Kayıp Masallar 3 (28. Bölüm)

Serinin devamı geldi. Okumaya hazır mısınız?


Cevap Arayışı

Achube sigarasını içtikten bir süre sonra içeri girmişti. Ramsy bulaşıklara yardım etmeyi yeni bitirmişti.
“Milos ve Andrjez aşağı inmeyecek mii?” demişti. Ramsy başını sallamıştı.
“Sanmıyorum. Sabah ilgilenirsiniz. Sende dinlen.” Dedi. Achube başını sallamıştı. Yorgundu ve uyumak istiyordu. Yaraları canını yakmaya başlamıştı tekrardan. Ona verilen ve değişen odaya girmeden önce kahvesini içen doktora selam vermek istemiş ve yanan şöminenin oraya gitmişti. tekerlekli sandalyesinde oturan doktorun karşısına oturmuştu.
“Sargılarını değiştirdin mi?” dedi doktor. Achube başını sallamıştı.
“Manastırda da kendini yaralamakta başarılıydın: sürekli olarak kavgaya bulaşıp dururdun. Loan’ın seni revire göndermesinden bıkmıştım.” Dedi. Achube gülmüştü.
“Sizi yorduğumu fark etmemişim. Yüzbaşı Dejan sürekli olarak kavga ettiğim için beni patakladığı için revire geliyordum.” Dedi. Doktor ona bakıyordu. Kahvesinden bir yudum alıp ona bakmaya devam etmişti.
“Korkusuz olduğunun hep farkındaydım ama bu kadar ileri gideceğini hiç düşünmemiştim.” Achube iç çekmişti. “Bende. Birden gönüllü olmak istedim. Sadece anlık bir karardı.” Doktor ona bakıyordu. Bunun sebebi Loan’ın seni yanından göndermesi ile alakalı değil mi?” dedi. Achube ona bakıyordu. Durgundu. Yorgunluğu omuzlarını düşürmüştü.
“Belki… Yüzbaşının köpeği olduğumu söylemelerinden rahatsız olmuştu. Sürekli onu takip etmemden de… Ama artık sorun yok.” Dedi. Doktor ona bakarken buruk bir gülümseme belirmişti yüzünde. “Loan sadece seni korumak istedi.” Achube ayağa kalkmıştı.
“Pek başarılı değil galiba. Gidip sargılarımı değiştireceğim.” Dedi. Doktor ona bakıyordu. Achube her zaman savrulup giden ve arada yok olup kimsenin fark etmeyeceği birisiydi. Kendini bir şeye bağlamazsa ölümü sessiz ve hüzünlü olurdu. Doktor onu manastırda da tanımıştı. Sonrasında cephe ve kışlada da tanımıştı. Achube’nin Yüzbaşı Dejan’ın köpeği olduğu lafını çok defa duymuştu. Onun küçük köpeği…

Achube yatağa oturup sancıyan göğsüne elini koymuştu. Geçmişi her zaman arkasında bırakıp unutmaya çok yatkındı. Vahşi olmadıkça birilerinin ondan parça koparacağını bildiği için hep ilk ısıran olmaya alışıktı. Bir kere canı yandığında hep canın yanacağını anladıkları için her şeyle alay etmeyi seviyordu. Hiçbir şey olmamış gibi alay etmekten başka ne yapılacağını öğrenememişti. Babasının ona dediği şey aklına gelmişti.
“Ağlamaya devam edersen daha fazla dayak yiyeceksin.” Sargılarını çözmeye başlamıştı. Yarasındaki sızıdan daha çok içindeki buruk bu duygu canını yakıyordu. Kendini yapayalnız hissetmeye başlamıştı. Bu duygu taşın kullanımından sonra sık sık onu saran duyguydu. Bedenindeki acılar ruhundaki yaraları tetikliyordu sanki. Dolan gözlerini kapayıp öne doğru eğilmiş ve ellerini yüzüne doğru götürmüştü. Ağlamamalıydı. Ağlamak sadece daha çok canını yakardı. Kapının sesi ile irkilmişti.
“Müsait misin?” Ramsy kapı aralığından ona seslenmişti. Achube kendini toparlamak için iç çekmişti.
“Gel Ramsy. Sargılarımı değiştiriyordum bende.” Dedi. Ramsy içeri doğru süzülüp kapıyı kapatmıştı. “Bunu tek başına yapmamalısın. Dikişlerin açılırsa kötü olur.” Demiş ve yatağa doğru yürümüştü. “Bırak ben yapayım.” Demişti. Achube ona izin vermişti. Sırtını dönmüştü. Ramsy ise keserek sargı bezini sökmüş ve yaraya kapatılan siyaha dönmüş pamukları yavaşça almıştı. Dikişlerin ardında sarıya dönmüş solüsyonu temizlemek için temiz pamuğa doktorun verdiği sıvıdan döküp yaraları silmeye başlamıştı. Yaralarını temizlediğinde birden durmuştu.
“Canın mı acıyor?” dedi. Achube başını sallamıştı. Gözlerinden akan yaşlar çenesine oradan da dizlerine doğru damlıyordu.
“Sana ağrı kesici getireceğim. Önce yaraları kapatalım.” Dedi. Achube onun gitmesini istemiyordu.
“Ağrı kesici istemiyorum.” Demişti. Ramsy bir sorun olduğunu anlamıştı. Oradan gitmemek için oturup sessizce yaralarını kapatmıştı. Achube pansuman bitince gömleğini giymiş ve kenarda duran suya uzanmıştı.
“Konuşmak ister misin?” dedi Ramsy kirli sargı bezlerini toplarken. Achube ona dönmüştü.
“Halim yok. Sadece taş yüzünden böyleyim. Uyuyalım mı?” demişti. Ramsy başını sallamış ve hemen yatağın üstünü toplamıştı.
“Yatağa yan yatmalısın. Sırt üstü yatmaman için arkana yastık koyacağım. Dönüp baskı uygulama.” Demiş ev onun uzanmasını beklemişti. Achube ise ona bakıyordu.
“Yukarı mı çıkacaksın?” dedi. Ramsy başını sallamıştı.
“Seni daraltmak istemem. Rahatça uyuman önemli.” Demişti. Achube yatağın diğer ucundaki örtüyü çekip almıştı.
“Uyuyana kadar bana çiftlikten söz etsene.” Demişti. Ramsy onun yalnız kalmak istemediğini anlamıştı.
