Kayıp Masallar 3 (19. bölüm)

Serinin devamı geldi. Okumaya hazır mısınız?



Ordunun Köpekleri

 

Andrjez çadırda oturmuş denetim için getirilen evraklara bakıyordu. Güney cephesinde savaş durgun ama hala can acıtıcı bir vahşilikteydi. Gıda hızla tükenirken artık açılan kanalizasyonlar dolmuş, hastalık son raddeye varmıştı.
“Doktorların sayısı neden düşürülmüş?” dedi. Dikilen çavuş ona bakıyordu.
“Düşürülmedi efendim düştü. Dün sabah iki doktoru da salgından dolayı kaybettik. Maalesef artık pislik ev açlıkla başa çıkamıyorlar. Revir çadırları salgından etkilenen askerler ve sağlıkçılarla dolu. Mezar alanı doldu. Artık açılan siperliklerin içine cesetleri koyup kapatmamız emredildi.” Dedi. Andrjez kaşlarını çatmış elindeki verilere bakıyordu. Askerlere günde tek öğün yemek veriliyordu. Ekmek ve biraz meyve özünden oluşan gıda…
“General Donowan geldi.” Demişti dışarıdan bir ses ve hışırtı ile çadır girişi açılmıştı. Herkes ayağa kalkmıştı.
“Yüzbaşı Dejan?” demiş ama Andrjez ile karşılaşmıştı. Pos bıyıklı, iri cüsseli buna rağmen gözlerinin içi gülen esmer bir adamdı Donowan. Andrjez selam verip hazır ol konumunda kilitlenmişti.
“Yüzbaşı Dejan beni temsilcisi olarak gönderdi efendim. Teğmen Andrjez Dejan!” demişti. General onu baştan aşağı süzmüştü.
“Kardeşi olduğunu bilmiyordum. Her neyse, strateji bölümüne isteklerimiz ulaştığı sürece kimin gönderildiği önemli değil.” Dedi. Olkien orada sakince dikiliyordu. General oturup karşısındaki Teğmene oturmasını işaret etmişti. Karşısındaki sandalyeye oturup ona bakmaya başlamıştı.
“Eksikler ve depo için gerekli ihtiyaçların listesini almak için geldim.” Dedi. General gülmüştü.
“Eksikler… ne tam bakabildin mi? Asker var mermi yok. Doktor var ilaç yok… Salgın kontrolden çıkmasın diye infaz ekiplerinin sayısı sağlıkçı sayısını geçti. Dosyalar önünüzde… Eksik ne?” dedi. Andrjez gerçeğin sadece askerlerin sürekli ölmesiyle alakalı olmadığını anlamıştı.
“Çıkın da teğmenle baş başa konuşayım.” Demişti. Olkien emir bekler gibi Dejan’a bakmıştı. O başını çevirince diğerleri ile çadırı terk etmişti.
“Şimdi söyleyin Teğmen Dejan, ne eksik?” Andrjez buraya aslında Milos’un dediğini yapmak için gelmişti. Cephenin ne halde olduğunu anlamak için bu görevi almıştı.
“Doktor, ilaç ve mermi…” Generalin istemediği cevabı bilerek veriyordu. Sadakat sorgulamak ona düşmezdi ama bunu yapmak dışında şansı yoktu. Kendini inandırdığı her şey bir gecede yıkılıp gitmişti.
“Bunların istediğim cevaplar olmadığını biliyorsun. Abinin seni buraya göndermesindeki sebep bizden birisi olmandır.” Dedi. Andrjez başını i hafifçe sallamıştı.
“Buz Kristali operasyonunu desteklemiyorum. Ayaklanmayı da… Ama bir amacım var.” Dedi. General ona bakıyordu. Andrjez oldukça sakin bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
“Birisine söz verdim. Her şeyi düzeltmek için. Karşılığında ise bana hayatımı geri verecek.”
“Kiminle bu anlaşma? İmparatorluk mu yaptı bu anlaşmayı seninle?” dedi General öfkesini bastırmak ister gibi. Andrjez sakinliğini koruyarak konuşmaya devam ediyordu.
“İnançlı birisiniz diye duydum efendim. Ben inançlı birisi değilim ama varlıkların boşlukta salınan ruhlar olmadığını biliyorum. Bir evrensel düzen olduğuna inanıyorum. Benim anlaşmam ölümle!” General bunu duyunca ona bak kalmıştı.
“Ölüm mü?”
