Kayıp Masallar 3 (6. Bölüm)
Dans ve Miras,
Gecenin güne döndüğü saatlerde son nefes
alışları ile ömrü dolmuştu Bayan Roluge’nin oğlunu görmeyi beklemiş gibi onun
uykuya dalışı ile bu dünyadaki bedeninden ayrılmıştı. Sabah onun ölü bedenini
hemşire yatağında bulmuştu. İnce bir kan sızmıştı dudakları arasından. Çatık
kaşları düzleşmiş, solgun yüzüne bir rahatlama çökmüş gibiydi.
Pazar sabahı ölü olduğu rapor edildiğinde
cenaze için araç gelmiş ve sevgili oğlu annesinin bedenin iki adam tarafından
sarılıp çıkarılışını izlemişti. Milos o gün onu zincirleyen son şeyden de
kurtulacak kadar şanslı ama yalnız kalmanın acısını yaşayacak kadar şansızdı.
Andrjez Dejan o gün orada olarak bir vahşetin ilk sahnesine şahit olma şansı
elde etmişti. Bir insanın parça parça yok edilişinin ve o parçalardan yeniden doğuşu.
Roluge ailesinin sağ kalan son ferdi. Büyük mirasın son mirasçısı. Dejan
ailesinin ikinci oğlu ise hala amansız vatani hayaller içinde bir kafa
karışıklığı ile bu mirasçıya eşlik ediyordu.
Ölüm doğum kadar hızlı yayılmayı seven bir
haberdi. Varlığını hatırlatmak için her an bir başkasının kulağına fısıldar ve
bunu yaymayı severdi. Şımarıktı… Herkes gibi sürekli konuşulmak isterdi.
Sonuçta o da bir tanrıydı ve varlığını korumak için bilinmek onun tek
çaresiydi. Yok edici olarak gözükse de yaşam kadar saygın bir tanrıydı.
Roluge evinde ölüm hızlı yankı bulan bir tanrı
olmayı hiçbir zaman başaramamıştı. Ölüm sessiz karşılanırdı. Babasının ölüm
haberi geldiğinde Milos bir sandalyeye oturmuş ve elleri titreyen annesinin
ellerini tutup karşısına oturtmuştu. “Her şey yoluna girecek.” Demişti. Onun
öncesinde Milos bir kurşunu kalbine sıktığında babasının nutku tutulmuştu
haberi aldığında. O gün Bayan Roluge sakince “Her şey yoluna girecek.” Demişti
Bay Roluge’nin kulağına. Altais bir ipte sallanırken Milos çığlıklarını elleri
ile bastırmaya çabalayanlar tarafından sadece tek bir şey duymuştu. “Her şeyi
mahvettin Roluge…” Bu döngünün sonunda mıydı? Herkes her şey yoluna girecek
diye devam etmişti o cümleden sonra. Her şeyi mahveden Milos’un her şeyi yoluna
sokacağına inanmışlar gibi ölümden hemen sonra bu sözleri sarf etmişlerdi.
Annesinin bedeni paketlenirken sadece oturmuş
ve cenazecilere bakmıştı. Onların odaya girip cesedi yavaş ve sakince
toplayışını odadaki sandalyede oturmuş ve izlemişti. Kimseye her şey yoluna
gireceğini söylememişti. Sadece cenazenin kalkmasını beklemişti. Andrjez’de
tıpkı onun gibi aniden gerçekleşen ölümü sessizce beklemişti. Ölüm onun için
eski bir tanıdıktı. Adını bildiği ama yüzünü hatırlamadığı bir tanıdık.
Ölüm bir tanrı gibi çığlıklar atarak
karşılanmamıştı. Sakin ve sıradan bir misafir gibi karşılanmış ve herkesten
aynı sükûnet beklenmişti. İnsanlar ölümü bu kadar sakin karşılayamazdı. İlk
telefon açıldığında büyük babasının asistanına annesinin öldüğünü söyleyip
cenazenin teslim alınması için gidilmesi ve ölüm belgesinin imzalandığını
anlatmıştı. Derin sessizlik bir yas çığlığı ile kendini bölmüştü. Kız kardeşi
ölen palavracı teyze birden çığlıklara tıp ölümü heyecan ile karşılamıştı.
Roluge ailesinin soy adı ile ölse de o hala kanında Marillion olarak ölmüştü.