“Peki.” Demiş ve yatağın diğer tarafın dolanıp oturmuştu. Achube örtünün altına girip uzanmıştı.
“Sana atlar hakkında bir şey anlatmamı ister misin?” demişti. Achube yan yatıp ona bakmaya başlamıştı. 
“Olur.” Demişti. Ramsy yavaşça kaykılıp uzanmış ve örtüyü üstüne doğru çekmişti.
“Çiftlikte doğan atlar ehlileştirilmesi kolay olanlardır. Doğdukların andan itibaren insanlara alışık oluyorlar ve ne istediğimizi ve karşılığında ne vereceğimizi biliyorlar. Ama bazen taylar yetişkin olamadan ölüyor. O zaman çiftlikteki at eksikliği için çayırlara gidip yabani tay arıyoruz. Yetiştirmek için. İşin korkunç yanı sürüyü yine bir at sırtında takip etmemiz gerekiyor ve bazen atlar sürüye yaklaşmak yerine huysuzlanıyor. Sanki oraya gittiğinde özgür olan türdeşlerini görüp incineceklerini hissediyorlar. Bir defasında safkan bir beyaz at vardı ve çiftlik sahibi onu en kıymetlisi olarak anlatırdı. Çok güzel tay doğurmuştu ve tay henüz gelişemeden hastalığa kapıldı. Şehirden ilaç getirdik ama yaşayamadı. Tay sayısı eksik düştüğü için çayıra gittik ve beyaz atta bizimleydi. Sahip onu çok sever ve o da ona sadıktı daima. O gün bütün atlar huysuzlanmıştı. Sürüyü gördüklerinde gitmek istememişlerdi. Kement atacak mesafe bile alamamıştık. Atlar huysuzlanınca durmuştuk. O gün beyaz at onlara en çok yaklaşan olmuştu. Oraya doğru yavaş yavaş gidiyor ve sanki onların ne olduğunu anlamaya çabalıyor gibiydi. Ertesi gün ev ondan sonraki günlerde sürüyü takip ettik ama atlar oraya yaklaşmamak için sürekli kişneyip sürüyü korkutuyordu. Biraz ilerlesek bile sürü mesafeyi açıyordu. O zamanlar sadece sinirlenmiştim. Günlerce takip etmeye rağmen bir defa kement bile atamamıştık. Sonra her gün yavaş yavaş atlar döndüğümüzde çiftlikte ahıra girmek bile istemiyorlardı. Gün ağarması ile sürüyü takip etmek için daha da istekli olmaya başlamışlardı. Özellikle o beyaz safkan kısarak.” Achube ona bakıyordu.
“Özgürlüğü gördüler değil mi?” dedi. Ramsy ona bakıp gülümsemişti.
“Evet.  Onlar için bu yasak bir durum olmalıyken orada olmayı istiyorlardı.”
“Neden gitmelerine izin vermediniz?”
“Çünkü doğanın vahşiliğini bilmiyorlar. Orada olmanın nasıl olduğunu asla bilmediler. Bu onları ölüme göndermek olurdu. Vahşi yaşam iç güdülerinde olsada asla oraya ait olamayacaklardı. Beyaz kısrak son gidişimizde kaçmıştı. Onu uzun süre aradık, bulamadık. Sonra bir gün çiftliğin yakınlarında görülmüştü. Tekrar aramaya çıktığımızda Onu yaralı halde bulduk. Bir bacağı kırılmış karnı yarılmıştı. Çayırın ilerisindeki çakal sürülerine denk gelmiş olmalıydı. Orada saldırıya uğraşmıştı. Kurtarma şansımız olmadığı için sahip onu vurdu. Daha fazla acı çekmesin diye. Sonrasında vahşi tayların peşine düşmedik bir daha. Atlarda çayıra gitmek istemedi bir daha. Sanki olanların farkındaydılar. Orada özgürlük değil ölüm onları bekliyor olacaktı. Ne sürü içine kabul etmişti ne de onlar doğaya uyum sağlamıştı. Sadece açık bir av olacaklarını anlamıştı atlar. Çiftliği basmalarından bir sene önce tay ehlileştirme işinden vaz geçmişti sahip artık. Onun yerine doğan tayları hayatta tutmaya çabaladı hep. Ama bir lanet gibi beyaz kısraktan sonra ne atlar döl tuttu ne de tutan döl sağ kaldı. En sonunda arazilerinin çoğunu tarlaya çevirmeye karar vermişti. Düşününce hayatta olsaydı muhtemelen son iki atını satıp onun yerine biçme makinası alacağından emindim. Bende evin kahyası gibi orada burada dolanırdım. Atlar olmadığı için sürekli boş gezindiğimden yakarıp duruyordu.” Ramsy başını çevirip bakınca Achube’nin uykuya daldığını görmüştü. Gülümseyip eğilmiş ve örtüyü nazikçe üstüne doğru çekmişti.
“O beyaz kısrağa hep üzüldüm ama özgür öldüğü gerçeğini kafamdan çıkaramadım hiçbir zaman. Umarım bizde özgür öldüğümüz için hatırlanırız.” Demiş ve nazikçe yatağı sarsmaya korkarak kalkmıştı. Üst kata çıkmadan önce Emma ve Nuna’nın mutfakta konuştuğunu duymuştu. Sessizce kapıya doğru yaklaşmıştı.
“Abiel çocukların bende olmasını istemeyecek. O ve ailesi soy takıntılı. Çocukları benden almak için peşime düşer. Ailemin anına gidemeyeceğim.” Emma bunu söylerken sesi boğuktu. Nuna ise onun elini tutuyordu.
“Onları canım pahasını korurum. Bir şey olmasına kimse izin vermez.”
“Yüzbaşı Dejan çocuklarımın güvenliğini sağlamamı kabul ettiği için buradayım. Eğer isyan gerçek olursa verilen sözlerin hiç biri tutulmayacak demektir Bayan Nuna.”
“Endişelenme güzelim, onları burada bulunan herkes canı pahasına koruyacaktır. Beni hafife alma. Abiel Lows’un canını okuyacak kadar kötü kadınım ben. Gidip dinlen.” Demişti.  Ramsy merdivenlere yönelmişti. Herkesin özgür ölmek gibi bir niyeti olmadığını biliyordu. Özellikle Emma’nın. Onun önceliği bebekleriydi. Onların güvenliğini sağlamak için köle olmayı, birinin köpeği olmayı tercih ederdi. Annelik buydu. Boyun eğerken eteğine sığınan çocuklarını kollamak için yapardın bunu.  Emma özgürlükten öte yaşam mücadelesi vermek zorundaydı.

