
surlarına sürmeyi emretmişler. İç isyana sebep olduğum için pek de üçte biri
gidemedi. Birkaç bin kadar adam çıktı yola. O yüzden bu isyan olayı sırasında
bizde birkaç grup kaçmayı başardık onların içine karışıp. Orduyu yendiğinizi
duyduğumda sınırda adamlarım ile dolanmaya başladık. Tahminimizden geç geldiniz
ama sizi bir süredir bekliyorduk. Yaşlı yargıç burada olduğunuzun haberini
verdi ve bende ufak bir ziyaret yapayım dedim. “Durup ona şaşkınlıkla bakan
dört adama ve Koen’in ilgisiz yüzüne baktı. “Sizin Dohen kralını devirmenize
yardım edeyim. Sizde bana ordunuzda yer açın. Ben ve birkaç yüz adamım ordunuz
içinde savaşıp bu garip savaşta azıcık eğlenelim.” Diye devam etti. Aiken
seğiren gözüne engel olamıyordu. “Garip savaş mı? Sanırım sizin gibi macera
arayan küçük kızlar için bu olayın büyüklüğü ve kutsallığı anlaşılmaz boyutta.
“Demişti. Sesi sert ama titrek ve sinirliydi. Gerda güldü ve ona doğru şarap
dolu testiyi salladı. “Küçük mü?” demiş ve bir kahkaha atmıştı. Testiyi hızla
masaya bırakıp elini sertçe göğsüne doğru koymuştu. “Senden çok adam öldürdüğüme
eminim adam.” Demişti. Aiken dişlerini sıkıp dudakları arasından anlaşılmaz bir
mırıltı çıkarmıştı. Gerda ise ağzını açacakken Koen birden hemen sağ tarafında
oturan kızın ağzına doğru hızla vurup onu sandalyesine sabitlemişti. “Senden
büyüklerle böyle konuşman doğru değil. Adam değil onun adı var ve ona Komutanım
ya da Komutan Aiken demen gerek. Henüz olayın ciddiyetini kavrayamadın çünkü
sarhoş bir fahişe gibi dolanıyorsun Gerda.” Demişti. Kız şaşkınlıkla ona
bakarken Koen ona doğru dönmüştü. “Tamam geniş, rahat ve terbiyesiz bir kadın
olduğunu herkes anladı ama birazcık düzgün konuşup doğru otur. Karşında
Hisar’ın aptal prens ve kralları yok. Qufang kralı, Üç tanrı Kralı ve Frange
Meclis başkanı var. Yeter bu kadar şamata!” demişti. Gerda birden durulmuştu.
Silkelenip dik oturdu. Yüzüne bir durgunluk ve ciddiyet çökmüştü. Karşısında
oturan adamlara bakıp şarabı kenarı doğru itti. “Size katılmak istiyoruz.
Eğitimli askerlerim ve güçlü adamlarım var. Karşılığında ise size Dohen ‘in
haritasını ve bütün gizli girişlerini vereceğim. “Demişti. Kaşları çatık
yüzünde sert bir ifade vardı. Esmer teninde koyu kırmızı dudakları parlıyordu.
Az önce Koen o kadar sert vurmuştu ki onun ağzına dudakları şişmişti. Jeniske
ellerini birleştirip dirseklerini masaya dayadı. “Bu bir gecede alınacak bir
karar değil Demir Leydi Ogree. Müttefik olmanız için sebepleriniz ağabeyinizin
yönetimini beğenmiyor oluşunuz mu sadece?” demişti. Gerda ona bakıp kaşlarını
çattı. “Ağabeyimin nasıl bir pislik olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Dohen de
yaptıkları herkesin midesini bulandırıyor. O biraz…” Duraksayıp alt dudağını
ısırmıştı. Aiken ise ona gözlerini dikmiş ve onun yerine konuşmuştu. “Acımasız
ve sapık mı demek istedin?” demişti. Kız başını salladı. “O saraydaki bütün
kadınlara ve bazen erkeklere iğrenç şeyler yapıyor. İnsanları zevk için
öldürüyor ve bazen… bunu çocuklara da yapıyor. Maden kasabasının başına
gelenleri görmüş olmalısınız. Sağlam doğru düzgün erkek bile bırakmadı ve o
bazı kadınlara tecavüz etti burada. Bunları size söylemiş olmalılar. Çocukları
madende çalıştırıp öldürdü.” Gözlerini masada onu dikkatle dinleyen adamlara
dikmişti. “Ağabeyim olacak o pislik Hisar’ın köpeği ve onların gözüne girmek
için burada olan herkese eziyet ediyor. Sürekli bakire kızları toplayıp onların
bekaretlerini bozup tanrılarca lanetlendiğini söyleyip Hisar’a gönderip terbiye
olmaları için uzun süre orada hizmet etmelerini emrediyor. Ve erkekleri zorla
dövüştürüp en güçlü olanları ordusuna katıp o iğrenç komutanlarına köpekten
daha aşağı davranmalarını emrediyor. İtaat edene kadar pislik yedirip onları
savaşa zorluyor. Sizin savaşacağınız ordu onun ordusu değil. Onun köleleri. Ve
ben bunca zorla savaşa sürülen kişinin ölmesini istemiyorum. Elbette gerçekten
onun için para için savaşan kişiler var ama birçoğu… Onlar savaşmak bile
istemiyor. Size Dohen’in özgürlüğünü kazanmanız karşılığında ordunuza hizmet
edeceğimi bildirmek amacım. Ben ve adamlarım halkımızın özgürlüğü karşısında
ordunuza koşulsuz hizmet sunacağız.” Demiş ve sessizliğe boğulmadan önce
dudağından sızan kanı yalayıp geriye doğru yaslanmıştı. Masada sessiz
bakışmalar vardı. Koen ise kıza dikmişti gözünü.
“Gerçekten büyümüşsün!” demişti. Şaşkın ve etkilenmişti. Kız ise ona doğru
bakıp geri başını öne doğru eğmişti. Karamsar enerjisi o kadar güçlüydü ki
hepsi ona bakıp kalmıştı. “Sabaha kadar sana kararı bildireceğiz. Sizin için
bir çadır ayarlayacaklar. Orada bekleyin.” Demişti Jeniske ayağa kalkıp.
Gözlerini ardından Koen’e dikip dışarı çıkmasını işaret edip ardından yürürken
diğerleri kızla beraber masada kalmıştı.
“Ona güveniyor musun?”
“Evet!
Gerçekten biraz uçuk kaçık bir kız ama oldukça dürüst ve cesurdur.” Koen
kapının önünde dikilmiş bunu söylerken Jeniske başını usulca salladı. “Sanırım
onun yaraları var. Bilmiyorum ama sen güvenirim diyorsan.” Koen bunu duyunca
içeri girmek üzere olan Jeniske’nin kolunu yakaladı. “Bekle hemen evet deme.
Onunla bu gece konuşmama izin ver ve gerçeği anlamam için zaman ver. Kısa
zamanda sana öğrendiklerimi anlatırım. Sonuçta onu en son üç belki dört sene
önce gördüm. Belki bir şeyler…” Jeniske başını salladı. “Soruşturmanda ne
lazımsa yap. Aiken’i de dahil edebilirsin.” Demişti. Koen başını salladı ve o
uzaklaşırken Jeniske çadıra dönmüştü.
“En kısa zamanda heyet tekrar toplanacak. Aiken dışında herkes çıkabilir.”
Demişti. Kız ayağa kalkıp başı ile selam verdi. Adamlarının tutulduğu yere
doğru muhafızlar ona eşlik ediyordu. Maios ve Tavi ise daha yavaş ve arkadan
yürüyordu.
“Koen nereye gitti?” demişti Maios. Tavi omzu silkip ellerini arkasında
birleştirmişti. “Soruşturmaya belki. Aiken’i içeride tuttuğuna göre…” demişti.
Maios duraksamıştı. Kız onları duymayacak kadar uzaklaşınca dinleyememişti. Bir
çadıra doğru gidiyorlardı. O sırada gök yüzünde birkaç karganın ay ışığında
hızla Dohen surlarına doğru uçtuğunu görmüştü.
…
“Peki
ama nasıl?” demişti. Jeniske ona bakıp gözlerini gözlerine dikti. “Koen ile.
Bende o sırada Dohen başkentini bir yoklayayım. Gidip onu bul ve ona yardım
et.” Demişti. Aiken başını sallayıp ayağa kalktı. “Sizi meditasyondan çıkarmak
için geri döneyim mi?” demişti. Jeniske gülümsedi. Kızıl gözleri parlarken
mumlar sönmüştü. “Sadece kimsenin beni rahatsız etmediğinden emin ol!” demişti.
Aiken çadırların arasından dolanıp kızın kaldığı çadıra doğru yürümüştü.
Koen’in orada olacağını tahmin ediyordu. Oraya vardığında içeri doğru girdi.
Koen henüz orada değildi. Başka ne yapıyor olabilir diye düşünürken kız ile göz
göze geldi. Gerda sırıtıp onu baştan aşağı süzüp ellerini beline koymuştu. “Bu
biraz hızlı oldu. Ama şu an seninle flörtten öteye gitmeye niyetim yok.”
Demişti. Aiken birden kıpkırmızı olmuştu. “Aslında Koen’i arıyordum ve en son
bu tarafta olduğunu söylediler. Belki seni görmeye gelmiştir diye düşündüm.”
Dedi. Gerda pelerinini çıkardı ve kenarı koydu. Minyon bir kadındı. İri
kalçaları ve ince beli vardı. Hoş gözüküyordu. “Konuşmak istediğini söyledi.
Bende ona şarap getirirse sohbet edebileceğimizi söyledim. Oturup beklesene.”
Demişti. Masanın yanındaki sandalyeyi çekmişti. Aiken oraya doğru yürüdü ve
oturdu. Kız hemen karşısındaki sandalyeye oturmuştu. “E… Hikayen ne bakalım
esmer hoş adam.” Demişti. Aiken ona bakıp başını çadırın girişine doğru
çevirdi. “Bir hikayem yok.” Demişti kabaca. Gerda bunu duyunca arsızca
gülümsemiş ve ona doğru eğilmişti. “Yalan söyleyen insanları hemen
anlarım. Frange halkından mısın? Qufang
olmak için fazla esmer ve yuvarlak gözlüsün. Kesin Frange. Gerçi Dağlıda
olabilirsin. Dağlı mısın? Dağlı erkekler oldukça farklı oluyor. Bazı kadınlar
onların çok edepsiz adamlar olduğunu ve yatakta çok çılgın olduklarını
söylemişti. Dağlı olduğundan eminim. Şuna bak pek de utangaçsın.” Demiş ve
Aiken’in gözleriyle temas kurmak için yana doğru eğilmişti. “Karga Lider ile
nasıl tanıştın. Kesin iki sene önce falan. Evet… Bu işin en başından beri yanında
olmalısın. O zaman o geri döneli beş sene kadar olmuşsa… Sen onun yaveri
misin?” demişti. Aiken sıkkın halde ona baktı. “Neden çok fazla konuşuyorsun?”
demişti. Gerda sırıtıp ellerini yanaklarına dayadı. “Çünkü sessizliği sevmem.
Ve senin nasıl birisi olduğunu merak ediyorum.” Demişti. Aiken tan bir şey
diyecekken çadırın perdesi açılmış ve Koen içeri girmişti. Aiken onun gelişi
ile gülümsemişti. “İki dakika konuşmamız gerek.” Demiş ve Koen elindeki testiyi
koyamadan geri kendini dışarıda bulmuştu.
“Tamamdır. Eğer Jeniske seni de buraya gönderdi ise bir bildiği vardır.”
Demişti. Aiken gülümseyip ellini cebine doğru attı. “Ha bir de şey var. O gün
parçalanan ve dağılan bileziğin. Onu kasabada tamir ettirdim. Aslında Nasio sana verecekti ama hala utangaç
ve bazı konularda çekingen.” Demişti. Koen birden mavi bileziği görünce
sırıtmıştı. “Tek eli ile tuttuğu testiyi Aiken’e doğru uzatıp, “Şey bir süre
testiyi tutar mısın?” demişti. Bileklik eskisi gibi ipe değil bakır tele
dizilmişti. Bu yüzden kıskaçla açılıp kapanıyordu. Aiken testiyi alıp yere
koydu ve bileziği onun koluna takmıştı. Koen bileziği kaldırıp ay ışığında
ışıltısına bakmıştı. Gözleri ışıldıyordu.
“Yaşlı kadının sana verdiği bir hediye değil mi?” demişti. Koen gülümsemişti.
Elini indirip eğilip yerdeki testiyi aldı. “Aslında Jeniske’nin bana aldığı ilk
hediye idi. O zamanlar hiç deniz görmemiştim. Ve denizin renginde diyordum bu
bileziğe… Ve kutsal on üç taş…” Gerda birden çadırdan kafasını uzatmış ve
bağırmıştı. “Siz ikiniz!” demişti. İkiside döndüğünde kız sırıtmıştı. “Orada
fingirdemeye devam edecek misiniz?” demişti. Aiken ona doğru yürüyüp
bağırmıştı. “Ne edepsizsin be sen1” demiş ve onun kaçışı ile içeri doğru
arkasından girmişti. Koen de ardından gelmişti. İçeride yanan mumlar sadece masanın
olduğu kısmı aydınlatıyordu. “Ona bilezik mi hediye etti? Lanet olsun sana Koen
bu herifle ben evlenmeyi istiyordum. Şimdi onun için dövüşecek miyiz?” demişti
Gerda. Koen gülüp sandalyeye oturduğunda Aiken utançtan homurdanarak ayakta
dikiliyordu. “Aslında onun için dövüşmeye değmez. Al senin olsun. Benim aklımda
başkası var.” Demişti. Gerda birden duraksadı. Ardından sırıtıp Aiken’in
kalçasına bir şaplak atıp sandalyeye doğru yürüdü. Aiken şaşkınlık ve utanç
içinde ne yapacağını bilemeden morarmış bir suratla kalmıştı. “Bunu duydun mu
adam?” demişti. Koen gülüp Aiken’i masaya davet etmişti. Sohbet fazlası ile boş
başlamıştı. Gerda Dohen’in sıkıntılarını sıralamıştı. Bu sıkıntılar içinde
boğulan halkını ve bunları görmezden gelen abisini anlatırken hafif çaplı sinir
krizi geçirip bardağını yerde parçalayıp şarap dolu testiyi kafasına dikmişti.
“Açıkçası o aptalın ölümü beni keyiflendirmeyecek. Çünkü sürünmesini tercih
ederim. En başından beri bir pislik olduğu belliydi. Daha ben çocukken iğrenç
bir ağabey ve sürekli onu bunu çalan, kedilerimi öldürüp yatağıma bırakan bir
psikopattı. Zavallı annem onun içinde bir iblis olduğunu düşünürdü. Keşke öyle
olsa ama o iblisin ta kendisi. Biliyorsun kıskanç bir pislik. Senden de nefret ederdi. Sırf sen o kıza ilgi
duyuyorsun diye herkesin içinde ona tecavüz bile etti. Çok akıllı ve sevimli
bir kızcağızdı. Yazık oldu.” Demişti. Aiken birden Koen’e döndü. “Demek asıl
sebep buydu. Kızın hikayesini bu yüzden anlattın.” Demişti. Koen başını
salladı. “Aslında o kızı kendime yakın bulurdum. Zeki ve aklı başındaydı. Ve
herkes onunla uğraşırdı. Buna rağmen umursamazdı.” Demişti. Gerda bunu duyunca
birden durgunlaştı. “Keşke zamanı geri alıp onu daha güçsüzken yatağında
boğsam.” Demişti. Koen kızın gözlerindeki öfkeyi görmüştü. Kin ve kana
susamışlık ile testinin kulpunu o kadar şiddetli sıkıyordu ki… “Gerda.” Demişti
Koen onun dikkatini dağıtmak için. “O kızdan hoşlanmıyordum. Ayrıca abin gibi
pisliklerle mücadele etmek zor ama onları durdurmak imkânsız değil. O yüzden
burada bizimle olman konusunda olumlu bir rapor vereceğim.” Demişti. Aiken bir
saatlik sohbette çok konuşmamıştı. Koen kızın güvenirliliğinden emindi artık. Sohbet
süresince Hisar’da Gerda ve cesur yürek hareketleri dönüp durdu. Bir ara Aiken
de artık kendini sohbetin içinde bulmuş ve yavaş yavaş üçü gecenin ilerleyen
saatlerinde sohbeti koyulaştırmıştı.
“Demek kampa gelip ahkam kesti ha? Sen onu Hisar’da görecektin.” Gerda bunu
söyleyip büyükçe bir kahkaha attı. “Dinle bak Aiken.” Demişti. Sarhoş ve dili
dolanıyordu. “Bir defasında daha yeni yeni bu prenslerle çalışmalara katılma
izni almıştı. Kimse onu tanımıyor ama herkes adını biliyor. Alim Ludvig
tarafından evlatlık alınan Koen. Adı ondan önde yürüyor. Bir geldi. Ufak tefek
bir şey. On iki yaşlarındaydı galiba. Evet... Ben on yaşındaydım. O zaman böyle
bakıyoruz ona işte, şık giyimli falan ama vursalar yeri öpüp kalkamayacak.
Sonra ilk çalışma kışla tarafındaydı. Bu bir başladı. O çelimsiz haliyle
herkesi yere deviriyor. Ardından Epharai’nın büyük prensine vurdu ve sonra yeri
bir öptü. Ağzı yüzü kan içinde. Öndeki diş düşmüş halde. Normalde ilk yardım
yaparlar ama ona yapılmıyor. Onun eğitimi bir başka çünkü. Kalktı. Küçük bir
adam gibi yere tükürüp ardından Epharai prensine bakıp gözlerini ayırdı ve
birden bağırdı. Ama öyle korkunç bağırdı ki herkes şoka girdiği sırada
kendinden büyük çocuğu yere bir çaktı. Sanırım onun kanca burnu orada oluştu.”
Demişti. Üçü kahkahalara boğulmuştu. Biraz sonra kahkahalar yerini derin
düşüncelere bıraktı. Koen’in kesik kolunun hikayesini Aiken anlatmış ve Koen
taraf değiştirme süreci ile geçmiş yaşamını anlatmıştı. Gerda hem şaşkın hem
üzgündü.
“Karga Lider’i bu kadar uzun zaman tanıdığını düşünmedim. Hisar’ın çirkinliğini
hep bilirdim fakat bir insandan bütün dünyasını çalmaları korkunç. Ve onca
katliam. Bunları hala birçok kişiden saklıyorlar. Seni uyandırdığında eski
yeteneklerini kazandın mı? Yani o savaştaki Kızıl Taş Ustası sen isen hala
binlerce adamı tek başına öldürecek kadar güçlü olmalısın. Bunu yapabiliyor
musun?”
“Evet. O taşları hala kullanabiliyorum. Sadece eskisi kadar iyi değilim.”
Demişti. Kız ona bakıp elini çenesine dayadı. “Düşünüyorum da Karga Lider’in
yaptığı şey mucize gibi bir şey… Bir ölünün hatıralarını ve benliğini geri
döndürmek. O senden sonra geri döndü. Değil mi?” Koen düşündü ve ardından
başını salladı. “Öyle oluyor. Ben yirmi yıl kadar önce geldim. O ise buraya
döneli…” Aiken birden atılmıştı. “Dört sene oldu.” Demişti. Koen ona bakıp
başını salladı. “Dört sene. Ama onun ruhu ve anıları ölü değilmiş. O sürekli bu
dünyayı izlemiş ve tanrıların olduğu yerden burada olanları görmüş.” Dedi. Koen
bunu söyleyip derin bir nefes aldı. “Eskilerden konuşmak bazen boğucu oluyor.
Şu andan söz et Gerda artık. Neler oldu şehirde? Son ayaklanmada kellen ve bedenin
için çok yüklü ödül vardı. Nasıl kafa avcılarından kaçtın?” dedi. Gerda bunu
duyunca kahkaha atıp geriye doğru yaslandı. “Hazineyi soydum ve parayı çalıp
kelle avcılarıma dağıttım. Bir süre sonra bana sadık askerler oldular. O
gördüğün yüzlerce adam bana tapıyor be!” demiş ve gürültü ile gülmüştü. Aiken
ona şaşkınlıkla bakmıştı. “Kendi krallığının hazinesini mi soydun?” demişti.
Gerda gururla başını salladı. “Çalma konusunda benden iyisi yoktur. Bir de şu
herif eli çabuk. Benden öğrendi gerçi.” Güldü ve masaya vurup ikinci biten
testiyi kenarı doğru itekledi. Ayaklarını heyecanlı bir çocuk gibi salladı.
“Bir grup adamla hazinenin taşınacağı zaman yağmalama yaptık. Şehrin göbeğinde
hazineyi ceplerime doldurup arabalara domuz dışkısı doldurttum. Tanrılar
biliyor ki ölmek uğruna da olsa ağabeyimin yüzünü görmeyi istedim. “O kadar
keyif alıyordu ki anlattığı öyküden adeta tekrar yaşıyordu. Koen o sözünü
bitirdiğinde başını usulca salladı. “Gerçekten bunları tek başına yapmış olman
çok garip.” Demişti. Gerda bunu duyunca birden ona şaşkınlıkla gözlerini dikti.
“Tek başıma değildim. Gerçi bunu söylemeli miyim bilmiyorum ama babamın bir
oğlu daha var ve beni bunca şeye teşvik eden asıl kaçık o. En son onu birkaç
hafta önce gördüm ama ona Dohen’de taçsız kral diyorlar. Gerçi onun derdi benim
gibi eğlenmenin ötesinde. Aslında iyi hatırlattın. Ondan sizin şu komisyona söz
etmem gerekirdi. Gerçi bir mektup…” birden ayağa fırlayıp eşyalarını attığı
yatağa doğru yürüyüp karanlıkta bir şeyleri karıştırdı ve kumaş bir zarfı
masaya doğru koydu. “Evet mektup vardı. Ah kafam! Bazen cidden çok unutkan
oluyorum. Bu mektubu ağabeyim yani taçsız kral Karga Lider’e yazmıştı. Ona
verecektim. Şu yakışıklı bende akıl bırakmadı.” Deyip Aiken’in saçlarını hızla
karıştırmıştı. Koen onun masaya koyduğu sarımsı kumaş zarfı aldı. “Bunu ona
vereceğim. Gerçekten biraz detaylara dikkat etmen gerek.” Demişti. Koen bir
süre sonra esnemeye başlayıp kalmıştı. Gerda onun nasıl attan düştüğünü Aiken’e
zorla anlattırıp gülüyordu. Koen yavaşça ayağa kalktı. “Ben yatmaya gidiyorum
artık. Yarın komisyona raporumu olumlu sunacağım. İyi geceler.” Demişti. Aiken
onun ardından ayağa fırlamıştı. “Bende yatayım. Sabah madenlere gidecek ekibin
başında olacağım. İyi geceler Gerda!” demişti. Gerda masada somurtarak onlara
bakmaya başlamıştı. “Gerçekten tavuk gibi erkenden uyuyacak mısınız?” diye
söyleniyordu. Gece yarısını çoktan geçmiş ve ikiside yorgundu. Koen ve Aiken
onun elinden kurtulduklarında yarım saat daha kaybetmişlerdi. Hızla subay
çadırlarını geçtiklerinde Aiken durup derin bir nefes aldı.
“Tam bir kaçık!” demişti. Koen bunu duyunca ona doğru dönüp sırıtmaya
başlamıştı. Dişlerini göstererek hızla sırıtıyordu. “Ne diye çakal gibi sırıtıp
duruyorsun be?” diye Aiken onun üzerine doğru yürüyünce Koen sekerek kaçmaya
başlamıştı.
“Eğer ondan hoşlanmamış olsaydın neşe içinde ona öykü anlatıp o asık yüzünde
gülümseme olmazdı. Gerda dan hoşlandığının farkındayım.” Dediğinde Aiken onu
yakalamak için koşmuş ve olayın saçmalığını anlatmak için bağırırken
Jeniske’nin çadırına varmışlardı. Koen hızla çadıra dalmıştı. O sıra Aiken ’de
arkasından bağırmış ve girmişti. “Bir insana nazik davranmak ondan hoşlanmak
demek değil cahil Koen!” demiş ama birden olduğu yerde durmuştu. Koen’de öylece
durmuş iki mum karşısında oturan Jeniske’ye bakıyorlardı. Başka hiçbir ışık
kaynağı yoktu. Mumlardan birisi kırmızı diğeri ise yeşil bir alev saçıyordu.
Koen öylece mumlara baktı ve parmaklarını dudağına götürüp Aiken’i susturdu. Geriye
doğru yavaş adımlar atıp Aiken’i kolundan tutup dışarı doğru çekti. Aiken onun ne yaptığını kısık sesle sormuştu.
Kapıdaki muhafızlar ise ikisine bakıyordu.
“Telekinezi!” demişti Koen. Elini alnına koyup gözlerini kısmıştı. Yeşil alev
ve kırmızı alev iki kişinin bağlanması için vardır. O birisi ile konuşuyor
belli ki. Uzaktan birisi.” Demişti. Aiken başını usulca salladı. “Nerede
yatacaksın sen?” demişti. Koen dudaklarını büzdü. “Bilmem ki? Senin çadırdaki
yatak…”
“Nasio yatıyor!” demişti Aiken onun lafını kesip. Koen saçlarına elini daldırıp
kafasını kaşıdı. O sırada soğuk bir rüzgâr ile titremişlerdi. Koen dikilen
askere baktı. “Gece nöbetin kaçta başladı?” demişti. Asker ona baktı omuzlarını
düşürdü. “Komutan Koen ben piyade bölüğünde kalıyorum. Orada rahat
uyuyamazsınız. Nöbetim şafak sökene kadar.” Demişti. Koen bunu duyunca başını
aşağı yukarı doğru salladı. “Yatacak yatak olduğu sürece sorun yok. İyi geceler
ve iyi nöbetler! Ha bir de kimsenin içeri girmesine izin vermeyin Karga Lider
çıkana kadar.” Demişti. Aiken ona bakıp kalmışken Koen sekerek daha geride olan
Piyade çadırlarına doğru yürümeye başlamıştı. O an göğsündeki cebe koyduğu
mektubu çadıra koymadığı için yüzünü buruşturdu ve subay çadırlarından çıkıp
daha büyük olan piyade çadırlarının arasında gezip bazen bir çadıra girip boş
yatak var mı diye bakıyordu. Birlikler
birbirine girmiş ve üç ayrı ordunun askerleri artık Subay, Piyade ve Süvari
gibi bölüm adları içindeki çadırlarda boş buldukları yerde uyuyordu. Koen
sonunda bir yatak bulmuştu. İçeri doğru süzülmüş ve oluşan koridor boyunca
köşede gördüğü yatağa doğru ilerlerken bir sesle irkilmişti. “Komutan Koen?”
demişti uykulu ses. Bunun üzerine herkes ayağa kalkmıştı. Koen uykulu adamlara
bakıp elini havaya kaldırdı. “Beyler sadece uyuyacak yer arıyorum. Yatın.”
Demişti. Uyku sersemliği ile hepsi yavaşça geri yataklarına yatmış ve yirmi
kişilik çadır tekrar sessizliğe bürünmüştü. Koen yatağa kendini atmış ve
umduğundan yumuşak olan yatakta hemen uykuya dalmıştı. Ancak gözlerinin kapandığından
emin olduktan kısa süre sonra bir boru sesi ile yattığı yerden fırlamıştı.
İçeri dolan gün ışığı ile gözleri kamaşmış ve geri yatağa oturmuştu. Örtünün
ucunu tutup hemen yattığı yere gömülmüştü. Etrafta askerlerin hazırlanışlarının
çıkardığı gürültü ve uğultu vardı. Bir süre daha yatakta kaldı. Askerler
hazırlanırken yüksek bir ses içeri doğru yayılmıştı. “Bu yavaşlıkla ancak
kolayca öldürülürsünüz sizi ahmak herifler!” Evet bu Qufang’lı bir ast subayın
konuşma biçimiydi. Koen elini yüzüne doğru götürüp arkasını döndüğünde adam onu
görmüş ve sinirle oraya doğru yürüyordu. “Sen niye hala yataktasın asker!” diye
bağırmıştı. Birkaç kişinin bir şeyler mırıldaması ile yatağın oraya geldiğinde
durmuştu. “Ne diyorsanız sırayla söyleyin!” demişti. Bir askerin öne doğru
çıktığı sert postal seslerinden belliydi. “Efendim o Komutan Koen!” demişti.
Adam birden gülmüş ve örtüyü çekmişti. “Komutan Koen’in piyade çadırında ne
işi…” Koen ile göz göze geldiklerinde birden susmuştu. Koen doğrulup onun
elindeki örtüyü alıp geri yatmıştı.
“Efendim özür dilerim. Burada ne işiniz var?” demişti. Koen uyku sersemiydi.
Gözleri şişti. Çok değil iki saat uyumuştu ancak. Günün bu kadar çabuk
doğmasını beklemiyordu. “Gece kalacak yer aradım. Subay çadırlarında
misafirlerimiz olduğunu biliyorsunuz.” Demişti. Ast ona bakıp başını salladı.
Tedirgindi. Koen yavaşça oturur konuma geldi. “Madenler için mi
hazırlanıyorsunuz?” demişti. Adam başını salladı. “Evet efendim. İlk birlik
biziz. Komutan Aiken birazdan yola çıkacağımızı söyledi.” Demişti. Koen
şaşkınlıkla ona bakıyordu. Dağılmış saçını kulağının arkasına doğru kıstırıp
botlarına yaklarını sokmaya başladı. “Aiken sanırım bir gece yaratığı. Sadece
iki saat uyumuş olmalı. Kaçık!” diye söylenerek hızla botlarını giydi. İplerini
içine doğru tıkayıp yatağın başına astığı pelerinini aldı. Omuzlarına doğru
atmıştı. Ast subay onun hazırlanışını izliyordu. Tek kolu ile hareket etmeyi
öğrenmiş gibiydi. Yastığa düşmüş saç bağını alıp cebine doğru tıkıştırırken
aklına mektup geldi. Mektubu eline aldı.
“Beni çadırınızda ağırladığınız için teşekkürler beyler. Subay çadırlarından
daha konforlu yastığı var.” Demişti. Dışarı doğru çıkınca kalabalık ile
karşılaşmıştı. Onu gören selam verip günaydın diyordu. Güneş ışığı parlak
değildi. Bulutlar onu boğuyor ve loş hoş bir hava yaratıyordu. Hava henüz yeni
yeni ısınmaya başlamıştı. Koen hemen Jeniske’nin çadırına doğru yürüyordu. Kamp
erkenden hareketlenmeye başlamıştı. Koen temiz havayı soludukça uykusu açılıyor
ve dinçleşiyordu. Subay çadırlarına girdiğinde Aiken onu hemen yakalamıştı.
“Piyade çadırında mı uyudun gerçekten?” Hem konuşuyor hem yürüyorlardı. “Evet!
Subay çadırları kadar rahattı.” Koen elindeki mektubu sallayıp Jeniske’nin ve
Maios’un çadırı arasındaki koridorda durmuştu. “Bunu verdikten sonra birliğimi
alıp madenlere geleceğim. Muhtemelen sizin ilk aranıza denk gelir. Nasio
benimle gelsin ona söyler misin?” demişti. Aiken başını salladı. “Raporu
verecek misin?”
“Kararımızın olumlu olduğunu söyleyeceğim. Gerçi u mektup yeterli olacak gibi.
Jeniske birçok isyancı liderle konuşup içten içe şehirlerin her şeyini
öğrendiğini söylemişti hatırlıyor musun? İşte bu bizim müttefikimizin mektubu.”
Koen mektubu geri aşağı doğru indirmişti. “O yüzden Gerda ve birliği bizimle
olacak gibi.” Diye ekledi. Aiken memnuniyet ile başını sallamıştı. Koen çadıra
doğru giden yola girerken Aiken ondan ayrılıp piyade bölüğüne doğru yürümeye
başlamıştı.
“Karga
Lider hala çıkmadı. Bizde kimseyi içeri almadık. “Demişti dün geceki muhafız.
Koen onun omzuna vurdu. Gidip yemek yiyip uyuyun. Buraya ben göz kulak olurum.”
Demişti. Muhafızlar selam verip uzaklaşırken Koen sessizce içeri girmişti.
Mumlar bitmiş ve sönmüştü. İçeri gün ışığı giriyordu. Jeniske oturduğu yerde
içeri giren Koen’e bakıyordu. Koen elindeki mektubu ona doğru sallamıştı.
“Gerda’nın bir ağabeyi daha olduğunu muhtemelen biliyorsun. Bu mektubu sana o
göndermiş. Başka kadından olma.” Demişti. Jeniske usulca başını sallayıp
mektubu almak için elini uzatmıştı. Koen ona mektubu verip masanın üstündeki
ekmek ve pirinçten biraz tırtıkladı. Jeniske ise mektubu okuyordu oturduğu
yerde.
“Dün gece onunla mı konuşuyordun? Yani o da böyle senin gibi bazı şeyleri
yapabilen birisi olmalı. Hiç Dohen krallığında böyle birisi olduğunu
bilmiyordum. Yani o baya kendini iyi gizlemiş olmalı.” Koen ağzındaki lokmayla
konuşuyordu. Sandalyeye oturup hemen yanında mektubu okuyan Jeniske’nin
saçlarına elini koydu. Yavaşça okşayıp gülümsedi. Bu yemeği getirdiklerine göre
baya önce bitmiş olmalı işin. Neden ayağa kalkmadın.” Demişti. Jeniske mektubu
yavaşça geri katlayıp zarfa koydu. “Kalkabilecek kadar enerjim yok.” Demişti.
Koen eğilip onun yüzüne bakmaya başlamıştı. Gerçekten de rengi atmış ve
gözlerinin altı solmuştu. Sandalyeyi çekip onun yanına doğru çöktü.
“Seni yatağa taşımalı mıyım?” demişti. Jeniske gülüp başını ona doğru
çevirmişti. “Sanırım evet. Uyumam gerek. Dün gece çok fazla şey oldu.” Demişti.
Koen elini onun beline sardı. Jeniske onun omzundan destek alıp ayağa
kalkmıştı. Koen tek kolu ile onu sıkıca sarmış ve yatağa doğru sürür gibi
taşıyordu. “Kilo almışsın. Bu kadar ağır olmaman gerek. Sadece oturup emirler
veren bir lider olursan kocaman bir kıçın ve göbeğin olacak Jeniske.” Demiş ve
burnundan soluyup onu yatağa atmıştı. Jeniske yattığı yerden çadırın ışık
süzülen tavanına baktı. “Taçsız Kral’ın mektubunu benim için Maios ve Tavi’ye
götürür müsün? Onlara dün gece onunla konuştuğumu ve Dohen için liderin o
olduğunu söyle.” Demişti. Koen onun uzattığı mektubu alıp göğsüne sıkıştırdı ve
onu yatağa düzgünce yatırdı. Cübbesini ve botlarını söküp üstünü örttü.
Saçlarını karıştırarak okşadı ve çıkacakken Jeniske onu tekrar durdurmuştu.
“Birde Gerda’nın kabul edildiğini.” Diye ekledi. Koen başını usulca salladı.
“Tabi! Sonrasında kasabaya oradan madene gideceğim. “Demişti. Geçerken gözüne
kayışları dikilmiş kolu takıldı. Onu da alıp çadırdan çıktı ve Tavi ile
Maios’un kaldığı yere doğru yürümüştü. Mektubun içinde ne yazdığını pek merak
etmiyordu. Mektubu Tavi’ye vermiş ve Gerda’nın kabul edildiği haberini
verdikten sonra haberin Maios’a da iletilmesi gerektiğini söylemişti. Tavi ona
bakarken hızla üstünü çıkarmaya başlamıştı.
“Koen ne yapıyorsun?” demişti. Koen gömleğini çıkarıp kolunun kesik kısmına
metal kolun yumuşak haznesini oturtmuştu. Tavi ve içerdeki iki yaver ona
bakarken Koen kayışlardan birini dişleri ile tutarken diğerlerini tek elle
hızla takıyordu. Dişleri arasındaki kayışı bırakıp arkadan dolanan kayışın
tokasına geçirdi. “Kolumu takmam gerek. Bugün madenlere gideceğim. Jeniske
bütün gece birisi ile ruhani yolla sohbet etti.
Gün boyu dinlense onun için daha iyi. Bir ara uyandırıp yemek yedirin.
Açlıktan bayılması hoş olmaz. Bir de şarabı biraz ısıtıp verir misiniz? Sanırım
boğazı şişmiş.” Dedi. Tavi onu dinliyordu. Koen ise iki elini kullanmanın
rahatlığı ile tekrar hızlıca gömleğini giyip saçlarını toplamaya başlamıştı.
Tavi ona bakıp başını sallamıştı. Koen çıkacağı sırada kapıda Maios ile
karşılaşmıştı. Tavi hemen Maios’a haber vermiş ev o da gecikmeden gelmişti.
Koen bir süre ona baktı. Maios ise gülümsemişti. “Dün gece piyade çadırında
uyumuş birisi için dinç duruyorsun.” Demişti. Koen gülümsedi. Bir baş selamı verdi.
“Sizde günaydın majesteleri.” Demişti. Maios onun omzuna elini koyup sarstı.
“Nasio’yu yanına istemişsin. O çocuk biraz tez canlıdır ama onu eğiteceğinden
şüphem yok.” Demişti. Koen başını usulca salladı. “Sanırım bana karşı biraz
kırgın. Son günlerde göz ardı edildiğini düşünüyormuş. Gerçi Aiken onun
kıskançlık krizleri geçirdiğini ve bunun yaşından dolayı normal olduğunu
söyledi. Düşününce Saisa’da sizinle ilgilenmeyince sizde kıskançlıktan her yeri
karıştırıp dağıtıyordunuz. “Maios güldü ve onun omzunu rahat bıraktı. “Konumuz
bu değil ama oğlumun bana benzediğini söylemen hoşuma gitti. “Dedi. Koen
başıyla ona bir selam verip dışarı doğru çıkmıştı. Maios dikilen Tavi’ye baktı
ve ardından elindeki mektuba gözlerini dikti. “Kimden?” demişti. Tavi
dudaklarını aşağı doğru büktü. Bir süre öyle kaldı. Ardından mektubu açıp
okumaya başladı. Maios onu sabırla bekliyordu. Tavi gülümseyerek başını
mektuptan kaldırdı. Yüzünde memnuniyet sembolü sayılabilecek sırıtışı ve
kısılmış gözleri ile neşeli duruyordu. “Kimdenmiş?” diye yineledi Maios. Tavi
ona doğru mektubu salladı. “Taçsız kraldan. Dohen’in yönetimini eline
geçirmekten ve ordu için kapıları açmaktan söz etmiş. Anlaşılan piç dedikleri
asilzade baya kindar bir intikam planlamış.” Dedi. Maios mektubu açıp baktı.
Mektup içinde orduyu karşılamak için kız kardeşini gönderdiğini ona
güvenmelerini ve planın yolunda işlediği yazılıyordu. “Plan ne ki?” diye
çocukça bir saflıkta sormuştu Maios. Tavi onun birçok müttefiki tanımadığını
anımsayarak masaya oturdu. “Plan.
Basitçe kurgulandı. Dohen’in iç isyanlarını artırtıp ordu gelmeden önce tahtı
kargaşaya sürüklemekti. Bunda başarılı olmuş olmalı ki…” Maios incelediği
mektubun kalın kağıdını dürtükledi ve kâğıt bir yapışkanla tutturulmuş olduğu
diğer kâğıttan ayrılmıştı. Tavi ona şaşkınlıkla bakarken Maios kâğıdı ayırmaya
devam edip birden öylece kaldı.
“Sanırım taçsız kralın başı belada.” Derken kâğıdı ona doğru çevirmişti.
“Kız kardeşime bu mektubu verip onu size yolladıysam bilin ki başım büyük
belada. Onun durumu öğrenip kahramanlık yapmasını istemiyorum. Muhtemelen
mektup size ulaşmadan okumaya kalkışacak. Bir şekilde gizli yer altı
sığınağımız öğrenilmiş ve Dohen kralı bizi ortadan kaldırmak için gizlice
Hisar’dan suikastçılar istedi. Gerda’nın bu şehirde kalması doğru olmaz. Sizden
beni kurtarmanızı değil kız kardeşimi ve halkımı korumanızı istiyorum. Jeniske
her defasında seninle bağlantıya geçmeye çalıştığımda engelleyen bir şey oldu.
Bunu okuduktan sonra lütfen benimle bağlantıya geç. Sana anlatmam gereken
şeyler var. Dohen sanıldığı kadar basit bir nokta değil. Elias.” Maios tekrar
kendine çevirdiği kâğıdı okumayı bitirmişti. Tavi öylece oturduğu yerde kaldı.
“Jeniske bunu fark etmiş midir?” dedi. Maios yapışkanın ölmüş kısmına elini
sürdü. “Okumuş olsaydı bize böylece gelmezdi.” Dedi. Tavi oturduğu yerden
kalktı. “Koen gece boyunca onun birisi ile konuştuğunu söyledi. Yine de
onunla…” Maios ona oturmasını işaret etti. “Tamamdır ihtiyar adam. Sen işlerini
hallet. Ben gidip ona bu sayfayı göstereceğim.” Demişti. Tavi başını sallayıp
memnun bir şekilde geri oturmuştu.
Maios çadıra vardığında içeri doğru süzülmüştü. İçerisi gün ışığı ile dolmuş ve
tüller ardındaki yatakta yatan Jeniske’yi gözüne kestirip oraya doğru ilerledi.
Oraya varınca Jeniske gözlerini aralamış ona bakıyordu. Maios bir sandalye
çekip yatağın karşısına oturdu. “Berbat görünüyorsun!” demişti. Jeniske ona
bakıp gözlerini yavaşça kapadı. “Sabah Koen mektup getirdi. Sen göndermişsin.
İkinci sayfası olduğunu biliyor muydun?” demişti. Jeniske başını yavaşça salladı.
“Hım…” diye mırıldanarak bildiğini onayladı. Maios ona dikmişti gözlerini. “Ne
yapacağız?” demişti. Jeniske yutkunup doğruldu. Yatak geniş ve dağınıktı.
Örtüleri üzerine doğru çekip oturur konumda Maios’a baktı. “Elias onu
kurtarmamızı istemiyor. Bunu yaparsak çok dikkat çekeceğini söyledi. Mücadele
edebilirmiş. Henüz suikastçılar gönderilmemiş. Saklandıkları yeri değiştirmiş
ve içerdeki haini bulmuş. Şu anlık sorun yok. Kız kardeşi Gerda burada bizimle
kalacak ve güvende olacak. O da bizim için şehrin kapılarını açacak.” Kelimeler
yorgunluğunun etkisi ile ağzından yavaş yavaş dökülüyordu. Gözleri kapanıyordu.
Maios başını usulca salladı. “Peki.” Dedi. Jeniske yana doğru geri devrilmişti.
Maios ise hala ona bakıyordu. “Dün Koen’in piyade çadırında uyuduğunu biliyor
musun?” demişti. Jeniske ona bakmak için yavaşça gözlerini aralamıştı. “Gerda
ve adamları için onun yerini kullandığı bahanesi üretildi ama bu çadıra bir
yatak daha koymamız gerek. İnsanlar ikinizin aynı yatakta uyuduğunu düşünmeye
başlayınca dedikoduların önüne geçemeyiz.” Demişti. Jeniske yattığı yerde sırt
üstü döndü. “Haklısın. Askerin güvenini sarsacak ufacık dedikodu büyük krizlere
sebep olur. Bir defasında Koen artık subay çadırında kalması gerektiğini
söylemişti. Bu yatak işi iyi fikir.” Dedi. Maios ona bakıp gülmüştü. “Aranız
nasıl? Kavgadan bu yana.” Jeniske ona doğru çevirmişti başını. Göz altı
torbaları oluşmuş ve yeşil gözleri solmuştu. “Sanırım kavga ettiğimizi
hatırlamıyor. Gerçi sen diyene kadar bende hatırlamıyordum. Onunla sürekli
tartışıyorum. Bu birazda bizi dinç tutuyor. Fikirlerimi sorgulamadan ve bir
şeyi defalarca kendisi kontrol etmeden kabul edemiyor. Bu hoşuma gitmiyor
değil.” Demişti. Maios güldü. Geriye doğru yaslanmıştı. “Nasio’nun onu
kıskandığını söyledi Aiken. Sanırım onun çok fazla ilgi görmesinden rahatsız.
Senin tarafından.” Demişti. Jeniske bunu duyunca şaşkınlıkla doğruldu. “Nasıl
yani?” dedi. Maios kaşlarını kaldırıp kollarını göğsünde birleştirmişti.
“Sanırım seni gerçekten dayısı olarak görüyor ve onunla ilgilenmeni istiyor.
Eskiden sürekli Saisa ve onu kontrol ederdin. Şimdi ise… Sanırım o Koen’in
senin gözündeki değerinden habersiz olduğu için onu kıskanıyor.” Demişti.
Jeniske güldü ve başını usulca salladı. “Bunu duyduğum iyi oldu.” Bu
sözden sonra kısa bir sessizlik oldu. Maios iç çekti ve oturduğu yerde sağa
sola bakmaya başlamıştı. Jeniske ona bakıp gözlerini devirmişti. “Ne
söyleyeceksin? Maios o kadar yorgunum ki işemeye bile kalkamıyorum.” Demişti.
Maios gözlerini yerdeki halıya dikti. “Acaba diyorum Nasio’yu Koen’in birliğine
alsan ve orada mı eğitim görse. Aiken’i seviyorum ama o Qufang prensi ve
Koen’de benim komutanım. Onun benim ordumda eğitim görmesi…” Jeniske onu
susturmak için elini kaldırdı. “Koen onu yeterince iyi eğitemez. Oldukça yetenekli
ve başarılı ama çocuklarla anlaşamıyor. Bu en başından beri öyle. Ve Nasio’nun
ordu içindeki statüsünü koruması için Aiken tarafından biraz da şımartılarak
eğitilmesi daha iyi olur. Koen onu yerde sürükleyip dövebilir ve bu durumda
senin baba yüreğin olay çıkarır.” Demişti. Maios olayı kabullenmiş halde başını
öne doğru eğmişti. “Koen’in korkunç eğitimi orduyu adam etti belki Nasio’yu da
ileriye hazırlar.” Dedi. Jeniske onun endişesini anlıyordu. Oğlunun bu savaşta
kendini koruyacak şekilde eğitilmesini istiyordu.
“Aiken savunma uzmanı. Koen ise saldırı. Eğer Koen’in elinde Nasio eğitilirse
ön cephede savaşmak için seni bile ezip geçer. O yüzden bırak Aiken ona kendini
savunmayı öğretsin. Daha sonra saldırmayı öğrenir.” Jeniske bunu söylerken
samimi olduğu belirtecek şekilde gözlerini Maios’un gözlerine dikmişti. “Koen
ona savaşta hayatta kalmayı değil öldürmeyi öğretir. Aiken’in onu eğitmesine
izin ver. Saisa’ya karşı olan ilgisini Nasio’yu korumaya adamasını sağla. Bu
herkese iyi gelecek majesteleri.” Demişti. Maios birden güldü. “Gerçekten kafan
çok değişik çalışıyor. Saisa’ya karşı olan sevgisi Nasio’nun üzerinde
toplanacakmış… Yine de dediğin olsun. Aiken onu eğitmeye devam etsin. Gerçi
Koen’in eğitim anlayışı bir köpek eğitmek gibi. Sana da aynısını…” Jeniske ona
bakıp halsizce devam etti. “Maios bütün gece çalıştım ve bu bedensel işten daha
yorucuydu. İzin ver uyuyayım.” Demişti. Maios gülüp onun çadırında çıktı.
…
Dün
gece:
“Sevgili
arkadaşım seninle uzun zamandır konuşmak için bir yol arıyordum. Karganı
gördüğümde beni bulman için belki de son ışığımı harcadım. Beni duyuyor musun?”
Oturduğu yerde ona bakan kızıl gözlü karga ile konuşuyordu gençten bir adam.
Etrafında derin bir sessizlik vardı. “Duyuyorum Elias!” demişti Karganın gagası
açılıp konuşmaya başlamıştı. Elias ona dikmişti koyu kahverengi gözlerini
Yorgundu. Avurtları çökmüştü. Üstü başı kir içindeydi. Yaraları taze ve bedeni
güçsüzdü. “Sana ne oldu?” Karga şekil değiştirip yeşil bir ışık içinde
Jeniske’nin bedenin olduğu biçime dönüşürken etrafta şaşkınlıkla dolu
fısıltılar vardı. “Kardeşim, bana ne olduğu önemli değil. Hisar2ın bu hafta
içinde benim için gönderdiği dördüncü suikastçıyı yakaladık. Onlar bilinçsiz
varlıklar olmalıydı. Onlar yaşlı ve katil ruhlu olmalıydı. Ama gelen kişi bir kız
çocuğu idi. Ufak bir çocuk. Ruhu zorla bu dünyaya zincirlenmiş bir çocuk.
Damarlarında kara mühver enerji akıyordu. Gözleri ise mıhlanmış. Teslim olmak
istemeyen bir ruhu zorla çağırmışlar. Ve onun bedeni… Tazeydi.” Jeniske bunu
duyunca şaşkınlık ile kalmıştı. Elias elini sallayınca siyah cübbeli bir adam
ufak bir kız çocuğunun ölü bedenini ikisinin arasına koymuştu. Jeniske kalbinde
gümüş bir hançer ile yatan kızın bedenine baktı. Ona dokunamasa da enerjisini
sezebilirdi. “Hala hayatta mı?” demişti şaşkınlık ile. Elias başını sallayıp
hançeri gösterdi. “Gümüş hançer bedenini ruhundan kopardı ama ruhu hala içeride
ve onun anıları var. Korkuları… Henüz yakın zamanda Epharia’da bir çiftlik
bölgesinde ailesi öldürülmüş ve onu Hisar’a götürmüşler. Sonrası ise… Elini
uzatıp kızın alnına koyup gözlerini kapatıp diğer elini Jeniske’ye doğru
uzattı. Jeniske onun uzattığı elinin üstüne doğru elini koyduğunda dehşet
içinde gözleri açılmış ve yaşlar akmaya başlamıştı. Birden elini Elias’ın
elinin üzerinden çekmeye başlamıştı. “Onu ehlileştirmek için bedenine kara
enerji yüklemişler. Neden?” demişti. Elias başını iki yana sallamıştı. “Onlar
sanırım bir iblis kullanıyor. Ya da yoldan çıkmış bir tanrı. Bir ruhu ıslah
etmek için karanlıkta boğmak bir iblisin yapacağı şeydir. Ve gördün… Onun gibi
binlerce çocuk ve insan… Savaşımız sadece kılıç kuşanmış ordulara karşı değil.
Onlar bizim karşımıza korumak istediğimiz insanları koyuyor. Dohen’in birçok
kasaba ve köyünde kayıp vakaları artıyor. Maden kasabasında konakladığınızı
biliyorum. Oradan birçok erkeği öldükten sonra kaçırdılar. Onların hepsi…”
Jeniske ona bakıp devam etmesi için başını salladı. “Onların hepsini insanlar
gömdükten sonra cesetleri gece vakti çaldılar. Ve şimdi çoğu Hisar’a götürüldü.
Öldürülenlerin ruhlarını kullanmak için bir hafta geçmeden işlem görmesi
gerekiyormuş.” Dedi. Jeniske ona bakıp kaşlarını çattı. “Sen bunca şeyi nasıl
öğrendin peki?” demişti. Elias kenarda duran örtüdeki kitabı çıkardı ve
gösterdi. Mavi renkli deri ciltli kitap tıpkı kırmızı ve siyah kitaba
benziyordu. “Gök Kitabı diyordu bunu bana veren adam. Onu almamı ve bu mirasa
sahip çıkmamı istedi. Sende ve ölümden çağrılan bir kişide daha bu kitaplardan
olduğunu söyledi. Bu su kitabı bana sorularımın cevabını veriyor.” Demişti.
Jeniske bir an duraksamıştı. “Tanrı Kitapları… Koen’in siyahı bulması ve bana
kırmızının verilmesi. Şimdi sende mavi… Kırmızı kan, siyah güç, mavi su… bunlar
beş tanrı gücü… O zaman doğanın rengi yeşil ve bereketin rengi altın sarısı….
İki kitap daha olmalı. Bunu sana veren adam başka ne dedi Elias?” demişti.
Elias koyu gözlerini kitaba dikmişti. “Tilki çayırlarda koşup, karga göklerde
uçtuğunda bir balık nehirden hızla akacak ve otların arasında bir yılan
dolaşacak. O zaman güneşin ışıkları tek bir yeri aydınlatacak. Bunları söyledi.
Ve son olarak kitabın diğer kitaplarla alakası var mı bilmiyorum ama tanrı
kitapları gerçek ise…” Jeniske başını öne doğru salladı. “Altın kitap Hisar’da
olabilir.” Diye onun yerine devam etti. Adam iç çekmişti. “Koen’deki siyah
kitap ne peki?” demişti. Jeniske bir süre ölü bedene baktı ve konuşmaya
başladı. “O bir tanrı kurdunun yazdığı kitap. Tam olarak üç kişi tarafından
yazılmış. Açıkçası tam bir tanrı kitabı değil. İçindeki sayfaları herkes
görebiliyor. Siyah ciltli ve içinde büyü ile bilgiler var. Qufang’ın kurucu
kurdu onu yazmış ve o bir nevi aile mirası imiş.” Dedi. Elias başını usulca
sallamıştı. Konuşmanın devamında kitaplara ulaşmak gerektiği hakkındaydı. Gün
doğmaya başladığında Jeniske tükenmiş ve karga orada can verirken o geri kendi
bedenine dönmüştü. Taçsız kral Elias bir tanrı tarafından Tıpkı Jeniske gibi
seçilmiş ve ona Su kitabı verilmişti. O bir balıktı. Karga, Tilki, Balık ve
şimdi bir yılan olmalıydı. O yılan bir tanrı tarafından mirasçı olarak seçilmiş
olmalıydı. Jeniske gün boyu uyumaya çabaladıkça bu yılanın kim olacağını
düşündü. Yeşil kitap hangi tanrı ve hangi krallığındı kimse bilmiyordu. Siyah
Kitap gerçekten Koen’e mi verilmişti? O zaman onun mirasçısı neden Maios’du?
Siyah kurt kitabı ve güç kitabı Maios’un mirasının parçası idi. Ayezi denilen
tanrı kurt onu ona ve soyuna bırakmıştı. O zaman Tilki hangi rengin
temsilcisiydi? Kırmızı değildi. Karga için kırmızı kitap verilmişti. Tilki…
“O bu dünyanın yabancısı…” Dudakları arasından çıkan kelimeler ile gözleri
çadırın tavanına dikilmişti. Kehanet aklına geldi kitapta yer alan. “Gücün
çağrısı yıllar geçtikçe güçlenir ve asla dinmek bilmeye çığlıklar olarak
diyarlar arasında yankılanır. Gücü arzulamak kolay ona erişmek zor ve ondan vaz
geçmek ise imkansızdır. Bir yabancı bu diyarlara ait olmayan bir ruh geldiğinde
o eğitilemeyecek kadar genç ve ıslah edilemeyecek kadar güçlü olacak.
Tanrıların kutsayamadığı ve gözü dönmüşler için bir yargı muhafızı olacak bir
yabancı.” Jeniske bunları düşünürken dudakları kımıldanmıştı. “Tilki bir yargıç
mı?” demişti. Ses beyninde yankılandıkça dayanılmaz baş ağrısı ile doğrulmuş ve
burnundan aşağı doğru ılık ılık akan kan damlalarının düşüşünü izlemeye
başlamıştı. Tilkisi, onun aşkı ve onun hayatını adadığı ruh ve bedenin sahibi
olan o kişi Koen, o bir yargıç olarak doğmuştu. Tanrıları bile cezalandıracak
mertebede dünyaya gelmişti. Mantığı vicdanın önünde olan gözü kara ve doğrudan
vaz geçmeyen bir savaşçıydı o. Jeniske onun kaderini ilk defa anlıyordu. Onun
kaderi kader yazıcılarının üstündeydi. O bir yargıçtı. O herkesin tapındığı
tanrıların üstünde bir mevkie sahipti. Elini burnuna doğru götürdü. “Ölümsüzlük
ile lanetlenmiş olmak bundan daha az canını yakacaktır benim küçük sevgilim.
Keşke kaderini değiştirip istediğin huzur dolu yaşamı sunacak kadar gücüm
olsa.” Demişti. Gözlerine dolan yaşlar ile öylece kalmıştı. Kan eline doldukça
parmak aralarından sızıyordu. Koen bu dünyada ölümsüzlüğün bile lanet sayıldığı
bu yerde herkesin karşısında durmak zorundaydı.
O adaleti sağlayan birisi olmak zorundaydı. Ruhu bunu yapması için onu
zorlayacak ve o yargıç olup cezalandırmaları için mirasçılara emirler vermek
zorundaydı. Jeniske onun hayal ettiği basit yaşamı düşündükçe acı çekiyordu.
Onu bunca yükü sırtlaması için dünyaya çağırmış olduğunun suçluluğu altında
kıvranıyordu. “Bilmiyordum.” Diye mırıldandı. Bilmiyordum… Gerçekten de bunu
bilecek kadar ulu değildi o. Koen’in acı kaderinin en korkunç ise yalnızlıktı.
Onu yıllar eskitse de tekrar tekrar bu dünyaya gelecek ve yalnızlık içinde
bunca kötülükle mücadele edecekti. Bedeni yaralanacak, sevdiklerini,
seveceklerini kaybedecek ve tekrar tekrar bu döngünün içinde ruhu onu savaşmaya
zorlayacaktı. Jeniske bunları düşündükçe onun çekeceği acıları hissediyordu.
Bedeni kor yanarken kanayan burnundan akan kan örtüyü kızıla bulamıştı. Dişlerini sıktı. Yumruğu örtüyü parçalarcasına
sıkıyordu. Öyle derinden bağırmak istedi ki… yakındaki herkes onun nasıl acı
çektiğini görsün istedi. Çığlıklarını eli bastırdı. O aşı olduğu Koen’i
acımasız bir döngünün içine kıstırmış ve tanrıların tanrısı olan Güneş’in
yargıcı olmaya zorlamıştı. Bu gerçek onun canını yakıyor ve bilmiyor olmanın
verdiği aptallığı ile kendini suçluyordu. Defalarca yumruğunu göğsüne vurup
çığlıklarını eliyle boğdu. Gücü tükenip yataktan kendini yere atana kadar
kıvrandı. Yaşadığı acı neydi ki onun için. Bunu yüzlerce yıl çekmek orunda
kalacak olan bir kişi vardı. Koen’in çekecekleri yanında karga kendi
kanatlarını kırmış ne olacaktı. Defalarca postu yüzülüp kapanlarda uzuvlarını
kaybetmek zorunda kalacaktı sevgili tilkisi… Avcıları olacak ve avları
olacaktı… Jeniske düşündükçe yatağın dibinde bir böcek gibi kıvranıyor ve acısı
dayanılmaz hale geliyordu. Ona söylemişti cadı, ‘gerçekler acıtır ama bazıları
sadece acıya değil daha fazlasına sebep olur.’ Onu şimdi anlıyordu. Acı değildi
bu… Bambaşka bir şeydi. Gücü bitene kadar düşünceleri ona ve bedenine işkence
etti. Sessizce orada çırpınıp kendini cezalandırması için yardım çığlıklarını
boğdu ve sonunda halsizce yatağın dibinde ölü bir kedi gibi kıvrılıp kalmasını
sağladı. Yerdeki keçi kılı halının sertliği artmış ve binlerce iğne olup
bedenini parçalar hale gelmişti. Yumruklamaktan bacakları ve göğsü morarmış ve
bedeni kan içinde kalmıştı. Rengi solmuş gözleri yarı açık halde kararmaya
başlamış gökyüzünün son ışıklarında onu kurtarması için tilkiyi beklemeye
başlamıştı. Zavallı karga bütün kanatlarını kırıp tüylerini yolmuş ve avcısının
onu bulup yardım etmesini umuyordu. “Yapamam!” dedi kurumuş dudakları
hareketlendi. Dirseklerinden yardım alıp sürünerek yatağın kenarına tutunmuştu.
“Beni böyle görmesine izin veremem.” Düşünceleri onu yönetiyordu. Yatağa sürünerek
çıktı ve örtüler altına girip oraya sığındı. Orada kendini toplamak için bir
süre kalacaktı. Gün bitip madenden gelen ekibin gürültüsünü bile fark etmedi.
Ona yemek getirildiğini, seslenildiğini… Hiçbir şeyi fark etmedi. Sadece bir
ses onu yeniden uyandırdı. “Jeniske’nin yemeğini yemediğini söylediler. Sanırım
hala yorgun.” Çadırın girişinden gelen sesle beraber irkilmişti. Bedeni o kadar
hırpalanmıştı ki hareket bile edemiyordu. “Daha sonra yemek için subay çadırına
uğra.” Diyen Aiken idi. Jeniske içeri doğru giren Koen’in ayak seslerini
duyuyordu. Yatağın kenarına oturması ile bedeni irkilmişti. “Yemeğini
yememişsin!” demişti sevecen bir sesle. Soğuk demir eli Jeniske’nin saçlarını
okşamıştı. “Bir şifacı çağırmamı ister misin? Yorgunluk için belki bir şeyler…
“sesi birden kesilmişti. Ardından yataktan kalkmıştı. “Bu kan ne?” derken
yerdeki ve yatak örtülerindeki kana bakıp kalmıştı. Ardından Jeniske’yi hızla
çevirmek için eğilmiş ve ona bakan gözlerle geriye doğru birkaç adım atmıştı.
“Birisi şifacıya haber versin!” diye bağırırken eğilip Jeniske’yi doğrultmak
için çabalamıştı. Ne konuşuyor ne de tepki veriyordu. Sadece ona bakıyor ve
ağır bedenini yatakta tutmak için çabalıyordu. Koen onun açık gömleğinin
ardında morarmış göğsüne bakıp kalmıştı. Örtüleri çekince tırnaklarını
geçirdiği parçalanmış kollarına baktı. Kendine zarar vermiş olduğunu fark
etmeden önce saldırıya uğradığını düşündü. “Jeniske kim yaptı sana bunu?”
demişti. Jeniske yattığı yerden solmuş gözlerini ona çevirmişti. “Ben…” demişti.
Koen ona bakıp kalmıştı. Buna inanmıyordu. Bir insan kendini bu kadar kötü hale
getiremezdi. Başını iki yana salladı. “Neyin var?” deyip elini uzatıp alnına
koyacağı sırada Jeniske başını yana doğru çevirmişti. “Hiçbir şeyim…” demişti.
Yatığı yerde yana doğru başını çevirmişti. “Hastasın. Yoksa dün gece bir şey mi
oldu? Yaksotat sana bir şey mi yaptı?” dediğinde Jeniske gözü dönmüş halde ona
doğru hızla başını çevirmişti. Bir yargı. Gibi konuştuğunu fark ettiğinde korku
ile ona bakıp kalmıştı. “Hayır… Kendim yaptım.” Diye çıkışırken yumruk yaptığı
eli gıcırdıyordu. Koen ona ne olduğunu anlamak istiyordu. Fakat Jeniske bunu
saklamak için çabalıyor gibiydi. Yatağın kenarına doğru oturdu. “Burnun tekrar
kanamaya başlıyor. Oturur konuma gelmelisin.” Demişti. Jeniske aniden onun
sakin enerjisi ile sıktığı yumruğunu açtı. Tekrar mantıklı düşünmeye
başlamıştı. “Yaptığım büyü, böyle bir yan etkiye sahip. Birazdan kendime
gelirim. Şifacıyı gönder.” Demişti. Koen ona endişe ile bakıyordu. Solgun yüzü
ve çenesinden göğsüne kadar kurumuş kan, sağılmış saçları ile bir yabani gibi
duruyordu. “Sadece sana bakacak. Yıkanman için su isteyeceğim.” Demiş ve ayağa
kalktığı sırada Jeniske onu bileğinden yakalamıştı. “Gitme…” demişti. Koen onun
çaresiz acı dolu sesi ile geri oturmuştu. “Peki. Gitmiyorum. Burada seninle
kalacağım.” Demişti. Jeniske onun elini tutmuş ve gözlerini ileri doğru
dikmişti. Koen sessizce ona bakıyordu. “Her şey yolunda mı Jeniske?” demişti.
Jeniske başını salladı. Dudakları mühürlenmiş gibi sıkıca kapalıydı. Koen onun
yüzünü görmek için başını yana doğru uzattı. “Seni hiç böyle görmedim. Neyin
var?” derken sesi şefkat ve endişe doluydu. Jeniske onunla göz göze geldiğinde
göz yaşları yanaklarına süzülmeye başlamıştı. Çenesi titriyor ve bedeni
sarsılıyordu. Koen onun boynuna doğru sarıldı. Onu kendine doğru çekip başını
omzuna dayamasına izin verdi. Sıcak göz yaşlarını kalın cübbenin altından bile
hissediyordu. Jeniske onun omzunda bedenini serbest bırakmış acı çektiği için
ona acı çektirdiği için ağlıyordu. İçeri şifacı ile giren Aiken’i gördüğünde
Koen onlara durmasını işaret etmişti. Aiken ile şifacı tüllerin ardında
bekliyordu. Koen nazikçe Jeniske’nin saçlarını okşadı. “Burada olmadığım için
özür dilerim.” Demişti. Jeniske onun beline doğru sıkıca sarılıp başını onun
omzuna daha çok gömdü. Göz yaşlarını takip eden hıçkırık sesleri ile Aiken
şifacıyı alıp dışarı çıkmıştı. Bir süre orada bekledi. Daha sonra Koen onları
çıkıp içeri çağırmıştı. Jeniske’nin tırnakları ile kopardığı etleri, kanayan
burnu, şişmiş gözleri ve mosmor olmuş göğsü…
Kimse onu bu kadar yıpranmış görmemişti. Bu kadar çaresizce yatarken
savunmasız bir ihtiyar gibi gözüküyordu. Soluk grileşmiş gözlerinden süzülen
yaşlar acıyan bedenin eseri değildi. Ruhundaki ıstırap onu paramparça ediyordu.
Koen şifacının işini yapmasını beklerken Aiken ona doğru sokulmuştu. Kolundan
tutup tüllerin arkasına doğru çekiştirmişti. “Efendi Jeniske’ye ne oldu?”
demişti. Koen ona bakıp omzu silkti. Dokunsan ağlayacak gibi bakıyordu.
Jeniske’nin bu kadar acı çektiğini ilk defa görmüş ve onun hali bütün direncini
kırmıştı. Gözleri titriyor ve dudaklarını sımsıkı kapatmıştı. Aiken onun
ağlayacak gibi durduğunu fark edince oturmasını işaret etti. Koen masaya
oturduğunda göz yaşları yanaklarına doğru akıyordu. “Endişelenme ufak tefek
yaraları var.” Demişti. Onu teselli etmeye çabalıyordu. Koen’in birden ağlamaya
başlaması oldukça garipti. “Şey sen burada otur ben gidip şifacıya bakayım.
Yanlış bir şey yapmasın.” Dedi ve tüllerin arkasına doğru hızlı adımlarla
yürümüştü. Kamp küçük değildi ama subay ve komisyon çadırlarının arası dardı.
Dedikodu ise çabuk yayılıyordu. Birileri Jeniske’nin çadırına bir şifacı
gittiğini görmüş ve laf kısacık sürede Tavi ve Maios’un kulağına kadar
varmıştı.
Bölüm Yirmi Dört
Kuş Kafesi
Hisar’ın
altın toprakları ve dağların denizlerin ötesinde her canlının orayı görmek için
can attığı o muazzam efsanelere tanık olmuş yaşlı yüz yıllık deri altında saklı
hikayeler barındıran keşişleri ve alimlerinin olduğu ufak ada… Öyle çok günahın
barındığı öyle küçük bir adaydı ki tanrılar bile oradan kaçmıştı sonunda.
İhtiyar alimlerin dokundukları yerde solan canlar ve daha fazla güç için kan
içen adamlar… Anlatıldığı gibi göğe yükselen kulelerde mucizeler değil sadece
karanlık vardı. Orada acı, kin ve öfke vardı. Bir savaş vardı içinde. Alimleri
birbirine düşüren savaşın galibi kim mi? O… Denge kulesinin tek ve koşulsuz
lideri Ludvig. O kulelerin alimlerini alt etmiş bir canavardı. O hükmünü
sürdürmek için aynı masada aynı yemini ettiği kardeşlerini öldürecek kadar
cesurdu. Koen’in saldırısından bu yana sarsılan iktidarını düzeltmek için
yapması gerekeni yaptığını söyleyen bir adamdı. Bir gece ona karşı çıkan bütün
alimler yataklarında boğazları kesilmiş halde bulunduğunda sadece ona itaat
edenler kalmıştı. Gözü dönmüş acımasız liderin şimdi elinde bütün diyarın en
büyük gücü vardı. Hisar.
