Kayıp Masallar 3 (7. bölüm)
Mahkûm
Yıkım, yıkım ve daha çok yıkım… İnsanın dünya
üzerinden iz bırakma yolu olarak seçtiği şey bu. Parçalamak, yok etmek ve
yıkmak. Bir kuş ağaçlara yaptığı yuvalarla, bir aslan avladığı hayvanın
kemikleri ile geçmişine dair izler bırakırken insanlık yıkımla ardında izler
bırakmayı seviyor. Yıkıp yeni şeyler ortaya çıkaracağına inanıyor ama bu
yanılgı onu tüketmeye devam edecek.
O gece helyum dolu dev balonlar başkentin
göbeğine düşüp muazzam bir ateş gösterisi sunmuştu. Bir tanrı o ateş
gösterisini izlerken eğlenebilirdi. Ama içinde olan insanlar için vahşetti. Son
anda Milos ve Andrjez için kurtuluş olmuştu.
Andrjez ve Milos yıkıntılar arasında bulunup
şehir hastanesine götürülmüştü. Şehrin bir kısmı tahrip olmuştu. Ölenler ve
yaralananlar çoktu. Gazeteler ve radyolar bu olaydan bahsederken seferberlik ile
yıkıntıların arasından cesetler aranmaya başlanmış ve manastır askeri okulunun
öğrencileri bu seferberlikte gönüllü olmuşlardı.
Olayın üçüncü gününde Andrjez kendine gelmiş
ve yaşanan felaketi doktorlardan öğrenmişti. Üç zeplinin şehrin göbeğine düştüğünü
ve patlamaların nasıl şiddetlenip korkunç bir yangının başladığını, yanığının
iki gün önce zor durdurulduğunu… Ama onu ilgilendiren tek şey Milos’un nerede
olduğu idi.
“Peki benimle beraber getirilen kişi…Milos Roluge’nin durumu nasıl?” demişti.
Doktor ona bakıp gülümsemişti. “Bay Roluge gayet sağlıklı, sadece ufak tefek
çizikler almıştı. Buraya sizi getirenler arasında yer alıyordu.” Dedi. Andrjez
kırılmış koluna ve ufak yanıklarına bakıp kaldı. Milos’u korumada başarılı
olmuş olmanın gururu ile gülümsemişti. Oturur konuma gelmek için doğrulunca sol
tarafında derin bir acı hissetmişti. Sert bir plaka var gibi bir his
oluştuğunda örtüyü kaldırmış ve sargılı yarasına bakmıştı.
“Düşen zeplin parçalarından birini oradan çıkardık. Resmen sekizinci kattan düşmüşsünüz.”
Demişti. Andrjez sargıya bakmayı bırakıp doktora çevirdi başını.
“Nasıl yani?” demişti. Doktor bir öksürükle boğazını temizleyip ayağa
kalkmıştı. O ara kapı çalıp aralanmıştı. “Baş hekim toplantı için sizi bekliyor
Doktor Manuh.” Demişti genç hemşire. Henüz on beş on altı yaşlarında kuzguni
siyah saçları koyu mavi gözleri olan beyaz tenli hoş bir kızdı. Başında beyaz
şapkası kolunda kırmızı ay ile beyaz önlüğü vardı üstünde.
“Madem öyle, hastanın pansumanı ile ilgilen.” Dedi. Ayaklanıp kapıya yürümüştü.
Andrjez ona bakıp gülümseyen genç hemşireye bakıyordu.
“Sekizinci kattan düşmüş birisine göre canlı duruyorsun.” Demişti genç hemşire.
Andrjez bunu duyunca gülmüştü. “O kadar yüksekten düştüğümü hatırlamıyorum.”
Dedi. Hemşire yatağın yanına doğru gelip pansuman için gerekenleri hazırlamaya
başlamıştı.
“Kaburgalarında çatlaklar var, ayak bileğin ciddi zedelenmiş ve kolun… kırık…”
demişti. Andrjez gülüyordu. Hemşire kenarda duran ufak aynayı alıp ona doğru
tutmuştu.
“Yüzünün halinden söz bile etmiyoruz Bay Dejan.” Dedi. Çizikler ve bölgesel
morluklar vardı yüzünde. Sağ gözü şişlikten kısılmıştı.
“Cidden kötü düşmüşüm. Roluge bunun için bana
çok şey borçlu.” Demişti. Hemşire ona bakıp gülmüştü. “Sizi buraya getiren
askeri okul öğrencilerinden Milos Roluge mi?” dedi. Andrjez başını sallamıştı.