Gün doğarken katta duyduğu ayak seslerine uyanmıştı Ramsy. Odadan çıkmadan giyinmek için hemen yataktan çıkmıştı. Gözü ilk olarak pencereye yönelmişti. Kar yoğunlaşmış ve hızla yağmaya devam ediyordu. Bu gidişle yollar kapanacak ve gitmeyi düşündükleri Kuzey’e ancak imparatorluk kontrolünde olan yollardan gidebileceklerdi. Üstünü giyip koridora çıktığında Achube Andrjez’in konuştuğunu görmüştü.
“Günaydın.” Demiş ve onlara bakmıştı. Achube ona bakıp gülümsemişti.
“Günaydın. Uyanmış olman iyi oldu. Bizde şimdi şu kopuk baş hakkında plan yapıyorduk.” Dedi. Ramsy onlara bakarken Milos saçlarını toplayarak odadan dışarı doğru süzülmüştü.
“Anladım. Biraz kulağa korkutucu geliyor.” Dedi.   Milos ona bakıp gülümsemişti.
“Endişelenmekte haklısın. Nasıl bir şey bizi bekliyor hepimizin kafasında sorular var. Buna cevap bulmak için gidelim ve deneyelim.” Dedi. Achube ona elindeki ufak deri keseyi uzatmıştı. Milos keseyi alıp elinde tartmıştı.
“Bunu yapmadan önce bir şey söylemem gerek.” Dedi. Achube ona bakıyordu. Milos keseden bir taş alıp geri ona vermişti.
“Taşı bölemem.” Demişti. Achube ona bakıp kalmıştı. Milos ise elindeki küp şeklindeki taşı ona göstermişti. “İçi oyulmuş ve kan doldurulmuş olduğu için onu kesersem parçalanıp işe yaramaz olacak. O yüzden bir tanesi bize lazım olacak.” Dedi. Achube şaşkınlıkla ona bakıp elini uzatmıştı.
“Beni neden kandırdın Milos? Başından beri biliyordun. Taşları siz yapıyordunuz. Neden? Geri ver.” Demişti. Milos taşı cebine doğru koymuş ve ellerini arkasında birleştirmişti.
“Kuzey isyancılarının kampında istemediğin kadar taş var.” Achube ona bakıyordu. Ramsy ise araya girmek istemiş ve Achube’nin omzuna koydu.
“Kar çok yoğun yağmaya başladı. Bu gidişle geceye yola çıksak bile yollar kapanmış olacak. Öğlene kadar yola çıkmalıyız.” Achube iç çekmişti. Taşları olmadan silahsız kalırdı. Ve elindeki alınmıştı. Bir saldırı durumunda savunmasız kalmaktan korkuyordu.
“Oraya vardığımızda ödeyeceğim.” Dedi. Achube durumu uzatmadan kabullenmişti.

Dışarısı soğuk değildi. Kar yağışı dün geceki ayazı bastırmıştı. Milos atkısını sıkıca sarmış ve çenesine kadar çekiştirmişti. Achube arabanın kapısını açmış ve ayağıyla yerdeki karları ezerken arka koltuğa bakıp kalmıştı. Andrjez ise anahtarı alıp bagaj kapağını açmak için arabanın arkasına yönelmişti.
“Burada!” demişti. Hemen bagaja doğru yürümüşlerdi. Ramsy çok heyecanlı değildi göreceği manzara için. Andrjez çuvalı kavrayıp kaldırmış ve biraz sallamıştı.
“Hayda…” demişti. Ramsy o zaman oraya doğru adımlarını hızlandırmıştı.
“Ne oldu?” demişti. Elindeki ızgara sopasını utarken. Achube torbaya vurmuştu.
“Donmuş. Bunu çözmemiz gerek.” Demişti. Milos birden elleri giydiği paltonun cebindeyken sırıtmıştı. “Ben hallederim. Bu sayede anılarını tazelemek için zamanı olur.” Demişti. İlk başta bu oldukça normal gelse de odunluktan gelen çığlıklar evdeki herkesi ayağa dikmişti. Ramsy kenarda dehşetle bakarken Achube sigarasını içmeyi unutmuştu. Andrjez ise öylece ona bakıp kalmıştı. Milos yaktıkları ateşin başındaydı ev donu çözülmeye başlamış olan kafadan çıkan çığlıklar kulakları sağır edecek kadar fazlaydı. Milos oldukça heyecanlı duruyordu. Kimse onu bu kadar sadist olarak düşünmüyordu. O ise bu işkenceden zevk alıyor gibiydi. Çömeldiği yerde elinde ızgara demirini tutuyordu. Demirin ucuna başı saplamış ve bir et parçası gibi sık sık ateşe tutuyordu. Kafada tutuşan saçlar, kirpiklerden geriye sadece küller kalırken eti yandıkça çığlıkları yükseliyordu. Ayrık çenesi sürekli olarak daha da ayrılıyordu sanki. Milos ise gözleri ışık saçarak ona bakıyordu.
“Yetmez mi?” demişti Ramsy artık o şeye acıyarak. Milos ise avucunda tuttuğu taşı göstermişti.
“Ölümsüz bu piçe acımana gerek yok, iyileşmesi bu şeye bağlı.” Demiş ve biraz daha onu ateşte çevirip çekmişti. Tütsülenmiş ve kızarmanın ötesinde yanmış olan cildi kan ile yağ karşımı bir görüntü içindeydi. Achube midesi bulanmış halde onlara bakarken Milos kafayı kendine doğru yaklaştırıp tam yüzünün önünde tutmuştu.
“Tanrıların yaratacağından daha mükemmel bir şey yaratmış insanlar. Şuna bak. Taşa bile gerek kalmadan cildini yeniliyor. Sanırım donması onu sadece bir uykuya sürükledi. Mükemmel bir şaheser. Mükemmel.” Demişti. Elini uzattığında kesilmiş baş birden hızla çenesini kapatınca Milos irkilip geriye doğru sendelemişti.
“Andrjez sana güç veren tanrının bildiği bir gerçek olduğunu düşünmeye başlıyorum. Öldüremediği bir insan. Ruhsuz et yığını ve sonsuza kadar kendini onaran geneler. Bu projede benden sakladıkları tek şey kanımın nereye gittiği değilmiş. Alçak Zabor.” Demişti. Achube ona doğru yaklaşmaya başlamıştı.