Ludvig
tıpkı onu eğitenler gibi acımasız ve gücün dengede kalması için can almaktan
çekinmeyen bir adamdı. Koen’in ona ihanetini asla affetmeyecekti. Ve şimdi onun
bozduğu dengeyi düzeltmek için yeminini bozmuştu. O altın kitabı sadece denge
için kullanacakken ve teklifi kabul eden ruhları çağırırken kullanacakken şimdi
bütün ruhları kendine bağlamak için kullanıyordu. Esir edip öldürdüğü
tanrılardan aldığı kitap onun tek mirası idi. Çirkince çatılmış kaşları ile ona
itaat etmesi için bütün Hisar’ı ölülerden oluşan suikastçılar haline
getirmişti. Efsun güçlerini koruyan alimlerin bedenlerini kara mühver enerji
ile doldurmuş ve şimdi o Yaksotat ile kendisi için savaşacak askerler üretmekle
meşguldü. Bilmediği şey ise onun koynunda bir yılan olmasıydı. Yaksotat onun en
büyük düşmanı ve zehirleyen kişisiydi. Gece boyunca kabuslar görmesini sağlayıp
panik içinde yaşayıp delirmesini sağladıkça Ludvig atalarının intikamı ve bozulan
denge için savaşan bir hayalete çeviriyordu. Kendince yarattığı dünya içinde
deliren adamı ikna etmek kolaydı. Onun ihaneti ve terk edilmişliği Yaksotat
için zaaf olarak görülen en güzel şeydi.
“Onun bir erkekle sevişip sana ihanet edip ardından da var olan dengeyi bozması
affedilir değil Alim Ludvig.” O gün bunları söylerken çıplak bedeni bir kuştan
kadına doğru dönüşüyordu. “Senin
eğittiğin bir yılan oldu o. Senin adına da günah işler oldu. Dengeyi kurmak
için eğittiğim kargamı baştan çıkarıp onunla yattı ve onu bana ihanet etmeye
zorladı. Zamanında tanrıların beni çok uzaklara sürdü. Şimdi ise ikimizde
ihanete uğradık. Artık düşman değil dost olmamız lazım Alim Ludvig. Bir tanrıça
sana bir teklifle geldi. Onu yarı yolda mı bırakacaksın?” Gözleri bal rengiydi.
Dudakları kıpkırmızı ve sarı saçları yerlere kadar uzanıp göğüslerini
kapatırken hadım edilmiş olan alimi baştan çıkarmak için bundan daha fazlası
gerekirdi ona. “Ben onunla olan savaşınızı bitirmeniz için onu öldürdüm ve
şimdi bazı hainler onları geri diriltti. Bu savaş senin otoriten ve sizin
dengeniz bozmak için. Buna izin verme ve benim sesimi duy.” Demişti. Büyülemek
bir erkeğe yapılacak en eski oyundu. Büyücü kadınlar bir erkeği baştan
çıkaramaz ise onun zaaflarını kullanıp onun kalbini kafesler ve istediğini
yapana kadar onunla oynar. Bu tanrıçalar için utanç verici bir büyüydü. Onlar
beğenilmek istemezdi. Onlar tapılmak isterdi. Ama Yaksotat düşmüş bir insandı.
O her türlü oyunu oynayabilecek kadar kindar ve pervasızdı.
“Kargamı ve Tilkini bir arada görmek bize acı veriyor. Dengenin affetmeyeceği
bir şey ise ihanet değil mi?” demişti. Oturduğu yerde Alim Ludvig ona
bakıyordu. Kardeşlerini öldüren o ses yine kulaklarında yankılanmaya
başlamıştı. Loş ışık ay ışığına yenik düşüyor ve etrafı saran mavi tondaki
aydınlık kadının tenini daha soluk ve gözlerini daha parlak gösteriyordu.
“Kardeşlerim ve ben sana yardım edeceğiz. Onların ve benim gücüm ile dengeyi
sağlayacaksın. Sizi terk eden tanrılarınız gibi değiliz biz. Biz ihanet
etmeyiz. Sana altın kitabın bütün sırlarını göstereceğiz.” Demişti. Ludvig gücü
tatmıştı o gün. Onun için gücün vahşi çağrısı kuş kadar kolay ölecek zayıf
kalbini kafeslemeye yetmişti. O artık Yaksotat’ın itaatkâr bir köpeğiydi. Ve
bütün Hisar onların ölü ordusu olmuştu. Yaksotat’ın gelişinden kısa süre sonra Azatod
gelmiş ve en son Tulhu gelmişti. Üç tanrı Hisar’a gelmiş ve Ludvig’in emrindeki
bütün herkes onun tebaası olmuştu. Ludvig herkesi öldürmemişti. Canlı kalanlar
onun emrinde ve onun kulesi dışında var olan siyah beyaz ve gri kulenin
öğrencileri idi. Ordulara yön verecek olan yaşayan komutanlardı onlar. Azatod
kuleler içinde en sık kendini gösteren tanrıydı. Sürekli bir yerde belirir ve
oldukça konuşkandı. Onu garip bulanlar vardı. Kadın gibi giyinip kadın gibi boyalar
sürüp bir sürü takı takışını garipsemiş olsalar da o bir tanrıydı ve yorum
yapamazlardı.
“Karga
ve Tilki Dohen sınırında…” Masada oturan komutan olacak kişiler ve üç tanrı
haberi veren gence bakıyordu. Ludvig başını usulca salladı. Yaksotat ise gülümsemekten
kendini alamıyordu. “Ecellerine doğru hızla gelsinler. Engel çıkarmayın.
Ordularını azaltacak kadar savaşmaları yeter. Onlar burada can verip bu
ordumuzun bulunmaz parçaları olacak.” Demişti Ludvig. Tulhu ise sessizce
oturduğu yerde onlara bakıyordu. Olanlardan rahatsız olmuş gibi kaşları
çatılmıştı. Üzerindeki yeni temiz, sert deriden zırhına rağmen genç yüzü ve
hüzünlü donuk gözleri ile oldukça perişan duruyordu.
“Seni huzursuz eden bir şey mi var?” demişti Azatod oturan Tulhu’ya doğru
dönüp. Tulhu onunla göz göze geldiğinde başını iki yana doğru sallamıştı. “O
zaman bu güzel haberi kutlamak için akşam tanrılara yakışan bir yemek yiyip
içelim.” Demişti Azatod. Ayağa kalktığında Tulhu’da kalkmıştı. Onun ardından
büyük salonu terk ettiğinde Ludvig emrin onayı için baş köşede sandalyesinde
oturmuş olan Yaksotat’a baktı.
“Kutlama iyi olabilir. Haftalardır çalışan bütün yaşayanları dahil edin.”
Demişti. Kutlama ufak çağlı ve yaklaşık yüz kişilik yaşayan için
hazırlanıyordu. Hisar’ın bütün kapıları kapalı ve krallıklara sadece kuzgunlar
ile haber gidiyordu. İçeride olan asla dışarı çıkmıyordu.
Tulhu
yavaş adımlarla koridorda yürümeye başlamıştı. Kafası karışık ve onu yaralayan
Koen’i düşünüyordu. Tek kollu bir insanın onu yaralamasına izin vermediği
gerçeğini Azatod ve Yaksotat’a söylemiş ve hazırlıksız yakalandığını
söylemişti. Onun güçlü olduğunu söylerken yalan söylememişti. Arkasından gelen
adımları duydukça bedeni geriliyor ve hızlansa bile kaçamayacağını biliyordu.
Saçlarına asılan güçlü elle beraber ayakları yere kitlenmişti. Parfüm kokusuna
karışmış o ten kokusu ile bütün bedeni irkilmişti. Kulağındaki ses ise onu
olduğu yerde titretmeye yetmişti. “Ne haltlar saklayıp karıştırıyorsun sen ha?”
derken Azatod’un öfkeli sesi dişleri arasından çıkıyordu. Tulhu titreyen
vücudunu durduracak kadar kendini eğitmişti. Azatod’a göre zayıf ondan daha güçsüzdü.
“Kendimi hasta hissediyorum. Bu yer hoşuma gitmedi. Ben dağda olmayı seviyordum
Azatod.” Demişti sakin bir sesle. Saçlarındaki eller gevşeyip onu bırakmış ve
karşısında dikilmişti Azatod. Onu baştan aşağı süzüyordu. Tulhu ise ona
gözlerini dikmiş ve sadece gülümsüyordu. “Orası ikimizin eviydi. Orayı
seviyordum. Burası kötü kokuyor ve çirkin insanlar ile dolu. Senin dışındaki
kişileri görmek hoşuma gitmiyor.” Bunları söylerken ona doğru sokulmuştu.
Yılan… Bir yılanın nasıl zehirli ve sinsi olduğunu kimse tahmin edemezdi. Onun
gücünü ve yeteneklerini kimse çözümleyemezdi.
“Bende burayı çok sevmedim. Bir sürü insan bana bakıp duruyor.” Demişti. Tulhu
onun yanağını okşarken bedenini bedenine yaslamıştı. “Sana bakmaları hoşuma
gitmiyor. Bir süredir bir araya bile gelemiyoruz. Bu geceki yemek olmasaydı
belki seninle surların dışına çıkıp ufak bir gezinti yapabilirdik.” Demişti.
Azatod onu iyi eğittiğine inanıyordu. Kölesi yaptığından o kadar emindi ki…
Güldü ve onu kalçalarından sıkıca yakaladı. “Geceye gerek var mı? Burası bizim
krallığımız artık. Kimin görüp ne düşündüğü umurumda değil. Burada bile
istediğimi yapabilirim.” Demişti. Tulhu onu sakinleştirmek için hızlı
düşünmüştü. “Hayır! Beni çıplak gören o çirkin insanları görmek istemiyorum.”
Demişti. Kıskançlığı Azatod’un en zayıf noktasıydı. Onu durdurmaya yetecek
kadar başarılı olacağını düşünüyordu Tulhu. Ama yanılmıştı. Azatod için bir
kölenin bedeni sergilenmekten kaçınılamayacak kadar ucuz ve basitti. Onu
pencereye doğru itekleyip üstünü başını çıkarmak için mücadele veremeye
başlamıştı. Tulhu onu durdurmak için sessizce çırpınıyordu. Onu durdurmazsa
Yaksotat ikisini de öldürürdü. “İnsanlar sizin bu ilişkinizi görmeyecek.
Onların gözünde kutsal ve ahlaklı olacaksınız.” Bunu söylediğinde Tulhu için
sorun değildi. Azatod ona ne kadar az dokunursa o kadar az acı çekerdi. Kıyafetlerini
parçalayan Azatod’u durdurmak için onu sertçe iteklemiş ve sonunda düşmesini
sağlamıştı. “Yaksotat ikimizi de öldürür.” Derken hızla toparlanmaya
çabalıyordu. Azatod ise onu itekleyen Tulhu’nun yüzüne gözlerini dikmişti. “Ne
yaptın sen az önce bana?” derken ayağa kalkmıştı. Tulhu üzerine doğru gelen
adama korku ile bakıyordu. Onu iteklemenin bir bedeli vardı.
…
Akşam
yemeğinde Tulhu yoktu, sonraki günde ve ondan sonraki günde… Ve sonraki günlerde… Yaksotat onun nerede
olduğunu öğrendiğinde şaşırmıştı. “Onu dövdüm ve zindana kilitledim. Cezasını
orada çekecek. Yaralarını kendi göz yaşları ile iyileştirene kadar orada
kalacak.” Demişti Azatod. Yaksotat ise kaşlarını çatmıştı.
“Seni neden itekledi?” demişti. Azatod oturduğu yerde yüzüğü ile oynamaya
başlamıştı. “Birlikte olacaktık ve beni itekledi. Söylesene kız kardeşim, sen
benden bir şey isteyince asla hayır demiyorum. O küçük kaltak ise beni
itekleyecek kadar cesur.” Demişti. Yaksotat onların tartışmalarından bıkmıştı.
Gözlerini devirip ayağa kalktı. “Ne halt ederseniz edin. Yakında ortalarda
gözüksün. Ve sakın ama sakın bu sapıkça işlerini bu masum insanların gözünün
önünde yapıp benim oyunumu bozma. O zaman seni öldürmekten beter hale getirir
Tulhu’nun insafına bırakırım.” Demişti. Azatod uslanmaz ve şımarıktı. Gece
devam ederken gözetleme kulesindeki kuzgun ve karga takibini bırakmıştı. O gece
Dohen’e uçan kargayı görmemişti. Ve zindana inip sonunda Tulhu’dan istediğini
almıştı. Onun yaralı ve berbat durumda oluşuna bakmadan istediğini alıp kapıyı
açık bırakıp çekip gitmişti. Gün doğduğunda ise Tulhu kendini toparlamıştı.
Koluna çizdiği çiziklere baktı. “Bugün gerçeği öğrendiğin gün Jeniske. Bunun
için katlandıklarıma umarım değer.” Göz yaşları yaralarına aktıkça etindeki
çizikler kapanıyordu. Bedeni toparlandığında hızla gölgelere karışmıştı.
Gözlerini kapadığında karanlık içinde Jeniske’nin çadırını görüyordu. Onun
kendine işkence edişini izledikçe korku içinde kalmıştı. “Koen bir yargıç…”
Tulhu için bu duyduğu yeterliydi. Şaşkınlıkla kalmıştı. Onu öldürebilecek kadar
gaddar ve onun efsunundan etkilenmemesinin sebebini şimdi anlamıştı. “Yargıç
mı?” demişti. Ne yapacağını bilemiyordu. Onun yargıç olmasını kimse tahmin edemezdi.
Yargıçlar yüzyıllardır yer yüzüne gelmemişti ve şimdi bir tanesi bu dünyaya
gönderilmişti. Jeniske’nin perişan haline bakıp başını iki yana salladı. “Sana
yardım edemem.” Demiş ve gölgelere tekrar karışmıştı. Gideceği tek bir yer
vardı. Gölgelerin ardındaki kapıları aralarken sonunda bir dükkân kapısının
zili ile duraksadı. “Tek başına dağın tepesinde bir boncuk dükkânı. Bu hiç
dikkat çekici değil ha cadı?” demişti. Yaşlı kadın ona bakıyordu. Kedileri
Tulhu girince hızla oldukları yerden sıçrayıp onun etrafını sarmıştı. “Onu
bırakın çocuklar belli ki diyeceği bir şey var.” demişti yaşlı kadın. Oturduğu
yerde örgü örmekle meşguldü.
“Tilki’nin bir Yargıç olduğunu biliyor muydun?” demişti. Kadın ona bakıp
şaşkınlıkla kalmıştı. Tulhu onun bilmediğini anlayınca yanına doğru yürüdü.
Sandalye çekip oturdu. “Üçüncü dileği gerçekleştirmem için bana baskı yaptın.
Hayatımı riske attım. Ne için? Beni ve bizi öldürmek için dünyaya bir yargıç
getirmek için mi?” demişti. Kadın ona bakarken şişlerini ve iplerini kenarı
bıraktı. “Demek Tilki bir yargıç ha? Bunu nereden duydun?” demişti. Tulhu
kaşlarını çatıp ona bakarken kıvırcık saçları alnını gölgeleyerek öne doğru
düşmüştü.
“Endişelenme çocuğum senin onların tarafında olduğunu biliyorlar. En azından
Jeniske bunu biliyor. Koen düzeni bozmuş ve adaleti yıkmışların peşine
düşecektir.” Demişti kadın. Tulhu elini alnına dayadı ve başını iki yana
salladı. “Azatod’u öldürecek mi? Yaksotat? Onları öldürecek ve sonra sıra
onların yanında yer almış bana gelecek. Bende insanların canını yaktım Cadı. Benim
de suçum var. Daha fazla bu oyuna devam edemem. Eğer devam etmem için bir neden
söylersen…” Cadı onu ikna edecekti. Bunu Tulhu’da istiyordu. Ona direnç ve
dayanma gücü vermesini istiyordu. “Azatod’un ölümü senin özgürlüğün. Bir yargıç
onların günahlarını ve doğruluklarını görebilir. O adil davranır. Ölümden
korktuğun için mi vaz geçmek istiyorsun?” demişti. Tulhu başını iki yana
salladı. “Yoruldum çünkü. Dayak yemekten, onun bana dokunmasından ve bunca
şeyin için yoruldum. Beni öldürüp enerjimi yok etmesi beni sadece huzura
kavuşturur. Ölümden dolayı değil. Sadece yoruldum ben Cadı.” Demişti. Başını
masaya koyup öylece durmaya başlamıştı. Henüz iyileşmemiş yaraları sızlıyordu.
“Kim olduğumu bile unuttum. Neyi sevdiğimi, neyden korktuğumu… Ben sadece yoruldum.” Sesi incelmiş ve nefesi
yavaşlamıştı. “Uyumak nasıl bir şeydi bilmiyorum bile. Sadece kaçmaktan kendimi
korumaktan ve göz yummaktan başka bir şey yapmadım yüz yıllarca. Güneş’in huzuruna
çıkıp suçlarımı itiraf edip söndürülmek istiyorum. Ölüm deniyor değil mi buna.
Ben ölmek istiyorum.” Demişti. Cadı onun ne istediğini anlayınca başını
salladı. “Ölüm bizler için zor. Bende burada inzivaya çekildim son ışığımın
sönmesini bekliyorum. Görevimi yerime getirdim ve sıranın bana gelmesini
bekliyorum. Ama sen bizler gibi değilsin Tulhu. Etin, kemiğin ve kanın var.
İnsandan dönüşmüş tanrılar öldüğünde bizim gibi sönüp gitmiyor. Sizlere verilen
güçler alınıp yüz yılların bütün yükü bedenlerini ve ruhlarını parçalıyor.”
Demişti. Tulhu bunu duyunca ona doğru döndü. “Yargıç beni öldürebilir ama değil
mi? Nasıl olduğu önemli değil. Sadece ölmek istiyorum. Bir daha doğmamak üzere
her şeyden uzağa…” Cadı onun kıvırcık sert saçlarını okşadı. “Senin gibi
binlerce masumu koruyamamış olmak beni çok üzüyor. Kardeşlerimi de bir o kadar.
Madem ölmek istiyorsun o zaman bunu onurlu bir şekilde yap. Altın Kitabı al ve
bana getir. Sonrasında ise ışığını söndüren ben olacağım. Acısız ve rahat bir
ölüm olacak.” Demişti. Tulhu başını yavaşça kaldırdı. “Altın Kitap mı? Ama
onu…” Cadı onun yanağını okşadı. “Onun mirasçısı yok evladım. O bir tanrının
ölümü sonucu çalınmış bir kitap. Onun mirasçısını bulduğumda vereceğim.”
Demişti. Tulhu iç çekti. “Kolay olmayacak. Ama yapacağım. Lütfen sözünde dur
cadı ve bu sefer d ebeni kandırma. Eğer bunu yaparsan biliyorsun ki bu sefer
öfkem kudretimden fazla olacak.” Demişti. Cadı gülümsedi. Onun çıkıp gitmesinin
ardından insana dönüşen bir kedi masaya doğru yaklaşmıştı.
“Mirasçısı olduğu tanrının ölümüne sebep olan bir tanrıçanın etekleri altında
yaşıyor o. Bu yükü taşıyabilecek mi?” demişti. Cadı usulca başını salladı.
“Taşıyacak. Kardeşlerime haber verin ve Yargıcın bulunduğunu, altın kitabın
sahibinin kitabı alacağını söyleyin. Sanırım bu sefer bu yoldan çıkmış kendine
kader yazıcısı diyenlerin bu dünyaları terk etme zamanı geldi. Güneş bizi
kutsasın.” Demişti. Kediler usulca kapıya doğru tek tek yürüyordu. Bir yargıç
bütün savaşın dengesini değiştirmeye yeterdi. Adaleti ruhu olurdu ve onun gücü
kitaplarda yazılandan fazlası idi. Yargıçların dünyalarda olması çok nadirdi.
Koen gibi bir yargıcın dünyaya gelmesi ve onun eğitimsiz kalması yüz yıllarca
dengenin bozulmasına ve onu uzun bir uykuya sürüklemişti. Karanlıkta tekrar
çağırılmayı beklemişti.
“Adalet daima mazlumun kazanması değildir. Mazlumun bir gaddar lider oluşunu
engellemektir.” Bu sözler bizzat Güneş’in Kızı’na yani bir zamanların yargıcına
aitti. O sınanmış ve kendi benliğinden habersiz olarak ölüp tekrar tekrar
dünyaya gelmeye mahkumdu. Şimdi ise başka dünyalarda başka kişilerin hayatını
düzene sokuyordu.
Bölüm Yirmi Beş
Yargıç
“Peki
şimdi durumu nasıl?” Maios yanına çağırdığı Aiken’i sorguluyordu. Dün gece yaşanılanlar korkutucuydu. “İyi
galiba. Koen onunla ilgileniyor. Kimseyle konuşmak istemiyor. Sadece Koen’i
görmek istiyor.” Demişti. Tavi oturduğu yerde iç çekti. “Birisinin
saldırmadığından emin mi muhafızlar?” dedi. Aiken başını salladı. İçeri giren
kimse olmamış. Sadece bir defa yemek için girmişler o kadar. O zamanda onu
uyuyor halde görmüşler.” Dedi. Tavi sakalını sıvazladı. “Kendini bu hale
getirmesine imkân yok. Büyünün yan etkisi olamaz. Gidip onunla konuşacağım.”
Demiş ve ayaklanmıştı. Maios onunla kalkmıştı. “Bende geleceğim. Yeter bu kadar
bekleyiş. Aiken madenlere giden ekibin başında kim var şu an?” demişti. Öğleden
sonraydı ve ekip hala gelmemişti. Aiken düşündü. “Subaylar.” Demişti. Maios
başını sallayıp Tavi’nin ardından çıktı. “Yakında kamp harekete geçecek. Bomba
yapım işlemleri başladı. Böyle bir durum yayılırsa kargaşaya sebep olur.
Dedikoduları durdur Aiken.” Demişti. O çıkınca Aiken olduğu yere oturdu. “Dedikoduları
mı durdurayım?” demiş ve acı bir gülümseme ile öylece kalmıştı.
Maios ve Tavi çadıra gelmişlerdi. Muhafızlar bile kapının bir metre ilerisinde
bekleme emri almıştı. Maios hemen Tavi’nin ardından çadıra girmişti. İçeride
ölüm sessizliği vardı. Tüllerin ardında Koen sandalyede oturmuş yatakta yatan
Jeniske’den gözünü ayırmadan öylece duruyordu. Saatlerdir kıpırdamamış ve
uyuyan Jeniske’yi izlemişti. Maios oraya doğru birkaç adım attı. Tavi etrafa
bakıyordu. Bir iz arar gibi etrafta başkasına ait bir şey arıyordu.
“Koen!” demişti Maios fısıldayarak. Koen uykulu gözlerle ona bakıyordu. Maios
gülümseyip onun omzuna dokundu. “Gidip biraz dinlen.” Demişti. Jeniske’nin
elini sıkıca tutan Koen bir anlık afallamış halde Tavi ve Maios’a baktı.
Panikle elini çekecekken Maios gülümsemeye devam ediyordu. “Panikleme. Biz
gerçeği biliyoruz. Rahat olabilirsin.” Demişti. Koen ona bakıp nazikçe
Jeniske’nin elini bıraktı. “Neler
oluyor?” demişti Maios diğer sandalyeyi yatağın kenarına doğru çekip. Koen omuz silkti. “Bilmiyorum. Her şey
yolundaydı ve birden bu hale geldi. Şimdi ise buradan ayrılmamı istiyor.
Çadırdan dahi çıkmamam gerektiğini söyledi.” Bunları söylerken yorgunluktan
gözlerinin altı morarmış rengi atmıştı. “Sana başka bir şey dedi mi? Belki şu
tanrıça…” Tavi oraya doğru yürürken konuşmaya başlamıştı. “Birisi sinsice içeri
girip ona bir şey yapmış olabilir.” Diye devam etti. Koen onun tüllerin
ardından çıkıp yanlarına gelmesini bekledi. “Hayır. Tırnak izleri, morluklar ve
burun kanaması. Hepsini kendisi yapmış. Ben onun bedenindeki izlere baktım. Ve
onun dışında kimseye ait olamaz. Ama nedenine inanmıyorum. Büyülerden hiçbiri
böyle bir yan etkiye sahip değil. Delirmiş gibi kendine vurmuş göğsü mosmor. Ve
kollarını, bacaklarını parçalarcasına tırnaklarıyla yolmuş. Aklını kaybetmiş
gibi…” diğer elindeki siyah kitabı Maios’a doğru uzattı. “Vicdan… Kitap bunun
sebebinin ruhunun acı çekmesi olduğu söylüyor. Azap ve ıstırap diyor bu
hastalık değil kişinin kendi düşünceleri içinde delirmesi imiş. Bilmediğim bir
şey mi var Majesteleri?” demişti. Maios onun uzattığı kitabı aldı. “Senin
bildiğin kadarını biliyoruz bizde. Dün sabah onu görmeye gittiğimde oldukça iyi
duruyor ve uyumak istediğini söyledi ve beni göndermişti çadırından. Her ne
oldu ise…” Birden hepsi susmuştu. Jeniske gözlerini açıp başını Koen’e doğru
çevirmişti. Uzun saatler sonunda kendine geliyordu. Koen onun hareket
etmemesini söylemiş ve şifacıyı çağıracağını söyleyip ayağa kalkacakken Jeniske
ona oturmasını işaret etti. Dirsekleri üzerinde yükselip sırtını yatağın
başlığına dayayıp oturur konuma gelince morarmış göğsü açığa çıkmıştı.
“Eşyalarını toplamaya başla. Gün battığında gidiyoruz.” Demişti hırıltılı sesi
ile. Koen ona bakıp kaldı. “Hiçbir yere gitmiyoruz. Bu halde yolculuk yapmayı
planlıyorsan…”
“Koen toparlanmaya başla. Çok şey alma.” Demişti. Koen sözünü kararlı bir sesle
kesen Jeniske’ye bakıp kalmıştı. Sadece o değil Maios ve Tavi’de ona bakıp
kalmıştı. Jeniske örtüyü üzerinden atmıştı. Ayağa kalkıp hızla çalışma masasına
doğru yönelmişti. Koen ise ona bakıp kalmıştı.
“Jeniske neler oluyor?” diye onun peşinden harekete geçmişti Maios. Jeniske ise
sert bir sesle konuşuyordu. “Bu kadardı. Savaş ve geri kalan hiçbir şey
umurumda değil. Dar Boğazın ardına gidiyoruz. Burada olan hiçbir şey bizim
sorunumuz değil artık. Koen beni duydun toparlanmaya başla. Gün kararınca yola
çıkacağız.” Demişti. Koen oturduğu yerden kalkmıştı.
“Ateşin mi var senin? Aklını mı kaçırdın? Ne dediğini duyuyor musun? Bunca
insanı buraya kadar getirdin Jeniske… Senelerce aylarca bunun için uğraştın.
“Koen onun sert bakışları ile birden susmuştu. Jeniske burnundan soluyordu.
“Sana hemen toparlanmanı söyledim. Bu saatten sonra bu savaş seni
ilgilendirmiyor. Beni de…” Maios birden onun kolunu yakalamıştı. “Ne saçmalıyorsun
sen?” diye bağırıp bir yumruğu yüzüne indirmişti. Jeniske yumrukla beraber
masaya tutunmuştu. Ardından tekrar kitapları ve kağıtları toplamaya devam
ederken Maios ona sinirli ve dehşet içinde bakıyordu. “Bu savaşa birlikte
girdik. Ne halt ediyorsun sen?” Maios’u susturan Koen olmuştu. “Gelmiyorum.
Nereye gidiyorsan git.” Demişti. Jeniske bunu duyduğunda elindeki kitabı sertçe
masaya fırlatmış ve onun üzerine doğru yürümüştü. “Sana seçme şansı vermiyorum.
Eşyaları toparlamaya başla!” diye bağırmıştı. Sesi öyle gür ve hırçındı ki
çadırın dışına kadar çıkmıştı. Koen ona korku ile bakıyordu. Başını iki yana
salladı. “Bana nedenini ve bu adamlara neler olduğunu söyleyene kadar hareket
bile etmeyeceğim.” Demişti. Elindeki siyah defter Jeniske’nin dikkatini çekmişti.
“O defter kurdun! Onu daha fazla elinde taşıma ve sahibine ver!” demişti. Maios
şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Benim mi?” diyebilmişti. Jeniske başını salladı.
“Siyah defter kurdun yadigarı. Kılıcı ise onun gücü. Kırmızı karganın mirası,
gücü ise nefreti. Gök mavi kitabı Balığın, gücü ise kalbi. Ve Yeşil doğa
yılanın kitabı gücü ise zekâsı ve altın kitap sahipsiz bir tanrının mirası.
Gücü ise geçmişi. Peki Tilki? Onun hiçbir şeyi yok ama dişleri arasında nefret
dolu kızıl taşı kırdığında bedeni hasar görse de ruhuna bir parça eksilmiyor.
Aksine güçleniyor. Tanrılar tanrıçalar onu kutsayamıyor ama ruhunda bir parça
bile güç azalmıyor. Lanetleri savuşturup adaleti arıyor. Yargı dağıtıp gücünü
çoğaltmaya devam ediyor. Adil olduğu için gaddar ve kalbi mantığının altında
kalıyor. O bir yabancı.” Tavi öne doğru sessiz adımlar attı. “O yabancı değil.
O bir yargıç değil mi?” demişti. Maios bu kavramın anlamını anımsayınca geriye
doğru birkaç adı atıp Koen’den uzaklaşıp ona bakıp kalmıştı. “Koen’in gücü ruhu
mu? Antik tanrıların babası Güneş’in mirasçılarından mı?” demişti. Koen ona
bakan adamlara bakıp kalmıştı. “Yargıç ne?” diyebilmişti. Tavi usulca başını
salladı. “Tanrıları bile sorgulayacak kadar gücün var. Onları bile
cezalandıracak kadar. Ölümsüzlükten daha güçlü ve acı veren bir şeydir. Nadiren
yüz yıllarda bir yargıç belirir dünyalarda. Bu sorumluluk ve saygı isteyen bir
mertebedir. Ve zorlu bir eğitim.” Demişti. Koen elindeki deftere baktı.
Ardından tekrar onlara. Jeniske bitkince sandalyeye oturmuştu. “Efsuncu
değilsin ama büyü yapabiliyorsun, sadece ruh enerjin ile. Anlamam lazımdı. Daha
erkenden anlamam ve bu döngüye seni sokmam lazımdı.” Koen ona doğru adım
attığında Maios hızla geriye doğru kaçmıştı. Yargıçlar kötü olanı
sezinlediğinde ya da hissettiğinde onları öldürmek için kendini adardı. Sadece
ruhları ve mantıkları çalışırdı. Maios elini kılıcına istemsizce götürmüştü.
Tavi ise ondan olabildiğince uzak durmak için köşeye doğru geri geri gitmişti.
“Bu kötü değil. Ben güçlüysem o zaman savaşta çok avantajlı oluruz. Bunun için
gitmemem gerek.” Demişti. Jeniske’nin yanında durmuş ve onu görmek için
çömelmişti. “Bu gücü kullanmayı öğrenip…” Jeniske elini alnından çekip ona
baktı. “Bu gücü kullanmayı öğrenemezsin Koen. O seni ve ruhunu kullanır. Yargıçlar
birer efsanedir. Onlar korkunçtur ve tanrıların üstünde nefret edilen
varlıklardır. Birisi bile bunu öğrenirse seni bir daha koruyamayız.” Demişti.
Koen ona bakıp kaldı. “Ama ben kötü değilim ki…” çaresizdi sözleri. Gözleri
kocaman açılmış halde Jeniske’ye bakıyordu. “Sorun kötü olup olmaman değil
Koen. Sorun senin kendini kaybedecek kadar kontrolsüz bir güç taşıman.” Demişti
Maios. Olduğu yerde dikilirken ürpermiş yüzünün rengi kaçmıştı. “Hatırla, Hisar
dağda köprüleri getirdiğinde yaptıklarını. Sadece Kızıl Taş o gücü sana
sağlamadı. İçinde bir şey uyandı. O… O senin yargıç olan parçandı Koen. Bunu
nasıl fark edemedim ben!” Jeniske bunu söylerken onun elindeki kitabı alıp
masaya koydu. “Gitmemiz gerek. Sakin ve huzurlu yaşamına dönmen gerek. Burası senin
için sadece yıkım olacak.” Demişti. Koen ona bakıp elini dizine doğru koydu.
“Ben hala anlamıyorum Jeniske. Nesi var bunun? Güçlüyüm ve tanrılarla
girdiğimiz bu savaşta iyi bir avantaj olabilirim. Kimsenin hayatı riske
girmeden…” Jeniske onun elinin üstüne elini koyup konuşmaya başlamıştı. “Peki
senin hayatın? Öleceksin ve tekrar tekrar doğacaksın. Normal bir şekilde ölene
kadar bu dünyada uyanıp savaşmak ve yalnız kalmak zorunda kalacaksın. Bunu
yaparken sadece acı çekeceksin. Senin hayatını kim koruyacak? Bizim bile
üstümüzde olan seni hangimiz koruyabiliriz? Qufang Kralı mı? Üç Tanrı Rahibi
mi? Yoksa Taçsız piç bir kral mı? Yaşlı güçsüz bir tanrı mı? Kim?” sesi titrek
ama sertti. Korkuları sesindeydi. Maios oraya doğru sonunda adım atabilmişti.
“Kimse koruyamaz. Güneş’in ya da antik tanrıların olmadığı yerde sen teksin.”
Demişti. Koen bunu duyunca bir an duraksadı. “O zaman bana kimse zarar da
veremez. Ölümden korkmama gerek yok ki. Yaralarımda iyileşir. Ne olacak ki?”
demişti. Tavi dikildiği yerden onlara bakıyordu.
“Her gücünü kullandığında ölümle yüzleşeceksin. Ve ölümden daha kötü şeyler
olup bir parçanı kaybedeceksin. Bu sonsuza dek sürecek. Ta ki güneş senin
ruhunu tekrar kendisi parçası yapana kadar.” Tavi bunları söylerken iç
çekmişti. Koen olduğu yerde öylece kalmıştı. “Bu… Bu şey ne peki? Yani ben bir
döngünün içine sıkışıp kaldım mı?” kelimeler güçlükle dudaklarından çıkıyordu.
Jeniske onun elinin üstüne elini koydu. “Özür dilerim. Sana bunları yaşattığım
için özür dilerim.” Histerik sözcükler dudaklarından dökülüyordu. Koen ona bakmak için başını kaldırdığında
pişmanlıkları ve hayallerinin yıkılışını yeşil derin gözlerde görmüştü. Başını
yavaşça salladı. “Yine de burada kalacağım.” Demişti. Maios bunu duyunca başını
iki yana salladı. “Gitseniz daha iyi olur.” Demişti. Sözcükleri sert ve
keskindi. Koen ona doğru başını çevirip şaşkınlıkla kalmıştı. “Gitmek mi? Bu
savaş benim de savaşım. Bir yere gitmek istemiyorum.” Demişti. Jeniske onun
elini tutup ayağa kalkıp onu da kaldırdı. “Doğru olan gitmek Koen. Daha fazla
burada kalamazsın.” Demişti. Koen ona bakıyordu. “Peki ordu? Ve senin ordun?
Onları yarı yolda mı bırakacaksın?” eliyle Tavi ve Maios’u gösterip kolunu
çekmişti. “Her ne isem bunun zarar vereceğini düşünmüyorum. Bunca sene ortaya
çıkmayan şey şimdi mi kendini gösterip benim katliamcı olacağımı
düşünüyorsunuz?” demişti. Tavi oraya doğru birkaç adım attı. “Sorun senin
katliamcı olman değil. Ne tanrılar ne de insanlar yargıçları sever Koen. Onlar
antik tarihte karanlık infazcılardır. Eğer birisi bile senin bir yargıç
olduğunu düşünürse ya da fark ederse bu senin için kötü olur.” Demişti. Koen
ona doğru dönüp elini Jeniske’den kurtarmıştı. “Kötü olacak şey ne? Beni
öldürürler mi? Ölümsüzlük gibi saçma bir şeye sahip olmalıyım. Tekrar ve tekrar
doğarım. Bunun sorun olacağını düşünmüyorum.” Demişti. Tavi onu sakinleştirmek
için yumuşak bir tonda konuşuyordu. “Eğer senin yargıç olduğunu öğrenirlerse
orduda problemler başlar. İnsanlar onları hizaya sokmak için öldüren ve
tanrıları onların topraklarından süren yargıçlardan nefret ediyorlar. Binlerce
yıl önce yeni tanrılar buraya gelmeden önce yargıçlardan ikisi bu topraklarda
bulunan bütün tanrıları katletti. Antik tanrıları. Tıpkı Dar Boğazın ardında
var olan gerçek tanrılar gibi buranında tanrıları vardı. Efir ve çocukları bu
dünyanın düzenini sağlardı. Onların krallığı ve insanlarının cenneti idi. Ve
yargıçlar onları katledip insanları kaderlerine terk etti. Birçok çocuk gece
uykularına gitmeyince anne ve babaları onları yargıçlar alacağını söyleyerek korkuttu.”
Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Ben ilk defa…” Tavi onun konuşmasına
fırsat vermeden devam etti. “İki yargıcın bu dünyanın tanrılarını katlediş
sebebini biliyor musun? Efir ve çocukları Güneş’in İmparatorluğu adı altında
büyük bir ordu kurulması için krallarına emir verdi ve bu ordu o kadar büyüyüp
ayrıldı ki en sonunda insanlar birbirini öldürmeye başladı. Yargıçlar
tanrıların düşkünlüğünü sonlandırdı. Onları cezalandırmak için öldürdü ve
babaları Efir’i alıp Güneş’e götürdü. Binlerce yıldız uzakta bir taşa erimiş
demirlerin içine zincirlensin diye.
Aynısını Dar boğazın ötesinde kavgaya tutuşan Tesna ve Hammuaş içinde
yaptı yargıçlar. Onları durdurup dünyalarını kurtardılar ve onlardan sonra
gelen tanrıları denetlemek için orada beden değiştirip uzun süre kaldılar. Her
beden bir bedel ve bir süreçti. Ta ki
birisi sonunda insanların ve tanrıların uyumunun doğruluğuna karar verene kadar
yüzlerce sene savaşlarda asker, komutan, bir sarayda fahişe oldular… Onlar
görevlerini yerine getirene kadar bedenleri değişti ama amaçları asla.” Tavi
bunları söylerken Koen şaşkınlık içinde ona bakıyordu. “Beyaz Gelincik ve Kara
Kurt masalının sonunu herkes yanlış bilir. Onlar Kuzey’i kurtardı doğru ama
bütün dünyayı kurtaran Dar boğazın Ötesinin yargıcı olan Güneş’in Kızı idi. O
düzen için çocuk doğurmaktan vaz geçti. Kocasının hastalıktan ölümünü izleyip
kendi kan bağı olan ailesini katletti ve sonunda huzur buldu ve karar verdi ki
artık insanları akıllanmıştı. Burayı düzene soksun diye son vazifesini yerine
getirip sonsuzluk uykusuna yattı. Senin görevinde bunca kargaşayı sonlandırıp
düzeltmek olsa da insanlar burada yargıçlardan korkup panikleyecek ve sana tek
bir şans bırakacaklar. “
Birkaç
adım daha ona yaklaştı. “Onları öldürmek zorunda kalacaksın. Hepsini adaletli
olmak için öldürmek zorunda kalacaksın. Güneş’in kızının yanında bir tanrı
kurdu ve tanrının mirasçısı vardı. Senin yanında ise beş mirasçı olacak.
Korkunç bir katliam yapıp bunun günahlarının affedilmesi için bu kaosu
düzeltmek için mirasçıları bile öldüreceksin. Bundan pişmanlık duyacaksın, acı
çekeceksin ve yalnız kalacaksın. Neden gitmen gerektiğini anlıyor musun Koen?”
Tavi onunla göz göze gelmişti. Koen ona bakarken korku ve dehşet içindeydi.
“Güneş’in Kızı bir tarikata ve krallığa sahipti. Asil kan taşıyordu. İradesi
güçlü ve kendini kontrol edecek şekilde çocukluğundan bu yana eğitim görmüştü.
Tanrıça Akela’nın mirasçıları ona yardım etti. Sen ise eğitim almadın. Bomboş
ve hırçın ruhun kontrolsüz. Binlerce kişiyi bir an öfke ile yok edebilecek
kadar kontrolsüz.” Tavi bunları söylerken gözlerini onun gözlerine dikmişti.
“Yüz yıllarca Tanrılar yargıçların yıkıntılarını ayağa kaldırmak için uğraştı.
Bunu yapmaya yaklaşmışken kıskanç bir tanrıça yüzünden tekrar bir yargıç yer
yüzüne geldi. Bu insanlar tarafından duyulup ozanlar tarafından dağ tepe şarkı
olarak okunursa kaosun gücünü düşünebiliyor musun?” Tavi’nin sert sözleri
Koen’i yıpratıyor ve gerçeği olacakları düşündükçe kalbine ağrı giriyordu.
“Gitmelisin.” Demişti son olarak Tavi. Babacan sesi ile son sözcükleri
söylerken gözlerindeki ışık sönmüştü. “Eğer gitmezsen herkes zarar görecek.
Uzak kalıp bilmezlikten gelmek zorundasın. Bunu yapmazsan herkes kaybedecek ve
bu savaş bu amaçlar… Nedenler hiç olacak. Güneş’in Kızı gibi bırak insanlar
savaşsın sen sonrasında toparla onları.” Demişti. Koen ona bakamıyordu. Elini
alnına koymuş ve bir süre öyle durmuştu. Tavi ondan bir tepki bekliyordu.
Yalnızca o değil odada bulunan herkes ondan bir tepki bekliyordu.
“Hayal ettiğin huzurlu yaşama kavuşmak için git.” Demişti Tavi son olarak. Koen
bunu duyunca elini alnından çekmişti. “Olmamam gereken yerdeyim.” Demişti Koen
titreyen bir sesle. Yutkunup hızla arkasını dönmüştü. Jeniske onu yakalamak
için davranamadan çıkıp gitmişti. Tavi ise kaşları çatık halde dikilen
Jeniske’ye bakıyordu. “Onu tekrar hayata döndürürken bunun olacağını bilmiyor
muydun? Nasıl yıllarca onunla yan yana bulunup da yargıç olduğunu anlamazsın.
Seni eğiten tanrılar bir kez daha oyun kuruyor olmasın Jeniske?” demişti.
Jeniske ona cevap verecekken Maios ikisinin arasına girmişti. Jeniske’ye
elindeki ceketi uzatmıştı. “Git onu bul. Hemen. Geri getir. Bu konuyu sakince
düşüneceğiz. Bir kişi bile olanları duymayacak.” Demişti. Jeniske ona
bakıyordu. Maios onun kolunu çekiştirdi. “Çıkıp onu bulalım Jeniske!” demişti.
Tavi’yi arkalarında bırakıp çıkmışlardı. Muhafızlar Koen’in ahırların olduğu
yere gittiğini söylediğinde oraya gitmişlerdi ama çoktan Koen atını alıp
arkasında bir toz bulutu bırakmıştı. “Kargaları gönderip onu bulacağım.” Demişti
Jeniske. O sırada Aiken ve Gerda diplerinde biti vermişti. Maios dikilen
Aiken’e gözlerini dikti. “Aiken ağzını sıkı tutacağına inandığı birkaç adamını
alıp Koen’i aramak üzere yola çık.” Demişti. Aiken ona ne olduğunu soracakken
Maios ona gözlerini dikmişti. “Sebebini şimdi söyleyemeyiz.” Demiş ve gözlerini
Gerda üzerine çevirmişti. Gerda onlara bakıp kaşlarını çattı. “Adamlarım
buraları ezbere bilirler ve iyi iz sürerler Koen’i bulmanıza yardım edeceğim.
Merak etmeyin ağızları sıkıdır.” Demişti. Maios ona cevap verecekken Gerda
arkasını yürüyüp gitmişti. Aiken onun peşine takılmıştı.
Gökte
kargalar uçuşurken bir manga adam sessizce Gerda ve Aiken eşliğinde Koen’i
arıyordu. Maios ve Jeniske ise atlarını almış ve madenlere doğru sürmeye
başlamışlardı. Öğlen olmuş, güneş tepelerin ardına hızla kaçmaya başladığında
iki ekibinde bakmadığı tek yer madenlerdi. Oradan askerler çoktan kampa doğru
dönmüştü. Aiken ve Gerda oraya vardığında Jeniske ve Maios çoktan
oradaydı. Jeniske kargalarının ondan iz
bulamadıklarını söylemişti. Maios elini kılıcına koydu. “Dengesiz durumda ve ne
yapabileceğini bilemiyoruz. Tavi doğruları söyledi ama çok sert konuştu. O
ihtiyar hep bunu yapıyor. Dağılıp madenin içini arayacağız. Sen, ben Aiken…” Gerda hızla atılmıştı. “Ve ben.” Demişti.
Maios ona karşı çıkacakken Aiken onun önünde durdu. “Gerda buraların yerlisi. O
bizden daha iyi bir izci.” Demişti. Maios onları süzdü ve başını salladı.
Jeniske ise dalgındı. Açık göğsüne elini koydu. “Onu bulduğunuzda iletişime
geçmeyin. Bana haber verin.” Demişti. Dördü madene girerken meşaleleri
yakmışlardı. Sessizce madenin her bir damarında gezinip onu aramaya
başlamışlardı. Saatler geçiyor ve içeride kaldıkça hastalanma riskleri
artıyordu. Gerda onlara ağızlarına bir şey koymalarını söylemişti. Ve arayışın sonu yedi kanalın birleşip tek
kanal olduğu yere vardıklarında hepsi durmuştu. “Yok!” dedi Aiken. Maios da
aynı cevabı vermişti. Jeniske elini saçlarına daldırdı. “Nereye gittin Koen?”
demişti. Düşünüyordu. Onun nerede olabileceğini düşünüyordu. Maios öksürmeye
başlamıştı. “Çıkmamız gerek. Üç saatten fazladır içerideyiz.” Demişti. Dışarı
çıktıklarında güneş kaybolmuş ve yerini çoktan yıldızlara ve aya bırakmıştı.
Hava açık ve durgundu. Jeniske gözlerini yıldızlara dikmişti.
“Onu bulmaları için kamptan bir birlik hazırlayacağım.” Demişti Maios. Endişeli
ve gergindi hepsi. Gerda ise gözlerini tepelere ve madenin karşısındaki kanyona
dikmişti. “O burada!” demişti. Eliyle kanyonun tepesindeki boşluğu gösterdi.
“Sanırım oraya bakmadık. Yol dar olduğu için bu ana damar kısmını kullanıyorlar
ama orada da bir maden var.” Demişti. Jeniske onun gösterdiği yere gözlerini
dikti. Gözleri kızıla dönmüştü. Gecede bir yabani kuş gibi görmek için basit
bir teknikti bu. Aiken oraya doğru yürümeye başlamıştı. “Yolu sağlam değil. Çok
dar ve ince. Açıkçası oraya girmek istememizin sebebi. Orada siyah tozdan çok
fazla var. Orada olamaz. Bunu o da biliyor.” Demişti. Gerda omuz silkti. “Dohen
sınırı çok geniş. Onlarca kasaba var ve eğer atını dinlendirmezse kilometrelerce
yol alacak kadar düzlük var.”
“Aptalca davrandım. Sakince onu alıp gitmem gerekirdi. Kendi acılarımı öne
çıkaracak kadar zavallıca davrandım. Hiç konuşmamalıydım. Panikledim.” Maios
ona doğru dönmüştü. Jeniske sırtını kayaya yasladı. “Kandırılmaktan başka bir
yeteneği olmayan bir aptalım. Tek yaptığım Koen’in hayatını defalarca ama
defalarca mahvetmek. Bu seferde onu
ölümden daha kötü bir şeyin içine sürükledim.” Demişti. Maios ona dikti
gözlerini. Birkaç adım ona yaklaştı ve sert bir tokadı yüzüne indirdi. Jeniske
şaşkınlık içinde kayaya yapışmıştı. Maios hızını alamayıp bir yumruğu çenesine
doğru savurmuştu. “Sen kendi kendini hırpalama. Senin için bunu ben yaparım.
Ahmak herif.” Demişti. Aiken ve Gerda onlara şaşkınlıkla bakıyordu. “Kurt mirasçısı
olduğumu ne zamandır biliyordun?” dedi. Jeniske dudağından akan kanı silip ona
baktı. “Kılıcını gördüğümden beri.” Demişti Jeniske. Maios bunun üzerine onu
yakasından yakalayıp burun buruna geldi. “Onun mirasçı olmadığını biliyordun o
zaman.” Dedi. Jeniske başını iki yana salladı. “Onu tek mirasçı sandım. Kurdun
mirasçısı olduğunu düşündüm çünkü o kılıç yadigarlardan birisi. Kitap ise
sadece bir büyücünün kitabı sandım. Ben onun seçilmiş olmadığını sadece
tesadüf…” Maios onu silkeleyip duvara doğru çarptı. “Tesadüf diye bir şey
olmadığını söyleyen sen değil miydin? Şimdi beni kandırma. Niye onun farklı
olduğunu fark ettiğinde harekete geçmedin?” demişti. Jeniske onun bileklerini
yakaladı. “Bilmiyordum. O hep böyleydi. O hep güçlü ama sessizdi. O her zaman
uyuyan bir ruha sahipti. Korkardı,
çekinirdi ve güçlü olmaya zorlanırdı. Bilmiyordum Maios. Bilseydim bu acıyı ona
yaşatır mıydım?” dedi. Göz yaşları. Bir insanın en savunmasız olduğu anın
temsilcisi incilerdi. Maios onun yakasını tutan ellerini gevşetti. Bir süre ona
baktı. Jeniske onun bileklerini bırakmıştı. “Her şey o kadar üst üste geldi ki…
Hangimiz onun bir tanrı lanetini kolayca koluna çekip kolunu acımadan kesişine
hayret edip altını sorguladık? Uyuyor hala o şey içinde. Gerçekten uyandığında o
zaman…” Maios bunları sesli düşünüyordu. Jeniske ona bakıp elinin tersi ile
dudağını sildi. “Güneş onu korusun!” demişti Maios. Elini kalbine doğru
götürdü. Jeniske’ye çevirdi başını. Jeniske onun bakışlarından ne demek
istediğini anlamıştı. “Yapabilecek misin?” demişti. Jeniske ona şaşkınlıkla
bakıyordu. “Saisa onları daima izlemek için Nasio’nun ruhunu bağladığını
söylemişti. Koen ile olan bağını kullanıp onun nerede olduğunu görebilir
misin?” demişti. Jeniske başını salladı. “Su lazım!” demişti. Gerda belindeki
matarayı ona doğru uzattı. Jeniske kayanın dibine doğru çöküp toprağı eliyle
düzeltti. “Eğer yapamayacak kadar kötü haldeysen…” Maios bunu söylerken Aiken
ona dikti gözlerini. “Yapacağım.” Demişti. Suyu dökmeden önce toprak
kımıldanmış ve üstünde dolaşan elinin altında bir zemin oluşmaya başlamıştı.
Dümdüz bir kaya belirmişti. Ufak ve otuz santim genişliğindeydi ancak. Jeniske
suyu yavaşça döktü ve kızıla dönen gözleri kapandı. Su titreşip duruyordu. Acı
çeken bir çocuk sesine benzeyen bir mırıltı sızlanma sesine benzer ses
çıkarıyordu titreşirken. Birden ‘güm’ diye bir ses ile su damlaları durmuştu. Ritmik şekilde ses devam ederken beliren
kızıllık yerini sakin bir ağaca bırakmıştı. Sakin ağaç duldasında bağlı olan
atın hemen dibinde duran ve gökyüzüne bakan Koen’in yüzü seçilebiliyordu.
Ritmik ses kalp sesiydi. Sürekli aynı tempoda atıyordu.
“Bu kalbinin sesi mi?” demişti Gerda Aiken’e doğru sokulup. Aiken başını
salladı. “Duygularla kalplerine ulaşıp onları bulabilir.” Diye fısıldamıştı.
Jeniske gözlerini aralamış halde görüntüye bakıyordu. Maios ise oranın neresi
olduğunu anlamak için dikkat kesilmişti. “Demir Leydi gelip buranın neresi
olduğunu bulabilir misin?” demişti. Gerda oraya doğru birkaç adım atıp
şaşkınlıkla oraya bakıp kaldı. “Böyle bir ağaç burada olmaz ki. Bu çayır ağacı
bile değil.” Demişti. Aiken onun baktığı görüntüyü görmek için eğilmişti.
Şaşkınlıkla kalmıştı. “Çünkü bu ağaç bizim dağlara özgüdür.” Jeniske bunu
söylerken yavaşça görüntü değişmeye başlamıştı. “Koen onu bulmamı istemiyor.
Beni sadece geçmişe atıp duruyor. Bu şekilde olmayacak.” Dediğinde görüntü
kaybolup gitmişti. Jeniske oturduğu yerde elini alnına dayadı. “Her nereye
gittiyse onu aradığımı biliyor ve ortaya çıkmayacak. “Demişti. Aiken ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. “Ne
demek bu?” diye öne doğru atıldı. “Onu aramaktan vaz mı geçiyoruz?” dedi.
Jeniske başını iki yana salladı. “Arayacağız. Her yeri. Onu bulana kadar
arayacağız.” Dedi. O gecenin şafağına kadar Koen’i aradılar ama atı dışında
ondan bir iz bulamadılar. Atını geri dönerken bulmuşlar ve gün doğduğunda
yorgun olan ekip devam etmişti aramaya. Birkaç kişi daha eklenmiş ve daha sonraki
haftada arayışlar sürmüştü.
“Komutan Koen kaçıp gitmiş. Bir nedenden terk etmiş burayı.” Dedikodu piyade,
süvari ve subay çadırlarında yankılanıyordu. Koen’in gidişi onu onursuz ve
korkak yapmıştı. Bu dedikodulara katlanamıyordu Aiken. Konuşan subaylara bakıp birden ayağa
kalkmıştı. “Kimin hakkında konuştuğunuza dikkat edin. Koen’in başına bir şey
gelmiş olmalı. O kaçıp gidecek birisi değil.” Demişti. Yemek yiyen subaylardan
birisi ona bakıp gözlerini kısmıştı. “Aşığı da konuşmaya başladı. Koen’i
ararken kaybettiğimiz zamana bak. Belli ki oyun sandığı bu savaştan korku
kaçtı. Başka hangi sebep olabilir gitmesi için. Yoksa onu becermenden mi
korktu!” kahkahalar ve ikiye bölünmüş gruptaki nefret… Aiken kılıcını
çekecekken onu durduran Gerda olmuştu elini onun elinin üstüne koydu. Gülen
herkes onun masaya gelişi ile susmuştu. Gerda bir prensesti ve saygı duyulacak
kadar anarşist bir liderdi. “Siz beyler anlaşılan kendinize eğlence
arıyorsunuz.” Demişti. O hafta Gerda’nın bütün ekibi artık kampa gelmiş ve
onlar için yeni bölge kurulmuştu. Gerda’nın savaşçıları korkunçtu. Hepsi
simsiyah boyalar süren dilsizlerdi. Asla konuşmazlardı. Gerda emir verdiğinde
sorgulamazlardı. Onunla en başta gelen komutanları onun arkasında duruyordu.
“Bir daha sevgili dostum Koen hakkında iğrenç tek laf ettiğinizi duyarsam uzun
süredir bir kadına ellememiş adamlarımı üstünüze salar ve haftalarca o koca kıçlarınızın
üstüne oturamayacak şeyler yaşatırlar size. Anladınız mı?” demişti. Sesi sert
ve alaycıydı. Aiken’e oturmasını işaret edip onun yanına oturdu. Derin
sessizlikte kaybeden taraf huzursuz ve Aiken’in subayları mutluydu. Onlar
sadece Aiken’e edilen laflardan rahatsızdı. Qufang subayları ise tepeden inme
geldiğine inandıkları Koen’in gidişinden mutluydular. Bu yüzden dedikoduları en
çok onlar yayıyordu.
“Efendi Jeniske aramaları sonlandırma emri verdi. Bu gece çıkmıyoruz. Bu
saatten sonra gücümüzü onu arayarak harcamaktan fayda gelmeyeceğini söyledi.”
Demişti. Aiken bunu duyunca ona bakan Gerda’nın gözlerine dikti gözlerini.
“Biraz daha sınırın ötesine bakarsak onu bulabiliriz. “Demişti. Gerda başını
olumsuz anlamda salladı. “Günlerdir Kargalar, adamlarım her yeri aradı ama
ondan tek bir izi bile yok. İzini Efendi Jeniske’den bile saklayabilecek kadar
yetenekli. Başına bir şey gelmeyeceğini söylediler ve böylesinin ordu için daha
iyi olduğunu söylediler.” Demişti. Aiken ona bakıp omuzlarını düşürdü. “Hiç var
olmamış gibi mi yapacağız?” dedi. Gerda başını usulca salladı. “Hiç var olmamış
gibi yolumuza devam etme emri aldık. Madenlerdeki işler bitmek üzere. Bombalar neredeyse tamamlandı. Artık yola
devam etmemiz gerekiyormuş. Ağabeyim Dohen’de büyük bir isyan başlattı ve oraya
gitmemiz gerek. Bu saatten sonra emir verildi Aiken. O senin dostundu biliyorum
ama Efendi Jeniske bile durmaya karar verdi.” Demişti. Aiken usulca başını
salladı. “Anladım.” Demişti. Jeniske için bu kararı vermek çok zordu. Koen’i
aramaktan vaz geçmezse ordu paramparça olmaya başlayacaktı. Ve daha fazla buna
devam edemezdi. Onlardan ayrılmayı düşündü ama söz verdiği onca insan, ona
güvenen binlerce adam ve kadın… Yapamayacağını Maios’da söylemişti. Kederliydi
ama devam etmek zorundaydı. Koen’in kaostan uzaklaşmış olduğu ve kendi yolunu
çizmek için gittiği gerçeğini sindirmeliydi. “Dar boğazı aşar ve orada barış
ortamında kalır.” Maios bunları söylediğinde Jeniske kabullenmişti. “Ve bu
savaş bitince onu aramak için elimizden geleni yaparız. Onu senin için
bulacağım ama şimdi olmaz!” Maios onun karışmış aklını toplamasını sağlayan en
büyük destekçisi olmuştu. Tavi ile kavga etmişti Jeniske aralarında soğuk
rüzgarlar esiyor ve Koen’in kaçıp gitmesinden dolayı onu suçlamaktan vaz geçmiyordu.
Yaşlı adam sözlerinin sertliğini biliyordu ve bundan dolayı özür dilemişti ama
gerçekliği konusunda ısrarcıydı. O gecenin sabahı Barış ordusu için yeni bir
şafak değildi ama Jeniske için Koen olmadan devam eden sekizinci sabahtı. Tek avuntusu onun yetenekli olup hayatta
kalacağı idi. Koen hakkında dedikodular kampta çalkantılar yaratıp onun
Hisar’ın tarafına geçtiğini bile fısıldayanlar olmuştu. Yaptığı fedakarlıklar
zamanla yerini hataları ve sert kaba eğitiminin hatırlanmasına bırakmaya
başlayıp yavaş yavaş adı unutulacaktı. O unutulurken Jeniske onu her gece
hatırlayıp her sabah sızlayan yarasını yok sayacaktı. Aiken sevgili dostunun ne
halde olduğunu sormaktan çok onun yaşayıp yaşamadığını merak edecekti. Yıllar
yılları kovaladıkça Koen adı orduda silinecek ve ordu çoğalacak, azalacak onu
hatırlayanlardan kimisi savaşta ölecek kimi ise onu tanımadan ordunun içinde
büyüyecekti. Yılların düşmanı olduğu şey insanın ismi ve unvanıydı. Ama asla
onu gerçekten tanıyan ve sevenler unutmayacaktı. Dohen’in Maden kasabasında
birden ortadan kaybolan Koen’in nereye gittiğini merak edenler olacaktı.
…
O
ise, uçsuz bucaksız ve sonsuz baharın sürdüğü bir çayırda iki katlı büyük bir
evde derin bir uykudaydı. Henüz oraya getirileli birkaç saat olmuş ve hafif
meltem yüzünü okşayarak onu uyandırırken üstünde gezinen kedinin ağırlığı ile
sancıyan kasları onu uyanmaya zorluyordu. Gözlerini açtığında parlak gün ışığı
onu huzursuz ediyordu. Atı yolda hızla
madenlere giderken parlak sarı gözlü bir kedinin önlerine fırlaması ile
ürkmüştü. Kedilerin sayısı arttıkça at paniklemiş ve birden onu sırtından atıp
kaçmaya başlamıştı. Son hatırladığı şey sarı parlak kedi gözleri ve ince bir
miyavlama idi. Elini alnına götürdü. Yorgundu ve kafası karışıktı. “Kedi?”
dedi. Kedi onu duymuş gibi dönüp ona bakıp yanına oturdu. Kuyruğunu bir sağa
bir sola sallıyordu. “Daha çok kedi.” Derken yatağın etrafını sarmış onlarca
çeşit çeşit kediye bakıyordu. Hepsi aynı şekilde oturmuş ona bakıyordu. Koen
nerede olduğunu anlamaya çabalar gibi etrafına baktı. Sade sıradan bir
odadaydı. İki pencerede açık, beyaz tüllerden rüzgâr içeri doğru giriyor ve hoş
bir koku taşıyordu. “Demek misafirimiz uyandı!” bu sesle beraber kediler yol
açarken kapıdan içeri yaşlı kadın içeri doğru girmişti. Koen cadıyı gördüğünde
şaşkınlıkla kalmıştı. Ona bakıp neler olduğunu soracağı sırada kadın onu
nazikçe öne doğru eğilerek selamladı. “Henüz çok heyecanlılar. Seni tanımak
için acele edip uyandırmak istediler. Onlara uslu durmalarını söylesem de kayıp
ruhlar asla laf dinlemez.” Demişti. Koen üstündeki örtüleri attığında
kıyafetlerinin gidip yerine temiz kıyafetler geldiğini fark etti. En korkuncu
ise kolu yoktu.
“Cadı, ben neredeyim?” dedi. Kadın gülümseyip kapıya doğru yürüdü. “Evimdesin.
Bir tanrının en gizli mabedinde. Kendini iyi hissediyorsan sabah çayı için bana
katı.” Demiş ve küçük paytak adımlar ile kapıdan çıkmıştı. Koen ayağa kalkıp
onun peşine takıldığında kedilerde onun peşinden aşağı doğru inmeye başlamıştı.
Tırabzanları tutup geniş salona indiğinde şaşırmıştı. Görmediği çeşitte eşyalar
ile dolu idi. Büyük rafların üstü cam ile kapatılmış ve içinde çeşitli
porselenler vardı. Büyük kitaplık bütün bir duvarı kaplıyor ve çeşit çeşit
kitaplar vardı. Ve işlemeli sandalyelerin olduğu küçük kahve masası yere kadar
inen camın olduğu yerde duruyordu. Kadın mutfaktan porselen bir çaydanlıkla
çıkıp masaya doğru paytak adımlarla gitmeye başlamıştı. “Bu çayı kendim
yetiştiriyorum. Sınırsız arazilerim içinde onun için sadece sulak bir yer lazım
ve yılda bir defa çiçek açıyor. Çiçeklerini nazikçe toplayıp kurutmak
gerekiyor. Soğuk suya koyup kısık ateşte yavaş yavaş demlenmesini beklemelisin.
Çok zahmetlidir ama özel misafirlerim için hazırlaması keyiflidir.” Demişti.
Koen onun yanına gidip sandalyeye oturduğunda kediler onların etrafını sarmış
ve Koen’i dikkatle izliyordu. Koen çeşit çeşit parlak tüyleri olan ve gözleri
iri kedilere bakmaya başlamıştı.
“Bana bir şey yapacağından korkuyorlar. O yüzden senden gözlerini ayırmıyorlar.
Onlara seni getirmesini söylediğimde birçoğu bunu kabul etmedi. Bir Yargıcın
tanrılara bile ceza keseceğini bilecek kadar yaşlıları var içinde. Şimdi de
senden gözlerini ayırmama konusunda kararlılar.” Dedi. Koen kedilere bakıp bir
süre durdu. “Neden normal formlarında değiller? Kedi olarak kalıyorlar?”
demişti. Kadın gülümsedi. “Kedileri seviyorum ve benim sevdiğim bir şey olmak
hoşlarına gidiyor. Normal formaları beyaz bir ışıktan başka bir şey değil.”
Demişti. Koen başını usulca salladı. “Seni neden buraya getirdiğimi sormayacak
mısın?” diye devam etmişti yaşlı kadın çay servisini yaparken. Koen başını ona
çevirmişti. “Aslında soracağım ama alacağım cevabın istediğim gibi olmayacağını
düşünüyorum.” Dedi. Kadın gülümsemiş ve fincanını nazikçe tutmuştu. “Bir tanrı
yanıma geldi ve senin Yargıç olduğunu söyledi. Bu durumda seni istemeyen çok
kişi olacağı için hırpalanacağını düşündüm. Kedilerim seni Jeniske’nin yanından
almaya gideceği sırada kaçtığını fark edince habersizce seni alıp geldiler.
Sanırım saklanmak istiyordun. Burada saklanabilirsin.” Dedi. Koen ona
şaşkınlıkla bakıyordu. “Gerçek mi burası. Yani bedenim bir yerde uyuyor falan
değil dimi?” demişti. Kadın ona çayını gösterdi. “Burası oldukça gerçek. Sadece
insanlar benden izinsiz ve habersiz burayı bulamaz. Her tanrının yüksek bir
yerde kendi dünyası vardır. Benimki de böyle bir yer.” Demişti. Koen etrafa
bakmaya başladı. Güneş o kadar parlaktı ki evin içini aydınlatıyordu. Etraftaki garip eşyalar ile oldukça ferah ve
hoştu. “Gerçekten beni buraya neden getirdin o zaman?” dedi. Kadın bunu duyunca
ona dikti gözlerini. “Eğitmek için. Haber yolladığım bazı dostlarım senin
eğitilmen ve bunun için burada olman gerektiğini söyledi. Sonuçta bozulmuş
düzen bizim de hoşumuza gitmiyor. Bizim bile gücümüzün yetmediği bir şeyi
düzeltecek kadar güçlü bir varlık bu dünyaya gönderildi ise onu eğitmek
gerekir.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla baktı. “Eğitmek mi?” dedi. Kadın
duvarda asılı duran garip yuvarlak daireyi gösterdi. “Oraya iyi bak.” Demişti.
Koen onun gösterdiği dairelere baktı. “Kenarda duran üç tane birbirine geçmiş
halkanın olduğu yere uzun çubuk geldiğinde bir misafirimiz olacak.” Demişti.
Koen ona baktı. “Yani ne zaman?” demişti. Kadın gülümsedi.
“Üç hafta sonra. O süre boyunca burada kalıp kendini toparlamanı ve bazı şeyler
için karar vermeni isteyeceğim. Kedilerim emrinde ve burada istediğini alıp
okuyup, yiyip keşfedebilirsin. Sadece benim odamı kurcalama. Bir hanım
efendinin odasını kurcalamak doğru olmaz. Etrafı tanı ve sana tanına üç hafta
içinde karar ver.” Dedi. Koen ona bakıp elindeki fincanı nazikçe altlığına
koydu. “Ne için karar vereceğim?” dedi. Kadın elini şaklatınca bir kedi
kitaplığa koşup hızla bir kitabı düşürdü ve ardından kuyruğu ile vurup onu
havalandırıp getirmeye başladı. Kadın kitabı eline almıştı. “Burada yargıçların
neler yaptığı ve ne yapabileceğine dair şeyler var. Ne olmak istediğine karar
ver.” Demişti. Koen onun uzattığı kitabı almıştı. Ağır ve büyük bir kitaptı.
“Olmak istemezsem vaz geçme hakkım mı var?” dedi. Kadın usulca başını salladı.
“Güneş Babamız kimseyi zorlamaz. Onlara seçenek sunar. O gün geldiğinde
misafirimiz gelecek ve sana kararını soracak.” Demişti. Koen başını salladı.
Anlaşmayı kabul eder gibiydi. “Bir şey isteyeceğim.” Dedi. Kadın ona bakmıştı.
“Kolum nerede?” demişti. Kadın gülümsedi. “Haylaz kediler ondan hoşlanmadı.
Kırmızı taşın enerjisi onları delirtiyor. Bir süre burada onu kullanmaman gerekecek.
En azından üç haftalık süre boyunca sonrasında kararına bağlı olarak bir daha o
kola ihtiyaç bile duymayabilirsin.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona baktı. Kadın
ise gülümsemişti. “Ayrıca sana bazı ufak hediyeler getirmişler. “Jeniske’ye
âşık olduğunu biliyorlar ve bu yüzden onun bazı eşyalarını çalmışlar.” Dedi.
Gülümseyerek kucağına zıplayan kedinin başını okşadı. “Onlar duygulara değer
veren varlıklar. İnsanların ve tanrıların hatta yargıçların duygularını
umursarlar. Senin için onun gömleğini ve şalını çalmışlar. Sanırım
yıkamadılar.” Dedi. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Senin onunla rahat uyuduğunu düşünüyorlarmış.