Kız kardeş isyan etti, ölümü bir tanrı gibi çığlıklarla karşıladı. Yaşlı baba
göz yaşı döktü ve öğlen gri bulutlar gök yüzünü kaplarken yasın sembolü
siyahlara dolandılar. Nemli donmuş toprak cenazeciler tarafından kazam ile
açılırken son kıyafetleri en güzel kıyafetleri olarak bilinen Bayan Roluge
tabutunda, onu sevdiği ve tanıdığını iddia edenlerce ziyaret ediliyordu. Milos
sakimce annesinin tabutu başında dururken Andrjez üstünde askeri üniforması ile
orada Milos’un birkaç adım gerisinde dikiliyordu. Bir askerin en onurlu
kıyafeti üniformasıydı. Milos ve Andrjez cenazede askeri okul kıyafetleri
içinde dimdik dururken yaşlı büyük baba girmişti içeri.
“Bir askerin en onurlu kıyafeti
üniformasıdır.” Emekli General Marillion içinde bu sözler geçerliydi.
Madalyaları dizliydi göğsünde. Yıldızlar ve rütbesi vardı apoletlerinde.
Yaşlılığına rağmen hala heybetli ve iktidar sahibi bir yürüyüşü vardı. Yavaş
adımları sert ve bastığı yeri inletiyordu. Milos ona doğru gelen adama soğuk
bir yüzle bakıyordu. Andrjez rütbesinin tek bir yıldızını omzunda taşımayan bir
yedek subay adayı idi. Birden saygın şekilde selam vermişti. Milos ise sadece
bakıyordu.
“Kaybımız derin ama dik durmayı öğrenmişsin.” Demişti. Milos sessiz ve
kindardı. Hayat ona dik durmanın bedelini ağır ağır ödetiyordu. Başını dik
tuttukça daha çık kafasına vurulacağını biliyordu.
Kenarda ağıt yakan kemanlar eşliğinde büyük
babasından bir yas konuşması duyacağını hissediyordu. Kemanlar gıcırtılı, insanlar yas tuttuğunu
belli etmek için matem havasındaydı.
“Roluge mirasının tek varisi sensin. Ama mirasın sahibi benim. Sevgili torunum kızımı
kaybettim ve o bana bir erkek torun vererek mirasımı korumam için imzaladığım
anlaşmayı fes etmeden öldü. Şimdi o anlaşmayı fes edip doğacak oğlum için
mirası sahibine teslim edeceksin.” Demişti. İnsan acımasız ve çiğ süt emmişti.
Milos bir an için gülümsemişti. Yüzünde soğuk ve korkunç bir gülümseme vardı.
Öyle sakindi ki bir seri katilin kurbanını gördüğü andaki sakinliği ve bıçağı
sapladığı andaki soğukluğu vardı yüzünde. İçten içe heyecanlı ama yüzü bunu
gizleyecek kadar durgun. Andrjez onun param parça oluşunun ilk vahşet anlarına
şahit oluyordu. Bir insan senelerce büyümek için uğraşır. Boyu uzar, irileşir…
Erkek olmak için iri bir penis, kadın olmak için iri göğüsleri olmaya
başladığında çocukluktan çıktığı söylenir.
İlk reglini olan kız artık doğurgan bir kadındır. İlk erkekliğini
kaldırıp meni atıp üremeye hazır olan oğlan ise erkektir. Toplumsal kurallar.
Sadece büyümek üzerine ve gelişmek üzerine kuruludur. Ama insanlar ne zaman
olgunlaşır bu bilinmez. Kimisi senelerce yavaş yavaş olgunlaşır, kim ise sadece
birkaç saat içinde…
“Annem hep bu hayatta o giderse tek kalacağımı ve kendimi gizlemem gerektiğini
söylerdi. Senin yanına gelmektense her şeyi bırakıp gitmemi öğütlerdi. Onu
sadece babamdan dolayı ya da benden dolayı sevmediğini düşünürdüm. Bizler senin
soylu kanına yakışmayan varlıklar olduğumuzu düşünürdüm. Meğer sorun kan değil
para imiş.” Birkaç adım atmıştı Marillion ailesinin en büyük ferdine. Ellerini
arkasında birleştirmiş ve param parça olmuş bedeni derin bir nefes almış gibi yavaş
yavaş konuşmaya başlamıştı. O nefesi boşa harcamak istemeyerek.
“Doğmamış çocuğunun aç ya da susuz kalmamasını sağlarım. Endişen olmasın.