“Nasıl yani?” dedi. Milos kafayı ona doğru çevirmişti. “Şuna bak. Kaşları ve saç diplerine. Yeniden çıkıyor. Gözünün eridiğine emindim ama yeniden beni görüyor gibi bakıyor. Babam hastalığına çözüm bulmak için ölen organları ve bedeni için yenileme yolları denemişti. Bunu ölmüş olanlarda denemişler. Andrjez onun anılarına bakman gerek. Belki de onlar çoktan ölümsüzlüğü buldu.” Dediğinde derin bir sessizlik başlamıştı. Milos birden elinde tuttuğu kafaya bakıp birkaç adım ateşe yaklaşmıştı. “Belki de ölümsüz olanı buldular.” Ateşe doğru kafayı tutarken eskisi kadar zevk alıyor gibi durmuyordu. Katlanılamaz çığlıklar ortaya çıkarken Milos gözlerini ateşe dikmişti. Achube birden onun elini yakalamıştı.
“Onu yok mu edeceksin?” demişti. Milos ona dikmişti gözlerini. Elindeki taşı ona doğru uzatmıştı. “Evet, Andrjez’in onun anılarına bakmasına gerek yok. O zaten bize cevap verebilir.” Dedi. Achube taşı alıp bir adım gerilemişti. Milos ise çığlıklar atan ve iyice tutuşan kesilmiş kafaya bakıyordu. Kana kamaya başladığında ateşin kırmızılığı yeşile, is ise koyu beyaza dönmeye başlamıştı. Birden çığlıklar kesilmişti. Milos eliyle yüzüne doğru esen korkunç kokan dumanı elini savurarak uzaklaştırmaya çabalarken Andrjez dumandaki yoğun azot kokusunu alıyordu. Milos kap kara kesilmiş başı karlara doğru attığında “cos” diye bir ses yayılmıştı. Duman dağılıp ateş normale döndüğünde Milos karları eritmiş olan kesilmiş baştan ziyade kapkara bir küreye dönen kafaya doğru yürümüş ve elindeki demiri tekrar saplayıp onu kaldırmıştı. “Tekrar yapalım.” Demişti. O bunu söylerken kafanın üstünden kara kara deriler dökülüp altından çıplak bir et çıkıyordu. Milos onu defalarca ateşe tutup karlara atmış ve artık kafanın çığlıklarına herkes alıştığında Milos onu son kez tekrar ateşe sokacağı sırada bir inleme ile durmuştu.
“Bir şey mi söyledin?” dediğinde demirin ucundaki başın çenesi kıpırdamıştı. Nuna çığlıkları bastırmalarını, bebeklerin uyandığını ve ağladığını söylemeye gelmiş ama olayı görünce diğer üçünün yanında Milos’u izlemeye başlamıştı.
“Dur lütfen.” Yükselen hırıltılı ses ile hepsi irkilmişti. Milos ise başa bakıyordu. “Hayır.” Demiş ve onu ateşe doğrulttuğunda korkunç çığlıklar daha da çok artmıştı. “Yapma!” çene oynadıkça bu ses artıyordu. Onun konuştuğunu duydukça hepsi yerinden kımıldayamadan kalmıştı. “Yalvarırım. Öldür beni.” Son çığlıklardan önce Milos bunu duyunca birden onu ateşten çekmiş ve kenarda duran su dolu kovaya daldırmıştı. Çıkan dumanda Milos’un yüzü seçilemiyordu. Orada öylece elindeki demir çubuğu kovanın üstünde tutuyordu.
“Anlat.” Demişti Milos onu sopadan fırlatıp diğerlerinin ayağına doğru yuvarlarken. Nuna korkuyla Ramsy’in omuzuna doğru tırmanmaya çabalayıp arkaya saklanmıştı. Achube ve Andrjez ise korkunç görüntüye bakıp kalmıştı. Erimiş etleri kararmış kemikleri, göz yuvaları boş o korkunç kafa yan düştüğü yerde bir şeyler geveliyordu. Dili yeniden oluşuyordu. Milos oraya doğru yürürken burnuna çektiği atkıyı indirmişti.
“İnsan eti yanarken çok iğrenç kokar. Proteini yüksek olan bu et, yağ oranı yüksek olunca daha kötü bir koku yayıyor.” Demişti. Nuna oluğu yerde korkuyla dururken Milos yerde duran kafayı ayağı ile biraz ileri doğru yuvarlamıştı.
 “Amacın neydi?” dedi. Milos bunu yaparken yuvalarda oluşmaya başlayan gözlere dikmişti gözlerini. Yerde duran uzun sopayı alıp ikiye kirmiş ve göz yuvalarına sapladığında Ramsy birden kusmaya başlamış ve Nuna rengi atmış halde ayaklarına kusan Ramsy’e bakıp kalmıştı.
“Neden… neden bunu yaptın?” dedi Achube tiksinmiş halde. Milos ise doğrulmuş ve ellerini çırpmıştı.
“Ona soru soruyorum ama o dilini düzeltmek yerine önce gözlerini oluşturmaya çabalıyor.  Saatlerdir onu yaktığımda önce kafasının etrafındaki deriyi yeniden oluşturmak için çabaladı. İstediği yerini tedavi edebiliyor. Gözlerini tedavi etmesinin sonucu iyi olmaz.” Demişti. Milos2un neyin farkında olduğunu Andrjez artık merak etmeye başlamıştı.
“Eziyet etmek için mi onun anılarını okumama izin vermedin?” Milos bunu duyunca ona bakıp elini göğsüne doğru koymuştu.
“Böyle düşünmen beni üzüyor. Eziyet eme arzusu olan birisi değilim ben Andrjez.” Demişti. Orada bulunan herkes Milos’un sadistliğe yatkın olduğunun farkındaydı. Bu huyu korku verici ve rahatsız ediciydi. “Onu biraz zorlamak istedim. Kendini dondurması ve çözülsün diye beklerken gücünü toplaması doğru olmazdı. Ateş sadece onu öldürebilir. Ama donmuş numarası yapması canımı sıktı. Bize amacını söylemezse bir süre daha onu çubuğa takılmış et gibi kızartıp sonunda beynini paramparça edip yakacağım.” Dedi. Kafa dilini oluşturmaya başlamıştı.
“Ele geçirmek…” Milos bunu duyunca elini göğsünden çekip cebine sokmuştu.
“Kimi? Neden?” demişti. Nuna tiksinerek verandaya doğru dönmüştü. “Kafayı yemeden içeri gireceğim. Ramsy yürü sende.” Demişti. Ramsy orada öylece duruyordu. Achube ise birkaç adım atmıştı.