Hemşire pamuğu parmakları arasında bir top haline getirirken konuşmaya
başlamıştı. “Oldukça endişeliydi. Binanın yıkıntıları altında sizi o çıkarmış
neredeyse. Bina çöktüğünde üzerinize devrilen içki dolabı sayesinde birçok
yaranız enfeksiyon kapmamış ama yanıkların sebebi alkol.” Demişti. Andrjez bir
an duraksamıştı.
“Peki Milos nasıl? Doktor pek ondan söz etmedi.” Dedi. Hemşire duraksamıştı.
“Ciddi değil durumu. Ufak tefek çizikleri vardı. Pansuman yapılıp gönderildi.
Göçük altında kalanlara yardım etmek üzere çağrılan askeri okul öğrencileri
ile…” demişti. Andrjez ondan yardım alıp oturur konuma gelmişti.
“Ama siz uyanmadan önce sizi görmeye geldi. Tekrar geleceğini söylemişti.
Kendisi çok nazik bir beyefendi. İyi bir arkadaşa sahipsin.” Demişti. Dikiş
atılmış karnındaki yaraya pansuman yaparken tanışmışlardı. Hemşire Lannel
Frenklen genç bir stajyerdi. Hemşirelik okuluna başvurmuş ve başkent şehir
hastanesinde stajının ilk ayını doldurmuştu. İşine sadık ve hep sağlıkçı olmak
isteyen idealist on beş yaşında bir genç hanımdı. Ailesinin yetiştirmekten
gurur duyduğu bir kız değildi. Bunun sebebi dik başlı oluşuydu.
“Büyük ablalarım evlenip çocuk yaparak annem ve babam için gurur verici aileler
kurdular. Birisi mürebbiyeliydi. Evlenip çocuk yaptığında işini bırakıp annem
gibi evine bağlı bir kadın oldu. Ben onlar gibi olamazdım. Büyük ablam benim
yaşlarımda evlenmiş. Kocası iyi bir subay. Aynı şekilde ailem benim de evlenmem
için bir aday bulmuştu. Yirmi yaşında batı cephesinde görev yapan bir teğmen.
Ama ben evlenmek istemiyorum. Onun yerine batı cephesinde sağlıkçı olmayı
tercih ederim demiştim. Annem çok sinirleniyor bu duruma. Babam ise bıkmam için
beni sürekli gözü önünde tutmaya çabalıyor. Her şeye rağmen Doktor Manuh bana
yol gösteriyor. Kendisi babamın yakın arkadaşıdır. Babama yetenekli bir hemşire
olacağımı söylediği için belki de buradayım.” Andrjez kızın idealist ve hırslı
oluşunda kendini görmüştü. O gün tanıştığı Lannel onun için kader çizgisinde
hiç tahmin edemeyeceği kadar önemli bir noktaya gelecekti. Lannel idealist ve
inançsız bir hemşireydi. Tanrının
varlığına inanmazdı. Hoşgörü ve insancıl olmanın tanrıya inanmaktan daha önemli
olduğunu savunacak kadar cesurdu. Ailesi bürokrat bir yapıya sahipti. Başkentte
güçlü ailelerden birinin kızıydı. Son çocukları ve üçüncü kızları… büyük abisi
iki ablası ve o… Frenklen ailesinin asi genç kızı ve Andrjez o gün tanışmıştı.
Sekizinci kattan düşen ve düşerken arkadaşı yaralanmasın diye kendini siper
edip hastanelik olan Dejan onun için aptal ve cesur bir adam olarak kalmıştı
kafasında. Genç subay adayıydı.
“Şanslısın… O zeplinin kuyruk kısmı tam sizin bulunduğun yere düşmüş. Yangın ve
göçük altından sağ çıkabilecek kadar…” demişti. O gün çok kişi ölmüştü. Bunun
üzerine kurtulanlar mucize ile kutsanmış olmalıydı. Milos gibi birkaç çizikle
atlatanlar ise Mesih ilan edilebilirdi.
O gün ve sonrasındaki birkaç gün boyunca Milos
hastaneye gelmedi. Andrjez onu beklemekten yorulmazdı. Sürekli geleceğine
inanarak kapısını gözlemişti. Şehir darmadumandı ve yıkıntılar arasında kokmaya
başlayacak olan cesetleri aramak askeri öğrencilere yıkılmıştı. Gazeteler ve
radyoda hep bundan söz ediliyor ve her gün bulunan cesetlerin isimleri radyodan
sırası ile okunuyordu. Andrjez ona arkadaşlık eden hemşire Frenklen ile arkadaş
olmuştu. Sabah akşam ve öğlen… fırsat buldukça yanına kaçıp gelen bu kız onun
için dışarıdan taşınan haberdi. Dördüncü günün dolup beşinci günün başladığı
sabah Frenklen ona sabah kahvaltısını ve gazetelerden okuduğu haberler ile
gelmişti. Bileğindeki şişlik inmeye başlamıştı bile. Yakında ayağa kalkacak
kadar iyi olacaktı.
