Kayıp Masallar 3 (16. Bölüm)
İzler ve Masallar
Bir hafta olmuştu. Milos arada bir Andrjez’in
yanına uğruyordu. Bazen onunla uyuyor, bazen yemek yiyip geri ayrılıyordu. Andrjez
artık daralmaya başlıyordu. O gece canı çok sıkılmıştı. Milos’un gelmesini
beklerken kapı vurulmuş ve Lannel içeri doğru girmişti. “Andrjez, müsait
misin?” demişti. Andrjez kahvesini içiyordu. Milos’un odasını sıkıntıdan
toparlamıştı. Çalışma sandalyesine oturmuş etrafı izliyordu. “Gel Lannel, müsaidim.
Hatta kahve bile yaptım.” Dedi. Lannel gülümseyerek içeri girmişti. Yorgun
duruyordu. “Nasıl oldun?” demişti. Andrjez onu masanın karşısındaki iki
sandalyeden birine davet etmişti eliyle. Lannel kapıyı kapatıp oturmuştu.
“Etraf fazlasıyla toparlanmış ve temiz duruyor.” Demişti. Andrjez ayaklanıp
kenarda demlenen kahvenin yanına gitmişti. “Süt ister misin? Gerçi Milos süt
getirmedi. Sadece biraz kahve ve su.” Dedi. Lannel başını sallamıştı. “Sade
kahve severim.” Demişti. Andrjez ona kahvesini verip karşısındaki sandalyeye
oturmuştu. “Hala bana kızgın mısın?” dedi. Lannel başını iki yana sallamıştı.
“Değilim, aksine seni m utlu görüyorum ve bende mutlu oluyorum.” Andrjez ona
bakıyordu. “Buraya, yani Güney’e gelmek için sebebini anlıyorum.” Andrjez
uzanıp kendi kahvesini almıştı. “Görev için falan değil. Tamamen Bay Roluge
için değil mi? Yani Milos.” Demişti. Andrjez ona bakıp kalmıştı. Lannel ise
gülümsemişti. “Ben aptal ve kıskanç bir kadın değilim Andrjez. Biliyorsun benim
en büyük hayalim yaşatmak ve bunun sayesinde mutlu olmak. Milos’u hiçbir zaman
tam olarak tanımadım. Babalarımız arkadaş bile olsa ben hep ondan uzak
tutuldum. Sonuçta babası kökeni olmayan, günahkâr ve dinsiz bir adamdı. Ama ona
karşı hep içimde bir burukluk var. Dediklerimi pek anlamayacaksın ama yine de
söylemek istiyorum.” Bir yudum kahve içti. Kibarca oturuyordu. “Ailem ona sahip
çıksaydı bu kadar kötü olmayacaktı. Böyle korkunç bir kadere razı olmayacaktı.
Ama insanlar bencil ve ailem onun getireceği kargaşadan korktu. O yüzden onu
öteledi. Şimdi onun yanına getirildim ve ona yardım etmek için asistanı oldum.