“Kim emir verdi size?” demişti. Bu soru ile kafa sanki onu görebilecekmişçesine hareket etmeye çabalamıştı. “Komutan.” Demişti. Achube ona bakıyordu. Kafa ise sanki onun sesini duymak ister gibiydi. “Taş kullanıcısı…” demişti. Achube ona bakıyordu. Ramsy ise içinde bir huzursuzluk hissediyordu. Milos birkaç adım geri çekilmişti. “Onu istiyorlar.” Hepsi için beklenmeyen bir cevaptı bu. “Achube’yi mi?” demişti Milos şaşkınlıkla. Achube ise içindeki ürperti ile kımıldayamadan kalmıştı.
“Lütfen beni öldür…” kesik kafanın yalvarışı artık ağlama ve inleme seslerine dönüşüyordu. Milos ise ona bakıyordu. “Gözlerindeki o şey her ne ise neden onun korumaya çabalıyorsun?” dedi. Çömelip ona bakmaya başlamıştı. Soğuk kanlı olmasına rağmen içten içe oldukça endişeliydi. Taşları görmüştü onun gözlerinde. Amacının ne olduğunu öğrenmesi gerekiyordu.
“Achube’yi o gözlerindeki şeyle mi götürecektin?” dedi. Birden derin bir sessizlik başlamıştı. Yalvaran ses kesilmiş ve sadece uzaktaki ormandan hışırtılar duyulmaya başlanılmıştı.
“Gitmemiz gerek artık. Burada kalamayız.” Demişti Milos ayağa kalkıp. Ayağında siyah postalları vardı. Hepsi ona bakarken Milos birden ayağını kaldırıp hızla kafaya doğru indirmiş ve ezilen bastan sıçrayan kan, doku etrafa yayılırken Milos bunu birkaç defa yapmıştı. En sonunda ise eğilip yerde püre gibi olmuş kafanın içinden bir şeyler çıkarmıştı. Elindeki kanın içinde başta seçilmeyen şeyleri biraz silkeleyince Achube olduğu yerde kalmıştı. Kullandığı taşların birebir aynısı iki taş vardı.
“Onlar sonsuz yaşamı değil, sonsuz bilgiyi sağlayacak şeyi bulmuşlar. Burada olduğumuzu bulacaklardır. Toparlanıp çıkmalıyız. Bunları al belki kullanman gerekebilir Achube.” Demiş ve taşları ona uzatmıştı. Achube uzattığı taşlara bakıp kalmıştı. Milos onun elini tutup içine taşları koymuş ev ayağını karda temizlerken Andrjez onun karşısında durmuştu.
“Anılarına girseydim neler olduğunu çözerdim. Kafasını parçalamak zorunda değildin.” Milos ona bakıyordu. Achube ise elindeki taşları sıkıca tutmuştu.
“Mecburdu. Anıları görmek için gözlerine bakmak zorundasın değil mi? Taş kullanıcıları birbirlerinin gözlerine bakıp zihinlerini görüp karıştırabiliyordu. Laboratuvarda bu bağı çözmek için defalarca deney yaptılar. Sende bizim gibisin. Tuhaf bir bağın var bu taşlarla. Zihnini karıştırıp kendi anılarını sana aktarabilirdi. Sana bizi öldürtebilirdi.” Andrjez bunları duyunca öylece kalmıştı. Milos kirlenmiş eline bakıp iç çekmişti.
“Kızıl taş, kan taşı, buz kristali… her kaynakta farklı bir adı var. Ama sonuçta net olan tek şey bu taş insanı insan olmanın ötesine taşıyor.” Konuşmaya devam etmek yerine mutfağa çıkan verandaya doğru dönmüştü. Ramsy elini çenesine götürmüştü.
“Toparlanmamız gerek. Achube!” demişti. Achube öylece duruyordu. Korkuyordu belli ki. Ramsy onun yanına doğru bir kaç adım atıp onu omzundan sarsmıştı. “Achube, toparlanmamız gerek.” Demişti. Achube ona doğru dönüp öylece kalmıştı. “Tamam…” Bunu söyleyip dalgınca hemen verandaya doğru yürümeye başlamıştı. Andrjez ise orada dikilmiş onlara bakıyordu. Ramsy onun yanından geçerken Andrjez bir öksürükle boğazını temizlemişti.
“Bir şey mi oldu Teğmen Dejan?” Ramsy durmuş ve ona dönmüştü.
“Senden bir şey rica edebilir miyim?” Ramsy onun nazikçe bir şey istemesine şaşırmıştı.
“Elbette Teğmen Dejan.” Şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Andrjez Ona doğru sokulup koluna girmişti.
“Achube’yi uzun süredir tanırım ama ilk defa bu kadar odaklanamadığını görüyorum. Düşünmeyi bırakmayan birisi olmasına rağmen sanki aklı bir karış havada gibi. Onun canı bir şeye sıkılıyor.” Ramsy dikkatle onu dinliyordu.
“Sana sürekli aptal olduğunu söylüyor ama oldukça dikkatlisin. Neyi var bilmiyorum ama dün gece canım yanıyor dedi. Olağan şekilde hızla iyileşmesine rağmen bir çocuk gibi ağladı. Sanırım yetersiz hissediyor.” Dedi. Andrjez kaşlarını çatmıştı.
“Achube mi? O görebileceğim en cesur kişidir. En başından beri.”
“Değil, korkuyor. Teğmen Dejan o aslında hiçte güçlü değil.” Ramsy bunu söylerken Elini çenesine doğru götürmüştü. Endişeli olduğunu gören anlayabilirdi. “Aslında Teğmen Dejan, Achube ile konuşmanız iyi olabilir.” Dedi. Andrjez konun bu kadar ciddi olduğunu düşünmemişti.
“Onunla konuşacağım. Endişelenme. Achube güçlüdür. Onu toparlarız.” Demişti. Ramsy başını sallayıp ellerini ceplerine sokmuştu. İçeri doğru yürürken Andrjez onun arkasından verandaya doğru hareketlenmişti. Kısa sürede evde bir hareketlilik başlamış ve hızla toparlanmaya koyulmuşlardı. Achube salonda doktorla konuşuyordu.
“Bizimle gelmeniz doğru olacaktır. İki araba var ve burada kalmanız güvenli olmaz.” Achube bunu söylerken koltukta oturmuş bebeklerden birisini kucağında tutuyordu. Doktor ise onun teklifini kabul etmeyecekti. Bunda kararlıydı. Bebeklerden birisini kontrol ediyordu.  