Roluge ailesi Marillion ailesi gibi paraya tapan pislikler değildir.” Birkaç
kelime bir araya gelmiş ve tehlikeli bir düşman yaratmaya yetmişti. Vahşet
sadece yere akan kanla olmazdı. Gaddarca bir adamın acılı bir çocuğa para
vermesini söylemesi ve acısını es geçip umursamazca onu hırpalaması ile
gerçekleşebilirdi. Hayata öfkeli bir adamın tutunmaya çabalayan bir bedenin
eline basmasıyla gerçekleşirdi.
“Bir gün göğsüne bir kurşun daha sıkacak ve
benim mirasım sen ve kız kardeşin gibi iki kadına kalacak. Siz evlenip malımı
yedireceksiniz. Bunun olmasına müsaade etmem. Mirasımı bana geri ver. Sonuçta
evlendim ve genç bir kadın erkek doğurur. Erkek kardeşiniz mirasıma sahip
çıkar. Senin intihar meraklısı oğlun bunu yapamayacak. Ya da korkudan nasıl
öleceğini bilemeyen kocan…”
Milos bu lafları duymuştu. Annesine bağıran
büyük babasının bu keskin laflarını duymuş ve babasının ölümü o hastaneden daha
çıkamadan gerçekleşmişti. Onu son defa görememişti bile öfkeli olduğu adamın
sevilmemesi onu daha da öfkelendiriyordu. Karman çorman olmuş düşünceler… onu
boğan aile ilişkileri ve monoton bir arzu…
“Senin oğlun benim evimde beslenecek bir yetim
olmaz. O yüzden endişe etme. Şimdi gidip kızının yasını tut.” Demiş ve bir adım
geri çekilip ona sırtını dönmüştü. Hakaret sadece ağır bir küfür ile olmazdı.
Bir topluluğun önünde var olan birisini görmezden gelir gibi sırtını dönmekte yeterli
olurdu. Aşağılamak için birisinin yüzüne tükürmeye gerek yoktu. Onunla ellerini
arkana alıp konuşmak onu kendinden aşağı görmekti…
Toplumun belirlediği kuralları kendine silah
yapmaktan başka çaresi olmayan bir anarşist olmuş Milos. Param parça olmuş ve
parçalarını toplamaktansa yeniden ölmeyi tercih edecek kadar yorgundu. Kendini toplamak için yalnız olmamak
gerekirdi. Korkusu kalmayan birisi artık neyi silah olarak kullanacağını
umursamazdı. Sonuçta onu korkutabilecekleri son şeyi ölmekti. Silahsız
ölmektense bir silahla birkaç kişiyi vurup ölmeyi tercih ederdi.
Cenaze bitip taziyeler alınırken matem
havasını bahane etmişler ve herkes suskundu. Toprak cesedi hızla kaybedince gri
gökyüzü eşliğinde herkes mezarlığı terk etmeye koyulmuştu. Havada kar kokusu
vardı. Milos kar yağacağını hissetmiş gibi başını yukarı doğru kaldırmıştı. Koyulaşmış
bulutlar yer yüzüne doğru birbirinden farklı binlerce kar tanesini bırakmak
için hazırdı. Ama bekliyordu.
Kaderin planı ve seçimler uyuşmalıydı.
Zeplinler iki kaderi birbirine bağlayacak o son dokunuşu yapmadan önce kar
yağmayacaktı. Kışın temsilcisi beyaz örtü yer yüzünü kaplamayacaktı. Milos için
kaderin anlamı dini bir inanç gibiydi. İnandıkça gerçek olmasından korkulan bir
ilahlaştırmaya dönüşüyordu. İnsanlık kendini her zaman yüce olana inandırmak
zorunda hissetmiştir. Bunun sebebi çaresiz kaldığında yardım ettiğine inandığı
yüce varlığın gölgesi altında güvencede olmak. İnsan o yarattığı ve inandığı
gücün altında ruhunu sakinleştirip iyi olanı düşünebilir.
“İnsanın en büyük düşmanı hafızası değil mi?”
demişti Milos arabada yanında oturan Andrjez’e göz ucu ile bakıp. Andrjez onun
ağlamamış olması ve soğuk duruşundan tedirgindi. İnsanlar yas tutarken göz yaşı
döker ve rahatlardı.
“Aslında hafızamız bizim için bir nimet der rahipler. Hatırlamak insanı insan
yapan şeydir.” Demişti. Milos ona bakıp geri başını cama çevirmişti. Şoför
onları eve götürmek yerine öndeki aracı takip ediyordu.
