Kayıp Masallar 3 (28. Bölüm)
Cevap Arayışı
Achube sigarasını içtikten bir süre sonra
içeri girmişti. Ramsy bulaşıklara yardım etmeyi yeni bitirmişti.
“Milos ve Andrjez aşağı inmeyecek mii?” demişti. Ramsy başını sallamıştı.
“Sanmıyorum. Sabah ilgilenirsiniz. Sende dinlen.” Dedi. Achube başını
sallamıştı. Yorgundu ve uyumak istiyordu. Yaraları canını yakmaya başlamıştı
tekrardan. Ona verilen ve değişen odaya girmeden önce kahvesini içen doktora
selam vermek istemiş ve yanan şöminenin oraya gitmişti. tekerlekli
sandalyesinde oturan doktorun karşısına oturmuştu.
“Sargılarını değiştirdin mi?” dedi doktor. Achube başını sallamıştı.
“Manastırda da kendini yaralamakta başarılıydın: sürekli olarak kavgaya bulaşıp
dururdun. Loan’ın seni revire göndermesinden bıkmıştım.” Dedi. Achube gülmüştü.
“Sizi yorduğumu fark etmemişim. Yüzbaşı Dejan sürekli olarak kavga ettiğim için
beni patakladığı için revire geliyordum.” Dedi. Doktor ona bakıyordu.
Kahvesinden bir yudum alıp ona bakmaya devam etmişti.
“Korkusuz olduğunun hep farkındaydım ama bu kadar ileri gideceğini hiç
düşünmemiştim.” Achube iç çekmişti. “Bende. Birden gönüllü olmak istedim.
Sadece anlık bir karardı.” Doktor ona bakıyordu. Bunun sebebi Loan’ın seni
yanından göndermesi ile alakalı değil mi?” dedi. Achube ona bakıyordu.
Durgundu. Yorgunluğu omuzlarını düşürmüştü.
“Belki… Yüzbaşının köpeği olduğumu söylemelerinden rahatsız olmuştu. Sürekli
onu takip etmemden de… Ama artık sorun yok.” Dedi. Doktor ona bakarken buruk
bir gülümseme belirmişti yüzünde. “Loan sadece seni korumak istedi.” Achube
ayağa kalkmıştı.
“Pek başarılı değil galiba. Gidip sargılarımı değiştireceğim.” Dedi. Doktor ona
bakıyordu. Achube her zaman savrulup giden ve arada yok olup kimsenin fark
etmeyeceği birisiydi. Kendini bir şeye bağlamazsa ölümü sessiz ve hüzünlü
olurdu. Doktor onu manastırda da tanımıştı. Sonrasında cephe ve kışlada da
tanımıştı. Achube’nin Yüzbaşı Dejan’ın köpeği olduğu lafını çok defa duymuştu.
Onun küçük köpeği…
Achube yatağa oturup sancıyan göğsüne elini
koymuştu. Geçmişi her zaman arkasında bırakıp unutmaya çok yatkındı. Vahşi
olmadıkça birilerinin ondan parça koparacağını bildiği için hep ilk ısıran
olmaya alışıktı. Bir kere canı yandığında hep canın yanacağını anladıkları için
her şeyle alay etmeyi seviyordu. Hiçbir şey olmamış gibi alay etmekten başka ne
yapılacağını öğrenememişti. Babasının ona dediği şey aklına gelmişti.
“Ağlamaya devam edersen daha fazla dayak yiyeceksin.” Sargılarını çözmeye
başlamıştı. Yarasındaki sızıdan daha çok içindeki buruk bu duygu canını
yakıyordu. Kendini yapayalnız hissetmeye başlamıştı. Bu duygu taşın
kullanımından sonra sık sık onu saran duyguydu. Bedenindeki acılar ruhundaki
yaraları tetikliyordu sanki. Dolan gözlerini kapayıp öne doğru eğilmiş ve
ellerini yüzüne doğru götürmüştü. Ağlamamalıydı. Ağlamak sadece daha çok canını
yakardı. Kapının sesi ile irkilmişti.
“Müsait misin?” Ramsy kapı aralığından ona seslenmişti. Achube kendini toparlamak
için iç çekmişti.
“Gel Ramsy. Sargılarımı değiştiriyordum bende.” Dedi. Ramsy içeri doğru süzülüp
kapıyı kapatmıştı. “Bunu tek başına yapmamalısın. Dikişlerin açılırsa kötü
olur.” Demiş ve yatağa doğru yürümüştü. “Bırak ben yapayım.” Demişti. Achube
ona izin vermişti. Sırtını dönmüştü. Ramsy ise keserek sargı bezini sökmüş ve
yaraya kapatılan siyaha dönmüş pamukları yavaşça almıştı. Dikişlerin ardında
sarıya dönmüş solüsyonu temizlemek için temiz pamuğa doktorun verdiği sıvıdan
döküp yaraları silmeye başlamıştı. Yaralarını temizlediğinde birden durmuştu.
“Canın mı acıyor?” dedi. Achube başını sallamıştı. Gözlerinden akan yaşlar
çenesine oradan da dizlerine doğru damlıyordu.
“Sana ağrı kesici getireceğim. Önce yaraları kapatalım.” Dedi. Achube onun
gitmesini istemiyordu.
“Ağrı kesici istemiyorum.” Demişti. Ramsy bir sorun olduğunu anlamıştı. Oradan
gitmemek için oturup sessizce yaralarını kapatmıştı. Achube pansuman bitince
gömleğini giymiş ve kenarda duran suya uzanmıştı.
“Konuşmak ister misin?” dedi Ramsy kirli sargı bezlerini toplarken. Achube ona
dönmüştü.
“Halim yok. Sadece taş yüzünden böyleyim. Uyuyalım mı?” demişti. Ramsy başını
sallamış ve hemen yatağın üstünü toplamıştı.
“Yatağa yan yatmalısın. Sırt üstü yatmaman için arkana yastık koyacağım. Dönüp
baskı uygulama.” Demiş ev onun uzanmasını beklemişti. Achube ise ona bakıyordu.
“Yukarı mı çıkacaksın?” dedi. Ramsy başını sallamıştı.
“Seni daraltmak istemem. Rahatça uyuman önemli.” Demişti. Achube yatağın diğer
ucundaki örtüyü çekip almıştı.
“Uyuyana kadar bana çiftlikten söz etsene.” Demişti. Ramsy onun yalnız kalmak
istemediğini anlamıştı.
“Peki.” Demiş ve yatağın diğer tarafın dolanıp oturmuştu. Achube örtünün altına
girip uzanmıştı.