Ve bir de sen varsın. Seni ne kadar seviyor bilmiyorum. Dedim ya onu tanımak,
aklından geçenleri bilmek, duygularını anlamlandırmak imkânsız. Ama senin onu
çok sevdiğini görüyorum. Çünkü seni tanıyorum. Benimle iyi bir arkadaş olurdun
ama eş olamazdın. Çünkü sevgi tercih edebileceğin bir şey değil.” Dedi. Andrjez
konuşmanın nereye varacağını merakla bekliyordu. Lannel gergindi. Yüzünden
okunuyordu. Kuzguni saçları ne zaman gerilse matlaşırdı. “Milos’un burada bir
çok kişi tarafından sevilmediğini, hor görülüp aşağılandığını bilmen gerek. Her
ne kadar mali ve fikir açısından ordu için önemli olsada ekipte pek onu sevenler
yok. Doktor Vasile dışında ona özen gösterende yok. Sen vurulduğundan beri daha
da tuhaf davranıyor herkes. Sanki o bir suç işlemiş ve bunu ört bas etmeye
çabalıyor gibi davranıyorlar. Ameliyatta ne oldu?” dedi. Andrjez ona olanları
anlatamazdı. Bir Ölüm tanrısı tarafından ruhunun zorla göğsüne mühürlenmiş
olduğunu söylerse Lannel bunu korkunç bulur belki ona deliymiş gibi
davranabilirdi. “Bir şey olmadı, belki de sadece gerçekten onu sevmiyor ve
çekemiyorlardır. Milos yetenekli ve güçlü birisi.” Lannel başını iki yana
sallamıştı. “Bu laboratuvara geleli neredeyse iki ay olacak. Ama hiç bu kadar
onu yalnız görmemiştim. Sanki içinde bir
sıkıntı var.” Dedi. Andrjez onun sıkıntısını biliyordu. İhanet olayını asla bir
daha konuşmamışlardı. Ayaklanma ve imparatorluğun devrilmesine dair asla onunla
tekrar konuşmak istememişti. “Onun için endişeleniyorsun anlıyorum. Ama Milos
bazen yalnız kalıp düşünmek ister.” Lannel ona bakıyordu. Andrjez iç çekip
ayaklanmıştı. “Şimdi nerede?” dedi. Lannel onunla beraber ayağa kalkmıştı. “Kan
vermesi gerekiyordu. Muhtemelen eksi üçüncü kattaki ana laboratuvarın oradadır.
Sana eşlik etmemi ister misin?” dedi. Andrjez üstünü toparlamak için paravanın
arkasına doğru girmişti. Lannel kapının yanında onu bekliyordu. “Bir ya da iki saat
sürüyor işlem. Gireli bir saat oldu. Şimdiye çıkmaya hazırlıyorlardır onu.”
Dedi. Andrjez gömleğinin düğmelerini ilikleyip kollarını katladı. “Anladım.
Gidip ona bakıyım. Konuşurum olmadı. -3 mü demiştin?” dedi. Lannel paravanın
oradan çıkan Andrjez’e bakmıştı. “Evet. Tek mi ineceksiniz?” dedi. Andrjez
başını sallamıştı. “Sende gel, belki kaybolurum.” Demişti. Lannel ile beraber
asansöre doğru yürümek için kapıdan çıkmışlardı. Aşağı indiklerinde
sessizlerdi. Etrafta kimse yoktu. Geniş koridorda yürüyüp sola doğru
dönmüşlerdi. Bir iki cam ve birkaç kapı ardı ardına sıralanmıştı. Lannel sondan
ikinci kapının orada durdu ve tıklatıp içeri doğru eğildi. Birisi ile
selamlaşıp kapıdan tamamen bedenini soktu içeri doğru. “Bitti mi Doktor
Vasile?” demişti. İçeriden bir erkek sesi gelmişti. “Bitti Lannel! Milos’un
toparlanması için yardım et. Bende üniteleri götüreyim.” Dedi. Kapıyı açınca
Andrjez ile göz göze geldi. “Teğmen Dejan, içeri geçin burada dikilmeyin.”
Demişti. Kapalı kutular olan ufak tekerlekli arabayı sürüklerken sendeliyor
gibiydi. Kapının önü açılınca Milos’u görmüştü. Bir yatakta uzanmış durumdaydı.
Gömleğinin bir kolunu sıyırıp almış öylece duruyordu. Yüzünde oksijen maskesi
gözleri yarı açık öylece duruyordu. Tavana bakıyordu. Lannel onun kolundaki
iğneyi çıkarıp yerine yenisi takmıştı.
“Serum iyi gelecektir.” Demişti. Andrjez içeri doğru bir iki adım atmıştı.
Milos maskeyi yorgunca çekip aldı yüzünden. “Bana biraz tatlı bir şeyler
getirmelerini söyler misin Lannel?” dedi. Hemşirelerden birisi hemen elindeki
işi bırakıp hareketlenmişti. “Ben gidip alayım. Yemekhane açıktır.” Demişti. Andrjez
oraya aslında fabrikadan ayrılacağını söylemek için gelmişti. Milos’un
konuşacak kadar iyi durumda olduğunu düşünmüştü. Konuşacak hali yoktu. Doktor
Vasile yapılan işlemi uzatmak istemiş ve bir ünite fazladan kan almıştı. Milos
için bu bir ünite kan iki gününü mahvedebilirdi. Andrjez’i görünce gülümsemişti.