“Evet, ölüm bir tanrı ve artık onun yerinde ben bu işleri düzelteceğim.” Dedi. Andrjez buraya gelmeden önce ölümle tekrar karşılaşmıştı. Yolda derin bir boşlukta bulmuştu kendini. Karşısında ise ölüm tanrısı Tesna kendi formunda belirmiş ve onun göğsündeki izlerin anlamını söylemişti. Ona mucizelerin yaşam kadar ölümde de etkili olduğunu anlatmış ve ellerindeki gücün ne kadar büyük olduğunu göstermek için ona öğretmişti. Can almanın ruhları bedenden çekip almanın ne demek olduğunu göstermişti. İnsanların tekrar mucizeye büyüye olan inancını yerine getirmesi ilk hedefi olmuştu.
“Cephedeki hücrelerin birinde bu ayaklanma planını bilen bir imparatorluk subayı var değil mi? Yüzbaşı Dejan onun infazı için burada olacaktı. Onun yerine size ölümün ne olduğunu göstermeme izin verin.” Dedi. General gülmüştü.
“Kafamıza göre birisini alnın çatından vurarsak imparatorluk şüphelenir. Onun düşman için çalışan birisi olduğunu…” Andrjez ceket cebinden bir mektup çıkarmıştı.
“İtiraf için hazırlanmış mektup. Güney dilinde yazılmış ve stratejik savunmaları satıyor. Onu ikna edemediniz. O zaman infaz edeceğim.” Demişti. General ona bakıp kalmıştı.
“Casus subayı getirin.” Demişti general gür sesi ile. “Kurşunla öldürmek kolay.” Dedi. Andrjez gülümsemiş ve elindeki siyah eldivenlere bakmıştı. Kış kendini gösterirken ellerini sıcak tutmak için giydiği bu deri siyah eldivenler onun için artık bir kılıftı. Nazikçe eldivenleri çıkarmıştı. Sol elindeki serçe parmağında siyah lekeler vardı. Sanki birisi oraya dövme yapmış gibi duruyordu. Kısa sürede içeri tutuklu subayı getirmişlerdi. Üst teğmen rütbesindeki adam baya hırpalanmış ve darmaduman olmuştu.
“Bu mu?” demişti Dejan ayağa kalkıp. General ayağa kalkıp beylik tabancasını uzatacakken Andrjez adama doğru birkaç adım atmıştı. Tesna’nın dedikleri aklına gelmişti.
“İnsanın göğsüne ruhu bir düğüm ile bağlıdır. Eler ellerini uzatıp o düğüme dokunursan çözülür. Bunu yaparken onun ruhunu öfkelendirme. Sadece çöz ve gitmesine izin ver. Kapı onu çekip yeniden dönmesi için kabul edecek. Ölümün ellerindeki güç ruhları çözmek için tasarlanmıştır. O lekeler senin gücün arttıkça artacak. İnsanların ruhlarındaki ışığı sakın yok etme. O ışık Güneş’in ışığı. Bir ruhun ışığı sönerse bir gölge olur ve kaosa sebep olur.” Demişti. Andrjez bunları hatırlayıp adamın göğsüne doğru elini uzatmıştı.
“Güneş seni ve ışığını kutsasın.” Demişti. Elini göğsüne yaklaştırdığında önce bir sıcaklık hissetmişti. Tıpkı Tesna’nın eline dokunduğunda hissettiği kadar yüksek bir ısıydı. Sonrasında yavaş yavaş bir hafiflikle gelen soğuma. Adam ona gözleri dehşet içinde bakıp kalmıştı. Andrjez ise sarı ince ışığa bakıyordu. Ruhun bedendeki düğümü yavaşça çözülürken adam dudaklarını aralamış onu tutanların elleri arasında direnmekten vaz geçmişti. Herkes incecik yayılan sarı ışığa bakıyordu. Andrjez ise yükselip giden ışığın kapıya çekilen bir ruh olduğunu bilmenin huzuru içindeydi. Arda kalan et ve kemikten oluşan boş beden ağırlaşmış ve artık ona enerji veren ruhu olmadığı için sonsuz uykusuna doğru çekilmişti.  Onu tutan askerlerden birisi hemen bırakmıştı. Yere düşen beden kıpırtısız ve huzurlu duruyordu.
“Size dediğim gibi efendim, benim anlaşmam ölümle. İstek listenizi iki gün sonra götüreceğim.” Demişti. General birden elini göğsüne doğru götürmüştü.