“Cesetlerin hepsinin bulunduğu ve yıkıntı binaların tahliye edildiğini
yazmışlar.” Demişti. Sıcak tost ve ılık sütü ona bir tepside uzatırken ilaç
dolu ufak kâseyi kenarda duran sehpanın üstüne koymuştu. Andrjez gerinip
kendini kaydırıp doğrulmuştu. Tepsiye bakıp iç çekmişti. O sıra kapı açılmış ve Milos’un sesi
gelmişti.
“Her neyse muhtemelen iki güne yola çıkarız. Bu önemli değil. Ben sonradan
geleceğimi bildirdim.” Demiş ve içeri girince Andrjez ile göz göze gelmişti.
Yorgun, kirli ve bıkkındı. Bir süre ona bakıp ardından gülümsemişti.
“Günlerdir tertemiz yatakta yatıp ayağına yemek getirilmesi güzel olmalı ha?”
dedi. Andrjez ona bakıp gülmüştü. Milos’un ardından Ruen, Achube ve Emma
girmişti. Hepsi bitkin ve kir içindeydi. Andrjez Achube’yi gördüğünde biraz
irkilmişti. Başkente gelmeden önce başına gelenler aklından çıkmamıştı. Onu
öldürmesi için izin verildiğini unutmuyordu.
“Tanrım şuna bak, her yerin mosmor…” demişti Ruen feryat figan içeri doğru
dalıp. Andrjez gözünün inmiş olmasından bile mutluydu. Ruen’in çabucak
dikkatini dağıtan ise kenarda oturmuş onlara bakan Hemşire Lannel olmuştu. Hemen
dik bir duruş oluşturup yağlı saçlarını yana doğru iteklemişti. Emma çekingen
halde kenarda duruyordu.
“Dejan geçmiş olsun. Sanırım ölmediğin için şanslısın ben çok fazla ölü buldum
da. Kokan ve parçalanan çok fazla ceset…” Achube bunu söylediğinde Andrjez ona
dikmişti gözlerini. Onun içindeki sahtekarlık ve yalancılıktan tiksinmişti.
Achube’nin neyin peşinde olduğunu anlamıyordu.
Milos yatağın yanına doğru gelmişti. Kenarı oturup bir süre Andrjez’in yüzüne
bakmıştı. Kırık alçıdaki koluna, hasta yatağındaki solgun haline…
“Daha erken gelemediğim için üzgünüm. Kurmaylar binalardan cesetleri çıkarmamız
gerektiğini söyledi. Bu işi gece gündüz yapıyoruz.” Dedi. Andrjez buruk bir
tebessüm ile bakmıştı ona. Kırgınlığı onun gelmemesi değildi. O patlama ve bina
yıkılmadan önce duydukları canını yakmıştı. Milos’un onu istemediği düşüncesi
yaralıyordu kalbini. Ama uzakta kalamazdı. Kara sevda denilen körü körüne aşk
bu olmalıydı.
“Sorun değil. Burada bana Lannel çok iyi baktı.” Demişti. Hemşire ile onu tanıştırmak
ister gibi dönmüştü. “Lannel bu Milos Roluge, sıkça sana anlattığım arkadaşım.”
Daha sonra tekrar Milos’a dönmüştü. “Milos bu da Lannel Frenklen, stajyer
hemşire. Cepheye gitmeden önce burada işini öğreniyormuş. Bana burada her
konuda yardımcı oldu.” Demişti. Milos onu tanıyordu. Frenklen soy adının sahibi
olan bu kızın babası onun babası ile sıkı bir iş ortağı idi. Birisi sivil,
birisi üniformalı doktordu ama aynı akademiden mezunlardı. “Birbirimizi tanıyor
sayılırız.” Demişti Lannel. Milos başı ile onaylamıştı. “Babamın arkadaşının
kızı.” Diye eklemek istemişti. Andrjez bir süre durmuştu. Ortada garip bir
sessizlik oluşmuştu.
“Ne zaman geri döneceksiniz?” dedi. Milos ona bakıp duraksamıştı.
“Aslında bugün geri dönülecek. Ama Yüzbaşı Dejan burada sana refakatçi olarak
kalmam için bana izin verdi. Olanlar bir nevi benim suçum. Seni buraya gelmeye
zorlamış sayılırım. O yüzden yaz tatili iznimden bir kısmını kullanacağım.”
Demişti. Andrjez ona şaşkınlıkla bakmıştı. Çok şeye şaşırmıştı kurduğu cümlede.
“Abim burada mı?” diyerek başlamıştı.