Ben gerek olmadığını söyledim ama buna gerek olduğunu ve seni kızdırmaktan
korktuklarını söylediler.” Dedi. Koen bir çocuk sesi ile birden irkilip aşağı
bakınca bir kedi ona bakıyordu. “Efendi
Yargıç, onu özleme diye onları ben çaldım.” Demişti. Koen şaşkınlıkla kediye
bakıyordu. “Te… Teşekkür ederim.” Demişti.
Bölüm Yirmi Altı
Misafirler
Günler
günleri kovaladı. Güneş battı yıldızlar belirdi, yıldızlar kaydı ay parladı
gecenin gündüz olduğu zamanlar hızla geçip gitti. Koen ve kediler artık
birbirine alışmıştı. Koen bahçede çalışırken ya da yemek yapmak için mutfağa
girdiğinde peşine takılır onunla oynamak için uğraşırdı ufak olanlar. Uyurken
onun Jeniske’nin gömleğine sarılmasına şaşırmamışlardı. İlk gece uykusuzluk
çektikten sonra gömleği ona getiren kedi sonucunda uykuya çabucak dalmıştı. Kediler
onu her yerde takip ediyordu. Çayırda keşfe çıktığında, ağacın altına oturup
kalın kitaptan sayfalar okuduğunda, yakın derede yüzen balıkları yakalamak için
paçalarını sıvayıp suya girdiğinde bile onun peşinden gidiyorlardı. Yaşlı kadın
bazı geceler eve gelmiyor ve Koen kediler ile tek başına yemek yiyip onlarla
sohbet ediyordu. Sabahları dönen kadının
sesi ile uyanıyordu. Böyle günler aynı ve sürekli hızlı geçmişti. Koen uzun
süredir orada olduğunu kitabı bitirdiğinde fark etmişti. Kadın o gecede eve
gelmeyeceğini söylemiş ve sabah geri döneceğini belirtmişti. Koen kedilerin onu
dikkatle izlemesine o kadar alışmıştı ki onları unutmuş mutfakta hızla yemek
yapıyordu. Kedilerin gerçekten yemeğe ihtiyacı yoktu ama Koen’e iş çıkarmak ve
onu oyalamak için acıktıklarını söyleyip onu rahatsız ederdi birkaçı. Koen
onlara da yemek hazırlayıp masaya koydu Birkaçı çıkıp yemeğe yumulmuşken Koen
kendisi için pişirdiği yemeğin başına oturmuştu. Kiler sürekli doluydu. Çeşit
çeşit yemek malzemeleri ve yemek yapmasını sağlayacak bir sürü tarif vardı. Sıkıntısını
gidermek için oturup yemek yapıyor ve onları yiyordu. Geri kalan zamanında
bahçede, çayırda oyalanıp daha sonrasında ise zamanını kitabı okumak için
kullanıyordu. Kitap yargıçların tarihini anlatmak üzere tasarlanmış antik bir
tarih kitabı idi. Çamaşırlarını yıkıyor asıyor ve ev işlerine koşuşturuyordu.
Günlerini böyle geçirmek hoşuna gidiyordu. Çoğunlukla Jeniske’nin onunla
olmasını istiyor ve kediler onun özlemini gidermek için bazen ondan söz edip
neler yaptığını anlatıyordu. Bu akşam yemek boyunca sessiz olan yavrulardan bir
tanesi karnı dolunca Koen’in kucağına oturmuştu. “Efendi Koen bu akşam
yıldızları izleyecek mi?” demişti. Koen yemekten sonra verandaya çıkıp orada
birkaç saat oturup yıldızları izlerdi. Koen kendi tabağını bitirmek üzereydi.
“İzleyeceğim. Sizde gelecek misiniz?” demişti. Kedi onun kucağına yayılmıştı.
“Elbette. Hanım efendi bu gece olmayacak. Sizinle olmak bizi eğlendiriyor.”
Demişti. Koen’in sakarlıkları çok hoşlarına gitmişti. Sürekli olarak yemekleri
denerken yakması, düşmesi ve küfürler savurup lekesi çıkmamış çamaşırları
yıkıyor olması onları eğlendiriyordu. Bazen hikayeler anlatması ve onlar için
kitap okuması ise en sevdikleri şeylerden birisi idi.
“Yıldızları izlerken bize sizin dünyanızdan hikayeler anlatacak mısınız?”
demişti bir başka yavru masaya doğru yaklaşıp. Koen gülümsemişti. “Elbette. Bu
sefer ne dinlemek istersiniz?” demişti. Yavrular onun etrafına toplanmaya
başlamıştı. “Efendi Koen bize âşık olduğu adamı anlatsın. O çok korkunç ama sen
onun güzel ve iyi olduğunu anlatıyorsun. Onun kalbindekileri anlatır mısın?”
demişti. Koen konuşan yavrunun tüylerini okşadı. “Elbette.” Demişti. Hızla
masayı toplayıp bulaşıkları yıkarken kuyrukları sihirli varlıklar onunla etrafı
toplamasına yardım etmişti. Koen işi bitince verandada bulunan büyük divana
oturmuştu. Yıldızlar her geceki gibi ışıl ışıldı. Beyaz ruh halinde çayırlarda
dolaşan erişkin kedilerin yanı sıra yavrular hemen onun etrafına toplanmıştı.
Kimi kucağına yatmak istemişti.
“Efendi Jeniske’yi çok mu özlüyorsunuz?” demişti kucağındaki yavru kedi. Koen
onun yumuşak tüylerini yavaşça okşadı. “Özlüyorum. Onunla kavga etmiş gibi
ayrıldık. Acaba ne yapıyor?” demişti. Kedi gülümsedi. “Dohen’e girmiş
olmalılar. Şimdi bütün tanrılar ve hanım efendi onları izliyor olmalı. Dohen de
çok kanlı bir savaş olmalı.” Demişti. Koen bunu duyunca iç çekti. “Onları
izleyebildiklerini bilmiyordum.” Demişti. Yavru ona gözlerini dikti.
“İzleyebilirler elbette ki. Sonuçta burası göklerin en üst yeri.” Demişti. Koen
bunu duyunca gökyüzüne doğru baktı. “Bugün sanki yıldızlar daha parlak ha?”
demişti. Kucağındaki kedi onun omzuna doğru tırmandı. “Evet! Muhtemelen
birazdan ışıklar yükselecek.” Demişti. Koen bunu duyunca şaşırmıştı. “Nasıl
yani?” dedi. Kedi onun omzunda oturuyordu. “Ölenler yukarı doğru süzülecek!”
dedi. Koen bunu duyunca yavaşça oturduğu yerden kalktı. Yavrular onun ne
yaptığını anlamaya çabalarken omzundaki yavru kedi oldukça rahat şekilde orada
duruyordu.
“Dohen’de savaş devam ediyor o zaman. Tahmin edilen sürede oraya varmış
olmalılar.” Demişti. Yavru kedi onunla en çok ilgilenendi. Sürekli etrafında
gezer ve ayak ucunda uyuklardı. “Evet. Sabah surları ateşe veriler. Şimdi ise
içeride olmalılar. Bakın efendi Koen. Yıldızlar ters yönde kayıyor.” Demişti.
Koen yükselen ışıklara bakıp kalmıştı. Çayırın sonsuzluğunda yükseliyorlardı.
“Onlar düşmüyor. Yükseliyor.” Verandadan inip çimenlerin arasındaki taşlı yolda
yürümeye başlamıştı. Yavru kedi onun boynuna doğru sokulmuştu. “Gece vakti
evden çok ayrılmamalıyız Efendi Koen.” Demişti. Koen onu duymuyor gibi hızlı
adımlarla bahçe kapısını geçip düzlüğe gelmişti. Çimenler hışırdarken bir sürü
kayıp etrafta dolanıyordu. Koen yükselen ruhlara bakıyordu. O kadar çoktu ki
adeta gök yüzünde bir gürültü vardı. Koen ileri doğru koştu. Çayırın ortasına
gelene kadar koşmuştu. Yavru kedi ona durması adeta yalvarıyordu. Omzuna
yapışmıştı. “Lütfen Efendi Koen burada sizi koruyamam. Geri dönelim.” Demişti.
Koen parmağını dudağına götürüp ona baktı. Evin ışıkları kaybolmuş sadece gökyüzündeki
ışıklar vardı. Etrafta uçuşan beyaz ruhların esintide çıkardığı mırıltılar
dışında başka seslerde vardı. “Dinle…” diye fısıldamıştı. Yavru kedi onun
gözlerini diktiği yere baktı. Ruhların giderken oluşturduğu beyaz ışıklı yola
baktı. Oradan gelen uğultuları duyabiliyordu. Koen biraz daha yürümüştü.
Çimenler bacaklarını gıdıklıyor ve git gide daha uzun bir hal alıyordu. Koen
sonunda onları tam olarak duyabildiği yere gelmişti. Fısıltılar vardı.
“Tanrılar bize yol göstersin…” “Ben öldüm mü?” gibi o kadar çok fısıltı vardı
ki… Koen onların asker ruhları olduğunu anlamıştı. Çoğu hala kendi formunu
koruyabilecek kadar geçmişlerini hatırlıyordu. Koen onlara bakarken bir anda
yükselen çığlıklarla irkilmişti. “Ölmek istemiyorum.” Diye yükselen çığlıklar
ardı ardına artarken öyle şiddetli bir ışık huzmesi yükselmeye başlamıştı ki
Koen parıltı ile gözlerini kısmıştı.
“Lütfen Efendi Koen geri dönelim. Ben korkuyorum.” Yavru kedinin kalbi ağzında
atıyordu artık. Koen onu omzundan alıp koluyla sıkıca göğsüne doğru bastırdı.
“Onlar Dohen askerleri mi?” demişti. Birbiri ile yarışarak yukarı doğru süzülen
ruhlar ölmek istemediklerini söyleyip ağlayarak çığlık atıyordu. Kedi onlara
bakmıyordu. Koen kesik kolu ile ışığı işaret etti. “Onlar Dohen askerleri.
Hepsi aynı anda mı ölmüş?” bunu sorarken birden birisi ile göz göze gelmişti.
Daha sonra ona bakan gözlerin arttığını hissetti. “Kurtar bizi!” diye bağıran
ışıklar ve hayaletler ona doğru yönelmişti. Yavru kedi korku ile ona doğru
sığınmıştı. “Efendi Koen onları durduracak kadar güçlü değilim.” Diye korku ile
konuşuyordu. Koen etrafında hızla dönen ve bağıran ruhlara bakıp kalmıştı. Ölen
ruhlar nasıl öldüklerinin izlerini taşırdı. Çoğunun göğsünde okun bıraktığı
delik vardı ve oradan ışık saçılıyordu. Koen onlara bakarken bir ruh tam
karşısında durmuştu. “Geri dönmemiz için izin ver.” Demişti. Koen ona bakıp
kalmıştı. “Ölüler ait oldukları yerde kalmalı.” Demişti. Kesik kolu ile ona
devam eden göç yolunu işaret etti. “Yükselip tekrar doğmak için iyileşmeniz
gerek. Onları takip etmelisiniz. Onurunuz ile savaşıp öldünüz.” Karşısındaki
ruh ona bakarken başını öne doğru eğdi. “Onurumuzla ölmedik. Bir avluda
binlerce ok biz teslim olduğumuzda canımızı aldı.” Demişti. Koen ona bakıp
kaldı. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Ruh ona doğru bir adım atmışken
arkadan gelen seslerle dağılmaya başlamışlardı. Kedilerin ruhları kendi
formlarına dönmüştü. Hepsi gelişkin muhafızlar gibi ellerinde mızraklar ile
oraya doğru geliyordu. “Hemen göç yoluna
girin!” bu tanıdık kaba ses evin en yaşlı kedisine aitti. Koen ona doğru
dönünce uzun ince bir kadın şeklinde onu görmüştü. Oldukça güzel ve genç
duruyordu. Çatık kaşları altında kedi gözleri parlıyordu. Elindeki mızrağı iki
defa yere vurduğunda ruhlar mızmızlanmayı ve bağırmayı bırakıp geri yükselmek
için diğerlerinin arasına doğru kayarken ruhların çobanları olan bu kediler
onları yola sokmak için onlarla yükselip yolunun etrafını çevrelemişlerdi.
“Buraya kadar gece vakti inmemelisiniz Efendi Koen. Hem kendinizi hem de
yavruyu riske atıyorsunuz. Henüz gelişim göstermemiş bir muhafızı onlara yem
yapmak bizim öfkemizi üstünüze çekmenize sebep olur.” Demişti. Koen kadın
ruhuna baktı. Evde şişko ve huysuz olan kedinin asıl formu demek buydu. Ona
şaşkınlıkla bakarken o ise uzanıp onun kucağındaki kediyi almıştı. Kedi bir
çocuk gibi kadının kucağında kendini göstermişti. Ufak sevimli bir oğlan çocuğu
idi. Kadının boynuna sarılmıştı. Koen onlara şaşkınlıkla bakarken yükselen
ruhların sırayı bozup gürültü çıkarmasını durdurmak için oraya doğru giden
erişkin kedilere baktı. Hepsi insan formundaydı. Et ve kandan gibiydiler. “Amacım sadece onları görmekti.” Dedi. Kadın
ona yolu göstermek için yana doğru çekildi. “Gelişimini tamamlamamız ve yarım
ruhlar gece vakti bu çayıra çıkarsa başka ruhlara yem olabilir. Gece vakti
bahçe kapısını geçecekseniz bunu tek başınıza yapıp bizden birini riske
atmayın.” Demişti. Kedi korumacı ve anaçtı. Kucağındaki çocuk ise onun boynuna
sarılmıştı. Koen kendinden uzun kadının önüne düştü. “Anlatım! Bir daha
yapmayacağım bunu.” Demişti. Kadın başını sallayıp onun peşinden yürümeye
başlamıştı. Eve yaklaştıkça bahçe kapısında endişeli olan yavruların sesi
duyuluyordu. “Anne! Anne onu buldun mu?” diyorlardı. Hepsi kardeşlerini merak
ediyordu. Koen içeride çocuk gibi heyecanlı yavruları kapıyı açınca görmüştü.
Kadın içeri doğru adım atıp tekrar kedi formuna giren yavruyu yere doğru
bırakmıştı. “Herkes hemen gidip uyuyor. Bir daha da dışarı çıkan olursa ceza
olarak bütün gün evi temizleyecek.” Demişti. Hızlıca hepsi koşarken Kedi Koen’e
durmasını söylemişti. Onunla bahçe kapısının önünde dikiliyordu. Eliyle kadın
ona bütün gökyüzü ve çayırı gösterdi. “Her zaman burada göç yoluna eşlik eden
muhafızlar yoktu. İlk düşen ben oldum. Henüz genç bir tanrıçaydı hanımım ve
onun çayırında sahipsiz bir ruhtum. O günden sonra geceleri bu formuma girip
ruhlara yol gösterdim. Düşen ve ayrılıp kaybolanları buldum ve eğitmeye
başladım. Gelişip benimle onlara yol göstersinler istedim. Eğer oraya gidip
ruhların aklını karıştırırsan ıstırap çekerler. Bir yargıcın yapmaması gereken
bir şey bu. Sende bizim gibi ruhlara yol göstermelisin. Onların yolunu
şaşırtmamalısın.” Demişti. Koen başını salladı. “Bir an için gaflete düştüm.
Tekrarı olmayacak hanım efendi.” Demişti. Kadın onun kafasına elini koydu.
Ondan gerçekten çok uzundu. “Çocuklarım ve kardeşlerim senin iyi birisi
olduğunu biliyor. Bende yavaş yavaş alıştım sana. Sözlerinde samimi olduğunu
biliyorum. Şimdi gidip dinlen. Sabah hanım efendi ve misafirleri için hazır
olmalısın.” Demişti. Koen başını eğip onu selamlayıp içeri girdi. Bahçe
kapısının kapandığını duyunca oraya doğru bakmıştı. Kadının merdiven basamağı
çıkar gibi gökyüzüne yürüdüğünü görmüştü. Onun için mucizeler diyarı gibiydi
burası. Masallarda anlatılanlardan daha ötesiydi. Ölü ruhların geçiş yaptığı
araftaydı. Orada kediler vardı ve ruhlar ve tanrılar…
Yukarı çıktığında yatağına uzanmıştı. Botlarını itekleyerek atmıştı
ayaklarından. Bir süre tavana baktı. Ahşap tavanı izlerken gözleri
ağırlaşıyordu. Yanına gelen kediyi görmek için başını çevirmişti. Onunla çayıra inen yavru kedi göğsüne doğru
tırmanıp uzanmıştı. Koen ona bakıp tekrar tavanı izlemeye başlamıştı.
“Anne sizi üzdü mü?” demişti yavru kedi. Koen başını iki yana salladı. “Hayır
anne doğru konuştu. Seni riske atmazdım!” demişti. Kedi yavrusu bunu duyunca
onun boynuna doğru ilerleyip orya kıvrıldı. “Siz Efendi Jeniske’yi mi
özlediniz?” demişti. Koen bunu duyunca iç çekti. “Bu gece alınan şehri beraber
kuşatacaktık. Bu savaş ve zaferler ikimizindi. Ve şimdi onu terk ettiğimi
düşünüyor olmalı.” Dedi. Yavru kedi mırıldamaya başlamıştı. “Merak etmeyin onu
tekrar göreceksiniz Efendi Koen.” Demişti yavru kedi. Koen bunu duyunca
gülümsedi. Yavru kedinin mırıltısı o kadar ritmikti ki onu uykuya doğru
çekiyordu. Yavaş yavaş gözlerinin kapandığını hissediyordu. Nasıl uyuduğunu
bile hatırlamadan uyanmıştı. Gözlerini açtığında güneş çoktan çayırın üstüne
doğru doğmaya başlamıştı. Aşağıdan gürültüler geliyordu. Boğuk sesler kalın
duvarları aşarken kahkahalar yükseliyordu. Hanım efendi dönmüş olmalı diye
düşünüp doğrulduğunda yavru kedinin ruh formunda yanında uyuduğunu gördü.
Sevimli altı yaşlarında ufak bir oğlan çocuğuydu. Derin bir uykudaydı belli ki,
sadece gerçekten dinlenmeye ihtiyaç duyduklarında normal formlarına dönerlerdi.
Koen onun üstünü nazikçe örtüp sessizce odadan çıktığında bir kedi ile
karşılaştı.
“Kardeşim nerede?” demişti. Koen işaret parmağını dudaklarına götürüp içeriyi
gösterdi. “Dün gece çok korkup yorulmuş olmalı. İçeride uyuyor. Onu rahatsız
etmeyin tamam mı?” demişti. Yavru kedi patilerini kapıya yaslamıştı. “Bende
uyuyacağım.” Diye kapıyı itekleyip içeri doğru süzüldüğünde beş altı yavru daha
içeri doğru koşmuştu. Koen çocuk olduklarını anımsadı onların. Yaramaz birer
yavru kedi ve çocuk ruhları idi. Gülümseyip aşağı doğru inerken üstünü
toparlıyordu.
“Günaydın hanımefendi. Geldiğinizi duymamışım.” Demişti merdivenleri inerken.
Başını kaldırdığında öylece bakıp kaldı. Tanımadığı birkaç kişi arasında
tanıdık gözler ona bakıyordu. Koen oraya bakıp kaldı. Eli kılıcını arar gibi beline
gitmişti. Tulhu’yu orada görmeyi hiç beklemiyordu. Tulhu ise onunla
karşılaştığı için huzursuz şekilde oturduğu yerde başını başka yere doğru
çevirmişti.
“Sen…” demişti Koen kenarda duran uzun şömine demirini kavrarken “Seni gidi
alçak herif.” Diye devam etmişti. Tulhu ise onun kavradığı demire şaşkınlıkla
bakıp olduğu yerden kalkmıştı. “Sakin olmalısınız!” demişti bir kadın. Oturduğu
yerde yüzüne vuran ışık altın sarısı saçlarını parlatıyordu. Kızıl kumaştan
elbiseleri beyaz tenini daha da açıyordu.
Elindeki çay fincanını nazikçe masaya bırakıp oturduğu yerde keskin koyu
gözlerini dikilen Koen’e ve elindeki demir çubuğa çevirmişti. Koen onun
bakışları ile elindeki demiri yere indirmesi gerektiğini düşündü. Eli ona itaat
edip demiri yere doğru indirirken bedenini saran gevşeklik ile kalmıştı.
“Gerçekten çok öfkeli bir ruhmuş. Bana birisini hatırlatıyor.” Demişti. Yaşlı
kadın kıkırdamıştı. “Hatta birebir ona bile benziyor.” Deyip ayağa kalkmıştı.
Koen’in tam önünde durmuştu. Neredeyse onun boylarında olan kadın gülümseyip
Koen’in nazikçe arkaya doğru toplanmış dağınık saçlarını okşamıştı. “Kara Kurt
Daki kadar öfkeli bir ruhu var. Ama eğitilebilecek kadar taze ve genç.”
Demişti. Yaşlı kadın gülümsemişti. “Aslında uysal ve uzlaşmacıdır. Sadece bazen
heyecanlanabiliyor.” Demişti. Kadın onun yanağına nazikçe dokundu. “Bu onun
gerçek formu mu?” demişti. Elini Koen’in kesilmiş koluna doğru indirmişti.
“Hayır!” demişti ihtiyar kadın. Masada oturan bir diğer kişi ete kemiğe
bürünmüş anne kedi idi. İnsan formunda orada oturuyordu.
“Belli, ruhu bedeni ile çok uyumsuz. Kolunu acımasızca kesmesine şaşırmamalı.
Ona ait olmayan bir şeyi harcayacak kadar hoşgörüsüz ve eğitimsiz.” Demişti
sarışın kadın. Gözlerini Koen’in gözlerine dikmişti. “Çay için bizimle otur
Koen.” Dedi. Koen ona itaat edip masaya yanaşmıştı. Tek boş sandalye Tulhu’nun
yanındaydı. İkiside yan yana olmaktan mutlu değildi. Ama yapacak başka bir şey
yoktu. Tulhu siyah kumaşa sarılı bir kitap taşıyordu kolunun altında. Onu
bırakma konusunda kararsız ve sanki bırakırsa dünyası başına yıkılacak gibi
hissediyordu. Koen onun gizlediği kitaptan aldığı enerjiyi hissediyordu. Ama
dikkatini sarışın kadının yanında oturan simsiyah saçları olan esmer kadının
konuşması çekmişti. “Onu uyandırdın peki beni neden uyandırdın uykumdan?”
demişti. İhtiyar kadın Koen’i işaret etmişti. “Onun bedenini bağışlamanız
için.” Demişti. Koen elin göğsüne doğru koymuştu. “İyi de doğmayı seçtiğim
benden…” Esmer kadın masaya doğru eğilmişti. Saçları o kadar koyuydu ki güneş
yansısa bile bütün ışığı yutuyordu adeta. Yeşil gözlerinin içinde binlerce
yıldız vardı. “Bu beden sana ait değil. Onu izinsizce geçmişten çekip almışsın.
Eminim bir ruhu sırf bu yüzden huzursuz etmiş olmalısın. Siz Yargıçlar
sınırları olmayan varlıklarsınız. Ne terbiyesiz bir çocuk ama.” Demişti.
Ciddiyetini yanındaki sarışın kadının gülmesi bozmuştu. “Aisoo gerçekten kötü
kadını oynayacaksın ha? Öteki tarafta bile değişmemiş bir yabanisin. Ağabeyin
Daki gibi hep birilerini suçlamaya devam ediyorsun.” Demişti. Kadın bunu
söyleyen sarışın kadına dönmüştü. “Hadi ama biraz korkması gerek bizden. Yoksa
ona antik eğitim verebilecek kadar cesur hale getiremeyiz.” Demişti. Koen iki
kadına bakıyordu. İkiside gençti ama ruhları… Ruhları o kadar yaşlıydı ki Koen
onların ne kadar ruhlarını tanıyamıyordu.
“Koen bu kadının seni korkutmasına izin verme. Kendisi kan kardeşimdir.
Ölümünden sonra bile tanrılar katında hizmetini sürdürmüş başarılı bir baş
rahibedir.” Demişti. Aisoo bunu duyunca
gülümsemesi büyüdü. “Bunun için eğitildim ve bu vazifem sonsuzdur. Ave ve Akela
tanrıçaların baş hizmetkarı olmak yeminimdi. Onları huzurlu tutmak için elimden
geleni yaptım.” Dedi. Koen hikâyeyi bir an için anımsamıştı. “İkiz
hükümdarların gerçek annesi Aisoo.” Demişti fısıldayarak. Kadın bunu duyunca
bir an duraksayıp ona baktı. Koen ise ona bakıp gülümseyip birden ayağa kalktı.
Öne doğru hızla eğilmişti. “Hanımım. Terbiyesizliğim için beni bağışlayın.
Sizleri tanıyamadığı için bu aciz kulunuzun kusuruna bakmayın. Sizler Kuzey’in
kurucularının yoldaşları ve geleceğinin yaratıcısı olanlarsınız.” Demişti. Koen
onların hikayesini Qufang’da okumuştu. Eski kitaplarda Mavi orman rahibesi ve
Güneş’in Kızı’nın arkadaşlığı ve fedakarlıklarının olduğu bir kitap vardı.
Orada ikisinin de büyük savaşta yaptığı fedakârlık anlatılıyordu. Aisoo
çocuklarını doğurduktan sonra kapıyı kapatmak için kendi bedenini kullanmış ve
çocuklarını Güneş’in Kızı büyütmüştü. İkizi imparatorlar denilen kızı ve oğlu
ise bugün Kuzey’i altın topraklar yapanlardı. Koen onların ruhunu neden
anımsayamadığını şimdi anlamıştı. İkiside bin yıllık bir geçmişin parçası idi.
Aisoo utançla gülümsemişti. “Bizi tanımış olman bile imkânsız bir durum. Otur
lütfen. Bu gereksiz saygı şeylerini hiç sevmemişimdir.” Dedi. Koen onun demesi
ile oturmuştu. Tulhu ise gözlerini kısıp Koen’e bakıyordu. “Onları nereden
tanıdın ki?” demişti. Kendisinden bile eski olan bu ruhları o bile
tanıyamamıştı. “Qufang kütüphanesinde Kurt Ayezi onlar hakkında bir kitap
yazdırmış. Kuzey tarihi orada saklanıyor. Büyük savaş ve her bir kahramanın
kayıp masalı.” Demişti. Güneş’in Kızı bunu duyunca gülümsemişti. “Ah şu Ayezi.
Yaramaz bir köpek ve çocuktan daha fazlası olup kendi soyunu yaratabilecek
kadar büyüyüp benim görevimi bile yerine getirmiş.” Dedi. Koen kadınlara hayranlıkla bakarken onların
hemen uzağında köşede oturan adama göz ucu ile baktı. Onu tanıyamıyordu. Kim
olduğuna dair bir fikri bile yoktu. Gri saçları ve çirkince bir yüzü vardı.
Saçlarının bir kısmında ise boncuklar vardı. Yüzü buruşuk ve yaşlıydı. Sessiz
ve gözleri beyazdı. Koen’e birden beyaz gözlerini çevirince Koen korku ile
Tulhu’ya doğru kaymıştı. Tulhu ise buna gülmekle yetinmeyip onu dürtmüştü. “Onu
tanıyamadın mı?” demişti. Koen başını iki yana sallayınca Anne kedi iç
çekmişti. “Kendisi İlk dağ rahibi.” Demişti. Koen şaşkınlıkla konuşan anne
kediye dönmüştü. Dün geceki gibi zırhlı değildi. Üstünde sıradan bir elbise ve
cübbe vardı. Koen adam tekrar bakarken adam gülümsemişti. “O da mı ruhlar
aleminden…” Koen bunu fısıltı ile Tulhu’ya sorarken adam cevaplamıştı. “Ruhlar
aleminden gelmedim. Hala damarlarımda kana kıp kalbim atıyor. Sadece bir
süredir… belki de uzun süredir inzivadaydım. Darta tapınağında Dar Boğazın
ötesindeydim.” Dedi. Koen şaşkınlıkla kalmıştı. Tulhu ise saygıyla başını
eğdiğinde Koen’in kulağına fısıldamıştı. “O belki bin yaşında… Nasıl hayatta
kaldı bilmiyorum ama kafası kırık.” Demişti. Koen bunu duyunca kalmıştı. Adamın
derisi kemiğine yapışmış ve kararmıştı. Saçı sakalına karışmış dişleri
dökülmüştü. İhtiyar kadın gülümseyip boş fincanını salladı. “Anlaşılan tanışma
faslımız bitti. Şimdi asıl konuya gelelim.” Demişti. Güneş’in kızı ellerini
birbirine vurduğunda boşlukta bir alev çemberi belirip genişlerken bir tapınak
ortaya çıkıyordu. “Zamanı geldiyse benim mabedime geçelim.” Demişti. Herkes
ayaklandığında Koen birden oturduğu yerde kalmıştı. “Hanımefendi!” demişti.
Yaşlı kadın onu duyunca dönmüştü. “Burada kalıp kalmayacağımı sormak için üç
hafta vermiştiniz. Süre doldu!” demişti. Kadın usulca ona doğru döndü. “Kararın
nedir?” dedi. Koen yavaşça ayağa kalkmıştı. “Yargıç olacağım ama bir isteğim
var. Eğitimin nasıl zorlu ve terbiyenin ne kadar can atıcı olacağını her şeyi
okudum. Bunların hepsini yapacağım. Fakat tek bir şey istiyorum.” Dedi. Hepsi
ona bakıyordu. Koen derin bir nefes alıp başını öne doğru eğdi. “Jeniske’nin
kalbini kırarak ayrıldım oradan. Korkak gibi kaçıp gittim. Ben ona veda etmek
istiyorum.” Dedi. Kadın ona bakıp iç çekti. “Burada olduğunu bilmesi doğru
olmaz Koen. Onun bilmesi düşmanlarını uyandırabilir.” Dedi. Koen başını aşağıda
tutuyordu. “Sadece veda etmek istiyorum.” Dedi. Kadın başını iki yana salladı.
“Birisi bile senin adını sen varken söylerse senin döndüğünü fark ederler. Bunu
yapamayız.” Dedi. Koen bir süre öylece durdu. “Peki sadece onu bir defa göremez
miyim? Ben konuşmayacağım ve o da beni görmeyecek. Buna yemin ederim. Şerefim
ve haysiyetim üzerine yemin ederim. Sadece uzaktan son defa…” Kadın tam bir şey
söyleyecekken Tulhu onun önüne geçmişti. “Sorumluluğu ben alıyorum. Sadece
birkaç dakika için onu gölgelerden geçirebilirim.” Dedi. Yaşlı kadın kaşlarını
çatmıştı. “Sorumluluk sende.” Demişti. Koen bunu duyunca hevesle başını
kaldırmıştı. Güneş’in Kızı açılan kapıyı kapatmıştı. Tulhu ise kenarda duran
gölgeyi göstermişti. “Sadece birkaç dakika Koen. Sesin çıkarsa seni boğarım.”
Dedi. Koen hevesle ona bakıyordu. Gölgeye doğru yürürken Tulhu ona elini
tutmasını söylemişti. Gölgeye girdiklerinde zaman anlamsız ve mekân tutarsızdı.
Koen heyecanla karanlığın ucunda beliren ışığa bakıyordu. Tulhu ona konuşmamasını
söyleyip yavaşça ışığa doğru çektiğinde Dohen sarayının taht odasında büyük
gösterişli perdelerin ardında belirmişlerdi. Koen perdenin ucuna doğru
yaklaşırken Tulhu onun elini bırakmıştı. Toplantı yapıyorlardı. Dohen kuşatması
bitmiş ve kayıpları konuşuyorlardı. Aiken yine heyecanlı ve atılgandı. Maios
ile kafa kafaya tartışıyordu. Mona ise kenarda oturmuş hızla bir şeyler
yazıyordu. Masada herkes vardı. Komutanlar subaylar ve Jeniske. Tavi ile yan
yana oturmuş önündeki kağıtlara bakıyordu. Hemen diğer yanında ise yabancı bir
yüz. Koen ona bakıyordu. Elini perdenin kenarına doğru koymuş dar aralıktan
onun yüzünü görmeye çabalıyordu.
“Anlaşılan hazinede çok bir şey kalmamış. Bunu kenti yenilemek için kullanın
Elias.” Jeniske’nin sesini duyduğunda kalbi o kadar hızlı atmıştı ki ağzından
çıkacak gibiydi. Bacakları titremişti adeta. O an perdenin ardından koşmak
istedi ama bileğini yakalayan elle olduğu yerde kalmıştı. Tulhu onu tutmuş ve dikkatle ona bakıyordu.
Koen derin bir nefes aldı. İncecik bir mırıltı gürültüde silinip gidecek bir
sesle fısıldadı. “Tekrar görüşene kadar hoşça kal!” bu sözcükler ile Tulhu onu
hızla geri çekmişti. Jeniske ise onu duymuş gibi birden gözünü perdeye doğru
dikmişti. Oraya doğru kalkıp hızla kalın perdeleri çektiğinde Tulhu ve Koen
çoktan tekrar çayırlara dönmüşlerdi. Tulhu onu tam azarlayacakken Koen nazikçe
onu selamlamıştı. “Teşekkür ederim.” Demiş ve doğrulup derin bir nefes
vermişti. Kalbinde bir kırıklık vardı. Tarif edilemez burukluk çenesini
titretiyordu. Akan göz yaşlarına rağmen doğrulmuştu.
“Kaderimi kabul etmeye hazırım hanımefendi.” Demişti. Aşkın acı verebileceğini
anlıyordu. Ama bu kadar korkunç bir duygu olduğunu hiç düşünmemişti. Sevmek kolaydı. Birisini beğenmek ama onu
sevdiğin halde onu gördüğün halde ona dokunamamak can yakıcıydı. Jeniske birkaç
adım uzağında gibiydi. Ona dokunsa birden onunla göz göze gelse bütün acıları
son bulacak mıydı? Kaçtığı kaderi onu korkunç bir sona sürükleyecekti. Bunu
biliyordu ve acısını şu anlık dindirmekten başka şansı yoktu. Jeniske onun
kayboluşundan bu yana geçen her günde uykusunu bölen kabusların ardından tekrar
onun sesini duymanın heyecanı ile araladığı perdede boş duvarı gördüğünde
kalbindeki kırıklık ile başını öne doğru eğmişti. O gün toplantıyı rahatsız olduğu
gerekçesi ile terk etmişti. Koen’i duyduğundan emindi. Birkaç adım yakınında
onun kalbinin sesini duyduğundan o kadar eminken boş bir duvarla karşılamak onu
sarsmıştı. Dohen kralının kolunda açtığı yaradan dolayı rahatsız olduğu
bahanesi ile kendini odasına kapatmıştı. Her geçen gün Koen’i unutmaktan ve onu
bir daha göremeyecek olmaktan o kadar çok korkuyordu ki bir çocuk gibi örtülerin
altına saklanıp ağlamak istiyordu.
…
“Hazır mısın gerçekten?” Güneş’in Kızı onun tam önünde duruyordu. Koen birden
elinin tersi ile göz yaşlarını silmişti. “Hazırım. Geri döndüğümde daha güçlü
olacağım.” Demişti. Güneş’in Kızı’nın uzattığı eli tuttu ve yavaşça tapınağa
doğru geçti.
Bölüm Yirmi Yedi
Ölüm
Jeniske
ona ikram edilen içkiyi alıp gülümsemişti. Dohen’in alınışından bu yana bir
hafta olmuş ve yakında ordu tekrar harekete geçecekti. Jeniske oturduğu yerde
çalınan müziği ve dans eden gösteri yapanları izlerken Elias onunla sohbet
ediyordu. Oturduğu yerde onunla konuşurken Jeniske o gün duyduğu kalp atışı ve
fısıltıyı unutamamıştı. Salonu kaplayan büyük sarı perdelere doğru gözleri
kaymıştı. Koen’in orada olduğunu düşünmesinin bir nedeni olmalıydı. Gözleri
oraya kaydığında Elias’ı dinlemeyi unutmuştu. Bir aydır Koen’e dair hiçbir iz
yoktu. Bazen kargalarını gönderip etrafa bakmalarını sağlıyordu. Ona dair
ufacık iz görmek hatta hayatta olduğunu bilmek onu rahatlatacaktı. Eli göğsüne
doğru gitmişti. Kalbi o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki ellindeki içki dolu
bardak şiddetle titriyordu. Elias ona bir şeyler olduğunu fark ettiğinde hemen
onu oturduğu yerden kaldırıp salondan çıkardı. Jeniske kalbinin bu kadar
şiddetli çarpmasına dayanamayıp koridorda duvara yaslanıp oturmuştu.
Kaburgalarını parçalayacak kadar hızlı çarpan kalbi onu kontrolsüz bırakıyordu.
Gözleri karardıkça etrafında bir ses duyuyordu. “Dayan!” o kadar şiddetli
geliyordu ki bu ses. Bir kadına aitti. Birkaç kadına… Jeniske kalbindeki
sancıyla beraber dişlerini sıkmış ve ardından elini göğsüne doğru sertçe vurup
bağırmıştı. Olduğu yerde şiddetle titreyen bedeni yanıyor ve ter boşalıyordu
alnından. Dişleri arasından çıkan tıslama sesi ile nefesi kesik kesikti. Elias
onun bir çeşit şoka girdiğini düşünüp hemen hekim çağırmaları için bağırmıştı.
“Kardeşim! Kardeşim kendine gel!” derken Jeniske onun sesini duyuyor ama tepki
veremiyordu. Eti parça parça ediliyor gibi hissediyordu. Bütün damarları tek
tek parçalanıyordu sanki. O kadar şiddetli bir acıydı ki bilincini açık tutmak
imkansızdı. Bedeni titrerken vücudunun soğuduğunu düşündü. “Koen sakın
kendinden geçme!” yabancı kadın sesi bunu söylediğinde Jeniske birden gözlerini
açıp bağırmıştı. “Dur!” diye bağırıyordu ama bedeni o kadar acı çekiyordu ki
ikinci kez bunu söyleyemedi. Gözleri kararmış ve çığlık atmak isterken sadece
boşlukta sesinin boğulduğunu fark ediyordu. Binlerce an… Koen ile geçmişte
yaşadığı binlerce an zihninden fırlayıp adeta boşluktan ışığa doğru akıyordu.
Zihnin içi karman çormandı. O kadar bulanıktı ki ne yapacağını bile bilemiyordu.
Bağırmaya çabalarken yanından yürüyüp geçen kişiyi gördü. Çırılçıplak bedenini
saran tek bir kumaş bile olmadan geçen o kişi arkasında süzülen kan damlaları
bırakıyordu. Ölmeden hemen saniyeler önceki Koen’in bedenini görmek onu
korkutmuştu. Işığa doğru yürürken Jeniske onu yakalamak için arkasından
koşmuştu. Işık gözlerini yakacak kadar şiddetliydi. Duyulan çığlıklar ile
alışan gözlerini açtığında karşısında dümdüz bir mermer zemine yatırılmış
kanlar içinde bağıran Koen vardı. Yattığı yerde bedeninden kanlar sızıyor ve
hemen yan tarafta o eski formu vardı. Ölmeden hemen önceki o bedeni çok
zayıftı. Derisi kemiklerine yapışmış gibiydi ama hala oydu. Eti bembeyaz ve
kemikleri belli olacak şekildeydi ama oydu. Jeniske kalbindeki acının durduğunu
fark etmişti. Koen’in çığlıklarının bittiğinde. Derin bir sessizlik başlamıştı.
“Senin sıran keşiş!” demişti simsiyah saçlı kadın ellerini Koen’in alnından
çekip. Halsizce yere çökmüştü. Keşiş Koen’in göğsündeki hançeri yavaşça
çekerken dudakları hareket ediyordu. Bir şeyler fısıldayarak hançeri Koen’in
göğüs kemiğinden çıkarmıştı. Yavaşça diğer zeminde yatan bedene doğru yürürken
hançerin ucunda parlayan ışık yavaş yavaş artıyordu. Keşiş yaşlı, çirkin ve
titrekti. Hançeri Keon’in gerçek bedenin tam göğüs kemiğine sapladığında başını
yukarı doğru kaldırmıştı. Bedenin başında bekleyen sarışın kadın ise ellerini
Koen’in şakaklarına dayamıştı. Jeniske oraya doğru adım attığında bir elin onu
boğazından yakaladığını hissetti. “Olmaman gereken bir yerdesin!” diye tanıdık
ses Tulhu’nun sesiydi. Odada herkes onu görüyor gibi ona bakarken Tulhu onu
hızla gölgeye doğru çekmiş ve birden aşağı doğru bırakmıştı.
Jeniske
yere çakıldığında yattığı yerden hızla sıçramıştı. Nefes nefeseydi ve kan ter
içinde kalmıştı. Elini göğüs kemiğine koymuştu. “Onu öldürdüler! Derken göz
yaşları akıyordu. Aiken onun yanına koşmuştu.
“Efendim!” demişti. Jeniske elini göğsüne doğru koymuştu. “Onu
öldürdüler. Yine!” derken göz yaşları akıyor ve sinirden yumruğu gıcırdıyordu.
“Kimi?” demişti. Jeniske elini kalbinde hissettiği boşluğa doğru kaydırdı.
“Kalp atışını hissedemiyorum. Koen’i öldürdüler.” Bu onun için aşılması zor bir
sanrıydı. Onun için hayatındaki en büyük kayıp ve unutamayacağı bir olaydı.
Ardı ardına gelen sinir krizleri ve lanetler onu yenilmez gaddar karga
yapacaktı. Tulhu onun orada olmaması gerektiğini söyleyip onu dışarı attığında
gördüğü şeyin rüya olmadığını fark etmişti. Koen’in ölümünü gördüğünden emindi.
Bu acı ile haftalarca ortalıkta terör estirecek ve nefreti onu kusursuz bir
savaşçı yapacaktı.
…
“Onun burada olmaması gerekiyordu!” Tulhu bunu söylerken endişeliydi. Güneş2in
Kızı ellerini yavaşça Koen’in şakaklarından çekip gözlerini açmıştı. Hançer
yavaş yavaş toz olup kaybolurken ihtiyar olduğu yere çökmüştü. “Onu içeri alan
neydi?” demişti Aisoo. Elini yorgunca alnına doğru koymuştu. “Bilmiyorum. Ama
bütün geçitler kapalıydı.” Dedi. “Benim hatam!” hırıltılı ses ile zayıf beden
kıpırdanmıştı. Koen o kadar güçsüz hissediyordu ki sadece başını Tulhu’ya doğru
çevirebilmişti. “Ben acı çekiyordum ve onu düşündüm. Onu düşünüp kapıyı açtım.”
Dedi. Tulhu derin bir nefes almıştı. “Duruma gidip bakacağım.” Dedi. Koen ise
olduğu yerde yanda ölü yatan bedene baktı. Cansızca yatan beden gözleri kapalı
halde huzurluydu. “Her şey yolunda gitti mi?” demişti bedenini oynatmaya
çabalarken. Aisoo ölü bedenin olduğu mermerden tutunup ayağa kalktı. “Bunu zaman gösterecek. Sonuçta üç yüz yıl
önce ölmüş bir bedeni dirilttik. Bu bedene alışman ve onunla ahenk sağlamak
senin elinde.” Demişti. Koen kıpırdamayan bedenini hissedemiyordu bile. “Nasıl
hissediyorsun?” demişti Güneş’in Kızı onun üstüne örtüyü örterken Koen yorgunca
gözlerini kapamıştı. “Yorgun.” Demişti. Bir haftadır bunun için
hazırlanıyorlardı. Üç hafta önceden beri cesedi tekrar diriltmek için
uğraşıyorlardı. En iyi formuna getirmişlerdi. Bütün organları tam ve beyni
sağlam hale getirmek için onu hazırlamışlardı. Ve son üç gündür ruh ve hafızayı
aktarmak için ritüel yapıyorlardı. Koen’in bu süreç boyunca zihnini ve ruhunu
uyanık tutması gerekiyordu. Bunu yapmak çok acı vericiydi ve onu tüketebilirdi.
Yine de başarmıştı. Şimdi ise sadece uyumak istiyordu. Yorgunca gözlerini
kapadı. Bu uyku onun için çok uzun sürecekti. Bedeni uyuşup kanı tekrar normal
şekilde akana kadar uykuda kalacaktı. Güneş’in Kızı onun uykuya geçtiğini fark
ettiğinde nazikçe alnına dokundu. “Bir hafta boyunca kuluçkada kalacak. Bu süre
içinde onu uyandırmamalı ve toparlanmasını sağlamalıyız. Tulhu’dan kitabı geri
götürmesini isteyin.” Dedi. Aisoo ona bakıyordu. “Kız kardeşim benim zamanım
doldu. Seni tekrar huzurlu diyarımızda bekliyor olacağım.” Derken yavaş yavaş
bedeni kuma dönüp yok oluyordu. Sadece o değil keşişte oturduğu yerde son
nefesini vermiş ve yavaş yavaş un ufak olurken gülümsüyordu.
“Sevgili kızım onu bir süre boyunca bu yerde tutacağım. Bedenin yaşamsal
fonksiyonlarını kontrol edebileceği zamana kadar burada kalacak. Sen geri
çayırlara dön ve benden haber bekle. Anlaştığımız gibi herkesin onun öldüğünü
düşünmesini sağlayın. Bedenini temizleyin ve teslim edin Karga Lider’e.” Dedi.
Yaşlı kadın başını sallamıştı. Yanında dikilen kedi anne doğrulup tekrar insan
formuna dönmüştü. Koen’in ölü bedenini kucaklayıp açılan yerden eve doğru
geçmişti. Günün öğle vaktiydi artık. Yavrular Koen’in ölü bedenini gördüklerinde
korku ya kapılmışlardı.
“Anne, hanım efendi o öldü mü?” yavrular sürekli bunu sorarken kedi anne onu
alıp evin en alt katına inmişti. Onu temizlemişti. O gün onu getirirken giydiği
kıyafetlerini giydirmişlerdi. Kolun takmışlardı. Onu buldukları anki haline
getirmişlerdi.
“Mektup!” demişti anne. Hanım efendi mektubu yavaşça cebinden çıkarıp Koen’in
göğsüne doğru sıkıştırmıştı. “Onu Dohen kapısına götürecek bir at arabası
hazırladık.” Demişti içeri giren bir erkek kedi. Yavrular ona ne olduğunu
anlamamış halde sessizce bekliyordu. Anne kedi kendi formuna geri döndü.
Arabaya doğru süzülerek taşınan bedene öncülük ediyordu.
“Onu siz mi götüreceksiniz hanım efendi?” demişti. Kadın at arabasına
oturmuştu. Atların yularlarını eline almıştı. “Bu konuda endişeniz olmasın.
Kısa sürede geri geleceğim. Şimdi lütfen evimize iyi bakın.” Demişti. Çayırda
at arabası süzülerek giderken yavrular giden Koen’in arkasından bakıp kalmıştı.
“O başardı çocuklarım. Endişeniz olmasın yakında tekrar gelecek.” Demişti. O
zaman hepsi rahatlamıştı.
…
At
arabası meydana ilerlediğinde gelen cesedi görmüşlerdi. Hemen haber Dohen
sarayındaki ordunun liderlerine ulaşmış ve at arabası oraya doğru sürülmüştü.
“Bu gerçek olamaz!” demişti Aiken oraya doğru hızla giderken. Yanındaki adam
onun hızına yetişmek için koşuyordu. “Onu tanıyanlar teşhis etmiş bile. Komutan
Koen olduğunu söylüyorlar.” Dedi. Aiken ana avluya inmişti. Kalabalığı yarıp
geçti ve cesedin üstündeki örtüyü açınca birkaç adım gerilemişti. Koen’in
solmuş yüzü ve kapalı gözlerine bakıp kaldı. Hızlı hızlı nefes alıyordu.
Qufang’lı bir komutan oraya doğru yaklaşmıştı. “Lanet olsun gerçekten de o!”
demişti. O anda etrafta derin bir sessizlik olmuştu. Aiken elini çenesine
götürdü. “Efendi Jeniske’ye haber vermek için bir birlik gönderin.” Demişti. Av
için şehrin dışına çıkan Jeniske’nin yanında Maios ve Elias vardı. Ona gidecek
adamlar yola çıktığında Aiken cesedin hemen gasil hane olan yere alınmasını
istemişti. Gerda haberi duymuştu. Hemen oraya doğru gitmişti. İçeri girince
Tavi ve Aiken’i görmüştü. Qufang’lı birkaç komutan vardı. İki hekim cesedi
tarıyordu. Aiken elinde bir mektup tutuyordu.
“Kim yapmış?” demişti Gerda cesedi görmek için öne doğru atılıp. Koen’in yüzünü
gördüğünde olduğu yerde ayakları kilitlenip kalmıştı adeta. Hekimlerden yaşlıca
olan başını eğmişti. “Zehirlenmiş. Damarları kararmış. Güçlü bir zehir olmalı.
Ama yara yok. İçmiş ve bunu…” Gerda başını iki yana sallamıştı. “Bunu yapacak
birisi değil.” Demişti. Tavi ise ellerini arkasında birleştirmişti. “Bu
mümkün!” demişti. Aiken elinde Jeniske için yazılı olan mektubu sıkıca
tutuyordu. İçeri doğru Nasio’nun girdiğini görmüştü. “Komutan Koen öldürülmüş
doğru mu?” demişti. Cevap gördüğü ceset ile ona verilmişti. Bir an için öylece
kaldı. Aiken başını iki yana sallamıştı. “Cesede tekrar bakın. İğne izi ya da
herhangi bir şey.” Hekim dördüncü defa taramayı yapacaktı. Ama onu durduran şey
sert botların mermer zeminde çıkardığı ses olmuştu. Jeniske geniş iki kanatlı
üçüncü kapıyı hızla itip içeri doğru girmişti. Soğuk zemin üzerinde yatan
cesede bakıp kaldı. Bir süre gördüğünün doğruluğundan emin olmak ister gibi
baktı. Ardından oraya doğru yürümeye başlamıştı. Aiken gergindi. Olabilecek
şeyden çok korkuyordu. Jeniske aklını kaçırabilirdi. Onu durdurmak için birkaç
adım öne çıktı.
“Mektup! Bir mektup bulduk!” demişti. Jeniske onun uzattığı mektuba baktı. Ama
bu yeterli değildi. Onu kenarı doğru itekleyip bir anda olduğu yerde kalmıştı.
Cansız ve solmuş bedene öylece bakıp kalmıştı. Maios ve Elias oraya son anda
yetişmişti. Maios içeri girince bağırmıştı. “Boşaltın burayı!” demiş ve herkesi
azarlayarak dışarı çıkarmıştı. Komutanlar çıkınca Aiken ve Elias’a kapıları
kilitlemesini söylemişti. Oğlu dışarı çıkmamış ve köşede Gerda’nın yanında
duruyordu. Jeniske yavaş adımlarla mermere doğru yaklaşmıştı. “Hayır! Hayır!
Hayır!” bir süre bu sözcükler dudakları arasında dolaştı. Elini Koen’in soğuk
yüzüne koşmuştu. “Ölmüş olamaz. Onu kimse öldürecek kadar güçlü değil.”
Demişti. Tavi sessizce ona bakıyordu. “Damarları kararmış. Kendini zehirlemiş.”
Demişti. Jeniske elini ağzına doğru götürmüştü. “Bu doğru mu?” demişti. Aiken
başıyla onaylamıştı. Maios ise onun elindeki mektubu istemişti. Açıp bir süre
baktı. Ardından boşlukta sesi yayılmaya başlamıştı.
“Özür dilerim Jeniske.” Demişti. Jeniske ona doğru dönünce Maios okumaya devam
etmişti. “Devam edemiyorum artık. Sorumluluğunu taşımak istemiyorum artık bu
dünyanın. İkinci defa aynı şeyleri yaşamak ve kaybettiğimi görmek istemiyorum.
Buna devam edemiyorum. Bunun için özür dilerim. Bu savaş bizim savaşımızdı. Bu
ikimizin hayatta kalmak için verdiği savaştı. Talihsizliğim yüzünden
pişmanlıklarım yüzünden daha fazla devam edemiyorum. Onurlu bir şekilde ölmeyi
hak etmedim hiçbir zaman. Baba katili, korkak aşağılık ve eşkıyalara yol
gösteren zavallı bir adam olarak ölmek istedim. Bana kızacağını biliyorum. Seni
yalnız bıraktığım için benden nefret et. Bu ikimiz içinde daha iyi olacak.
Onlar haklıydı. Klan lideri haklıydı. Ben sadece şansızlık ve uğursuzluğun
takip ettiği kutsanmamış bir ruhum. Daha fazla kimseye zarar vermek
istemiyorum. Sözler verip tutamayıp dizlerim üzerinde ağlamak istemiyorum. Sana
sahip olmak bu dünyadaki tek iyi talihimdi. Beni koşulsuz seven tek kişi
sendin. Hiçbir şey beklemeden beni koruyan ve bunu yaparken yaralanmasına
rağmen gülümseyen tek kişi sendin.
Seninle olmak benim için dünyadaki tek güzel anım. Ama artık sana da
zarar vermeye başlayacağım. Şu an bile senin üzülüp kahrolmana sebep olduğumu
biliyorum. Ama devam edemiyorum. Baştan doğmak tek şansımdı. Bunu yapmak
zorundaydım. Ölümün yeniden doğuş olduğunu sen söylemiştin. Doğmak benim hatam
değildi. Ama ölmek benim hatam olmalı. Babam her zaman onun için hayal
kırıklığı olduğumu ve asla soy adını hak edemeyecek kadar zavallı olduğumu
söylerdi. O gün bana soy adını vereceğini söylemiştin. Buna inandım. Buna hep
inandım ve senin soy adını taşıyarak onurlu şekilde ölmek istedim. İkinci defa
ölüme teslim oluyorum ve hala onursuz ve soysuz olarak tekrarlanıyor. Her zaman
yanımda olduğunu hissetmek güzeldi. Seni hissetmek senin olmak ve seninle
olmak… Bunlar belki de benim tek hazinemdi. Tek hayata tutunma sebebimdi. Onu
kaybetmeye başlamaktansa yeniden ölmeyi tercih ederim. Benim yerime de yaşamanı
isteyeceğim senden. Eğer ölüp gelmeye kalkışırsan seni tekrar ve tekrar o
bedenin içine iteklemesi için bir tanrıça bana yardım edecek. Sözler verdiğin
kişilerin elini bırakma. O zaman tekrar karşılaşacağız. Yalnız değilsin. Çok
kişi seni seviyor sana güveniyor ve senin arkanda. Benim aksime sen şanslısın. Şansın seni doğru
zamanda yanıma getirecek. O yüzden sadece bekle. Ve onlara verdiğin sözleri
tut. Ölümüm kimsenin suçu değil. Bunu ben istedim. İlk defa kendim için doğru
bir karar verdiğimi hissediyorum. Belli ki ben olmamam gereken yerde olarak
talihsizlikler içinde acı çekmeye devam edecektim. Huzurluyum. Daha önce
olmadığı kadar huzurlu ve aklım yerinde. Hayatında bana yer verip beni sevdiğin
için teşekkür ederim. Keşke bende senin kadar bunu başarabilseydim. Özür dilerim
bencilliğim için. Ama yapamıyorum. Daha fazla devam edemeyeceğim ve bu beden
artık benim için ölü bir beden gibi. İçinde sıkıştığım hep eksik bir beden. Ben
seni sevdim ve hep sevmeye devam edeceğim. Teşekkür ederim beni mutlu etmek
için her şeyi yaptın. Yalnız hissetmiyorum şu an bile. Senin de yalnız
hissetmeni istemiyorum. Lütfen yaşa ve bu dünyayı düzelt. Benim için yapma bunu
kendin için yap bu sefer. Fetihlerin zaferlerin kendin için olsun. Kadehini
kendin için kaldır ve kendin için kılıç salla. Kendin için yaşa. Benim ya da
başkası için yaşama. Nefes aldığın her saniye senin olsun. Tekrar görüşene
kadar kalbindeki nefretin sevginin ışığı ile aydınlansın. Pişman olma! Ben
pişman değilim. Seni seviyorum.” Maios okumayı bitirdiğinde Jeniske dizleri üzerine
çökmüştü. Bu sözleri duymak onun için garipti Koen’in gülümseyerek yazdığını
düşünüyordu. Eli Koen’in mermer bölümden sarkan elini tutuyordu. Maios zarfın
içine konulmuş ikinci bir kâğıt görmüştü.
“Bir kâğıt daha var!” demişti. Kâğıdı çıkardığında ufak nota bir süre baktı ve
öylece kaldı. “Cesedimin yakılmasını istiyorum. Ancak o zaman gerçek sahibi onu
huzurla kabul edebilir. Hançerlerim Aiken’in olsun. O bunu hak edecek kadar
güçlü. Ve Kral Maios lütfen benim için ona göz kulak olun. Onun kendine zarar vermesine engel olun.
Saygılarımla Koen.” Gözleri bu notun üzerinde dolaşırken dolmuştu. Ölüm kabul
edilebilir tek şeydi. Kaybolmuş bir kişiyi düşünmek yıllar sürerdi. Onun nasıl
olduğunu neler yaşadığını ne hissettiğini düşünmek bekleyenleri ve onu arayanları
delirtirdi. Yası yıllarca sürerdi. Ama bir ölü için yas üç gün tutulurdu. Onun
nerede nasıl olduğunu bilirlerdi. Mezar taşının dikildiği bilinir ve endişeler
son bulurdu. Buruk bir özlem kalırdı ardında. Koen ne zaman tekrar döneceğini
bilmediği için bu cesedi onlara göndermişti. Kendi hayatlarına odaklanmaları
için ölü bedeni onlara vermiş ve tekrar buluşana kadar onların acısının
soğuyacağına inanmıştı. O gün Jeniske kalbini yerinden söküp atmak istemişti.
Koen’in ölmüş olduğu gerçeği onun için o kadar ağırdı ki bunu kabul edemiyordu.
Gördüğü cesedin bir kâbus olmasını diliyordu. Ama onu gerçek kılan mektubun
üslubu idi. Koen gerçekten ona veda etmişti. Bunu düşündükçe boğazına yükselen
çığlık onu boğuyordu. Maios küçük kâğıdı cebine koyup oraya doğru yürüdü.
Mermer bloğun yanına çökmüş Jeniske’nin başında bir süre dikildi. Ardından
yanına çöktü. “Bu onun son vedasıydı.” Demişti. Jeniske bunu duyduğunda başını
kaldırmıştı. Göz yaşları yanaklarını yakıyordu. Boğazı düğümlenmiş
yutkunamıyordu bile. Onu bulmak istiyordu ama şimdi Koen onun yanında ve
ölüydü. Tekrar görmek istemişti fakat bu şekilde değil. “Benim suçumdu.”
Demişti. Maios ona bakıyordu. Jeniske tuttuğu elin üstünde takılı olan mavi
boncuklu bileziğe baktı. “Benim suçumdu. Onun peşinden gidemedim. Öylece
kaldım.” Demişti Jeniske. Gözlerini kaparken yaşlar yanaklarından süzülüyordu.
“Senin suçun değildi. Bu dünya acımasız!” Maios bunu söylerken onun omzuna
elini koymuştu. Jeniske boğazına takılan sözcükleri yutmaya çabalıyordu ama
başı öne doğru düşmüş ve elini sertçe göğsüne doğru vurmuştu. “Onu yalnız
bıraktım!” diye bağırmıştı. Öyle öfkeli ve acı dolu bir feryattı ki bu salonu
sarıp kulakları sağır edecek kadar şiddetliydi. “Koen geri gel!” demişti
Ağlıyordu. Olduğu yerde çırpınıyor ve bağırıyordu. Çaresizlik buydu. Ölüm onun
bile artık müdahale edemeyeceği sondu. Hıçkırıkları kelimelerini boğarken
kendini suçluyordu. Onu yalnız bırakıp kaderine terk ettiği için kendini
suçluyordu. Maios onu ayağa kaldırmaya çabalıyordu. Jeniske mermer bloğun
kenarına tutunup kalkmıştı. Yatan cesede bakıp onun göğsüne doğru başını
koymuştu. “Özür dilerim. Özür dilerim…” sesi kısılıp bacaklarındaki güç tükenen
kadar orada dikilip ondan özür dilemişti. Ay güneşi kovalamış güneş ayı… Günler
o kadar hızlı birbirini takip etmişti ki sayamaz olmuşlardı. Ölümün acısı kolay
sindirilecek kadar basit değildi. İki gün boyunca Koen’in ölü bedeni başında
ağlamıştı Jeniske. Ondan af dilemiş ve kendini suçlamıştı. Daha sonra usulca
ona son defa veda edip sadece ondan geriye kalan mavi bileziği koluna takmıştı.
“Ne yapacağız?” demişti Elias oturduğu yerden kalkıp dolanmaya başlamıştı.
Maios onu izliyordu. Bir sağa bir sola gidip duruyordu. Aiken oturduğu yerde
elindeki hançerlere bakıyordu. “Onun gerçekten ölmüş olduğuna inanmıyorum.”
Demişti Aiken. Gözlerini hançere dikmişti. “Bu kadar basit olamaz. Onun kadar
iyi savaşan ve onun kadar güçlü olan nadir insanlar olur. Kendini öldürecek
kadar zayıf değildi.” Demişti. Maios bunu iç çekti. “Bazı gerçekler her ruhu
zayıflatır Aiken.” Demişti. Aiken birden başını kaldırmıştı. “Hangi gerçek
majesteleri? Yargıç olması mı?” demişti. Maios başını usulca salladı. “Her
şeyden vaz geçmesi gerekiyordu. O da hayatından vaz geçmeyi tercih etti.”
Demişti. Aiken başını sallayıp ayağa kalkmıştı. “Onun ölümün bu kadar basit
olması aklıma yatmıyor. Geçmişteki
gücünü ve şimdiki halini biliyorsunuz. Bir çözüm bulurdu.” Demişti. Kapı
açıldığında birden susmuştu. Gözleri yeşilden griye dönmüş solgun yüzü ile
Jeniske onların olduğu yere Maios’un kaldığı odaya girmişti. Hepsi
ayaklanmıştı. Tavi onun ardından içeri girmişti.
“Bir daha o isim burada anılmayacak. Öldü ve onun serüveni bitti.” Demişti
Jeniske. Aiken ona bakıyordu. “Onun bedenini taradınız mı efendim?” dedi.
Jeniske bunu yapmış ve onun arda kalan silinmeyen hatıralarında aldığı zehri
mektubu yazış anını her şeyi görmüştü. Tavi derin bir nefes aldı. “Onun
kılıçtan geçirilerek öldüğünü söyleyeceksiniz.
Onurlu bir şekilde öldüğünü ve savaşarak.” Demişti. Aiken başını usulca
salladı. “Ve onun adını bir daha kimse ağzına almayacak. Alan kişilerin sonun
ölüm olduğunu belirteceksiniz.” Demişti. Maios usulca ayağa kalktı. “Fermanı
orduda duyurmalarını sağlayacağım. Şimdi gelip şuraya otur ve bir şeyler iç.”
Demişti. Jeniske onun gösterdiği sandalyeye oturmuştu. İki gündür yüzü
kaskatıydı. Herkes sessizce kadehlerini doldurdu. Maios kadehini kaldırdı.
“Onun şerefine.” Demişti. Jeniske bunu duyduğunda kadehini kaldırmak istedi ama
elleri uyuşmuş gibiydi. Maios içkisini kafasına dikip dolan gözlerini yukarı
doğru çevirdi. Aiken ise sessizce içkisini tepesine dikip odadan çıkmıştı. Tavi
içki dolu bardağı yavaşça içti. Odayı terk etmişti. Elias ise içkisini bitirip
Maios’a baktı. Maios ona çıkmasını işaret etmişti. Jeniske son gücü ile kadehi
kaldırıp acı içkiyi başına dikmişti. Başını birden masaya doğru gömmüştü.
Hıçkırıkları bedenini sarsıyordu. Güçlükle nefes alıyordu ve göz yaşları onu
boğuyordu adeta. Maios onun karşısına oturdu. Jeniske onun varlığının
kaybolduğu günü düşündü ve elini kalbine doğru koydu. “Onu koruyamadım.”
Demişti. Maios onun kadehini tekrar doldurdu. “İç!” demişti. Jeniske güçlükle
başını kaldırıp kadehi kafasına dikmişti. O bitirdikçe Maios kadehi doldurdu.
“Ona hoşça kal diyemedim.” Demişti. Maios biten kadehi tekrar doldurdu. “Kimse
son defa hoşça kal dediğini bilemez. İçmeye devam et!” demişti. Jeniske önünü
göremeyecek kadar sarhoş olup yere yığıldığında Maios onu yatağa taşımıştı.
Yatağa yatırıp dışarı çıkıp dolaşmaya başlamıştı. Güneş kavurucu ve yakıcıydı.
Aşağıya indiğinde fermanı yazdırdı. Ve onun için ölümünün savaşırken olduğunu
bildirdi. Adının anılmasının ve hakkında konuşulmasının cezası ise ölümle
sonuçlanacak ve rütbe fark etmeksizin bu uygulanacaktı. Maios işini halledip
saraydan çıkmıştı. Bulduğu ilk hana oturdu ve içki istemişti. “Kader şaşırtıcı
değil mi?” demişti yanına gelen kişi. Maios ona bakıyordu. Genç sarışın kadın
cübbesini başına geçirmişti. Onun karşısına oturup gözlerini gözlerine
dikmişti. “Kader şaşırtıcı değil mi?” demişti. Maios bu sözü ona rüyasında
söyleyen Kör kâhini anımsadı. Gözleri yerinden çıkacak kadar ayrılmıştı. Eli
kılıcına gitmişti. Kadın ise kılıca bakıp gülümsemişti. “Demirini döven kişiyi
tanırdım. O benim korumaya söz verdiğim bir ruhun aşığı idi. Onu uzun yıllar
boyunca tek başına beklemişti. Beş yıl boyunca onun tekrar dönmesi için acı
içinde kıvranmıştı. En sonunda ise onlar kavuştuğunda senin atalarının soyunu
oluşturan Ayezi onların ailesinin ufak bir parçası olmuştu. Ve oğulları için
bir kılıç dövdü babası. Ona verdi. Bu kılıç beni kesmez. Benim etimi kanatmaz.
O sahibinin dostlarını tanır.” Demişti. Maios ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kadın
ise usulca gülümsedi. “Hayat senin soyuna ağır yükler verdi. Şimdi sende bir
sır taşıyacaksın.” Demişti. Maios ona bakarken kadın kalkıp onun kulağına doğru
eğilmişti. “Her şey yeni başlıyor. Bir gün yargıç geri dönecek ve o zaman sen
onun en büyük destekçisi ve tebaası olacaksın.” Demişti. Maios ona şaşkınlıkla
bakıyordu. “O öldü. Cesedini yaktık ve cenazesinde yas tuttuk.” Demişti. Kadın
gülümsüyordu. “Ölüm bir bedenin yok olması ise doğru. Ama hala onun bu dünyada
olduğunu ve gün geldiğinde Tilki çayırda koştuğunda, karga gökte uçtuğunda,
yılan bir nehrin içinden süzülüp gelecek ve balık suyun içinden çıkacak. O zaman
güneş o kadar parlak olacak ki yağan yağmuru durduracak. Altından bir kitap
herkesin kaderinin sonunu yazacak. Bunu sakın unutma. Soyunu kanını unutma ve
sana düşen görevi yerine getir.” Demişti. Maios ona şaşkınlıkla bakıyordu.
Kadın gülümsemişti. “Saçların beyaz
olsaydı o zaman Ayezi ve ona benzerdin. Ama içine bakınca onun her bir
parçasını görmek mümkün. Yavru bir kurt olup tekrar başlamayı seçmek kader
miydi yoksa bencilce bir istek mi?” iç çekip ayaklanmıştı. “Bazı sırları
saklaman gerekecek. Bazen de sırları gün yüzüne çıkarman gerek. Mermerden ve
altından sarayından uzaklara bir macera peşinde sürüklendi. Sen ve senin
soyunun kaderi hep bu olmuştur. Zamanı geldiğinde kanındaki gücü kullan.”
Demişti. Handan çıkıyordu kadın. Maios onun arkasından soru sormak için çıkmak
için fırlamıştı ama onu görememişti. Eli saçlarına gitmişti. “Neler oluyor
böyle?” demişti. Kafası karışık ve zihni bulanıktı. Onu bekleyen şeyin ne
olduğunu bilmiyordu. Kurucu atasının bu işle ne alakası vardı çözemiyordu. Sadece
bir şeylerin gerçek olmadığını düşünüyordu. Bu Koen’in ölümü ise iyi olurdu. O
sırrı açığa mı çıkarmalıydı yoksa saklamalı mıydı? “Lanet olası büyücü
kadınlar. Hep bir bilmece gibi konuşuyorlar.” Demişti. Girişteki varile bir
tekme atıp geri içeri dönmüştü.