“Sana atlar hakkında bir şey anlatmamı ister misin?” demişti. Achube yan yatıp
ona bakmaya başlamıştı.
“Olur.” Demişti. Ramsy yavaşça kaykılıp uzanmış ve örtüyü üstüne doğru çekmişti.
“Çiftlikte doğan atlar ehlileştirilmesi kolay olanlardır. Doğdukların andan
itibaren insanlara alışık oluyorlar ve ne istediğimizi ve karşılığında ne
vereceğimizi biliyorlar. Ama bazen taylar yetişkin olamadan ölüyor. O zaman
çiftlikteki at eksikliği için çayırlara gidip yabani tay arıyoruz. Yetiştirmek
için. İşin korkunç yanı sürüyü yine bir at sırtında takip etmemiz gerekiyor ve
bazen atlar sürüye yaklaşmak yerine huysuzlanıyor. Sanki oraya gittiğinde özgür
olan türdeşlerini görüp incineceklerini hissediyorlar. Bir defasında safkan bir
beyaz at vardı ve çiftlik sahibi onu en kıymetlisi olarak anlatırdı. Çok güzel
tay doğurmuştu ve tay henüz gelişemeden hastalığa kapıldı. Şehirden ilaç
getirdik ama yaşayamadı. Tay sayısı eksik düştüğü için çayıra gittik ve beyaz
atta bizimleydi. Sahip onu çok sever ve o da ona sadıktı daima. O gün bütün
atlar huysuzlanmıştı. Sürüyü gördüklerinde gitmek istememişlerdi. Kement atacak
mesafe bile alamamıştık. Atlar huysuzlanınca durmuştuk. O gün beyaz at onlara
en çok yaklaşan olmuştu. Oraya doğru yavaş yavaş gidiyor ve sanki onların ne
olduğunu anlamaya çabalıyor gibiydi. Ertesi gün ev ondan sonraki günlerde
sürüyü takip ettik ama atlar oraya yaklaşmamak için sürekli kişneyip sürüyü
korkutuyordu. Biraz ilerlesek bile sürü mesafeyi açıyordu. O zamanlar sadece
sinirlenmiştim. Günlerce takip etmeye rağmen bir defa kement bile atamamıştık. Sonra
her gün yavaş yavaş atlar döndüğümüzde çiftlikte ahıra girmek bile
istemiyorlardı. Gün ağarması ile sürüyü takip etmek için daha da istekli olmaya
başlamışlardı. Özellikle o beyaz safkan kısarak.” Achube ona bakıyordu.
“Özgürlüğü gördüler değil mi?” dedi. Ramsy ona bakıp gülümsemişti.
“Evet. Onlar için bu yasak bir durum
olmalıyken orada olmayı istiyorlardı.”
“Neden gitmelerine izin vermediniz?”
“Çünkü doğanın vahşiliğini bilmiyorlar. Orada olmanın nasıl olduğunu asla
bilmediler. Bu onları ölüme göndermek olurdu. Vahşi yaşam iç güdülerinde olsada
asla oraya ait olamayacaklardı. Beyaz kısrak son gidişimizde kaçmıştı. Onu uzun
süre aradık, bulamadık. Sonra bir gün çiftliğin yakınlarında görülmüştü. Tekrar
aramaya çıktığımızda Onu yaralı halde bulduk. Bir bacağı kırılmış karnı
yarılmıştı. Çayırın ilerisindeki çakal sürülerine denk gelmiş olmalıydı. Orada
saldırıya uğraşmıştı. Kurtarma şansımız olmadığı için sahip onu vurdu. Daha
fazla acı çekmesin diye. Sonrasında vahşi tayların peşine düşmedik bir daha.
Atlarda çayıra gitmek istemedi bir daha. Sanki olanların farkındaydılar. Orada
özgürlük değil ölüm onları bekliyor olacaktı. Ne sürü içine kabul etmişti ne de
onlar doğaya uyum sağlamıştı. Sadece açık bir av olacaklarını anlamıştı atlar.
Çiftliği basmalarından bir sene önce tay ehlileştirme işinden vaz geçmişti
sahip artık. Onun yerine doğan tayları hayatta tutmaya çabaladı hep. Ama bir lanet
gibi beyaz kısraktan sonra ne atlar döl tuttu ne de tutan döl sağ kaldı. En
sonunda arazilerinin çoğunu tarlaya çevirmeye karar vermişti. Düşününce hayatta
olsaydı muhtemelen son iki atını satıp onun yerine biçme makinası alacağından
emindim. Bende evin kahyası gibi orada burada dolanırdım. Atlar olmadığı için
sürekli boş gezindiğimden yakarıp duruyordu.” Ramsy başını çevirip bakınca
Achube’nin uykuya daldığını görmüştü. Gülümseyip eğilmiş ve örtüyü nazikçe
üstüne doğru çekmişti.
“O beyaz kısrağa hep üzüldüm ama özgür öldüğü gerçeğini kafamdan çıkaramadım
hiçbir zaman. Umarım bizde özgür öldüğümüz için hatırlanırız.” Demiş ve nazikçe
yatağı sarsmaya korkarak kalkmıştı. Üst kata çıkmadan önce Emma ve Nuna’nın
mutfakta konuştuğunu duymuştu. Sessizce kapıya doğru yaklaşmıştı.
“Abiel çocukların bende olmasını istemeyecek. O ve ailesi soy takıntılı.
Çocukları benden almak için peşime düşer. Ailemin anına gidemeyeceğim.” Emma
bunu söylerken sesi boğuktu. Nuna ise onun elini tutuyordu.
“Onları canım pahasını korurum. Bir şey olmasına kimse izin vermez.”
“Yüzbaşı Dejan çocuklarımın güvenliğini sağlamamı kabul ettiği için buradayım.
Eğer isyan gerçek olursa verilen sözlerin hiç biri tutulmayacak demektir Bayan
Nuna.”
“Endişelenme güzelim, onları burada bulunan herkes canı pahasına koruyacaktır.
Beni hafife alma. Abiel Lows’un canını okuyacak kadar kötü kadınım ben. Gidip
dinlen.” Demişti. Ramsy merdivenlere
yönelmişti. Herkesin özgür ölmek gibi bir niyeti olmadığını biliyordu.
Özellikle Emma’nın. Onun önceliği bebekleriydi. Onların güvenliğini sağlamak
için köle olmayı, birinin köpeği olmayı tercih ederdi. Annelik buydu. Boyun
eğerken eteğine sığınan çocuklarını kollamak için yapardın bunu. Emma özgürlükten öte yaşam mücadelesi vermek
zorundaydı.