“Teğmen Dejan!” demişti doğrulurken. Lannel ona kımıldamamasını söylese de
Milos Andrjez’i karşılamak için doğrulmaya çalışmıştı. “Buraya inmemen
gerekirdi. Odada dinlenseydin.” Demişti. Andrjez gülümsemişti. “Lannel’e nerede
olduğunu sordum. Biraz zorlayınca beni buraya getirmek zorunda kaldı. Sadece
gitmeden bir hoşça kal demek istedim. Birazdan kışlaya geri döneceğim.”
Demişti. Milos bir anda şaşkınlıkla ona bakıp kalmıştı. “Ancak yüzbaşı…” Kan
kaybı çok fazla olduğu için her ani harekette gözü kararıyordu. Sıkıca yatağın
kenarına tutundu. “Tamam kımıldama, sen kalkana kadar ayrılmayacağım.” Dedi. Milos
elini alnına doğru götürmüştü. Gözlerini kapatıp geri yatmıştı. O kadar çok
ağrıyordu ki kasları ve kemikleri. Bedeninde azalan kan, oksijeni düşürmüştü.
Yorgunca gözlerini kapatmıştı. Lannel maskesini takmak istemiş ama Milos
onadurmasını söylemişti. Andrjez ayrılırsa orduya gidip konuşabilir diye
korkuyordu. Düşük olan tansiyonuna bir de bu stres eklendikçe kendini çıkmazda
gibi hissetmişti. Gözleri doldukça etraftaki insanların ona bakacağı aklına
gelmişti. “Yeter çıkında dinleneyim.”
Demişti. Başını yana doğru çevirip omzunu biraz döndürmüştü. Lannel onun iyi
hissetmediğini düşünüp harekete geçecekken Andrjez onu durdurmuştu. “Siz çıkın,
ben bakarım. Bir şey olursa sana seslenirim Lannel.” Demişti Lannel diğer
hemşireleri de alıp çıktığında kapının kapandığını duymuştu Milos. Titreyen
sesini toplamaya çalışmıştı. “Abin, dinlenmeni istiyor. Ondan…” Andrjez yatağın
yanına gelip orada dikilme başlamıştı.
“Yapamam.” Demişti. Milos bunu duyunca ürpermişti. “Sana bunu yapamam ben.
Abime ve diğerlerine. Her ne kadar bu yanlış gelse de neden sizin doğru
olduğunu düşündüğünüzü merak ediyorum. Her şey o kadar mı kötü?” Eğilip
Milos’un omzuna doğru dokunmuştu. “Korkmana gerek yok.” Dedi. Milos ona doğru
çevirmişti yüzünü. “Nasıl korkmayayım.” Bunu söylerken gözlerinden akan yaşlar
şakaklarına doğru süzülmüştü. Andrjez onun ağladığını görünce ne yapacağını
bilemeden öylece kalmıştı. “Bana güvenmiyordun ve acı çekecektin madem, neden
anlattın?” dedi. Milos ona bakıp
gözlerini kapatmıştı. “Diğer şekilde artık yaşayamıyorum. Benden nefret etmeni,
sebebini bilmeden beni suçlamanı kaldıramadım. Ben kötü birisi değilim Andrjez.
İstediğin yolu seçebilirsin. Ama ben yalan söylemekten, saklanmaktan yoruldum.”
Sesi boğulmuştu. Andrjez ona bakıp kenarda duran örtüyü üstüne doğru örtmek
için eline almıştı.
“Kendini yıpratma o zaman. Dediğini yapacağım. Kışlaya gidip cepheye gitmek
için abimle konuşacağım. Güney cephesine gidip General Donowan ile
konuşacağım.” Dedi. Milos ona bakıyordu. “İnandığın şeye ters…” Andrjez yavaşça
örtüyü örtmüştü. “İnandığım şey sensin. Yıllarca seni tekrar görüp neden gittin
diye sordum. Ve verdiğin cevabı kaldırmayacak kadar korkak olmayacağım.