Bölüm Yirmi Sekiz
Parçalanma
Hafta
akıp giderken günlerin nasıl geçtiği biçimsizleşmişti. Beklediği yerde bedeni
kendini toplamaya başlamıştı. Yavaş yavaş uyanmaya başladığını hissediyordu.
Yeniden doğmaktan farksızdı. Bedenin her bir parçasını tekrardan hissetmek ona
huzur veriyordu. Yaratıcıların onu yaratma çabasını ve her bir anın acısını
hissetmişti. Yüz yıllardır kullanılmamış kaslarının uyuşukluğu çözülüp bedenin
tekrardan bir bütün olduğunu hissetmeye başlamıştı. “Kendine gelsen bile ayağa
kalkmak için zaman ihtiyacın olacak.” Yattığı yerden onunla konuşurken bir
şeyler hazırlayan Güneş’in Kızı ve hanımefendinin anlattıklarını dinliyordu.
“Eğer erkenden hareket etmeye çalışırsan kasalarına zarar verir ve bir daha
hareket edemezsin. Daha önce beş sene boyunca bir bedeni muhafaza etmiştim ama
üç yüz yıl benim için ilk. Kuwala’nın bedeni beş senelik uykudan uyandığında
neredeyse bir hafta boyunca hareketsiz kalmıştı. Onun direnci senden fazlaydı.
Ve daha sağlıklı bir bedeni vardı. Senin de daha fazla zamana ihtiyacın
olacak.” Demişti. Koen onu görmek için başını yana doğru çevirmişti. Uzun
saçları, tırnakları ve zayıf bedeni çırılçıplak ortadaydı. Güneş’in Kızı ve
Hanımefendi şifalı bitkileri havanda dövüyordu. Güneş’in Kızı ona doğru dönünce
sırıtmıştı. “Senin için güzel bir cenaze düzenlediler. Tanrıların Rahibi
gerçekten çok fazla göz yaşı döktü. Seni çok seviyor olmalı. Onun için bu
sürece katlanmayı unutma. Aşk mucizeler ve felaketler barındıran bir süreçtir.
Sen şu an felaketin içinde kalmış olan Karga’nın mucizesi olarak dönmeye
hazırlanıyorsun.” Demişti. Koen dudaklarını aralamıştı. “İyi olacak mı?”
demişti. Güneş’in Kızı başını sallayıp elindeki büyük tahta kapla onun yanına
doğru gelmişti. “Onu benim için çok değerli olan birisinin torununa emanet
ettim. Her an onunla ilgilenecek.” Demişti. Koen gözlerini kapadı. “Kral Maios
gerçekten efsanelerden birisinin torunu demek. Jeniske’ye yakın mı bilmiyorum
ama Aiken ona daha çok yardımcı olurdu.” Demişti. Hanım efendi diğer iki tahta
kâse ile yatağın yanına gelmişti. “Aiken kader çizgisini ayırdı. Artık o
evleneceği ve çocuklar yapacağı kadının hayatında yer alıyor. Sadık bir
hizmetkar ama o Jeniske’ye yardım edebilecek kadar ayrılık acısı çekmiş birisi
değil. O yüzden senelerce sevdiği kadını yabancıymış gibi görmek zorunda kalan
Maios ona yardım edebilir. Hem onun soyu her zaman kahramanların en başarılı
yaverleri olmaya uygun olarak yaratıldı.” Demişti. Güneş’in Kızı elini bez
parçasını kâseye daldırdı. Koen’in eski bedenindeki yaraları kapatmaları
gerekiyordu. Onu ölmeden önce yakalamış ve zamanda ileri çekmişlerdi. Hala yara
izleri vardı ve bunlar zaman içinde sorun yaratabilirdi. “Senin içinde bir
arkadaş getireceğiz.” Demişti Hanımefendi.
Koen ona şaşkınlıkla bakınca ikinci bezi ıslatıp Güneş’in Kızı onun
göğsüne doğru koymuştu. “Tanrı Tulhu yakında görevini tamamlayıp buraya
gelecek. Seni eğitecek olanlardan birisi olacak.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona
bakıyordu. “Tulhu mu? İyi de o korkak ve ezilmiş bir tanrı değil mi?” demişti. Hanımefendi
gülerek başını iki yana salladı. “Öyle görünebilir ama güçlüdür. Azatod’u
ezecek kadar güçlü olmasa da birçok tanrıdan daha dirençlidir. Onun direncinin
ne kadar güçlü olduğunu bilemezsin. Senelerdir işkencelere dayanmış ve taştan
bir beden yaratmayı öğrenmiş.” Dedi. Koen şaşkındı. “Taştan bir beden mi?”
demişti. “Evet. Hisleri öldürmek ve bedenin acı çekmesini engellemek için
kendini geliştirmiş. Onun bunu sana öğretmesi gerekecek. Her zaman yargıçların
ruhu kırılgan gibi dursa da bedenleri oldukça naiftir. Şu ellerime bak. Sence
katil ve adalet dağıtıcı bir bedenin elleri gibi mi duruyor?” demişti. Undera
Güneş’in Kızı’nın ellerine şaşkınlıkla bakmıştı. Uzun tırnaklar ve zarif
ellerin kılıç bile kavradığını düşünemiyordu. “Acıya dayanma ve sınırını bilmeyi
öğrenmez isen ölürsün ve yeniden doğarken daha çok acı çekersin. Uğrunda
savaşmaya karar verdiğin her şey yok olmuş olur.” Demişti. Koen iç çekmişti.
Yarasının piştiğini hissediyordu. “Peki diğer şeyleri kim öğretecek bana?”
demişti. Güneş’in Kızı gülümsemişti. Çok fazla misafirin olacak. Ben sana
bunları öğretmek için burada uzun süre kalamam. Bekleyen ve bir süredir donmuş
durumda olan evrenime geri dönmem gerek. Orada saniyeler yıllar gibi işlediği
için her saniye benim için savaşmam gerekenler ölüyor. Bugün son günüm. Daha
sonrasında seni ziyarete gelecek çok kişi olacak. Geçmişten ve daha yukarıda
uykusunda olan kişiler. Tek tek sana bilmen gerekenleri öğretecekler. Uzun
zorlu ama kazançlı bir eğitim olacak.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu.
“Anlamış gibi yapacağım.” Demişti. Güneş’in Kızı onun kumral saçlarını nazikçe
okşamıştı. “İnsanlar bizim kaderimizin acı olduğunu söyler durur. Bizim için
üzülür ama bizler çok şanslı varlıklarız Koen. Gün geldiğinde benim yolumu
seçebilirsin ya da kendi kaderini yaşayabilirsin. İnsanların kaderlerini seçme
şansı yoktur. Bizler ise sınanmış yargıçlar kendi kaderimizi seçebiliriz. İlk
yaşamımda güzel bir evlilik yaptım. Beni çok seven bir adamla evlendim. Kız
kardeşim saydığım kadının çocuklarını evlat edinip onları büyütüp bir
imparatorluğun temelini attım. Hayatımda unutamayacağım bir aşka tanıklık
ettim. Kuzey’in görüp görebileceği en güçlü adamın ve korku saçan bir delinin
savaşına tanıklık ettim. Kız kardeşlerimden en güçlüsünün param parça edilişine
şahit olup kaybetmenin ne büyük yıkımlara sebep olduğunu öğrendim. Yine de uzun
ve huzurlu bir yaşam yarattım kendime. Beni sevenlerin olduğu, yaşlanırken hala
yanımda olan dostlarımın olduğu bir hayat. Büyük bir savaşın ortasında sınanıp
kendi zaferimden önce sevdiklerimin zaferini istedim. Bunu sende zamanla
anlayacaksın. Burada kalıp tekrar bir kahramanın doğuşuna şahit olmak isterdim.
Bunu çok isterdim ama anlatmam gereken ve kaybolmasına müsaade edemeyeceğim çok
fazla öykü var. Sende kendi masalının kaybolmasına izin vermemelisin. Bir karga
ve tilkinin masalı. Güzel bir öykü olur.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı.
Buruk bir ifade ile gülümsedi. “Senin gibi yaşamım huzurla son bulur mu?”
demişti. Güneş’in Kızı başını usulca salladı. “Bu senin için ikinci bir yaşam
değil. İlk yaşamının formuna döndün. İlk hayatını öyle değerli yap ki en güzeli
o olsun. Hep hatırladığın güzel anılar olsun. Kaybettiklerini de kazandıklarını
hep hatırla ki duygular seni insan olarak ayakta tutabilsin. Bu sayede
sevmenin, nefretten daha büyük güç olduğunu anlarsın.” Demişti. Koen başını
yavaşça salladı. “Anladım. Tekrar hazır olduğumda bu sefer korkmadan,
kaybettiklerime takılmadan sadece korumak için savaşacağım.” Demişti. Güneş’in
kızı eğilip onun alnına sakin bir öpücük kondurdu. “Bir gün çok büyük bir
misafirin gelecek. Ona benim selamımı ilet. Ve de ki Güneş’in Kızı her zaman
onları izleyip koruyor.” Koen ona bakmak için gözlerini açtığında sadece bir
boşluk vardı. Gün ışığı odayı dolduruyordu. Uykudan uyanmış gibi hissediyordu.
Bedeninde garip bir karıncalanma vardı. Doğrulduğunda sol kolunun varlığı ile
şaşkınlıkla koluna bakmıştı. Gerçekten de eski bedeninde olmalıydı. Parlatılmış
aynadan kendine bakmak için hızla yataktan inmişti. Bacaklarının uyuşukluğu ile
sendeleyerek aynanın karşısına geldiğinde o tanıdık gelen geçmişteki yüzüne
şaşkınlık ile dokunmuştu. Beline kadar uzamış saçları ve zayıf bedeninin yanı
sıra tırnakları oldukça uzundu. Şaşkınlıkla kendine bakarken gülümsüyordu.
Ensesini görmek için şekilden şekle girmeye başlamıştı. Suikastçı dövmesi
yoktu. Sevinçle kendine bakmaya başlamıştı. “Gerçekten de ben eskisi gibi
görünüyorum. Bu… Bu…” Odaya doğru dalan kişi ile irkilip dönmüştü. “Günaydın!”
diye bağıran kedi ona doğru yürürken arkasından havada uçan kıyafetler
geliyordu. Yavru kedi de onun kadar heyecanlıydı. “Efendi Koen uyandınız mı?
Günlerdir uyanmanız için bekliyorduk.” Demişti. Yavru onun çıplak haline bakıp
arkasını dönmüştü hızla. “Çıplak olarak dolaşmanız saygısızlıktır giyinmeniz
gerek.” Demişti. Koen şaşkınlıkla yüzüne doğru yapışan kıyafetlerle yere doğru
düşmüştü. “Giyinip aşağıya gelin.” Demişti. Koen hemen kıyafetlerden alıp
giyinmek için kenarı doğru çekilince kapı hızla kapanmıştı. Yavaş yavaş
giyinmişti. Saçlarını geriye doğru açık bırakmış ve odadan çıkıp aşağı inmişti.
Hanımefendi evde yoktu. Koen eki elini havada sallıyordu. Anne kedi her zamanki
gibi güneşteki koltukta uyukluyordu. Koen iki kolunu hava sallayarak etrafta
dolanmaya başlamıştı. “İki kolum var! Yavru kedi bak iki kolum var!” diye
bağırıyordu. Yavrularda onunla bağırıp evde dolaşmaya başlamıştı. Koen sürekli
eşyaları kavrayıp bir elinden bir eline veriyordu. Anne kedi onun haline bakıp
yattığı yerden kalkmıştı. “Saçlarını ve tırnaklarını kesip seni yıkamamızı
istedi hanim efendi.” Demişti. Koen ona bakıp sırıtmıştı. “Ben yapabilirim.
Çünkü iki elim var!” demişti. Yavru sevinçle onun üzerine doğru zıplamıştı.
“Efendinin iki eli var!” diye bağırıyorlardı. Anne kedi onların eğlencesini
bozmadı. Bir süre oynamalarına izin verdi. Daha sonra Koen’i verandaya çıkarıp
bir sandalyeye oturttu. Önce tırnaklarını kesti. Uzun tırnakları gidince elleri
ile daha rahat bir şeyleri kavrayabildiğini fark edip yavruların getirdiği
şeyleri alıp atıyordu. Anne kedi onun saçını kesmeden önce omuzlarına bir örtü
örttü. “Kısa kesiyim mi?” demişti. Koen başını iki yana salladı. “Anne kedi
biraz uzun olsun saçım. Kurdele ile bağlamama izin verecek kadar!” demişti.
Anne kedi onun saçını tahta tarakla taramaya başlamıştı. “Kadın gibi saçını
uzun mu seviyorsun?” demişti. Koen ona bakmak için başını çevirmişti. “Geldiğim
yerde erkeklerin saçının uzun olmasında sorun yok. Kadınlara özgü olduğunu
nereden çıkardın?” demişti. Anne kedi ona bakıp gülmüştü. “Hiç! Sabit durmazsan
makas kulağını keser!” Demişti. Koen korku ile sabit durmaya başlamıştı.
Saçının kesimi bitince onu bir kurdele ile yukarı doğru toplamışlardı. Anne
kedi onu omuzlarından tutup yüzüne baktı. “Eski yüzünden daha sevimli bu yüzün.
Sevdim.” Demiş ve elindeki gümüş aynayı ona tutmuştu. Koen saçlarına ve yüzüne
bakıp sırıtmıştı. “Eskiden neye benzediğimi net hatırlamıyorum ama bence
giderim varmış.” Dedi. Kendini övmekle meşgulken bir kedinin hızla şekil
değiştirip bahçe kapısından nefes nefese girdiğini gördü. Yaralanmıştı. Göğsüne
saplanmış mızrak ucu ile kapıya doğru koşarken bağırıyordu. “Anne! Hanımım!”
Anne kedi elindekileri atıp oraya doğru hızla koşmuştu. Zavallı genç adam
göğsünde mızraklara yere doğru düşmüştü. Elindeki parşömenleri kanla kaplıydı.
“Epharia’da katliam başladı. Binlerce insanı alıyorlar. Kimseyi koruyamadım.
Ben kardeşlerim…” Ağzını dolduran kan onu boğuyordu. Koen oraya doğru koşmuş ve
yavruları uzaklaştırmaya çabalıyordu. Ruhun kanı simsiyah ve parlaktı. Ağzından
ve göğsünden beyaz tenine süzülüyordu. Elini güç bela kaldırmıştı.
“Kardeşlerim… öldü…” demişti. Son nefesinde pişmanlık ile akan göz yaşı annenin
onu yavaşça çimenlere yatırmasına neden olmuştu. Koen yavruları kenarda
tutarken dehşet içinde oraya bakıyordu. Anne parşömeni açmış birkaç saniye
baktıktan sonra sağlam bir küfür savurup kaşlarını çatmıştı. Alnındaki
kırışıklık derinleşmiş ve bir uçurum gibi duruyordu. “Neler oluyor?” demişti
Koen. Anne etrafa bakıyordu. “Ruh kapılarını kapatın. Giriş çıkışlar kapalı
kalsın. Hızlı olan birisi hanım efendinin yanına gidip Epharia’da düştüğümüzü
bildirsin.” Demişti. Koen onun yanına doğru yürüyordu. “Neler oluyor?” demişti.
Anne kedi ona dikmişti gözlerini. “Casuslarımızı avlamışlar ve binlerce insanı.
Fark edildik. Geri çekiliyoruz. Barış ordusunun etrafını boşaltın. Kimse
ortalarda olmasın. Muhbirlerin hepsini geri çekin!” demişti. Büyük bir gök
gürültüsü duyulmuş ve ışık belirip en ufukta kaybolmaya başlamıştı. Ruhların
geçiş yaptığı kapıyı kapatıyorlardı. Anne kedi gözlerini ufka dikmişti. “Anne
Kedi kapıları kapatırsan ölenler nasıl yükselecek?” demişti. Anne kedi bunu
duyunca ona bakmış ve hızla içeri doğru yürümüştü. Koen onun ardından hızla
yürüyordu. “Neler oluyor? Barış Ordusunu ne zamandır takiptesiniz? Niye bir şey
demiyorsun?” Sonunda bağırınca anne kedi durmuş ve ona bakmıştı. İnsan formu çok
sert ve otoriterdi. Kedi iken daha sevimliydi. “Uzun süredir takipteyiz. Bilgi
toplamak zorundayız!” demişti. Koen onun elindeki kılıca bakıyordu. “Peki şimdi
ne oldu?” demişti. Anne kedi onun baktığı kılıcı beline takmıştı. Kemerinin
tokasını sıkılamıştı. “Yaksotat öldürdükleri ile buraya giriş yapabilir.
Ölenler içinde buranın yolunu bilenler var. Gidip çocuklarımın ruhunu ve
bedenini kurtarmam gerek.” Demişti. Koen ona bakıyordu. “Tek başına mı?”
demişti. Anne başını sallamış ve ona askıda duran kılıcı göstermişti. “Eğer
işler ters giderse burada kal ve çocuklarımı koru. Hepsine yol göster. Ruh
kapılarını sakın açmayın! Hanımefendi ya da ben dönene kadar sakın Koen!”
demişti. Belindeki keseyi çıkarıp ona vermişti. “Kızıl Taş! Birileri buraya
gelirse kır ve çocuklarım için savaş. Kendin için. Eğer işler istediğiniz gibi
gitmezse bu kılıçla onları öldür. O zaman ruhları özgür olur ve tutsak
edilemez.” Demişti. Koen başını salladı. “Anne. Anne Kedi Yaksotat seni
yakalarsa öldürmekten kötü hale getirir.” Demişti. Anne başını usulca salladı.
“Bunun çaresine bakacağım.” Demiş ve hızla çıkmıştı çayırların ortasına
geldiğinde silikleşip kaybolmuştu. Koen yerdeki cesede bakmıştı yavaş yavaş
soluyor gibiydi. Yavruları ve muhafızları içeri sokmuş ev bütün kapıları kilitletmişti.
Birçok muhafız annenin emri üzerine bedenlerini insan formuna çevirip kılıç ve
mızraklarını kuşanmıştı. “Epharai bizim en sağlam istihbarat kalemizdi.
Annemizi tek göndermek içime sinmiyor kardeşim.” Kapının orada konuşan kedi
muhafızları Koen duymuştu. Onlara doğru yürümüştü. “Epharai’nin önemli kılan
şey ne tam olarak?” demişti. Kedi ona dikmişti gözlerini. İnsana dönseler de
gözleri kedi gözü gibi duruyordu. Koen
onları dinlerken kan beynine sıçramıştı. “Bu bir tuzak yani!” demişti. Muhafızlar
ona bakıyordu. Koen hızlı hızlı soluyordu. “Onu yakalamak için bir tuzak.”
Demişti. Muhafızlardan çoğu onun gerginliği ile gerilmişti. “Anne onların
tuzağına gidiyor!” demişti öncülerden biri olan kız. Annenin en sevdiği
çocuklarından ve en büyüklerden birisi idi. Koen’in elindeki kılıca baktı. “Onu
kurtarmaya gideceğiz. Burada çocuklara göz kulak olur musun?” demişti. Koen ona
bakıyordu. “Elbette!” demişti. Muhafızlardan çoğu çıkmıştı ve onlar çayırın
ortasında buharlaşırken Koen verandadan onlara bakıyordu. “Epharai bizim en
büyük savunma kalemiz. Orada var olan ve yetiştirilip eğitilen çok kişi var.
Bir nevi yer yüzündeki toplanma alanımız. O yüzden stratejik olarak önemli.
Birçok kedi biçiminde kardeşimiz orada. Eğer hepsini avlarlarsa birçoğu buraya
dönmek için acı çekip yol göstermeye başlar. İyi eğitilmiştir hepsi. Başlarının
belaya girmesi demek gerçekten büyük bir saldırı altındalar demektir.” Muhafız
bunu demişti. Koen onların gidişi ile içeri girmişti. Tek tek yavruları saymış
ve tam olduklarını görünce üst kata onun odasına çıkmasını söylemişlerdi.
Yargıç kitabını alıp onların ardından yukarı çıkmıştı. İçinde bir huzursuzluk
vardı. Sanki bütün bedeni bir şeylerin geleceğini söylemek için hızlanmış ve
adrenalin pompalıyordu. O anda pencerenin orada oturan yavru bağırmıştı. Henüz
birkaç saat bile olmamıştı. “Annem döndü. Kapı açılıyor!” diyordu. Koen
şaşkınlık içinde oraya bakıp kalmıştı. Gelen anne değildi ve ruh kapısı
açılmıyor çatlıyordu. İçeri doğru akın eden karanlık gök yüzünü kuşatmaya başladığında
kapının gümbürtüsü yer yüzü ve gökyüzünde duyulmuştu. Koen Yavruları alıp
mahzene inmeyi dündü. Bütün ev sallanıyor ve çatırdıyordu. “Kimse yanındakinin
elini bırakmasın.” Demişti. Otuz çocukta korkudan beden bütünlüğünü kaybediyor
ve sürekli şekil değiştirip kendilerini dengede tutamıyorlardı. Koen ne
yapacağını bilemeden sıkıca kılıcı kavramıştı. Gün ışığı kaybolurken uğultu
etrafı sarıyor ve ağlama seslerine benzer uğultular etraflarında artmaya
başlamıştı. Rüzgâr vardı ve fırtına o kadar güçlüydü ki evi sallıyordu.
Yavrulardan birisi korku ile camı gösterip bağırmaya başlamıştı. Camın önünde
dolaşan ruh normal değildi. Siyaha boyanmış bedeni içinde kırmızı gözleri
parlıyor ve saçtığı karanlık enerji etrafta var olan bütün her şeyi çürütüyordu. Koen hepsine hemen aşağı inmelerini
söylemişti. Onunla en fazla ilgilenen yavru ise onun elini sıkıca tutmuştu.
Kapalı odada bize kimse dokunamaz. Oraya!” demişti. Koen onun hangi odadan söz
ettiğini hemen anlamıştı. Girişleri yasak olan kırmızı kapılı garip oda! Oraya
doğru koştuklarında yavru anahtarın nerede olduğunu anımsamaya çabalıyordu.
Koen ise her zaman anahtarı hanım efendinin kapının yanındaki ufak kutuya
koyduğunu öğrenmişti. Kapıyı açıp herkes girince kapatmıştı. Bütün ev
sallanıyordu ama artık gürültü yoktu. Dönüşmeyi durduramayan ruhların ışıkları
karanlık odada parlayıp sönüyordu. Koen etrafa gözleri alışınca bakmaya
başlamıştı. Sanki sonsuz bir karanlık vardı ve bu karanlık onları içine çekip
yönlerini kaybettirecek kadar bulandırıcı bir havaya sahipti. Koen kapının
altından sızan ışığa baktı. Birileri dolaşıyor gibiydi içeride. Herkes korku
içinde bekliyordu. Bunca aksiyon ve kokuşturma yeni uyanmış bedeni için
kötüydü. Yere oturdu ve yavaş yavaş nefes almaya başlamıştı. Ağır kılıcı kenarı
bırakmıştı. “Anne!” diye bir feryat vardı. Hepsi kulak kesilmişti. Koen dizine
tırmanan yavrunun parlayan sarı gözlerine bakıyordu. “O ses büyük ablanın
sesi!” demişti. Koen onun susmasını işaret etmişti. “Değil! Büyük ablanın
değil. Sessiz olmalısın.” Demişti. O sırada kapının önünde duran ayaklar ile
ürpermişti. Kapı yavaşça iki defa vurulmuş ve ardından bir koşuşturma olmuştu.
Dakikalar sonra tekrar kapı vurulmuştu. “Koen! Kedi annenin yavruları!” diye
tanıdık bir ses belirmişti. “Efendi Tulhu!” demişti yavru birden form
değiştirip kapıya atıldığında Koen onu yakasından tutup hızla çekmişti. “Koen!
Oradan çıkmanız lazım. O odadan hemen çıkın!” demişti. Koen cevap vermiyor ve
konuşmak isteyen yavrunun ağzını sıkıca kapatmıştı. “Onların dikkatini çekmek için
aşağı ineceğim. Patlama sesini duyunca çıkın ve mahzenlere inin. Koruma
çemberi…” Birden gürültü ile Koen geri çekilmişti. Birisi yere düşmüş ve bir
boğuşma vardı. Daha sonra ses uzaklaşmıştı. O sırada garip bir sessizlik
oluşmuştu. “İçerde dolaşan ağır ve hantal ayak seslerini duymaya başlamıştı
Koen. Yanan ışıklar ile gözlerini kapamıştı. Açtığında yavruların hepsinin öne
doğru eğilmiş halde hantal iri bir adamı selamladığını görmüştü. Koen yağlı
yüzü sarkmış çirkince adama bakıp kılıcını sıkıca kavramıştı. “Derin uykumu
bölen kişi kim? Huzuruma yemem için bunca ruh getiren kim?” demişti. Gözlerini
Koen’e dikmişti. “Sen itaat et ve eğil!” demişti. Koen ona bakıp kılıcını
kaldırmıştı. “Hiçbir ruh bir pis boğaza itaatsizlik edemez. Eğil!” demişti.
Koen kılıcına ona doğrultmuştu. “Bir pis boğaz mı?” demişti. Pis boğazları
anımsıyordu. Yargıçlar tarafından yaratılan garip varlıklardı. Yüz yıllar öce
binlercesi yaratılmış ve salınmıştı. Çoğu avlanmış çoğu da açlıktan ölmüştü.
Ama burada bulunan oldukça şişman ve bakımlıydı. “Bir Pis Boğaz isen bana itaat
edeceksin!” demişti. Hantal varlık gülmüş ve üstündeki uzun şallar ile ona
doğru yürürken yavruları sağa sola savurmuştu. “Sen kimsin de sana itaat edeyim
be!” demişti. Koen onun ağzındaki iğrenç kokudan bayılacaktı neredeyse. “Ben
bir yargıcım!” demişti. Pis boğaz öyle gülmüştü ki ağzı yüz seksen derece
açılmış ve derin karanlık boğazı görülmüştü. Dişsiz çenesinin altındaki uzun
derin karanlık boşluktan yayılan korkunç koku…
“Bakalım ruhunu çekip aldığımda bir yargıç mı yoksa sahtekâr mısın
anlarız!” demişti. Koen ona bakıp kalmış ve o derin bir nefes alıp etraftaki
havayı çekerken acı çekiyor gibi damarları çatlarcasına şişmişti. “Dövüşecek
miyiz?” demişti etraftaki garip ortamdan kurtulmak ister gibi. Adam onun önünde
durmuş hızla nefes alıp veriyordu. Kılıcını çekip onun gırtlağına doğru
dayamıştı. “Kanıtlamak için beni yemeye mi kalkacaktın gerçekten! Şimdi burada
emirleri kimin verdiğini konuşalım Pis Boğaz!” demişti. Varlık birden çenesini
kapatıp geriye doğru çekilmişti. “Gerçekten bir yargıçsın.” Demiş ve saygı ile
başını eğmişti. Koen onun ruhları yiyebildiğini düşününce koruma kalkanı olarak
onu kullanabilirdi. “Yavruları bırak şimdi!” demişti yavrular uykudan uyanır
gibi sıçramaya başlamıştı. Koen onlara bakıyordu. Kapıya doğru yürümüştü.
“Şimdi dışarı çık ve biz aşağı inene kadar önden gidip bütün ruhları yemeye
başla. Özellikle simsiyah olanları!” demişti. Pis Boğaz korku ile kapının
ötesine bakıyordu. Heyecanla koşmaya başlaması birkaç saniye sürdü. Kapının
önüne gelince birden durmuştu. Önünde dikilen ruha bakıyordu. Sürekli ağlayan
ruhu içine çekerken mutlu ve karnı doyuyor gibiydi. Koen yavruların hepsine
kedi formunda kalmasını söylemişti. Aşağı ineceklerdi. Etrafta iğrenç bir koku
vardı. Gün ışığı kaybolmuş ve zifiri karanlıkta fırtına evi sallıyordu. “Efendi
bana ziyafet sunuyor!” demiş ve keyifle dolaşan ve onları çevrelemeye çalışan
ruhları yiyordu Pis Boğaz. Aşağıya indiklerinde etraf korkunç karanlıktı.
“Onları alıp mahzenlere indir. Birisi zarar görürse senin gırtlağını ellerimle
deşerim.” Demişti. Pis Boğaz korku ile kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırmış
bir köpek gibi kenarı doğru çekilip yavrulara yol göstermeye başlamıştı. Koen
Tulhu’nun gerçekten burada olduğunu seziyordu. “Tulhu!” diye fısıldamıştı
karanlığa. El yordamı ile yönünü bulmaya çabalıyordu. “Tulhu!” diye
tekrarlamıştı. Mutfak tarafından bir inilti duyulmuştu. Ardından çığlıklar.
Koen oraya doğru gidince Tulhu’nun parlayan gözlerini görmüştü. Karanlıkta
parlayan beyaz gözlere doğru yürüyüp onu kaldırmaya çalışınca ıslaklığı
hissetmişti. “Yaralandın mı?” demişti. Tulhu mırıltı ile doğrulmuştu. “Odada
bir pis boğaz saklıyordu.” Demişti. Koen onun yarasının nerede olduğunu anlamak
için elinin olduğu yere elini koymuştu. “Mahzenlere inmemiz gereke demişti.
Tulhu başını iki yana salladı. “O pis Boğazı ben yakaladım. Beni yemesi için
buraya koydu. Bir gün ölmek için hazır olduğumda ruhumu yutmasını
sağlayacaktı…” demişti. Koen onun birden ağzına hızla elini koymuştu. “Birisi var!”
demişti. İçerideki parkeler gıcırdarken kırılan kapının sesi bir gürültü
oluşturmuştu. Alacakaranlık başlamış gibi loş bir ışık gök yüzünde dolamaya
başlamıştı. “Demek burası ha?” demişti bir adamın sesi. Tulhu bu sesi
tanıyordu. Korkudan gözleri dehşetle açılmıştı. Koen onun ağzından elini çekip
belindeki keseyi çıkarmıştı. “Azatod! Demişti Tulhu fısıltı ile. Kenarda duran
heybeyi ona doğru uzatmıştı. “Bunu al ve kaç! Burayı terk etmen gerek. Herkesi
öldürecek!” demişti. Koen elindeki parlayan kızıl taşları hızla ağzına atıp
yanaklarına doğru kaydırmıştı. “Burası hanımefendi ve kedilerin evi. Onları
terk edemem.” Demişti. Alacakaranlıkta Tulhu’nun karnına bakıp kalmıştı. Ciddi
şekilde yaralanmış ve normal bir kılıçla yaralanmış gibi değildi. Kan oluktan
akar gibi akıyordu. Koen ona bakıp kenarda duran hançeri aldı. “Pis Boğaz
mahzende. Onu alıp üstlerine salacağım. Sende aşağı ineceksin. Orada yarana
bakarlar.” Koen onun kolunun altına girip mutfağın mahzenlere inen kısmına
doğru yürümek için kaldırmıştı. Mahzenlerin oraya vardığında merdivenlerden
sessizce inmişti. Yanan mumlar vardı ve bir tarafta ise karnı hala aç gibi
etrafta gezinen pis boğaz vardı. Tulhu artık adım atamıyordu. Koen onu çembere
soktuğunda yavruların en büyüğü oraya gelmişti. “Tanrı Tulhu yaralı!” demişti.
Koen onun yarasını hızla sarmalarını söylemişti. Taşları ısırmak için arka
dişlerinin üstüne getirmişti. “Vücudun kaldırmaz!” demişti Tulhu doğrulmaya
çabalayarak. “Hala zayıf. Seni öldürür.” Demişti. Koen ona bakmadı. Kılıcını
kavradı ve çemberin dışına doğru çıkmıştı. “Pis boğaz yukarı çık ve gördüğün
her ruhu parçalayarak yut. Tanrılarda dahil.” Demişti. Tasması çıkarılmış bir
köpek gibi yukarı doğru fırlamıştı. Koen yukarı doğru çıkmaya başlamıştı. Ana
salona açılan kapı sonuna kadar açıktı. Aralıktan çıkmıştı. Taşları kırmak için
dişlerinin arasında hazır tutuyordu. “Tutun şu köpeği.” Diye bir adamın
bağırdığını duymuştu. Boğuşma sesi geliyordu ve Pis Boğaz’ın böğürtüleri
yükseliyordu. Onları göreceği açıklığa çıktığında Azatod ile karşı karşıya
kalmıştı. Birkaç vahşi köpeğe benzer kap kara tüylü varlıklar pis boğazın etini
parçalayıp onu boğazlıyorlardı. Keskin pençeleri etine girip çıktıkça
böğürtüler çıkarıyordu. Koen bir süre bağıran Pis Boğaza baktı. Ağzından o koca
derin kara delik gibi ağzından iniltiler çıkarıyordu. “Efendim beni kurtarsın!”
demişti. Azatod ise dikilen ufak tefek duran Koen’e dönmüştü. Uzun ince yapılı
hoş görünümlü hoş bir adamdı. “Sen kimsin çocuk?” demişti. Koen elindeki kılıcı
sıkıca kavramıştı. Ardından Pis Boğaza doğru döndü. “Bir insan bozmasına
efendim mi diyorsun iğrenç varlık seni. Dilini de yiyin onun!” demişti. Koen
birkaç adım öne doğru çıkmıştı. “Beni tanımıyor musun?” demişti. Azatod ellerini birbirine vurunca biraz daha
aydınlanmıştı etraf. Koen’in yüzüne dikkatle bakmaya başlamıştı. “Tanımam mı
lazım?” demişti. Pis Boğaz bir böğürtü ile yerde yuvarlanır iken dilini ısırıp
parçalamaya çabalamaya çalışan köpeğe benzer iki ayaklı şeyi yutmaya
başlamıştı. Onu canlı canlı yutarken keyifle böğürtüler çıkarıyordu. “Pis
Boğazlar sadece Yargıçlara itaat eder. Ve onlar için çalışır.” Demişti Koen
durgun bir sesle. “Yargıçlar ise tanrıların üstündeki Güneş’in hemen yanındaki
güçlü ruhlardır. Beni tanımak ve bilmek zorundasın. Çünkü hesap vereceğin kişi
benim. Boğazına elimi dolayıp sıkmaya başladığımda adımı söyleyip af dilemez
isen ruhunu bin parçaya bölüp bin işkenceden geçirecek olan benim.” Konuşurken
sakin ve durgundu. Gözleri dişleri arasında kırdığı taşla beraber kızıla
dönüyordu. Dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı. “Ayağıma kadar geldiğine göre
hesap vermeye geldiğini umuyorum.” Demişti. Azatod ona şaşkınlıkla bakarken
diğer köpekleri de parça parça yutmaya başlamıştı Pis boğaz. Koen elindeki kılıcı ona doğru çevirmişti.
“Ruh kapısını neden kırdınız? Derdiniz ne?” demişti. Azatod onun Koen olduğunu
bilmiyordu. Değişen yüzü ve yüz yılların unuttuğu o ifadeler… Koen bambaşka
birisi olarak onu karşısındaydı. “Benden bir şey çalındı!” demişti. Koen ona
bakıyordu. “Madem yargıçsın o zaman adaleti sağla. Tanrı Tulhu, o köpek beni
ısırmaya kalktı ve kitabımı çaldı!” demişti. Koen ona bakıyordu. Gözlerinde
beliren kızıl halkalar parlıyor ve kanı çok hızlı akmaya başlamıştı. “O senden
Altın Kitabı mı çaldı?” demişti. Azatod ona nefret ile bakmaya başlamıştı.
“Öldürdüğünüz büyük bir tanrıdan çaldığın kitabı almış olduğu için buradasın
yani?” diye üstelemişti Koen. O itiraf ettiği anda onu öldürebilirdi. “Bulduğum
kitap!” demişti Azatod çekingen bir sesle. Koen ona inanmadığını belli etmek
için birkaç adım atmıştı. Azatod onun baskın ruh enerjisini hissediyordu. “Her
neyse gideceğiz!” dediğinde Koen ona doğru kılıcını doğrultmuştu. “Hiçbir yere
gitmiyorsun! Seni buraya gönderen sürtük kedileri ve hanım efendiyi teslim
edene kadar burada kalacaksın!” demişti. Azatod ona şaşkınlıkla bakarken
Koen’in gözleri kızıla dönmüş ve dişleri arasından taşın özü sızarken
gülümsemişti. Azatod onunla savaşmak zorunda kalacağını anladığında getirdiği
karanlıkla boyadığı ruhları onun üstüne salmayı planlayıp ellerini birbirine vurdu.
“Onu ben gidene kadar öldürün.” Demiş ve kapıya doğru yürüdüğünde kapı hızla
çarpıp kapanmıştı. Koen elindeki kılıcı havada sallıyordu. “Bu çayırların kime
ait olduğunu biliyor musun?” demişti. Azatod ona bakmıyordu. Sadece Pis Boğazın
ruhları yutuşunu büyük camdaki yansımadan görebiliyordu. “Kime ait olduğunu
biliyorum. Frange cadısına!” demişti. Koen usulca başını salladı. “Ev sahibi
dönmeden neden gidiyorsun o zaman?” demişti. Azatod onunla savaşamayacaktı.
Bunu yaptığında Yargıç olduğu gerçekten doğru ise öleceğini düşünüyordu. “Beni
öldürmeyecek misin?” demişti. Koen onun tam arkasında durmuştu. “Henüz değil!
Önce seni buraya gönderen tanrıça Yaksotat’a bir mesaj göndermemiz lazım.”
Demişti. Azatod ona doğru döndüğünde boğazında soğuk çeliği hissetmişti.
Getirdiği bütün ruhları Pis Boğaz iştahla yiyor ve yedikçe kanayan yaraları
iyileşiyordu. “O… Ona ne söyleyeceksin? Be… Benim hayatımı takas etmez!”
demişti. Koen gülümsemişti. “Hayatın olacağını nereden çıkardın sen? Sen
değilsin takas!” demişti. Azatod ona bakıyordu. “Hanımefendi ve kediler
karşılığında Altın Kitap!” bunu söylediğinde Azatod ona bakıp kalmıştı. “Peki
benim hayatım?” demişti. Koen gülümsüyordu. “Sen hayatta değilsin ki… Benimle
pazarlık yapıyorsun? Buraya gelip yaşadığım yeri mahvedip ruh kapısını kırıp
kedilerden bazılarını öldürmeye kalktın. Ve daha nicelerini yaptın. Tulhu’yu
yaraladın. Bu durumda senin infaz emrini vermem gerek. Değil mi Pis Boğaz?”
demişti. Bir Pis Boğaz tarafından yutulmak ruhun yüz yıllarca acı çekmesine sebep
olurdu. Azatod korku ile hızla nefes alıyordu. “Her tanrı iyi değildir. Denge
için…” Koen ona susmasını işaret edince kelimelerini yuttu. “Dünyada dengeyi
alt üst ettiğiniz yetmiyor köşemde çekilmiş dinlenirken beni rahatsız
ediyorsunuz. Yüz yıllar sonra rahatlamak için ayaklarımı uzatmışken evime gelip
ortalığı dağıtıyorsunuz. Bunları affedeceğimi sanmam. Şimdi tasmanın ipini
tutan kişiye mesajımı hemen ilet.” Demişti. Azatod gözlerini kapamış ve transa
geçip Yaksotat’a durumu anlatmıştı. Birçok kedi esaret durumunda değildi.
Öldürülmüştü. Anne ve hanımefendi hayattaydı. Onlar dışında çoğu öldürülmüş ya
da ağır yaralıydı. Büyük ablada yaralı ve hala tutsak durumundaydı. Yaksotat
haberi aldığında aklını kaçırmış gibi hissetmişti. Oraya geleceğini söylemişti.
Hazırlıklar için emir verip yükselmeye hazırlanacak ordusunu büyük avluya
toplamıştı. Hanımefendi ve anne ise onunla gelecek ve yaralı olanlarda. Ölmüş
olanların ruhlarının kapatıldığı toplayıcılar olarak kullanılan ufak bilyeler
ise büyük bir altın kâse içine konulmuştu. Koen onlar gelmeden önce Pis Boğaza
kalmış olan bütün ruhları yemesi için emir vermişti. Evi koruması için büyük
bir tılsım yapmıştı kandan. O zaman yavrular ve Tulhu’yu üst kata
çıkarmışlardı. Azatod ve Tulhu aynı yerdeydi. Tulhu’nun yaraları sarılmış halde
yarı uyanıktı. Azatod ise daha korkunç durumdaydı. Kaçmaya çalıştığı için Koen
onun kollarını kesmiş ve zincirlerle bağlayıp bir köşeye sabitlemişti. Ruh
kapısının çılgınca yukarı doğru ruh çekmesini önlemek için kapıyı bastırmış ve
tek bir giriş bırakmıştı. Hanım efendinin ve anne kedinin getirileceği o
girişin orada bekliyordu. Eve birkaç metre uzakta hazırladığı giriş
tıkırdamıştı. Pis Boğaz sürekli etrafta bağırarak ruhları yemekle ve
irileşmekle meşguldü. Yılların ziyafetini çekiyordu. Evin içinde derin bir
sessizlik vardı. Azatod ona doğrultulmuş kılıçlar ve mızrakların olduğu yerde
kıpırdamadan duruyordu. Koen ise elinde Altın kitap ile bekliyordu. Göz
bebeklerinin etrafını saran kırmızı halkalar onun bedenini tüketse de ruhu
korkunç bir enerji saçıyordu. İkinci taşı kırdığında kapılar aralanmış ve
Yaksotat belirmişti. Ardında ordu ve altın kâseyi tutanların yanı sıra
yaralılar ve hanımefendi... Koen onları net olarak gördüğünde belindeki kılıcı
çekmişti. “Onları bu tarafa gönder!” demişti. Fakat güzel ama içinde şeytanın
ta kendisini taşıyan tanrıça bunu kabul etmeyip öne doğru birkaç adım atmıştı.
Koen Oraya doğru yürüyen kadının durması için parmaklarını şaklattığında
elindeki kılıç birden onun boğazına doğrultulmuş şekilde durmuştu. Koen
aralarında kalan mesafeyi gösterdi. “Ölü ruhlar ve bütün yaşayanlar
karşılığında bana kitabımı ve Azatod ile Tulhu’yu vereceksin!” demişti. Koen
başını iki yana salladı. “Anlaşmanın şartlarını belirleyecek cesareti kendinde
buluyor musun? Bence zamanı değil!” demişti. Kitabı havaya doğru kaldırmıştı.
“Onları gönder ve kitabı alıp git!” demişti. Yaksotat onun kim olduğunu anlamak
ister gibi ona dikmişti gözlerini. “Kimsin sen? Yüzyıllardır burada olduğunu
söylüyorsun ve ben bundan haberdar değilim öyle mi?” demişti. Koen ona doğru
birkaç adım atınca kılıç yavaşça kadının boğazına batmaya başlamıştı. “Tamam
dur!” demişti Yaksotat birkaç adım gerileyip. Boynundan akan parlak kan göğsüne
doğru süzülüyordu. “Gerçekten bir yargıç! Sana karşı koyamam. Kitabımı ver ve
gitmeme izin ver. Senin dünyana bir daha bulaşmayacağım.” Demişti. Koen ona
bakıyordu. “Zaten benim dünyama bulaşmış bir hastalıktan başka bir şey
değilsin. Madem gitmeye bu kadar heveslisin… Pis Boğaz!” demişti. İrileşmiş
yaratık birden kadının üzerine doğru zıplamış ve onu kocaman gövdesine
basmıştı. Heyecanlı bir çocuk gibi konuşmaya başlamıştı. “Efendim bu kadını
yemem izin versin. Onun gücü çok fazla!” demişti. Koen başını salladı. “Yemekte
özgürsün!” dediğinde Yaksotat birden yaratığın çenesine hızla açılmadan vurup
öne doğru atılıp kılıç boynuna batmasına rağmen orada durmakta ısrar ediyordu.
“Kitabımı ver onları al. O oğlancı pislikte sende kalabilir. Bir daha sana
dokunmam. Öldürdüğüm her ruh için sana sikke ödeyebilirim. Altın hem de. Bu şekilde
dünyada istediğini alabilirsin. Benim dünyamda istediğin yeri alabilirsin.”
Demişti. Aceleci ve korkmuştu. Koen ona doğru yaklaşmıştı. “Yüz yıllar önce
masum bir çocuk vardı. Onun hayatı için kaç sikke ödersin Yaksotat. Kendin için
köpek yaptığın, benliğini çalıp iyiliğinden faydalandığın… Onun kahrolmasına
sebep olduğun için kaç sikke ödersin?” demişti. Yaksotat ona korku ile
bakıyordu. “Kim? Jeniske mi? O kendi kaderini…” Birden boğazına doğru batmaya
devam eden kılıçla korkup susmuştu. “Dilinde yüzün gibi yalancı. Güzelliğinin
altında yatan çirkinliği bence herkes görmeli. Şu an zamanı değil ama yakında
senin kafanı kesip koleksiyonumun parçası yapacağım. Şimdi emir ver de onlar bu
tarafa gelsin sende öteki tarafa geç!” demişti. Yaksotat bağırmış ve onları
bırakmalarını söylemişti. Kapının öteki tarafından hanımefendi ve anne kedi
gelirken yaralılar yavaş yavaş geliyor ve anne kedi başını eğmeden elindeki
altın kâseyi taşıyordu. Yaksotat onlar evin kapısına vardığında bağırmıştı.
“Ver kitabımı artık. Bir daha buraya adım atmayacağım.” Demişti. Koen gülerek
ona bakıyordu. “Pazarlık değişti. Senin canına karşılık onların canıydı. Bu
kitap senin değil. Bunun bir sahibi var ve onun kitabı. Şimdi dönüp git!”
demişti. Yaksotat bunu duyduğunda çılgına dönmüştü. “Seni adi pislik! Bir yargıç sözünden
döndüğünde cezası…” Boğazını delip geçen kılıçla olduğu yerde kalmıştı. Koen
ona doğru yürüyordu. “Bir yargıç söz verdiğinde karşıdaki de sözünde duracak
kişi ise gerçekten işleyen bir adalet oluşur. Sen yalancı bir tanrıçasın. Bu da
bizim anlaşmamız olmadığını gösterir.” Demişti. Bedeni yavaş yavaş çöküyordu.
Direnmesi gerekiyordu. Üstünlük kurmuşken Yaksotat’ı öldürmeye yaklaşmışken…
Yapamazdı. Onu öldürmek için yeterince güçlü değildi. Onu korkutması bile
yeterdi. Uzatmasına gerek yoktu. “Onu geldiği pisliğe doğru at Pis Boğaz!”
demişti. Yaratık kadını bir bez bebek gibi belinden kavrayıp açılmış kapıya
doğru fırlatmıştı. Koen ellerini çırptığında kapı hızla kapanıp yok olmuştu.
Mühürlemişti kapıları. Artık onun dışında bu kapıları kimse açamazdı. Ne ruhlar
girebilir en de bir ruh çıkabilirdi artık. Koen Pis Boğaz’a baktı. “Kalan bütün
ruhları ye! Hiçbirinin burada dolaşıp birisine zarar vermesine izin verme.
Bütün çayırı temizle!” demişti. Eve doğru gidiyordu. Bedeni artık çökecekti.
Bunu hissediyordu. İçeri girdiğinde anne kedinin yere düşmüş hanımefendinin
başında toplanmış kişileri dağıtmaya çabaladığını görmüştü. Koen oraya doğru
gidip yere oturmuştu. Çürümüş gibi duran beden yavaş yavaş toza dönüşürken
yüzünde bir gülümseme vardı. Koen ona şaşkınlıkla bakıyordu. Yüzündeki kemikli
ellin gözünden akan yaşı sildiğini fark ettiğinde irkilmişti. “Artık huzur
bulabilirim. Çocuklarım sana emanet Yargıç! Onların ruhlarını koru ve kutsa!”
demişti. Koen onun elinin üstüne elini koyduğunda yavaş yavaş toza dönüşen eli
hissedemedi bile. Bir avuç tozdan başka bir şey yoktu. Anne kedi kalan boşluğa
bakıp elindeki altın kâseyi yere düşürmüştü. Ellerini yüzüne kapamış ve dizleri
üzerine çökmüştü. Sarsılan bedeni kaybettiği hanımefendi içindi. Koen ona bakıp
elini onun omzuna koydu. Anne kedi o gün hiç ağlamadığı kadar ağlamıştı.
Hayatlarının parçalanışı ve dünyalarının yıkılışına ilk defa şahit oluyordu.
Bugün çok yavrusunu ve onu var eden onu bu dünyada anlamlı kılan hanımefendiyi
Frange Cadısını kaybetmişti. Önce ağıt, sonra yas gelirdi. Daha sonra ise yeminler… Ant içilirdi. O gün
parçalanan tek şey ruh kapısı olmamıştı. Onların dünyası değildi. Yaksotat bir
yargıcın varlığından haberdardı ve artık tek başına kalmıştı. Azatod yoktu.
Tulhu yoktu ve Altın kitap… O artık onun elinde değildi.
Bölüm Yirmi Dokuz
Adil Olmak
Günler
günleri kovaladı, yıllar yılları ve sonunda üç koca sene doldu. Üç senedir
ruhların kapısı kapalı ve artık dünyada sıkışmış olanlarla büyük savaş devam
ediyordu. Ruh kapılarının kapalı oluşu ölüleri yeniden diriltmeye başlayanları
ortaya çıkarmış ve çürümüş bedenler sokaklarda gezmeye başlarken savaş korkunç
bir boyuta ulaşmıştı. Üç yıl boyunca bir ileri bir geri gidiyordu Barış ordusu.
Karga lider korkunç bir adama dönüşmüştü. Ağzından çıkan her emir ölümün işini
kolaylaştırıyordu. Epharai surlarına varan kadar çok kişi kaybedip çok kişi
kazanmışlardı. En büyük kaybı ise Pain gölünün kuşatmasında yaşamışlardı.
Ordunun yarısı Yaksotat’ın Yiyici dediği varlıkları ve ordusu tarafından
kuşatılıp parça parça edilmişti. Öncü birliklerden sağ dönen kimse olmamış ve
sonunda Karga Lider savaşın boyutunu değiştirmişti. Eğitilen binlerce efsuncu
ile büyük bir kafesin içinde günlerce sürecek savaşta bütün yiyicileri param
parça edip onları Yaksotat’ın ini dediği hisara göndermişti. Yaksotat
komutanlarının seviyesini yükseltip kaybettiği iki tanrı kadar güçlü olmalarını
sağlamıştı. Yer yüzünde ölüm kol gezerken Kutsanmış Çayırlarda büyük yas bir
sene sürmüş ve binlerce ruh Koen’in liderliğinde sonunda geldikleri milyarlarca
yıldızın parladığı boşluğa dönmeyi başarmıştı. Anne yavrularını eğitmek
istemişti. Koen buna karşı çıkmıştı. Yavrular savaşmak için değil yol göstermek
için eğitilmeli diye düşünüp savaşmayacaklarını belirtmişti. Orada savaşmak
için kendini geliştiren iki kişi vardı. Tulhu ve Koen. İkiside hanımefendinin
ölümünün ardından otoriter bir duruş sergilemişti. Tulhu için Azatod ile
yüzleşmek zordu ve onu çayırın ötesine inşa ettiği büyük kuleye kapatmıştı. Ne
bir lokma ekmek ne de su vermişti.
Zincirlenmiş halde karanlığa bürünmüştü. Koen’i bir sene boyunca kimse
ziyaret etmemişti. Onu ilk eğiten Tulhu olmuştu. Sabahtan akşama kadar büyü
yapmayı ve büyüleri kullanmanın yollarını öğretirken kendisine ait olmadığını
düşündüğü Altın Kitaptan dersler veriyordu. Hanımefendinin vasiyetini açıklamak
için Güneş’in Kızı ilk ziyarete gelen olmuştu. Vasiyet okunduğunda Tulhu
kitabın ona bırakıldığını öğrenmişti. Buna itiraz edip kitabı vermek istemişti.
Ama bu onun malı olduğu için alamazlardı. Şahit olanlar eşliğinde kitabı kabul
etmişti. Hanımefendinin Koen için bıraktığı miras ise çayırlar ve bütün
kedilerdi. Koen bunu kabul etmedi. Bu mirasın sahibin anne kedi olması
gerektiğini söylemiş ve emir vererek oranın tek sahibini anne kedi yapmıştı.
Anne ve büyük kızı artık yeni sahiplerdi. Koen için ikinci misafir ise birkaç
hafta sonra gelmişti. Qufang’ın kurucu
kurdu Ayezi onu görmeye geldiğinde yeleleri uzamış iri bir kurt olarak evin
kapısında belirmişti. Yaşlı bir adama dönüşüp kendini tanıttığında Koen’e
öğreteceği şeyin gururunu kırmak olduğunu söylemişti. “Gurur sadece ahmaklar
içindir. Eğer gururlu bir yargıç olursan senin için ölümden başka bir şey
olmayacak.” demişti. Zedeleyici ve yıpratıcı geçen üç ay boyunca Ayezi ona
itaat etmeyi sinsi olmayı ve gururun zadece bir kayıp olduğunu söyleyip diz
çökmeyi gerektiğinde çöktürmeyi öğretmişti. Maios’un oyunun başı olan bu kurt
ona sürekli Maios’u hatırlatmıştı. Zeki ve bir o kadar sakin yapılı bir
varlıktı. Gücü içinde saklı ve gücünü bastırıp kendini kamufle edecek kadar
yetenekliydi. Ayrılacağı günün akşamı ise Koen ile sessiz bir konuşmaya
girmişlerdi.
“Sen eğittiğim ilk kişi değilsin. Sonda olmayacaksın. Ama benim için eğittiğim
ve hizmet ettiğim bir kişi çok değerliydi. Benim için bir aile ve sığınaktı.
Hayatımı kendi ellerime alma şansı veren tek kişi Beyaz Gelincik olmuştu. Ona
hizmet etmek onurdu ve onun da senin için buraya gelmesini sağlayacağım.
Savaştığın şey kendindin şimdi ise artık dışarıdaki dünya. O bu yolu geçmiş ve
sonunu huzurla tamamlamış birileriydi. Seni görmeye gelecek ve geldiğinde onun
gözlerine bakıp onun içinden geçenleri gör.” Demişti. Gitmişti. Bir buçuk sene
kapıyı kimse çalmamıştı. Bir gece vaktiydi. Sessiz çayırda esen rüzgâr ufak
çanları oynatıyordu. Koen ve Tulhu artık birbirlerine alışmış ufak bir aile
kurmuş ve her şey normaldi. Akşam vakti yaptıkları gibi Tulhu oturduğu yerde
yavrulardan birisi ile masa oyunu oynuyordu. Koen ise anneye iş yaparken yardım
ediyordu. İşi bitirip büyük geniş salona gelip her zaman oturduğu tekli koltuğa
çökmüş ve oyun oynayan Tulhu’ya bakarken yanına gelen yavruyu dinlemeye
başlamıştı. “Artık basamakları çıkmayı öğreniyoruz Efendi Koen. Anne gök yüzüne
nasıl tırmanacağımızı öğretiyor.” Demişti. Koen onu gülümseyerek diniliyordu.
Tulhu sessizliğini nadiren bozardı akşam vakti. Oyun oynar ve sonra ortadan
kaybolurdu. Uzun uzun boş çayırda dolaşıp daha sonra dönerdi. Yine yavruyu
damada yenmişti. Ayağa kalkmıştı. “Akşam gezintisine mi gidiyorsunuz Tanrı
Tulhu?” demişti masadan atlarken kediye dönüşen yavru. Tulhu ona bakıyordu.
“Size eşlik edebilir miyim?” demiş ve onun peşi sıra kapıya doğru yürürken
kapıdan iki tıklama sesi gelmişti. Derin bir sessizlik başlamıştı. Tulhu başını
hafifçe çevirip Koen’e bakmıştı. “Misafir bekliyor muydun?” demişti. Koen ayağa
kalkıp oraya doğru yürümeye başlamıştı. Kapının oraya geldiğinde gücünü açığa
çıkarmış ve kapı tekrar vurulunca kolu tutup çevirmişti. O an şaşkınlıkla
kalmıştı. Ona bakan iki kişi vardı. Koyu siyah kıvırcık saçları geriye
toplanmış yeşil gözlü iri bir adam ve onun yanında gülümseyen gri gözleri olan beyaz
saçları yerlere kadar dökülen beyazlar içinde bir adam. Koen şaşkınlıkla onlara
bakarken Kurt Ayezi’nin anlattıkları aklına gelmişti. Enerjisi öyle güçlüydü ki
karşısında dikilenler birkaç adım gerilemişti. Koen bir süre onlara baktı. “Siz
kimsiniz?” demişti. Siyahlar içindeki adam konuşmaya başlamıştı. “Ayezi’nin söz
ettiği Yargıcı ziyarete geldik. O sen misin?” demişti. Koen başını yavaşça
sallayıp enerjisini bastırdı. Birkaç adım geride dikilen beyazlar içindeki
güzel yüzü olan kişi öne doğru yürümüştü. Bir kadından daha alımlı ve hoş
duruyordu. Koen ona hayranlıkla bakıp kalmıştı. Ondan daha uzundu ve adeta
süzülerek yürüyordu. “Ben Rahom Kuwala bu kişide saygı değer eşim Kara Kurt
Daki!” demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu.
Adam gülümserken gözlerindeki ışık belli oluyordu. “İçeri girebilir
miyiz? Uzun bir yoldan geldik ve kapıların hepsi kilitli olduğu için inebilmek
için çok uğraşmamız gerekti.” Demişti. Koen hemen kenarı doğru çekilmişti. “El…
elbette!” demişti. Efsanelerin sonuncusu Kuwala bir kadın olmalıydı. Onun
hikayesi öyle anlatılmıştı. İkisi içeri girerken dikilen Tulhu ile
karşılaşmışlardı. Tulhu onlara bakarken Daki etrafa bakmaya başlamıştı.
“Güneş’in Kızı doğru adres vermiş gibi. Bir yüksek ruh seviyesi ve yargıç!”
demişti. Kılıcı belindeydi ve iki kılıç birbirine her vuruşunda sallanıp
şangırtı sesi çıkarıyordu. Kuwala eve göz gezdirip koltukların olduğu yere
doğru yürümüştü. Daki onu takip ederken dolaşan yavru kedilere bakıyordu. Koen
kapıyı kapatıp onların ardı sıra yürürken Tulhu onu kolundan yakalamıştı.
“Onlar…” Koen başını sallamıştı. “Beyaz Gelincik ve Kara Kurt!” demişti. Tulhu
ne yapacağını bilemedi. Gerçekten ikisini görmeyi hiç beklemiyordu. İkiside
apar topar oraya gitmişti. Anne kedi onları selamlayıp yavruları toplayıp
dördünü yalnız bırakmıştı. Kuwala etrafa bakarken yüksek kitaplığa gözü takılmıştı.
Daki ise oturduğu yerde kılıçlarını koltuğun kenarına dayamıştı. Koen hemen
onların karşısındaki tekli koltuğa oturmuştu. Tulhu ise diğerine… Biraz
sessizlik olmuştu. Daki gözlerini Koen’e dikmişti. “Öğrenmek istediğin şey ne?”
demişti Daki. Koen bunu duyunca şaşkınlıkla kalmıştı. “Bilmiyorum. Hanımefendi
ölmeseydi o bunu söylerdi ama kendisini yıllar önce kaybettik.” Dedi. Daki
usulca başını sallayınca Kuwala ayağa kalkmıştı. “Senin için öğrenmeme izin ver
ve bizim sana ne öğretmeye geldiğimizi bilelim.” Demişti. Koen başını
sallayınca Kuwala onun tam önünde dikilmişti. Eğilip karşısında durdu. Onun
gözlerine gözlerini dikmişti. “Ne kader ama!” demişti. Koen onun gözlerindeki
beyaz ışığın içine doğru dalmış ve hareket etmiyordu. Tulhu çok sessizdi. Kuwala
onun içinde gördüklerini söylemiyordu. Bir süre baktı. Ardından doğruldu.
“Senin de gözlerine bakabilir miyim?” demişti. Tulhu başını sallayınca Kuwala
onun yanına geldi. Başını onun yüzüne doğru yaklaştırmıştı. Hoş çiçeksi kokular
saçlarından yayılıyordu. İpek gibi yumuşacık duran uzun saçları beline
dökülüyordu. Kuwala onun geçmişini ve duygularını görmeye başladığında acısını
ve kederini yaşıyormuş gibi hissetmişti. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Dakikalarca onun gözlerine dikmişti yaşlar akan gözlerini. Ardından çömelip
elini onun elinin üstüne koymuştu. “Acı çekmemelisin. Bu hayatı sen seçmedin.”
Demişti. Tulhu ona bakıyordu. Kuwala gülümsemeye çabalamıştı. “Tanrılar her
zaman insaflı olur ve iyi olur sanırdım gençken. Şimdi geldiğimiz yerde bizi
kutsaması için ağladığım tanrılar için ağlıyorum. Bu ne korkunç bir kader.”
Demişti. Tulhu ona soğuk bir yüzle bakıyordu. Ayağa kalkmıştı. “Yapabileceğimiz
tek şey size savaşmayı öğretmek. Ruhunuzu serbest bırakıp ahenginizi bulmanız.
İkinizin de eksik parçaları var. Senin özlem çektiğin bir kişi senin ise…
ölüm.” Demişti. Tulhu başını usulca salladı. “Ben bu savaşta olmak istemedim.
Bir tanrı olmak istemedim. Sadece ölmek istedim.” Demişti. Kuwala geri koltuğa
doğru dönüp oturmuştu. “Bir tanrıyı öldüremem ama ona nasıl öleceğini
öğretebilirim.” Demişti Daki. Tulhu ona bakıyordu. “Bunu yapabilir misin?”
demişti. Daki usulca başını salladı. “Zaman senin için hiçbir şey ama zamanın
olmadığı bir yer var. Oraya gidebilmenin bir yolu var.” Demişti. Koen onlara
dehşetle bakıyordu. “Ölmene izin veremem.” Demişti hırsla. Ayağa kalkmıştı.
“Sen Altın Kitap’ın taşıyıcısı ve sahibisin. Onu yer yüzüne indirmek
zorundasın.” Demişti. Tulhu başını iki yana sallamıştı. “Bunu ben istemedim.
Sadece bana verilen görevi yaptım ve kandırıldım. Frange Cadısı beni yine oyuna
getirip ıstırap dolu yaşamımı sürdürmem için beni zorladı. Beni öldürmeden
kendisi öldü.” Demişti. Koen ona doğru dönmüştü. “Ölümü kendisi istemedi. Onun
ruhani gücü tükenmişti.” Dedi. Tulhu başını iki yana salladı. “O ruhunu
toplayacak büyüler biliyordu. Mücadele etmek yerine ölmeyi seçti. Bunu kabul et
ya da etme.” Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. “Gerçek bu Koen ve
sen kabul etmek yerine kendine yalan söylemeye devam et. Üç koca yıl oldu ve
hiçbir şeyden habersiz buradayız. Aşağıda ne olduğunu bilmiyoruz. Belki herkes
savaşı kaybetti ve Jeniske öldü. Bunu bilemeyiz.” Demişti. Koen ona bakıp
kalmıştı. “Ölseydi eğer…” Tulhu derin bir nefes alıp ayağa kalkmıştı. “Ölseydi
haberin olmazdı. Çünkü bütün kapılar kapalı. Yer yüzü başı boş binlerce ruhla
dolu. Burada oturmuş kendimizi en kötü savaş hazırlıyor gibi rol yapmaktan
sıkıldım. Sana öğreteceğim her şeyi öğrettim. Artık benim elimden bir şey
gelmez. Bırak bende huzur bulayım ve Efendi Daki bana öğretsin nasıl
ölüneceğini.” Demişti. Koen ona bakıyordu. Yumruk yaptığı elini çok sert
sıkıyordu. “Sinirlenme hemen! Gerçekler bunlar!” demişti Tulhu. Koen ona
bakıyordu. “Yeterince güçlendiğimde kapıları açıp gideceğim. O zaman aşağı inip
kendini Yaksotat’a öldürt.” Demişti. Tulhu geriye doğru yaslanmıştı. “Gerçekten
bunu yapacağına inanıyorum Koen. Şu zamana kadar başarmak için nelere
katlandığını nelerden vaz geçtiğini biliyorum. Ama bende artık yapamıyorum. Acı
çekmek istemiyorum artık.” Demişti. Koen ona bakarken Kuwala’nın yumuşak sesi
duyulmuştu. “Acı çekmek gönülsüzlükle olur Tanrı Tulhu. Eğer bir kişi senin
canını yakıyorsa ona karşı nefretin ya da sevgin yoktur. Kalbinde onun için
beslediğin hiçbir duygu yoktur. O yüzden
o kulede onu unuttun ve orada bağlı olması ölmüş y ada yaşıyor olması umurunda
değil. Hiç zaferin tadını biliyor
musun?” demişti. Kuwala oturduğu yerde gülümsüyordu. “Zafer kazanmak bütün
acılarını unutturur. Bu zafer şampiyon olmak ya da birilerini öldürmek
değildir. Uğrunda yaşayacak bir şeylere sahip olmayı başarmaktır.” Dedi. Tulhu
ona şaşkınlıkla bakıyordu. Bir tanrı olarak yükselip huzurlu olan yere
çekildiğinde o kazandığın zafer senin tek mutluluğun ve huzurun oluyor. Ölüm
ise bir boşluk ve hiçlik olarak seni sürükleyip durur. O yüzden ölmeyi öğrenmek
gerekir. Her ölüm yok olmak değildir. Daki sana gerçekten nasıl huzurlu
öleceğini öğrettiğinde tekrar kararını verirsin.” Demişti. Tulhu ona
şaşkınlıkla bakıyordu. Kuwala ise Koen’e dönmüştü. Seninle yapacağımız önemli
bir şey var. Bedenin dinç ve ruhunun dinlenmiş olması gerek. İçindeki
bastırdığın ve hala tamamını çıkaramadığın enerjiyi ortaya çıkardıktan sonra
gerçek bir yargıç olacaksın.” Demişti. Koen ona dönmüştü. “Ne yapacağız peki?
Meditasyon ise…” Kuwala gülmüştü. “En son birisinin enerjisini çıkarması ve
özgürleşmesi için onun zinciri ve prangaları olan ailesini öldürmesini
sağlamıştım. Meditasyon Kör Rahibin tarzı. Ben daha eylemsel şeyler severim.”
Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Öldürecek bir ailem!” yok demişti. Kuwala
gülüp ona bakmıştı. “Babanı öldürdüğün için bu eylemi es geçelim ve daha güzel
bir şey yapalım.” Demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Yargıçlar her daim
adildir. Doğru karar vermelidir. Tanıdığım en güçlü kadın ve yargıç olan kişi
Güneş’in Kızı. İntikam almaktan çok adil olmayı öğrenmişti. Senin de bunu
yapman gerek.” Demişti. Koen ona bakarken Kuwala koltukta oturan Daki’ye
dönmüştü. “Kılıcını ona verebilir miyim?” demişti. Daki ona doğru kenarda duran
Ung çeliğinden olan kılıcı atmıştı. “Daha önce binlerce insanın ölümüne neden
oldum. Ama en önemlisi kendi çıkarlarım için bir annenin ölümüne sebep oldum.”
Demişti. Koen ona bakıyordu. Ölmem gerektiğine inanıyorsan kılıcı al.” Demişti.
Koen ona bakıp bir adım geri çekildi. “Binlerce insanı kurtarıp özgürlük getirmek
için kendi varlığımdan vaz geçtiğimi de düşün.” Demişti Kuwala. Koen ona
dikkatle bakıyordu. “Kadının çocuğuna ne oldu?” demişti. Kuwala düşünceli
şekilde başını yana doğru eğmişti. “Yüce bir alim oldu ve orada çocukları
oldu.” Dedi. Koen onun elindeki kılıca dikmişti gözlerini. “Peki onun ölümüne
nasıl sebep oldun?” demişti. Kuwala derin bir iç çekmişti. “Gitmesine izin
vererek. Güçleneceğini sandım ama işkence görüp öldürüldü.” Dedi. Koen başını
iki yana salladı. “Ölmeye değmez.” Demişti. Kuwala bunu üzerine oturan Daki’yi
göstermişti. “Binlerce masum kuzeyliyi katletti. Köylüleri, çocukları ve
kadınları…” demişti. Koen oturan adama bakıyordu. “Ruhu karanlık ve dengesiz
değil neden yalan söylüyorsun?” demiş ve Kuwala’ya bakmıştı. Daki başını yana
doğru eğmişti. “Yaptım. Binlercesini öldürüp şöhret sahibi bir prens oldum.”
Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. Kuwala elindeki kılıcı ona doğru
uzattı. “Adalet nedir?” demişti. Koen kılıcı almamak için birkaç adım daha
gitmişti. “Adalet… Bir defasında sevgili babamın kitaplarından birinde ilaçları
kullanırken dikkat etmemiz gereken şeyleri yazdığını hatırlıyorum. Eğer demişti, eğer bir kişi diğerinden daha
çok yaşamayı hakkediyorsa ilaç onundur. Eşit olmak adil olmak değildir. Güçlü
yaralandı diye ilacı ona veremezsin. Bir hamile kadına vermen gerek. Çünkü o
sadece kendi hayatından sorumlu değil. Aynen bunu demişti. Ruhları okuyarak
adil olamazsın. Gözlerine bakacaksın. Bedenlerine… Sen savaşta sakat bir askeri
öne sürerek düşmanı zayıflatmayı düşüneni öldürmelisin. Yıllar önce birilerini
öldürdüğü için sakat kalanı değil. Adil olmanın yolu bilmektir. Gözlerine bakıp
okumaktır.” Demişti. Ona doğru yaklaşıp gözlerini gözlerine dikmişti. “Ruh
okuyabilmek bir yetenek ise insanların gözlerinden geçmişlerinde görmen gerek.
Benim senin geçmişini görmem gibi.” Demişti. Koen onun uzattığı kılıcı almıştı.
“Şimdi gözlerime bak ve ölmem gerektiğine ya da yaşamam gerektiğine karar ver.”
demişti. Koen onun gözlerine dikmişti gözlerini. “Ne görüyorsun?” demişti
Kuwala dakikalar sonra. Koen korkunç kuzey savaşını acıları kayıpları delirme
noktalarını her şeyi gördükçe kitlenip kalmıştı. Konuşamıyordu. “Melez Piç!”
demişti. Kuwala gülümsemişti. “Neden onun gibi senin arkadaşına işkence eden
birisinin yıllarca peşinde koşup ölümünü kendin sağlamadın?” demişti. Kuwala
geriye doğru çekildi. “Çünkü adil olmam gerekirdi. Onu öldürmek benim hakkım
değildi. Onu öldürmek onun kullandığı ruhların hakkıydı. Yıllarca onu oyalayıp
zayıflatmak ve öldürülmesi için uğraşmam gerekti. Bu adil olmaktı. Sadece
gözlerimi ona dikip beynini param parça ettiğimde sadece geçici bir rahatlama
olurdu. Ve bekleyen onlarca ruha saygısızlık.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona
bakıp kaldı. “Ama senin işin onu öldürmekti… O çok kişiye…” Kuwala başını
sallamıştı. “Benim işim kurtarmaktı. Öldürmek değil. Bende yanılgıya düştüm ve
öldürdüm. Öldürdükçe kirlendim ve kirlendikçe hastalandım. Beni o bataklıktan
çıkaran şey ise bana inanların gücü oldu.” Dedi. Koen yutkunmuştu. “Kimseyi
öldürmez isem nasıl adil olacağım.” Demişti. Kuwala kollarını göğsünde bağladı.
“Öldürme demiyorum. Kimi neden ve nasıl öldüreceğini bilmelisin. Babanın
defalarca göğsüne bıçak sapladın. Neden?” demişti. Koen ona bakıp kaldı. Babası
hakkında konuşmak istemiyordu. “Ben… beni dövdüğü için.” Demişti. Kuwala ona
doğru yaklaştı. “Gerçekten mi? Zaten hep dövmüyor muydu? Seni sürekli kenarı
itekleyip, iğrenç olduğunu, onun için bir böcek kadar değersiz olduğunu
söylemiyor muydu? Annenin ölümünden seni sorumlu tutup hastalıklı oluşundan söz
etmiyor muydu? O gecenin farkı neydi? Niye onu defalarca bıçaklayıp bir mektubu
bahane edip o seni koruyan genç ruhu sürülmeye mahkûm ettin?” dedi. Koen
şaşkınlık içinde ona bakıyordu. Gerçekler daima içinde saklı kalmalıydı. Kuwala
ona bakıyordu. “Gözlerini ondan ayırmıyordu. İlk günden biliyordun o mektubu.
Heybesini karıştırıp okumuştun. Gitmemek için türlü bahaneler bulmuştun. Orada
kalmak için yalvarmıştın. Ama o gece ne oldu da sen birden aklını kaçırmış gibi
onu bıçaklayıp ilk defa ruhunu kanla besledin. Herkesin düşüncesi o genç adam
onu öldürecek kadar güçlü sen zayıf olarak bilmesini neden doğru kabul ettin.
Kendini korkak gösterdin?” Sorular arttıkça Koen dehşete kapılıyordu. Hızla
kılıcı savurduğunda metalin çarpma sesi ile gözünü açmıştı. Daki onun hemen
önünde dikiliyordu. “Bir daha kılıcımı ona doğru savurursan seni öldürürüm.”
Demişti soğuk bir sesle. Koen onun parlayan gözlerine ve korkunç ifadesine
bakıp kılıcı elinden bırakmıştı. Kuwala ise kenarda duruyordu. “İtiraf etmek
zorundasın. Önce kendine adil ol!” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı.
“Sen beni anlayabileceğini mi sanıyorsun?” demişti. Kuwala başını sallamıştı.
“Evet!” demişti. Koen bunun üzerine ona doğru dönmüş ve bağırmaya başlamıştı.
“Küstahsın! Sizden yardım istedim. Siz ise benim sırlarımı sakladığım
yaralarımı deşmek için burada olan iki meraklı ibnesiniz!” demişti. Kuwala bunu
duyunca ona doğru birkaç adım atmıştı. “Bunu bana geceleri yatarken birini
düşleyen adam mı söylüyor?” demişti. Konuşma çirkinleşecek. Çirkinleştikçe kapanmamış
iltihap toplamış yaralar açılıp kanayacaktı.
“Niye babanı öldürüp suçu kabullenip onun gitmesine izin verecek kadar
korktun? Neden o gece diğerlerinden farklıydı?” demişti. Kuwala gerçeği
görmüştü ama onun kendine itiraf etmesini istiyordu. Kaçamak dövüşmesine izin
vermeyecek kadar uzun yaşamıştı. Daki ikisine bakıyordu. Kuwala ona doğru
birkaç adım daha atmıştı. “Hiçbir zaman saf olmadın. Ne çocukken ne şimdi. Ne
üç yüz yıl önce birsini öldürüp onu uzaklaştırırken ne de buraya kaçarken… Sen
zeki ve sinsi bir adamsın. Çünkü ruhun yargıç senin. Şimdi kendine itiraf et.
Hikayende yalanları arındır ve anlatıcının doğruyu bilmesine izin ver.
Yalanlara o kadar çok kandın ki sana saf gelen sevgiden o kadar korktun ki
şimdi bunları anlat.” Dedi.
Yıllar
önce o gece olanlar anlatıcılarında görmediği karanlık geçmişe gömülmüştü. Ne
kaderin yazıcıları ne başka tanrılar hiçbiri onun gerçekte ne yaptığını
görmeyecek kadar onun saflığını öne koymuştu. Kutsanmamış kirli bir ruhu kim
izleyebilirdi ki. Koen o gece babasını öldürürken gözünü bile kırpmamıştı.
Adalet onun kanında olandı. Ruhunu besleyen şeydi. Adil olmak için öldürmek
olması gereken şeydi. O gece ne olduğunu düşünürken kalbi o kadar hızlı
atıyordu ki kanın kokusunu tekrardan alıyordu. Dişleri birbirine kilitlenmiş
şekilde gülümserken Kuwala’ya korkunç kızıl gözlerini dikmişti. “O beni
satacaktı. Sadece beni herkesi!” dedi. Kuwala bildiği hikâyeyi dinlemek
istemiyordu. Geri geri gidip koltuğa oturdu. “Beni kandırma ve olanları
gerçekten anlat.” Demişti. Koen onun oturduğu yere giden Daki’ye bakıyordu.
Tulhu onun suratındaki korkunç ifadeye bakıp kalmıştı. Hızlı hızlı soluyordu.
“Ne oldu? En başından anlat ki neler olduğunu kendine adil olmuş ol!” dedi.
Koen gülmüştü. “Onu öldürmek istedim. Çünkü o kötüydü. Sadece kendisi için her
şeyi isteyen bir pislikti. O gece ve ondan önceki gecelerde onu öldürmek için
çok çabaladım. Kendimi durdurmak için onu öldürebilmek için çabaladım. O bize
bakmak için uğraşan kadını dövüyor ve onun çocuk doğuramadığını söyleyip ona
eziyet ediyordu. O gece masadan kaldırdı onu. Kalkıp bacaklarını ayırmasını
söyledi. Kadın iyi birisiydi. Sessizdi. Bana yemek verirdi. İşe yaramaz
olduğunu söyleyemezdi ona. Kendisi sarhoş ve düşmüştü. O gece onu yerde sürüdü.
Defalarca vurdu. Sürekli en sonunda bıçağı aldı ve onu kesip bu işi
bitireceğini söylemişti. Ben toplasan elli kilo değildim. Göğsümü açınca
kemiklerimi sayabilirdi insanlar.” Elini göğsüne koymuştu. “Sadece öldürmek
istedim. Boğazını kesmek, defalarca etine bıçağın girdiğini görmek istedim. Ama
yapamazdım. Ve o gece bunu yapmam için bir fırsat doğdu. O her zaman beni
aşağılardı. Bana sürekli vurur ve bir kız gibi zırlamam için beni yerde
sürüklerdi. Ona baba dediğim için benden tiksinip beni kapının dışına koyardı.
O gece onlar aklıma geldi. İnsanlara gülümsemesi ve eve gelip bana vurması.
Herkes onu örnek almamı isteyip durdu. Onun gibi güçlü olmamı istedi. Onun gibi
olmamı istedi. Ve bende oldum. O kadının boğazını kesip yerde sürüklerken
masadan bıçağı alıp yanına doğru sokuldum ve defalarca sapladım. Vurdu,
itekledi ama defalarca sapladım. Sürekli ama sürekli bıçağı sokup çektim. Onun
yüzüne vurdum suratına tükürdüm açılan yarasına elimi soktum. O kadar zevk
alıyordum ki kendimden tiksindim. Öldürmekten zevk alıyordum aynı onun gibi.
Korktum. İnsanlar onu nasıl öldürdüğümü anlayacak diye korktum. Başta istekli
olduğum Hisar’a gitme fikri geldi aklıma. Bana büyük orduların buraya
geleceğini oraya gidip orada birilerinin uşağı olabileceğimi söylemişti.
Jeniske ya da başkası umurumda değildi. Kaçıp ondan kurtulmayı düşünmüştü. O an
mektubu hatırlayıp çıkardım ve onu herkese gösterdim. Jeniske’ye onun beni
satacağı yalanını bir nevi gerçeğini söyledim. Çünkü korktum. Beni onun gibi
görmelerinden çok korktum. Onu öldürürken beni gören kadının kalbine bıçak
sokarken bile zevk aldım ben.” Demişti. Gözlerindeki korkunç parıltıyı boğan
göz yaşları vardı. “Ona bunu bilerek yapmadığımı söyledim. Ama o an kanın
tadını almıştı. Daha fazla istedim. O benim nasıl bir pislik olduğumu görsün
istemedim. Benim neye dönüştüğümü bilsin istemedim ve onun aklına benim yerime
gidebileceği fikrini soktum. O dayanırdı. Ve savaş geliyordu. Kimsenin
bilmediği o savaşı ben biliyordum. Babam onların büyük ordularını övünçle
anlatırdı. Burada kalıp orada insan öldürmek istedim. Her anından zevk almak
istedim.” Gülmüş ve arkasındaki koltuğa oturup kılıcı yana doğru bırakmıştı.
Kılıcın çıkardığı gümbürtü ile bağırmıştı. “Kendimi eğittim. Ok atmayı, kılıç
kullanmayı öğrendim. Ve öldürmek için bekledim. Sürekli bekledim. Sürekli ve o
an gelince son anına kadar kan denizinde boğulmak istedim. Kızıl taş
kullanıcısı oldum. Ölümüm bile öldürerek olmalıydı diye düşündüm. Jeniske
yoktu, babam yoktu sevdiğim kimse yoktu nefret ettiğim kimse yoktu. Tek ben
vardım ve ölebilecek bir sürü ruh. O gün uçurumun orada onu gördüğümde kalbim
durmayı reddetti. O kadar hızlı çarptı ki kendimden nefret ettim. Beni asla
sevmeyeceğine inandığım adam beni iyileştirmek için sırtında taşıyıp Tulhu’nun
göz yaşlarında yaralarımı tedavi etti. Benimle olmak için geç kaldığı için özür
diledi. Onu kandırdığımı sadece bencilce öldürmek istediğimi bilmeyerek dizleri
üzerinde ağladı. Hayatımı mahvettiğini sandı. Beni tek başına bıraktığı için binlerce
kez onu affetmemi istedi. Onu gönderdiğimi ve babam gibi katil bir pislik olmak
istediğimi bilmeyerek yalvardı. Öldüğüm gün anlamıştım. Onu hak etmeyecek kadar
çirkin ve kirli olduğumu. Herkesi öldürdüm. Her şeyi yok ettim ama benim en
büyük günahım onun ruhunu kirletmek oldu. Onu kandırmak ve saf bir aptal gibi
davranıp onu kullanmak oldu. Bütün geçmişimi bana verdikleri andan bu yana
ondan kaçmaya çabaladım. Frange’ye gittim, Qufang’a gittim ama beni aradı buldu
ve beni sevmek için çabaladı. Ben ise…” elini hızla göğsüne vurmuştu. “Ben ise
onun geçmişini karalamak ve hayatını onu kullanacak birilerine teslim etmesine
izin verdim. Günahlar işleyip katil olmasına izin verdim. Yargıç olduğumu
bilmiyor gibi kana susamışlığımı bilmiyor gibi bir korkak gibi yine kaçmaya
çabaladım. Eksik kolumu bahane edip kaçtım. Sürekli kaçtım. Ve sonunda onu
kaybettim. Artık öldüğümden emin olsun diye umudu kesilsin diye bana bile ait
olmayan çaldığım ve yirmi sene içinde büyüdüğüm ölü bedenimi verdim. Ben acı
çekiyorum diye kendine acı çektirmesine izin vermeyeceğim.” Demişti. Kuwala
usulca gülümsemişti. “Yüz yıllar boyunca burada saklanacaksın yani. Ondan
kaçmak için bu ölmüş çayırlarda burada sıkıştırıp tutsak ettiğin ruhlarla
yaşayacaksın. Ölmek isteyeni öldürmeyip bencil olacaksın.” Dedi. Koen bunu
duyunca yorgunca ona baktı. “Böyle olmayı ben istemedim. Jeniske beni sevsin
istemedim.” Demişti. Kuwala başını iki yana sallamıştı. “Onun seni sevmesini
istemediğin yalanına beni inandıramazsın. Bir kişi karşılık bulmadığı
umutsuzluk dolu hayallere tutunmaz. Onu sevmiş ve onun senin sevmesini istedin.
Bu yalana inanmam.” Demişti. Koen yavaş yavaş nefes alıyordu. Kuwala ellerini
yavaşça birbirine vurmuştu. “Korku ve ne olduğunu bilememektir bu. Kana
susamışlık ve adalet duygunun yönünü şaşırmasıdır. Sonuçta insan olarak doğdun
ve insan olarak öleceksin bir gün. O süreçte yargıç olmanın bir önemi yok.
Sonrasında önemi yok. İnsan denilen varlık hayatı boyunca elini bir defa kana
bulağında o lekenin asla çıkmayacağına inanır ve her yeri kızıla boyamaya
çalışır. Bu hataya hepimiz düştük. Ama bizi çıkaracak olanların var olduğunu
unutmamak gerek.” Gözleri Daki’ye dönmüş ve dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı.
“Bencil olman kana susamışlığın bunlar geçmişin yükleri. Kaçıyor ve korkuyor
oluşun… Önemli mi? Hayır! Şimdi ne olmak istediğine bakman gerek. Bir daha
Jeniske’yi görmezsen işlerin yolunda olacağını sanman çok komik. O öyle
olmuyor. Kalbin ruhun hasta oluyor. Ki şu haline bakarsak zaten hastasın. Senin
iyileşmeye ve kaybettiğin yoluna dönmen gerek. Sana yol göstermeye
çabalayanları tutsak etmek yerine onları serbest bırakıp adımlarını izlemen
gerek. O…” dedi. Parmağı ile ayakta dikilip kalmış Tulhu’yu göstermişti.
“Öldürdü, öldü… Acılar çekti ve bunların hepsinin sebebi olan adamı unuttu ve
kendi başına ölmesi için bir kuleye kapattı. Bu huzur bulmak için geçmişten
kurtulmaktır. Sen ne yapacaksın şimdi?” dedi. Koen ona bakıyordu. Ne yapacağını
bilmiyordu bile. “Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.” Dedi. Kuwala gülümsemişti.
“Çok basit bir cevabı var Koen! Düşünürsen bulursun.” Demişti. Koen ona bakıp
göz devirmişti. “Madem o kadar basit sen söyle!” dediğinde Kuwala korkunç bir
gülümseme ile ona bakmıştı. “Dediğim şeyi yapacaksın ama!” demişti. Koen başını
sallayınca Kuwala konuşmaya başlamıştı. “Jeniske’yi öldür!” demişti. Bir an
ortalık buz kesmişti. Koen ona bakıp kalmıştı. “Sana dürüst oldum ve şimdi
yap!” demişti. Koen başını iki yana salladı. “Bunu yapmayacağım.” Demişti.
Kuwala öne doğru eğilip gözlerini öne dikmişti. Korkunç bir boş ifade ile ona
bakıyordu. “Ya geçmişini unut ya da geçmişinin son parçası olan o adamı öldür
ve yüklerinden kurtulup kurduğun yeni yüzün ve kimsenin bilmediği bu bedeninle
bir yargı. Olarak in aşağı.” Demişti. Koen başını hızla sallıyordu. “Jeniske’ye
bunu yapamam.” Demişti. Kuwala ona bakıp gülmüştü. “Karga Lider! Onun zaten şu
an ölüden farkı yok. Kalbine bir hançer sokup atmasını durdurmuşsun fark etmez.
Her şekilde bir ölü gibi. Ha burada durmuşsun ha aşağı indirip öldürmüşsün.
Aynı şey.” Demişti. Gözü duvarda on ikiye gelen saate takılmıştı. “İki saat olmak
üzere galiba!” demişti. Daki başını iki yana salladı. “Evet. Birazdan geri
dönmeliyiz. Yoksa burada kalacağız. Ve evde açıkta yemek bıraktım.” Demişti.
Kuwala gülümseyerek ayağa kalkmıştı. “Rica etsem kılıcı alabilir miyim?”
demişti. Tulhu kalkıp yerdeki kılıcı alıp ona vermişti. Kuwala gülümseyip onun
önünde saygı ile eğilmişti. “Ona yol gösterin Tanrı Tulhu. Kaybolmasına izin
vermeyin. Daha uzun kalmak isterdik ama gitmemiz gerek. Burada işleyen zaman
bizim zamanımızdan farklı.” Demişti. Tulhu onları geçirmek istedi. Verandaya
çıktıklarında Daki endişe ile ona bakmıştı. “Aşağı inip onu öldürebilir. Olaya
el atması için Güneş’in Kızı buraya gelsin.” Demişti. Kuwala ona bakıp başını
hafifçe salladı. “Bu olmayacak Kara Kurt. Bunu yapacak kadar taş kalbi yok.
Gözlerinde korkularının ve kaçma sebebini gördüm. O tekrar Jeniske ile yüzleşip
onun gözleri önünde kana bulanmış olmaktan korkuyor. Ama buna mecbur. Kirlilik
kan değil bunu bilmeli.” Demişti. Tulhu’ya doğru dönüp tekrar saygı ile
eğilmişti. “O henüz çok genç ve saf. Ona iyi bakın. Lütfen. İleride gerçek bir
efsane olacak bu gözlerinden belli. Sessiz bir yargıç olmayacak.” Demişti.
Tulhu gülümsemişti. “Ziyaretiniz için teşekkürler. Gerçekten ölmek için
görevlerimi yapmam gerekiyor mu?” demişti. Daki başını salladı. “Ruhundaki
ıstırabı biliyoruz. Ama bu sizin vazifeniz. Ona yol göstermek sizin kader
dediğini şey. Arınmak ve sonsuz huzur için yükselip bütün o acılardan kurtulmak
için bunu yapın. O zaman zafer denilen şeye kavuşur ve ödülünüzü alırsınız.” Demişti.
Tulhu başını usulca salladı. “Umarım o yerde sizi tekrar görürüm.” Demişti.
Kuwala gülümsedi. Yavaşça kapıdan çıkıp çayırın ortasına süzülürken birer ışık
olarak gökyüzüne doğru akıp yok oldular. Tulhu onlara baktı. Bir süre dışarıda
kaldı. Sonunda içeri girdiğinde Koen’in yukarı çıkmış olduğunu gördü. En ağır
ama en kısa ders bu olmuştu. Zamanın bütün yaşanmışlıkların sadece iki saat
içinde onun ruhuna yüklenmesi ve adil olmanın önce kendisine adil olmakla
başlayacağını söyleyen iki büyük efsanenin sözleri… Tulhu usulca koltuğa
oturduğunda anne kedi kapıda belirmişti. Formunu değiştirip onun yanına doğru
gelip koltuğa oturdu. “Gün geldiğinde sizin için de yas tutacağız.” Demişti.
Tulhu huzurla gülümsemişti. “Göç etmemiz gerekecek. O gün geldiğinde hepimiz
bir yerlere gideceğiz. Ama önce onu kapıları açmaya ikna etmemiz gerek Anne
Kedi. Onu kendine getirmeli ve bu tutsak hayatına son vermemiz gerek. Yer
yüzünde neler oluyor bilmiyoruz bile. Onun içindeki hesaplaşmasının bitmesi
için beklerken hazırlıklarımızı yapmalıyız. Son kez yer yüzüne inip tekrar
buraya dönerken lütfen bana yol göster.” Demişti. Anne usulca başını sallayıp
onun omzuna başını dayadı. “Hanımefendi seni daima sevdi. Onun için bir oğul
gibiydin. Acılarını dindirmek için burada olacağım. Onun bana bıraktığı bir
emanetsin.” Demişti. Tulhu usulca gülümseyip gözlerini kapadı. “Teşekkürler
anne. Kaybolan ruhumu evine kabul edip yol gösterdiğin için teşekkürler.”
Bölüm Otuz
Döngünün Sonu
Beyaz
Gelinciğin sessiz ve kısa ziyareti bir yargıcın kendini yargılayışına sebep
olmuştu. Kendi içinde adil olmak için ona seçenek sunmuştu. Ya buradan çıkıp
aşağıya artık var olmaya başladığı kişi olarak orada olacak ya da Jeniske’yi
öldürüp sonsuza dek saklanmaya devam edecekti. O günün aylar sonra şafağın da
gök yıllar sonra yarılacak gibi gürlemişti. Kapıların açıldığını hissediyordu
herkes. Epharai sınırına yakın olan barış ordusu kampı güneşli güzel havanın
bozulması ile neler olduğunu anlamayan tek taraf değildi. Epharai krallığı
birden çöken bulutların oluşturduğu derin girdaba bakıyordu. Sanki gök yüzünde
büyük bir fırtına başlamıştı. Ama o fırtına o kadar yavaş ve sessizdi ki kimse
duymuyordu. Girdap dağılmaya başlarken etrafta bir rüzgâr oluşmuştu. Saldırı
planı için tek çadırda toplanmıştı Barış ordusu liderleri ve komutanları.
Gökyüzü yarılıyor diye çığlıklar koptuğunda herkes oraya doğru toplanmıştı. Gök
yüzündeki girdap dağılırken büyük bir boruya anımsayan bir bulut uzantısı aşağı
doğru hızla sarkıyordu. Tam olarak subay ve komuta çadırlarının ortasına doğru
hızla çarptığında yer sallanmış ve kimse ayakta kalmayacağını sanmıştı.
Yükselen toz bulutu ardında büyük bir gürültü bırakmıştı. Maios’un sesi
yükselmişti. “Kimse düzeni bozmasın. Yaksotat’ın ucuz numaralarından birisi
olabilir.” Demişti. Toz bulutu dağılırken ayakta iki kişi görmüşleri. İkiside
düzün giyinmiş üstleri temiz saçları temiz kişilerdi. Birisini hemen
tanımışlardı. Tanrı Tulhu! Yanında ise genç bir adam vardı. İri kılıcı beline
takılıydı. Kılıcının altın kabzası parlarken dağılan saçlarını kulağının
arkasına sıkıştırıyordu. Birden onlarca mızrak ve kılıcı ona doğrultulmuş
görünce gülümsemiş ve heyecanla konuşmaya başlamıştı. “Lanet olsun tam
beklediğim gibi karşılandık!” demişti. Tulhu soğuk bir ifade ile dururken Koen
neşeliydi. Onu tanıyan tek kişi vardı. Ona şaşkınlık ile bakarken öylece
dikildiği yerde kalmıştı. Çökmüş gözleri parlarken nefes alışları hızlanmıştı.
“Yüce Güneş adına!” dediğinde derin bir sessizlik olmuştu. Mızrakları ve
kılıçları kenarı doğru çekerek onların etrafını saran çemberi dağıtıp dikilip
kalmıştı onlara bakıp. Önce Tulhu’ya baktı. Tulhu başını eğip onu selamladı.
“Karga Lider!” demişti. Jeniske ona bakıp şaşkınlıkla yüzüne bakıp yanında
ondan daha kısa sırıtkan kişiye bakıp kaldı. “Bu nasıl mümkün?” demişti
fısıldar gibi. Koen ise ne yapacağını bilemeden gülümsüyordu. “Yaşlanmış
görünüyorsun Jeniske!” demişti. Etraftaki seslik devam ederken Aiken onlara
bakıyordu. Maios ise onda tanıdık gelen şeyi çözmeye çabalıyordu. Koen
dişlerini göstererek sırıtmıştı. “Geciktiğim için özür dilerim.” Demişti.
Jeniske ne diyeceğini bilmiyordu. Bir şey diyemedi. Elini alnına koydu ve hızla
çadıra girerken Koen adım bile atamadan boynuna çevrilmiş kılıçlar ile durdu. “Jeniske!
Benim! Jeniske!” demişti. Tulhu ise ona bakıp göz devirmişti. “Onu şoka soktun.
Böyle gösterişli inişe gerek var mıydı?” demişti. Koen ona dönmüştü. “Tulhu ona
benim olduğumu söyle! Çekin şu kılıçları!” demişti. Eliyle kılıçlara vurup
olduğu yerde tepinmişti. Tulhu omuz silkti. “Birazdan döner umarım!” demişti.
Aiken öne doğru çıkmıştı. “Seni tanıyor muyum?” demişti. Onun geçmişini
görenlerden birisi Aiken idi. Ruhu ev kalbi uyuşmadığı o zaman dağda tedavi
görürken onun gençliğini ve geçmiş yüzünü görmüştü Aiken. Koen gülümsemişti.
“Aiken benim! Koen!” demişti. O anda derin bir sessizlik başlamıştı. Koen ona
bakıp gülümsedi. “Benim eski en başta olmam gereken bedenim.” Demişti. Maios
oraya doğru yaklaşmıştı. “Sen gerçekten…” Koen atılmıştı. “Evet benim Kral
Maios. Ölmedim. Sadece form değiştirdim.” Demişti. Tulhu onlara bakıyordu. “O
gerçekten Koen.” Demişti Tulhu. Maios şaşkınlık içinde ona bakıyordu. Aiken ise
öne doğru çıkmıştı. “Yüzün. Ve daha gençsin…” demişti. Koen gülümsedi. “Ölmüş
bedenime döndüm. Uzun hikâye! Jeniske’yi görmem gerek.” Deyip adım attığında
Aiken ona kılıcını doğrultmuştu. “Bundan emin olamayız. Yanında Yaksotat’ın
köpeği varken sizi öylece liderin çadırına alamayız.” Demişti. O sırada arkada duran Tavi bir öksürük ile
boğazını temizlemişti. “Tanrı Tulhu bizim yanımızda!” demişti. Tulhu ona
bakıyordu. “Tanrı değilim ben! Düşürüldüm.” Dedi. Tavi oraya doğru yavaş
adımlarla ellerini arkasında birleştirip yürümüştü. “Misafirleri içeri alalım
ve konuşalım. Burası tiyatro meydanı gibi oldu.” Demişti. Koen ona baktığında
durgunlaşmıştı. Tavi bunu dediğinde kılıçlar inmiş ve onları içeri doğru davet
etmişti. Koen çadıra girmişti. İçeride masada oturan Jeniske’yi görünce hızla
oraya doğru gelmişti. “Yaklaşma!” demişti Jeniske. Koen olduğu yerde durmuştu.
Jeniske başını kaldırıp ona bakmıştı. “Neredeydin?” demişti. Koen ne diyeceğini
bilemedi. Herkes içeri doğru girmişti. Tulhu bile masanın oradaydı. “Cevap
ver!” demişti Jeniske. Koen derin bir nefes aldı. Yüzüne soğuk bir ifade
inmişti. “Frange Cadısının çayırlarında!” demişti. Jeniske ona bakıyordu.
Gözlerinin altı kararmış yüzünde soğuk ve kanlı bir ifade vardı. Gözleri
sönüktü. Konuşmaları yavaş başlamış ama seri gidecekti.
“Frange Cadısı nerede peki şimdi?”
“Öldü! Üç sene önce öldü.”
“Nasıl?”
“Yaksotat ve Azatod saldırdı. Ruh kapılarını kırdılar.”
“Neden?”
“Tulhu Altın Kitabı çalıp kaçmıştı. Onu arıyorlardı.”
“Niye eski bedenine döndün?”
“Yargıç olmayı kabul ettim çünkü!”
“Peki niye şimdi döndün?” Jeniske bunu sorunca Koen bir an için kalmıştı. Ne
diyeceğini bilmiyordu. Öylece ona bakıp kalmıştı. Birkaç ay önce Beyaz Gelincik
onun son olarak kendi ile hesaplaşmasını yaptırmış ve şimdi kendini hazır
hissettiği için buradaydı. Ama asıl sebep artık ondan kaçmayacaktı. Bir süre
yere baktı. Ardından başını kaldırmıştı. Yirmilerinde genç bir delikanlıydı.
Dalgalı kumral saçları arkaya doğru toplanmıştı. Dudaklarını yaladı yavaşça
yüzünde yaşına göre sert bir ifade belirmişti. “Çünkü hazırım!” demişti.
Jeniske bunu duyunca ona dikmişti gözlerini. Ayağa kalkıp ona doğru yürümüştü.
“Neye hazır olduğunu sanıyorsun sen? Bu savaş senin savaşın bile değil!”
demişti. Koen karşısında dikilen ondan uzun iri ve güçlü duran adama bakıp
çenesini dikleştirdi. “Savaşa değil. Yüzleşmeye. Kaçtığım her şeyle yüzleşmeye
hazırım.” Demişti. Jeniske dalga geçer gibi gülmüştü. “Geldiğin yere defolup
git!” demişti. Koen ona bakıp kalmıştı.
Ne diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı. “Jeniske…” konuşacağı sırada Jeniske
onu kolundan tuttuğu gibi çadırın dışına doğru sürüklemiş ve bağırmıştı. “Kamp
sınırlarından onu çıkarın!” demişti. Tulhu oturduğu yerden kalkmıştı. “Bunu ona
yapma. Onu getirebilmek için çok çabaladım.” Demişti. Jeniske ona dönmüştü.
“Sakın bir kelime bile etme. Boğazını kesip atarım.” Demişti. Tulhu ona doğru
yürümüştü. “Bunu yaptığında sana minnettar olurum. Onu buraya geri getirmek
için çok çabaladım. Şimdi emrini geri çek!” demişti. Jeniske ona dik dik
bakıyordu. “O gerçekten Koen mi?” Maios bunu sorarken şaşkındı. Tulhu ona doğru
dönmüştü. Onun ruhunun özünü gerçek bedenini aktarılırken oradaydım. O
gerçekten Koen!” demişti. Maios o an yıllar önce verdiği sözü anımsamıştı.
Birden dışarı doğru fırladı. “Bırakın onu!” diye bağırmıştı. Ardından Koen’i
yerden kaldırıp onu içeri doğru geri getirmişti. “Eğer gerçekten sen isen
burada kalacaksın. Tekrar aynı şeyler olmayacak.” Demişti. Koen ifadesiz ve boş
gözlerle ona bakıyordu. Tulhu ise başını usulca sallamıştı. “Efendi Ayezi’nin
soyundan olduğunu belli ediyorsun.” Demişti. Jeniske ise arkasına bakmıyordu.
Birden çadırda ölüm sessizliği başlamıştı. Koen derin bir nefes aldı. “Madem
öyle! O zaman ikinci seçenekten başka bir şey kalmadı bana. Gerçekten onun
dediği gibi bir ölüye benziyorsun. Seni öldürüp geri döneceğim ve bir daha yer
yüzüne adım atmayacağım.” Demişti. Kılıcını çektiğinde Jeniske karşılık bile
vermemişti. Koen birden ruhani gücünü serbest bıraktığında Jeniske ve Tulhu
dışında herkes yere çökmüştü. Koen hızlı hızlı soluyordu. “Yüz yıllardır
kaçtığım şey ile yüzleşemeyecek isem onu öldürüp giderim.” Demişti. Kılıcını
savurmuştu. Başı boş savruluş boşa gelmiş ve Jeniske’nin tam sırtında durmuştu.
Koen ona bakıyordu. “Bana bak ki seni öldürürken yaşadığından emin olayım.”
Demişti. Jeniske tepki vermiyordu. Tulhu burnundan akan kana bakıyordu. Ayakta
daha fazla duramazdı. Koen’in gittikçe yoğunlaşan enerjisi çadırın dışını da
bastırmaya başlamıştı. “Her şeyi ve herkesi şu an yok edip gideceğim beni
durdurmayacak mısın? Kurduğun bütün dünyayı…” Adımları yavaşlamış ve
Jeniske’nin hemen önünde durmuştu. Maios kılıcını çekmeye çabalıyordu. Kime
sallayacaktı kılıcını? Tebaası olması gereken Koen’e mi, yıllardır omuz omuza
savaştığı Jeniske’ye mi? Gücünün yetmemesi onu yıkıyor ama sevindiriyordu.
Jeniske onun kızıla dönmüş gözlerine bakamaya başlamıştı. “Öldür ve git!”
demişti. Koen kılıcını onun göğsüne saplamak için doğrulttuğunda artan enerji
herkesi parçalayacak kadar güçlüydü. Jeniske üzerinde yoğunlaşan enerjiye
direnmek için çabalarken diz çökmeye başlamıştı. Koen onun çöküşü ile kılıcını
onun çenesini havaya kaldırmak için kullanmıştı. Yüzüne bakıyordu. “Ben buraya
bunun için gelmedim. Ben bu sefer kendi doğuşuma kendim karar verdim. Ne
olacağıma ne olmak istediğime kendim karar verdim. Kimseye yük olmadan kendi
adımlarımı attım. Ne istediğimi bilerek geldim. Seni öldüremeyeceğimi adın gibi
bilerek bana karşı koymuyorsun. Şunu bil ki ben artık senin sırtında bir yük
değil karşında bir insan olmaya karar verdim. Benim yüzümden kendini paralayıp
suçlamaman için geri döndüm. Beni sevdiğin gibi seni sevmeye geldim. Seninle
savaşmaya değil senin beni affetmene ihtiyaç duyduğum için geldim. Ben kendimle
seninle bu gerçekle yüzleştim. Kabul ettim. Ve bilerek geldim. Boynuma sarılıp
beni özlediğini söylemeyeceğini bilerek geldim. Suratıma bir tokat atacağını düşünerek
geldim. Ben bu döngünün sonunu getirmeye geldi.” Demişti. Enerji hafifliyordu.
Koen kılıcını geri kınına soktu. “Ve ben artık zorlamayacağım Jeniske. Babamı
keyif alarak öldürdüm. Seni kan dökmek için sürülürken izledim. Her şeyi
bilerek yaptım. Bilerek o tepede yıldızları izlerken seninle kaldım. Bilerek
kaçtım. Biliyordum .ne olduğumu ne olacağımı ne olmak istediğimi… Seni tekrar
orada görene kadar kan dökerek ölmeyi diledim. Bunu dileyerek öldüm. Dişime
değen kanın tadından zevk aldım. Adil olmak yerine daima çıkarlarım için
savaştım. Dayak yediğim için dayak atmadım. Zevk aldım. Seni yıpratmaktan
kendime zarar vermekten bir zavallı olup ilgini üstümde hissetmekten zevk
aldım. Şimdi gerçekten adil olacağım.
Çünkü ben bu sefer istediğim kişiyim. Birisinin kanı akarken kirlenmiş değil
kirletilmişlerin temizlenmesi için olacak. Kutsanmadım, lanetlendim. Şimdi bu
lanet kolumda bir altın zincir ve ben onu elime dolayıp sallayıp dolaşıyorum.
Zavallı değildim. Hiç olmadım. Bunu biliyordum. Ama bil istemedim. Çünkü sana
karşı aşağılık ve küçük olursam beni sevip kollayacağına inandım. Karanlıktan
korkarsam yanımda uyuyacağına. Ama artık öyle değil. Beni kolumdan tutup atıp
kampın dışına sürüklemene gerek yok. Ben bu kampı kendi ayaklarıma terk ettim.
Yine ederim. Daima bir adım önünde olur seni korumaya devam ederimde. Gerçek
Koen’i bil ve tanı istiyorum. Diriltilmeye ihtiyacı olan, korunmaya ihtiyacı
olan birisi değilim artık. Sadece sevmeye ve sevilmeye ihtiyacım var. Beyaz
Gelincik seni öldürdüğümü söyledi. Ben seni değil kendimi öldürmeye geldim.
Beni acizce intihar etmiş bir pislik olarak görme. Ben kendimle savaşıp onu
parça parça ederek öldürdüm.” Demişti. Çadırın çıkışına doğru yürüdü. “Sen bir
daha benimle görüşmek isteyene kadar bekleyeceğim. Artık birbirimizi zorlamak
ve kaçmak zorunda değiliz.” Demişti. Çadırın çıkışına doğru yürümüştü. Tam
önünde durup ileri doğru on adım atıp kılıcını ve ufak heybesini çıkarıp oraya
yüzü çadıra dönük şekilde olacak biçimde oturmuştu. Af dilmek sadece sözlerle olmazdı.
Ona ne kadar kararlı olduğunu göstermek için bütün direnci ile bekleyecekti.
Oturmuştu. Çadırın çıkışına bakacak biçimde oturmuştu. O gün kimse bir şey
konuşmamıştı. Sadece sessizce beklemeyi tercih etmişlerdi. Çadırdan çıkanlar
Koen’in kapıda bağdaş kurmuş biçimde oturmuş gök yüzündeki açılan bulutları
izlerken gülümsediğini görüyordu. Başını kaldırmış gökyüzünde neşeli bir
gösteri izler gibi gök yüzünü izleyişine bakıp geçmişlerdi. Herkesten çok sonra
Tulhu çıkmıştı. Kitabın sahibi olduğuna dair Jeniske ile bir konuşma
gerçekleştirmiş ve birkaç soruya cevap vermek zorunda kalmıştı. Çıkınca çadırın
önünde duran Koen’i görüp yanına doğru yürümüştü. Tam önünde çömelip onunla göz
göze gelince gülümsemişti. Elini onun başına koymuştu. Koen ona bakıyordu.
“Tekrar bahar gelemeye başlamış buralara. Sanırım bunca şey için doğru olan
buydu!” dedi Koen. Tulhu başını usulca sallamıştı. “Doğru olan seni huzurlu
hissettiren. Kendi yolunu buldun ve ondan vaz geçme.” Demişti. Koen usulca
başından çekilen el ile tekrar başını kaldırmıştı. Gökyüzü günün en sakin
zamanlarını yaşıyordu. Bulutlar dans eder gibi yavaş yavaş açılıyor ve açılan
bulutların ardında hoş bir mavilik beliyordu. Günler onun çadırın girişini
izlemesi ile geçecekti. İl gece başladığında orada oturmaktan vaz geçmiyordu.
İkinci gece başladığında hala oradaydı. Uyumamıştı. Sadece çadıra bakıyordu
artık. Yorgun gözleri çadıra dikili halde oturduğu yerde bedeni uyuşmaya
başlamış biçimde orada bakıyordu. Bir defasında ona biraz haşlanmış sebze ve su
getirmişlerdi. Maios’un onun için gönderdiği yemeği kabul etmeyip sadece biraz
su içmişti. Üçüncü günün sabahı artık onun için bu bekleyişin biteceğinden
habersiz gözleri çadıra dikiliydi. Muhafızlar onun hakkında konuşuyordu. Bütün
kamp onun dönüşünü konuşuyor gelip ona bakıp gidiyordu. Öylece başını eğmeden
oturmuş bekliyor ve kabul edilmek için direncini sınayan Jeniske’nin artık
dayanamayacağı noktaya gelmesini bekliyordu. Çadıra giren çıkan çok oluyordu
ama Jeniske hiç çıkmamıştı. Bugün komutanların çoğu öğlen onun çadırına doğru
harekete geçmişti. Gelen kişiler bekleyen Koen’e bakıyor ve fısıldaşıp içeri
giriyordu. Jeniske’yi tehdit ettiğine dair bazı dedikodular vardı ama bunların
asılsız olduğu biliniyordu. Jeniske’nin onu kovduğu gerçeği ise onu dışarı sürükleyenleri
görenler tarafından daha gerçek olarak anlatılan bir dedikodu idi. Koen
oturduğu yerden içeri girenlere bakıyordu. Frange ordusu komutanlarından
bazılarını tanıyordu. Qufang komutanları, Üç Tanrı dağı komutanları ve özgür
birlikler komutanları… Hepsi gruplar halinde çadıra geliyor ve raporlarını
sunacaklardı. En son ise orduların generalleri oraya doğru harekete geçmişti.
Elias orada değildi ama Gerda onun yerine kendi ordusunun generali olarak
kendini göstermişti. Yanında Aiken ile çadıra doğru yürürken durmuştu. Koen’i
görmüştü. Gözlerini çadır kapısına dikmiş halde bekleyen gence bakmıştı. “Bu
gerçekten o mu?” demişti Aiken’e bakıp. Aiken başını sallamıştı. “O!” demekle
yetinmişti. “Peki o gerçekten kovuldu mu?” dedi. Aiken başını sallayıp adımlarını
hızlandırmıştı. Onun yanına doğru gidip tam karşısında durunca Koen
gülümsemişti. Yorgun gülümsemesi, çökmüş göz altları… Aiken ona şaşkınlıkla
bakıp çömelmişti. “Neden kendine işkence ediyorsun?” demişti. Koen konuşmak
için kurumuş dudaklarını ayırmıştı. “Artık vaz geçip kaybetmek istemiyorum.”
Demişti. Aiken onun için üzülüyordu. Maios gibi ona inanlardan birisi idi.
Efendisi Jeniske’nin çektiği acıyı bile göz ardı edebilirdi. Koen yanlarında
duran Gerda ile göz göze gelmişti. O artık bir kadın gibiydi. Kılıcı sırtında
ve giyimi sert bir kadın. Gözlerinde ölümün karanlığı vardı ve hayatta kalmak
için savaşan bedeninde izler… “Değişmişsin!” demişti Gerda çekingen bir
biçimde. Koen dalga geçer gibi gülmüştü. “Sende…” bu cevap ile Gerda göz
devirip ona belindeki matarayı uzatmıştı. “Su içmezsen ölürsün. En son ne zaman
yemek yedin?” dedi. Koen bunu umursamıyordu. Önüne atılan deri mataraya bakıp
onu yavaşça yerden alıp geri uzatmıştı. “Buna gerek yok.” Demişti. Gerda onun
uzattığı matarayı aldığında kaşları çatılmıştı. “Ölümün herkesi parçalamıştı.
Gelişin yine parçalayacak. Hakkında çıkan dedikodular ve onca şey… Karga Lider
bunlarla baş etmek zorunda kaldı. Seni affetmesi uzun sürecek. Bence dirençli
olmak için sana verilen ikramları kabul et.” Demişti. Koen gülümsemişti. Gökyüzüne
bakmak içini başını kaldırmıştı. Bulutlar bugün yoğun ve yağmurun habercisiydi.
“General Aiken!” diye bağırmıştı genç bir ses. Oraya doğru giderken durmuştu
ayakları. Koen başını indirdi. Nasio kocaman bir adam olmuştu. Uzamış, gelişmiş
ve bir savaşçı Qufang gibi kılıcını kuşanmıştı. Ama hala neşesi çocuksuydu.
“Nasio!” demişti Aiken ona doğru başını çevirip. Ayağa kalkmıştı. “Bugün bende
toplantıyı izleyeceğim. Bunun için
sonunda izin alabildim.” Demişti Nasio ama gözleri Koen’in üzerindeydi. Koen
ise ona bakmıştı. Durgun yüzünde tek bir ifade bile yoktu. Yorgunca gözlerini
kapatmıştı. “Kral Maios çoktan girdi içeri. Sizde girseniz iyi olur.” Demişti
Koen mırıldanarak. Gerda matarayı yere bırakmıştı. “Onu ikna etmek için
konuşacağız.” Demişti. Koen bunu duyunca birden Gerda’ya dikmişti gözlerini.
“Bunu sakın yapmayın!” demişti. Gerda ona bakıyordu. Koen ise başını iki yana
sallamıştı. “Bunu yapmayın. Biraz olsun beni dostunuz olarak görüyorsanız bu işe
hiç karışmayın.” Demişti. Gerda başını salladı. “Peki!” demişti. Nasio hala
uzaktan onlara bakıyordu. Aiken ve Gerda oradan ayrılmıştı. Koen yorgunca
başını geriye doğru atıp gökyüzünün yavaş yavaş grileşmesini izlemeye
başlamıştı. Yağmurun kokusunu aldığını hissediyordu. Ne kadar süre öyle
durduğunu bilmiyordu. Güneşin önündeki bulutlar zamanı da karartmış gibi
hissettiriyordu. Yorgunca gözlerini açıp başını indirmişti. Gün geceye dönmeye
yaklaştığını havada çığlık atan kuşlarla anlatıyordu. Alacakaranlık yakındı ve
güneş yavaş yavaş çekiliyordu gökyüzünden. Koen karşısında dikilen kişiye
bakmak için gözleri ile yüzünü taramıştı. Gördüğünden emin olmak ister gibi
tekrar bakmıştı. Jeniske ona bakıyordu. “Benden nefret mi ettin?” demişti
Jeniske ona bakarken. Koen usulca başını iki yana sallamıştı. “Senin için
yaptığım şeyler sana acı mı veriyordu?” diye başka bir soru sormuştu. Koen yine
başını iki yana sallamıştı. “Seni sevmemden tiksindin mi?” Koen bunu duyunca
gülümseyip başını iki yana sallamıştı. “Asla!” demişti. Hırıltılı yorgun sesi
ölü bir bedenden çıkan son fısıltı gibiydi. Jeniske çömelmiş ve onun gözlerine
yeşil gözlerini dikip biraz ona yaklaşmıştı. “Zor olan neydi biliyor musun?”
bunu söylerken dişlerini sıkmıştı. Koen başını iki yana sallamıştı. Gözleri
ıslanmış duruyordu. “Bunca yıldan sonra kalkıp geliyorsun ve her şeyin
sorumlusu benim demek ve yüzleşmek için geldiğini söylüyorsun. Ama bana
sormuyorsun? Benim neyle yüzleşmek zorunda kaldığımı sormuyorsun.” Koen ona
bakıyordu. Tek kelime edemiyordu. Jeniske ise onun yüzünde gözlerini
gezdiriyordu. “Ben tekrar yaşamayı seçtim çünkü seninle eksik kalan her şeyi
yapmak istedim. Gittiğinde kendini öldürdüğünü sandığımda seni öldüren kişi
olduğumu düşündüm. Sana acı ve korku verdiğimi…” Koen ona bakıyordu. Jeniske
dişlerini sıkmıştı. “Defalarca kendime bu ölümün tek sorumlusu olduğumu
söyledim. Geceleri, gündüzleri… Savaş meydanın ortasında ölümünden ben
sorumluyum dedim. Kendimi suçladım. Kendimi suçladım ve bunun altından
kalkmadım.” Demişti. Koen gözünden sızan yaşın damlaması ile başını öne doğru
eğmişti. Ona boyun eğmiş değildi ama taşıyamıyordu başını artık dik olarak.
“Eğme başını. Madem yüzleşmek istiyorsun yüzüme bak ve benim de neler
hissettiğimi gör.” Demişti. Koen başını iki yana salladı. Çantasından heybeye
uzanıp bir gömlek çıkarıp ona doğru verdi. Kaybolan ipek dokuma gömleklerinden
birisini görmek Jeniske’yi şaşırtmıştı. “Ne bu?” demişti. Koen hiçbir şey
demeden başını önünde tutuyordu. “Benden bir parça saklayıp unutmadığını
kanıtlama çaban mı? Senden bana kalan
tek şey ölmüş bedenindeki kıyafetlerdi. Koklamayı bırak hatırlamak için bakmayı
bir kenarı koy, ben onlara dokunamadım.” Demişti. Koen’in uzattığı gömleği alıp
kenarı doğru atmıştı. Çenesini kavrayıp başını kaldırmıştı. “Gidip bedenime
dönüp ben yargıç olacağım deseydin senin önüne durmazdım. Ne olmak istersen o
olurdun. Sadece bana bunu niye yaptın?” demişti. Dişlerini sıkmış çenesi
gerilmiş kaşları öyle sert çatılmıştı ki gözleri gölgeleniyordu. Koen yutkunup
kalmıştı. Alacakaranlık başlamıştı. Güneşin son ışıkları silinmeden önce birkaç
dakika süren bu hoş görüntüde gök yüzünde çığırtkan kuşlar susmuş ve derin bir
sessizlik başlamıştı. Koen onun bileğini kavrayıp çenesindeki eli iteklemişti.
“Ölmeni istemedim.” Demiş ve ayağa kalkmıştı. Yerden kılıcını almış ve
heybesini sırtına atmıştı. “Zaafım ol istemedim.” Diye devam edip arkasını
dönmüştü. Yavaş adımlarla ondan uzaklaşıp kampın çıkışına doğru yürürken
Jeniske orada öylece kalmıştı. Harekete geçen muhafızları durdurmuştu. Olduğu
yerden kalkıp arkasını dönmüş giden Koen’e bakıyordu. Onu durdurmak için öne
doğru birkaç adım atmıştı. “Zaaf mı?” demişti. Koen onu duymuş ve durmuştu.
“Bunun açıklamasını yapmadan kaçıp gidecek misin? Yine?” diye devam edip birkaç
adım daha atmıştı. Koen ona doğru dönmemişti. Bir süre öyle kaldı. Yanmaya
başlamış meşale ve ateşlerin kızıl ışığı baş döndürücüydü. “Kitapta yazılana
göre yaşamamı söylediler. Bu sayede bazı şeyleri değiştirebilirdim. Dürüst ve
adil olarak görevimi yerine getirip bir dilek hakkı kazanabilirdim. Bunun için
çabalamam gerekiyordu. Yargıçların
yazdığı şey buydu. Adaleti sağladıktan sonra yükselip bir dilek hakkı
kazanırdın. Bunu yaptığında sonsuz yaşam dilenmesi gereken şeymiş. Ben sonsuz
yaşam dilemeyecektim. Sadece son hayatımın burada olmasını dileyecektim. Ama
önce yargıç olmam gerekti. Yargıçların kitabında yazan ilk şey ne biliyor
musun?” Ona doğru heybesinden çıkarıp kitabı gösterdi. İlk sayfayı açtı ve
sesli bir şekilde okumaya başladı. “Bağların olması adalet duygusunu şaşırtır
ve karmaşaya sürükler bir ruhu. İlk iş bağları kesmektir. Bir yargı daima özgür
ve zaaflarından arınmış olmalıdır.” Kitabı hızla kapattı. “Kendi ailemi
katledip gitmem gerekirmiş. Bağlarım sadece inandığım adalet duygusunun
çıkarları için kurulmalı imiş.” İleri doğru adımlar atmaya başlamıştı. “Eğer
ben buna inanıp kendimi kenarı çekmeseydim asla kabul edilmeyecektim.
Sonsuzluktan daha korkunç bir lanet olan bu şeyin bende yarattığı şey ne
biliyor musun?” demişti. Jeniske ona bakıyordu. “Kan arzusu. Katletmek ve daha
çok katletmek…” demişti. Koen bunu duyunca bir an ona bakıp kaldı. “Katlettim
çünkü istedim… Bunu söylerken kendine dürüst olmak ise kendine adil olmak
mıydı?” Jeniske onu sorguluyordu. Hemen yanına doğru gelmişti. Koen ona bakıp
kalmıştı. “Zaafın olarak görülmemden neden korktun?” demişti. Koen ona kitabı
uzatmıştı. Kısık bir sesle konuşmuştu. “Ben sanıldığı kadar güçlü değilim
Jeniske. Sandığınız kadar güçlü değilim. Bir tanrıyı ya da bin tanrıyı tek
parmağımı şıklatıp öldürecek kadar güçlü değilim ben…” Jeniske kalın ciltli
kitaba bakıyordu. “Seni son defa görmek için geldim ben… Ama yapmazdım. O kadar
zayıfken beni öldürmek isteyecek olan kişiler olacaktı. Bu yüzden burada
öldüğümü düşünsünler istedim. O bedende benim yargıç olduğumu bilenler beni
öldürmek için seni öldürürdü. Benim zaafım olmaman ve ölmemen için gitmek
zorundaydım. Büyük ve kendimle yüzleşmek için gitmek zorundaydım.” Demişti.
Koen ona bakıyordu. Jeniske ise kitaba bakıyordu. “Bunca şeyin açılaması bu mu?
Ben zayıf mıyım? Avlanacak kadar aptal mıyım?” demişti. Koen ona bakıp
gülümsemişti. “Sen zayıf değildin ama ben zayıftı. Seni zayıflatan ve
adımlarını yavaşlatan bir yüktüm.”
“Hayır öyle değil…” Jeniske onun lafını bu sözlerle kesmiş ama Koen gülmüştü.
“Gerçek bu Jeniske. Aşk ve sevgide de öyle idi. Sadece sen sorumluluk alacak
kadar güçlü ve cesurdun. Ben ise sadece korkan ve sürekli kaçandım.” Derin bir
nefes almıştı. “Beni affetmek zorunda değilsin. Çünkü haklı olduğun çok şey
var. Sadece gerekçelerimi bil.” Demişti. Arkasını dönecekken Jeniske onu
kolundan yakalamıştı. “Ben daha cevap vermedim.” Demişti. Koen ona bakıp
kalmıştı. “Karnın aç mı?” demişti Jeniske. Koen şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Bu
akşam yemek için bana katıl ve sana cevap vereyim!” diye devam edip yürümeye
başladı. Koen onun adımlarını birkaç saniye sonra izlemeye başlamıştı. “Kafamda
hala sorulacak sorular var. O yüzden
saygılı ol ve bana cevap hakkı tanıdığını unutma!” demişti. Çadırın önüne
neredeyse gelmişlerdi. Koen içeri girmeden önce derin bir nefes almıştı.
Jeniske ne yapacağını, nasıl karşılayacağını bilmiyordu onu. İçinde bir öfke
vardı ama Koen’in tekrar hayatta olması o öfkeyi bastıracak kadar güçlü ve
sarhoş edici bir duygu idi. Onun dedikleri hakkında düşünmüştü. Onun hakkında
ve olanlar. Zaaf olmak…
“Sana korumacılık yapmayacağım!” Jeniske bunu söylediğinde sonunda sessizlik
bozulmuştu. Koen dakikalarca önünde duran yemeğe bakmış ve tek lokma
yiyememişti. “Bunu belirtiyorsun bana. Güçlü olduğunu ve artık karşında bir
koruyucu olmamamı istiyorsun.” Koen ona bakarken yorgun ve solgun yüzünde bir
çökmüş ruhun yansıması vardı. “Madem öyle o zaman ikimizde eş güçlerde isek…
Artık birbirimizin zaafı olmayacak kadar güçlü isek geri neden döndün. Bunu
söylemek için mi?” demişti. Koen onun gözlerine bakıp kalmıştı. Buruk bir
tebessüm belirdi yüzünde. “Beyaz Gelincik ve Kara Kurt beni ziyaret etti.
Sadece iki saat kadar kısa süre kaldılar. Bana kendim olmam gerektiğini, adil
olmamı öğütleyip durdular…” Gözlerini masadaki tabağa çevirmişti. “Ve insanların
ruhlarını gözlerine bakıp okuyup adil olmamı istediler. Ben aynaya baktım…
Kendime adil miyim diye. Günlerce bir mum ışığında aynadan zifiri karanlık bir
odada gözlerime baktım. Ben kendime adil değildim. Bir parçama hiçbir zaman
adil olmadım. O parçamı her zaman kendime kalkan yapıp zarar görmesine izin
verdim. Yıpranmasına, acı çekmesine… Şimdi bunlar için özür dilemeye geldim.”
Demişti. Başını öne doğru eğmişti. “Beni affetmesi ve benim onun parçası olmama
izin vermesi için geldim. Yüzleştiğim kişi bana uzak olan karga lider olmamalı.
Hep kendime siper edip sonra da kaçmaya çabaladığım parçam olan Jeniske’den
özür dilemeye geldim.” Başını
kaldırmıştı. Yutkunmuştu. “Sana acı çektirdiğim için özür dilerim. Ama sana
ihtiyacım var. Çünkü eksik kalıyorum ben…” Sesini boğan hıçkırıkları ile elleri
yüzüne kapanmıştı. Omuzları çökmüş yılların onda bıraktığı en derin yarayı
sonunda iyileştirmek için açmaya başlamıştı. Jeniske onun için kaçtığı çünkü
korktuğu tek kişiydi. Zarar vereceğinden, nefret edileceğinden korktuğu bu iki
yaşamında da umursadığı tek insan olmuştu. Ona karşı beslediği sevginin
karşılık göremeyeceğinden korkup kendince ona savunmasız olarak yaklaşıp
korumaya ihtiyacı olan bir çocuk gibi kanatları altına sığınmıştı. Babasının
ondan istedikleri, erkeklik ve koruyuculuk gibi şeyler onun için önemsizdi.
Zayıf ve cılız olursa Jeniske’nin onu asla terk etmeyeceğini düşünmüştü. Ama
kan arzusu onun kalbini ele geçirecek kadar nankördü ve onu yapayalnız bırakmak
istiyordu. Ruhundaki ve kalbindeki uyumsuzluktu bu. Eksik olandı. Jeniske ondan
uzaklaştıkça korku ve kan onun daha çok sarmıştı. Öldürmek ve ölümün kendisi
için gelmesi… O yıldızların olduğu gece duygularının karşılık aldığı gece ise
değişmek için geç kaldığını biliyordu. İtiraf edemeyecek kadar korkuyordu.
Jeniske ondan nefret eder diye korkuyordu… Şimdi ise bu korkular yoktu. Sadece
onu kabul etmesini istiyordu. Sevgisini ve gerçekliğini… Ağlamak her ruhun
kendini rahatlatmasıdır. Ama her göz yaşı ömrünü azaltırdı insanların. Bunları bilmeden
ağlardı insanlar. Acı ile dökülen göz yaşları… Bir yargıç sevebilirdi. Güneş’in
Kızı gibi. Bir yargıç âşık olup ailesi olmasını sağlar ve o aile ile huzurlu
bir yaşam kurabilirdi. Ama eksik parçasını bulursa. Kuwala ona eksik parçasının
Jeniske olduğunu söylemişti. Onun karşısında tüm çıplaklığı ile durmasını ve
onu gerçekten kabul ederse bir bütün olabileceklerini göstermişti. Koen bunu
istiyordu. Özlemişti ve en önemlisi korkmadan bir şeyi söyleyebilirdi. “Ben
seni çok seviyorum…” İşte bu sözcükler karşısında gerçek bir aşık var ise o
zaman ne geçmişin ne geleceğin önemi kalırdı. Orada sevmek ve bunu söylemek
kolay olmazdı. Sözcükler büyüydü ve büyü yapmak ustalık isterdi. Sevdiğini
söylemek kalbini çırılçıplak bırakmaktı. Binlerce insan karşısında soyunmak
gibi… Ait olduğun kişinin ruhunu da tüm çıplaklığı ile görmek istediğini
söylemekti. Tenin tene dokunuşunun ötesine geçerdi bir kişiye âşık olduğunu ve
onu sevdiğini söylemesi…
Öyle de olmuştu. O gecenin sabahı uyandığında kendini tanıdık bir kokunun
içinde bulmuştu Koen. Gözlerini zorla araladığında başını çevirdiğinde huzurla
uyuyan Jeniske’yi görene kadar tedirgindi. Ama dün gece onun için gerçekten son
aşama tamamlanmıştı. O artık gerçekten bir yargıçtı. Bağlarının kararlılığında
ve kendi gücünün ruhunun parçalarının farkındalığındaydı artık. Jeniske onun
göz yaşlarını silmek için ayağa kalkmış ve onun itirafı ile olduğu yerde öylece
kalmıştı. Ona cevap vermek için sarılmıştı sadece. Ağlaması için onu durdurmak
için uğraşmış ama yorgun ve yaralı olan tilkinin acısını dindirmek için uyuyana
kadar onu kolları arasında ağlarken izlemeye mecbur kalmıştı karga. Defalarca
ondan özür dileyen ve onu bırakmaması terk etmemesi kovmaması için ağlayan o
ufak tefek adama bakıp yorgunca onunla uyumuştu. Affetmek her zaman kelimeler
ile söylenmezdi. Aynı yatakta bir sabahın gün ışığında yağmurun kokusunu alarak
uyanmakta affetmekti. Koen ona bakıp tekrar sokulmuştu. İlk defa kendini ait
hissediyordu. Gerçek benliğinin aitliği içindeydi. Yıllar sonra Jeniske yanında
tanıdık bir sıcaklık ve hep duymayı özlediği kalp sesi ile rahat bir şekilde
uyuyordu. Koen ona sokulmuştu. Bazı şeyler yıllar geçse bile birkaç saniyede
tekrar kendini hatırlatıp bütün karamsarlıkları silip yok edebilirdi. Bu sonsuz
denilen döngünün sonlandığı ilk sabahtı. O artık kendi kaderine karar verecek
kadar cesur ve güçlüydü. Koen artık ne olmak istediğini neyi korumak istediğini
biliyordu. O artık sıkıştığı döngünün tekrar eden zincirini parçalamıştı. Bir
kahraman olmanın ötesine çıkmıştı artık.
Bölüm Otuz Bir
Göç Mevsimi
Affedilmek
ve affetmek ikisi içinde var olan dengenin bir parçası idi. Koen o günün
sabahında Jeniske’yi gördüğünde ne yapacağını bilememişti. Sadece gülümsemekle
yetinmişti. Ve ardından gelen ufak bir diyalog. “İyi uydun mu?” Koen bunu soran
Jeniske’ye bakarken aklından geçenlerin kargaşası içinde kalmıştı. Bir süre ona
bakmış ve ardından başını sallamıştı. Jeniske ise onunla eskisi gibi olmak için
daha hevesliydi. “Güzel! O zaman eski konumuna dönmen gerek.” Dediğinde Koen
oturur konuma gelmişti. “Bunun doğru olacağını sanmam. Ayrıca bir ordum var.
Ufak bir ordu ama iş görür. Bir Pis Boğazım ve savaşmayı bilen ruhlar…” Jeniske
bunu duyunca ona dikmişti gözlerini. “Pis Boğaz ne?” demişti. Koen heyecanla
gülümsemişti. “Şey o… Ruh yiyor. Ve insan ve insan gibi olan her şeyi… Buraya
yakın bir yere indi ve emrimi bekliyor.” Demişti. Jeniske şaşkındı. “Ruh yiyen
bir varlık mı getirdin dünyaya?” demişti. Koen gülerek yataktan çıkmıştı.
“Emrimden çıkmıyor ve oldukça iyi eğittim onu. Tulhu’da onu eğitti. Savaşıp
ölmüyor.” Demişti. Kenarda duran testiden su içmek için yürümüştü. “Onu
görebilir miyim?” Jeniske yattığı yerden kalkmıştı. Koen ise onun merakına
gülümseyerek cevap vermişti. “Onu kampa getiremem. Dengesi bozulur ve birilerini
yiyebilir.” Demişti. Jeniske onun yanına doğru yürüyüp su içtiği testiyi
elinden almıştı. “Antik bir varlıktan söz ediyorsun. Onu görmem gerek.”
Demişti. Koen ona şaşkınlıkla bakarken Jeniske kafasına dikmişti testide kalan
son suyu. “İstersen onu görmeye gidebiliriz. Tulhu tam iniş yaptığı yeri
biliyor olmalı.” Demişti. Jeniske buna onay verince sessiz bir hazırlık
başlamıştı. Koen ona verilen kıyafetleri giymiş ve sağlam bir yemek yemişti.
Maios ve diğerleri ise ikisinin nasıl olurda bir anda barıştığını araştırmak
yerine durumu kabul etmeyi seçmişti. Tulhu onları götürecekti. Sessiz ve soğuk
bir adamdı. Mona bile gelecekti. Sonuçta kayda alınması gereken bir antik
varlıktan söz ediyorlardı. Yola koyulduklarında kalabalıklardı. Gerda, Mona, Nikow,
Nasio, Aiken, Maios, Tulhu, Koen ve Jeniske kamptan uzaklaşıp dağlara doğru
yürümüştü. Atlar ile yaptıkları yolculuk bir dağ yamacında son bulmuştu. Tulhu
dağın yukarısındaki mağarayı işaret etmişti. “Onu buraya indirdim.” Demişti.
Koen ellerini beline koyup dar yola dikmişti gözlerini. “Tamam. Onu buraya
çağırabilirim.” Demişti. Tulhu ona ormanı göstermişti. “Onu içeri doğru
çağırmalısın. Burası çok geniş ve onun için dengesiz olur. Birkaç gündür aç
olmalı” demişti. Koen iç çekti. Atların yularlarını tutup yürümeye
başlamışlardı. Mona elindeki deftere bir şeyler yazıyordu. “Onu nerde
buldunuz?” demişti. Tulhu soru soran kıza bakmıştı. Koen ise neşe ile sekip
onlara doğru dönmüş ve ters bir şekilde yürümeye başlamıştı. “Onu Frange
Cadısının çayırlarındaki evinin kapalı odasında bulduk. Bir Pis Boğazı
karanlığa kapatmaz isen gördüğü herkesi yemek için uğraşır. Aslında o Tanrı
Tulhu’nun öldürülmesi için saklanılıyordu. Ama bunun yerine onu korumak için
kullandım. İlk başta ben ve yavruları yiyebileceğini sandı. O sıra Azatod ev
karanlık ruhlar çayıra ruh kapısını kırıp dalmıştı. Üçüncü dirilişimin ilk
zamanları idi. Güçsüzdüm ve Frange’de kediler tuzağa düşürülmüştü. Bizi
koruyacak kimse yoktu. Odada onu bulduğumda bana itaat edince birçok ruhu
yemesine izin verdim ve bizi korudu. O olmasa muhtemelen Yaksotat beni bin bir
parçaya bölüp eğlenirdi. Gerçi bunların olmasının nedeni Tulhu’nun Altın Kitabı
Çalıp Frange Cadısının evine sığınması idi.” Bunları söylediğinde herkes
durmuştu. Aiken anlamaya çabalar gibi gözlerini kısıp elini çenesine koymuştu.
“Yaksotat ile karşılaştın mı?” demişti. Koen başını salladı. “Evet! Bir defa.
Ama beni tanımadı. Çünkü bu halimi hatırlamasına imkân yoktu. O basit gördüğü
benim bedenimi çürüdüğünü düşünerek silmiş aklından. Ve bende ona kim olduğumu
söylemedim.” Demişti. Mona yazacaklarını unutup şaşkınlıkla ona bakıyordu. Koen
ise neşe ile sekerek yürümeye devam etti ters biçimde. “Aslında şöyle bir durum
da var. Azatod bizim elimizdeki en büyük kozdu. Onu ve kitabı alıp gidebileceğini
söylemişti. Ama vermedim. Çünkü burada işler daha kötü olabilirdi. Sonra
Azatod’u öldürecekken Tulhu onu kuleye kapattı. Ve onun ruhani enerjisi ile…”
Tulhu ona bakıp sinirli bir sesle konuşmuştu. “Bu kadar yeter Koen. Düzgünce
yürü ve boş boğazlık yapma.” Demişti. Koen onun kızgın yüzüne bakıp başını
sallayıp bir hamlede döndü ve ormana doğru girdi. “Jeniske Tulhu’nun ne
yaptığını bilen ikinci kişi idi orada.
Tulhu’ya bakıp beraber Koen’in ardından ormana doğru girmişti. Koen neşe
ile etrafa bakıyordu. Bir genişlik bulduğunda durmuştu. “Burası gayet güzel.
Biraz uzak durmanız gerek. O düzgün yürümüyor ve çok iri. Üstünüze basabilir.