Gün doğarken katta duyduğu ayak seslerine
uyanmıştı Ramsy. Odadan çıkmadan giyinmek için hemen yataktan çıkmıştı. Gözü
ilk olarak pencereye yönelmişti. Kar yoğunlaşmış ve hızla yağmaya devam
ediyordu. Bu gidişle yollar kapanacak ve gitmeyi düşündükleri Kuzey’e ancak imparatorluk
kontrolünde olan yollardan gidebileceklerdi. Üstünü giyip koridora çıktığında
Achube Andrjez’in konuştuğunu görmüştü.
“Günaydın.” Demiş ve onlara bakmıştı. Achube ona bakıp gülümsemişti.
“Günaydın. Uyanmış olman iyi oldu. Bizde şimdi şu kopuk baş hakkında plan
yapıyorduk.” Dedi. Ramsy onlara bakarken Milos saçlarını toplayarak odadan
dışarı doğru süzülmüştü.
“Anladım. Biraz kulağa korkutucu geliyor.” Dedi. Milos ona bakıp gülümsemişti.
“Endişelenmekte haklısın. Nasıl bir şey bizi bekliyor hepimizin kafasında
sorular var. Buna cevap bulmak için gidelim ve deneyelim.” Dedi. Achube ona
elindeki ufak deri keseyi uzatmıştı. Milos keseyi alıp elinde tartmıştı.
“Bunu yapmadan önce bir şey söylemem gerek.” Dedi. Achube ona bakıyordu. Milos
keseden bir taş alıp geri ona vermişti.
“Taşı bölemem.” Demişti. Achube ona bakıp kalmıştı. Milos ise elindeki küp
şeklindeki taşı ona göstermişti. “İçi oyulmuş ve kan doldurulmuş olduğu için
onu kesersem parçalanıp işe yaramaz olacak. O yüzden bir tanesi bize lazım
olacak.” Dedi. Achube şaşkınlıkla ona bakıp elini uzatmıştı.
“Beni neden kandırdın Milos? Başından beri biliyordun. Taşları siz
yapıyordunuz. Neden? Geri ver.” Demişti. Milos taşı cebine doğru koymuş ve
ellerini arkasında birleştirmişti.
“Kuzey isyancılarının kampında istemediğin kadar taş var.” Achube ona bakıyordu.
Ramsy ise araya girmek istemiş ve Achube’nin omzuna koydu.
“Kar çok yoğun yağmaya başladı. Bu gidişle geceye yola çıksak bile yollar
kapanmış olacak. Öğlene kadar yola çıkmalıyız.” Achube iç çekmişti. Taşları
olmadan silahsız kalırdı. Ve elindeki alınmıştı. Bir saldırı durumunda
savunmasız kalmaktan korkuyordu.
“Oraya vardığımızda ödeyeceğim.” Dedi. Achube durumu uzatmadan kabullenmişti.
Dışarısı soğuk değildi. Kar yağışı dün geceki
ayazı bastırmıştı. Milos atkısını sıkıca sarmış ve çenesine kadar çekiştirmişti.
Achube arabanın kapısını açmış ve ayağıyla yerdeki karları ezerken arka koltuğa
bakıp kalmıştı. Andrjez ise anahtarı alıp bagaj kapağını açmak için arabanın
arkasına yönelmişti.
“Burada!” demişti. Hemen bagaja doğru yürümüşlerdi. Ramsy çok heyecanlı değildi
göreceği manzara için. Andrjez çuvalı kavrayıp kaldırmış ve biraz sallamıştı.
“Hayda…” demişti. Ramsy o zaman oraya doğru adımlarını hızlandırmıştı.
“Ne oldu?” demişti. Elindeki ızgara sopasını utarken. Achube torbaya vurmuştu.
“Donmuş. Bunu çözmemiz gerek.” Demişti. Milos birden elleri giydiği paltonun
cebindeyken sırıtmıştı. “Ben hallederim. Bu sayede anılarını tazelemek için
zamanı olur.” Demişti. İlk başta bu oldukça normal gelse de odunluktan gelen
çığlıklar evdeki herkesi ayağa dikmişti. Ramsy kenarda dehşetle bakarken Achube
sigarasını içmeyi unutmuştu. Andrjez ise öylece ona bakıp kalmıştı. Milos
yaktıkları ateşin başındaydı ev donu çözülmeye başlamış olan kafadan çıkan
çığlıklar kulakları sağır edecek kadar fazlaydı. Milos oldukça heyecanlı
duruyordu. Kimse onu bu kadar sadist olarak düşünmüyordu. O ise bu işkenceden
zevk alıyor gibiydi. Çömeldiği yerde elinde ızgara demirini tutuyordu. Demirin
ucuna başı saplamış ve bir et parçası gibi sık sık ateşe tutuyordu. Kafada
tutuşan saçlar, kirpiklerden geriye sadece küller kalırken eti yandıkça
çığlıkları yükseliyordu. Ayrık çenesi sürekli olarak daha da ayrılıyordu sanki.
Milos ise gözleri ışık saçarak ona bakıyordu.
“Yetmez mi?” demişti Ramsy artık o şeye acıyarak. Milos ise avucunda tuttuğu
taşı göstermişti.
“Ölümsüz bu piçe acımana gerek yok, iyileşmesi bu şeye bağlı.” Demiş ve biraz
daha onu ateşte çevirip çekmişti. Tütsülenmiş ve kızarmanın ötesinde yanmış
olan cildi kan ile yağ karşımı bir görüntü içindeydi. Achube midesi bulanmış halde
onlara bakarken Milos kafayı kendine doğru yaklaştırıp tam yüzünün önünde
tutmuştu.
“Tanrıların yaratacağından daha mükemmel bir şey yaratmış insanlar. Şuna bak.
Taşa bile gerek kalmadan cildini yeniliyor. Sanırım donması onu sadece bir
uykuya sürükledi. Mükemmel bir şaheser. Mükemmel.” Demişti. Elini uzattığında
kesilmiş baş birden hızla çenesini kapatınca Milos irkilip geriye doğru
sendelemişti.
“Andrjez sana güç veren tanrının bildiği bir gerçek olduğunu düşünmeye
başlıyorum. Öldüremediği bir insan. Ruhsuz et yığını ve sonsuza kadar kendini
onaran geneler. Bu projede benden sakladıkları tek şey kanımın nereye gittiği
değilmiş. Alçak Zabor.” Demişti. Achube ona doğru yaklaşmaya başlamıştı.