“Belki de…” demişti sadece. Asıl ağır misafirlerden taziyeleri kabul etmek için
büyük babasının evine doğru gidiyorlardı. Miras çok fazla olmalı diye
düşünüyordu Andrjez. Belki de altmış yaşına varmış emekli generalin bu kadar
hırslanmasına sebep olacak kadar çok miras ile Milos kendini kurtarabilirdi.
Hayatını kürara ve bu savaşın içinden çekip gitmek için bu parayı kullanabilir
diye düşünüyordu.
Milos ayaklarını izliyordu. Sıkıntılı hasta
hissettiğinde hep bu hareketi yapardı. Andrjez onun kendini kötü hissetmesini
anlamlandırmaya ihtiyaç duymuyordu. Cenaze Bayan Roluge içindi. Ve oğlu artık
tek başına bu hayatla mücadele etmek zorundaydı. Geniş demir kapı açılıp içeri
doğru araçlar girmeye başladığında Andrjez Milos’u izlemekten vaz geçmişti. Bu
bahçeli büyük ev Marillion ailesinin eviydi. Milos’un mirasının bir parçasıydı
sadece. Andrjez sakince eve bakıyordu araba durduğunda öndeki araçlardan
insanlar iniyordu. Milos ise bir süre öylece arka koltukta oturmayı tercih
etmişti. Andrjez inmek için kapının kolunu tuttuğunda Milos onu bileğinden
yakalamıştı. “Yapmayalım. Bu insanları çekebilecek halde hissetmiyorum.”
Demişti. Andrjez ona bakmıştı. Şoför çoktan Milos’un kapısını açıp çıkması için
kenarı çekilmişti bile. Andrjez onun girmekten korktuğu eve baktı göz ucu ile.
Oraya giren kalabalığa ve gözü yaşlı yas tutanlara…
“Gitmek mi istiyorsun?” demişti. Milos başını
sallayınca Andrjez onlara ait olmayan arabadan bir çırpıda inip hemen Milos’un
kapısına doğru yürümüştü. Şoför onu görünce daha da geriye doğru çekilmişti.
“Yürüyelim o zaman. Şehirde dolaşır biraz konuşuruz.” Demişti. Milos ona bakıp
bir süre öylece durmuştu. “Fakat…” Andrjez ilerdeki kalabalığa bakıp arabaya
eğilmişti.
“İyi olmayacağın bir yerde kalma. Benden yardım istiyorsun. Hadi.” Demişti. Onu
arabadan çıkarıp girdikleri kapıya doğru yürümüştü. Gerçekten den kapıdan
sessiz sedasız çıkıp gitmişlerdi. Kimse durmalarını istememişti. Öylece çıkıp
şehrin sokaklarına karışmak için dolaşmaya başlamışlardı.
“Yeni yıl bu gece kutlanacak.” Demişti Andrjez artık sessizliği bozmak
isteyerek. Milos yorulmuştu. Banka doğru yürüyorlardı. Gözlerine kestirdikleri
köprü üstündeki banka oturup akan yolu izlemek istemişlerdi. Oturduklarında
Milos derin bir nefes almıştı.
“Yeni yıl balosu olacaktı bu akşam. Baloya gitmek için birisine söz vermiş
miydin?” dedi. Andrjez gülmüştü. “Sınıfta bir kız teklif edince geri
çeviremedim. Ama bensiz gitmek zorunda. Peki sen?” dedi. Milos başını
sallamıştı.
“Emma! Onunla uzun süredir arkadaşız ve beni yalnız bırakmak istemeyerek teklif
etti. Kabul etmiştim. Ama bu ölüm ve hastalık olayını bilmeden.” Dedi. Andrjez
geriye doğru yaslanıp başını çevirip altlarında akan trafik ve yoğunluğa
bakmıştı.
“Şehirde de büyük parti verilirdi. İnsanlar toplanıp dans eder ve içki içip
yemek yerdi.” Milos bunu duyunca gülmüştü.
“Büyük babam sürekli gösterişli davetler ve partiler vermeyi sever. Her yıl
başı gecesi büyük bir parti verir ve bütün herkes orada olurdu. Annem ona en
büyük hediyeyi verdi. Bir yılbaşında huzurlu bir gece…” istemsizce gülmüştü.
Andrjez ona bakmaya başlamıştı.