“Evet…”
“İzin mi verdi sana burada kalman için?”
“Şey evet...”
“Kendisi gitti mi?”
“Evet, batı cephesinde görevlendirmesi olduğu için başkentten direkt oraya
geçeceğini söyledi. Ama sana temiz kıyafetler getirdi ve üniformanı toparlattı.
Ayrıca biraz harçlık bıraktı ve annenle konuşman için jeton.” Dedi. Andrjez
başını sallamıştı. Abisini göremeden gitmesine üzülmüştü. Ama Milos ile hala
baş başa vakit geçireme şansı olduğu için mutluydu. “Ruen ve Emma’ da seni merak
ettiği için geldi.” Diye devam etmişti Milos. Kenarda duran Achube’yi
göstermişti. “O da olay hakkında… Şu yemekhanedeki mevzu için bir şeyler
söyledi.” Dedi. Achube ona konuşma hakkının doğduğunu hissetmiş gibi öne doğru
çıkmıştı.
“Dinle Dejan, seni öldürmeleri için kimseye izin vermedim. Aksine b yatakhanesinin
bazı fikirleri hoşuma gitmediği için hafta sonu balo öncesine toplantı
koymuştum. Bu fikir bana ait değildi.” Dedi. Andrjez ona bakıyordu. Milos hafif
tebessüm ile Andrjez’e bakıp başını sallamıştı.
Ona durumu kabul etmesini işaret ediyordu.
“Anladım, zaten bunu yapacağını düşünmedim. Yani yapman için sebep yok.” Dedi.
Kısa ama derin bir sessizlik oluşmuştu. Milos bir öksürük ile boğazını
temizlemişti. Sessizlik bozulmuştu.
“O zaman biz gidelim. Yakında birlik toplanır. Okulda görüşürüz.” demişti Ruen.
Emma huzursuz gibiydi. “Kalmamı ister misin Milos? Belki yardım edebileceğim…”
“Gerek yok, gitsen daha iyi olur. Cezaya kalmayın.” Demişti. Achube hala
huzursuz ama sahte bir gülümseme ile duruyordu. “Geçmiş olsun Dejan, tekrar
görüşürüz.” Dedi. Onlar çıkarken Milos yatağın kenarına oturmuştu.
“Achube…” Milos ismi duyunca Andrjez’e dönmüştü.
“Ona güvenmiyorum. Bir şey saklıyor. Silahla vurulma olayına baya sinirliydi.
Ne söyleyip söylemediğini sordu. Ona isminin olaya karıştığını söylediğimde pek
şaşırmamıştı. Ama sinirliydi.” Dedi. Andrjez kaşlarını çatmıştı.
“Geri döndüğümüzde ikinci defa saldırırlarsa ne olacak?” demişti. Milos ona
bakıp gözlerini kapatmıştı.
“Buna fırsat vermeyeceğiz. Bir daha aynı şekilde tek kalmamalıyız.” Demişti. Lannel
onlara bakıyordu dikildiği yerden. Milos onu umursamıyordu. Bir süre gözleri
kapalı durdu. Daha sonra yorgunca gözlerini açmıştı.
“Andrjez, gece danstan sonra söylediklerim için…” Andrjez ona doğru çevirmişti başını.
“Neyden söz ettiğini anlamadım.” Dedi. Hafıza kaybı yaşıyormuş gibi davranma
fikri ile birden aydınlanmıştı. O gece hiçbir şey olmamış gibi davranmak ve
reddedilmemiş olmak arkadaşlığını koruyacağına inanmıştı.
“Şey, senle…” Milos ona dikmişti gözlerini. “Hafızanı mı sildiler?” demişti.
Andrjez başını iki yana sallamıştı. “Yemek yediğimizi ve patlamayı
hatırlıyorum. Sonrası yok. Sekizinci kattan aşağı düşüp karnıma demir girmesi
ve yanıklar dışında başka bir şey anımsamıyorum.” Dedi. Milos bir an derin bir nefes almış ve yavaşça
vermişti. “Her neyse, o akşam beni koruduğun ve yaralandığın için üzgünüm. Sana
can borcum var!” demiş ve olayı toparladığına inanmıştı ikiside. Milos yorgunca
gerinmişti.
“Büyük babamın evine uğrayıp yıkanıp biraz dinlenip geri geleceğim. Olanlardan sonra
teyzem aklını kaçırmış gibi sürekli beni arattırdı. Ölümüm miras için daha iyi
olurdu ama belli ki benim onayım olmadan alamayacaklar parayı.” Demişti.
Andrjez ona bakıyordu.
“Milos oraya kadar gitmene gerek yok. Burada yıkanabileceğin yer var.” Dedi.