“Nasıl yani?” dedi. Milos kafayı ona doğru çevirmişti. “Şuna bak. Kaşları ve
saç diplerine. Yeniden çıkıyor. Gözünün eridiğine emindim ama yeniden beni
görüyor gibi bakıyor. Babam hastalığına çözüm bulmak için ölen organları ve
bedeni için yenileme yolları denemişti. Bunu ölmüş olanlarda denemişler.
Andrjez onun anılarına bakman gerek. Belki de onlar çoktan ölümsüzlüğü buldu.”
Dediğinde derin bir sessizlik başlamıştı. Milos birden elinde tuttuğu kafaya
bakıp birkaç adım ateşe yaklaşmıştı. “Belki de ölümsüz olanı buldular.” Ateşe
doğru kafayı tutarken eskisi kadar zevk alıyor gibi durmuyordu. Katlanılamaz
çığlıklar ortaya çıkarken Milos gözlerini ateşe dikmişti. Achube birden onun
elini yakalamıştı.
“Onu yok mu edeceksin?” demişti. Milos ona dikmişti gözlerini. Elindeki taşı
ona doğru uzatmıştı. “Evet, Andrjez’in onun anılarına bakmasına gerek yok. O
zaten bize cevap verebilir.” Dedi. Achube taşı alıp bir adım gerilemişti. Milos
ise çığlıklar atan ve iyice tutuşan kesilmiş kafaya bakıyordu. Kana kamaya
başladığında ateşin kırmızılığı yeşile, is ise koyu beyaza dönmeye başlamıştı.
Birden çığlıklar kesilmişti. Milos eliyle yüzüne doğru esen korkunç kokan
dumanı elini savurarak uzaklaştırmaya çabalarken Andrjez dumandaki yoğun azot
kokusunu alıyordu. Milos kap kara kesilmiş başı karlara doğru attığında “cos”
diye bir ses yayılmıştı. Duman dağılıp ateş normale döndüğünde Milos karları
eritmiş olan kesilmiş baştan ziyade kapkara bir küreye dönen kafaya doğru
yürümüş ve elindeki demiri tekrar saplayıp onu kaldırmıştı. “Tekrar yapalım.”
Demişti. O bunu söylerken kafanın üstünden kara kara deriler dökülüp altından
çıplak bir et çıkıyordu. Milos onu defalarca ateşe tutup karlara atmış ve artık
kafanın çığlıklarına herkes alıştığında Milos onu son kez tekrar ateşe sokacağı
sırada bir inleme ile durmuştu.
“Bir şey mi söyledin?” dediğinde demirin ucundaki başın çenesi kıpırdamıştı.
Nuna çığlıkları bastırmalarını, bebeklerin uyandığını ve ağladığını söylemeye
gelmiş ama olayı görünce diğer üçünün yanında Milos’u izlemeye başlamıştı.
“Dur lütfen.” Yükselen hırıltılı ses ile hepsi irkilmişti. Milos ise başa
bakıyordu. “Hayır.” Demiş ve onu ateşe doğrulttuğunda korkunç çığlıklar daha da
çok artmıştı. “Yapma!” çene oynadıkça bu ses artıyordu. Onun konuştuğunu
duydukça hepsi yerinden kımıldayamadan kalmıştı. “Yalvarırım. Öldür beni.” Son
çığlıklardan önce Milos bunu duyunca birden onu ateşten çekmiş ve kenarda duran
su dolu kovaya daldırmıştı. Çıkan dumanda Milos’un yüzü seçilemiyordu. Orada
öylece elindeki demir çubuğu kovanın üstünde tutuyordu.
“Anlat.” Demişti Milos onu sopadan fırlatıp diğerlerinin ayağına doğru
yuvarlarken. Nuna korkuyla Ramsy’in omuzuna doğru tırmanmaya çabalayıp arkaya
saklanmıştı. Achube ve Andrjez ise korkunç görüntüye bakıp kalmıştı. Erimiş
etleri kararmış kemikleri, göz yuvaları boş o korkunç kafa yan düştüğü yerde
bir şeyler geveliyordu. Dili yeniden oluşuyordu. Milos oraya doğru yürürken
burnuna çektiği atkıyı indirmişti.
“İnsan eti yanarken çok iğrenç kokar. Proteini yüksek olan bu et, yağ oranı
yüksek olunca daha kötü bir koku yayıyor.” Demişti. Nuna oluğu yerde korkuyla
dururken Milos yerde duran kafayı ayağı ile biraz ileri doğru yuvarlamıştı.
“Amacın neydi?” dedi. Milos bunu
yaparken yuvalarda oluşmaya başlayan gözlere dikmişti gözlerini. Yerde duran
uzun sopayı alıp ikiye kirmiş ve göz yuvalarına sapladığında Ramsy birden
kusmaya başlamış ve Nuna rengi atmış halde ayaklarına kusan Ramsy’e bakıp
kalmıştı.
“Neden… neden bunu yaptın?” dedi Achube tiksinmiş halde. Milos ise doğrulmuş ve
ellerini çırpmıştı.
“Ona soru soruyorum ama o dilini düzeltmek yerine önce gözlerini oluşturmaya
çabalıyor. Saatlerdir onu yaktığımda
önce kafasının etrafındaki deriyi yeniden oluşturmak için çabaladı. İstediği
yerini tedavi edebiliyor. Gözlerini tedavi etmesinin sonucu iyi olmaz.” Demişti.
Milos2un neyin farkında olduğunu Andrjez artık merak etmeye başlamıştı.
“Eziyet etmek için mi onun anılarını okumama izin vermedin?” Milos bunu duyunca
ona bakıp elini göğsüne doğru koymuştu.
“Böyle düşünmen beni üzüyor. Eziyet eme arzusu olan birisi değilim ben
Andrjez.” Demişti. Orada bulunan herkes Milos’un sadistliğe yatkın olduğunun
farkındaydı. Bu huyu korku verici ve rahatsız ediciydi. “Onu biraz zorlamak
istedim. Kendini dondurması ve çözülsün diye beklerken gücünü toplaması doğru
olmazdı. Ateş sadece onu öldürebilir. Ama donmuş numarası yapması canımı sıktı.
Bize amacını söylemezse bir süre daha onu çubuğa takılmış et gibi kızartıp
sonunda beynini paramparça edip yakacağım.” Dedi. Kafa dilini oluşturmaya
başlamıştı.
“Ele geçirmek…” Milos bunu duyunca elini göğsünden çekip cebine sokmuştu.