Deneyeceğim Milos. Olmasa bile olduracağım.” Eğilmiş onun saçlarını okşamıştı.
“Sonunda bu iş bittiğinde en azından seni kaybetmemiş olurum.” Milos elinin
tersiyle gözlerini sildi. “Çocuk gibi ağladığıma bakma. Sadece sinirlerim
bozuk.” Andrjez gülümsemişti. “Yeni kan aldılar. Dinlen. Sana tatlı bir şeyler
yedireceklerdi. Ayaklandığında beraber gideriz olmadı.” Milos ona bakıyordu.
Bedenindeki üşüme ve ağrılar geçmeye başlamıştı.
“Biraz uyusam iyi gelir.” Dedi. Andrjez tıklatılan kapıya dönmüştü. Lannel
elindeki tatlıyı göstermişti. “Sadece biraz kurabiye varmış.” Dedi. Andrjez
onun elinden tabağı almıştı.
“Lannel bir tekerlekli sandalye bulabilir misin? Milos’u odaya çıkaracağım.”
Dedi. Lannel ona bakmıştı. “Sandalyemiz yok ama sedye…” Andrjez gülümsemişti.
“Tamam sorun değil. Asansörü çağır o zaman. Daha fazla burada kalmasın. Onu
odasına çıkaralım.” Demişti. Kurabiyeleri geri vermiş ve yatağa doğru
yürümüştü. “Kaç kilosundur?” dedi. Milos ona bakınca Andrjez asılı duran serum
tüpünü kapatmıştı. Çıkarıp Lannel’e doğru uzatmıştı. “Burası çok boğucu ve kötü
kokuyor. Sıkıntıdan odayı toparlamıştım.” Demiş ve birden Milos’u eğilip
kucaklamıştı. “Çokta ağır değilsin.” Demişti. Milos şaşkınlıkla ona bakıyordu.
Lannel ise bir elinde serum, bir elinde kurabiye tabağı ile kalmıştı.
“Andrjez, böyle gidersek…”
“Ne olacakmış. Yürüyemiyorsun ve burada durmak insanı rahatsız eder. Şu puslu
ayna ve etraftaki şeylere bak…” demişti. Fayanslardan gelen soğukluk, loş ışık
ve medikal kutularına bakmıştı Milos. Andrjez kapıya doğru yürümüştü. Lannel
hemen asansöre doğru yürümeye başlamıştı onlardan önce. Bekleyen hemşireler
onlara bakıp kalmıştı.
“Bu çok utanç verici.” Milos bunu söylerken elini yüzüne doğru götürmüştü.
“Sıkı tutunmalısın. Utanmana gerek yok. Haksız mıyım Lannel?” demişti. Lannel
gülümsemişti.
“Haklısın Andrjez. Ayrıca gerçekten oda temiz durumda Bay Roluge. Biraz olsun
rahat edersiniz.” Dedi. Milos kolunu Andrjez’in boynuna doğru sarmıştı. Asansörü
beklemeye başlamışlardı. Milos yorgunca diğer elinde tuttuğu serum hortumuna
bakmıştı. Asansör gıcırtı ile durup kapısı açıldı. İçeri girdiklerinde Milos
ayakta durabileceğini söylemişti. Andrjez inmek isteyen Milos’u nazikçe
bırakmıştı. Üstüne doğru örtüyü sarmıştı.
“Kış sert geçecek gibi. Şimdiden havalar çok soğudu. Sahi pencereyi de tamir
ettin mi?” demişti Milos dikilen Andrjez’e doğru dönmüştü. Andrjez başını
sallamıştı. Milos yavaş yavaş gıcırdayarak yükselen asansördeki sessizlikle
gerilmişti sanki. Lannel onlara bakıp elindeki tabağı uzattı. “Hala taze!”
demişti. Milos bir tane alıp yemeye başlamıştı. Yük ya da hasta çıkmayacağı
zaman kimse asansörü tercih etmiyordu. Çok
yavaş ve sürekli gıcırdayarak insanı tedirgin ediyordu. Üst kata geldiğinde kapı
büyük bir gıcırtı ile açılmıştı. Milos kurabiyesinin son lokmasını ağzına atıp
dışarı doğru bir adım atmıştı. Taş zeminin soğukluğunu çıplak ayaklarında
hissedince ürpermişti. Lannel ona bakıp istemsizce gülmüştü. “Asansör en son
kazan dairesine inmiş. Orada ısınınca sizde ayakkabılarınız ve çoraplarınız
olmadığını unuttunuz.” Dedi. Andrjez dışarı doğru çıkıp Milos’u kucaklamıştı.