Milos konuşan Lannel ile göz göze gelmişti. “Askeri personel sayılırsın. O yüzden
duşları kullanabilirsin. Sana temiz birkaç kıyafet verip üniformanı çamaşırhaneye
bırakabiliriz. Andrjez sen geldin diye çok mutlu. Burada boş yatakta var.” Demişti. Milos dönüp
Andrjez’e bakmıştı.
“Kalmamı ister misin?” demişti. Andrjez başını iki yana sallamıştı. “Yorgun
halde oraya kadar gitme. Şehrin diğer ucu. Burada yıkanıp dinlenmen senin
içinde iyi olur.” Demişti. Bir şekilde Milos yolu gözünde büyütüp Lannel ve
Andrjez’in lafına gelmişti. Yıkanıp temiz hastane kıyafetlerini giyip Andrjez’in
odasına gelmişti. Andrjez ilaçların etkisi ile uykuya dalmak üzereydi. Milos
hızla yatağın yanına gelip ona kaymasını söylemişti. Andrjez kendini köşeye
doğru çekince Milos onun yanına dümdüz uzanmıştı. Yorgundu. Gözleri acıyordu.
Yanında yatan Andrjez’e göz ucu ile bakmıştı. Derin uykuya tekrar dalmak üzere
gibiydi.
“Özür dilerim…” demişti. Andrjez uyanıktı ama gözlerini açmamıştı. Uyumaya
devam ediyor olmak onun için daha kolaydı.
“Keşke gerçekten her şeyi unutmuş olsan. Ve buna ikimizde inansak.” Demişti. İç
çekmişti. Dolmuş gözlerini kapamıştı. İnsanlar birbirinin canını yakmaktan
çekinmeyecek kadar nankördü. Kendi korkularını başkalarının hayatlarında yok etmeyiş
everdi. Milos bunu yaşamak istemiyordu.
Altais ile tanıştığında aşkın, sevmenin ve arzulamanın ne demek olduğunu
bilmiyordu. Onunla ilk ortaokulun birinci sınıfında tanışmıştı. Sınıfında gür
sesli, atılgan ve çok konuşan, sürekli gülen sinir bozucu kişiydi. Öğretmenlerin
dikkatini hızla çekecek kadar zekiydi. Sözlerini hep emin ve sert söylerdi. Sürekli
gülerdi ve herkesle konuşurdu. Ortak ödev grubuna verildiklerinde çekingen ve
ürkek olan Milos onun için zarif bir kuş gibiydi. Ürkek ve her an dalgın bir kuş.
Ödev gereği gezecekleri imparatorluk müzesinde ikisi sorumluydu. Gezip not
alacaklardı. Savaş tarihi için neler olduğunu yazmaları gerekiyordu. Bir hafta
sonuydu… sivil olarak ilk buluştuklarında Altais açık ve çekingen olmayacak
kadar kaba bir insandı. Her şeyi söylemeye hazırdı. O gün müzeyi gezerken sık
sık ona bildiklerini ve rehberin anlattıklarını tekrarlamıştı. Sunum yapacaklardı.
Not almak yerine hepsini kafasına yazmaya kararlıydı. Milos için fazla
gürültücü ve dikkat çeken bu çocuk onu sinir etmemeye başlamıştı o gün.
Bahar vakti müzenin bahçesinde oturduklarında
Milos gülümsemişti.
“Nasıl her şeyi bu kadar aklında tutabiliyorsun?” demişti. Altais ona dönüp
sırıtmıştı.
“Çünkü ben dehayım. Ablam bana aptal olduğumu söylese de ben biliyorum. Bir gün
saygın bir imparatorluk subayı olacağım. Deha olduğumu anlayacaklar.” Demişti.
Milos ona gülmüştü.
“Deha olmana gerek yok ki. Herkes isterse subay olabilir.”
“Öyle değil, mesela sen savaşamazsın. Çünkü çok kırılgansın. Eline bak sabahtan
beri mürekkep olduğu için elini kazıyıp duruyorsun. Oysaki eline kan
bulaştığında ona alışman gerek.” Dedi. Milos ona dikmişti gözlerini.
“Benim babam orduda ve kan bulaşmadan da ben subay olabilirim.” Demişti. Altais
onun bu kibirli düşüncesine iğrenerek bakmıştı.
“Hem ürkek hem aptalsın. Baban öldüğünde seni kim koruyacak ha? Kendini koruyup
kendi ayakların üstünde yükselmeyi bilmen gerek.” Dedi. Milos onun bu düşüncesi
karşısında şaşırmıştı.
“Babam ölmez ki! Annem ve babam ölse de benim ailem çok güçlü. Sen anlamazsın.”