Az daha yavrulardan birisini öldürüyordu.” Demişti. Mona heyecanla geriye doğru
çekilmişti. “Yavrular dediğiniz şey ne Efendi Koen?” demişti. Koen ona baktı. “Kedi
yavruları. Kayıp çocuk ruhları. Anne kedi onlara sahip çıkıyor. Bu konu biraz
karışık. Tam olarak nasıl odluklarını bende bilmiyorum. İstediklerinde insan
istediklerinde kedi olabilirler. Ama genelde yavru kedi olarak dolanıp
kuyrukları ile büyü yapıyorlar.” Demişti. Tulhu onun tam karşısında duruyordu.
Eliyle mağaranın görünen ağzını gösterdi. “Islık çalman yeterli. Duyduğu anda
uyanıp gelecek.” Demişti. Koen başını sallayınca Tulhu ondan birkaç adım
uzaklaştı. “Sorun çıkarırsa onu geri göndereceğim.” Demişti. Koen gözlerini
kapayıp iki parmağını dudağına doğru yaklaştırmış ve sert keskin ıslık
yayılmıştı ormanda. Mağaranın duvarlarına çarptığında bir homurtu duyulmuş ve
ardından homurtu büyüyüp artarken birden bir gürültü gelmişti. Ağaçları deviren
bir şey birden onlara doğru hızla koşarken yer sallanıyordu. Maios oğlunu
arkasına almış ve kılıcını sıkıca tutmuştu. Koen gürültünün geldiği yere doğru
dönmüş ve birden burnun dibinde beş metre yüksekliğinde iri yarı çirkin bir et
yığını belirmişti. Kulaklarına kadar uzanan ağzından aşağı salyalar akarken
çıplak bedenindeki derinin sertliği bir zırh sertliğindeydi. Nokta gibi gözleri
ışıldıyor ve burun deliklerinden sıcak hava yayılıyordu. Koen’i bir darbe ile
yere yapıştıracak olan bu varlık onun hemen önünde durmuştu. Koen ona
bakıyordu. Varlık homurdandı. Etraftaki kalabalığa baktı. “Efendi beni yemek
için mi çağırdı?” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. “Seni sadece
göstermek için çağırdım. Şimdi usluca bir şekilde otur.” Demişti. Varlık
gürültü ile yere çökmüştü. “Efendi insaf etsin bu Pis Boğaz çok aç!” diye
homurdanmıştı. Koen ona bakıp sırıtmıştı. “Henüz değil. Miden kazanmıyor daha.
Sana öyle bir ziyafet sunacağım ki bir daha bir lokma yutamayacaksın.” Demişti.
Tulhu ona bakıyordu. “Efendi beni tokluktan çatlatacak ziyafetin yerini
söylesin. Tek bir ruh bırakmadan yiyip geleyim.” Demişti. Koen arkasını dönüp
onlara bakanları gösterdi. “Bu adamlar ve kadınları görüyor musun Pis Boğaz.
Seni görmeye geldi. O çirkin ve iğrenç yüzünü ve halini merak etmişler.” Dedi.
Pis boğaz homurdandı. Ona bakanlara baktı. Kulaklarına varan ağzı açılıp
bağırdığında çoğu kulaklarını kapatmıştı.
“Efendi beni köpek mi sanıyor?” demişti. Koen ona bakmadan gülümseyerek
konuşuyordu. “Ya ne olacaktın? Şimdi seni incelemelerine izin ver yoksa geri
döner ve aç uyursun.” Demişti. Pis Boğaz homurdandı ve ağzını kapattı. Koen ise
birkaç adım ileri doğru gitti. “Ona bakabilir ve sorular sorabilirsiniz. Size
zarar veremez.” Demişti. Mona ileri doğru çıkmıştı. Ona hayranlıkla bakıyordu.
Devasa olan bu varlığın etrafında bir tur döndü. “Nikow onu çizmen lazım.” Diye
bağırmıştı. Nikow hemen varlığı net gördüğü yere oturmuş ve onu çizmeye
başlamıştı. Sadece onu değil. Yanında dikilen Koen’i ve diğer herkesi de resme
dahile diyordu. Mona ileri doğru atılmıştı. “Sizden başka var mı?” demişti. Pis
Boğaz homurdanıp ellerini dizlerine koymuştu. “Hayır. Bütün hepsi öldürüldü.
Bende zayıf ve cılız kalana kadar yüz yıllarca kapalı tutuldum ve karanlıkta kaldım.
Cadı beni ehlileştirmek için itaat etmem için karanlığa kapattı.” Demişti.
Tulhu bunu duyunca gözlerini ona dikmişti. “Pis Boğazlar ile çok
konuşmamalısınız. Genelde yalan söyleyip insan zihnini kontrol ederler. Onlara
nazikte olmamalısınız.” Demişti. Koen başını salladı. “Onlar gerçekten
insanları kandırmak ve yemek için yaratıldı. O yüzden sadece kabaca soru
sorun.” Demişti. Pis Boğaz homurdanıp Tulhu’ya bakmıştı. “Ruhunu yediğim zaman
daha güzel olacaksın.” Demişti. Tulhu omuz silkip arkasını döndü. Gidip gölgede
oturacağım.” Demişti. Koen ise gülmüştü. “Ona istediğini vermelisin. Ölmek
istemiyor muydun? Senden nefret ediyor ve seni yemek istiyor. Aradığın ölüm
burada.” Demiş ve peşine takılmıştı. Değişen çok şey olmuştu. Tulhu ve Koen’in
çok iyi anlaştığı kimsenin gözünden kaçmıyordu. Koen’i onun peşi sıra gidip
gölgeye oturmuştu. Mona ve Nikow kadar meraklı olan diğer kişiler ise Gerda,
Aiken ve Nasio idi. Onlar etrafında dolaşırken Jeniske uzaktan yaratığa
bakıyordu. Maios ise onun neye baktığını merak edip yanına doğru sokuldu. “Ne
oldu?” demişti. Jeniske gölgede oturan Koen ve Tulhu’ya doğru yürümüştü.
“Ölüleri ona mı yedireceksin? Bunun için mi aç bırakıyorsun?” demişti. Koen
başını salladı. Birkaç ay daha aç kaldığında yeterince agresif olacak.”
Demişti. Jeniske başını salladı. “Mantıklı.” Demişti. Koen ise ona bakıyordu.
“Evcil hayvan olarak bir köpek almaktansa devasa bir Pis Boğaz beslemek çok
mantıklı değil mi? Aslında onu öldürecektim ama Tulhu onu farklı bir biçime
çevirmeye karar verdi.” Dedi. Jeniske başını salladı. “Azatod’un ruhani gücü
ile besliyor onu. Bunu biliyorum.” Demişti. Koen şaşkınlıkla ona bakmıştı.
“Azatod’un öfkesi ve şeytani ruhunun inancını bu varlığa aktarıp onu aç ve
acımasız yaparken efendisine itaat eden bir köpek haline getirmiş. Biliyorum
bunu.” Diye devam etmişti. Koen başını usulca salladı. “Konuştuğunuzu
unutmuşum. Tulhu’nun senin yanında olduğunu benden daha erken zamanda
öğrenmiştin. Bunu da unutmuşum.” Demişti. Tulhu göz devirmişti. “Kıskançlık
yapıyor!” demişti. Koen başını iki yana sallayıp kollarını birleştirdi.
“Kıskançlık yapmıyorum. Hem sizi ne diye kıskanayım ki…” demişti. Tulhu ona
bakmış ve birden Jeniske’ye dönmüştü. “Son gördüğün o sezgiye dair sana özür
borçluyum. Doğruları anlatmak istedim ama bu görevi tehlikeye sokardı. O yüzden
hala bana bu konuda sinirli olma.” Demişti. Jeniske başını salladı.
“Sorgulamamaya karar verdim. Olan onca şeyi düşününce sadece kendimi kaybetmeme
sebep olacaklar. O yüzden bir süre daha sadece üstüne toprak atmaya devam edeceğim.”
Demişti. Koen ona bakıyordu. Durulmuştu. Yavaşça konuşmaya başlamıştı. “Seni
son defa görmeye gelmiştim. Ama…” Tulhu kendini ortaya atmıştı. “Onu
durdurdum.” Demişti. Jeniske onlara bakınca Tulhu devam etti. “Dohen
sarayındaydınız. Büyük bir toplantı yapılıyordu. Perdenin arkasındaydık. Onun
seni görmek son dileği olunca bunu yapmak zorundaydım. Ama sen onu görürsen
Yaksotat görürdü ve işler kontrolden çıkardı.” Dedi. Koen sessizce Jeniske’nin
yüzüne bakıyordu. Jeniske omzu silkip
arkasına bakmak için başını çevirdi. “Çokta önemli değil. Bu saatten sonra
nasıl bir yol izleyeceğimiz ile ilgileniyorum artık!” demişti. Tulhu onun
baktığı Pis Boğaza dikmişti gözlerini. “Onun gibi yüz tane olsaydı elimizi
kolumuzu sallayarak girerdik Hisar’a ama şimdi durum çok riskli.” demişti.
Maios yanına oturan oğluna baktı ve konuşmaya başladı. “Yaksotat ölülerden bir
ordu yaratmış. Bu bizim için aşılması zor bir ordu. Yaşayanlar ile savaşıp
onları öldürmek kolay ama ölüleri öldürmek için efsun gerekli. Ve yeteri kadar
efsuncumuz yok.” Demişti. Tulhu usulca başını salladı. “Biliyorum. Onları
yaratırken oradaydım. Ve yaratmasına yardım etmek zorundaydım. Ama şimdi
yaratamayacak. Sınırlı sayıda bir ordusu var. Eskisi kadar güçlü değil. Kitap
bende ve o sadece bilindik, Jeniske’nin de alışık olduğu büyülerini kullanmak
zorunda. Öğrendiklerinin hepsini bende biliyorum.” Demişti. Koen yüzüne düşen
saç demetini kulağının arkasına doğru sıkıştırdı. “Aslında bir şekilde Pis
Boğaz yaratabilirim. Tulhu’nun kitabında yazanlar ve benim Yargıç Kitabında yer
alan formüller birkaç tane daha yapmamı sağlar.” Demişti. Tulhu ona bakıp
başını iki yana salladı. “İnsan öldürmen gerekir. Pis Boğazları yaratmak için
kurbanlarının olması gerektiğinin yazdığını hatırlıyorum.” Demişti. Koen gülümseyip
başını salladı. “Yüz tane falan gerek. Çok bir şey değil!” dediğinde Maios ona
şaşkınlıkla bakıp kalmıştı. “Bunu yapmana izin veremeyiz. Yüz insan hayatından
söz ediyorsun.” Koen usulca başını yana doğru eğmişti. “Haklısınız. Burada
yaşayanların canının önemli olduğunu aklımdan çıkarmamam gerek. Ama sorun
değil. Bu Pis Boğaz gerçekten aç gözlü ve midesi sonsuz. Yeterince yediğine
inansak bile tekrar acıkabilir. Sonsuza dek yer ve doymaz. Zaten ne demişler
çelimsiz olanlardan korkacaksın!” Nasio bunu duyunca şaşkınlıkla atılmıştı.
“Çelimsiz mi?” demişti. Koen ona bakıp başını salladı. “Çelimsiz tabi’ Normalde
on metre boylarında tonlarca ağırlıkta olmalıymış. Bu baya ufak tefek.”
Demişti. Nasio dehşetle ona bakmıştı. Koen ise gülmüştü. “Büyümesi için daha
çok yemesi gerek. Sonra onu öldüreceğim.” Dedi. Nasio kaşlarını çatmıştı.
“Senin için savaşan birsini öldüremezsin. Bu ahlaksızca!” demişti. Koen gülüp
omuz silkti. “Onun yeterince büyümesi demek zaten ölmesi demek. En sonunda
çatlayacak ve yok olup gidecek. Bunu ben yapsam da yapmasam da olacak.” Deyip
Pis Boğaza bakmıştı. Aiken ve Gerda orada eğlenceleri bitmiş halde geliyordu.
Gerda büyülenmiş halde gözlerini kocaman ayırmıştı. “Başının yarısını kaplayan
ağzı ne kadar büyük. Her şeyi yutabilir. Bir lokmada en iri adamı bile.”
Demişti. Koen gülümsemişti. “Evcil hayvanımın bu kadar ilginizi çekmesi ne hoş.
Kedi yavrularını da görmeniz gerekirdi. Çok ufak ve tatlılardı.” Dedi. Ellerini
birleştirip avuçlarına bakmıştı. “Bu kadar ufak ve yumuşacık oluyorlar. Ve
uyurken mırıldanıp ağızlarını açıp kapıyorlar. Küçücük dişleri var. Isırdığında
iğne batmış gibi oluyor.” Tulhu gülmüştü. “Ayrıca çocuk formuna dönünce yaramaz
veletlere dönüşüp laf dinlemiyorlar. Anne kediden sürekli dayak yiyor ama asla
uslanmıyorlar.” Demişti. Koen iç çekmişti. Kapıları tekrar açtığında ölmüş
olanlara yol gösterecekler. Belki onları görürsünüz. Göz kamaştırıcı zırhlar
içinde büyümüş birer ruh olarak uzun mızrakları ile ruhlara yol gösterecekler.
Tıpkı ölmüş kardeşleri gibi.” Demişti. Hüzünlenmişti. Ama bu kısacık sürmüştü.
Hemen neşe ile gülümsemişti. “Keşke yemek getirseydik. O kadar açım ki bir
öküzü tek başıma yiyebilirim.” Demişti. Gerda onun hemen yanına oturmuş ve
yüzüne dikkatle bakıyordu. Tanıdık ama bir o kadar yabancı yüz daha kadınsı ve
daha hoştu. Koen’in eski yüzündeki sertlik ve sakallardan iz yoktu. Çenesinin
altında çıkan o kılların izlerinin yerinde pürüzsüz bir yüz vardı. Koen elini
midesine koymuştu. “Gerçekten onu göndermem gerek. Enerjim kalmadı. Saldırganlığını
arttırıp buradaki herkesi yemeye kalkabilir.” Demişti. Ayaklanmış ve Mona’nın
yanında belirivermişti. “İşiniz bitti mi kâtip hanım?” demişti. Mona yazdığı
sayfalara baktı ve Koen’e döndü. “Bitti Efendi Koen. Onun gibi antik bir
varlığı görmek heyecan verici idi.” Demişti. Nikow çizimini bitirmiş mürekkep
kurusun diye onu sallıyordu. “O zaman onu geri gönderiyorum.” Demişti. Mona
hızla geri çekilmiş ve Nikow ile diğerlerinin yanına duldaya geçmişti. Koen
ellerini arkasında birleştirmiş ve devasa varlığa bakmıştı. “Az kaldı. Gidip
uykuna devam et. Zamanı gelince büyük bir ziyafet ile karşılanacaksın. Benim
emrime kadar adım atarsan seni bulup öldürmek zorunda kalırım. Hem de aç
bırakarak.” Demişti. Pis boğaz ayağa kalkarken homurdanıyordu. “Efendi ne acımasız!
Ne acımasız ki bu zavallı adamı aç bırakıyor.” Diyordu. Koen sırıtmıştı. Ve rüzgârın
onu savurması ile geriye doğru birkaç adım gitmişti. Pis Boğaz ardında bir
boşluk bırakıp gürültüsü kaybolunca kendisi de kaybolmuştu. Koen onun girdiği
mağaraya doğru çevirmişti başını. “İğrenç varlık!” demişti. Ondan tiksinmek
doğasında vardı. Onu yaratanların ruhlarından parçalar vardı ve o varlıktan
tiksinmez ise empati beslerse onun pençesine düşerdi. “İğrenç kokusu her yere
sindi. Tulhu buraların kokusunu değiştir. Şu pisliğin kokusuna birçok karanlık
ruh gelebilir.” Demişti. Elini burnuna doğru götürmüştü. Onun dışında kokuyu
alan yoktu. Tulhu ayağa kalkmıştı. Kitabı yavaşça yukarı doğru ettiğinde artık
tutmuyordu. Kitap kendisi onu takip ediyordu. Tulhu büyüleri fısıldarken
beliren sarı ışık etrafta dolanıyor ve bölünüyordu. Koen ise dikkatle onu
izliyordu. Tulhu işini bitirmeye yakın durmuştu. “Ona empati beslediğimi
düşünme ama bok çuvalı gibi davranmamalısın.” Demişti. Koen ona bakıp alaycı
bir şekilde güldü. “Onların işi bu! İnsanların ruhlarını kandırmak ve itaat
ettirmek. Seni etkilemesine izin veriyorsun. Herkesi kokudan arındır.” Demişti.
Gerçekten de bir pis Boğaz avını yakalamaya çıkamıyor ise onu etkilemek için
empati kullanır ve kendine doğru çekerdi. Tulhu bunu iyi bilse bile etkilenmiş
ve bunu fark ettiği anda sayfalar hızla çevrilmişti kendiliğinden. Tulhu
ellerini birbirine vurduğunda ise herkesin etrafından sarı ışıklar geçip
gitmişti. O anda o varlığın ne kadar korkunç ve tiksinç olduğunu anlamışlardı.
Koen geldikleri yola doğru yürürken Jeniske onun yanına gelmişti. “Karnın çok
mu aç?” demişti. Koen gülümseyip ona bakmıştı. “Evet! Kampa hemen dönelim ve
güzel bir yemek yiyelim!” demişti. Jeniske ona baktı ve ormanın ilerisini
çenesi ile işaret etti. “Avlanmaya gidelim!” demişti. Koen şaşkınlıkla ona
baktı! “Av mı? Ne avlayabiliriz ki?” demişti. Jeniske ona bakıp yönünü ormana
doğru dönmüştü. Konuşmadan yürümeye başlamıştı. Koen ise ona doğru hızlı
adımlarla yürüyüp bağırıyordu. “Jeniske! Bir soru sordum!” diye bağırmıştı.
Aiken onun gittiği yöne doğru bakıyordu. “Atları alalım!” demişti. Maios ormana
doğru baktı. “Sanırım avlanacak! Bir süredir bu av işine sarmıştı.” Dedi. Aiken
atlara dikmişti gözünü. “Nehir tarafına uğrayıp mataralara su dolduralım.”
Demişti. Mona heyecanla ellerini birbirine vurmuştu. “Sonunda av eğlencesini
görebileceğim. Kaç seferdir Nikow sizinle geldi majesteleri bir defada beni
götürmediniz.” Demişti. Maios gülümsedi. Gerda ise yüzünü asmıştı. “Kadınların
avlanamayacağına inanıyorlar Mona! Boş ver onları.” Demişti. Av iz sürme ile
başlamıştı. Ne var ki Mona yüzünden bir geyik ellerinden seke seke kaçmıştı.
Yavruları olduğunu söyleyip atılıp hayvanı ürkütmüştü. Nikow ona saatlerce onun
erkek geyik olduğunu boynuzlarından anladıklarını anlatmış ama o bir baba
olacağı konusunda çocukça ısrar etmişti. Gerda ise iki tavşan vurmuş ve Mona’ya
bunların yenilmesi gereken şeyler olduğunu anlatana kadar Mona sürekli ona
katil demişti. Gerda onun aşırı duygusal olduğunu daha önce görmemişti. Kaç
defa işkenceleri kaydetmek için tutuklu çadırlarına gittiğini öğrenmişti. Soğuk kanlı kadın bugün duygusal ve bu duygusallığı
takip eden yorgunlukla mücadele ediyordu. Nehir kıyısına vardıklarında dinlenme
fırsatı bulmuşlardı. Nasio avlanma konusunda Aiken’in anlattıklarını
dinliyordu. Koen nehrin kenarına oturmuştu. Yorgunca omuzlarını düşürmüştü.
Jeniske ona bakıp avladıklarını yere bıraktı. “Burada duraklayıp karnımızı
doyurup geri dönelim.” Demişti. Koen bunu duyunca gülümsedi. Artık açtı ve
yürüyecek kadar iyi hissetmiyordu. Bekleyiş sırasında kendini çok zorlamış ve
Pis Boğazı çağırmak onu yormuştu. Kısa sürede tavşanların kürklerini
ayırmışlardı. Bıçak ile avlanmada hepsinden daha iyi olan Gerda yeteneğini
konuşturmuş ve ok ve yay olmadan diğerleri pek bir şey yakalayamamıştı. Mona
hızla kanlı derileri suda yıkayan Gerda’ya doğru yaklaşmıştı. “Yardım ister
misin?” diye sorarken kanlı kürklere bakıyordu. Gerda bir ona bir kürklere
baktı. Koen ikisini izliyordu. “İyi olduğunu sanmıyorum. Otursana, rengin
bembeyaz!” demişti. Mona onun yanına oturunca Gerda onu süzmüş ve gözlerini
kısmıştı. “En son ne zaman kanaman oldu?” demişti. Mona ona bakıp aldığı taşla
oynamaya başlamıştı. “Henüz bir yerimi kesmedim.” Dedi. Gerda kürkü sudan
çıkarıp ona doğru dönmüştü. “O manada değil. Ne zaman rahimden kanaman oldu?”
dediğinde Mona ona bakmıştı. “Bilmiyorum. Uzun süredir olmuyorum.” Demişti.
Gerda birden ona bakıp kaldı. “Ne kadar uzun?” demişti. Mona düşünmeye başladı.
“Pain Gölünden harekete geçmeden önce olmuştu. Ama bazen geç olabiliyor.”
Demişti. Koen konuyu merakla dinliyordu. Gerda çömeldiği yerden bir kürk daha
kapıp suya sokmuştu. “Peki Nikow ile ne zaman yattın?” dediğinde Mona
kıpkırmızı olmuştu. Gerda ona soğuk bir ifade ile bakmıştı. “Ciddiyim Mona!
Hamile olabilirsin!” demişti. Mona düşündü. “Bilmiyorum. Belki bir hafta oldu.”
Demişti. Koen konun heyecanı ile onları dinlemeye dalmıştı. Gerda düşünceli
halde kürkü suda tutmaya başlamıştı. “Zafer kutlaması, alkol, seks ve bir buçuk
ay! Muhtemelen geri çekilmeyi unutmuştur. O zaman kesin hamilesin.” Demişti.
Mona birden ona bakıp kalmıştı. Gerda onu yoklar gibi gözlerini dikmişti. “Kan
tutmazdı seni. Son günlerde hassas falansın. Göğüslerinde şişme ve ağrı var mı?
Ya da cinsel isteksizlik. Sabah bulantısı… Bunlar belirtiler olmalı. Gidince
şifacı kadına uğrayalım. Eğer hamileysen ona göre hareket etmen gerek.”
Demişti. Mona şaşkındı. Ona bakıp kalmıştı. “Hamile olduğumu öğrenirsek bunu
bir süre gizleyebilir miyiz?” demişti. Gerda omuz silkmişti. “Tabi! Benim için
sorun değil. Ama karnın büyümeye başladıkça onun gaz olmadığını anlayacaklardır.
Bir de bir süre oynaşmalara ara vermen gerek. Bebeğe zarar verebilirsin.”
Demişti. Mona dalgınca suya taşı atmıştı. Koen iki kadına dikkatle bakıyordu.
Taşın üstünden atlayıp arkasını onlara dönüp ormana doğru yürümeye başlamıştı.
Kadınların sıkıntıları diye düşünürken Mona’nın hamile olmasının risklerini
düşünüyordu. Savaş ortamında bulunması doğru olmazdı. Anladığı kadarı ile Nikow
ve Mona savaş meclisinde yer edinmeyi başarmış kişilerdendi. Mona hamile iken
onu riske atmak istemezdi kimse. Oturduğu yerden yazması gerekirdi. Gereksiz
düşünceler ile kafasını doldururken bir ağacın arkasına geçip işemeye
başlamıştı. Hiç doğum görmüş müydü? Bunu düşünürken geçmiş yaşamında gördüğünü
anımsadı. Korkunçtu. Kadının bacakları arasından çıkan buruşuk derili bebeği
anımsadı. Kadının bacakları arasından korkunç şekilde kan geliyordu. Elini
karnına koyup sıkıntı ile nefes aldı. “İçinde bir canlı taşımak rahatsızlık
verici olmalı.” Diye mırıldanmıştı. O sırada bir ses ile irkilmiş ve ağacın
yanında dikilmiş ona bakan Jeniske’ye bakıp kaldı. “Aman be ne diye sessizce
geliyorsun. Çok ayıp!” demiş ve hemen üstünü çekiştirmişti. Jeniske ona bakıp
gülmüştü. “Görmediğim bir şey yok! Sıkıntılı olan ne?” demişti. Koen kadınların
bunu saklama amacı olduğunu anımsayınca bir yalan sallama gereksinimi duymuştu.
“Kadınlar ve doğurganlıkları. Durduk yere aklıma doğum geldi. Mona anne geyik o
vurmayın diye ağlayınca aklıma takılmıştı aslında.” Demişti. Jeniske ona bakıp
birkaç adım daha atmıştı. “Bunca kişi keşke peşimize takılmasaydı!” demişti.
Öteki tarafta nehir kıyısındaki kalabalığı kafası ile göstermişti. Koen onlara
bakmıştı. “Onlara hayır gelemezsiniz diyemezdim. Hem Tulhu gelmek zorundaydı.
Yolu o biliyordu. Kendi evcil hayvanımın nerede olduğunu bilmem hakkında sakın
yorum yapma!” demişti. Jeniske omzu üzerinden kalabalığa bakıyordu. “Sanki
eskisi gibisin!” demişti. Koen ona bakıyordu. Gülümseyip ellerini beline
koymuştu. “Nasıl?” demişti. Jeniske ona doğru çevirmişti başını. “İlk âşık
olduğum kişi ve onun özgür ruhu… Sende gördüğüm şey bu Koen. İlk başta korktum
ama şimdi görüyorum. Yalan söyleme çaban, ortalıkta sessizce dolaşman ve neşeli
tavırların. Sen benim ilk seni sevdiğim zamanlardaki gibisin.” Demişti. Koen
gülüp kendi etrafında dönmüştü. “Gibisin değil tabi ki öyleyim. Baksana ölü
bedenimi bile diriltip içine girdim. Kusursuz ben! Gerçi sıskalığım konusunda
yapabilecek bir şey yok. Eğer beni küçükken daha iyi besleseydin bu kadar cılız
olmazdım. Belki daha uzun ve geniş omuzlu olurdum. Erkeksi ve daha çekici…”
demişti. Jeniske ona bakıyordu. Koen sağa sola sallanmıştı. “Olmaz mıydım?”
demişti. Jeniske onu baştan aşağı süzmüştü. “Bu halin iyi. İri olmandan
hoşlanmazdım. Ele avuca gelen ufak bir şey olman daha sevimli.” Demişti. Koen
bunun üzerine gülmüştü. “Genç oğlan seviyorsun. Sapık Jeniske.” Birkaç adım
atıp onun yanına gelmişti. “Çişimin başında muhabbet etmek garip olmaya
başladı. Ve karnım aç!” demişti. Jeniske onun tuvaletini yaptığı ağaç dibine
bakmış ve ardından ona bakmıştı. Arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Koen onun
ona neden öyle baktığını anlamayıp peşine takılmıştı. “Jeniske gizemli
tavırların ile beni delirtecek misin? Hey!” demişti. Koşma çabası ile attığı
adımın sonu iyi bitmemişti. Ağaç köküne takılıp yere yapışmıştı. Yüzüne batan
otlardan kendini kurtarmak için kalkmak için çırpınırken kolundan onu bir çocuk
gibi kavrayıp kaldıran Jeniske ile yüz yüze gelmişti. “Durduğun yerde düşmek
bir yargıca yakışmadı.” Demişti. Koen ona açıklama yapacakken Jeniske onu
kolundan çekiştirip nehir kenarına doğru sürüklemiş ve onu nehir kenarına
oturtup yüzünü yıkamış ve yüzüne tekrar bakmıştı. “Sakarlığında mı geri döndü?”
demişti. Koen ıslanmış saç uçlarını yüzünden çekip arkaya doğru yapıştırmıştı. “Tamamen
senin peşinden koşacağım diye oldu. Yüzümde yara olmuş mu? Güzel yüzüme bir şey
olursa bunun sorumlusu sensin!” demişti. Jeniske gülmüştü. Koen ise nehirde
yansımasını görmek için eğilmiş ve ufak çiziklere bakıp dudaklarını
büzüştürmüştü. “Bu yaraları iyileştirmek için büyü yapmak zorundasın. İz
kalırsa bir yargıç olarak seni cezalandıracağım. Seni Pis Boğaza bile
yedirebilirim. Sonuçta artık cezalandırma gücü bende.” Demişti. Jeniske ona
bakıp elini onun yüzüne doğru uzatmıştı. “Mızmızlanmada iyileştireyim.”
Demişti. Koen ona doğru başını uzatıp gözlerini kapamıştı. Jeniske çok basit
bir şifa büyüsü ile onun çiziklerini kapatmıştı. Koen iyileşen yüzüne bakmak
için nehre eğilmişti. Gülümseyerek doğrulmuştu. “Sanırım sadece bir gezinti iyi
olabilirdi.” Demişti. Gülümserken ayağa kalkmıştı. “Biraz yürüyelim mi?”
demişti. Jeniske ona bakıyordu. Koen elini ona doğru uzatmıştı. “Kıt
kafalılığım değişmemiş değil mi? Hadi!” dedi. Jeniske onun elini tutup
doğruldu. “Aiken!” demişti. Aiken ateşin başındaydı. Ona bakmıştı. “Biz
birazdan geleceğiz. Yiyecek bir şeyler ayırın Koen’e!” demişti. Aiken başını
usulca salladı. Koen ile ormanda kaybolana kadar hepsi onlara bakmıştı. Maios
pişmeye başlayan tavşanın kokusunu içine çekmişti. “İkinciyi biraz daha yavaş
pişirin!” demişti.
Koen birkaç adım önde giden Jeniske’yi takip ediyordu. “Epharai ormanları güzel
derlerdi. Hiç uğrayamadan direkt geçip gitmiştim. Özellikle bahar ayında bin
bir renk olurmuş.” Demişti. Jeniske usulca başını salladı. “Birkaç haftadır
buraya sık sık geliyorum. Kafamı dağıtmak için iyi bir yer olmuştu.” Dedi. Koen
etrafa bakıyordu. “Peki nasıl geçti onca sene?” demişti. Jeniske bunu duyunca
duraksamıştı. Daha sonra adımlarını sürdürdü. “Alışmaya çalışarak. Bir süre
sonra unuttum. Ne yaptığımı neyi özlediğimi… Neyi aradığımı…” bunları söylerken
Koen ona doğru yaklaşmıştı. “Birisi ile bir şeyler…” Jeniske onun sözcükleri
yutmasına sebep olacak şekilde bakmıştı. Koen yutkunup gülümsemişti. “Sadece
merak ettim. İnsanların ihtiyaçları oluyor. Ve yapmış olabilirsin.” Demişti.
Jeniske başını çevirince Koen şaşkınlıkla kalmıştı. “Kimseyle yapmadın mı? Yani
ben ölmüş olduğum için…” Jeniske ona dönüp durmuştu. “Sen yaptın mı? Tulhu ile
mesela?” Koen birden güldü. “Tulhu mu? Onunla bir şey yapabileceğimi sanmam.
Yapabilecek olsam da yapmam. Daha çok… Bilirsin işte!” demişti. Jeniske ona
doğru birkaç adım atmıştı. “Daha çok kendinle mi oynadın?” demişti. Koen
utançla gözlerini devirdi. “Sen yapmadın mı? Hadi ama hayal edebilir ve
yapabilirsin.” Demişti. Jeniske ona gözünü dikmişti. Koen ise onu sınar gibi
süzüyordu. “Yapmış olman lazım. Üç sene kendine dokunmamış olamazsın.” Demişti.
Jeniske başını iki yana salladı. “Aklımda daha çok birlikte olduğumuz anlara
dair konuşmaların ve davranışların vardı.” Demişti. Koen bir an duruldu. Gülüp
yürümeye başlamıştı. “Sana azgın ve sapık diyorum ama bu durumda senin gömleğini
koklayıp kendini tatmin eden ben olunca ben edepsiz oluyorum.” Demişti. Jeniske
onu takip etmeye başlamıştı. Koen yeni yeni yumuşayan toprakta yavaş ama
serbest adımlarla yürüyordu. Jeniske onu izleyerek nereye gittiğini bilmeyen
Koen’i takip ediyordu. Sessizlik ufak bir yükselti ve boşluğa kadar sürmüştü.
Koen yüksek tepeciğe bakmıştı. Hemen yanında yer alan patikaya sapmıştı.
“Aslında düşününce yastaydın ve böyle bir şey yapmış olmanı kınayabilirdin. Ben
ise senin aksine…” Koen sözlerini devam ettiremedi. Bir süre daha sessizce
patikada yürüdüler. Ve iç hesaplaşmasını dışarı vurmaya başlamıştı. “Şey belki
garip bulacaksın ama sanırım seni özlediğimde içimde garip bir şey beni erekte
etti. Ama bu tensel bir bağımlılık değil. Elbette sana dair çok şeyi düşündüm
hep.” Dönüp sessizce birkaç adım arkasında yürüyen Jeniske’ye bakmıştı. “Yine
de geceleri düşündüğüm şey sessizlikte senin sesin oldu. Böyle şeyleri sesli
söylemek utanç verici gibi olsada sana söyleyebilirim değil mi?” demişti.
Jeniske başını sallayıp ufak bir tebessümle ona bakmıştı. Koen iç çekip olduğu
yerde durdu. Jeniske onun tam önünde durmuştu. “Sadece bir an için bile mi beni
düşlemedin?” demişti. Jeniske ona bakıyordu. Uzanıp yüzünde parmaklarını
gezdirdi. “Düşledim. Ama acı verdi.” Demişti. Koen gözlerini kapamıştı. “Özür
dilerim.” Demişti. Jeniske usulca başını salladı. “Mecbur olduğunu bilsem de
beni yalnız bırakmış olduğunu düşünmek sinirlerimi bozdu.” Dedi. Koen gözlerini
aralamıştı. “Telafi edecek çok zamanımız olacak. Bunu sağlayacağım. Gerekirse
bütün dünyayı sessizliğe boğar zamanı sonsuza dek durdururum. Bunca senenin
telafisi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.” Demişti. Jeniske’nin durulmuş
parlak yeşil gözlerine bakarken onun hala sönmemiş ışığını görmüştü.
Dudaklarına doğru uzanmıştı dudakları. Onu öpmek belki de o ışığı büyütecekti.
Bunu yaptığında gördüğü ışık daha fazla arzuyu ortaya çıkarıyordu. Ve bir süre
sonra dudaklarında hissettiği sıcaklık. Bu yıllardır özlediği en büyük histi.
Gülümsemişti. Onu öperken Jeniske’nin gülümsemesini hissedince dudaklarını
birkaç santim ondan uzaklaştırmıştı. Beline dolanmış elin verdiği hisle ona
doğru yaslanmıştı. “Seni şu an istiyorum.” Demişti. Jeniske’ye bunu söylerken
onu patikadan çıkarmak istercesine itekleyerek sık ağaçlara doğru yürümeye
başlamıştı. Adımları telaşlı ve bozuktu. Hislerinin hala Jeniske’ye tepki
veriyor olması onu daha da çok heyecanlandırıyordu. Patikadan uzaklaştıklarında
Jeniske’nin sırtını bir ağaca dayamasına müsaade etmişti. Elleri ile onun
yüzünü tutup daha sert öpmek istemişti dudaklarını. Ona ait olduğunu hissetmek
istemişti. Öpücüklerinin ardında beliren sıcaklık sadece dudaklarını ısıtıp
onları harekete geçirmiyordu. Yaslandığı bedenin irkilişindeki hissi biliyordu.
Kendi bedenindeki o hisse çok benzerdi. Kalbinin hızla çarpışı beynindeki kan
akışının hızlanışı ellerinin titremesine neden oluyordu. “Yapalım.” Diye
fısıldıyordu. Bunu isterken Jeniske’nin kulağına doğru eğilmişti. Jeniske onun
bedeninden yayılan sıcaklığı hissediyordu. Elleri yavaşça onun deri kemerine
dolanmıştı. Eğilip açık boynuna doğru dudaklarını yaklaştırmıştı. “Burada
yapmak istediğinden emin misin?” demişti. Koen onun boynuna doğru sarılmıştı.
“Evet!” demişti. Jeniske onun kemerinin tokasını çıkarıp bırakmıştı. Eli
kasıklarına doğru kaymıştı. Dudakları sıcak tenindeydi. Kendisi içinde artık
duramayacağı noktaya gelmişti. Koen onun ellerini hissedince irkilmişti. “Gerçekten
acele etme!” demişti. Jeniske onun gözlerine bakmak için başını kaldırmıştı.
Koen nefes alırken dudakları aralanıyordu. Yanakları kızarmış ve gözleri
nemlenmişti. “Sadece tadını çıkarmak istiyorum.” Demişti Koen gülümsemeye
çabalayarak. Jeniske onu bir hamlede çevirip ağaca doğru yaslamıştı. “O zaman
sana yardımcı olayım.” Demişti. Hayalinde hep canlanan o vahşi bakışları tekrar
gördüğünde ürpermişti. Giydiği deri zırhın çözülen bağcıklarını hissediyordu.
Ona karşı koymak bir kaplanla güreşmeye çalışmak gibi olurdu. Avını nasıl
yiyeceğini bilen bir kaplanla… Koen gözlerini kapayıp başını geriye doğru atıp
soğuk ağaç kabuğunu hissetmişti. “Açılmış göğsünde hissettiği öpücüklerin hala
var olan izlerde durması ile başını eğmişti. Jeniske doğrulup elini izlerin
üzerine koyunca ürpermişti. O izler onun göğsünü delip geçen ilk defa ölümüne
neden olan izlerdi. Koen ona bakarken yutkunamıyordu bile. Jeniske bir süre
izlere baktı. Daha sonra eğilip onun dudaklarına doğru yaklaşmıştı. “Her şeye
rağmen buradasın…” demişti. Koen o sesin içindeki şehvet ve özlemi kalbinde
hissedebiliyordu. Sevginin ne demek olduğunu düşünüyordu bazen. Karşısındaki
olduğu gibi kabul etmek değildi aslında. Kendi eksinlerini onun parçaları ile
tamamlayıp bir bütün olmaktı. “Her şeye rağmen…” Olanları affedebilmekti ve her
şeye rağmen o parçaların sahibin yanında olabilmekti. Bedenin bu kadar uzun
süre sonra böyle yanması onu delirtebilirdi. Düşünceleri kasıklarında
hissettiği dudaklar ile dağılıp şaşkınlıkla beraber Jeniske’yi itekleme
çabalamıştı. “Hayır… Ben…” sözcüklerini kesen nefessiz kalışı Jeniske’yi
engellemeye çabalayan elini geri çekmesine sebep oluyordu. Bir insan bir
insandan hiç tiksinmeden ona dokunabiliyorsa, onu bedenin bir bütünü olarak
kabul edebiliyordur. Düşüncelerini toparlayacak kadar hali yoktu. Elini ağzına
basmış ve nefesinin bozukluğu ile başının döndüğünü hissediyordu. Yutkunamıyordu.
O kadar sıcaktı ki bedeni resmen eriyecekti. Kaslarının titrediğini hissederken
bacakları tutmuyordu. Eğilip Jeniske’nin başının üstüne başını yaslamıştı. Onu
durdurmak için iteklememişti bu sefer. Daha fazlası için hazır olduğunu
belirtmek istemişti. Yeni yeni uyanan toprağın üzerine doğru düştüklerinde
Jeniske’nin dudaklarını defalarca öpmüş ve ellerinin nerede olduğunu hissedince
sadece ona ait olan bedeni tamamen hissetmek istemişti. Utanç değildi yüzünü
kızartan şey. Nabzının yüksekliği ve kontrol edemediği ergin bedeninin
ısısından kaynaklıydı. “Titriyorsun!” demişti Jeniske onu sarmak için
doğrulduğunda onu kucağına alıp kolları arasına aldığında Koen ona sokulmuştu.
Kafasının karışıklığı yerini ritmik bir şarkıya bırakmış gibiydi. Sürekli yükselen
notaların sebebinin Jeniske’nin nefesinden kaynaklandığını biliyordu. Sırtına
değen toprağı ve otları hissettiğinde bacaklarını ayırmaya çekinmemişti.
İstediği şey bir şarkının ritmi gibi devamlılıktı. Unutulmayacak ve sık sık
duyacağı bir ritim… Dudaklarındaki dudakların arasından çıkıp diline dolanan
dilin sıcaklığı kalçalarının arasındaki baskıyı azaltıyor, nabzını
yükseltiyordu. Elleri ter içinde kalmış ve göğsünün üstündeki bedenin
sürtünmesi onu heyecanlandırıyordu. Önce bir sancı ve sonrasında alışma ile bir
haz başlamıştı. Heyecanla çarpan kalbi şimdi haz ile çarpıyordu. Boynunda
hissettiği nefesle beraber yavaşlayan temponun sonunda ikisi içinde doygunluk
vardı. Nefesini toplamaya çabalarken ona bakan gözlere bakıyordu. Yorgunca
kollarını Jeniske’nin boynuna dolamış ve onu kendine doğru çekmişti. Doğanın
içinde çıplaklık ve utançtan uzak iki insanın sade aşkının son resminin sahnesi
görülmeye değerdi. Birbirine kilitlenmiş
gözler ve sade bir öpücük. Bu resmin son dokunuşuydu.
Uzanmış bedenler birbirine sokulmuş bütün toprak onların sonsuz yatağı olmuştu.
Batmaya hazırlanan güneşin ardında bıraktığı ışıklar bulutları
renklendiriyordu. Ağaçları süpürüp geçen rüzgâr hışırtılar çıkarırken gök
yüzünde beliren kuşların sesi haberciydi. Baharı taşıyan kuşlar onlara
bağırıyordu. Kuşlar adeta geldiklerini haber verir gibi herkesin duyacağı
çığırtkanlıktaydı. Koen yattığı yerden doğrulup gökyüzüne heyecan ile
bakıyordu. Beline dolanan kollar ile kendini güvendiği bedene bırakıp Jeniske
ile gök yüzünü izlemeye koyulmuştu.
“Kuşlar baharı getiriyor.” Demişti. Kalpleri yıllar sonra aynı tempoda atıyordu
artık. Jeniske onun gösterdiği sürüye bakıp gülümsemişti. “Göç mevsimi geldi
çünkü.” Demişti. Koen başını indirip ona doğru bedenini bırakmıştı. “Biz ne
zaman göç edeceğiz?” soruyu sorarken gözlerini kapamıştı. Jeniske sırtını ağaca
dayayıp gökyüzüne bakmıştı. “Bir gün…”
Bölüm Otuz İki
Günden Arda Kalanlar
Jeniske
sırtına aldığı Koen ile yavaş yavaş yürüyerek gidiyordu. Koen onun boynuna
sarılmış sohbet ediyorlardı. Gün çoktan kararmış ve ikisi diğerlerini unutmuş
olduklarını geç fark etmişlerdi. Koen yorgunca sonunda Jeniske’nin teklifini
kabul edip sırtına binmişti. Jeniske’ye göre onu taşımak bir çuval saman
taşımak gibiydi. Konuşarak nehrin yanına vardıklarında Aiken endişe onları
aramaya çıkacaklarını gecikmiş olmalarının iyi bir bahanesini istiyordu. Koen
inmek için Jeniske’nin onu bırakmasını istedi. “Bir bahanemiz yok. Sohbete
dalmışız. Gidip uyumak istiyorum.” Demişti. Atların olduğu yere doğru yürümeye
başlamıştı. Aiken onun peşine takılmıştı. “Aç olacağını düşünüp sana et
ayırdık. Onu ye bari!” demişti. Koen onun uzattığı eti aldı. “Güzel!” demişti.
Bu sırada Gerda oraya doğru yürürken Jeniske’nin omzuna birkaç defa vurmuştu.
“Kötü haberlerimiz var!” demişti. Jeniske ona bakınca Gerda söndürülen ateşin
ardında kalan gölgeleri tekmeler gibi ayağını yere vurmuştu. “Atlardan
birisi siz gelmeden önce ürktü ve ayağı kayıp düştü. Sonuç ise…” Eliyle duldada
duran ölü atı göstermişti. Jeniske ata bakıp kalmıştı. Gerda gülümsemeye
çabalıyordu. “Yılan varmış! Hayvanı sokmuş. Çok acı çekmesin diye Kral Maios
onun boğazını kesip öldürdü. Kurtaracak kadar iyi değildi. Bir at kaybettik.
Eti yenir mi bilmem ama zehir ne kadar yayılmış olabilir diye baktık. Baya
fena!” demişti. Koen onlara bakıyordu. Aiken ise atı gösterdi. “Ayağında resmen
bir yumurtadan daha büyük iki şişlik oluştu. Kırmızı sarı desenleri olan garip
bir yılandı.” Dedi. Ardından kendi atını gösterdi. “Onu öldürdüm. Sanırım
derisi ile kendime kayışlı kemer yapacağım.” Demişti. Koen ağzındaki et
parçasını çiğnerken konuşuyordu. “Bu bölgede bu kadar zehirli yılan olduğunu
bilmiyordum. Sizden birini sokmaması iyi olmuş.” Dedi. Ölmüş ata bakıp
gözlerini kıstı. “Kısrak mıydı?” dedi. Aiken başını iki yana salladı. “Aygır!”
dediğinde Koen gülmüştü. “İyi! Kısrak olsa üzülürdüm. Sonuçta yavrusu
olabilirdi. Daha fazla gecikmeden gidelim.” Demiş ve eğer de öne doğru
kaymıştı. “Jeniske gel seni kampa kadar götüreyim. Yürümek zorunda kalmazsın.”
Demiş ve gülmüştü. Ayağının yanı ile atın karnına vurup tıkınırken atını
Jeniske’nin hemen yanına sürmüştü. “Senin için masallardaki atıyla gelip
prensesi zor durumdan kurtaran prens oldum.” Demiş ve bir kahkaha atmıştı.
Jeniske atın eyerini tutup bir hamlede üstüne zıplamıştı. “Prenses mi dedin sen
bana?” demiş ve çenesini Koen’in kafasına koyup atı hızla döndürmüştü. Koen
etini yemekle meşguldü. “Sonuçta ölen at senin olmasa bile iyi bir lider asla
adamlarını uzun yolda yayan yürütmez. Seni atıma alarak çok iyi bir insan
oldum.” Demişti. Herkes atlarına biniyordu. Ölen at Mona’nın atıydı. Jeniske
atı yavaş yavaş ormanda ilerletiyordu. “Her neyse önemli olan geri dönecek atımızın
olması. Ayrıca bir şey daha demeliyim.” Demiş ve yan tarafta atını süren
Aiken’e dönmüştü. “Bu et çok güzel olmuş.” Demiş ve mutlulukla sırıtıp bir
parça daha ısırmıştı. Jeniske çenesi hala Koen’in başına dayalı şekilde atını
sürüyordu. Maios onlara doğru atını yaklaştırmıştı. “Jeniske senin için
ayırmıştık aslında… Açsan onları Nasio’nun heybesine koymuştuk.” Demişti. Koen
başını o tarafa doğru çevirmişti. Elindeki son parçayı çenesinin üstündeki başa
doğru uzatmıştı. “Bunu alabilirsin. Şimdi Nasio’nun heybesini kurcalamak için
durmayalım.” Demişti. Jeniske dişleri ile parçayı alıp başını çekmişti ve bir
eli eyeri diğeri eti tutarken atın üstünde gitmeye devam ediyorlardı.
Geldiklerinden yol daha uzun gelmişti. Günün yorgunluğu çökmüştü üstlerine. Kamp
uzakta gözükmeye başladığında Aiken yanan ocakları işaret etmişti. “Yarım
saatten az yol kaldı. Atları hızlandıralım.” Demişti. Hepsi hızlandığında
Jeniske oldukça yavaş kalmış ve arkada hala atın yürüyüş temposunu bozmadan
ilerliyordu. Maios bunu fark ettiğinde atının dizginlerine asılmıştı. Sadece o
değil Tulhu, Aiken ve Nikow’da atlarını durdurmuştu. “Aiken sorun mu var?”
Gerda bunu söylediğinde Aiken ona çevirmişti başını. “Mona ve Prensi kampa
götür. Biz hallediyoruz.” Demişti. Ne olduğunu görmek için oraya doğru
gitmişlerdi. Ay bu gece bütün iştihamı ile parlıyordu. Oraya doğru
geldiklerinde Jeniske işaret parmağını dudaklarına götürüp bağırarak konuşmaya
hazırlanan Maios’u susturmuştu. Tulhu ise hemen Jeniske’ye doğru yaslanmış ve
uyuyan Koen’e bakıyordu. “Bu kadar yorulduğuna inanmıyorum. Onu bunca mücadele
için eğitmiştim.” Demiş ve atını yavaşça sürmeye başlamıştı. Aiken ise derin
bir nefes vermişti. “İyi bari. Uyanmasın diye atı yavaşlatmışsınız. Bir an için
bir şey oldu sandım.” Demişti. Nikow usulca atını sürüyordu. Jeniske hemen
yanında onunla aynı hızda giden Maios’a çevirdi başını. “Düzelttiniz mi şimdi
her şeyi?” demişti. Jeniske başını salladı. “Sanırım evet.” Demekle yetinmişti.
Kampa vardıklarında subay çadırlarına kadar atlar sessiz etrafta nöbetçilerin
nöbet değişimi için çıkardıkları sesten başka bir şey yoktu. Maios atından
inmiş ve yuları bekleyen seyise vermişti. “Koen!” demişti Jeniske onu
uyandırmak için nazikçe sarsmıştı. Koen yorgunca gözlerini açıp iç çekmişti.
“Her yerim ağrıyor!” diye mızmızlanıp nerde olduğunu anlamak için etrafa
bakınmıştı. Atın üstünde bu kadar derin uyuyor olması herkesi şaşırtmıştı. “Çok
susadım.” Dedikten hemen sonra attan bir hamlede atlayıp Jeniske’nin çadırına
doğru emin ve ezbere adımlar atmıştı. Geçişini durduran ise bekleyen iki
muhafız olmuştu. Koen uyku sersemi onlara bakıp hızla doğrultulan mızraklardan
yakalayıp adamları kenarı doğru savurup içeri girmişti. Jeniske şaşkınlık
içinde kalan muhafızlara gidip dinlenmelerini nöbetlerinin bittiğini söylemişti.
Aiken kaşlarını çatıp başını iki yana sallayıp oraya doğru yürümüştü. “Sarhoş
gibi davranıyor. Gerçekten huyları değişmemiş. Sorumsuz herif sizin çadırınızda
kalmak için izin bile istemedi.” Diye hayıflanıyordu. Jeniske ona dönüp
gülmüştü. “Aiken gidip dinlen. Endişelenme ona izin vermiştim. Yarın ona yatak
ayarlarlar.” Demişti. Aiken başını usulca sallamış ve oraya doğru sokulmuştu.
“Ona karşı ne hissettiğinizi biliyorum. Anlamasam bile saygı duyuyorum efendim
ama kampta zaten hakkında çok dedikodu var bir de bunlarla uğraşamayız.”
Demişti. Tulhu bunu duyunca uyuşmuş kolunu ovmayı bırakmış ve onlara
dönmüştü. “Onun için yatak göndermekten
daha iyisi Subay çadırlarına taşınması olur. Dedikodular hakkında General Aiken’in
tereddütlerini anlıyorum. Yıkıcı olabilirler.” Demişti. Jeniske bunun üzerine
kaşlarını çatmıştı. Maios’a çevirmişti başını. Maios gözlerini kaçırıp yerdeki
otlara bakmıştı. Ellerini beline koyup iç çekmişti. “Aiken haklı. Ordu içinde
otoritenin sarsılması doğru olmaz. En azından göstermelik bir yer
ayarlamalıyız.” Demişti. Nikow bunun üzerine konuşmaya dahil olmuştu. “İyide
majesteleri şu zaman kadar benin Mona ile kalmam sorun edilmedi ya da sıkça
General Aiken’i Demir Leydi Gerda’nın çadırını ziyaretleri kimsenin gözüne
batmadı. İki erkeğin dost olduğu bilinen iki arkadaş olarak görülen iki kişinin
aynı çadırı paylaşması sorun olmaz. Sonuçta bilinenin dışında sizlerin çok
yakın arkadaş olduğunu düşünüyor herkes. Şu zaman kadar bende öyle düşündüm.”
Demişti. Jeniske ona dönmüştü. “Aranızda mantıklı konuşanlar var. Bir yatak
getirmelerini söyleyin. Sorun çözülsün. Ayrıca çıkacak dedikodular pek de
umurumda değil. Bu saatten sonra ne dendiğini umursamıyorum. Daha öncesinde o
itibarını kafaya taktığı için umurumdaydı.” Demiş ve çadırı göstermişti. Maios
iç çekmişti. “Peki! Madem öyle çözüleceğine inanıyorsun. Bu seferde Ressam
Nikow’u dinlemiş olalım.” Dedi. Nikow saygı ile başını eğmişti. “Majesteleri
sizin sözünüzün üzerine söz söylemek değildi amacım. Sadece olayın normal
olduğunu ve bilinenin aksine birçok kişinin sadece sıkı bir arkadaşlık
gördüğünü söylemek istedim.” Demişti. Maios gülmüştü. “Anladım Nikow.
Yorgunluktan canım çıktı. Taarruz yaklaşıyor ve dinç kalmak yerine çok enerji
harcıyoruz. Herkese iyi uykular beyler.” Demiş ve çadırına giden yola
koyulmuştu. Günün yorgunluğu hepsini sarmıştı. Nikow ve Aiken yan yana yürürken
Nikow bir an için durulmuştu. “General Aiken bir şey sorabilir miyim?” demişti.
Aiken ona bakıp merakla başını eğmişti. Nikow ile neredeyse aynı boylarda kalıpta
adamdı. Ressam olmasına rağmen Nikow’un iyi kılıç kullandığını bilirdi Aiken.
“Mona son günlerde pek bir keyifsiz. Nefes alırken kesik kesik alıyor. At
binerken yoruluyor. Acaba hasta olabilir mi? Bir defasında sormak istedim ama
beni tersleyip geçti. Acaba Leydi Gerda’ya bunu söyleseniz de bir kadın olarak
onunla konuşsa olur mu? Belki bana demek istemediği şeyler vardır.” Demişti.
Aiken düşünceli halde başını sallamıştı. “Elbette. Gerda onunla ilgilenir. Son
günlerde pek rengi yok gibi bende fark ettim. Gidince Gerda ile konuşacağım.”
Demişti. Yol ayrımına gelmişti. Nikow durdu. Kendinden üste olan adamı
selamladı. “İyi geceler General.” Demişti. Aiken sanki kamp eski günlerine
dönmüş gibi hissediyordu. Koen gelmişti ve etrafta yine saçma bir neşe vardı.
Yıllar sonra Jeniske gözlerinden öfke kusmak yerine sakin ve neşe dolu
duruyordu. Nikow’un omzuna elini koymuştu. “Çadır konusunda haklıydın. Efendi
Jeniske’nin huzurlu oluşunu ön plana aldığını geç olsada fark ettim.” Demişti.
Nikow gülmüştü. “İkisi hakkında Mona çok uzun şeyler yazar ve bende okuyorum.
Gözle görülmese de olan şeyi insan hissediyor. Kendimi düşündüm ve Mona ile
aynı yerde kalamayacak olsam huzursuz olurdum. Amacım bir çıkar gözetmekten çok
sadece samimiyetti.” Demişti. Aiken ve Nikow’un yeni kamp düzeninde sürekli
karşılaşmaları aralarındaki dostluğu ilerletmişti. Özellikle Gerda ve Mona’nın
yakın arkadaş olmuş olması ikisini de sürekli olarak bir araya getiriyor ve istemsizce
konuşmaya ve birbirilerini tanımaya başlamışlardı. Birkaç sefer Aiken, Nikow’u
ava davet eden kişi olmuştu. İkisi arasında gelişen sessiz dostluk seviyesini
koruyor ve Nikow ile Aiken zaman içinde iyi arkadaşlar olma yolunda
ilerliyordu. Aiken kendi çadırına giden yoldan sapıp Gerda’nın çadırına doğru
yürümüştü. İçeri girerken yorgunca gözlerini devirmişti. Gerda çoktan üstündeki
kirli olan kıyafetlerden kurtulmuş saçlarını açmıştı. Saçlarını taramakla
meşguldü. “Bir sorun mu varmış?” dedi. Aiken onun yanına gelip eğilip ona
sarılmıştı. “Sorun yok! Koen uyuduğu için Efendi Jeniske atını yavaşlatmış.”
Dedi. Gerda gülümsemiş ve kalayla parlatılmış gümüş aynadan onun yüzüne
bakmıştı. “Yorulmuş görünüyorsun.” Dedi. Aiken esneyip onun yatağına doğru
yürümüştü. “Evet! Burada uyumak için güzel ve yumuşak bir yatak var!” demişti.
Gerda onu görmek için oturduğu yerde dönmüştü. “General olarak sana verdikleri
çadırı paylaşmak yerine burada kalmalısın. Efendi Tavi bunun sorun olmayacağını
söylemişti. Sonuçta aynı rütbedeyiz ve ikimizin birlikte olduğunu bilmeyen
yok!” demişti. Aiken kendini yatağa bırakıp onu görmek için başını çevirmişti.
“Çadırın subay çadırlarının orada olması otorite için önemli. Zaten bir iki
gece kalıyorum kalmıyorum orada.” Demişti. Gerda oturduğu yerden kalkmıştı.
Ufak tefek geniş kalçalı sevimli bir kadındı. Yüzündeki ifade herkese göre
değişirdi. Aiken’i tavlayacağını söylediğinde Aiken ondan çekinmiş ve hatta
korkmuştu. “Seninle evleneceğiz. İste ya da isteme!” diye sürekli onun peşinde
dolaşmış ve sonunda onun da duygularını açmasını sağlamıştı. Uzun boylu sarışın
kadınlarda gönlü olduğunu söyleyen Aiken şimdi bu esmer güzel kadına tapıyordu.
Gerda zeki ve her kadından farklı olarak dominant olduğunu göstermeyi seven,
görgülü bir kadındı. Karşısındaki kişinin kim olduğu önemli değildi ona saygı
göstermeden öte samimi birisi olup olmadığını önemserdi. Bunun yanı sıra neşeli
ve hayat doluydu. Sürekli olarak Aiken’in deyimi ile “yaramaz kız çocuğu” gibi
ortalıkta dolanıp bir şeyleri kurcalar olaylara burnunu sokar ama hep bir
şekilde sıyrılıp kaçardı. Gerda her ne kadar kolay bir insan gibi görünse de
Aiken bazen onun sinirlendiğinde neler yapacağını kestiremezdi. Ondan kat be
kat iri olsada korktuğu ve kaçtığı olmuştu. “Nikow ile yürüyorduk.” Dedi Aiken.
Yatağa oturup elindeki kıyafeti katlayan Gerda’nın uzamış saçlarının ucuyla
oynamaya başlamıştı. “E…” Gerda hikâyenin devamını bilse de merak eder gibi
sormuştu. “Mona’nın son zamanlar da halsiz ve iştahsız olduğunu söyledi.
Sorduğunda onu terslemiş. Bana da senin onunla konuşup konuşamayacağını sordu.
İkiniz yakınsınız. Bir sıkıntısı varsa öğrenebilirsin.” Demişti. Gerda birden
gülümseyip elindeki kıyafeti kenarda duran sandığın üstüne koyup yatağa
devrilip Aiken’e doğru dönmüştü. “Mona’nın hiçbir şeyi yok. Kadınların bazen
böyle zamanları olur.” Demiş ve gözlerini kısmıştı. “Ayrıca sana bir şey
söyleyeceğim ama bir kişi bile öğrenmemeli bunu! Söz ver bana!” demişti. Aiken
başını usulca sallamıştı. “Söz!” demişti. Gerda yüzü koyup dönüp dirseklerini
kullanarak başını kaldırmıştı. Aiken’e bakıp sırıtmaya başlamıştı. “Mona galiba
hamile ama bunu saklamak istiyor bir süre.” Dedi. Aiken şoka girmiş halde ona
bakıyordu. Ne diyeceğini bilememişti. Bir savaş kampında hamile bir kadın
olacağını hiç düşünmemişti. “Nasıl?” demişti şaşkınlıkla. Gerda gülüp ona doğru
kendini devirmişti. “Sana nasıl çocuk yapıldığını gösterdim sanıyorum. Aiken…”
demişti. Aiken ona sarılıp şaşkınlıkla konuşmaya devam etti. “Hayır nasıl
yaptılar demiyorum. Sadece şaşırdım. Nikow’un bunu bilmeye hakkı var bence.”
Demişti. Gerda onun kollarından kurtulup burun buruna geldi. “Hayır bu bizim
işimiz değil. Mona kendisi söylemek isterse söyler. Onunla konuşur ve Nikow’un
sağlığından endişelendiğini söylerim. Ama gerisi bizim işimiz değil.” Demişti.
Aiken ona bakıyordu. “Hamile kaldığında sende mi gizleyeceksin?” demişti. Gerda
omzu silkti. “Sanmam. Nazımı çekmen için sürekli şişen göbeğimi yüzüne dayayıp
mızmızlık etmek daha iyi olur. Ama Mona öyle birisi değil. Nikow’un buradan ayrılmak
isteyeceğini düşünüyor. Burada tarih yazıcılığı işine devam etmek istiyor.
Biraz korkak dursa da olayları nasıl heyecanlı yazdığını görmedin mi?” demişti.
Aiken başını yavaşça sallayıp ona sarılmıştı. “Bu durumu çok fazla gizlememeli.
Savaşta hamile bir kadını riske atmak kadar saçma bir şey olamaz. Bu durumu
Kral Maios ya da Efendi Tavi fark ederse sorun çıkabilir.” Demişti. Gerda
sıkılmış biçimde başını sallamıştı. “Peki Karga Lider ve Koen? Onlar nasıl
tepki verir?” demişti. Aiken düşünceli halde başını onun omzuna dayamıştı.
“Sanırım Efendi Jeniske onun ve Nikow’un uzaklaşmasını ister. Canlarını
tehlikeye atsınlar istemez. Koen için bir şey diyemiyorum. O biraz farklı
görünüyor.” Demişti. Gerda başını salladı. “Evet! Sanki eskisi kadar tedirgin ve
bir şeyleri umursar gibi değil. Sadece kazanmak ve bu olayın bitmesini istiyor
gibi duruyor. Bir çok kişiyi Pis Boğaz yaratmak için öldürmekte sorun
görmediğini sen söyledin. Gözlerindeki o yaşama saygıdan geriye bir şey
kalmamış gibi.” Gerda bunları söyleyip yorgunca başını önüne düşürmüştü.
“Koen’in en çok değişen şeyi yüzü değil mi yine de? O bambaşka birisi gibi ama
hepimiz onu tanıyoruz gibi.” Bunu söylerken endi yüzünü eliyle göstermişti
Gerda. Aiken başını sallamıştı. “Daha önce onun bu halini bir efsun sırasında
çıkan görüntüde görmüştüm. Ama canlı görmek daha farklıydı. Eskiden daha genç
ve hali şimdi daha farklı. Çocuk gibi ama yetişkin. Yüzü sevimli bence!”
demişti. Gerda ona bakıp gülmüştü. “Onunla yakın arkadaş olmuştunuz. Eskiden
daha çok senin gibi davranan kaba saba birisine benziyordu. Şimdi biraz daha
masum bir yüzü var. Acaba Karga Lider onun yüzü hakkında mutlu mudur? Sonuçta
onu kendi bedeninde diriltmek için çabalamış ama eski halini alamadığı için
üzgün olduğunu söylemiştin.” Dedi. Aiken gülümsemişti. “Evet! Gerçi o haliyle
var olması bile onun için yeterliydi. Ama önemli olan şu an Gerda. İkisi
arasında oluşan gerginlik hepimizi yıpratabilirdi. Koen’in ne kadar
güçlendiğini gördüm. Sende buna şahit oldun. Onunla karşı karşıya gelip dövüşmeye
başlayacaklar diye aklım çıktı. Tulhu’nun avda dediklerini hatırla. Koen’in
artık sadece adil olmak gibi bir derdi var. Sadece adil olmak onun doğasında
var demişti. Tanrı Tulhu onun gücünün ne kadar sınırsız olduğunu kendisi
söyledi. Kızıl taşa ihtiyacı bile olmadan bir orduyu tek başına parmağı
kanamadan yok edebilecek kadar…” Gerda başını yavaşça sallamıştı. “Evet!
Düşününce onu durdurabilecek tek kişi Efendi Jeniske. İkisi kavgaya girseydi
yaşadığımız bu dünyada büyük bir kıyametin izleyicisi olurduk. Tanrılar bizi
koruyor galiba!” demişti. Aiken yorgunca ona bakmıştı. “Sanırım. Bir gün
onların şahitliğinde evlenirken bunu sorarım.” Demişti. Gerda ona şaşkınlıkla
baktı. “Evlenmek mi?” demişti. Aiken başını sallamıştı. “Güzel olmaz mı? Tüm
bunlar bittikten sonra bir çiftlik kurup orada yaşarız. Çocuklarımız olur.
Yaşlanıp ölene kadar orada kalıp huzur içinde yaşarız.” Demişti. Gerda ona
bakıp dirseği ile karnına vurdu. “Yaşlılar gibi hayal kurmasana be! Ben Dohen’e
dönüp tacımdan hakkımı isteyecek ve kraliçe olacaktım. Sende benim özel
korumam. Planımız buydu.” Dedi. Aiken ilk defa duyduğu planı şaşkınlıkla
dinlemişti. “Sen kraliçe olacaksın ve benim de seni korumam için para alan bir
adam mı olmamı bekliyorsun. Muhtemelen seni kaçırıp çiftliğe götürürüm. Kendine
daha iyi bir koruma seç!” demişti. Gerda sırıtıyordu. “Beni kaçırmak ha! Peki
kaçırıp çocuk yapacak mısın benden?” demişti. Aiken ona sırnaşan Gerda’ya bakıp
gülmüştü. “Olabilir. Ufak Aiken ve Gerda olur. Ortada koşar belki sana anne
bile derler ha?” demişti. Gerda bu hayalle gülümsemişti. “Olabilir. Çiftlik
fikri hoşuma gitti.” Demişti. Aiken dudaklarına dokunan dudakların sırıttığını
hissediyordu. “Yarın erken kalkmamız gerek. Bunu ne zaman yapsak öğlene kadar
uyuyorsun.” Demişti. Gerda gülüp onu sırt üstü yatırıp üstüne doğru
devrilmişti. “Evet! Belki de yarın ben biraz geç kalkarım ve birliğimi sen
hazırlık kampına götürürsün.” Demişti. Aiken onun teklifi ile gülümsemişti.
“Yarın için bunu yapabilirim.” Demişti. Gerda onun dudaklarına doğru dudaklarını
yaklaştırmış ve üstündeki uzun cübbenin düğmelerini açmıştı. Aiken ona bakınca
hala utansa da Gerda onun her açıdan ilkiydi. Onunla olmayı seviyor ve ikisi
içinde kurdukları hayallerin anlamlı olmasının sebebi bunu daha önce böyle
hayalleri kuramayacak kadar yalnız hissetmeleriydi.
Şafak sökmeye başlamıştı. Gerda yattığı yerde mırıldanarak onu uyandırmadan
kalkmaya çalışan Aiken’i kolundan yakalamıştı. “Ne diye gün doğmadan
kalkıyorsun?” demişti. Aiken’in az uyumasına rağmen enerjik olmasın anlam
veremiyordu. Gözlerini aralamaya çabalıyordu. Aiken onun yüzüne doğru dağılmış
saçlarını geriye doğru çekip yanağına bir öpücük kondurmuştu. “Birliği
hazırlamam ve senin birliğini bizim birliğe katmam gerek. Birileri dün gece laf
dinlemek yerine sınırlarını zorlayınca şafak sökmeden kalkmak bana düşüyor.”
Demişti. Gerda hınzırca sırıtmış ve örtüleri üstüne doğru çekmişti. “Öğlen orada olacağım.” Demişti. Aslında
kalkacak kadar dinç hissediyordu ama bugün Mona ile işleri olduğu için kampta
kalmayı tercih etmişti. Aiken’in tek başına gitmesinde bir sorun görmüyordu.
Mona’nın hamile olup olmadığından emin olmak için bugün önemliydi. Aiken kalkıp
çadırdan çıktıktan bir saat sonra boru sesleri duyulmaya başlamıştı. Gerda
birliklerin yola çıkacağını anlamıştı. Yataktan kalkıp yavaş yavaş giyinmeye
başlamıştı. Mona burada kalacak sadece Nikow gidecekti. Nikow için önemli bir
görevde savaş planlarının kâğıda aktarılması idi. İki hafta önce alınan bölgede
bulunan hendekler ve eski kamp alanında saldırı düzeni kurulmaya başlanacaktı.
Birliklerin yarısı oraya aktarılıyordu. Gerda
birliklerin uzaklaştığını anlayınca çadırdan çıkıp koşarak Nikow ve Mona’nın
çadırına gitmişti. Mona hazır şekilde onu bekliyordu. “Şifacı kadına gideceğiz.