“Kimi? Neden?” demişti. Nuna tiksinerek verandaya doğru dönmüştü. “Kafayı
yemeden içeri gireceğim. Ramsy yürü sende.” Demişti. Ramsy orada öylece
duruyordu. Achube ise birkaç adım atmıştı.
“Kim emir verdi size?” demişti. Bu soru ile kafa sanki onu görebilecekmişçesine
hareket etmeye çabalamıştı. “Komutan.” Demişti. Achube ona bakıyordu. Kafa ise
sanki onun sesini duymak ister gibiydi. “Taş kullanıcısı…” demişti. Achube ona
bakıyordu. Ramsy ise içinde bir huzursuzluk hissediyordu. Milos birkaç adım
geri çekilmişti. “Onu istiyorlar.” Hepsi için beklenmeyen bir cevaptı bu. “Achube’yi
mi?” demişti Milos şaşkınlıkla. Achube ise içindeki ürperti ile kımıldayamadan
kalmıştı.
“Lütfen beni öldür…” kesik kafanın yalvarışı artık ağlama ve inleme seslerine
dönüşüyordu. Milos ise ona bakıyordu. “Gözlerindeki o şey her ne ise neden onun
korumaya çabalıyorsun?” dedi. Çömelip ona bakmaya başlamıştı. Soğuk kanlı
olmasına rağmen içten içe oldukça endişeliydi. Taşları görmüştü onun
gözlerinde. Amacının ne olduğunu öğrenmesi gerekiyordu.
“Achube’yi o gözlerindeki şeyle mi götürecektin?” dedi. Birden derin bir
sessizlik başlamıştı. Yalvaran ses kesilmiş ve sadece uzaktaki ormandan
hışırtılar duyulmaya başlanılmıştı.
“Gitmemiz gerek artık. Burada kalamayız.” Demişti Milos ayağa kalkıp. Ayağında
siyah postalları vardı. Hepsi ona bakarken Milos birden ayağını kaldırıp hızla
kafaya doğru indirmiş ve ezilen bastan sıçrayan kan, doku etrafa yayılırken
Milos bunu birkaç defa yapmıştı. En sonunda ise eğilip yerde püre gibi olmuş
kafanın içinden bir şeyler çıkarmıştı. Elindeki kanın içinde başta seçilmeyen
şeyleri biraz silkeleyince Achube olduğu yerde kalmıştı. Kullandığı taşların
birebir aynısı iki taş vardı.
“Onlar sonsuz yaşamı değil, sonsuz bilgiyi sağlayacak şeyi bulmuşlar. Burada
olduğumuzu bulacaklardır. Toparlanıp çıkmalıyız. Bunları al belki kullanman
gerekebilir Achube.” Demiş ve taşları ona uzatmıştı. Achube uzattığı taşlara
bakıp kalmıştı. Milos onun elini tutup içine taşları koymuş ev ayağını karda
temizlerken Andrjez onun karşısında durmuştu.
“Anılarına girseydim neler olduğunu çözerdim. Kafasını parçalamak zorunda
değildin.” Milos ona bakıyordu. Achube ise elindeki taşları sıkıca tutmuştu.
“Mecburdu. Anıları görmek için gözlerine bakmak zorundasın değil mi? Taş
kullanıcıları birbirlerinin gözlerine bakıp zihinlerini görüp
karıştırabiliyordu. Laboratuvarda bu bağı çözmek için defalarca deney yaptılar.
Sende bizim gibisin. Tuhaf bir bağın var bu taşlarla. Zihnini karıştırıp kendi
anılarını sana aktarabilirdi. Sana bizi öldürtebilirdi.” Andrjez bunları
duyunca öylece kalmıştı. Milos kirlenmiş eline bakıp iç çekmişti.
“Kızıl taş, kan taşı, buz kristali… her kaynakta farklı bir adı var. Ama
sonuçta net olan tek şey bu taş insanı insan olmanın ötesine taşıyor.” Konuşmaya
devam etmek yerine mutfağa çıkan verandaya doğru dönmüştü. Ramsy elini çenesine
götürmüştü.
“Toparlanmamız gerek. Achube!” demişti. Achube öylece duruyordu. Korkuyordu
belli ki. Ramsy onun yanına doğru bir kaç adım atıp onu omzundan sarsmıştı. “Achube,
toparlanmamız gerek.” Demişti. Achube ona doğru dönüp öylece kalmıştı. “Tamam…”
Bunu söyleyip dalgınca hemen verandaya doğru yürümeye başlamıştı. Andrjez ise
orada dikilmiş onlara bakıyordu. Ramsy onun yanından geçerken Andrjez bir
öksürükle boğazını temizlemişti.
“Bir şey mi oldu Teğmen Dejan?” Ramsy durmuş ve ona dönmüştü.
“Senden bir şey rica edebilir miyim?” Ramsy onun nazikçe bir şey istemesine
şaşırmıştı.
“Elbette Teğmen Dejan.” Şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. Andrjez Ona doğru
sokulup koluna girmişti.
“Achube’yi uzun süredir tanırım ama ilk defa bu kadar odaklanamadığını
görüyorum. Düşünmeyi bırakmayan birisi olmasına rağmen sanki aklı bir karış
havada gibi. Onun canı bir şeye sıkılıyor.” Ramsy dikkatle onu dinliyordu.
“Sana sürekli aptal olduğunu söylüyor ama oldukça dikkatlisin. Neyi var
bilmiyorum ama dün gece canım yanıyor dedi. Olağan şekilde hızla iyileşmesine
rağmen bir çocuk gibi ağladı. Sanırım yetersiz hissediyor.” Dedi. Andrjez
kaşlarını çatmıştı.
“Achube mi? O görebileceğim en cesur kişidir. En başından beri.”
“Değil, korkuyor. Teğmen Dejan o aslında hiçte güçlü değil.” Ramsy bunu
söylerken Elini çenesine doğru götürmüştü. Endişeli olduğunu gören
anlayabilirdi. “Aslında Teğmen Dejan, Achube ile konuşmanız iyi olabilir.”
Dedi. Andrjez konun bu kadar ciddi olduğunu düşünmemişti.
“Onunla konuşacağım. Endişelenme. Achube güçlüdür. Onu toparlarız.” Demişti.
Ramsy başını sallayıp ellerini ceplerine sokmuştu. İçeri doğru yürürken Andrjez
onun arkasından verandaya doğru hareketlenmişti. Kısa sürede evde bir
hareketlilik başlamış ve hızla toparlanmaya koyulmuşlardı. Achube salonda
doktorla konuşuyordu.