Demişti. Altais onunla alay eder gibi gülmüştü.
“Herkes bir gün ölecek Milos Roluge, sen bile… o yüzden hayatın tadını çıkar. Güzel
bir çocuksun ve hayatını babanın gölgesinde büyüyerek ürkekçe yaşamaktan vaz
geçmelisin. Yoksa gerçek bir aptal olacaksın. Sınıftaki o diğer aptallar gibi.”
Demişti. Milos onun o zaman sınıftaki o sürekli güldüğü eğlendiği insanları aptal
olarak gördüğünü anlamıştı.
Sonrasında sık sık dışarıda görüşür olmuşlardı. Milos ona sürekli nasıl
özgürleşeceğini sormaya başlamış ve onun hayatı nasıl tanıdığını anlamaya
çabalamıştı. Yabani ve saldırgan, hiçbir şeyden korkmayan bir gençti. İkinci
sınıfın tekrar bahar ayında beraber okuldan çıktıkları gün ikisi içinde
önemliydi. Milos hayatında önemli yer tutan Altais’i değerli kılmaya
başlamıştı. Onu seviyor, kıskanıyor ve paylaşmak istemiyordu. Altais o sırada
gelişiyor, bir erkek olmak için ilk adımlarını atmaya hazırlanırken karşı cinsin
ilgisini çekecek kadar yakışıklı olmuştu. Hem cinsleri tarafından rakip
görülecek bir alfa erkek olmak için uygundu. Milos’un aksine çelimsiz değildi. Ablasına
yardım ediyor ev yaz tatillerinde ailesinin yanına tarlada çalışıp bedenini
güçlendiriyordu. Zeki, atılgan ve dikkat çekecek kadar gürültücüydü. Kavga
etmeye çekinmezdi. Diş bilemekten kaçınmazdı. O bahar günü öğlen bir kızdan bir
mektup almış ve sınıftakilerin dilinde Altais’in bir kız arkadaşı olduğu
dolanmaya başlamıştı. Milos için bir kız arkadaş rakip demekti. Altais’in özel yaşamını dolduracak herhangi
birisi onun için rakipti.
“Mektup, onu okudun mu?” dedi. Altais elindeki mısır koçanını kemirmekle meşguldü.
Her okuldan çıktıklarında yürüyüş yapar ve bir şeyler yiyip dağılırlardı. Milos
mısır koçanından birkaç ısırık almıştı.
“Hayır!” demişti Altais. Ağzından mısır taneleri saçılarak heyecanla
konuşmuştu.
“Kız bir cevap isteyecektir. Okumalısın.” Demişti Milos çekingen bir sesle.
Altais pantolon cebinden buruşmuş mektubu hızla çıkarıp tereyağı bulaşmış
parmakları arasında kavramıştı.
“Al benim için oku.” Demişti. Milos ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Ama onu sana
yazmış bu doğru…” Altais ona hınzırca bir bakış atmıştı.
“Sabahtan beri aklında o var. Seni tanıyorum. İçinde ne yazıyor merak
ediyorsun.” Demişti. Milos ona bakıp hızla mektubu alıp eline mısır koçanını
tutuşturmuştu. Mektubu açıp katlanmış kâğıdı eline almıştı. Bir süre kâğıda ve
yazılana bakmıştı. Bozuk çirkin el yazısını hemen tanırdı. Altais her konuda
iyi olabilirdi ama el yazısında kötüydü. Harfleri saçma bir düzende yazar ve
sürekli kaydırırdı kâğıt üzerinde. Çizgileri olmayan kağıtlar ile arası hep
kötüydü. Milos yazıda gözlerini gezdirmişti. Bir süre yazıya baktıktan sonra ne
diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı.
“Kıza bir sevgilim olduğunu söyleyip başımdan savabilirim. Ona sevgilim olduğunu
söylemeli miyim?” demişti. Dönüp bakınca yanakları kızarmış elleri terleyen
Milos ile göz göze gelmişti. Hınzır gülüşü ile ona bakarken elindeki mısırdan
bir ısırık daha almıştı. Milos öylece kalmıştı.
“Işığın ve kutsallığın tanrısı onlar için bir kadın ve erkeğin ilişkisini meşru
kılmıştı. Aynı cinsten kimse birbirini sevemezdi. Bu günahtı. İnançlı değildi
ama ailesi buna inanırdı. Erkekler ve kadınlar birbiri için yaratılmıştı. Bir araya
gelip aile kurup imparatorluk ve tanrının adını yaşatmak ile yükümlüydü. Altais
ise o mektuba birkaç cümle sıkıştırıp büyük bir günahkâr olmak istiyordu.