“Nasıl hissediyorsun?” Milos bunu duyunca ona bakıp gülümsemesini hemen
dağıtmıştı.
“Garip… Sanki hiçbir şey olmamış gibi…”
“Kaybetmemiş gibi mi?”
“Evet, eve gidince annemi orada görecekmişim gibi geliyor.”
“Ama biliyorsun o…”
“Elbette biliyorum Andrjez. Öldü… Sadece bu kadar kolay olmasını beklemedim.
Ben Altais’in ölümünden sonra daha zor olur sandım…”
“Uykuda ölmek… Ne sen ne ölen acı çeker.” Andrjez bunu söylediğinde buruk bir
ifade ile gülümsemişti. “Abim babamın ölümünü asla atlatamadı. Onu bedeni
paramparça görmüş olmanın ağırlığı var üstünde hep. Eve geldiğinde babamın
odasına girmez. Pek eve de gelmez. Geldiğinde kalmaz evde… Annem hep babamın
huzurlu öldüğünü düşünmek ister. Tıpkı uyuyarak ölmek gibi.” Milos onun omzuna
elini koymuştu.
“Ölülerin acı çekmemesi ama onları hatırlayan bizlerin acı çekmesi korkunç bir
ceza değil mi? Hafızamız bizim için en büyük eziyet Andrjez.” Demişti. Andrjez
şimdi onun demek istediğini anlamıştı.
“Güzel anıların olmadı mı hatırlayacak?” Andrjez ona doğru çevirmişti bedenini.
Milos gülmüştü. “Oldu tabi ki. Kaosun içinde yaşıyor gibi görünebilirim ama bir
sürü güzel hatıram var. Ama insan güzeli hatırlamak için programlanmış bir
varlık değil. Kötü olanı hatırlamakla yükümlü.” Dedi. Andrjez omuz silkmişti.
“Benim için öyle değil. Ben güzel şeyleri daha çok hatırlıyorum. Kötü olan
şeyleri hatırlayıp ne yapacağım ki?” dedi.
“Yani ders çıkarabilirsin!”
“Düşünsene birinin ölümünden çıkaracağın ders ne olabilir ki? Ölmemek mi bunu
zaten yapıyoruz Milos. Zaten yaşamak zorundayız. Yaşarken her şeyi zorlaştırmak
zorunda değiliz. Zaten eninde sonunda herkes ölecek. Kaçınılmaz son bu.”
Demişti. Milos ona bakıyordu. Başını
yavaşça sallamıştı.
“Herkes ölecek bunu biliyorum. Sadece sonunda herkes ölecek diye yaşamaya
çabalayanların elini bırakmak mı gerek?” dedi. Andrjez ona bakıp iç çekmişti.
“Abim her zaman herkesi kurtaramazsın der. Bu hayatta kendini kurtar önce
Milos. Acı çekmek sadece seni daha da kötü hale getirecek. Yaşam gerçekten zor
ve ölüm bizler için kolay bir çıkıştan ötesi değil. O yüzden bırak zor olan
yaşamı öleceğin güne kadar kendini kurtarmaya çalış.” Demişti. O gün söylediği
sözlerin ileride canını yakacağından habersizdi. Tecrübesizdi, gençti ve ölümün
hafife alınması gerektiğini düşünecek kadar aptaldı. Milos yaşamın ona verdiği
ağırlığın altında kalmamak için çabalarken yükü bir pirinç tanesi kadar olan
Andrjez’in öğütlerini dinlemeyecek kadar açık gözlü olmak istemişti. Ama o an
için ona doğru gelen şey boş vermişlik ve gülümsemeye çabalamaktı. İnsan
kendini kurtarmak için birilerini harcardı.
Savaş vardı dört cephede. Dört cephede de
binlerce insan ölüyordu. Birileri yaşamak için öldürüyordu. Ölüm ve yaşamın
nihai yarışıydı bu. Skor tablosuna kim daha fazla çentik atacak diye hızlı bir
yarış… Doğanlar yaşamın tablosuna, ölenler ölümün tablosuna işliyordu. İnsanlar
ise birer çentik birer çizgi olup gidiyordu bu dünyadan. Milos ve Andrjez bir
zamanlar yaşamın tablosunda birer çentik olmayı başarmıştı. Şimdi ölüm onlar
için tablosunda yer ayarlamıştı. İyi ya da kötü bir hayat sürüp ölüp gidecek
olmanın bilincinde olmak insana amaçsızlık verirdi. Andrjez ölümün kurtuluş
olduğunu düşünürken bunun sebebi her zaman sadece kafasında kurduğu hayallere
ulaşmak ve hızlı bir hayattan sonra onuru ile ölmek değildi.