“Bizimle gelmeniz doğru olacaktır. İki araba var ve burada kalmanız güvenli
olmaz.” Achube bunu söylerken koltukta oturmuş bebeklerden birisini kucağında
tutuyordu. Doktor ise onun teklifini kabul etmeyecekti. Bunda kararlıydı.
Bebeklerden birisini kontrol ediyordu.
“Buna gerek yok. Burası bana ailemden kalan son yer. Burayı da terk edemem.
Geleceklerse, gelsinler… İsterse Maria sizinle gelebilir ama ben artık koşacak
kadar dirençli değilim.” Demişti. Maria doktorun sevgili, güzel yardım sever
karısıydı.
“Hayır, burada kalacaksan seninle kalırım.” Kadın kapının orada dikilmiş onları
dinliyordu. Cevap vermek için konuşmuştu.
“Benimle kalmak zorunda değilsin Maria. Eğer gitmek istersen buna engel
olamam.”
“Kararıma saygı duymalısın o zaman. Burada kalacağım. Üst teğmen İllarea
gittiğinizde bizi arayın. İyi olduğunuzu duymak isterim.” Demişti Maria onların
yanına doğru gelip. Maria akıllı ve sadık olmasının yanı sıra doktora aşıktı.
Bacakları sakat kaldığında onu hayatta tutmak için evlenmeye zorlamıştı. Doktorun
onu yanından göndermemesi için bir eş olarak yanında kalmak istemişti. Doktordan
küçüktü, gençti ama her zaman onunla aynı olgunlukta olmayı başarmıştı.
“Bacaklarım böyle diye kalmak istemen beni yaralıyor Maria.” Doktor bunu
söylediğinde kadın birden yüzü düşmüş halde ona bakıp kalmıştı. Doktorla
tanıştığı günden beri ona aşık olduğu gerçeğini dillendiremeyecek kadar
ürkekti. “Kararıma saygı duyun lütfen.” Diye tekrarlamıştı. Doktor ve güzel eşi
Maria bu yolculukta onlara katılmayacaktı. İki araba vardı ve birisi
doktorundu. Büyük arabayı hazırlıyordu Ramsy ve Achube. Eşyaları bagaja
yerleştirirken Milos eski bir çantayı sürükleyerek dışarı doğru getirmişti. Ramsy
kapıda onu görünce elindeki çantayı almak için yanına gelmişti. Ağır çantayı
alıp elinde tartınca Milos boynunda asılı dürbünle yolun ilerisine doğru
bakmıştı.
“Silahlar, doktor eski ama kullanılabilir silahlarını verdi. Ve birkaç ıvır
zıvır.” Demişti. Yolda birini görmemeyi umarak etrafı tarayıp dürbünü
indirmişti.
“Yemekler için yer kaldı. Bunları ön koltuğun altına koyacağım.” Demişti Ramsy.
Milos başını sallayıp kucağında bebekle dışarı çıkan Emma’ya dönmüştü. Ramsy
ise elindeki çantayı ön koltuğa koymak için arabaya doğru yürümüştü. Nuna ise
kolunda bir çanta ile diğer bebek kucağında Emma’nın ardından arabaya doğru
yürümüştü. Altı kişi ve iki bebekle kuzeye kadar gidilecek olan arabanın
hazırlıkları bitmişti.
“Ben kullanırım.” Milos direksiyona oturduğunda hepsi ona bakıyordu.
“Aslında Milos sen arkada otursan daha iyi olacak. Arkada dört kişi oturmanız
gerekecek. Emma, Nuna ve sen zayıfsın. Rahat sığarsınız. Ramsy iri yapılı
arabayı o kullansın.” Andrjez bunları söylerken arka tarafın kapısını açmıştı.
Büyük arabada arka koltuk daha geniş duruyordu ama dört kişinin oraya sığması
mümkün gözükmüyordu. Achube şoför koltuğunun yanındaki koltuğa kendini atmıştı.
Emma ve Nuna ikisine bakıyordu. Andrjez orada oturduğunda mümkün değildi
dördünün sığmasına. Andrjez bir süre düşündü ve Milos’a çıkmasını söylemişti.
Aklındaki bu fikir yolculuğu daha keyifli kılabilirdi. Milos çıkınca oturmuş ve
elini bacağına vurmuştu. Milos ona bakıp kalmıştı. Ön koltuk ikisinin daha
rahat oturmasını sağlayabilirdi.
“Yok, hayır. Bu şekilde kendimi güvende hissetmeyeceğim.” Andrjez onu kolundan
tutup arabanın içine çekmiş ve kucağına oturtmuştu. Sırıtıp kapıyı kapatmıştı.
“Mükemmel!” derken Milos elini yüzüne doğru götürmüştü. “Çocuk gibi kucakta mı
gideceğim.” Diye homurdanırken araba yola koyulmuştu. Ramsy arkadakilere aynadan
birkaç defa bakmıştı. Milos başını eğmiş öylece oturuyor ve ikiz bebekleri
tutan Emma ve Nuna gibi Andrjez’de onu sıkıca tutuyordu. Achube onlarla
eğlenmek için birkaç defa arkaya dönmüştü.
Gülmüş ve espriler yapıp geçmişti. Kar yolu kapatacak kadar sık yağmaya
başladığında Emma acıkan bebeklerini sırası ile emzirmeye çabalıyordu dar
arabada. O ara durup Emma onları rahat emzirsin diye öne geçirmişler ve Achube
arka dar koltuğa sıkışmıştı. Milos artık oturduğu yere alışmış ve Andrjez2in
onu düzgün tutmasını söylemekten yorulup gözlerini bir süreliğine kapamıştı.
Birkaç dakika gibi gelen bu göz dinlendirme arabanın durması ile son bulmuştu.
“Burada kalabilecek bir pansiyon biliyorum.” Achube bunu söylerken Önde
kucağında bebekle Ramsy’e yol gösteriyordu. Emma ise yorgun halde başını
Nuna’ya dayamış uyurken Nuna dikkatle kucağındaki bebeğe bakıyordu. Milos
kafasını Andrjez’in omzundan kaldırıp etrafa bakınca Başkente iki gün mesafelik
eski bir kasabada olduğunu anlamıştı. Ordu buradan geçmezdi. Aşağıda garnizon
komutanlığına giden yolda durur ve insanlar güvenli olduğu için o yolu ve
oradaki pansiyonları tercih ederdi. Buradan gelmek muhtemelen Achube’nin fikri
diye düşünmüş ve uyuşan bacaklarını kımıldatmak istemişti. O kadar dardı ki
biraz kıpırtı herkesi etkiliyordu. Andrjez onun bacağını indirmesine yardım
etmişti. Gün çoktan zifiri karanlığa dönmeye başlamış ve yolculuk boyunca hiç
durmamışlardı.