“Tanrı erkek ve kadını…”
“Tanrı insanlara sevmesini emretmiş. Rahipler bunu söylüyor.” Dedi. Milos
lafını bölen Altais’e bakıp kalmıştı. Ona evet demek istiyordu. Sonuçta Altais
onu seçmişti. Onunla olmak istemişti. O kızı değil…
“İkimiz bunu yaparsak…”
“Kimse bilmek zorunda değil. Erkekler yakın arkadaşlar olarak geziyor. Bunu bilmek
zorunda değiller Milos.” Demişti.
“Mektupta yazanlar…”
“Evet, en başından beri bana güzel ve kırılgan gelmen hoşuma gidiyor. Benim olmanı
isterim. Seni seviyor olmaktan da utanmıyorum. Bunun için imparatorluk
subaylığından vaz geçebilirim.” Demişti. Hayallerinden vaz geçilecek kadar
sevilmek onun için masallarda yaşıyormuş gibi hissettirmişti. Altais’e evet
demişti. Başlarından savuşturdukları kişiler ile neredeyse uzun bir ilişkileri
olmuştu. Ta ki Altais’in sahte sevgilisi hakkında dedikodular çıkana kadar. Onu
bir erkekle gördüğünü söyleyenlerin sayısı artana kadar…
Bir erkeğin bir erkeği ve bir kanın bir kadını
sevmesi acizlik ve hastalıktı… Kurtulamayacak bir pislikti. Altais’in kimi
sevdiğini umursamamışlardı. O an için sadece ona işkence etmek hoşlarına
gitmişti. Milos’un onunla birlikte olup olmadığı umurlarında değildi. Sadece farklı
olan ve onlara aykırı gelen bir rengi siyaha boyamak istemişlerdi. Kan kırmızı
ile karıştırmak istemişlerdi rengarenk düşlerini. Ve zamanla kaldığı yurt
odasına gelip gidenler, taciz edenler ve sürekli darp edenler arttıkça
korkuları başlamıştı Milos’un. Ona da bunu yapacak olmaları… Onu korumak için
elinden ne geleceğini bilememişti. Ve annesine gitmişti. Onu koruması için
annesine yalvarmış ama sonuç Milos’un asil yaşamı için köylü Altais’in asılması
uygun görülmüştü. Yüksek bir meblağ ve ortadan kalkan oğlunu sapkınlığa süren Altais’in
ortadan kalkması ile Milos Roluge soylu adını ve kendini korumuş olmuştu. Tek
intikam yöntemi ise kendini vurmaktan öteye gidememişti. Silahı göğsüne dayayıp
okulun ortasında kendini vurduğunda gülümsemekten kendini alamamıştı. Altais’in
öldürülmesinde herkesi suçlu bulurken en çok da kendini suçlamıştı. Onun için
yapabileceği en kötü şeyi yapmış ve yardım istemişti. Delirmiş bir evlat ve
sapkınlıktan arındırılması gereken bir soylu olarak anılmaktan korktuğu içinde
o kurşunu kalbine sıkmıştı. Hayatta kalacak kadar bahtsız ve Altais’in günahını
taşıyacak kadar kadersizdi.
Geçmişin asla peşini bırakmayacağını
biliyordu. Uyurken, düşünürken her an sürekli kulağına ölüm tarafından geçmişi
fısıldanıp zihnini karıncalandırıyordu. Nefes nefese gözünü açtığında boğazının
ve dudaklarının kurumuş olduğunu fark etti. Hava karanlıktı. Koridordan gelen ışık
dışında pencereden sızan ışık vardı. Doğrulduğunda Andrjez’in yatakta olmadığını
fark etmişti. Kalkıp ışığı yakmak için odanın sonuna yürümüştü. Işık çalışmıyordu.
El yordamı ile kapıya ulaşmıştı. Koridora çıkıp etrafa bakındığında gecenin sessizliğini
hissetmişti. Arada öten cihaz sesleri ve ayak sesleri dışında sabahın o
kalabalık sesi yoktu. Hoş olmayan o hastane kokusunu soludukça boğazı daha çok
kuruyor gibi hissediyordu. Hemşirelerin bulunduğu kat resepsiyonuna
ilerlemişti. Kimse yoktu. Sürekli çalan telefon sesi koridorun sonundaki
telefon kulübesinden geliyordu. Oraya yürümüştü. Telefonu istemsizce
kaldırdığında acı dolu bir ses kulağını doldurmuştu.
“Ölmeme izin verdin!” diyordu. Altais’in sesini her zaman tanırdı. Yıllar geçse
de bu sesi hep tanırdı. “Ölmeme izin verdin sen…” derken sesi boğuluyor ve hıçkırıklar
yerini alıyordu. Çaresizce onun boğulma sesini dinlemekten kendini almazken gözyaşlarının
yanaklarını ıslattığını hissediyordu. Rüya gördüğünü bilecek kadar bilinci
yerindeydi. Ama uyanamıyordu. Boğulma sesini duymamak için hızla telefonu kapatmıştı.