“Tanrım…” demişti. Andrjez ona doğru dönmüştü. “Tanrı sizinle ya da bu dünya da değil. Onlar çoktan bizi terk etti. Dua edin ki geri dönsünler ve bu kaosa son versinler.” Demişti. Elini eldiveni almak için uzattığında general hızla geriye doğru çekilmişti. Andrjez eldivenini alıp gülümsemişti.

Şovunu doğru yerde yapmıştı. Kendi gücünün ne kadar olduğunu bilmiyordu ama insanların onun gücünü duyması gerekiyordu. Başka şekilde bu savaşı hızla bitiremezdi. Biat etmeleri için gerekirse daha fazla şov yapacaktı. Ayaklanmadan kaçınmak istiyordu. Bir çok kişi onun bir adamın ruhunu söktüğünü görmüştü. Dünyada da görülmesi nadir bir durumdu. Buz kristali bile onlara büyük bir sihir gibi gelirken bu güç… istemesiz gülümsemişti.  Tesna ona inanları olması gerektiğini ve bu sayede gücünün artacağını söylemişti. Milos’u korumak için bunu yapması gerekiyordu. General ona bakıp kalmıştı.
“Bu nasıl mümkün?” dedi. Andrjez yerde yatan adama bakıp konuşmaya başlamıştı.
“Mucizelere inanmanız lazım. Tanrı da bir mucize değil mi?” dedi. General ona bakıp kalmıştı. Andrjez gülümseyip cesedin üstünden geçmişti.
“Tahmin dahi edilemez bir felaket yaklaşıyor. O yüzden ihtiyaçlarınızı yazın da onları ileteyim.” Demişti. O çıkarken çadırda korkunç bir sessizlik vardı. Andrjez bir insanın ruhunu çekip almanın verdiği o garip hissi üstünden atmak için cephede dolaşmaya başlamıştı. Kurulmuş çadırlar arasında karanlıkta dolanırken askerlerin perişanlığına bakıyordu. Askerlerin çoğu çadırlarda kalamıyordu. Hastalık ve ölüm kokusu hissediliyordu. Dolaştığı yerlerde ya derin bir sessizlik ve umutsuzluk var, ya da acı dolu öksürüklerle yayılan inlemeler… Arada bir cephe karanlıkta top atışları ile aydınlanıyordu. Hala savaş devam ediyordu. Topçular karşılıklı menzilleri döverken piyadeler ya ölüyor ya da yaralanmış halde geri getiriliyordu.

“Cepheye git ve gör…” Milos’un sesi kafasında yankılanmıştı adeta. Göğsündeki damga yanmıştı o an. Eli göğsüne doğru gittiğinde yutkunmaya çalışmıştı. Ona çizilen kaderi kabul etmek en kolayı oluyordu hep.
“Efendim telefon var!” Olkien ayakları birbirine dolaşmış halde koşuyordu.
“Ne telefonu?”
“Bilmiyorum sizi karargah çadırına bekliyorlar.” Dedi. Andrjez hemen geri dönmüştü. Telefondaki kişi adını vermemiş ve Andrjez ile görüşmek istediğini söylemişti. Kim olduğunu merak ederek ahizeyi kulağına götürmüştü.
“Alo!” Haberleşmeden sorumlu askerde onun kadar meraklıydı.
“Cephede nasılsın?” Milos’un boğuk sesi duyulmuştu. Andrjez bir an için gülümsemişti.
“İyi galiba, dediğin kadar korkunç değil.”
“Hastalıktan sana söz etmemiştim. Benim de yeni haberim oldu. Telgraf çekildi dizanteri için ilaç yapılacakmış.” Dedi. Andrjez kenarda duran sandalyeyi çekmişti.
“Sorun değil, hastalık bana bulaşmaz. Bunun için aradıysan…”
“Hayır, Üst Teğmen Tolan Viore, Güney’e görevlendirilmiş. Yüzbaşı ile görüştüğümde öğrendim. Bunun yanı sıra Emma doğum iznine ayrıldı. Yüzbaşı Lows onun yerine Viore’yi aldı. Bu durumda geri döndüğünde seni göndermek için hazırlık yapacaklar. Ayaklarına dolanmanı istemiyorlar. Yüzbaşı Dejan geri dönmemek için yazı hazırlamanı istedi. Cephede kalmanın daha doğru bir fikir olduğunu söyledi.” Andrjez olduğu yerde donup kalmıştı. Haberleşmede konuşmayı dinleyen askere bakıp kapıyı göstermişti. Asker hemen diğer ahizeyi indirip ayaklanmış ve dışarı çıkınca Andrjez yalnız kalmıştı.