“Benzin almamız gerekecek. Burada benzinlik var mıdır?” Ramsy saatlerdir
direksiyon başındaydı ve yorgunluktan artık konuşacak hali kalmamıştı.
“Olması lazım. Kasabaya girelim.” Achube ısrarla artık mola vermek istiyordu.
Bunun bir çok sebebi vardı. İşemesi gerekiyordu ve sigara içmek için
çıldırıyordu. Arabada bebek olduğu için sigara yakamamıştı ve artık dudakları
kaşınmaya başlamıştı. Sadece o değil, herkes mola vermek için hevesliydi. Ramsy
kasabaya girip eski pansiyonun önünde durmuştu. Hava iyice kararmış kasabanın
cılız sokak lambaları kardan yansıyordu. Sarı ışık kasabaya efsunlu bir hava
katarken Milos inmek için acele etmişti. Uyuşmuş bacakları, ağrıyan sırtına
rağmen konforlu bulmuştu yolculuğu. Andrjez2e hiç bu kadar uzun süre dokunup
temas etmemişti. Ama en önemlisi ağrıları geri başlayacaktı. Bunu hissediyordu.
İlacını içmek ve bir şeyler yemek için doğru zamandı. Ramsy kontağı
kapatmamıştı. Achube ise ona bakıyordu oturduğu yerden. Emma kapıyı açıp bebeği
almak için hazırlanmıştı.
“Sabah gidersin benzinliğe. Erken kalkarız. Bir şeyler yiyip dinlenmen iyi
olur.” Demiş ve onu ikna etmişti. Bagajdan bebek çantasını, Maria’nın onlara
hazırladığı atıştırmalıkları ve ilaç çantasını kapmıştı Milos. Hepsi sırt
ağrısının en iyi tedavisinin yatakta uzanmak olduğunu biliyor ve uyumayı hayal
ediyordu.
Şans onlardan yana değildi. Pek kimsenin
uğramadığı bu pansiyonda odalar boş olsada tahta kurusu sorununu söylemişti adam
anahtarları verirken. Bebekler için en temiz odasını verirken diğerlerine pek
umursamamış ve biraz kahve çekirdeği verip yakmalarını söylemişti. Pansiyonun
en temiz odasını Emma ve Nuna almıştı. Yemek içinde en temiz yer orasıydı.
Tozlu çarşaflar ve kapalı havasız odalara göre orası havadar ve bakımlıydı.
Pansiyon sahibi kadın onlara bir beşik bile vermişti. İki bebeği içine rahatça
yatırmalarını söylemişti. Milos ilaç çantasını tozlu yatağa koyup açmış ve
yanan sarı ışıkta çantayı kurcalamıştı. Tahta ahşap ufak kutuyu bulunca
rahatlamıştı. İğne kadar olmasa da ağrılarını kesiyordu. İlacı yutup kapıda ona
seslenen Achube’nin yanına gitmişti. Pansiyon sahibi Achube’nin verdiği yüklü
paraya sevinmişti. Bu sebepten onlara yemek çıkarmış ev temiz silinmiş masasına
davet etmişti. Maria’nın hazırladıkları ile güzel bir akşam yemeği olmuştu.
Hepsi karınlarını doyurmuştu. Ramsy yorgunca masaya dayadığı koluna başını
yaslamıştı.
Uzun yoldan mı geliyorsunuz?” pansiyon sahibi olan kadın onlara bitki çayı
demlemişti. Kızıl meyvelerin kurutulması ile yapılan yerel çaya hepsi aşinaydı.
Batı merkezde bu çay oldukça fazla tüketilirdi. Achube sigarasını yakıp
sandalyeye yaslanmış ve derin bir nefes çekmişti. Andrjez ise sigara yakma
konusunda çekingendi.
“Batı Merkezden yola çıktık. Biliyorsunuz bombardıman sonrası oralar mahvoldu
ve savaş dibimize kadar geldi. Bizde başkente gitmeye çabalıyoruz.” Demişti.
Achube oldukça hızlı kurgular ortaya koyardı. Dil oyununda iyiydi. Kadın usulca
başını sallamıştı. Nuna ise dayanamayıp bir sigara yakmıştı.
“Batının hali çok kötü. İnsanlar akın akın kaçıyor. Başkentte yığılma olacak,
sizin işiniz hazır mı bari?” demişti kadın onları tartarak.
“Evet, ben muhasebeciyim ve orada eşim var. Arkadaşım doktor.” Derken Milos’u
göstermişti. Sonra eli Andrjez’e doğru kaymıştı. “Kendisi orduda yer aldı bir
dönem.” Eli hemen yanında oturan Nuna’ya doğru dönmüştü. “Bayan Nuna ise
gazetecidir. Çok iyi bir yazardır.” Nuna sigarasını kül tablasına doğru uzatıp
dumanı havaya üflemiş ve bu sahte oyuna ayak uydurmak istemişti. “Erkekler
yolumu kesmese ve işime taş koymasa imparatorluk hizmetine girecek kadar iyi
olduğumu düşünüyorum.” Demişti. Achube gülüp Emma’yı göstermişti. “Eşi
başkentte ve orada memurluk yapıyor.” Demiş ve hemen yanında oturan Ramsy’in
omzuna elini koymuştu. “Ve belki de batının görüp görebileceği en iyi aşçıdır
kendisi.” Kadın başını sallayıp çayından bir iki yudum içmişti. Varisli
bacaklarını saran çorabını çekiştirip masaya doğru eğilmişti.
“Anladım, işiniz hazır.” Demişti kendi hayatının renksizliği ve çirkinliğini
hatırlayarak. Milos ağrıyan göğsüne doğru elini koymuştu. Sol tarafını
ovuşturup geriye doğru yaslanmıştı.
“Dinlenmeye çekiliyorum ben.” Demişti. Sandalyesini itekleyip ayağa kalkmıştı.
Gece onun için sadece başlayan kalp ağrısından ibaret değildi. Sabah olanları
düşündükçe uykusu kaçıyordu. Yatağa uzanıp örtüleri üstüne çekmişti. Dışarıdan
vuran ışığın tavana yansımasını izlerken gözleri dolmaya başlamıştı. Babasının
günlüğü aklına geldikçe kalbindeki sancı daha çok artıyordu.
“Onlara mükemmeli vermek, belki bende ölümsüz olanı bulurum.” Bu kelimeleri
hatırladıkça yutkunamamıştı. Günahlar sadece tanrı tarafından belirlenmezdi.