Onu birkaç kiloluk bir çuval gibi rahatça kolları arasına alabiliyordu. Sıkı
çalıma ve zorlu eğitim vücuduna yaramıştı. Elli kiloya kadar çıkan havan topu
mermilerini kaldırmak için son dönemde aldıkları eğitimdeki gibi Milos’u birden
hızla kucaklamıştı. Odaya doğru yürürken Milos artık bu duruma alışmıştı. Öyle
sessizce duruyordu. Odaya geldiklerinde Lannel hemen kapıyı açmış ve onlar
içeri girdiğinde el yordamıyla ışığı bulmuştu. Andrjez paravanın oraya doğru
yönelmişti. Lannel bize serumu asmak için bir askı lazım. Almayı unuttuk
galiba.” Demişti. Lannel bu kattaki malzeme deposuna gideceğini söylemişti.
Andrjez yatağa doğru yaklaşıp Milos’u yatağa yatırmıştı. Milos ona bakıp oturur
konuma gelmişti. “Ben iyiyim. Sanırım bu duruma alıştım ama ilk defa kendi
odama çıkarılıyorum.” Dedi. Andrjez gülümsemişti. “Kemerini çözmelisin.
Vücuduna batacak.” Dedi. Milos örtüyü açıp kemeri çözmek için uğraşmaya
başlamıştı. Parmakları uyuşuk, bilekleri güçsüzdü.
“Dur ben yardım edeyim.” Demişti Andrjez. Yatağa oturmuş ve kemer tokasına
geçirilmiş dili hızlıca çıkarıp kemeri çekip almak için ona doğru sokulmuştu.
Milos birden çenesini onun omzuna doğru koyup sarılmıştı. Andrjez bir an için
bile tereddüt etmeden ellerini onun sırtında birleştirmişti. “Ölüm mührü.”
Demişti. Milos derin bir iç çekmişti. “Neden?”
“Bilmiyorum. Ruhumu son bir defa buraya mühürlemiş. Anlamış değilim.”
“Bir sebebi olmalı. Ama önemli olan burada olman.”
“Anlaşma yaptık.”
“Nasıl bir şey?”
“Onun dünya üstündeki eli olacağım. Karşılığında ruhum bedenimde kalacak.”
Milos bunu duyunca yavaşça çenesini kaydırıp Andrjez’in yüzüne doğru çevirdi
yüzünü.
“Ne istiyor?”
“Savaşın bitmesini. Daha fazla savaş ve kontrolsüz ölüm istemiyor.” Milos ona
bakıyordu. Gözlerini yavaşça kapatmıştı.
“Masallara inanır mısın?” dedi. Andrjez ona bakıyordu. Milos başını onun omzuna
doğru yaslamıştı. “Babam ben daha çok küçükken bir masal anlatırdı. Geçmişten
gelen bir öykü. Kuzeyin Güney’e düşman olduğu zamandan bir masal.” Andrjez
antik tarihte iyiydi. Büyük savaşı biliyordu. Efsane olmuş, tanrıların savaşı.
“Tanrılar savaştığında Tesna’na kendi abisi Hammuaş’ın kanını üç zirveli büyük
bir dağda akıtmış. Akan her damla kristallere sızıp onları insana güç veren
hale getirmiş. İnsanlar önce onu boyunlarına takmış sonra dişler arasında
kırmış. Sonrasında ise o kan kurumuş ve yok olmaya yüz tutmuş. Ama bir tanrı
oraya gömülmüş ve orada onun kanı yeniden toprağa ve taşlara karışmış. O zaman
tekrar bu efsanevi güç ortaya çıkmış. Bir grup bilge bu kontrolsüz gücü
durdurmak için bütün taşları alıp içindeki kanı sökmüş almış. İkiye bölmüşler.