Merak etme her şey gizli olacak.” Demişti Gerda ona bakıp. Mona birkaç dakika
önce sabah bulantısı ile baş etmeye çabalamış ama yersiz bulantılar yüzünden
gecikmişlerdi. Mona kendine geldiğinde subay çadırları ile yönetim çadırları
arasında kalan şifacının çadırına doğru yola koyulmuşlardı. Çadıra varana kadar
sessiz ve gerginlerdi. İçeri girdiklerinde ise daha da gerilmişlerdi. Koen
içerdeydi. Dünden beri başının ağrıdığından yakınırken beklediği gibi Gerda ve
Mona gelince gülümsemişti. “Şimdi sen çıkabilirsin!” demişti. Şifacı şaşkındı.
Koen ise ona gözlerini dikmişti. “Hadi dışarı birazdan gelirsin!” demişti.
Gerda kaşlarını çatmıştı. “Neler oluyor?” demişti. Koen Mona’ya bakıp oturması
için sediri göstermişti. “Bende aynı şeyi size soracağım.” Demişti. Gerda ve
Mona oraya ilerlemişti. Mona oturunca ve Şifacı çıkınca Koen oturduğu yerden
kalkıp onlara doğru yürümüştü. “İki kalp atışı olması gereken yerden üç tane
kalp atışını duyuyorum.” Demişti. Gerda kaşları çatık ona bakıyordu. Koen ise
birden gülümsemişti. “Hamile olduğunu gördüğüm anda hissettim. Sizin saçma
planınızla bu gizlemeye çalıştığınız şeyi mahvetmeyin diye geldim. O yüzden
kaşlarının çatıklığına son verebilirsin Gerda.” Demişti. Gerda şaşkınlıkla ona
bakıyordu. Koen ise Mona’nın hemen önünde diz çökmüştü. “Yakında Jeniske ve
diğerleri de hissetmeye başlayacak. Şu an bebeğin kalp ritmi çok zayıf ve
derinde ama zamanla onlarda duymaya başlar.” Demişti. Mona’nın bileğini tutup
nabzını dinlemeye başlamıştı. “Neden saklamak istediğini anlıyorum. Nikow ve
sen burada önemli pozisyonlarda yer alıyorsunuz. Yüz üstü bırakmak
istemiyorsunuz kimseyi ama bu durumda sadece kendini değil bebeği de riske
atacaksın!” demiş ve başını kaldırıp Mona’ya bakmıştı. Mona bitkin ve yorgun
duruyordu. Koen şifacının çadırındaki rafları kurcalamak için ayağa kalkmıştı.
“Bu şifacıya güvenmeyin. Pek dedikoducuydu ben giderken. Hala öyledir. O yüzden
bu durumda sana ben yardımcı olacağım. Aradığımız şeyleri alıp Jeniske’nin
çadırına gidelim. Onun şifacı olduğunu biliyor musunuz?” demişti. Mona başını
sallamıştı. “Kitaplarını kurcaladım dün o uyuyunca. Hamile bir kadının
bulantısı olur ve bilekleri şişermiş. Sürekli çişi gelirmiş. Ayrıca bazen sahte
kanamalar ve sancıları olurmuş. Bulantılar için bir karışım var. Çocuk senin
yediğin her şeyi tüketen bir varlık olduğu için daha çok yemezsen hamileliğin
düşükle sonlanabilirmiş.” Kucağına doldurduğu şişeleri giydiği cübbenin
ceplerine tıkıştırıyordu. “Ayrıca sağlık durumun için sık sık kontrol etmemiz
gerekecek. Jeniske’nin büyü kitapları arasında onlardan bir şeyler olabilir.
Bugün ağrıdan ölüyormuş gibi kıvranıp kampta kaldım. O yüzden öğlene kadar
bütün her şeyi halledelim.” Demişti. Gerda bir an için gülmüştü. “Hala
değişmemiş olman çok komik.” Demişti. Koen ona doğru şişeleri uzatmıştı.
“Sadece yüzüm değişti benim. Neysem oyum.” Demişti. Gerda onun uzattığı şişeleri
alıp göğsüne doğru sıkıştırmaya başlamıştı. Üçü içerden çıkıp hemen Jeniske’nin
çadırına gitmişlerdi. Yenilmemiş yemekler kitaplar, dağınık yatak… Gerda iç
kısmı hiç görmemişti. Görüşme bölümünün ilerisine hiç görmemişlerdi. Mona
etrafa bakıyordu. Koen’in dün giydiği kıyafetleri kenarı atılmışken Jeniske’nin
kıyafetleri katlanmıştı. Koen masayı boşaltmak için kitapları kenarı doğru
hızla topluyordu. Dağınık yatağın üstüne doğru atmıştı. “Siz oturun ben kitapları
bulacağım.” Demişti. Kitapların olduğu sandıkları açıp içerine bakıp geri
doldururken onlar etrafa bakıyordu. Koen sandıklardan bir kitabı bulunca ayağa
kalkmıştı. Diğerlerini aldığı gibi içine koyuyordu. “Karga Lider’in daha
düzenli sanıyordum.” Dedi. Koen etrafa bakmıştı. “Öyledir zaten. Genelde şu
gördüğünüz eşyaları ben getirdim!” deyip etraftaki dağınık sandığı göstermişti.
“Bugün toplarım demiştim.” Dedi ve kitabı masaya koyup ceplerini boşaltmaya
başlamıştı. Şişeleri korken isimlerine bakıp kitapta yazılı olanları sıraya
diziyordu. Gerda da ona verilenleri çoktan koymuştu. Koen tek tek kitaptaki
gibi her şeyi hazırlamıştı. Sessizce birkaç sayfa karıştırıp sırıtmıştı.
“Burada hamile olduğundan emin olman için bazı şeylerden söz ediyor. Ne
zamandır kanaman olmuyor?” demişti. Mona düşünmüştü. “Belki iki ay!” dediğinde
Koen duyduklarını anımsadı. “Sarhoşluk, eğlence ve mutluluk. Bu bebeğin rahme
düştüğü ilk gün sayalım onu.” Demişti. Gerda ona şaşkınlıkla bakmıştı. “Bizi mi
diniliyordun?” demişti. Koen bir şey ile ilgileniyor gibi hemen masadan
ayrılmıştı. Geri döndüğünde elinde bir
testi su ve birkaç boş cam şişe ile bir çanak vardı. Onları koyup etrafa
bakmaya başlamıştı. “Hamile olduğundan eminiz. Gerçi kendimi hekim gibi
hissetmek için sormak istiyorum.” Demişti. Koen kendince eğleniyordu. Mona’ya
saçma sapan sorular sorarken Gerda etrafa bakıyordu. Koen’in getirdiği sandığın
orada parlayan kılıcı görüp ona doğru yürümüştü. Eline almak için eğildiğinde
Koen onu birden durdurmuştu. “Ona dokunmamalısın. Sahibi dışında dokunan
kişinin sonu pek iyi olmuyor. Alıp sana ben vermeliyim.” Demişti. Ayağa kalkıp
kılıcı almış ve ona uzatmıştı. “Bunu alır mısın?” demişti. Gerda kılıcı alınca
ağırlığı ile birden kolu aşağı düşmüştü. Koen onu çok rahat taşırken kılıç onu
yere doğru çekiyor gibiydi. Sadece o değil bir zırh vardı sandıkta. Zırhın
Koen’e olmasını beklemiyordu. “Zırhta mı senin?” dedi. Koen başını iki yana
sallamıştı. “Tulhu’nun. Giymemek konusunda ısrarcı ama lazım olur diye
getirmiştim. Benim için çok büyük.” Dedi. Geri dönüp masada yaptığı karışımı
tamamlamaya devam etti.
“Bu yaptığım şey senin sabah bulantılarını kesecek. Ayrıca bebeğin gelişi için
iyi olacak. Yemek yemekten kaçmamalısın.” Demişti. Mona onun küçük şişeye
yuvarlayıp koyduğu ufak toplara bakıyordu. Yorgunca başını masaya koymuştu.
“Gerçekten bulantıları keser mi? Bulantılar olmazsa o zaman rahat ederim.
Demişti. Koen başını sallayıp çanağın dibindeki karışını sıyırıp son topu yapıp
ona doğru uzattı. “Şu an miden bulanıyor mu?” demişti. Gerda kılıçla uğraşmayı
bırakıp masaya doğru yürümüştü. “Biraz! Yemek yersem kusacak gibiyim.” Demişti.
Koen ona elindekini almasını söylemiş ve su uzatmıştı. “Direkt yut. Mideni
rahatlatacak.” Dedi. Mona onu yutarken tedirgindi. “Kötü mü?” demişti. Mona tadı
olmayan şeyi yutup su içmişti. “Değil! Tatsız!” demişti. Koen ona elindeki
şişeyi uzattı. “Şiddetli bulantı olunca almalısın. Günden birden fazla alma.
Her sabah alıyorsan başka alma. Bir de yemek ye! Bu konuda ciddiyim. Bunu
kitaptan öğrenmedim. Jeniske’nin ablasına sürekli söylemişlerdi hamileyken.”
Dedi. Etrafı topluyordu hızla. Çıkardığı şeyleri yerlerine koyuyor ve bitmiş ot
keselerini hızla kendi sandığına sıkıştırıyordu. İşi bittiğinde Mona mide
bulantısının geçtiğini söylemişti. Koen sabah ona getirilen yemek tepsisini ona
doğru iteklemişti. “O zaman afiyet olsun.” Demişti. Bir yandan da yatağı
düzeltip etrafta dağılmış her şeyi topluyordu. Gerda ona bakarken gözlerini
kısmıştı. “Karga Lider’den korkuyor musun?” demişti. Koen ona bakıp geri yataktaki
örtüleri çekiştirip düzeltmeye başlamıştı. “Pek sayılmaz. Ne yapabileceğini ne
kadar ileri gideceğini biliyorum. Sadece bazen kendini kaybedebileceğinin
farkındayım. Gerçi eskiden onunla başa çıkamayacağımı sanırdım ama şimdi işler
değişti.” Dedi. Olmayan kol kaslarını göstermek için kolunu kasmıştı. “Bende
güçlendim.” Demiş ve düzelttiği yatağa bakıp ellerini beline koymuştu. “Sen ve
Aiken nasıl oldu? En son senden kaçıyordu.” Dedi. Gerda gülmüştü. Oturduğu
yerde masaya doğru uzanmıştı. “Senin yokluğunda tavlayı verdim onu. Kıskandın
mı?” demişti. Koen ona bakıp göz devirip kenarı dökülmüş kitap sandığının
başına oturmuştu. “Aksine sevindim. Aiken için senin için gerçekten sevindim.”
Demişti. Gerda onu görmek için yana doğru eğilmişti. “Aiken’e genel eve gitmesi
için borç para vermişsin zamanında doğru mu?” demişti. Koen onu görmek için
başını çevirmişti. Sırıtıyordu. “Bakir olduğunu biliyor musun?” diye soruyu
cevaplamamıştı. Gerda ise dişlerini göstererek gülmeye başlamıştı. “Artık
olmadığını biliyorum.” Dedi. Koen başını çevirip kendi kendine gülmüştü. Gerda
onun hala aynı Koen olduğunu hissetmişti. “Peki sen? Senin gönül işlerini
sormak gerek!” demişti. Koen bunu duyunca bitirdiği sandığı kapatıp üstüne
oturup bacak bacak üstüne atmıştı. “Ben mi? Bildiğin gibi işte!” demiş ve
eliyle etrafı göstermişti. “Dağınık karmaşık ama var olduğu belli!” demişti.
Gerda yemek yiyen Mona’ya dönmüştü. “Nikow ile evlenmeyi düşünüyor musun?”
demişti. Mona suyundan birkaç yudum içti. “Sanırım evet. Bir çocuğumuz olacak ve
babasının soy adını taşımalı. Nikow’un daha önce evlenme teklif ettiğini
düşünürsek bu savaş bittiğinde evlenebiliriz.” Dedi. Koen gülmüştü. “Düğününüzü
istediğiniz an yapabiliriz. Kral var, rahip var ve bir meclis üyesi var. Hangi
inançla yapacaksanız yapabiliriz.” Dedi. Mona ona bakıp gülümsemişti. “Efendi
Koen bazen sizin hayatta gamsız olduğunuzu düşünüyorum.” Demişti. Koen gülüp
ayağa kalkmıştı. “Öyleyim zaten. Öyle olmasaydım aklımı kaçırabilirdim. Neler
gördüğümü sana anlatsam şok geçirip bebeğini düşürürsün.” Demişti. Mona ona
heyecanla bakıyordu. “Biliyorsunuz ki tarih yazıcılığı benim işim. Bunu
anlatmanız gerek.” Dedi. Koen onun bitirdiği tabaklara bakıp ellerini birine
vurmuştu. İki saattir çadırdaydılar. “Daha sonra anlatırım. Şimdi yavaş yavaş
burayı terk etmemiz gerek. Birazdan Jeniske burada olur ve bir şeyler
karıştırdığımızı anlamadan çıksak iyi olur.” Dedi. Gerda oturduğu yerden
kalkmıştı. “Öğlen hazırlık kampında olacağımı söylemiştim. Yola çıkacağım.”
Dedi. Koen ona dönmüştü. “Bende geleceğim.” Dedi. Mona konuşacakken Koen ona
dönmüştü. “Seni Tulhu’ya bırakacağız. Gidip onunla konuşur ve not alır gibi
yapıp dinleneceksin. Bu sayede kimse anlamadan hamileliğinin bazı günlerini
dinlenerek geçireceksin.” Demişti. Gerda bu planı sevmişti. Önce Mona’yı
Tulhu’nun yanına bırakmışlardı. Tulhu’ya durumu Koen anlatmıştı. Tulhu bunun
sorun olmayacağını belirtince ikiside atların atlayıp kamptan ayrılmaya
hazırlanmıştı. Önde daha ileride kurulan hazırlık kampına at ile varmak yarım
saat sürüyordu. Gerda ve Koen oraya vardıklarında kampta hararetli bir çalışma
vardı. Hendeği boşaltıp onun yerine sınır için bir çok kazık çakılacaktı.
Epharai ordusunun buraya doğru harekete geçeceği ortadaydı. Ülkenin sınırlarını
geçmişlerdi ve artık burada savaş için sınır çizilmeye başlanmıştı. Koen ve
Gerda kamptaki hazırlıkları izlerken uzun ve geniş hendeğe gelmişlerdi. Tavi ve
Maios derin bir tartışmaya girmişti. “Bu hendeği her adam kazsa bile iki hafta
sürer. Biliyorsun değil mi Kral Maios! Bu kadar iş gücünden sonra yorulmuş
askerleri bir daha savaştırmak öldürmek olur.” Tavi sert ve otoriter çıkışı ve
tecrübesi ile konuşurken Maios hendeğin bir kısmını gösteriyordu. “Derin olursa
burada tuzak ve yaylılar kurulabilir.” Aiken ikisinin tartışmasını dinlerken
Nasio ile oturmuş beraber bir şeyler yiyordu.
Gerda onlara doğru gidip neşe ile yanlarına oturmuşken Aiken ona kendi
yemeğinden uzatmış ve kavgayı izlemeye devam ediyordu. “Prens Nasio, onlar ne
zamandır kavga ediyor?” demişti. Nasio bıkkınca nefes vermişti. “Öğlen yemeği
için ara verdiğimizden bu yana. Belki bir saattir.” Demişti. Gerda gülmüştü.
Koen ise ikisinin gösterdiği hendeğin orada durmuş ve ellerini ağzının
kenarlarına doğru götürüp birden bağırmıştı. “Herkes hendekten çıksın!” öyle
gürültü ile bağırmıştı ki oturmuş yemek yiyen askerler ona bakmaya başlamıştı.
“Çabuk yoksa toprağa gömüleceksiniz.” Demişti. Tavi ve Maios o ara kavga etmeyi
bırakmıştı. Koen herkesin çıkmasını işaret edince askerler eşyalarını alıp
küreklerini toplayıp çıkmaya başlamıştı. Tavi oraya doğru yürüyordu. “Koen ne
yapıyorsun sen?” demişti. Koen ona bakıp geride durmasını işaret etmişti.
“Merak etmeyin Efendi Tavi bu işimizi hızlandıracak.” Demişti. Maios bu sefer
meraklı ve hızlı adımlarla oraya doğru yaklaşmaya başlamıştı. “Koen ne
planladığını öğrenebilir miyiz?” demişti. Son askerde hendeği boşaltıp kenarı
doğru çekilmişti. Koen ona bakıp gülümsemişti. “İnanın Majesteleri anlatmak
yapmaktan uzun sürecek.” Demişti. Ellerini birleştirip ileri doğru bir ayağını
atmış ve ellerini yere doğru açmıştı. Toprak onun parçasıydı ve onu kaldırmak
zor olsada imkansız değildi. Etrafta deprem oluyor gibi sallanma başladığında
kamptaki herkes gürültü ve sallantının olduğu yere doğru yönelmişti. Hendeğin
etrafındaki herkes geriye doğru çekilmeye başlamıştı. Koen toprağı bir tüm
parça olarak yerinden oynatırken ellerini yukarı doğru çeviriyor ve toprak
yükseliyordu. Tulhu ona bunu öğretmişti. Altın Kitapta olan eski bir büyü
olmasına rağmen oldukça kullanışlıydı. Ruh gücüne bağlı olarak ne kadar büyük
bir alanı oynatabileceğini ayarlayabilirdin. Art arda kullanmak ise kişiye
ciddi kas hasarları verebilirdi. Koen bunu aralıklarla yapabileceğine
inanıyordu. Kaldırdığı toprağın ağırlığı ile ayakları geri geri kaymaya
başlamıştı. Onu nereye koyacağını bulmak için gözleri etrafı ararken kalbinin
hızlandığını hissediyordu. Kasları yanıyordu. Gözüne kestirdiği dağ yamacına
yakın yere doğru dönmeye başladığında ağır toprak kütle dönmeye başlamış ve
kendinden parçalar savururken herkes kaçışıyordu. Koen Toprağı oraya doğru
fırlatmak için uğraşırken bir sesle irkilmişti. “Hendeğin derinliğini arttırmak
için önüne koy!” Jeniske bunu söylerken onun kaldırdığı toprağın ağırlığına
bakıp kalmıştı. Koen birden toprağı hızla indirdiğinde yer şiddetle sallanıp
durulmuştu. Kalkan toz bulutu herkesi boğarken Koen yaptığı işin takdirini
bekler gibi orada durup ellerini beline dayamıştı. Bir haftalık işi birkaç büyü
ile çözmenin gurur ile beklerken Jeniske birden onun karşısında dikilip
kaşlarını çatmıştı. “Yaptığın şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musun
sen?” diye bağırmaya başlamış ev onu azarlarken toz bulutu kaybolmaya
başlamıştı. İnsanlar öksürmekten bir hal iken Jeniske onu kurulan brandaların
oraya göndermiş ve saçma işler yapmaması için azarlamanın verdiği kızgınlık ile
Koen oraya oturup sövmeye başlamıştı. Kaslarının titremesi ile söverken oldukça
komik görünüyordu. Yüzü gözü toprak içinde olduğu yerde oturmuş ayağını
sallayarak küfür ediyordu. Nasio kirlenmiş olan yemeğini kenarı doğru atıp
oturur biçimde Koen’in yanına doğru kaymıştı. “Efendi Koen yaptığınız şey
harikaydı!” demişti. Koen birden kızgınlığını unutup ona doğru dönmüştü.
“Sonunda anlayan birisi. Nasio sen bunca kişiden daha zeki olacaksın!” deyip
açılmış hendeğe bakanları göstermişti. Nasio gülmüştü. “En azından Efendi Tavi
ve babam bir süre tartışmayı bırakıp kazmaları için emir verebilir.” Demişti.
Koen gururla dimdik oturmaya çabalarken yorgunlukla kollarını yana doğru açıp
tahta plakanın üstüne doğru devrilmişti. “Kollarım nasıl ağrıyor!” diye
oturduğu yerde mızmızlanıyordu. Askerler inen toz bulutu ile kazılmış daha
doğrusu parçalanmış hendeğe bakıyordu.
“Efsuncu birliğinden en güçlü olan kişileri çağırın!” Koen bunu duyduğunda
olduğu yerden sıçramıştı. Nasio ne olduğunu sorarken Koen oraya doğru hızlı
adımlarla gidiyordu. “Karga Lider!” demişti. Jeniske emri verdiği askeri
gönderip ona doğru dönmüştü. Koen hızlı adımlarla ona doğru geliyordu. “Büyü
yapacaksanız bunu ben yönetmeliyim!” dedi. Jeniske ona bakıp kaşlarını
çatmıştı. “Emin misin?” demişti. Koen başını sallamıştı. “Ben bu büyü için
eğitim aldım. Hem de bir tanrıdan!” demişti. Jeniske ona bakıp yürümeye
başlamıştı. “Mümkün değil!” demişti. Koen onun peşine takılmıştı. “Nasıl mümkün
değil? Oturacak mıyım öylece? Jeniske!” onu durdurmayı brandanın orada
başarmıştı. Jeniske ona dönmüştü. Elleri arkasında birleşmişti. “Kollarını aç!”
demişti. Koen kaşlarını çatıp ona baktı. Daha sonra kollarını açmak için
kolunun ucunu tutan deri bandajları açıp hızla gömlek kolunu yukarı sıyırınca
gördüğü şey ile şaşkınlık içinde kalmıştı. Panikle hemen diğer kolunu açmıştı.
Aynı şey… Kolları bileklerinden omuzlarına giden uzun ince bir sürü morlukla
doluydu. Jeniske onun onlarına bakıp derin bir iç çekmişti. “Yaptığın büyüyü
biliyorum. Bende dağı oynatmak için kullanırdım. Omuzlarından küreklerine kadar
inmiş olmalı izler. Boynuna bakalım!” dedi. Eğilip yakasını açınca izlerin
oraya da yükseldiğini gördü. Koen’e
bakmak için doğrulmuştu. “Daha fazla devam edersen kanamaya başlarlar.
Dinlenmeye bak sen!” demişti. Koen şaşkınlık ile kollarına bakıyordu. “Çayırda
daha büyük yerleri, kapıyı bile oynattım.”
Bunu söylerken koluna bakıyordu. “Çayırın enerjisi ile burası bir değil.
Kullandığın taktik ile yavaş yavaş da olsa iki günden biraz uzun zamanda
efsuncular hendeği açar. Sende izlerin geçmesini bekle!” demişti. Koen usulca başını sallayıp tahta plakaya
oturmuştu. Gerda onun kollarındaki izleri görmek için yanına doğru sokulmuştu.
“Bir sürü küçük böcek kulunu boydan boya yemiş gibi!” dedi. Koen elindeki bandajları
bileklerine sarmaya başlamıştı. Jeniske oradan uzaklaşıp ilerde hendeğe doğru
giderken Gerda omzu ile Koen’e vurmuştu. “Etkilemek için daha basit şeyler
yapmalısın. Gülümseyip sokulabilirsin!” demişti. Keon’in amacı etrafı
etkilemekten öte gücünü Jeniske’ye göstermekti. Rezil olduğunu düşünüp elini
alnına vurmuştu. Gerda ise onun omzundan destek alıp onu çağıran Aiken’in
yanına doğru gitmeden önce ona dönmüştü. “Yine de başarılıydı!” dedi. Koen
kollarını ovuşturuyordu. Ufak ufak karıncalanmalar oluyor ve uyuşup tekrar
normale dönüyordu kolları. Tulhu bu durumdan hiç söz etmemişti ona. “Ruhun
insan üstü olabilir ama bedenin insan üstü değil. Ona göre sınırlarını bilmen
gerek.” Dediği bu şeyi hatırlayınca yana doğru devrilip direğe başını
sallamıştı. Nasio elindeki ekmek parçasını ağzına atıp ayağa kalkmıştı. “Sen
nereye?” demişti Koen ona bakıp. Nasio gülümsemişti. “Malzeme çadırlarının
kurulumunu denetleyeceğim. Babam görev verdi!” demişti. Koen onun bile kampta
bir görevi olmasına sinirlenip olduğu yerde debelenip bomboş yerde kendi
kendine dönmeye başlamıştı. Hendeğin açılmasını izlerken uykuya doğru
çekildiğini hissediyordu. Bir defa gözünü kapatmıştı ve tekrar açtığında yığılı
toprağın artıp ondan baya uzaklaştıklarını görmüştü. Güneş neredeyse batmaya
yaklaşmış ve kamptakilerin çoğu yavaş yavaş ateşleri yakmaya başlamıştı. Koen doğrulup yürümeye başlamıştı. Jeniske’yi
kalabalıkta büyük çadırda diğerleri ile toplantı halinde bulmuş ve çıkmasını
beklemişti. Yavaş yavaş içerden komutanlar çıkmaya başlayınca oturup beklediği
fıçıların yanından ayrılıp çadıra doğru yürüyüp içeri girmişti. Harita üzerinde
hararetli bir tartışma vardı. Koen biraz masanın etrafında dolandı ve daha
sonra sıkılmış halde geriye doğru çekilip üstünde kumaşlar olan sandığa
oturmuştu. Aiken bıkkın halde geriye doğru çekilmişti. “Hendek yetişse bile
sorun mızrakların oturtulduğu yer. Bence saldırı için biraz daha geriye
gitmemiz gerek” Tavi ona bakıp göz devirip kollarını bağdaştırmıştı. “Geri
çekilmek ana kampı tehlikeye atar. Ayrıca arabaların ve mancınıkların burada
olması atış mesafesini genişletecek.” İkisi tartışmaya girdiğinde Aiken sonunda
burnundan solumaya başlamıştı. “Efendi Tavi sürekli olarak bir şeylere muhalif
olmaktan vaz geçmelisin.” Dedi. Tavi iç çekip geriye yaslanmıştı. Gözlerini
devirmişti. “Demek istediğimi anlamama konusunda ısrarcı olmanı anlıyorum.”
Masadaki haritaya dikmişti gözlerini. “Ama dediğiniz şekilde yaparsak intihar
gibi olacak. Bunu anlaman için sana daha ne göstermem gerek. Karşımızda Dohen
ya da Pain ordusu gibi amatör bir ordu yok. Karşımızda gelişmiş ve taktik
olarak çok güçlü bir ordu var ve Yaksotat’ın ölü askerlerinin onların içine
karıştığı istihbaratını aldık. Daha da gerilersek kampa yakın olur ve çekilme
şansımızı elimizden alırız.” Dedi. Aiken onun dediklerini düşünürken kaşlarını
çatmıştı. Gerda doğrulup haritaya bakmaya başlamıştı. Aiken’in koyduğu
motifleri ileri doğru alıp kamp hizasına getirmişti. “Efendi Tavi haklı. İkinci
savunma için konulan mesafe yerinde. Bu saldırıyı geriye doğru çekmek ana kampı
tehlikeye atar. Birçok insan ki silahsız olanlar ana kampta kalacak. Bu durumda
onları riske atmak yerine ön cepheyi güçlendirmeli ve hendek ve mızrak dışında
da bir hat oluşturmamız gerekecek. Okçular için kuleleri belli nişan aralığına
çekip aralara efsuncuları koyarsak ikinci savunma oluştururuz. Bu sayede
çarpışma anına kadar birçok kişiyi uzaktan oyun dışı ederiz.” Demişti. Hepsi
onun çizdiği sahaya bakıyordu. Koen haritaya bakmak için oturduğu yerde yana
doğru eğilip uzaktan görülen haritaya gözlerini dikmişti. “Sonuçta uzun süredir
bu plana uygun hareket ediyoruz. Şimdi geriye doğru adım atarsak sorun
çıkabilir. Ana kampı tehlikede bıraktığımızı düşünmeni anlıyorum komutan Aiken
ama bu saldırı planını değiştiremeyiz.” Maios bunu söylerken masaya elini
dayamış ve haritaya dikmişti gözlerini. “Şehre direkt saldırmak kadar tehlikeli
olur.” Dedi Tavi. Masada ana karar saldırının iki kamp biçiminde mesafeli olmasıydı.
Koen haritaya bakarken ona yöneltilen soru ile olduğu yerde şaşkınlıkla
kalmıştı. “Peki Komutan Koen siz? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” soruyu
Qufang armalı bir general soruyordu. Koen omuz silkti. “Bir fikrim yok. Ben ön
cephe saldırısında yer alıyorum anladığım kadarı ile. Planda yetkili olacak
kadar rütbem yok. Emir verilir ve saldırırım.” Demişti. Jeniske onu görmek için
geriye doğru dönmüştü. “Yetkin yok mu?” demişti. Koen başını sallayıp oturduğu
yerde başını yana doğru eğmişti. “Ana plandan haberin yok. Ve uzun süredir
içinizde değilim. Bu yüzden olmaması da gerek. Şu an neyden söz ettiğinizi
anlamıyorum. Bana kalsa savunma için bu kadar emek sarf etmezdim. Direkt
saldırırdım.” Demişti. Bu sefer hepsi ona bakıyordu. “Savunma olmadan riske
gireriz.” Demişti Tavi. Koen omuz silkmişti. “Pekte önemli değil. Sonuçta benim
bir görevim var ve onu gerçekleştireceğim. Bu anlattığınız şeylerden çok
uzağım.” Demişti. Maios bir süre gözlerini kısıp ona bakıp sandalyesinden
kalktı. “Buraya gel ve otur!” dedi. Koen ona bakıp başını sallamıştı. “Burası
iyi.” Dedi. Maios ikinci defa tekrarlamayacağını bunun emir olduğunu
söylemişti. Koen oraya oturunca hemen yanında dikilmişti. “Ne görüyorsun bu
haritada?” dedi. Koen bir süre haritaya dikti gözlerini Epharai haritasında
onların olduğu yere gözlerini dikti. “Bölgeler. Ne görmem gerektiğini
söyleyecek misiniz majesteleri?” demişti. Maios eğilip ona savunma noktasını ve
figürleri gösterdi. “Bu hendeğin olduğu yer. Ordu şehrin üç doğu kapısında
çıkacak. Yaksotat ve ordusu onların surlarının önünde. Ordu büyüyecek ve belki
yüz binden fazla ölü ile karşımızda beş yüz bin den fazla asker olacak. Bu
hendek ve savunma olmalı mı?” dedi. Koen ona bakıp ardından haritaya bakıp omzu
silkti. “Bunu ben değil de eğitilmiş generaller tartışmalı.” Demişti. Maios ona
bakıp ileri doğru elindeki divit ile bir halka daha çekti. “Buraya bir hendek
daha açabilirsek daha güçlü olur diyoruz. Ama bunu açacak zamanımız yok!”
demişti. Koen onun çizdiği yere bakıp başını yana doğru yatırdı. “Tulhu ile
konuşsanız daha iyi. Benim bir fikrim yok!” demiş ve ayağa kalkıp sandığa doğru
yürümüştü. Gerda ise ona doğru dönüp ayağa kalkmıştı. “Hisar’da bunun için
eğitildin ve bu derslerde iyiydin. Bir fikrin olmalı!” dedi. Koen birden ona
bakıp kalmıştı. “Kötü haberi vereyim o zaman bu savunma işini tamamen saçma
buluyorum. Beş yüz bin asker ya da daha fazlası. Saldırı üstünlüğünü verdiğiniz
sürece onlara yüz hendek ile karşılama yapın ama bir halta yaramayacak. Onlara
karşı kampı savunmaya çabalarken savaşmayı unutuyorsunuz. Aiken veya Efendi
Tavi’nin dedikleri saçma zaten. Savunma yapacağız diye saldırmayı unutmuşsunuz.
Kargaların lideri, Qufang’ın kralı ve Frange’nin lideri oturmuş burada savunma
diye haritada çizgiler çizip duruyorsunuz. Hepiniz koruyacak çok fazla şeye
sahipsiniz. Bu savunma iç güdünüz bu yüzden ama bu bir savaş kaybetmeden
kazanamazsınız. Bir asker bile ölmesin diye saldırmaktan kaçtığınızı yüzünüze
söylememi bekliyorsanız söyleyeyim. Savaşmaktan kaçan bir grup komplocuya dönüşmüşsünüz.”
Derin bir sessizlik başlamıştı. Koen onlara bakıyordu. Koen iç çekip elini
yanağına dayayıp başını öne doğru düşürdü. “Her şey çok değişmiş. Sizler
hayatlarınızı bu kamplarda şekillendirmişsiniz belli ki. Artık koruduğunuz ve
aradığınız şey barıştan öte kamp olmuş. Bence bunun için öncelikle ana kampı
düşünmekten vaz geçin. Madem orada savunmasız olacaklar kalacak o zaman o
askerler oraya ulaşmadan onlara saldırıp yok etmeyi planlamalısınız. Bana
kalırsa şu an bile bu hendek ve benzeri şeylerle uğraşmak yerine harekete geçip
evinde huzursuz ederim onları. Yaksotat sizin oraya yaklaşamayacağınız korktuğu
için askerlerini sur içine bile almamış. Bu güzel bir fırsat.” Bunu söylerken
gözlerini onlara döndürmüştü. Keskin ve kan dolu gözlerinde derin bir ışıltı
vardı. “Eminim çoğunuz kılıç sallamayı unutacak kadar uzun süre belinizde
tuttunuz kılıcı. Yeterince oyalanmışsınız. Hendek ve benzeri için çok uğraşıp
tartışmaya başlamanız artık enerjinizi atamadığınız anlamına geliyor.” Ayağa
kalkmıştı. “Talimleri gördüm gelirken askerler uyuşuk birer kukla gibi kılıç
sallıyor. Sanırım adamlarda savaşmayı unuttu. Eğer savaşta geride kalıp savunma
yapacaksanız korktuğunuzu düşünürler. Bana öğretilen buydu Gerda.” Dedi. Gerda
ona bakıyordu. Koen ise masaya doğru yürüyüp haritanın üstündeki her şeyi
eliyle kenarı doğru itip diğer figürlere uzandı. “Buradan yürüyen kuleleri
geçirdikten sonra ileri doğru hattı taşırız. Okçular için taşınabilir sular
oluşur.” Eliyle bomba arabalarını iteklemişti. “Önlerinde bomba arabaları
olursa onlara saldırmak daha zor olacaktır. Okçular atışını yapar. Efsuncuların
sayısına göre önde kalkan görevi görecek ve piyadeleri ilerletecek bir bölge
oluşturulur. İlk karşılaşacağınız şey ölüler olacak. Askerlerin kapıya kadar
yürümesini sağlayacak koridoru pis boğaz ve ben açarım. Gerekirse Jeniske’de
benimle gelir. Kargalarının her birinin silah olduğunu unutmayın. Onlar
savaşmaya hazır ölü ve vahşi ruhlar.” Hepsi ona bakıp kalınca Koen gülümserken
tek kaşını kaldırıp surların ana girişinde durmuştu. “Bu kapı duvarlardan daha
zayıf. Böyle üç kapı var doğuya bakan. Bu kapılardan girdiğimiz anda şehir
bizim olması daha kolay. Büyük ordular savaşacak geniş yerlere ihtiyaç duyar.
Bizim ise hızlı ve atik süvari ve piyadelerimiz var. Bu durumda şehri içinde
süren çatışma hepimizin daha rahat olmasını sağlar.” Dedi. Doğrulup savaş
planına bakarken ellerini beline koymuştu. “Anlayacağınız bu savunma değil
saldırıdır. Savunma yapmaya hazırlanan taraf biz değil onlar olmalı. Bir
avantajınız ise bu kadar süre bekledikten sonra onlar saldırı planına geçmiş
olmalı ve savunmasız bir şehir ve ordu bizi bekliyor olacak.” Deyip heyecanla
elini masaya vurup sırıtmış ve gözlerindeki şeytani belirti ile konuşmaya devam
etmişti. “Ne kadar ceset o kadar güçtür. O yüzden öldürmek zorunda olduğunuzu
unutmayın beyler ve hanımlar.” Demişti. Jeniske plana bakıp derin bir nefes
aldı. Koen ona dönmüştü. Gülümsemişti. Tavi ayağa kalkmıştı. “Sanırım bu
düşünülmeye değer. Bu günlük benden bu kadar yaşlı bir adam olarak dinlenmem gerek.”
Dedi. Jeniske başını sallamıştı. “Dağılabilirsiniz.” Demişti. Bu bir nevi
herkesin çıkması için emirdi. Koen herkes çıkarken gülümseyerek iyi geceler
diliyordu. Herkes çıkınca Jeniske ayağa kalkıp bir süre ayakta haritaya baktı.
“Beğenmedin mi?” demişti Koen ona doğru sokulup. Jeniske onu kolundan tutup
masaya doğru çekmişti. Masaya doğru yaslanıp onu kolları arasına alıp çenesini
başına dayamıştı. “Aylardır onlara anlatmaya çalıştığımı çok güzel anlattın.
Burada olduğun için çok mutluyum.” Dedi. Koen onun kolları üzerine ellerini
koydu. Kendini ona doğru yaslamıştı. “Maios beni masaya çağırdığında yardıma
ihtiyacınız olduğunu düşünüp bu kadar cüretkar oldum. Amacım kimsenin
otoritesini sarsmak değildi.” Dedi. Jeniske gülmüş ve onu kendine doğru çevirip
burun buruna durmuşlardı. “Zeki olmanın yanı sıra sağ duyulu olmanda güzel bir
özelliğin. Bu plan karşısında kimse onurunu ayaklar altına alıp saçma savunma
için didişip durmaz. Bizi büyük bir sorumluluktan kurtardın Tilki!” demişti.
Koen gülümseyip kollarını onun beline dolayıp omzuna başını yaslamıştı. “Güzel
şimdi rahat ve sakin bir uyku istiyorum. Kollarımdaki ağrı geçti ama çok garip
bir gün yaşadım.” Dedi. Jeniske onun sıcaklığı ile gözlerini kapamıştı. “Kampta
çadırda ne işler karıştırıyordunuz?” dedi. Koen gözlerini açıp bir an
duraksadı. “Nerden biliyorsun bunu?” demişti. Jeniske onun kaçmasına izin
vermemek için kollarını daha sıkı sarmıştı. “Ölü ve kin dolu kargalardan birisi
sizi görmüş. Şimdi bana ne işler karıştırmak için kampta kaldığını söyleyecek
misin?” dedi. Koen iç çekti. “Aslında hayır. Zaten yakında öğrenirsin. Çok uzun
süre sır olarak kalacağını sanmam. Benimle pek alakası yok. O yüzden rahat et!”
dedi. Jeniske onu saran kollarını gevşetmişti. “Peki o zaman. Gidip uyu!” dedi.
Koen doğrulmuştu. “Sen?” demişti. Jeniske masada duran haritayı göstermişti.
“Üzerine biraz düşünmem gereken şeyler var.” Dedi. Koen onun sandalyesine
geçişini izlemişti. Birkaç kağıdı önüne doğru çekip diviti eline almıştı.
“Ciddi misin? Seni yatağa davet ettim ve çalışacak mısın?” demişti. Jeniske
başını sallayınca Koen oraya doğru yürüyüp onun kolunu kaldırıp bacağına doğru
oturmuştu. “Güzel o zaman çalışalım.” Demişti. Jeniske ona şaşkınlıkla
bakıyordu. Koen onun kucağına doğru yerleşirken elindeki diviti almıştı. “Ne
çalışıyoruz?” dedi. Jeniske bir an için gülüp onun elindeki diviti alıp bir
elini beline doğru sarıp onu kendine doğru çekip göğsüne doğru yatırdı. “Sen
burada böyle dur bende çalışayım.” Dedi. Koen bunu kabul etmişti. Bir süre onun
kucağında sessizce oturdu daha sonra sıkılıp saçları ve kulağı ile oynamıştı.
Çıkmış sakalları ile uğraşırken dudaklarının kuruluğunu söyleyip parmağını
dudağında gezdirmeye başlayınca Jeniske onun parmağını dişleri arasına
almıştı. “Çizim yaparken uslu dur!”
demişti. Koen parmağını kurtarıp onun çizdiği şeye bakmak için başını
çevirmişti. Çizim yapışını izlerken esnemiş ve kısa süre sonra gözleri
ağırlaşıp uykuya dalmıştı. Jeniske çizimi bitirip savaş düzeni için sayfalarca
taslak oluşturduktan sonra yorgunca elindeki diviti bırakmıştı. “Şarap?”
Jeniske sesin geldiği yere başını çevirmişti. Aiken ve Maios içeri doğru
süzülmüştü. “İyi olabilir.” Dedi. Aiken onlara bakıyordu. Jeniske oldukça rahat
şekilde kucağında ona doğru sokulmuş Koen ile oturuyordu. “Yakında Saisa ve
efsuncular buraya varır.” Maios bunu söylerken sandalyeye oturup ortadaki
taslaklara göz atmıştı. Aiken ise elindeki bardaklara şarap uzatıp ikrama
başlamıştı. Jeniske yorgunca esneyip Koen’in beline doğru sardığı elini biraz
kımıldatmıştı. “Koen’in dedikleri iyi oldu. İçimizdeki kargaşaya son verecek
kadar sağlam laflardı!” demişti Aiken sandalye çekip otururken. Jeniske ve
Koen’e doğru baktı. Ardından taslaklara göz atmak için kağıtları almıştı.
“Dönmüş olması seni baya rahatlattı. Eskisi kadar korkunç değilsin ve aklın
başında gibi.” Maios bunu söyleyip gülmüştü. “Öyle! Hayatta olduğunu gördüğümde
aklımı kaçırdığımı sandım.” Dedi. Gülmüştü. Koen kımıldanıp gözlerini
aralamıştı. “Başım ağrıyor…” diye mırıldanıp elini kaldırıp Jeniske’nin ağzına
doğru bastırmıştı. Susmasını istiyordu. Jeniske bir şey yapamadan bir süre
durdu. Eli kayıp düşünce yavaşça kımıldandı. Koen’i kucaklamış halde ayağa
kalktı. “Aiken yatağın örtüsünü aç!” demişti fısıltı ile. Aiken oturduğu yerden
fırlayıp çadırın ikinci bölümündeki yatağın örtülerini kaldırmıştı. Jeniske
oraya geçip onu yatırıp botlarını çözdü. Örtüyü geri örtmeden önce belindeki ve
bacağındaki kemerleri almıştı. Üstünü örtüp neredeyse parmak uçlarına basarak
çıkmıştı. Maios testiyi almış ve kendi çadırına geçmeyi teklif etmişti. Onun
çadırında da Nasio uyuduğu için üçü de hendeğin orada içerken bulmuştu kendilerini.
Aiken yorgunca geriye devrilmişti. “Günden arda ne kaldı?” demişti. Jeniske
gülüp ona baktı. “Yatağımda beni bekleyen Koen!” dedi. Maios gülmüştü. “Bir gün
daha Saisa bana yakın!” dedi. Aiken gülerek doğrulmuştu. “Daha fazla gecikirsem
uyandığında beni görmediği için bin çeşit laf edecek Gerda kaldı bana da. İyi
geceler majesteleri, iyi geceler Efendi Jeniske!” dedi ve yanlarından ayrıldı.
Bölüm Otuz Üç
İlk Hamle
Ana kamptan haber gelmişti. Ordunun ikinci kampa gidişinin bir
haftası sonrasında gelen haber herkesin beklediği haberdi. “Qufang Kraliçesi Saisa ve ordusu kampa
vardılar efendim. Birkaç saate burada olacaklar.” Maios için bu haber o kadar
huzur vericiydi ki dayanamayıp Saisa’yı almaya kampa gitmişti. Nasio’nun hala
annesinin geldiğinden haberi yoktu. Savaş planına göre komuta el değiştirmişti.
Tulhu kamptan çağrılıp efsuncuları eğitmek için komuta almıştı. Koen ve Aiken
ise eskisi gibi iki ana saldırı alayını ellerine almışlardı. Koen ufak tefek
olmasına rağmen bir hafta içinde korku salmış ve sabahın ilk ışığı ile ayağa
dikip gün batana kadar Koen’in emrinde hazırlıkları yapıyorlardı. Bu iktidarını
kazanmasının sebebi bir Qufang generalini öldüresiye dövmesi olmuştu.
Daha yetkisi verildiği ilk gün karşısında onu hiçe sayan ve Karga
Liderin yatak oğlanı laflarını dillerine dolamış olan askerleri terbiye etmek
için önce dostane yaklaşmaya çabalamıştı. Çoğu onun eski Koen kadar korkunç
olamayacağı, sevimli ve ufak tefek olduğu için sindireceğini düşünmüşlerdi.
İkinci günün şafağında hiç biri kalkmamış ve Koen orada dikilip kalmıştı.
Öğlene doğru hantalca kalkan komutanları generalleri sahaya çağırmıştı. Aiken
ve ordusu dört saattir çalışıyordu ve hepsi Koen’in generalleri azarlamak için
karşısına almıştı beş generali de. Askerleri nizami düzene sokamadıklarından
başlamıştı.
“Askerlerinizi eğitmekten yoksun iseniz size verilen yetkilerin alınması için
başvuracağım. Qufang gibi şanlı bir
ordunun askerleri öğlene kadar yatıyor. Beyaz kurt askerleri diye geçen bu
askerlerin kıçlarını yayıp yatmasının sebebi sizsiniz. Üç Dağ ordusu ve Frange
serbest ordusu ile Dohen ordusu sabahın ilk ışığı ile nizam içinde kendini
alanda belirttiğinde Qufang’ın generalleri yataklarında, askerleri
yataklarında. Böyle mi savaş kazanacaksınız?” demişti. O ara bütün hepsi suskun
iken bir general öne doğru çıkmıştı. Yüzünde alaycı bir tavır vardı. Koen’in
eskiden subay olduğunu bildiği kişi ona doğru yürümüştü. Ondan daha iri ve daha
uzundu. Sırtında taşıdığı çift baltaların ağırlığı gözle görülecek kadar
belirgindi. “Komutan Koen! Yetkiniz sadece asker üzerinde çocuk azarlar gibi
sizden rütbece yüksek insanlarla konuşamazsınız. Bunun cezasının ne olduğunu
biliyor musunuz?” Koen birden gülmüştü. “Cezası kırbaçtır. Bu kuralları ezbere
bilen birisi ile konuştuğunu hatırla ve benim kim olduğumu unutma!” demişti.
Adam gülüm onu baştan aşağı süzmüştü. “Karga Liderin yatak oğlanından eğitim
alacak değil benim askerlerim. Kendini kim olarak tanıtırsan tanıt geçmişte
savaştan kaçmış şimdi ise geri dönmek için götünü açan bir ibnesin!” Aiken bunu
duyduğunda bir an duraksamıştı. Sadece o değil sahada derin bir sessizlik
olmuştu. Koen birkaç adım geri çekildiğinde general onun üzerinde üstünlük
kurduğunu anlamıştı. “İşte böyle yerini bileceksin ve şimdi sahadan çıkıp ait
olduğun yere dön!” gülüp arkasını döndüğünde baktığı generallerden ikisi öne
doğru fırlayıp onu hızla çekip alırken birisi hızla Koen’in önünde durmuştu.
“Efendi Koen o densizi affedin. Bilerek isteyerek…” Sesi kesilince bir gümbürtü
kopmuştu. Koen adamı kollamak isteyenleri sağa sola doğru devirip adamın
boğazına çöküp yüzünü yumruklamaya başlamıştı. Burnu paramparça olurken
yüzündeki kemiklerin kırılması ile etleri kesilmeye başlamıştı. Koen onun
zırhındaki armayı çekip alırken yüzüne bakıp göğsüne oturmuştu. Adam ona bir
fiske vuramadan yüzü gözü kan içinde oraya devrilmişti “Bu arma göğsünde değil
gırtlağında olmalı!” diye elini kaldırdığı anda Aiken onu yakalayıp durdurmak
için koluna asılmıştı. “Koen! Koen kendine gel ve onu yargılamamız için yaşat!”
yalvarışlarının sonucu Koen armayı adamın bacağına sağlayıp kalkmıştı üstünden.
Elindeki kanı onun cübbesine silip doğrulup ona bakan askerlere dönmüştü.
“Sabah gün aydınlanmadan burada olmayanın armasını gırtlağına sokmam benim için
sadece bir saniye. Sizi öldürmekten asla çekinmem. Burada emirleri ben
veriyorum. Benim emirlerimden sonra generalleriniz emirleri geçerli.
İtaatsizlikten hoşlanmam. Daha önce benim eğittiğim kişiler nasıl çalıştığımı
bilir. Bu saatten sonra bağımsız ordu ve Qufang ordusu gün ışımadan çalışmaya,
gün batarken yemeğe gidecek.” Demişti. Bağımsız orduya kenarı çekilmelerini
söylemiş ve geri kalan öğlene kadar yatan bütün Qufang ordusu rütbeli rütbesiz
askerlerini sırtlarında kum çuvalı ile saatlerce ayakta durma cezasına
çarptırmıştı. Generalin rütbesi sökülüp yargılanarak rütbesiz asker olarak Qufang
ordusuna kaydı yapılmıştı. Koen’in sıkı eğitimi Gerda’nın hoşuna gitmiş ve
kendi askerlerini de aynı saatte ayağa diker olmuştu. Askerler o günden sonra
Koen’i gördükleri anda dilleri kesilmiş gibi susup bir heykel gibi hareketsiz
kalıyordu. Hakkında konuşulan şeyler fısıltılardan ibaretti. Nasio gönüllü
olarak onun çalışmasına katılmaya karar vermişti. Koen bunu reddetmemiş ve Üç
tanrı ordusundan Qufang ordusunun sahasına geçmişti. Çalışmalar bitmeye yakın
boru ötmüş ve Koen’de bu boruyu duyunca durmuştu. Oraya doğru bir haber eri
koşuyordu. “Qufang kraliçesi Saisa
ikinci kampa teşrif ettiler.” Nasio bunu duyduğunda direkt Koen’e dönmüştü.
Koen başını sallayınca hemen toparlanıp annesini görmek için oradan uzaklaşmıştı.
Askerler Koen’in gitmesini bekliyordu. Aiken yavaş adımlarla oraya doğru
yürüyordu. “Koen!” demişti. Koen ona doğru döndüğünde Aiken gülüp onun omzuna
vurmuştu. “Gidip kraliçeye selam vermemiz lazım. Hadi.” Demişti. Koen başını
sallayıp askerlere dönmüştü. “Çalışma bitti. Gün doğumuna kadar serbestsiniz.
İyice dinlenin.” Diye bağırdığında binlerce adam aynı anda olduğu yere
çökmüştü. Koen ve Aiken kalabalık
konvoyun önüne doğru ilerlerken herkesin Maios’un çadırında toplandığını fark
etmişti. Oraya doğru ilerleyip içeri girdiklerinde Saisa ve onun hizmetinde
olan iki kadın general ve diğerleri vardı. Aiken oraya doğru yürümüş ve Saisa
ile kucaklaşmıştı. “Aman tanrım bambaşka bir adam olmuşsun Aiken. Sakalların
var ve daha irisin. Büyümüş gibisin!” Saisa bunları söyleyip arkada duran
Koen’e bakmıştı. “Daha önce tanışmış mıydık?” demişti. Koen bir an gülümseyip
öne doğru eğilmişti. “Kraliçe Saisa, ben Koen!” demişti. Saisa bir an
duraksamıştı. Onun öldüğü haberini almıştı. Ne yapacağını bilemeden öylece
kaldı. “Nasıl?” demişti. O sırada Tavi ve Jeniske içeri girmişti. Saisa onlara
bakıp daha sonra tekrar Koen’e bakmıştı. Tavi ev Jeniske ile selamlaştıktan
sonra Koen’e dönmüştü. “Gerçekten sen misin?” dedi. Koen gülümsemişti. “Evet
kraliçem. Sadece uzun süre sonra ilk bedenime geri döndüm.” Dedi. Saisa ona
doğru yürüyüp dikkatle ona bakmaya başlamıştı. Sol koluna dokunup çenesinden
tutup neredeyse ondan ufak duran Koen’in gözlerine bakmaya başladı. “Sihir ve
mucizelerle dolu bir dünyada yaşıyoruz ama bir insanın ikinci kez ölümden
diriltilmesi…” Koen bir an duraksayıp başını iki yana sallamıştı. “Ben ölmedim.
Sadece bedenime geçiş yaptım ve bu süreç içerisinde Frange Cadısının
cayırlarında kalıp Tanrı Tulhu ve birçok kişi tarafından eğitildim. Sadece
bedenim diriltildi.” Dedi. Saisa duraksamıştı. “Peki diğeri… yani diğer
bedenin?” Koen duraksadı. “O benim değildi. Çağrıldığımda hatıralarımda son kalan
bedeni yakalamıştım. Ölmüş bir bebeğin bedeni. Korumam gereken ama
başaramadığım bir bebeğin bedeni. Onu ölü bedenini alıp kullandığım için bunca
lanete maruz kaldım.” Saisa bir an derin bir nefes aldı ve şaşkınlıkla ona
bakıp kaldı. “O zaman yolda duyduklarım doğru. Sen gerçek bir yargıçsın!”
demişti. Koen başını sallayıp bir iki adım gerilemişti. Saisa ise sadece
gülümsemişti. “Bunun için geri çekilme. Yargıçlar hakkında çok şey bilmem ama
adil olmanın ruhlarındaki en önemli şey olduğunu biliyorum. En başından beri
herkesin içinden geçeni bilmen ve bunca şeyi taşıyabilmenin mantıklı bir
açıklaması bu!” dedi. Koen rahatlamış gibiydi. Saisa ona bakıp kollarını açtı.
“Eskisine göre daha sevimli ve gençsin. Nasio ile yaşıt gibisin! Buraya gel!”
demişti. Onu kucaklamıştı. Nasio’dan büyüktü ama çok bir yaş farkı yoktu. Saisa
onun Koen olduğunu öğrendiğindeki şaşkınlığı yoktu. Ama Tanrı Tulhu’nun kampta
olduğunu, Azatod’un yakalandığını ve cezalandırılmak üzere Tulhu tarafından
hapsedildiğini öğrendiğinde daha çok şaşırmıştı. Koen ona birçok şeyi
anlatırken şaşkınlıkla kalmıştı.
“Kedilerin aslında Frange cadısına çalıştığını biliyordum. Anne
kediyi tanırım ama açıkçası onların bu kadar güçlü olduğunu bilmezdim. Sadece
casus sanıyordum.” Demişti. Hepsi Saisa’ya bakıyordu. Birçoğuna göre mistik
dünyaya daha çok önem veren birisiydi. Koen ona bakıp iç çekmişti. “Epharia’da
yaşanan katliam esnasında nasıl oldu bilmiyorum ama birçoğu öldürüldü. Tulhu
onlardan Altın kitabı çaldığı için Yaksotat aklını kaçırmış gibi saldırıya
geçmişti. Frange cadısı ve binlerce kedi öldü. Bunun üzerine artık ruh kapısını
kapattım. Bunu yapmak dışında başka çarem yoktu.” Saisa bunu duyunca ona bir
süre bakmıştı. “Ruh kapısının kapandığını hissetmiştim. Bunu Yaksotat yaptı
diye düşünmüştük. Binlerce ruh hayalet olarak burada sıkışıp kaldı. Bu
dengeleri bozdu. Son zamanlarda Qufang’da ele geçirilme vakaları o kadar çok
arttı ki oraya ve Frange sınırlarına yakalayıcı efsuncular yerleştirdik. Kapıyı
kapatmak zorunda mıydın?” dedi. Koen bir an duraksadı. Toplu yemeğe
oturmuşlardı. Tulhu kenarda oturmuş ona bakıyordu. Saisa ise gözleri onun
üzerinde sorusuna cevap istiyordu. “Mecburdu!” Tulhu bunu söylerken yemeğini
yemekle meşgul gibi bir tavır sergilemişti. “Eğer ruh kapılarını kapatmasaydı Yaksotat
ondan çaldığımız kitap için geri dönmeye çalışacaktı. Onu tekrar savuşturacak
kadar güçlü değildik. Ben ağır yaralıydım ve Koen henüz yeni uyandırılmıştı.
Kapıları kapalı tutmasaydık bugün burada yemek yiyor olamazdık kraliçe Saisa.”
Demişti. Koen’in güçsüzlüğünü örtbas etmek için Yaksotat’ın güçlü oluşunu öne
sermişti. Herkesin güvendiği Yargıcın korkup kapıları kapattığı
öğrenilmemeliydi. Koen başını iki yana sallamıştı. “Tulhu haklı ama eksik.
Korkuyordum! Kapıları açabilecek kadar güçlü olduğum zaman bile korkuyordum. Bana
emanet edilen birileri ölecek diye yok edilecek diye deli gibi korktum.
Savaşırsam aklımı kaçırıp kendimi kaybedip sevdiklerimi de yok ederim diye
korktuğum için uzun seneler boyu kapıları kapalı tuttum.” Dedi. Saisa ona
bakıyordu. Tulhu ise sadece sakince yemeğini yiyordu. “Peki şimdi? Korkuyor
musun?” Bunu soran kişi Tavi olmuştu. Koen başını iki yana sallamıştı. “Eğer
kendimi kaybedersem beni kontrol edebilecek kişiler var.” Demişti. Jeniske göz
ucu ile ona bakmıştı. Koen ise gülümsüyordu. “En azından dişime kan değmeden
gitmemiş olacağım. Verdiğim çok söz var ve tutmadan ölürsem lanetlenmiş olarak
geri döneceğim.” Dedi. Saisa usulca başını sallamıştı. “Tekrar tekrar doğmak
senin kaderin!” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. Tulhu ise onaylar
gibi ona baktı. “Nasıl yani?” demişti Maios. Tulhu bir öksürük ile boğazını
temizlemişti. “Eski bir yargıç ile konuştuğumda bana Koen’in bu işi
hallettikten sonra normal bir yaşam sürüp yaşlanarak ölebileceğini söyledi.
Bunun için onu öldüreceğim.” Demesi ile derin bir sessizlik olmuştu. Tulhu ona
bakan gözlere bakıp bir an çekimser halde başını öne doğru eğmişti. “Bu
karşılıklı olacak. O da beni öldürecek. Bu iş bittiğinde yargıç ruhunu
parçalayacağım ve daha sonra onu parçalarken bende öleceğim. İkimizde
istediğimizi almış oluyoruz.” Demişti. Masada gergin bir hava oluşmuştu. “Ölmek
için mi öldüreceksin?” Nasio olayın şaşkınlığı ile hitapları bırakıp ona doğru
dönüp sorusunu çat diye sormuştu. Tulhu başını sallamıştı. “Evet prens hazretleri.
Anlaşmamız böyle. Onu öldürürken öleceğim. Bu sayede Frange Cadısının sözünü
Koen tutmuş olacak.” Dedi. Koen başını salladı. “Tulhu yüz yıllardır hayatta ve
artık ölmek istiyor. Bir insan gibi ölüp ruh kapısından geçmeyi istediği için
bu anlaşmayı yaptık. Ben yargıç döngüsünden çıkacağım o da tanrılık vasfını
kaybedecek. Bu anlaşma çok önceye dayandığı için konuyu kapatıp yemeğimizi
yiyelim.” Demişti. Jeniske ona bakıyordu. Bu durumu biliyordu ama ilk defa
duymuş gibi yapmıştı. Tulhu ona anlaşmayı ve sonuçlarını çoktan anlatmıştı
bile. Koen ona bakıp zoraki gülümsedi. “Daha sonra sana anlatırım.” Diye
fısıldamıştı. Yemek bittiğinde herkes yavaş yavaş çekilmeye başlamıştı. Saisa
ve Gerda tanıştıklarında birbirilerini sevmişlerdi. Gerda onu ılımlı ve hoş
bulmuştu. Onun zıttı olarak uzun sarışın bir kadındı. Bir dönem Aiken’in ona
aşık olduğunu bilse de Saisa’nın Maios ve Nasio’ya olan düşkünlüğü çok hoşuna
gitmiş ve onunla iyi anlaşacağını anlamıştı. Herkes yavaş yavaş çekildiğinde
Saisa yorgunca oturduğu yerde gözlerini kapamıştı. Nasio ise annesine kampı ve
savaşları anlatıyordu. Saisa yorgunca bir süre oğlunu dinlemişti.
“Biliyor musun anne Komutan Koen tarafından eğitiliyorum. General Aiken’e göre
çok sert ve sıkı ama daha hızlı öğretiyor. Beni eğitmeyi kabul etti. Şimdi
gidip yatacağım. Gün doğduğunda kalkmam gerek. Yoksa parmaklarımızı kırıyor.”
Demişti. Saisa bir an afallamış halde ona bakmıştı. Nasio onu öpüp ayağa
kalkmıştı. “Bir dakika parmaklarınızı mı kırıyor?” dedi. Nasio buruk bir ifade
ile gülümsedi. “Evet geç kalanın parmakları kırılana kadar tahta kılıçla
vurdurtuyor. Ve bu sayede eksiksiz tatbikat için hazır oluyor herkes.” Demişti.
Saisa konuşacakken Maios araya girmişti. “Sabaha parmaklarını kırmaması için
gidip uyu. Yarın annen burada olacak hadi!” demişti. Saisa ile baş başa kalmak
için Nasio’yu gönderdiğinde Saisa ona sokulan Maios’a dönmüştü. “Koen onun
parmaklarını mı kıracak anlamadım!” demişti. Maios gülmüştü. “Nasio geç
kalmayacak kadar istikrarlı ve eğitimli. Koen ona ayrıcalık tanıyor. Ama
gerçekten geç kalanın parmaklarını kırıp bir güzel dövdürüyor. Bir generalin
haşatını çıkardıktan sonra orduda düzensizlik olmadı.” Dedi. Saisa iç çekmişti.
“Koen’in bu kadar vahşi olduğunu düşünmemiştim. O Qufang’da orduyu eğitirken
sert ve disiplinliydi…” Maios onu kolları arasına almıştı. “Eskiden daha iri
yapılı ve gerçekten korkulan bir suikastçı idi. Şimdi ise ufak tefek hatta
biraz sevimli ve hakkında çok dedikodu olan birisi. Bu durumda sert olması
gerekiyor yoksa üzerine geleceklerdir.” Dedi. Saisa başını yavaşça sallamıştı.
“Haklı olabilirsin. Her şeyden önemlisi burada olduğum için çok mutluyum.
Yıllar sonra Nasio ve seni tekrar görmek çok iyi oldu.” Dedi. Maios ona bakmak
için başını hafifçe eğmişti. “Oğlumuz artık erkek oldu. Savaşmayı, yönetmeyi
öğreniyor.” Saisa gülümsemişti. “Büyümüş. Hiç olmadığı kadar olgun. Tedirgindim
ama şimdi huzurluyum.” Dedi. Gün doğana kadar iki aşığın konuşması sürmüş ve
sonunda Saisa yorgun düşmüştü. Birkaç gün içinde kampa uyum sağlamış ve
Tulhu’nun emrindeki Efsunculara kendi efsuncularını katma kararı almıştı. Onun
bir tanrı olduğu gerçeği yüzünden her daim ona saygılıydı. Saisa geleneklerine
bağlı bir kadındı. Herkes gibi ona karşı adıyla hitap etmiyordu. Onun hala
tanrı olduğunu vurguluyordu. Zaman akıp giderken hafta bittiğinde şafak tekrar
doğmaya başladığında ikinci kampta bir boşluk vardı. Askerlere harekete geçmiş
ve Epharai surları görülmeye başlanmıştı. İlk hamle için doğru zamanı
seçmişlerdi. Bugünü belirmek için Jeniske uzun bir çalışma yapmıştı.
Kargalarını risk alarak şehre gönderip bilgi toplamıştı. Ordu sessiz yürüyüşüne
başladığı gecenin şafağında surlar görülmüş ve bekleyiş başlamıştı. Surların
ilerisinde gözcülerin onları göreceği yerde güneşin doğuşu ile sancak
bayrakları yükselmişti. Artık savaşın son demleri için hazırlık ve ilk hamle
yapılmıştı. Koen bir süredir doğru düzgün uyuyamıyordu. Geceleri sürekli
ayaktaydı ve Jeniske onun son gece uyuması için ilaç vermişti. Günün ışığı
gözlerindeki heyecandan daha soluktu. Gri bulutlar dağılmış iki gün önce yağan
yağmurun ıslattığı toprak kurumuştu. Şehrin sessiz surları üzerine dizili olan
askerler uzaktan birer nokta gibi duruyordu. Dışarıda konum almış olan ölüler
ordusu denilen bilinçsiz bedenler belli bir düzen içinde iki yaşayanın komutasındaydı.
Yaksotat ortada yoktu. Jeniske ona dair iz aramış ama bulamamıştı. Şehirde
olmadığını düşünüyorlardı. Koen surlara bakarken yavaş yavaş nefes alıyordu.
“Heyecanlısın!” Jeniske onun yanında durup bunu söylediğinde Koen ona bakıp
ufak bir baş hareketi ile onaylamıştı. “Merak etme tam arkanda olacağım.” Dedi
Jeniske. Koen ona dönüp bakmıştı. Son günlerde uyumadığı için Jeniske’nin
endişeli olduğunu biliyordu. Zırhı sıradan bir deri zırhtı. Kılıcı ise altın
işlemeli, keskin çelikti. Saçlarını geriye doğru kabaca toplamıştı. Gözlerinde
kararlı bir ifade vardı. Her asker gibi savaş öncesi botlarının iplerini sıkıca
bağlamış, beline bir hançer takmıştı. Üzerinde ağırlık yapacak tek şey kılıcı
idi. Kalkana gerek duymuyordu. Hazırladığı orduya verdiği emirde kalkanlar ön
koruma için gerekliydi. Onun ve Jeniske’nin hemen arkasında yer alacak
efsuncuları koruyacaklardı. Okçular, piyadeler, süvariler… Her şey kusursuzdu.
Duvara tırmanacak olan bölük Gerda’nın bölüğü idi. Hızlı atik ve atletik bıçak
kullanıcıları. Koen bunları düşünürken gözlerine bir karanlık inmişti. Zamanı
geldiğinde ilk boru üflenecekti. Emri verecek olan Tavi idi. Tavi etrafa
bakıyordu. Son olarak kontroller yapılırken getirilmiş devasa boru bir öküz
arabasının üstündeydi. Atlar huzursuz hava yavaş yavaş daha da çok
aydınlanıyordu. Güneş artık şehri göstermeye başladığında Tavi elini havaya
doğru kaldırmıştı. Bir eli sıkıca kılıcını kavrarken diğeri havada parmakları
açık halde duruyordu. Koen ona doğru dönmüştü. Generaller ve liderler ordunun
en önündeydi. Atlarına doğru yürümüşlerdi. Koen ellerini dudaklarına doğru
götürüp bir ıslık çalmıştı. Tavi işareti aldığı anda onun da hazır olması ile
parmaklarını hızla kapatıp yumruk yaptığı elini ileri doğru uzattığında boru
sesi öyle şiddetli çıkmıştı ki… yer yerinden oynamış gibiydi. Uyuyan şehir
hızla uyanmaya başlamış ve atlar kişneyip şahlanırken askerler heyecanla
ayaklarını, mızraklarını yere vurup kılıçlarına kalkanlarına vurarak
bağırmıştı. Barış ordusu denilen birçok kişinin gönüllü olduğu, dört krallığın
askerleri tarafından güçlendirilmiş, bir tanrı ve bir yargıcın desteklediği
ordu adım adım ilerlerken generaller kılıçlarını çekmişti. Önce arabalar öne
doğru sürülmüştü. Arabaları çeken atlar belli mesafeye kadar vardığında üçe
bölünmüş düzende surları Dohen’in kara bombaları ile bombalarken neye
uğradığını şaşıran Epharai askerleri sallanan surlar üzerinde ayakta durmak
için çabalıyordu. Gerda zamanı geldiğini anladığında yüzüne doğru şalını
çevirip bütün suratını kapatmıştı. İki bıçağını çektiğinde efsuncular ile hızla
oraya doğru öncüler koşmaya başlamıştı. Efsuncular onların yukarı çıkabilmesi
için merdivenleri yaratmak için onları koruyan askerle ile arabaları geçip ön
saflara serleştiğinde ikinci boru üflenmiş ve Tavi elini tekrar indirdiğinde
boru susmuş ve efsuncular öne doğru çıkıp ilk giriş olarak belirlenen birinci
kapıya doğru sıçramalarına yardım etmek için toprağı bükmeye başlamışlardı. Bir
merdiven gibi basamak şeklinde yükselen toprakla beraber Gerda ve iki yüzü
geçkin askeri oradan surlara doğru harekete geçtiğinde boru üçüncü defa
üflenmeye hazırlanmıştı. Tavi elini kaldırırken Koen bileğinde takılı olan mavi
bileziğe bakmış ve gözlerini kapamıştı. Oraya doğru harekete geçen bilinçsiz
askerleri durdurmak onun ve Jeniske’nin görevi idi. Askerler dördüncü boruyu
duyana kadar yerlerinden kıpırdamayacaktı. Jeniske bir elini havaya doğru
kaldırmış ve orta parmağı ile baş parmağını birleştirmişti. Borunun sağır edici
sesi duyulduğunda Jeniske parmaklarını şaklatmış ev binlerce karga bedenden
ayrılıp yok olurken Koen atının karnına topuklarını vurmuştu. At önce
arabacıları hızla geçti. Daha sonra efsuncuları. Kalkanları atlayıp
merdivenlerin orada durmuştu. Gerda ve askerleri içeri girmek için çatışırken
onları korumak için gelenleri durdurması gerekecekti. Yakında Pis boğaz burada
olurdu ve hemen tepesinde uçan binlerce karganın efendisi Jeniske ona destek
olacaktı. Kılıcını çekip atından inmişti. Hızla gelen askerlerin çığlıklarını
duyuyordu. Gerda ve Efsuncuların surlara varmasına az kalmıştı. Efsuncular sırayı bozarsa onlar surlara
ulaşamadan toprak yığılır ve askerler düşerdi. Heyecanla gözlerini açtığında
kızıla dönmüş gözleri parlıyordu. Gün ışığı kargalar tarafından kapatılırken
üzerlerine doğru gelen bilinçsiz, cüzzamlı gibi duran bedenlere bakıyorlardı.