Vicdan insanın en büyük günah belirleyicisiydi. Aklına bir rapor gelmişti. İki
yaşında kız bebek. Henüz düzensiz bağışıklığı hakkında yazılanlar.
“En başından beri bunun bir güç olduğunu biliyordu.” Milos bunları söylerken
kolunu kaldırıp bakmaya başlamıştı. Kanın ne kadar büyük bir güç olduğunu hiç
düşünememişti. Bir insanı insanlıktan çıkaracak gücü bu veriyor olamazdı. O
zaman neden bu kadar çaresiz ve muhtaçtı? Babasının aradığı tedaviyi bulmak
için yapılan deneylere göz yummak şu ana kadar vicdanını neden rahatsız
etmesine rağmen durmak istemediğini anlamıyordu.
“İyi misin?” bileğini tutan elle irkilmişti. Andrjez ona endişeyle bakıyordu.
“İçeri girip sana seslendim ama sanki hipnoz olmuş gibiydin.” Demişti. Milos
ona bakıp bileğini çekip almıştı.
“İlaçtan hep, uyursam bir şeyim kalmaz.” Demişti. Ama uykusuz geçen zor
gecelerden birini yaşamıştı. Başkentte gerçekten gitmeleri gerekecekti. Oradan
öylesine geçip gidemezlerdi. Babasının eski kliniğini ziyaret etmesi
gerekiyordu. Belki de en başından beri cevap oradaydı. Bu deneyler ve bu
yaratılan şey… kızıl taş ve kanı… Hatta Andrjez’in ne olduğuna dair bir cevap.
Gün doğana kadar öylece sokaktan vuran ışığı izlemişti. Gün doğmaya
başladığında ise Andrjez’in odasına gizlice süzülüp ceketinin iç cebinden bir
sigara alıp geri odasıan dönmüştü. Herkesin uyanmasını beklerken açtığı camdan
soğuk hava içeri doluyor ve içine bile çekemediği sigarasını yavaş yavaş
içiyordu.
“Biliyor musun aslında en başından beri şüphe
etmiştim ama şimdi eminim.” Arkasından gelen sesle birden irkilmişti. Odanın
kapısının açılmadığından emindi ama birisi onunla konuşuyor gibiydi. Etrafa
bakınca köşede birisinin ayakta durduğunu görmüştü.
“Kimsin?” derken sigarayı camdan aşağı atıp karanlıkta kalan yere doğru
yönelmişti.
“Hiç düşündün mü belki de yaratılan bu şey aslında yok edilmemeli de.” Orada
dikilen kişi ilaç çantasını kurcalamaya başlamıştı eğilip.
“Ne demek bu?” Milos onu görmek için yaklaşırken tedirgindi.
“Diyorum ki belki de yazıcılar en başından beri bunu planlamıştır. Gerçi
anlayacağını sanmıyorum ama bir şeyleri düzenlemek gerekiyor.” Demiş ve zafer
nidasıyla elindeki tahta kutuyu kaldırmıştı.
“Yaşamaman gereken bir hayatın olduğunu hep hissettiğinden eminim. O
kadar ki ruhun neredeyse bedenine bir örümcek ağı ile bağlı. İşi hızlandırmam
gerek. Bunlar olmadan kalbin ne kadar dayanır? İnsanlar ilaç ve şifa konusunda
çok gelişmiş.” Kutuyu açıp ilaçları eline almıştı.
“Kimsin sen?” Milos olduğu yerde şaşkınlıkla ona bakarken adam ona doğru dönmüş
ve ileri doğru bir adım atmıştı. Kızıl saçlarını eliyle geriye doğru
çekiştirirken saygıyla eğilmişti.
“Güneş’in oğullarından Kızıl Yılan Sant ben. Tanıştık ama beni hatırlayamayacak
olman üzücü.” Milos ona bakarken yeşil gözlerindeki korkunç ışığa takılıp
kalmıştı.
“Sadece uyu Milos Roluge. Bir gün tekrar karşılaşırsak, merhaba ve yine
vedalaşmak zorunda kalırsak hoşça kal.” Milos kafasında yankılanan bu ses
kaybolduğunda yaşanılan her şeyi unutmuştu. Olduğu yerde öylece dikilip boşluğa
bakıp kalmıştı. Ne ilaçlarının nasıl kaybolduğunu en de Kızıl Yılan Sant’ı
hatırlayacaktı. Sadece ölümle tanışmasına bir adım daha yaklaşmış olacaktı.
Soğuk tahta zemine düştüğünde gözlerini artık açık bile tutamıyordu. Cevapsız
kalacak o kadar çok şey varken şimdi birde tanrıların kendi düzenindeki
sorulara cevap bulmak… Yazıcılar bu sefer insanlar için net olan bir karar
vermişti ama bunu bilen tek insan soylusu yan odada uyuyordu. Milos Roluge,
Achube İllarea, Emma Orgraf, Nuna ve Ramsy gibi bir çok figür ise bu
düzenlenmiş denge oyununda olmaları gereken yerde olmak için kader iplerinin
çekiştirildiğini hiçbir zaman fark edemeyeceklerdi. Bir kahraman doğarken bir
çok hayat feda edilirdi. En başta da söylendiği gibi, iki evin arasındaki bir
evde, bir kadın sancı çekti ve bir bebek doğdu, doğum sıradandı, tıpkı doğduğu
aile gibi. Kahraman olmak için çok çabalamadı ama bir kader yazgısı için çok
çabalaması gerekeceğini hissetti. Ölmesi gereken yerde ölmediği için yaşanılan
gerçeklikte cevapsız çok soru yarattı. Andrjez Dejan olmaması gereken dünyanın
tanrısı olmaya mecbur kaldı. Yazıcıların cevap verebileceği tek net olan şey
buydu. Kıskanç bir kardeşin, binlerce yıl önceki hatalarını telafi etmek için
dengeyi bozması mıydı bunun sebebi? Yoksa hayatında aşık olmaması gereken bir
adamın bir başka adamı çok sevmesinden kaynaklanan bir yanılgı mıydı? Kendisi
için yaşayamayacak kadar aciz bir adamın başkaları için yaşamaya çabalamasından
ibaret mi? Bunun cevaplarını bir yazıcı gibi bir çok tanrıda heyecanla
bekliyordu. Kızıl Yılan Sant ise değişen dengede geciken cevapların bulunması
için bir sis perdesini birkaç saniyede ortadan kaldıran görünmez bir eldi. Zaman
tanrılar için sınırsız, insanlar içinse bir nefeslik…
Yorumlar
Yorum Gönder