“Bunu yaparsam orada sen savunmasız kalacaksın.” Dedi. Milos bunu duyunca derin bir iç çekmişti.
“Andrjez biz başlıyoruz. Emma doğum yapacak. Bir iki hafta sonra belki… Bizde o doğum yaptığında başlayacağız. Yeterince bekledik.”
“Emma’nın bu işle alakası ne?”
“Lows’un çocuğunu taşıyor olsada onu riske atamayız. Bir şey olduğunda ne çocuğuna ne ona zarar verilmemesi için korumaya alacağız.” Andrjez gözlerini yere doğru dikmişti.
“Bunu yapmayın. Tahmin ettiğiniz gibi olmayacak. Abim fazla atik davranıyor.”
“Bu Yüzbaşı Dejan’ın aldığı bir karar değil. Diğer herkes aynı fikirde. Artık zamanımız kalmadı. Silahlar hazır ve…”
“Hazır olsada bir anlam ifade etmeyecek.”
“Bu kadar emin konuşmanın sebebi ne?”
“Hislerim…”
Derin bir sessizlik olmuştu. Milos iç çekip kapatmadan önce son birkaç kelime söylemek istemişti. “Orada kalırsan bir şeye karışmak zorunda kalmazsın. Umarım hislerin yanılıyordur.” Andrjez tek kelime söylemeden telefonu kapatmıştı. Birden bu ne acele diye düşünmüştü. Neden hemen ayaklanma çıkarmak istediklerini anlamıyordu. O kadar sene uğraştıktan sonra bu kadar acele etmelerinin sebebini öğrenmek istiyordu. 

Ayağa kalkıp hızla generalin çadırına doğru dönmüştü. Ona burada kalacağını söyleyecekti. Milos’un dediklerini yapmaktan başka şansı yoktu. Onu yüz üstü bırakamazdı. Bunu yaparsa başına gelecek sıkıntılardan öte onu sıkıntıya sokmuş olurdu. İtaatkar birisi olmaktan başka seçeneği yoktu.
“Sana çizilen kaderden vaz geçmen gerek.” Kafasında yankılanan sesle çadırın önünde kalmıştı. Kimin konuştuğunu anlamak ister gibi sağına soluna bakmıştı. Tuhaf davranışı çadırın önünde dikilen askerlerin dikkatini çekmişti.
“Kaderin senin düğümün. Onu çözmen gerek. Sana çizilen yollardan çıkman gerek.” Andrjez kafasında yankılanan sesin paniği ile elini şakağına dayamıştı. Göğsü sanki yanıyordu.
“İtaat etmeye devam edersen sadece kaybolacaksın.”  Ses sanki kulak zarlarında patlıyordu.
“Bir süre için seni alacağım.” Demişti. Andrjez dudaklarını yardım ister gibi aralamıştı. Göğsündeki cekete kadar kan  izi ortaya çıkıyordu. Bacaklarının varlığı kayboluyor gibi hissetmiş ve birden yüzü koyun olduğu yere yıkılmıştı. Duyduğu ses artık yankılı değildi.
“Seni birden buraya çektiğim için üzgünüm ama başka çare bırakmadın bana. Tesna olduğu yerde dikilmiş ona bakıyordu. Kaşları çatık ve kartal başlığı altında kayboluyordu gözleri. Kolları sıkı sıkıya birbirine bağlanmıştı.
“Ölüm kadere uyarsa görevini yapamaz. Sana verilen güçleri şov yapmandan öte kullanman içn verdim. Benim yerime bu dünyayı düzeltmen için.” Andrjez olduğu yerde sancıyan göğsüne dokunmuştu.
“Ne yapmamı istiyorsun ki?”
“Senden dünyadaki varlığını ispatlayıp bu savaşı durdurmanı istedim. Nasıl yapacağın senin kararına kalmış. Ama artık emirlere uyamazsın. Senin ruhun emirler karşısında ezilirse gücün kullanılamaz olur.” Andrjez göğsündeki acının kaşıntıya dönüşmesi ile yüzünü ekşitmişti.
“Emirlere uymazsam korumaya çabaladığım insanlar zarar görür.” Dedi. Tesna ona bakıp başını iki yana sallamıştı.
“Bunu daha önce denedin ve başarısız oldun. Emirlere uyarak kendini bile koruyamadın. İnsanların arasındaki anlaşmazlıkları düzeltmek değil amacın. Bu savaşı ve var olacak savaşları sonsuza dek durdurmak. Ölümün rüştünü ispatlamak. Senin görevin ve tek bir amacın bunu yapıp o sarı saçlı adamla yaşlanmak.” Andrjez ona bakarken parlayan gri gözler altındaki huzursuzluğu okumuştu.