Olduğu yere çöküp başını dizleri arasına almıştı. Nefesi daralıyordu. Nedensizce
son zamanlarda uykusuzluğun etkisi ile Altais hakkında daha çok düşünmeye
başlamıştı. Andrjez’den kaçmak için ona olan duygularını kendine hedef
gösterdiğinin farkında bile değildi.
“Milos!” demişti derinden boğuk bir ses.
Altais’in sesini boğacak kadar güçlendikçe onu uyandırıyordu. Gözlerini açmaya
zorluyordu ses onu. Uyanması için onu çekip alıyordu. “Kâbus gördün!” demişti.
Milos ona bakan Andrjez’e bakıp yavaşça doğrulmuştu. Boğazı kurumuş gözleri yaş
doluydu. Kalkıp hızla sehpada duran bardak ve su dolu sürahiye yönelmişti.
“İyi misin?” demişti Andrjez. Onun arkasını dönmüş ona bakmadan hızla su
içişini izlerken.
“Evet, gitsem iyi olacak.” Demişti. Korkular insanı yönetirdi. Kimse bunu
yalanlayamazdı. Karanlıktan korkan birisi karanlık bir yere gitmektense ışık
olan yerde ölümü beklemeyi seçerdi. Karanlık onu gizleyecekken ışığın altında
ölüme razı olur. İnsanlar korkuları altında yönetildikçe boyun eğen ve
hayatları bir pranga ile bağlanmış varlıklar olarak kalır. Milos korkularına
teslim olacak kadar zayıftı. Andrjez’in duygularına cevap veremeyecek kadar
geçmişi altında esir kalmış, korkuları tarafından prangalar takılmış bir mahkumdu.
“Ağlıyordun…” demişti Andrjez. Milos hızla
gözlerini kurulayıp ona dönmüştü. “Rüyamda kötü şeyler gördüm. Abartılacak bir
şey yok. Yorgunken olur öyle şeyler.” demişti. Kaçıp gitmek istiyordu. Ona bakan
Andrjez’in onu sevmesinin günah ve yasak olduğuna inanıyordu. Andrjez’in
sonunda Altais gibi olmasını istemiyordu. Savaşabileceğini söylese bile kim
elinde bir kılıç ile binlerce insana karşı koyabilirdi ki? Milos gerçeğin
sadece bu olduğuna inanıyordu. Andrjez’i uzak tutmak onun için doğru olandı. Onu
uzaklaştırmak ve sevginin sadece mahkûmiyet ve ölüm olduğunu düşünmek…
“Gidip kıyafetlerim kurumuş mu diye bakacağım.”
Demişti. Andrjez ona bakıp kalmıştı. O çıkınca geri yatağa uzanmıştı. Milos’un
kabusta çırpınışı ve Altais için ağladığı o anı düşünüyordu. Onun kalbinde
başkası olduğuna inanmak canını yakıyordu. Altais için yaşayan birisine âşık
olmuş hissediyordu. Sevdiği kişi başkasının kalbi ile yaşıyordu. Acınacak
haline gülmeye başlamıştı. Sinirleri bozulduğunda ağlamak onun tarzı değildi. Gülerdi.
Nefesi kesilip kaşları çatılıp, başına ağrı girip baygınlık geçirene kadar
gülerdi. Güldü, burnu kanayıp yatağa izler bırakana kadar gülmüştü.
İnandıkları ve varlığını kabullendikleri
onları yaratan tanrı insana bir özellik vermişti. Konuşmak. Konuştukça rahatlayan
ve büyüyen bir varlık olması gerektiğini öğretmişti. Ama insanlar onu unutacak
ve ticaretin ortasında inançlarını para edecek kıvama getirecek kadar şeytani
ve sinsiydi. Ne Andrjez ne Milos bu konu hakkında konuşmayarak zehirlendiklerinin
farkında değildi. İnsanın doğası sevmek, yemek ve hayatta kalmak için üretip tüketmekti.
Onlar doğalarını reddedip konulan kitle yönetme kurallarında kendilerini öldürmek
ister gibi susmaya çabalamaya karar vermişti.
İnsan için tehlikeli olan şey onları
baskılayan ve değişmedikçe yontmaya çabalayan toplumdu. Milos ve Andrjez bu
topluma teslim olmak gerekirse onlardan olmak için kanatılıp yontulmaya razıydı.
Bu şekilde mutlu olacaklarını sanacak kadar aptallardı.
Yorumlar
Yorum Gönder