Milos’un dışa yansıttığı karmaşık dünyasının
benzeri Andrjez’in iç dünyasıydı. Amaçsızlık ve umutsuzluk onun için ölümü bir
kurtuluş var saymıştı. İyi bir asker olmak isterdi, abisini, annesini ve ölen
babasını onurlandırmak isterdi. Ama sadece bunun için yaşamaya değer miydi
bilmiyordu. Sıcak savaşın olduğu bir cephede topçu atışı sırasında ya da bir
yakın muhabere esnasında ölmeyi hedefliyor olması garipti. Dışarıdan güçlü ve
ileriye dair planları olan bu genç Milos gibi karamsar ve yıkılmış olan kişiye
nazaran ölmeyi daha çok istiyordu. Milos yaşamak için çırpınırken o sessizce
ölmek için sinsi planlar yapıyordu. Bundan kimsenin haberi yoktu ama ölmek onun
için öldürmek kadar zevkli olacakmış gibi hissediyordu.
“Birisini öldürmek isterdim.” Demişti Milos’a bir defasında. “Nasıl hissettirdiğini
merak ediyorum. İnsanlar ölümün kökünden çözüm olduğunu düşünüyor bende denemek
isterdim.” Diye devam etmişti. Milos öldürmek istemezdi. Gerektiğinde bunu yapardı
ama mecbur kalmak bile istemiyordu. Yaşamanın ne kadar değerli olduğunu
bilmediğini düşünüyordu Andrjez’in. Onun gerçekten birisinin ölümünün ne ifade
ettiğini anlamadığını düşünüyordu. Derin
bir iç çekmişti Milos. Yavaşça ayağa kalkmıştı.
“Yarın dönüş için dinlenelim. Eve gidelim.” Demişti. Andrjez sessizce onun ardından
kalkmıştı. Salınarak köprünün diğer tarafına yürümüşlerdi. Aşağı inip eve çıkan
sokağa girdiklerinde eski bir şarap dükkânın önünde durmuştu Andrjez. İçeri
doğru bakıp Milos’a seslenmişti.
“Birer kadeh içki içmek ister misin?” demişti. Milos dükkâna bakıp
gülümsemişti. “Evde oldukça kaliteli şaraplar var birini açmamıza engel olacak
kimse yok. Paranı boşa harcama.” Demişti. Milos bunu söyleyince Andrjez
adımlarını hızlandırmıştı.
“Ciddi misin? Yani öylece ailenin mirası sayılan içkileri açıp içecek miyiz?”
demişti. Milos başını sallayıp gülümsemişti.
Eve yaklaştıklarında gök yüzü daha bir
huzursuz hava daha keskin bir soğukluğa sahipti. Üşüyerek girmişlerdi eve.
Andrjez çamur olmuş botlarını çıkarmak için oturmuştu. Milos ise eve olan
saygısızlığını belli etmek ister gibi çamurlu botları ile içeri girmeye
yeltendiğinde Andrjez onu kolundan yakalamıştı. “Bunu yapma! Otur ve botlarını
çıkar.” Demişti. Milos onun hemen yanına oturup bağcıklarını çözmüştü. Gün
kararmak üzereydi. Büyük salona girip ışıkları yakmıştı. Andrjez’e seslenmişti.
“Gel ve şu dolabın kilidini kırmam için yardım et!” demişti. Andrjez içeri
doğru girip onun büyük ahşap dolabın bir kapağındaki anahtar yuvasını
zorladığını görmüştü. Yanına doğru gelip oturup elindeki ufak çakıyı alıp
bakmıştı. Bir süre yuvayı kurcaladıktan sonra kilit sesi gelmişti. Sonunda
dolabı açmışlardı. Milos kapakları aralayıp dolu şarap ve viski şişelerine
bakıp başını neşe ile sallamıştı.