Koen arkasını diğerlerine doğru dönmüştü. Kılıcı iki eli ile kavradığında bir
elini dudaklarına doğru götürmüştü. O an ıslık ile bir gümbürtü kopmuş ve pis
boğaz yere o kadar hızlı inmişti ki arabalar sallanmıştı. Efsuncular ayakta
kalmak için direnmeye mecbur kalmıştı. Ve ardından gelen böğürtü sesi ile bir
kargaşa başlamıştı üstlerine doğru gelen iki bin kadar bilinçsiz ölü ordusunda
Pis boğaz onları kurutulmuş ufak balıklar gibi yakalayıp açılan gırtlağından
içeri doğru atmaya başlamıştı. Bedenine kürdan gibi saplanan kılıçları kenarı
doğru itip onları yemeye devam ederken onu geçip gelenleri Koen tek tek
avlamaya başlamıştı. Ön saflara yaklaşmalarına izin vermemek için hızla
gelenleri kılıçtan geçirirken bir yandan yere bir mermi gibi hızla çakılan
kargalar insan formunda doğup onun gibi ön safı korumaya almıştı. Tavi surları
koruyan ordunun dikkatini birinci kapıya çektiğini anladığında elini havaya
doğru kaldırmış ve boru üflendiğinde ikinci ve üçüncü kapıya yaklaşan ordulara
emir verilmişti. Kapılar hızla koç başları ile dövülmeye başladığında
efsuncular yağan okları durduruyordu. Birinci kapıya biriken askerler ne
olduğunu anlayamadan ikinci ve üçüncü kapı birden hasar almaya başlamıştı.
Nasio ikinci kapıda Aiken ile beraberdi. “Kapı açıldığı anda ikinci birlikle
içeri gir ve yanımdan ayrılma.” Demişti Aiken ona bakıp. Nasio başını sallayıp
sıkıca kılıcını tuttuğunda Aiken ona Koen’den miras olarak kalan hançerleri
yoklamıştı.
Gerda ve ekibi surlara vardığında boru tekrar ötmüş ve arabacılar
geriye doğru çekilip efsuncular çekilmeye başladığında Koen durulmuştu. Ölü
ordusu emir almış gibi sağa sola yayılmaya başladığında Koen onların üçüncü ve
ikinci kapılara yöneldiğini hissetmişti. Şimdi gerçek gücünü ortaya çıkartmak
için doğru andı.
Bölüm Otuz Dört
Epharai’nin Düşüşü
Gün yavaş yavaş ilerlerken kapının önünde kıyamet kopmuştu. Koen
çekilen ordu ile ortalığın ona kaldığını anlamıştı. Tulhu onun gücünün sınırsız
olduğunu biliyordu. Oraya çok yaklaşmamaları konusunda herkesi baştan
uyarmıştı. Koen gözlerini kapatıp kılıcı kenarı bırakmıştı. Derin bir nefes
almıştı. Jeniske onun ne yapacağını çözmek ister gibi uzakta duruyordu.
Kargalara geri çekilmelerini emretmişti. Kargalar ikinci ve üçüncü kapıya doğru
yol alanları avlamaya başlamıştı bile. Koen gözlerini açtığında altın rengi
ışık gözlerinin çevresinden süzülüyordu. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı.
Dolaşan karanlık ruhları serbest bırakıp onların yok olup huzur buluyordu.
“Rüzgar şarkı mı söylüyor?” birden herkes durmuştu. Duydukları şey tatlı bir
ıslık sesiydi. Tulhu bunu ilk defa duyuyordu. Ne yaptığını anlamak ister gibi
gözlerini Koen’in durduğu yere dikmişti. Islık sesi herkesi durdurmuştu sanki.
Koen ise yavaş adımlarla elleri yanlara doğru açık halde durmuş olan ölülere
doğru yürürken dudakları arasından hafif bir ıslık yükseliyordu. Dağda göç
zamanı söylenen şarkıya benzetmişti Jeniske bu ıslık sesini. Ölüler acı çeker
gibi kıvranırken hareket edemiyor ve hırıltılı sesleri kaybolmuştu. Sessizlik o
kadar derindi ki herkes bir anlığına durmuştu. Koen gözlerini kısmıştı. Yüzünde
tatlı bir gülümseme ile orada dikilen birisine bakıyor gibiydi. Gördüğü şey her
ne ise diğerleri onu göremiyordu. Ama o birisini görmüştü. Ona bakan kişi Güneş’in
Kızı idi. Sarı saçları dalgalanıyordu kırmızı kaftanın üzerinde. Gülümserken
kırmızı dudakları arasından dişleri parlıyordu. “Başarıyorsun!” demişti. Koen
ona doğru birkaç adım daha atmıştı. “Dingin ve sakinsin değil mi? Kendini
kaybetmeyecek kadar durgun.” Koen usulca başını sallamıştı. “Birazdan burada
bulunan bütün karanlık paramparça olduğunda bedenin yorulacak ama ruhun hala
dinlenmiş olacak.” Demişti. Koen ona yaklaşıp arkasına geçen kadının onun
bedenine yön vermesine izin veriri gibi kendini bırakıp gözlerini kapatmıştı. Güneş’in
Kızı onun bedenin içindeki gücün yoğunluğunun ve karanlığının yok olduğunu
görüyordu. Onunla ruhen bağ kurmak isteyen Koen’e yanıt vermiş ve yanına
gelmişti. “Onları durdur ve koru!” Koen bunu isterken sakin bir sese sahipti.
Güneş’in kızı onun bileklerini nazikçe kavrayıp ellerini yukarı doğru
kaldırmıştı. “Ruhunu serbest bırak! Bedenini ben koruyacağım.” Dediğinde Koen
birden bütün ağırlığından kurtulmuş gibi hissetti. Dimdik duran bedeninden
kopan ruhunun yaydığı ışığı kimse göremiyordu. Ama o görüyordu. “Onları özgür
bırakmak için içlerinden geçmen yeterli olacak!” demişti Güneş’in Kızı. Koen
yavaş adımlarla hareket ederken zaman donmuş gibiydi. Kimse doğru düzgün
hareket ediyor gibiydi. Ruhlarla bedenlerin bağlarını içlerinden geçtikçe
koparıyor ve yükselen ruhların özgürlük çığlıkları rüzgarda durulmuş ıslığa
karışıyordu. Jeniske’nin durduğu yerdeki ölü bedenlere hapsedilmiş ruhları
bırakırken onunla göz göze gelmişti. Zaman sadece fani olanlar için durmuş iken
Tulhu ve Jeniske olayı görebilecek kadar şanslıydı. “Çok güzelsin!” demişti
Jeniske ona bakarken. Kırmızı gözleri yeşile dönerken tebessümle ona bakıyordu.
Koen neye benzediğini bilmiyordu. Ruhunu hiç bedeninden ayrı görmemişti. Ama
Jeniske ona bakarken büyülenmiş gibiydi. Altın ışıklar sızan saçları durmuş
zaman içinde salınırken çıplak bedenini saran yumuşak bir ışık vardı. Gözleri
sonsuz evrenin rengine bürünmüş ve bin bir yıldızı içine saklamıştı sanki.
Beyaz tenindeki ışıklar göz alacak kadar parlaktı. Ne bir kadın en bir erkekti.
Ruhu o kadar belirsiz ve sonsuzdu ki ona bakan büyülenirdi. Jeniske onun saf ve
belirsiz ruhunu ilk defa görüyordu. O kan bürümüş gözler ve kararmış ruhtan
bambaşka bir şey vardı karşısında. Sonsuzluğu hapsettiği gözlerindeki durgun ve
saf enerji onu hafifletiyordu sanki. Gülümserken kendini kaybetmiş gibiydi.
Tulhu ise onun sonunda kendi özüne dönmüş ruhu ile karşılaşmanın şaşkınlığı
içindeydi. Kendi kirlenmiş ve kararmış ruhunu anımsarken ağladığını bile fark
etmiyordu. Dolmuş gözlerinden sızan göz yaşları havada asılı duruyordu. Koen
tekrar bedenine doğru süzülürken Güneş’in kızının altın saçları sardığı bedeni
serbest bırakmaya başlamıştı. “Özündeki büyüleyicilik benim gözlerimdeki
yansımandır Koen!” demiş ve onun tam karşısında durduğunda Koen sonsuzluğu onun
gözlerinde görmüş ve bedenine doğru çekildiğinde bir sarsıntı ile etrafta
çığlıklar yükselmişti. Koen olduğu yerde duruyor ama bedenler birer birer
yığılırken ıslık aniden kesilmişti. Tulhu çekildiği yerde göz yaşlarının aktığını
fark etmişti. Onun ağladığını Tavi fark etmişti. Göz yaşları donuk yüzünde
yanaklarına doğru süzülürken gülümseyerek gözlerini kapatmıştı. “Güneş seni
kutsasın!” demişti fısıltı ile. Jeniske ise olduğu yerde kargaları göğe
yükselmiş halde duruyordu. Gördüğü o büyüleyici varlığın geri döndüğü bedene
bakıyordu. Koen ise yığılan bedenleri izlemek yerine yükselen ruhlar için
açılan gökyüzü kapısını görmek ister gibi gökyüzüne çevirmişti gözlerini. Büyü
her zaman korkunç değildi. İnsanlar onu anlamadıkları için ondan korkup
uzaklaşmak istedi. Büyü etkileyici ve karşı konulamazdı. Korkunç olan ise bir
insanı ağlatabilecek kadar mucizevi olmasıydı. İnsanlar mucizeleri
anlamadıkları için tanrılara taparlar. Tanrılar onlar için bilinmeyen ve üstün
olandır. Çünkü onlar büyünün ne olduğunu bilip onu kullanacak kadar yetenekli
olanlardı. Koen gibi olanlar ise büyü ve gücün en saf haliydi. Güneş’in gerçek
parçasıydı ruhları. Onları görmek için büyünün ustası olmak gerekir. Tulhu
kalbine çöken huzurla gözlerini geri açmıştı. Savaş sadece öldürerek
kazanılmazdı. Birazdan bütün kapılarda karmaşa başlayacak ve binlerce insan
birbirini öldürecekti. Ne karanlık ve ne korkunç olandı. O hala bir tanrıydı ve
mucizeler onun işiydi. Parmaklarını şaklatınca yokluktan var olan altın kitap
belirmişti. Koen’in ve diğerlerinin ustaca hazırlanmış insana özgü savaş
planına gerek yoktu. Onların ölmesine gerek yoktu. Sayfalar hızla dönerken
yayılan enerji ruhlarında hissediliyordu. Gök yüzü birden kararmaya
başladığında tek parlayan ışık oydu. Koen ona doğru dönmüştü. Planda böyle bir
aşama olmadığını düşündü. Sanki onun yapacağı şeyin ne olduğunu anlamış gibi
birden ona doğru koşarken bağırmaya başlamıştı. “Tulhu! Yapma!” ama
kelimelerinin ona ulaşması için geçti. Tulhu derin bir nefes aldığında gök yüzü
birden gürlemiş ve düşman askerlerinin hepsi olduğu yerde donup kalmıştı. Hiç
biri hareket edemezken bedenleri kısa süreliğine felç olmuş gibi birden olduğu
yere yığılıp kalmıştı. Tulhu geri gözlerini açtığında hava tekrar normale
dönmüştü. Ruhlarını bir süreliğine kilitlemişti. Bu sayede onları esir
alabileceklerini düşünmüştü. Ama insanları tanımayacak kadar onlar uzak
yaşamıştı. İnsan korkunç bir varlıktı. Onlar öldürmeye programlıydı. Tulhu ise
onların daha kolay öldürmesi için onlara sadece yardım ediyordu. Koen onun
yaptığı şeyin ne olduğunu anlamaya çabalarken bir kaç kişinin sesi yükselmişti.
“Hepsini öldürün!” ve ardından generallerin emirleri birbirini takip ederken
Tulhu sesleri duymaya başlamıştı. Olduğu
yerden hızla harekete geçip Tavi’nin yanına koşmuştu. “Onları durdurmak için
boruyu çal. Herkesi teslim alsınlar!” diye bağırmıştı. Tavi elleri arkasında
başını iki yana sallamıştı. “Bu bir savaş. Ölümler olacak. Onları teslim almak
bir isyana sebep olur.” Demişti. Tulhu ne yapacağını bilemeden kalmıştı.
İnsanların insanları daha kolay katletmesine nasıl sebep olduğunu anlamıyordu.
Pis boğaz bile donmuş olan insanları yerken ne ile etrafta dolanıyordu. Gerda henüz emir vermeden donup kalmış adamlara
bakıyordu. Nasıl olurda birden felç geçirmiş gibi hepsi olduğu yere yığılıp
kalmıştı anlamıyordu. Surun oradan dönüp bakınca Koen’in hızla boruya doğru
koşuğunu görmüş ve tek bir emir vermişti. “teslim oldular. Teslim oldular!
Onları bağlayın.” Demişti. Adamları onu dinlemekte bir an için tereddüt
etmişti. Aiken ise adamlarına kılıç kavramışları öldürme emri vermiş ve içeri
doğru girerken hala kılıcını tutmak için yerde sürünenlerin canını almaya
başlamışlardı. İki kapıdan da öldürerek ilerleyen ordu yavaş yavaş büyünün
bozulacağından habersizce keyifle öldürmeye devam ediyordu. Tulhu boruyu
çalması için Tavi’nin yakasına yapışmıştı. “Onları durdurmazsan Yaksotat
güçlenecek!” demişti. Koen o an oraya varmış ve Tavi’ye bağırmıştı. “Teslim
oldukları için boruyu çal!” demişti. Tavi ne olduğunu anlamazken yakasını
Tulhu’dan kurtarıp hızla borunun çalması için emir vermişti. Tulhu yaptığı
hatanın farkındaydı ama bunun nasıl mümkün olduğunu bilmiyordu. Barış ordusu
iyi insanlardan oluşuyor olmalıydı. Gözleri korku ile dolmuş dudakları
aralanmıştı. Ne yapacağını bilemeden öylece kalmıştı. Koen ona bakarken başını
iki yana sallamıştı. “Ne yaptın sen öyle?” dedi. Tulhu konuşamıyordu. Altından
zırhı ağır geliyordu sanki. “Senin öldürdüğün her ruh onu daha güçlü yapacağını
bile bile ne yaptın sen?” demişti. Tulhu sonunda konuşacak cesareti bulmuştu.
“İnsanları durdurmak istedim. Sadece durdurmak.” Demişti. Koen kendi öldürdüğü
ölü ruhlara baktı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Yeri tekmeledi ve birkaç taş
savruldu. “Yaksotat’ın ölü ordusunu güçlendirdik. Bu saatten sonra kimse
kimsenin kanını akıtamaz.” Dedi. Tavi onlara bakıyordu. “Neler oluyor?”
demişti. Koen ona dönmüştü. “Tulhu’nun sebep olduğu bütün ölümler Yaksotat’ın
ordusu için ruha neden oluyor. Tulhu onun himayesinde yaratılmış bir tanrı ve
yaptığı her şey onun için kazanç ve kayıp oluyor. Bir kişi bile onun elinde
olursa ruhu Yaksotat’ı güçlendiriyor.” Dedi. Tavi kaşlarını çatıp kalmıştı.
Koen ise elini beline koymuştu. “Sadece herkesi tutuklasınlar. Büyüyü
bozduğumuzda durumu değerlendiririz.” Demişti. Islığını çaldığında Pis boğaz
tıkınmayı bırakıp durulmuştu. Jeniske birden gökten oraya doğru inmişti. “Neden
teslim alma borusu çaldı?” demişti. Tulhu’nun atık rengine ve dolmuş gözlerine
baktı. Koen’e daha sonra Tavi’ye baktı. “Tulhu bir büyü ile onları hareketsiz
bıraktı. Ama bu onun birisini öldürmek için yaptığı bir büyü. Ölen herkes
Yaksotat’ın himayesine geçer.” Koen bunu söyleyince Tulhu kendini savunmak
ister gibi öne atılmıştı. “Ama ordu onları teslim alabilirdi. Öldüreceklerini
düşünmedim.” Demişti. Jeniske başını usulca öne doğru eğmişti. “İnsanlar ondan
güçsüz olan her şeyi yok eder Tulhu. Onların karşısında savunmasız kalmış
birileri olması onları öldürmeyeceği anlamına gelmez.” Demişti Jeniske. Tulhu
elini göğsüne doğru koymuştu. Kesik kesik nefes alıyordu. “Koen!” demişti. Koen
ona bakınca Tulhu gözlerini yere doğru dikmişti. “Pis boğaz benim öldürdüğümü
yedi. Benim sebep olduğumu. Azatod…” demişti. Koen onun ne anlatmak istediğini
anlar gibiydi. Tulhu ise nefes alamıyor gibi hissediyordu. “O kulede değil…”
demişti. Koen bir an duraksayıp gökyüzüne bakmıştı. “Anne ve yavrular?”
demişti. Tulhu gözlerini zor açık tutuyordu. “Hayattalar ama o artık burada!”
demişti. Koen Azatod’un geri döndüğünü hissedemiyordu ama Tulhu ile onun bağı
daha güçlüydü. Tulhu gözlerinden akan kanı hızla silmeye çabalıyordu. “Tulhu
gözlerin…” demişti Koen. Tulhu ise gözlerinden hızla akan kanı durduramıyordu.
Tanrılar ağlardı. İnsanlar gibi göz yaşları su olurdu. Canları yanınca göz
yaşları akardı. Tulhu kan akan göz yaşlarının sebebini biliyordu. Bu kan dolu
göz yaşı iyileştirmezdi. Aksine onu yaralardı. Kendini yaralamak ve
cezalandırmak için kan akan göz yaşları ile ellerini kanatıyordu. Ama bunu
bilerek yapmıyordu. Sanki birisi gözlerini zorla kanatıyordu. Jeniske etraftaki
ağır koku ile tepenin orada dikilen boru çalan adama dönmüştü. O anda kulakları
sağır eden boru ötmüş ve teslim alam emri keri çekilmişti. Adamın durduğu yerde
beliren karanlık gölede onlara bakan adamın yüzünü tanıyorlardı. Tulhu
dizlerini üzerine çöktüğünde ölen ruhların verdiği acı ile kalkamayacak hale
gelmişti. Azatod ise öldürdüğü adamı bir kenarı iteklemişti omzu ile. “Uzun
zaman oldu Jeniske.” Demişti. Kolları yoktu. Ama gücü etraftaki her şeyi
kontrol edebilirdi. “Biraz kötüyüm. Koen
ve Tulhu kollarımı kopardı ve bana verilmiş erkekliğimi elimden aldılar. Günlerce
aylarca işkence edip ruhumu sömürdüler ama yediği ruhlar ile geri beni besledi
Pis Boğaz.” Koen Tulhu’nun önüne geçmişti. “Endişelenme, onu öldürmeyeceğim.
Onun için ölüm basit olur. Ayrıca şu an daha güzel bir eğlence var!” demişti.
Savaş tekrar devam etmeye başlamış ve katliam sürüyordu. Koen güçlenen
Yaksotat’ı hissediyordu. “Epharai her zaman en güçlü kalemizdi. Frange Cadısı
ve kedilerini katlettiğimiz bu yerde sizin için sürprizi olduğunu hiç
düşünmedin mi?” demişti. Koen ona bakıp kalmıştı. Azatod ise sırıtmıştı.
“Tulhu’nun zihnini kontrol etmek için sizi oyalayacak bu ufak ordu ile eğlendiniz
umarım. Ona büyü yaptırmak ve bunu kendi rızası ile yaptığını sanması… Bu
numaraları benden öğrenmiş olmalı Yaksotat. Sürekli kendi rızası ile yaptığını sanacağı
çok şey yaptırdım ona.” Dedi. Jeniske Tulhu’nun kan ağlamasını şimdi anlıyordu.
Onun zihnini kontrol ettiklerinin farkındaydı ama buna engel olamadığı için
kendine zarar vermeye çabalıyordu. Koen ona bakıp kalmıştı. Azatod kül olur
gibi rüzgara kapılıp yok olurken oradan Tulhu dizleri üzerine çökmüştü. Akan
kanı durdurmalarına imkan yoktu. O boru üflenmeyecek şekilde mühürlenmişti.
Koen çaresizce katliamın olduğu surlara bakıp kalmıştı. Onca emek boşa giderken
izlemekten başka bir şey yapamıyordu. Jeniske derin bir nefes alıp gökyüzüne
dikmişti gözlerini. “İnsanlar bizim hep zayıflığımız olacak.” Demişti. Koen
dönüp Tulhu’ya bakmıştı. Dizleri üzerine çökmüş öylece kolları iki yana düşmüş
surlara bakıyordu. Boş gözlerinde ufacık bir yaşam yok gibiydi. Tavi borunun
kullanılmaz şekilde erimiş ağzını gördükten sonra olduğu yere oturmuştu.
Gözlerini surlara dikmişti. Efsuncular orada ne olduğunu bilmiyordu ama büyük
komutanlar ve generaller savaşı kaybetmiş gibi bakıyordu surlara. Koen
Tulhu’nun yanına doğru yürümüştü. Onun tam önünde durup bir süre ona bakmıştı.
“Senin hatan değil. Tuzak olup olmadığını kontrol bile etmedik.” Demişti. Tulhu
çaresizlik içinde surlara bakıyordu. Yaksotat her an biraz daha güçleniyor ve
bundan habersiz zafer kazandığını sananlar kutlama yapar gibi ona asker
üretiyordu. Bir süre daha oraya baktı ve ayağa kalkmıştı. “Azatod benim
himayemde olmalıydı. Onu öldüremediğim için oluyor bunlar.” Dedi. Pişmanlık
gözlerine bir karanlık indirmişti. “Tek yapmam gereken onun enerjisini yok
etmene izin vermekti. Bu kararı bile kendimin aldığından emin değilim. Ya en
başından beri bunu planladıysa ve beynime girip ona itaat etmemi istediyse
Koen? Hiçbir zaman kendi benliğimde değilsem. Kararlarımı o aldıysa?” Koen onu
susturmak için en yapacağını bilmiyordu. “Benim geri dönmem gerek. Burada
zarardan başka bir şey…” birden suratında patlayan tokat ile geriye doğru
savrulmuştu. Koen bir süre ona bakıp havada kalan elini indirmişti. Başını iki
yana sallamıştı. “Savaş yeni başladı. Hala kaybetmedik. Bırak bu gece Epharai
düşmüş ve bizim olmuş olsun. Yaksotat’ın tek bir kalesi kalmış olacak.” Dedi.
Tulhu ona cevap veremedi. Sadece başını sallamıştı. Koen ona bakıyordu.
Kaşlarını çatmıştı. “Her anında kararlar sana aitti. Azatod gibi küstah bir pislik
kendi kollarının koparılmasını istemezdi.
Onun gibi bir aptal böyle bir plan yapamaz. Senin özgür ve mutlu olduğunu görmeye
dayanamazdı…” Tulhu ona bakıyordu. Dudakları birbirine sıkıca kenetlenmiş ve
çenesi titremesin diye dişlerini sıkmıştı. “Senin iyi olmanı istemiyor. O
yüzden böyle konuştu. Kendine yüklenmeyi bırak.” Demişti. Tulhu onun yüzüne
bakıyordu. Ne diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı. Sadece birkaç defa başını
sallamıştı.
Öğlen güneşi tepeye vururken sur kapıları açılmış ve kraliyetin teslim
olduğu bildirilmişti. Koen ve Jeniske şehre girme konusunda çekingendi. Tulhu
ise oraya girmek istediğini ve plandaki gibi herkes sarayın avlusunda
buluşacaktı. Koen başını salladığında atlarını almışlardı. Tavi de onlara eşlik
ediyordu. Her yer cesetti. Kendi askerlerinin üniformalarını görmemişlerdi.
Tamamı savunmasız kalıp öldürülmüş askerlerdi. Tulhu saraya kadar giden yolda
yığılmış cesetleri ve hala mızraktan geçirilenleri görüyordu. Bazen cansız
gözleri gördüğünde kanı çekiliyordu. Buz gibi bir yüzle altından bir zırh ile
Koen’in hemen yanındaki atta onu takip ediyordu. Sarayın kapıları gözüktüğünde
cesetler kaybolmuştu. Kraliyet ailesi teslim olmaya hazırdı. Onları da
mühürlediği aklına gelmişti. Saray kapıları açılıp büyük avluya geldiklerinde herkes
hazırdı. Koen atından inmişti. Diğerleri de indiğinde etrafta tuhaf bir
sessizlik vardı. “Efsuncular tepede bir sorun olduğunu ve birden kolsuz bir
adamın boruyu üfleyip kaybolduğunu söyledi.” Maios bunu söylerken onlara doğru
yürüyordu. Jeniske buz gibi bir ifade ile onlara bakıyordu. “Cesetlerin hepsini
gün batmadan yakın!” demişti. Ruhlarının artık buraya ait olmadığından emindi.
Onlar kullanılacak enerji olarak Yaksotat’a ulaşmıştı. Maios tatmin olmamış
halde onu kolundan yakalamıştı. “Tepede ne oldu? Teslim ol borusundan sonra
neden katliam için boru çalındı?” demişti. Tavi’ye kaymıştı gözleri. Ardından
Tulhu’ya altın zırhı parlaktı ama onun yüzü solgundu. Yüzünde kan izleri vardı.
Göz pınarlarına kadar olan izleri herkes görebiliyordu. Esmer teni soluk,
gözleri çöküktü. “Bir büyü yapıldı!” demişti Gerda. Koen bunu duyunca öne doğru
atılmıştı. “Yapıldı. Ama bu önemli değil. Epharai artık düştü.” Demişti. Gerda
gözlerini ona dikmişti. “Teslim olmuş adamları öldürdük. Savaşmadık katlettik.”
Diye çıkışmıştı. Koen ona cevap verecekken yere gürültü ile düşen miğfer
ayaklarına doğru yuvarlanmıştı. Ardından zırhın betona çarpışı ile etrafta
derin bir yankı oluşmuştu. Koen gözlerine çöken yorgunluk ile Tulhu’nun pes
ettiğini anlamıştı. Düşmüştü. Düşen şey Epharai değildi. Tulhu olmuştu. Azatod
onu parçalamayı başarmıştı. Binlerce yıl yaptığı gibi onu umutsuzluğun
pençesine almıştı. Döndüğünde Tulhu’nun bitkin yüzünde açık gözlerini gördü. Bu
sefer gözleri değil ağzından ve burnundan kan yere doğru sızıyordu. Tanrılar
insanlarının inançları ile yaşamasa da onları hissedecek kadar narin
varlıklardı. Onların ruhlarındaki kaos kimi beslerdi. Kimini ise içten içe
çürütecek kadar güçlü olurdu. Tulhu Gerda gibi hepsinin pişmanlığını hissediyor
ve bunun sorumluluğu altında eziliyordu. Manevi bedeni bu kadar baskıyı
kaldıramazdı. Onun çöküşü bedenini kaybedip sonsuzlukta hapsolmaktı. Koen oraya
doğru hızlı birkaç adım atmıştı. “Jeniske ölmesine izin verme!” diye bir feryat
koparmıştı. Tulhu’nun bedenini kaybetmemesi ve onu hayatta tutması gerekiyordu.
Jeniske elindeki kılıcını atıp oraya doğru koşmuştu. Tulhu’nun ölümü Jeniske
için Koen’i kaybetmekti. Onu kurtarmak zorundaydı. Onu yaşatmak ve bedeninin
son ana kadar canlı olması gerekiyordu. Koen ise onunla geçirdiği zamanda onu
sevmişti. Benimsemiş ve acılarını, mutluluklarını görmüştü. Bir dostuydu o.
Aiken’in, Maios’un ve diğerlerinin olduğu gibi Tulhu’nun da dostuydu. Şimdi
onun yaşaması için feryat koparmış ev kapıların kapatılmasını emretmişti.
Jeniske’den onun ruhunu bedeninde tutmasını istemişti. Bir tanrı rahibi için
bir bedene bir ruhu zorla kilitlemek kolaydı ama bir tanrının ruhunu kilitlemek
zordu.
“O bir tanrı! Ölümsüz!” deseler de tanrılar için ölümsüzlük sonsuzlukta
süzülmekti. Bu gün Frange cadısının sonsuzlukta süzülerek her şeyi adım adım
izlemesi gibi. Bedenleri bir defaya mahsusu var olurdu. Sonrasında enerjileri
sonsuza dek parlar ve ölümsüzlük manevi dünyada sürerdi. Kalp atmayı
bıraktığında maddi dünyada bir tanrı için var olmak zordu. Tulhu kalbinin
ağırlığına dayanamıyordu ve insanların yaptığı hatanın sorumlusu olmanın
ağırlığı artık onu öldürüyordu. Pervasız değildi. Her en kadar Yaksotat
tarafından yaratılsa da Koen’in bağırarak diğerlerine çıkıştığı bir gerçek
vardı. “O tanrı ama özünde insan. Kalbi
durduğunda ölür ve bir daha var olamaz.” O bir insan olarak doğup tanrı olarak
ölmeyi hayal eden bir varlıktı. Tanrı olmuştu ama sürekli acılar çekmişti.
Sadece bir insan gibi ölmeyi arzulamıştı. Kendi kararı olan bir ölümü
düşmemişti. Koen’e bunu anlatmıştı. ‘Kendi rızam ile öleceğim. Kimsenin beni
zorlamadığı en büyük fikrim bu’ demişti. Koen bunu hatırladıkça onun ölmeyeceği
konusunda hem fikir olanlara tekrar etmişti. Tulhu’nun durumu kontrol altına
alıp derin uykuya daldığında taht odasında bir tartışma çıkmıştı. Aiken sinirle
çıkışmıştı. “Tulhu hala Yaksotat kaltağının kontrolünde ise o zaman bu halde
olması bizim için daha iyi. Katliamı onun yüzünden yaptık.” Demişti. Koen ise
sinirlenmişti. Haklı olması umurunda değildi. Tulhu için duyguları yumuşak ve
hassastı. Onu tanımış ve uzun süre onunla yaşamıştı. Ona edilen laflar canını
sıkıyordu. “Yaksotat bir tuzak kurmuş ve bu benim hatam. Onu fark daha
edemedim.” Demişti. Aiken başını sallayıp ona dönmüştü. “Alakası yok. Herkes
plana sadık gitti. Sadece senin suçunmuş gibi davranmayı bırak. Tanrı Tulhu
için yapılabilecek en iyi şey senin dönüşümün için onu bir süre böyle uykuda
tutmak.” Demişti. Koen bir anda ona bakıp ayağa kalkmıştı. “Tulhu benim için
yaşamından vaz geçecek ve bunu böyle söylemen mide bulandırıcı.” Demişti. Aiken
ise ona bakıyordu. “Sen bir şeyleri çabuk unutabilirsin ama zamanında o da
bizim karşımızdaydı. Benim ailemi yok edenlerin başındaydı. Senin de bütün
hayatını katleden kişiye çalışıyordu. Senin için hayatını verip seni kurtarması
ile ödeşirsin. O yüzden boş yere merhamet etme. Sonuçta karşında Yaksotat’ın
iki aziz tanrısından birisi var. Bırak kendi hatalarının farkına varıp acı
çekmek ne öğrensin.” Demişti. Koen onun haklı olduğunu biliyordu ve ona cevap
bile veremeden kalmıştı. Tulhu zamanında kötüydü ama herkes bir dönem kötüydü.
Zevk için insan katletmişti Koen. Bu yüzden mi Tulhu’ya merhamet ediyordu?
Değişimin mümkün olduğunu bildiği için mi? Bir an duraksadı. “Haklısın!”
demişti. Masadan uzaklaşmıştı. Oradan çıkıp gitmişti. Kimse ona dur demedi.
Jeniske, Maios, Tavi ise özel toplantıdaydı. Saisa ise yaralılara koşturuyordu.
Geriye kalan generallerden hiçbiri Koen’i durdurmamıştı. Aiken boş yere o kadar
kişiyi katletmiş olmanın verdiği ağırlık ile sinirli ver sert konuşmuştu. Ama
aynı öfke herkeste vardı ve kimse Tulhu’yu savunan Koen’i kalması için
durdurmazdı.
“Koen nerede?” demişti Saisa oturanların yanına geldikten sonra.
Aiken omuz silkmişti. “Az önce çıktı.” Dedi. Saisa onun Tulhu’nun yanına gitmiş
olacağını düşünerek oraya yönelmişti. Odaya kapıyı vurup girince Koen’in
sandalyeye oturmuş Tulhu’ya bakarken gördü. “Endişelenme hala yaşıyor. Sadece
uyanması zaman alacak.” Demişti. Koen göz ucu ile Saisa’ya bakıp geri Tulhu’ya
dikmişti gözlerini. “İnsanlar hata yapar. Tanrılarda insanlar gibi hatalar
yapıyor. Bunun için onu kimse cezalandırmamalı. O zaten kendini
cezalandırıyor.” Demişti yanına geldiğinde. Koen başını usulca sallamıştı.
“Kraliyet ailesinin idamı düştü mü?” dedi. Saisa başını sallamıştı. “Daha fazla
kimse ölmeyecek. Jeniske idamları ve infazları durdurdu. Yakında halka genel
acıkma için bir bildirge yazacaklar. İçin rahat olsun!” demişti. Koen derin bir
iç çekmişti.
“Tulhu için mi endişe ediyorsun başkası için mi?” dedi. Koen ona çevirmişti
başını. “Herkes vicdan azabı çekiyor. Bunu hissediyorum. Aiken, Gerda, Qufanglı
generaller. Hepsi yoktan yere infaz ettiklerinin farkında askerleri. Onlar için
endişeliyim.” Dedi. Saisa diğer sandalyeye oturmuştu. “Merak etme. Askerler
öldürdükleri kişileri hatırlayarak yaşayamaz. Bu hata sadece Tulhu’nun değil.
Efendi Tavi boruyu üfleyen kişiyi kontrol ettiği için kendi askerleri ve
diğerlerine açıklama yapacak. Maios’da Qufang için… Ve Jeniske…” dedi. Koen
yutkunmuştu. “Tulhu gelmek istemiyordu. Onu ben zorladım. Şimdi haline bak.
Sadece ölmeyi isteyen birisi için yaşamasını emrederek hata mı yaptım ben
Saisa?” dedi. Saisa başını usulca sallamıştı. “O bir tanrı ölüm onun için lütuf
ise bunu kazanması gerek. Önce kendini ispatlamalı.” Demişti. Koen konuşacakken
kapı açılmıştı. Jeniske içeri doğru yavaş adımlarla girmişti. “Tartışma olmuş.”
Dedi. Koen başını iki yana sallamıştı. “Pek tartışma denilemez. Herkes şaşkın
ve sataşıp sinirlerini gevşetecek yer arıyor.” dedi. Jeniske yatağa doğru
yürüyüp Tulhu’nun sol bileğini tutup bir süre durdu. “Sadece uyumalı. Tuzak
için araştırma yaptım. Yaksotat en başından beri oradaymış. En başından beri
muhaberenin ortasındaymış. Onu fark etmemiz için sıradan bir asker gibi
beklemiş.” Dedi. Koen kaşlarını çatmıştı. “Sadece Hisar kaldı. Ordunun bölünen
kısmı çevre kentleri aldı. Sadece Hisar ve sonra bitecek.” Dedi. Jeniske ona
doğru dönüp yatağın kenarına oturmuştu. “Pis boğaz için endişeliyiz. Onu
zincirledin ama pek de kontrolünde gibi değil.” Koen bunu duyunca kaşlarını
çatmıştı. “Yediği ruhları Yaksotat isteyecektir. Onu öldürmem gerek.” Dedi.
Saisa muhabere alanında bağıran ve her şeyi yemeye çalışan devi anımsamıştı.
Onu zapt etmek için Jeniske ve Koen’in yanı sıra birçok efsuncu uğraşmıştı.
Şimdi zincire vurulmuş halde şehrin surları dışındaydı. “Öldürmek mi?” demişti.
Koen başını usulca sallayıp gözlerini kısmıştı. “Evet! Başka şekilde onu zapt
edemem.” Ayağa kalkmıştı. “Gidip bu işi halledeceğim.” Dedi. Jeniske’de
ayaklanmıştı. “Tek başına yapma.” Demişti. Koen ona bakıp oturmasını işaret
etmişti. “Sorun değil. Halledebilirim. Altı üstü iki metreden uzun bir
yaratık.” Demişti. Saraydan çıkana kadar
etrafa pek bakmadan yürümüştü. Sokaklara geldiğinde hala cesetler ile ilgilenen
askerler, korku içinde meydanlara toplanmış halk… Koen onlara bakarak usulca
yürüyordu. Bazı komutanlar onu görünce selam veriyordu. Koen şehri surlarına
yaklaştığında ölü yığınlarının arttığını fark etti. Dayanılmaz pis koku burnuna
sindikçe sinirleniyordu. Şehir surlarından çıkıp biraz yürüdükten sonra çember
halindeki yerde tek başına oturmuş devi görmüştü. Etrafına çekilen iki çemberin
yanı sıra topraktan fırlamış zincirler ile olduğu yere sabitlenmişti.
“Efendi bana kızgın mı?” demişti Koen onun tam karşısına gelince. Koen tepkisiz
ona bakıyordu. “Efendi bana çık kızgın ama bilemeden oldu. Zincirlerimi çözün
beni bırakın ki mağarada saklanayım.” Demişti. Koen başını usulca sallamıştı.
“Bunu yapmayacağım. Ölmen gerek. Yeterince görevini yerine getirdin. Artık
savaş yok ve senden ölmelisin.” Demişti. Pis Boğaz ilk defa durgun ve hüzünlü
bakıyordu. Siyah gözleri büyümüş ve dudakları aralık kalmıştı. Bir çocuk gibi
duruyordu. “Efendi bana ne yapacak?” demişti. Koen ona cevap vermeden bir süre
baktı. “Bilmiyorum! Ölmen gerekiyor!” diye cevapladığında Pis Boğaz öylece
kalmıştı. “Efendi bana yemek için söz vermişti…” diyebildi. Koen iç çekmişti.
“Bu dünyaya ait değilsin. Yiyebileceğin her şeyi yedin. Bundan sonrasında bir
insan gibi ölmeli ve tekrar doğmak için beklemelisin.” Pis boğaz yüz yıllardır
yaşıyordu. Bin yıllar olmuştu belki. Kendisi bile bu dünyaya ne zaman
getirildiğini ve ne zamandan beri burada olduğunu bilmiyordu. “Efendi bunu
uygun gördüyse ben doğmak için hazırım.” Demişti. Koen ona bakıp bir süre derin
düşüncelere daldı. Ne diyeceğini bilemeden ona uzun uzun baktı ve hafif bir
tebessüm belirdi yüzünde. “Canını yakmayacağım.” Dedi. Koen bunu söyleyince pis
boğaz kocaman dudaklarını yukarı doğru kıvırmıştı. “Biliyorum Efendi kimsenin
canını yakmak istemiyor. Benim de canımı yakmayacak.” Demişti. Koen ayağı ile
kuma çizilmiş çemberin ilk halkasını bozdu. Daha sonra ikinci halkayı
bozduğunda zincirler çekilmişti ve Pis Boğaz serbest kalmıştı. Olduğu yerde
oturuyordu. “Her zaman ölümün yeniden doğuş olduğunu düşünmüştüm. Bu senin için
gerçek bir yeniden doğuş olacak. Sıradaki hayatında iyi birisi ol. Sev ve sevilmek
için uğraş. Ve ne zaman gökyüzüne baksan hatırla. Geçmişin yüklerinden bu gün
kurtulduğunu. Bu aç gözlülüğünün son bulduğunu ve karnın doyacağı yeni bir
yaşamın sana verildiğini hatırlayıp Güneş’e şükret.” Dedi. Pis boğaz başını öne
doğru eğmişti. Koen onun atan kalbini durdurmak için geriye doğru çekilmişti.
Gözlerini onun kalbine dikmiş ve sadece gülümsemişti. Elini kendi kalbine koydu
ve sonra yavaşça yumruk yaptığında Pis Boğaz artık yaşamının bittiğini
anlamıştı. Birçok canı sonsuz boğazından geçirip yuttuğu uzun yaşamı son
bulurken gözlerin yaş akmıştı. Ağlamak onun doğasında yoktu ama hayatının son
buluşu ile huzurlu birkaç damla göz yaşı boşalmıştı yanaklarına. Bedeni büyük
bir gürültü ile geriye doğru düştüğünde yavaş yavaş toza dönüşmeye başlamıştı.
Durmuş bir kalp ile son defa gökyüzüne bakarken efendisinin dediklerini
hatırladı. Sıradaki yaşamı için düşündü. Yüz yılların hatta bin yılların ona
verdiği yaşam yok olurken bedeni zamanın kumlarına dönüşmüştü. Koen
düşünüyordu. Ölüm bu kadar acısız ise insanların ondan neden kaçtığın ve
korktuğunu. Sadece tekrar doğmak için bekleyecekti herkes. Yok olup giden
bedenin ardında kalan kumların savruluşunu izledi. Yavaş adımlarla geri
döndüğünde gün çoktan kendini geceye teslim etmeye başlamıştı. Saraya geri
geldiğinde kimseyi görmek istememişti. Tulhu’nun yatırıldığı odaya gittiğinde
orada Aiken ve Gerda’nın olduğunu öğrenmişti. Kapının orada durmuştu. Yarın
açık kapının orada onları duyacak kadar içeri girmişti. “Ona kızgın değilim.
Sadece sanki her şey sarpa saracak ve yenilecekmişiz gibi hissediyorum. Karga
Lider ilk defa yanıma geldiğinde bana savaşıp savaşmayacağımı sormuştu. Madende
çalışan ailesi olmayan sıradan birisiydim. İçeri girip herkesi yok etmişti.
Kırbaç sallayan o adamları… hisarın komutanlarını… herkesi. Sadece ben ve
birkaç kişi kalmıştı. Önünde elimde kazma ile duruyordum. Oranın onun
toprakları olduğunu ve birisini aradığını söylemişti. Koen’i aradığımı şimdi
anlıyorum. Üç yüz yıldır bugünü bekliyorum demişti. Ona inanmamıştım. Üç yüz
yıl… bir insan ömrünün dört katı belki. Ona savaşacağımı söylemiştim. Ona karşı
çıkmamıştık. Üç dağ ordusunda herkes onun ilk saldırısının sonucu ona katılıp
özgürlüğü için savaşmak isteyenlerdi. Onlardan kaçı kaldı bilmiyorum bile. Büyüdükçe
kontrolden çıkmış gibi her şey. Koen gittikten sonra sanki her şey daha korkunç
oldu ve asla toplanmayacak gibi. Eskisi gibi sadece özgürlük amacımız yok
gibi.” Aiken durgun tonla bunları söylüyordu. “Az kaldı. Sadece Hisar’ı alıp
bitecek her şey.” Dedi. Aiken derin bir nefes almıştı. “Tanrılarla savaşıyoruz
Gerda. Biz insanız ve onlar tanrı. Bu doğru mu? Hisar’ı almak mı? Yüz yıllardır
oraya saldırmaya kimse cesaret edemedi. Bozgun olacak. Baksana. Hepimiz yoktan
yere ölümlere sebep oluyoruz.” Koen bunu duyunca birkaç adım geri çekilip
odadan çıkmıştı. Jeniske’nin diğerleri ile toplantıda olduğunu bildiği büyük
karşılama salonuna doğru yönelmişti. Hızlı adamlarla oraya doğru gidiyordu.
Kapıda dikilen muhafızları kenarı çekilmeye zorlayıp içeri girmişti. Kral ve
kraliçe vardı içeride. Maios, Saisa ve Tavi Jeniske’ye eşlik ediyordu. Koen
içeri dalınca hepsi ona dönmüştü. “Karga Lider acil bir şey için konuşmamız
gerek.” Dedi. Jeniske ona bakıp kalmıştı. Ayağa kalkıp onun yanına doğru
yürümeye başladığında Koen hemen dışarı doğru çıkmıştı. “Pis Boğazla alakalı
bir sorun mu var?” demişti. Koen başını iki yana sallamıştı. “Canını sıkan ne o
zaman?” dedi. Koen kenarı doğru çekilip ona dikmişti gözlerini Koridorun
soğukluğu içini titretiyordu.
“Onların savaşı bitti.” Demişti. Jeniske ona bakıp kalmıştı. “Kimin?”
“İnsanların. Onların savaşı bitti.”
“Ne demek istiyorsun anlamıyorum.”
“Aiken, Maios ve diğerleri… Hepsinin savaşı bitti. Bundan sonrası ikimizin
savaşı Jeniske. Hisara onları sürmek zorunda değiliz. Onların savaşı değil.
Bunu yapamayız. Onların aileleri var ve onlar korkuyor artık. Bu olanlar… Onlar
bir tanrıça ve tanrı ile savaşmaya hazır değil. Onlar bunu yapamaz.” Dedi.
Jeniske birden durulup ona bakıp kalmıştı. Bir süre sessizlik olmuştu.
“Haklısın!” demişti sadece. Kafasında beliren şey Koen’in artık kimsenin
ölmemesi için uğraştığıyla alakalıydı. “Peki nasıl yapacağız?” dedi. Koen ona
bakmıyordu. Ayaklarına dikmişti gözünü. “Sen ve ben… Son ve tüm gücümüzle.” Dedi.
Jeniske ona doğru birkaç adım atmıştı. “Başarır mıyız?” dedi. Koen ona bakıp
gülmüştü. “Başarırız. Bizim kadar pervasız kimse yok. Bir de ikimizde güçlüyüz.
Sadece sen ve ben… Yaksotat ve o boktan ordusu… Eğlenceli olur. Sonunda
ikimizde ölmüş oluruz ve ben tekrar doğarsam seni geri getiririm.” Dedi. Jeniske
bir an gülmüştü. “Ciddisin!” dedi. Koen başını usulca sallamıştı. “Evet!
Tulhu’yu görmeye odasına gitmiştim. Aiken ve Gerda ile konuşuyorlardı. Onlar
korkuyor. Korku Yaksotat’ı daha güçlü kılıyor. Sen korkuyor musun?” dedi.
Jeniske başını iki yana sallamıştı. “Pek değil. Sadece seni kaybedersem diye
korkuyorum.” Dedi. Koen sırıtmıştı. “Ölümsüzlük ile lanetlendim. Korkmana gerek
yok. Bundan sonra korkmamıza gerek yok.” Dedi. Jeniske ona bakıyordu. “Seni
endişeli sanıyordum. Gerginde… Planlamışsın her şeyi. Tamam. Yargılama işini
devredip geliyorum.” Dedi. Koen olduğu yerde dikilmiş ona bakıyordu.
“Bekliyorum. Hisar’ın kovulmuş tanrıçasını Üç Tanrı Dağının rahibi ve Yargıcı
yenecek.” Demişti. Tarihi yazanlar o sözleri duysaydı Koen için şanlı bir
kahraman derdi. Onun korkusuz ve diğerleri için kendini feda eden bir kahraman
olduğunu söylerdi. Ama öyle olmadı. Ve tarihin yazıcısı olanlar onun için tek
bir şey söyledi. “O bir…”
…
Bölüm Otuz Beş
O Bir...
Final
Bir yaz akşamı öğleden sonrasıydı. Saat belki altı belki yediydi.
Güneş toprağı kavurmayı bırakmış ardında tatlı bir esinti vardı. Mona oturduğu
terasta batmaya başlayan gök yüzünün ardında bıraktığı pembe turuncu renklere
bürünmüş bulutlara bakarken son kelimelerini yazmaya hazırlanmıştı. Karşısında
onun yazdıklarını izleyen üç yaşına yeni basmış olan oğlu ile göz göze
geldiğinde gülümsemişti. Epharai onun yeni eviydi ve sevgili kocası meclisin
saygın üyelerinden birisi olmuştu. Neredeyse dört yıldır bu büyük eseri
üzerinde çalışıyordu. Büyük barış ordusunun nihai zaferi ve sonuçları. Koen ve
Jeniske’nin kaybolduğu o günden bir hafta sonra Hisar’ın düştüğü haberi gelmiş
ve ardından Tulhu kaybolmuştu. Herkes onların anlaşmalarına sadık kaldığını
ummaktan başka bir şey yapamıyordu. Tanrılar ve insanların savaşında kazanan
insanlar olmuştu. Ama aslında tanrılar ile savaşan hiçbir zaman insanlar
olmamıştı. Sadece onlar birbirlerini katledip zafer kazanmış gibi siyah ve
beyazı yarattıklarına inanmışlardı. Mona son satırlara bakarken elindeki diviti
nazikçe bırakmıştı. “O bir kahraman değildi. Sadece bir yargıçtı. Görevini
yerine getiren bir yargıç. Kahramanlar insanlarda değildi. İnançları hiç
değildi. Kahramanlar fikirlerdi. Koen bir fikir değildi. O gerçekliğin beden
bulmuş haliydi. İnsan olan ama tanrılara kafa tutan fikirlerin ötesindeydi. O
bir gerçekti.” Satırları okurken merdivenleri acele ile çıkan kadını duydu.
“Hanımım!” diye bağırırken heyecanlanmıştı onu izleyen Mona ve oğlu. “Hanımım
iki adam geldi. Sizi ve Senatör Nikow ile görüşmek istiyorlarmış.” Diyordu.
Mona birisini beklediğini hatırlamıyordu. Savaşın bitişinden sonra sık sık
diğerleri ile görüşürdü ama çok misafiri olmazdı. Oğlunun sakin ve huzurlu
büyümesini istemiş ve bir yandan da her yere kopyası gönderilecek büyük savaşın
hikayesini yazmayı bitirmeyi planlamıştı. “Kim peki?” dedi. Kadın hızla
soluklanmıştı. “Uzun siyah saçlı bir adam ve yanında ufak beyaz bir adam.”
Demişti. Mona bir an için düşünmüştü. Böyle bir tanıdığı var mıydı? Siyah saçlı
ve beyaz bir adam. Ayağa kalkmıştı. “Oğluma göz kulak olur musun?” demişti.
Kadın arkada o önde merdivenleri inip avluya geldiğinde etrafı inceleyen iki
kişi ile karşılaşmıştı. Arkası dönük iki kişi kendi arasında sohbet ederken
etraftakiler onları izliyordu. “Güzel bir evmiş.” Demişti açık kahverengi
saçları olan adam. Diğeri usulca başını sallamıştı. “Yıllar sonra böyle bir
hayatı hak etmişlerdi.” Demiş ve dönünce Mona şaşkınlık ile kalmıştı. Jeniske
ile yüz yüze geldiğinde ne diyeceğini bilemeden ona bakıp kalmıştı. Daha sonra
Koen’in gülümsemesine bakıp kalmıştı. Seneler sonra onları görmenin şaşkınlığı
içindeydi. İkiside hiç değişmemişti. Hala o gün olduğu gibi kadar gerçek ve
gençlerdi. Ağzı açık kalıp öylece
kalmıştı. Koen ise gülümseyerek birkaç adım atmıştı. “Merhaba Mona!” demişti.
Mona bir an eğilmişti. “Efendi Koen, Efendi Jeniske!” diye selam verdiğinde
Koen ona doğru süzülüp sarılmıştı. “Senatör karısı olarak bizim sana selam
vermemiz gerek. Sadece uğrayıp merhaba demek istedik.” Dedi. Mona ona
sarılmıştı. Tepki veremiyordu. Koen onu bırakınca kendini toplamıştı. “Nikow’a
hemen haber gönderin. Karga Lider ve Tilki Yargıç evimizde.” Demişti. Koen bir
an gülümsemişti. “Tilki Yargıç mı? bu ismi sevdim.” Mona bunu duyunca utançla
başını öne doğru eğmişti. “Bu ismi koyarken General Aiken yardımcı oldu. Efendi
Jeniske’nin size sık sık Tilki dediğini ve bunun geçmişinizle alakalı olduğunu
söyledi.” Dedi. Koen gülümseyip kenarda dikilen Jeniske’ye dönmüştü.
“Görüyorsun ya haklı çıktım. Gerçekten de bizim hikayemizi yazmış.” dedi.
Jeniske gülümsemişti. “Evet! Onu ziyaret etmek için bu yüzden bu kadar ısrarcı
oldun.” Demişti. Arkada duran kadına çevirmişti ardından gözlerini. “Bebeğin
büyümüş.” Demişti. Mona utançla tebessüm edip oğlunu kucağına almıştı.
“Zaferinizden bir süre sonra burada doğdu. Şimdi üç yaşında.” Dedi. Jeniske
onun kucağından çocuğu alıp ona şaşkınlıkla bakan çocuğa gülümsemişti. “Gözleri
senin gözlerin gibi. Adını ne koydunuz?” dedi. Mona bir an tereddütle bakmıştı.
Ardından buruk bir ifade ile gülümsemişti. “Koen!” dedi. Jeniske şaşkınlıkla
ona bakan bebeğe bir kez daha bakmıştı. “Koen demek!” dedi. Mona başını usulca
salladığı sırada Koen heyecanla bağırmıştı. “İsim babası oldum!” demişti.
“Neden benim adım?” diye sorgular gibi ona bakmıştı. “Onun var olmasının sebebi
hamileliğim sürecinde bana verdiğiniz ilaçlar ile oldu. İlaçlarınız sayesinde
düşük riski olmasına rağmen kolay bir hamilelik geçirmişim. Birde hayat öykünüzü yazarken sizden etkilenmemek
elde değildi. Onunda sizin gibi adil ve doğru yolu gösteren bir erkek olmasını
istedim. İsimler insana karakter verir.” Demişti. Koen gururla gülümseyip
bebeğe elini uzatmıştı. “Umarım kaderi benimki gibi olmaz.” Demişti. Mona
gülümsediği sırada atlar kişneyerek avlu kapısında durmuş ve kısa sürede kapı
açılmıştı. Nikow hızla içeri doğru girerken senatör pelerini savrulmuştu.
“Efendim!” demiş ve yere kadar eğilmişti. Jeniske onu hızla doğrultmuştu.
“Efendim ölmüş olacağınızdan korkuyorduk. Hemen haber gönderdim. Krallıklara
ulaşır. Herkes geri dönüşünüzü kutlamak isteyecek.” Dedi. Jeniske kucağındaki
bebeği Koen’e vermişti. “Habercilerini geri çağır Nikow! Sadece size bir şey
getirdik. Mona için daha çok!” dedi. Koen kenarda duran heybeyi göstermişti.
“İçinde!” demişti. Nikow oraya doğru yönelip heybeyi açtığında bir süre bakıp
kalmıştı. İçinden bir harita çekip almış ve açtığında kendi dünyalarının uzak
yerlerini görmüştü. Bir çok el yazması vardı. “Bunlar ne efendim?” demişti.
Koen gülümsemişti. “Uzun hikaye ama kısaca şunu söyleyebilirim, Hisar
düştüğünde bir gemi alıp uzaklaştık. Çok uzaklara gittik ve başka diller
konuşulan diyarları gördük. Yazdık hepsini. Bunları Mona’ya getirdik çünkü o
hepsini yazıp yeni dünyanın başlangıcına hazır olması için. Dünya değişiyor.
İnsanlar sihri unutup yerini kendi kendine alevsiz yanan lambalara ve demirden
insanlara bırakacak. Sihir onları canlandırmış ama artık sihrin ötesinde bir
şey var.” Dedi. Hızla çocuğu Jeniske’ye verip heybeye doğru yürüyüp birçok not
çıkardı. “Bunlara makineler diyorlar. Binalar yapan tahtadan ve eritilmiş
demirden makineler. Ateş kusan büyük silahlar… Tanrılar dünyayı terk etti ve
insan kendinin tanrısı olmayı öğreniyor.” Dedi. Mona oraya doğru yürüyüp
çizimlere ve el yazmalarına bakıp kaldı. “Bunları neden bana getirdiniz?” dedi.
Koen gülümsemişti. “Kaybolan masalları değil geleceği yazman için. Bunlar senin
dünyanın geleceğini şekillendirecek. Bunları verip geri gideceğiz. Dönmemek
üzere.” Dedi. Nikow dikilen kahyaya dönmüştü. “Misafirler için akşam yemeğini
hazırlayın.” Demişti. Bir devrin kapanışını bir akşam yemeğine sığdırmayı umut
etmişti. Yemek hazır olana kadar terasa çıkıp Mona’nın hazırladığı kitaba
bakmışlardı. Koen ve Jeniske için geçmişi yad etmek gibi olmuştu. “Size önemli
bir şey soracağım efendim!” Nikow kitabı Koen’e veren Jeniske’ye dönmüştü.
“Hisar’da ne oldu?” demişti. Jeniske gülümsemişti. “Kaybettim! Orada ölümle
burun buruna geldim ve öldüm. Yaksotat beni binlerce defa kılıçtan geçirdi.”
Dedi. Hisar artık harabeler içinde bir anıttı. Büyük taşlara savaşta ölenlerin
isimleri yazılmıştı. Oraya gittiklerinde taş taş üstünde kalmamıştı. Büyük bir
patlama olmuş gibiydi. Jeniske durulmuştu. Buruk bir ifade ile gülümsemişti. “O
gün ben kaybettim ve öldüm. İkinci yaşamım için yeniden doğuştu. Bir rahip
olmadan önceki halimle doğmak için bir fırsat verildi.” Dedi. Koen onları duyup
dönmüştü. “Yaksotat ve Azatod öldü. Ve Hisar’ı paramparça ettik. Olan şey bu!”
demişti. Durgun sesinde sakinlik vardı. “Peki nasıl?” demişti Mona kucağında
çocukla onlara bakıyordu. Koen ona dönmüştü. “Her şeyden vaz geçerek!” diye
kestirme bir cevap vermişti. Orada olan şey konuşulmayacaktı. İnsanlar bunu
bilmeyi hak etmiyordu.
O gün şafak doğarken oraya vardıklarında Koen ve Jeniske güçlerini
son noktasına kadar kullanmışlardı. Yaksotat orada kendi evinde güçlü ve
yenilmezdi. Ruhlardan oluşan ölümsüz ordusu bir karınca yuvası gibiydi.
Kalabalık ve dardı. Koen ve Jeniske için orada ölüm gerçekleşmişti. İkiside
tanrıçaya karşı kaybetmişti. Ama onların ardından yer yüzüne son defa inen
tanrılar ve Yeşil kitabın sahibi belirmişti. Yeşil kitabın sahibi hiç
ummadıkları kişiydi. Sarı saçları ve kesik kolları ile orada dikilirken diğer
tanrılar onun hemen yanında duruyordu. Ve altın kitabın sahibi Tulhu… Frange
cadısı, Epharai tanrısı… Onlarca tanrı oradaydı.
“Elinizden geleni yaptınız ama insanlar sadece kendi sevdikleri için savaşmak
ister. Onlar için ideal olan budur. Onların ruhları bununla var olabilir. Siz
onları kurtaramazsınız.” Demişti Azatod. Yeşil kitabın sayfaları havada
çevrilirken gözlerinde bir durgunluk vardı. “Biz tanrılar ne iyi ne de kötü
varlıklarız. Bizler insanların yazgılarını belirleyen birer varlığız. Sizleri
birbirine düşüren ve bundan beslenen. Bu bizim yaşam öykümüzü oluşturur. Ne
ölürüz ne de diriliriz. Büyük bir tiyatro sahnesinde sizler kukla bizler ise
kuklaları yöneten ipleri elinde tutanlarız.” Diye devam etmişti Frange cadısı.
Ve Epharai tanrısı altından bedeni ile, ölümle pençeleşen Jeniske’nin hemen
başında durmuştu. “Kaderine karşı çıkmak doğanda yoktu. Ama sen bunu başardın.
Bizim ufak oyun alanımızda eğlenmemizi sağladınız. Ne bencilliğimiz ne de güç
tutkumuz bu olayları yarattı. Siz insanlar inanmak istediğini seçtikçe ipler
birbirine dolandı. “Yaksotat cezalandırılacak ve Azatod’da. Ama onlar sadece
birer oyun kurucu. Kötü oldukları için değil oyunu batırdıkları için
cezalandırılacak. İnsanlar artık tanrıları ve büyüyü anlayamayacak kadar
doğadan uzak. Siz doğru olanı yaptınız. Sizler onları uzaklaştırıp iyi kazanmış
gibi yaptınız. Ölümünüz doğuşunu olacak. Ve sen yargıç.” Demişti. Bedeni kanlar
içinde yerde kıvranan Koen’e doğru dönmüştü. “Sen adil olmayı öğrendin. Şimdi
gerçekten insanların dünyasındaki görevini gerçekleştirmen gerek. Binlerce yıl
önce soyunun ileri gelenlerinin yapması gerekeni. Hisarın ilk planın işlemesi
gerek.” Demişti. Koen bedenin hafiflediğini hissediyordu. “Hisar insanlara
büyüyü unutturup bilimi öğretmek için kurulmuştu. Şimdi itaat edecekleri şey,
krallar ve büyüler değil. Meclisler ve bilim. Son görevin kendi insanların için
bunu öğret. Size birlikte yaşayacağınız uzun bir ömür vereceğiz. Karşılığında
sizde bizi bu dünyadan silin. Bütün izlerimizi. Varlığımızı.” Demişti. Koen ve
Jeniske o gün tanrılar tarafından son görevleri için tekrar diriltildiklerinde
büyünün son kırıntısını bedenlerinde hissetmiş ve çıktıkları yolculukta
tanrıları unutan toplumların nasıl ayakta kaldıklarını araştırmıştı. Ve şimdi
onları geri getirme vaktiydi.
Koen Mona’nın yazdığı kitabı sıkıca kavramıştı. “Sana
getirdiklerim karşılığında bu kitabı alıyorum. Bir kopyası bile olmayacak.
Sadece barış ordusu ve kılıçlar olan bir tarih yazman gerek. Artık dünya
değişiyor ve doğa bizim bir parçamız olmaya başlıyor.” Dedi. Mona ona
şaşkınlıkla bakıyordu. “Tanrılar öldü. Bizde öldük. Ve bu masalın kaybolup
gitmesi gerek. Yaşanılan her şey görgü tanıkları tarafından bilinmeli ve
unutulup gitmeli. Kaybolmalı. Çünkü tarih kendini tekrarlamayacak kadar bencil.
Zaman ise insanların değişmesi için hızla akıp gidiyor. Bunlar birer peri
masalı olmalı ve makineler, bilim yükselmeli ki insanlar adil bir dünyada
yaşasın.” Demişti. Mona ona bakıp bir süre düşündü. “Peki
insanlar aslını unutursa?” dedi. Koen gülümsemişti. “Aslını unutmak. İnsanlar
asla aslını hatırlamadı ki. Onlar hep geçmişi unuttu. Şimdi ise onlara geleceği
gösterip ilerlemesini sağlamamız gerek. İleride büyük bir üstat olacaksın Mona.”
Demişti. O akşam yemeği çok sakin geçmişti. Koen ve Jeniske gördüklerini
anlatıyordu. Demirden gemileri, ateş saçan silahları, insanların içinde
bulunduğu demirden dev zırhların ne kadar etkileyici olduğunu anlatmıştı. Gün
doğduğunda yolculukları için tekrar ayrılacaklardı. Nikow habercileri geri
çağırmış ve Koen ile Jeniske’nin ziyareti gizli kalacaktı. Mona gülümseyerek
yazdığı kitabı ona teslim ederken arkasında kalan heybeye göz ucu ile bakmıştı.
“İleride bambaşka bir dünya olacak ve siz bunun için çabaladınız. Bende öyle
yapacağım. Hemen kopyaları çoğaltıp Qufang, Üç Tanrı Dağı, Frange gibi köklü
büyük krallıklara göndereceğim. Dohen gibi kaynakları bol olan yerlerde
çalışmalar için işe koyulacağım. Babam bir zanaat üstadı idi. Bende bu zanaatı
geliştireceğim. İkinizin emeklerini kimse bilmese de ben bileceğim ve benimle
kaybolup gidecek. Doğudan gelen bir tüccardı bana bunları veren. Ve yanında
onunla çalışan bir üstat vardı.” Dedi. Koen gülümseyip ona sarılmıştı.
“Endişelenme, gelecek parlak.” Demişti. Nikow birden ona dönmüştü. “Peki son
bir şey sorabilir miyim? Bir süredir cidden merak ediyorum.” Dedi. Jeniske
başını sallayınca Nikow kaşlarını çatmıştı. “Tanrı Tulhu öldü mü?” dedi.
Jeniske başını iki yana sallamıştı. “Hayır! O Frange Cadısının huzurlu
çayırlarında Anne kediye bir oğul olup kardeşleri ile ruh kapılarını koruyor.
İstediği şey ölümden çok huzurdu. Sonsuz huzur onun oldu.” Dedi. Nikow
gülümsemişti. “Yorgun bir adamdı. Kötü bir tanrı ama iyi bir insandı.” Dedi.
Koen başını sallamıştı. “İyi ya da kötü yoktur. Herkes kendi hikayesinde
iyidir, bir başkasının hikayesinde kötü. Çocuklara bunu öğretin. Merhametten
önce adil olmayı öğretin ki başkalarının hikayelerinin iyilerine acıyıp, kendi
hikayelerindeki kötü olmasın karşılarına çıkanlar.” Demişti.
Günler günleri yıllar yılları kovaladı. Ay güneşi güneş ayı aradı
dünyanın etrafında döndü durdu. Gizemli iki yabancı dünyanın her yerini gezip
bir gemide bir postayla Epharai şehrine senede bir kitaplar el yazmaları
gönderdi. Yıllar oldu, saçlara aklar düştü. Sakallar uzadı, çocuklar büyüdü,
yaşlılar öldü. Ve gemiden gelen son şey bir mektup oldu. Koen tarafından hasta
yatağında yatan saçları aklaşmış Mona ve diğerlerine ulaşan son mektuptu.
“Sevgili Mona, bu mektup sana ulaştığında son mektup olacak. Yıllar geçti ve
yaşlandık. Hayatımın en güzel zamanlarını sevdiğim kişi ile yan yana
maceralarda koşarak yeni şeyler keşfederek geçirdim. Benim için hayatın anlamı
olan Jeniske zamana yenik düşüp öldü. Yakın zamanda onun yanında olacağımı
hissediyorum. Ölmeden önce son arzusunu yerine getirmek için bu mektubu sana
yolluyorum. Her zaman ikimizin bir arada gömülmesini isterdi. Üç tanrı Dağında
aynı mezarlarda olmamızı isterdi. Ben oraya gidemedim o da. İkimizde aynı
topraklarda öleceğiz ve aynı yere gömüleceğiz. Ama onun isteği üzerine Üç Tanrı
dağında isimlerimiz olan bir mezar yaptırılmasını istiyorum. Maios’un
vefatından sonra oğlunun tahta geçtiğini söylemiştin. Ona bir mektup yaz ve bizim için orada bir
mezar yaptırsın. İçi boş olsun ama biz yan yana isimlerimizle orada duralım.
Mona senden son arzumuz bu. Yıllardır elinden geleni yaptın ve öteki dünyada seni
bekleyip karşılayacağız. Sevgili dostum. Sağlık durumun torunlarının büyümesini
görecek kadar iyi olsun ve herkesin unuttuğu tanrılar sana onlarında
mutluluğunu görecek kadar şifa versin. Her zaman mutlu ol!” Mektubu okuduktan
hemen sonra Qufang’a yola çıkmıştı. Hastaydı ve yaşlıydı ama oraya varacak
kadar dirençliydi. Bir tarihin bitişine tanıklık edecek kadar cesurdu. Nasio
evlenmiş ve çocukları olmuş orta yaşlarında bir adamdı artık. Mona’yı
karşılayıp durumu öğrendikten hemen sonra onunla beraber Üç Tanrı dağına gidip
Gerda ve Aiken ve onların üç kızı ile üçüncü tanrı sunağının oraya iki mezar
yaptırdılar. Mona isimlerin yazılı olduğu taşlar dikildikten sonra
gülümsemişti. “Onlar sadece iki insandı ve birbirlerini severdi. Hayatlarını
birbirlerine adamış iki dost ya da aşık. Ama huzur içinde uyuyacak iki kişi.”
Demişti. Gelen mektubu orada yaktıktan sonra geriye dönüp baktığında bir devrin
başlayıp bitişini görmüştü. Her şeyi yazdığı kitabın tek kopyası Koen’e
verilmişti. O mektupla beraber tekrar Mona’ya dönüp büyük Qufang kütüphanesinde
bir tozlu rafa yerleştirilip mühürlenmişti. Unutulmaya mahkum bir masal olarak
orada kaybolup gidecekti.
…Son…
Yorumlar
Yorum Gönder