Bir kısmı kışın dinmediği Kuzey gitmiş. Diğeri ise çöle doğru giden bir krala
verilmiş. Kral gaflete düşüp güçlenmek için bütün kanı içmiş. Ve birden
ciğerleri, gözleri eti yanmaya başlamış. Öyle büyük bir acı çekmiş ki ölümü
yıllar sürmüş. Zayıflamış, işkence görmüş adeta.” Andrjez masalın devamını
merak ediyordu. “Peki Kuzeyde kalan kısım?” Milos gülümsemişti. “Kan orada
donmuş kalmış. Ne içilebilir ne kullanılabilirmiş. Kullanmaya da korkmuş
insanlar zaten. Onu ilk tanrı savaşından sonra dağlar ardında gizlenip kalan
Darta adında bir tapınağa saklamışlar.” Dedi. Andrjez birden durmuştu. “Darta
mı?” dedi. Kaşları çatılmıştı. “Darta nerede biliyor musun?” dedi. Andrjez
başını iki yana sallamıştı. “Kuzey sınırında Senin şehrinde.” Dedi. Andrjez
duraksayıp kalmıştı. “Ölüm bir tanrıdır derler. Ölüm tanrıların küçük kardeşidir.
Kimsenin sevmediği ama dengenin yaratıcıdır. Ölüme kucak açan üç tanrı vardır.
Antik tanrı.” Dedi. Andrjez dersleri anımsadı. Antik tarihle arası gerçekten
iyiydi. “Tanrı Hammuaş, Tanrı Kuwala ve Tanrı Jeniske.” Dedi. Milos
gülümsemişti. “Senin tanrı olduğunu düşündüm. Masallar neden gerçek olmasın ki
Andrjez.” Dedi. Andrjez ona bakıp kalmıştı. Milos yorgunca nefes almıştı. “Bu
kristaller çok tuhaf. Sanki içlerinde insanın anlayamayacağı bir sihir var
gibi. Benim babam bu ülkede bile doğmamış. Ama kanı bu ülkede var olan bir şeyi
var ediyor.” Eli nazikçe Andrjez’in kirli sakalını okşamıştı.
“Tanrıya değil ama eski tanrılara inanıyorum. Dünya bir tanrının kararı ile var
olamaz. İnsanlar görmedikleri şeyler hakkında konuşamaz. Eski yazıtlarda bu
kristal yer alıyor. Karanlık çağdaki mucizeleri insanlar onlara umut olsun diye
yazdıysa, göğsündeki mührü sen kendin mi bastın ha?” dedi. Andrjez ölümle yüz
yüze gelmemiş olsaydı Milos’a aklını kaçırmış muamelesi yapardı. Ama şimdi
sorularına cevap bulmak istiyordu. Kim bilir Milos ne kadar süredir bu sorulara
cevap arıyordu. İnsanlar artık toprak için değil güç için savaşıyordu. Buğday
için değil mermi için ölüyordu. Devir değişse de insanların davranışları
değişmemişti. İmparatorluk neredeyse üç belki dört bin senelik derin bir
geçmişe sahipti. Yaşlı ve hastaydı artık. Ama onun kadar yaşlı başka yer
kalmamıştı. Sorularının cevabı da hayatı da buradaydı. Bunu o gün anlamıştı.
Milos yorgunluktan halsiz düşüp uyuyunca kalkıp hazırlanmıştı. Sakalını tıraş
etmiş, temiz üniformasını giymişti. Palaskasını takıp silahını kuşanmıştı.
Ceketi ve kabanını giymişti. Botlarını sıkıca bağlayıp saçlarını arkaya doğru
çekiştirip şapkasını takmıştı. Nilüfer çiçeği ölümün sembolü ise bu ona verilen
ilk ip ucuydu. Bir yanda ise Milos ve masallar vardı. Tanrılara dair anlatılan
koca karı masallarını dikkate almak istemese de ona tanıdık gelen şeyler vardı
sanki. Derin bir uykudan uyanmış gibi
sersem hissediyordu kendini.
Yorumlar
Yorum Gönder