“Babamın alkole olan düşkünlüğünü azaltmak için annem buraya kilitlemişti
hepsini. Birini alıp bitirelim. Yarın normal yaşamımıza dönmek zorunda
kalacağız nasıl olsa.” Demişti. Andrjez elini çenesine dayayıp ciddiyetle
şişelere bakmaya başlamıştı. Bir uzman gibi “hım” sesi çıkardıktan sonra hızla
bir şişe seçmişti. “Sanırım bu iyi.” Demişti. Milos onun aldığı şişeye bakıp
gülmüştü. “Leş gibi tadı olacak. En iyisi kırmızı şarap alalım. Viski içmek
istemiyorum.” Demişti. Andrjez elindeki viski şişesini daha sıkı kavramak için
kolunun altına doğru almıştı. “Bundan içmemiz lazım.” Demişti. İkisi bir süre
şarap ve viski için tartıştıktan sonra iki şişeyi de açmışlardı. Yılın son günüydü.
Bu akşam bütün radyolarda güzel şarkılar ve huzurlu sohbetler olacaktı. Milos
yemek için bulduğu son ev yapımı makarnayı pişirmişti. Andrjez ise ikisi için
kutlama tadında olacak olan yemeğe dair masa hazırlamıştı.
Her şey hazırdı. Masada kendilerince bir
kutlama yemeği hazırlamışlardı. On
sandalyeden sadece karşılıklı iki sandalye doluydu. Servislerden ikisine yemek
konulmuştu. Milos kadehini eline aldığı sırada Andrjez radyoya doğru
fırlamıştı. “Manastır radyosunu açalım ve onların ne yaptığını duyalım.”
Demişti. Marş okunurken denk gelmişlerdi. Milos ayağa kalkmaya yeltenmeden
imparatorluk marşını aşağılar biçimde başını sallamıştı. “Aptallar…” diye
mırıldanmıştı. Hiçbir zaman tutku ile marşını söylememişti. Manastırda her
pazartesi ve önemli günde çalan marştan hep iğrenmişti. Sesi çirkin kadın ve
erkeğin bozuk uyumunu dinlerken hep küfrederdi. Andrjez ise onların söyleme
tarzını komik bulduğu için istemsizce kıkırdamıştı. Marş bittikten sonra radyo
manastırda yapılacak olan baloyu ve bu sene ki başarıları saymaya başlamıştı.
Başarılı öğrencilerin isimleri okunurken Milos ve Andrjez kendi isimlerini
duymuşlardı. Milos hemen kadehini
kaldırmıştı.
“Hey ismimiz okundu. Başarılı listesinde yer alıyoruz. Bunun şerefine.” Demiş
ev sonra bu bir oyun haline gelmişti. Her tanıdık isim için bir kadeh biraz
içki… Sonun da ise artık savaş başarıları
için kadeh kalkarken yemek bitmiş ikinci şişe şarap açılmış, viski
yarılanmıştı. İçmekte kötüydüler. Çoğunu içmeden etrafa saçmışlardı bile. Ve
saat ilerlerken yıl başının son anlarına yaklaşırken balonun başladığını
bildirmişlerdi. Eşli danslara geçilmeden önce uzun bir kurmay konuşması
başlamış ve bitince hoş bir piyano melodisi yükselmeye başlamıştı. Yaylılar ona
eşlik ederken Andrjez ayağa kalkmıştı.
“Yılın son dansını benimle…” Milos hızla oturduğu yerden fırlamıştı.
“Elbette.” Demişti. Müzik ritim almaya başlarken herkes geleneğin parçası olan
yılın son dansını yapmak için müziğe ayak uydurmaya başlamışlardı. Andrjez
nazikçe Milos’u beline dolamıştı elini.
“Vals biliyor musun?” demişti. Milos elini onun omzuna doğru koymuştu. “Elbette!”
demişti. Diğer elini nazikçe tutmasına izin vermişti. Bir adım ileri bir adım
geri… Salın ve dön. Kraliyet ailesinin gururlu dansı. Vals insanın nazik
adımları ile karşısındakine bir aşk teklifi olarak isimlendirilebilirdi. Bir
adım at ve eşinin adımını takip et. Çeneler ileri gözler birbirine bakacak…
Milos sadece kafasında bir zamanlar ona bu dansı öğreten kadının dediklerini
anımsayarak Andrjez’e bakıyordu. Radyodan cızırtılı müzik devam ederken şarabın
yarattığı baş dönmesi ve mide bulantısı yerini ayakları yerden kesiyormuş gibi
bir his vermeye başlamıştı. Düşünceleri hızla dağılırken ona bakan Andrjez’e
bakıp gülümsemişti. Ama onun durgun yüzündeki acıyı anlayamamıştı. Neden gülümsemediğini
anlamıyordu. Sadece salınarak dans ederken yorgun ve acı çekiyor gibi
duruyordu. Müzik durağanlaşırken birden
her şey susmuştu. Radyonun cızırtısı kalmıştı geriye. Şehri derin bir
sessizliğe boğulmuştu. Öylece kalmışlardı. Andrjez elini tutan ele bakıp onu
belinden daha sıkı sarmıştı.