“Buna gerek yok. Burası bana ailemden kalan son yer. Burayı da terk edemem. Geleceklerse, gelsinler… İsterse Maria sizinle gelebilir ama ben artık koşacak kadar dirençli değilim.” Demişti. Maria doktorun sevgili, güzel yardım sever karısıydı.
“Hayır, burada kalacaksan seninle kalırım.” Kadın kapının orada dikilmiş onları dinliyordu. Cevap vermek için konuşmuştu.
“Benimle kalmak zorunda değilsin Maria. Eğer gitmek istersen buna engel olamam.”
“Kararıma saygı duymalısın o zaman. Burada kalacağım. Üst teğmen İllarea gittiğinizde bizi arayın. İyi olduğunuzu duymak isterim.” Demişti Maria onların yanına doğru gelip. Maria akıllı ve sadık olmasının yanı sıra doktora aşıktı. Bacakları sakat kaldığında onu hayatta tutmak için evlenmeye zorlamıştı. Doktorun onu yanından göndermemesi için bir eş olarak yanında kalmak istemişti. Doktordan küçüktü, gençti ama her zaman onunla aynı olgunlukta olmayı başarmıştı.
“Bacaklarım böyle diye kalmak istemen beni yaralıyor Maria.” Doktor bunu söylediğinde kadın birden yüzü düşmüş halde ona bakıp kalmıştı. Doktorla tanıştığı günden beri ona aşık olduğu gerçeğini dillendiremeyecek kadar ürkekti. “Kararıma saygı duyun lütfen.” Diye tekrarlamıştı. Doktor ve güzel eşi Maria bu yolculukta onlara katılmayacaktı. İki araba vardı ve birisi doktorundu. Büyük arabayı hazırlıyordu Ramsy ve Achube. Eşyaları bagaja yerleştirirken Milos eski bir çantayı sürükleyerek dışarı doğru getirmişti. Ramsy kapıda onu görünce elindeki çantayı almak için yanına gelmişti. Ağır çantayı alıp elinde tartınca Milos boynunda asılı dürbünle yolun ilerisine doğru bakmıştı.
“Silahlar, doktor eski ama kullanılabilir silahlarını verdi. Ve birkaç ıvır zıvır.” Demişti. Yolda birini görmemeyi umarak etrafı tarayıp dürbünü indirmişti.
“Yemekler için yer kaldı. Bunları ön koltuğun altına koyacağım.” Demişti Ramsy. Milos başını sallayıp kucağında bebekle dışarı çıkan Emma’ya dönmüştü. Ramsy ise elindeki çantayı ön koltuğa koymak için arabaya doğru yürümüştü. Nuna ise kolunda bir çanta ile diğer bebek kucağında Emma’nın ardından arabaya doğru yürümüştü. Altı kişi ve iki bebekle kuzeye kadar gidilecek olan arabanın hazırlıkları bitmişti.
“Ben kullanırım.” Milos direksiyona oturduğunda hepsi ona bakıyordu.
“Aslında Milos sen arkada otursan daha iyi olacak. Arkada dört kişi oturmanız gerekecek. Emma, Nuna ve sen zayıfsın. Rahat sığarsınız. Ramsy iri yapılı arabayı o kullansın.” Andrjez bunları söylerken arka tarafın kapısını açmıştı. Büyük arabada arka koltuk daha geniş duruyordu ama dört kişinin oraya sığması mümkün gözükmüyordu. Achube şoför koltuğunun yanındaki koltuğa kendini atmıştı. Emma ve Nuna ikisine bakıyordu. Andrjez orada oturduğunda mümkün değildi dördünün sığmasına. Andrjez bir süre düşündü ve Milos’a çıkmasını söylemişti. Aklındaki bu fikir yolculuğu daha keyifli kılabilirdi. Milos çıkınca oturmuş ve elini bacağına vurmuştu. Milos ona bakıp kalmıştı. Ön koltuk ikisinin daha rahat oturmasını sağlayabilirdi.
“Yok, hayır. Bu şekilde kendimi güvende hissetmeyeceğim.” Andrjez onu kolundan tutup arabanın içine çekmiş ve kucağına oturtmuştu. Sırıtıp kapıyı kapatmıştı.
“Mükemmel!” derken Milos elini yüzüne doğru götürmüştü. “Çocuk gibi kucakta mı gideceğim.” Diye homurdanırken araba yola koyulmuştu. Ramsy arkadakilere aynadan birkaç defa bakmıştı. Milos başını eğmiş öylece oturuyor ve ikiz bebekleri tutan Emma ve Nuna gibi Andrjez’de onu sıkıca tutuyordu. Achube onlarla eğlenmek için birkaç defa arkaya dönmüştü.  Gülmüş ve espriler yapıp geçmişti. Kar yolu kapatacak kadar sık yağmaya başladığında Emma acıkan bebeklerini sırası ile emzirmeye çabalıyordu dar arabada. O ara durup Emma onları rahat emzirsin diye öne geçirmişler ve Achube arka dar koltuğa sıkışmıştı. Milos artık oturduğu yere alışmış ve Andrjez2in onu düzgün tutmasını söylemekten yorulup gözlerini bir süreliğine kapamıştı. Birkaç dakika gibi gelen bu göz dinlendirme arabanın durması ile son bulmuştu.
“Burada kalabilecek bir pansiyon biliyorum.” Achube bunu söylerken Önde kucağında bebekle Ramsy’e yol gösteriyordu. Emma ise yorgun halde başını Nuna’ya dayamış uyurken Nuna dikkatle kucağındaki bebeğe bakıyordu. Milos kafasını Andrjez’in omzundan kaldırıp etrafa bakınca Başkente iki gün mesafelik eski bir kasabada olduğunu anlamıştı. Ordu buradan geçmezdi. Aşağıda garnizon komutanlığına giden yolda durur ve insanlar güvenli olduğu için o yolu ve oradaki pansiyonları tercih ederdi. Buradan gelmek muhtemelen Achube’nin fikri diye düşünmüş ve uyuşan bacaklarını kımıldatmak istemişti. O kadar dardı ki biraz kıpırtı herkesi etkiliyordu. Andrjez onun bacağını indirmesine yardım etmişti. Gün çoktan zifiri karanlığa dönmeye başlamış ve yolculuk boyunca hiç durmamışlardı.