“Altais ile sen…” demişti. Milos ona bakıp bir an için ne olacağını bilmemenin
verdiği korkunun içinde panikle titremişti. “Dedikodular gerçek değil dimi? Siz
ikiniz hiç onların dediği gibi…” Milos onun neden bunu sorduğunu anlamamıştı.
“Gerçek olmasının bir önemi mi var?” demişti. Andrjez onun yüzüne bakıp
kalmıştı. Ne diyeceğini bilemeden bir süre durmuştu. Milos onun omzundan elini
çekmiş ama Andrjez onu bırakmak istemiyor gibiydi. Korku bedeninde bir soğukluk
yaratmıştı.
“Yok. Bir önemi yok.” Demişti. Asılı kaldığı boşlukta attığı çığlıklar duyulmaz
diye daha da şiddetli bağırıyordu. Milos’un Altais’i seviyor olduğu gerçeğini
görmekten kaçamazdı. Ona âşık olmuş ve onun için bu kadar çirkinliğe katlanmış
olmalıydı. En saygı ve hayranlık duyulası bir şeydi. Altais’in yerinde olmak
istemişti bir an için. Nasıl hissedeceğini merak etmişti.
“Bunu yapma!” demişti. Milos’un sözleri birden onu bir rüyadan uyandırmış gibi
oldu. Onu öpmek mi? Onu öpmeyi düşünmüş ve bunu yapacaktı.
“Orduda biriler bunu duyarsa canını yakarlar. Dedikodulardan
daha fazlası… Normal olduğunu biliyorum. Öyle kal ve duygularının karmaşasına
kapılma.” Demişti. Kolları arasından sıyrılmıştı. Andrjez başından kaynar sular
akmış gibi olduğu yerde kalmıştı. Hareket edemiyordu.
“Düşündüğün gibi birisi değilsin. Normalsin. Alkol insana yanlış düşündürür.” Demişti
Milos geri sandalyeye otururken. Andrjez ona durumu anlatmak istemişti. Ölmüş
birisini kıskandığını, nedensizce onu ezberlediğini ve her hareketinin ne
anlama geldiğini söylemek istemişti. Bu kadar cesur olabileceği tek gece buymuş
gibi hissetmişti. Ona doğru döndüğünde. Bir gürültü patlamıştı kulağında. Sıcak
alevler ile gelen çığlık sesleri... olduğu yerde kalmıştı. Camların patlayıp
perdelerin savrulduğunu görmüştü.
Hidrojen dolu bir zeplin alçak uçuş yaparken
atılan fişeklerden birisi ile çarpışmış ve ardı ardına gezen üç zeplin gürültü
ile başkentin ortasına düşmeye başlamıştı. Gecenin yarısı yılın ilk günü büyük
zeplin kazasının en yakınında bulunan apartmanlardan birisinde Andrjez aşkını ilan
edecekken camlardan gelen alev ve gürültü ile bütün her şeyi unutmuştu. Anlık bir
refleks olarak sırtı cama dönük oturan Milos’u kolundan kapıp koşmuştu. Sonrası
ise boğucu duman, sis ve sıcaklık ile yavaş yavaş yok olamaya başlayan
gerçeklikti….
İnsan neyi ne zaman yapacağını planlasa da
sonuç istendiği gibi olmazdı. Her zaman bir aksilik ve bir eksik yolunu tıkardı.
O gece başkentin ortasında yaşanacak felaket kimse tarafından unutulmayacak ve
yeni bir saldırı taktiği olarak kullanılması ön görülse de Andrjez yıllar
boyunca bir daha aynı cesareti bulamayacaktı. İnsan kendi yarattığı dünyanın
içinde bir defa doğup bir defa ölseydi her şey daha kolay olurdu. Daha cesur,
daha atılgan ve daha doğrucu olurdu. Ama kendi yarattığı dünyada binlerce defa
ölüp dirilen insanlar zamanın onlara çok şans vereceğine inanacak kadar da
saftı.
Yorumlar
Yorum Gönder