“Benzin almamız gerekecek. Burada benzinlik var mıdır?” Ramsy saatlerdir direksiyon başındaydı ve yorgunluktan artık konuşacak hali kalmamıştı.
“Olması lazım. Kasabaya girelim.” Achube ısrarla artık mola vermek istiyordu. Bunun bir çok sebebi vardı. İşemesi gerekiyordu ve sigara içmek için çıldırıyordu. Arabada bebek olduğu için sigara yakamamıştı ve artık dudakları kaşınmaya başlamıştı. Sadece o değil, herkes mola vermek için hevesliydi. Ramsy kasabaya girip eski pansiyonun önünde durmuştu. Hava iyice kararmış kasabanın cılız sokak lambaları kardan yansıyordu. Sarı ışık kasabaya efsunlu bir hava katarken Milos inmek için acele etmişti. Uyuşmuş bacakları, ağrıyan sırtına rağmen konforlu bulmuştu yolculuğu. Andrjez2e hiç bu kadar uzun süre dokunup temas etmemişti. Ama en önemlisi ağrıları geri başlayacaktı. Bunu hissediyordu. İlacını içmek ve bir şeyler yemek için doğru zamandı. Ramsy kontağı kapatmamıştı. Achube ise ona bakıyordu oturduğu yerden. Emma kapıyı açıp bebeği almak için hazırlanmıştı.
“Sabah gidersin benzinliğe. Erken kalkarız. Bir şeyler yiyip dinlenmen iyi olur.” Demiş ve onu ikna etmişti. Bagajdan bebek çantasını, Maria’nın onlara hazırladığı atıştırmalıkları ve ilaç çantasını kapmıştı Milos. Hepsi sırt ağrısının en iyi tedavisinin yatakta uzanmak olduğunu biliyor ve uyumayı hayal ediyordu.

Şans onlardan yana değildi. Pek kimsenin uğramadığı bu pansiyonda odalar boş olsada tahta kurusu sorununu söylemişti adam anahtarları verirken. Bebekler için en temiz odasını verirken diğerlerine pek umursamamış ve biraz kahve çekirdeği verip yakmalarını söylemişti. Pansiyonun en temiz odasını Emma ve Nuna almıştı. Yemek içinde en temiz yer orasıydı. Tozlu çarşaflar ve kapalı havasız odalara göre orası havadar ve bakımlıydı. Pansiyon sahibi kadın onlara bir beşik bile vermişti. İki bebeği içine rahatça yatırmalarını söylemişti. Milos ilaç çantasını tozlu yatağa koyup açmış ve yanan sarı ışıkta çantayı kurcalamıştı. Tahta ahşap ufak kutuyu bulunca rahatlamıştı. İğne kadar olmasa da ağrılarını kesiyordu. İlacı yutup kapıda ona seslenen Achube’nin yanına gitmişti. Pansiyon sahibi Achube’nin verdiği yüklü paraya sevinmişti. Bu sebepten onlara yemek çıkarmış ev temiz silinmiş masasına davet etmişti. Maria’nın hazırladıkları ile güzel bir akşam yemeği olmuştu. Hepsi karınlarını doyurmuştu. Ramsy yorgunca masaya dayadığı koluna başını yaslamıştı.
Uzun yoldan mı geliyorsunuz?” pansiyon sahibi olan kadın onlara bitki çayı demlemişti. Kızıl meyvelerin kurutulması ile yapılan yerel çaya hepsi aşinaydı. Batı merkezde bu çay oldukça fazla tüketilirdi. Achube sigarasını yakıp sandalyeye yaslanmış ve derin bir nefes çekmişti. Andrjez ise sigara yakma konusunda çekingendi.
“Batı Merkezden yola çıktık. Biliyorsunuz bombardıman sonrası oralar mahvoldu ve savaş dibimize kadar geldi. Bizde başkente gitmeye çabalıyoruz.” Demişti. Achube oldukça hızlı kurgular ortaya koyardı. Dil oyununda iyiydi. Kadın usulca başını sallamıştı. Nuna ise dayanamayıp bir sigara yakmıştı.
“Batının hali çok kötü. İnsanlar akın akın kaçıyor. Başkentte yığılma olacak, sizin işiniz hazır mı bari?” demişti kadın onları tartarak.
“Evet, ben muhasebeciyim ve orada eşim var. Arkadaşım doktor.” Derken Milos’u göstermişti. Sonra eli Andrjez’e doğru kaymıştı. “Kendisi orduda yer aldı bir dönem.” Eli hemen yanında oturan Nuna’ya doğru dönmüştü. “Bayan Nuna ise gazetecidir. Çok iyi bir yazardır.” Nuna sigarasını kül tablasına doğru uzatıp dumanı havaya üflemiş ve bu sahte oyuna ayak uydurmak istemişti. “Erkekler yolumu kesmese ve işime taş koymasa imparatorluk hizmetine girecek kadar iyi olduğumu düşünüyorum.” Demişti. Achube gülüp Emma’yı göstermişti. “Eşi başkentte ve orada memurluk yapıyor.” Demiş ve hemen yanında oturan Ramsy’in omzuna elini koymuştu. “Ve belki de batının görüp görebileceği en iyi aşçıdır kendisi.” Kadın başını sallayıp çayından bir iki yudum içmişti. Varisli bacaklarını saran çorabını çekiştirip masaya doğru eğilmişti.
“Anladım, işiniz hazır.” Demişti kendi hayatının renksizliği ve çirkinliğini hatırlayarak. Milos ağrıyan göğsüne doğru elini koymuştu. Sol tarafını ovuşturup geriye doğru yaslanmıştı.
“Dinlenmeye çekiliyorum ben.” Demişti. Sandalyesini itekleyip ayağa kalkmıştı. Gece onun için sadece başlayan kalp ağrısından ibaret değildi. Sabah olanları düşündükçe uykusu kaçıyordu. Yatağa uzanıp örtüleri üstüne çekmişti. Dışarıdan vuran ışığın tavana yansımasını izlerken gözleri dolmaya başlamıştı. Babasının günlüğü aklına geldikçe kalbindeki sancı daha çok artıyordu.
“Onlara mükemmeli vermek, belki bende ölümsüz olanı bulurum.” Bu kelimeleri hatırladıkça yutkunamamıştı. Günahlar sadece tanrı tarafından belirlenmezdi. Vicdan insanın en büyük günah belirleyicisiydi. Aklına bir rapor gelmişti. İki yaşında kız bebek. Henüz düzensiz bağışıklığı hakkında yazılanlar.
“En başından beri bunun bir güç olduğunu biliyordu.” Milos bunları söylerken kolunu kaldırıp bakmaya başlamıştı. Kanın ne kadar büyük bir güç olduğunu hiç düşünememişti. Bir insanı insanlıktan çıkaracak gücü bu veriyor olamazdı. O zaman neden bu kadar çaresiz ve muhtaçtı? Babasının aradığı tedaviyi bulmak için yapılan deneylere göz yummak şu ana kadar vicdanını neden rahatsız etmesine rağmen durmak istemediğini anlamıyordu.
“İyi misin?” bileğini tutan elle irkilmişti. Andrjez ona endişeyle bakıyordu.
“İçeri girip sana seslendim ama sanki hipnoz olmuş gibiydin.” Demişti. Milos ona bakıp bileğini çekip almıştı.
“İlaçtan hep, uyursam bir şeyim kalmaz.” Demişti. Ama uykusuz geçen zor gecelerden birini yaşamıştı. Başkentte gerçekten gitmeleri gerekecekti. Oradan öylesine geçip gidemezlerdi. Babasının eski kliniğini ziyaret etmesi gerekiyordu. Belki de en başından beri cevap oradaydı. Bu deneyler ve bu yaratılan şey… kızıl taş ve kanı… Hatta Andrjez’in ne olduğuna dair bir cevap. Gün doğana kadar öylece sokaktan vuran ışığı izlemişti. Gün doğmaya başladığında ise Andrjez’in odasına gizlice süzülüp ceketinin iç cebinden bir sigara alıp geri odasıan dönmüştü. Herkesin uyanmasını beklerken açtığı camdan soğuk hava içeri doluyor ve içine bile çekemediği sigarasını yavaş yavaş içiyordu.

“Biliyor musun aslında en başından beri şüphe etmiştim ama şimdi eminim.” Arkasından gelen sesle birden irkilmişti. Odanın kapısının açılmadığından emindi ama birisi onunla konuşuyor gibiydi. Etrafa bakınca köşede birisinin ayakta durduğunu görmüştü.
“Kimsin?” derken sigarayı camdan aşağı atıp karanlıkta kalan yere doğru yönelmişti.
“Hiç düşündün mü belki de yaratılan bu şey aslında yok edilmemeli de.” Orada dikilen kişi ilaç çantasını kurcalamaya başlamıştı eğilip.
“Ne demek bu?” Milos onu görmek için yaklaşırken tedirgindi.
“Diyorum ki belki de yazıcılar en başından beri bunu planlamıştır. Gerçi anlayacağını sanmıyorum ama bir şeyleri düzenlemek gerekiyor.” Demiş ve zafer nidasıyla elindeki tahta kutuyu kaldırmıştı.  “Yaşamaman gereken bir hayatın olduğunu hep hissettiğinden eminim. O kadar ki ruhun neredeyse bedenine bir örümcek ağı ile bağlı. İşi hızlandırmam gerek. Bunlar olmadan kalbin ne kadar dayanır? İnsanlar ilaç ve şifa konusunda çok gelişmiş.” Kutuyu açıp ilaçları eline almıştı.
“Kimsin sen?” Milos olduğu yerde şaşkınlıkla ona bakarken adam ona doğru dönmüş ve ileri doğru bir adım atmıştı. Kızıl saçlarını eliyle geriye doğru çekiştirirken saygıyla eğilmişti.
“Güneş’in oğullarından Kızıl Yılan Sant ben. Tanıştık ama beni hatırlayamayacak olman üzücü.” Milos ona bakarken yeşil gözlerindeki korkunç ışığa takılıp kalmıştı.
“Sadece uyu Milos Roluge. Bir gün tekrar karşılaşırsak, merhaba ve yine vedalaşmak zorunda kalırsak hoşça kal.” Milos kafasında yankılanan bu ses kaybolduğunda yaşanılan her şeyi unutmuştu. Olduğu yerde öylece dikilip boşluğa bakıp kalmıştı. Ne ilaçlarının nasıl kaybolduğunu en de Kızıl Yılan Sant’ı hatırlayacaktı. Sadece ölümle tanışmasına bir adım daha yaklaşmış olacaktı. Soğuk tahta zemine düştüğünde gözlerini artık açık bile tutamıyordu. Cevapsız kalacak o kadar çok şey varken şimdi birde tanrıların kendi düzenindeki sorulara cevap bulmak… Yazıcılar bu sefer insanlar için net olan bir karar vermişti ama bunu bilen tek insan soylusu yan odada uyuyordu. Milos Roluge, Achube İllarea, Emma Orgraf, Nuna ve Ramsy gibi bir çok figür ise bu düzenlenmiş denge oyununda olmaları gereken yerde olmak için kader iplerinin çekiştirildiğini hiçbir zaman fark edemeyeceklerdi. Bir kahraman doğarken bir çok hayat feda edilirdi. En başta da söylendiği gibi, iki evin arasındaki bir evde, bir kadın sancı çekti ve bir bebek doğdu, doğum sıradandı, tıpkı doğduğu aile gibi. Kahraman olmak için çok çabalamadı ama bir kader yazgısı için çok çabalaması gerekeceğini hissetti. Ölmesi gereken yerde ölmediği için yaşanılan gerçeklikte cevapsız çok soru yarattı. Andrjez Dejan olmaması gereken dünyanın tanrısı olmaya mecbur kaldı. Yazıcıların cevap verebileceği tek net olan şey buydu. Kıskanç bir kardeşin, binlerce yıl önceki hatalarını telafi etmek için dengeyi bozması mıydı bunun sebebi? Yoksa hayatında aşık olmaması gereken bir adamın bir başka adamı çok sevmesinden kaynaklanan bir yanılgı mıydı? Kendisi için yaşayamayacak kadar aciz bir adamın başkaları için yaşamaya çabalamasından ibaret mi? Bunun cevaplarını bir yazıcı gibi bir çok tanrıda heyecanla bekliyordu. Kızıl Yılan Sant ise değişen dengede geciken cevapların bulunması için bir sis perdesini birkaç saniyede ortadan kaldıran görünmez bir eldi. Zaman tanrılar için sınırsız, insanlar içinse bir nefeslik…


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kayıp Masallar 1 (Beyaz Gelincik ve Kara Kurt Masalı)

Kayıp Masallar 3 (34. Bölüm)

Kayıp Masallar 3 (23. bölüm)