“Meşgul olmana rağmen beni mi denetliyorsun. Bu dünyada siz gittiğinizden beri kurallar değişti. Eskisi kadar rahat bir yer değil.”
“Rahat değil mi? Eskiden kimse kimseyi sebepsiz öldürmezdi. Şuraya bak. Bu ruhları görüyor musun?” Andrjez onun karanlıkta işaret ettiği yere dönmüş ve biçimsiz ışıklara bakıp kalmıştı.
“Hepsi bir kaç saat önce öldü. Bu bölgede. Onları neden öldürdüler?” Andrjez biçimsiz ruhlardan gözlerini alamıyordu.
“Bir savaştayız. İnsanlar ölecek. Benim de kimseyi öldürmeden bunu başarmamı bekleme.” Tesna iç çekmişti.
“Gücümü sana verdim ve uzun süre sonra ilk defa bu kadar zayıf konumda kaldım. İşini ne kadar çabuk yaparsan bende…” Andrjez birden ona doğru çevirmişti başını.
“O zaman bana bazı cevapları bulmam için yardım edeceksin. Ayaklanma olmasını engellememiz gerek. Eğer durduramazsak benim yükselmem ve savaşın durması mümkün olmayacak. Bana neden ayaklanmayı erkene çektiklerini söyle.” Dedi. Tesna ona bakıp birkaç saniye düşündü. Kartal başlığını geriye itince biçimli yüzü, parlak koyu kahverengi saçları ortaya çıkmıştı.
“Bunu şimdi öğrenirsek harekete geçecek misin?” dedi. Andrjez başını sallamıştı.
“O zaman buraya gel.” Dedi. Andrjez ona doğru bir adım atınca Tesna elini uzatmıştı. 
“Ölüm zamanda yolculuk yapabilir. Siz insanlar sürekli akan bir zamandan söz ediyorsunuz ama zaman olduğu yerde duruyor. Sadece sizler hareket ediyorsunuz, doğuyor, büyüyor ve ölüyorsunuz. Zamanda ise sizden birer parça kalıyor.” Demişti. Tesna onun elini tutup avucunun içine dokunmuştu.
“Düşün ve nerede olmak istediğini hayal et.” Dedi. Andrjez o an için Milos’un nerede olduğunu düşünmüştü. Açılan bir perdeden sızan ışık gibi bir görüntü belirmişti.
“Bu o sarı saçlı adam.” Demişti Tesna ona bakıp. Andrjez başını sallayıp görüntüye yaklaşmıştı. Odadasın da masanın başında çalışan Milos vardı.
“Bu geçmişten bir parça mı?” demişti. Tesna başını sallayıp gülümsemişti. “Evet, sadece bir hatıra.” Dedi. Andrjez dikkatle oraya bakıyordu. Milos bir dosyaya bakıyordu. Kapının tıkırtısı ile hemen dosyayı kapatıp masanın altına doğru koymuştu.
“Kan alınması gerekiyormuş.” Demişti dışardan bir kadın sesi. Milos kalkıp paravana doğru yürüyüp arkasındaki yatağa bakmıştı. Andrjez orada yatıyordu. Onun uyuduğundan emin olunca kapıya doğru yürümüştü. Kapıyı açtığında Lannel ona gülümsüyordu.
“İlaç aldıysanız erteleyelim. Kanın temiz olması gerek.” Dedi. Milos başını iki yana sallamıştı.
“Almadım.” Dedi. Lannel onu baştan aşağı süzmüştü.
“Almanız gerekirdi. Gerçekten iyi değilseniz bunu erteletiriz. Doktor Vasile anlayış gösterir.” Milos elini başına doğru götürmüştü.
“İyiyim, sadece biraz yorgun hissediyorum o kadar.” Dedi. Lannel onunla yürümeye başlayınca görüntü kaybolmuştu. Bu sefer laboratuvarda değillerdi. Andrjez masada oturan abisine bakıp kaldı.
“Efendim Bay Roluge burada.” Hemen ardından kapı açılmıştı. Milos içeri doğru girip selam verince Yüzbaşı Dejan elindeki işini bırakıp ona koltuğu işaret etmişti.
“Andrjez gitti mi?” diye başlamıştı söze Milos. Bunlar bu sabah konuşulmuş olmalı diye düşünüyordu.
“Evet, onu General Donawan’ın yanına gönderdim.” Milos buruk bir ifade ile gülümsemişti. Yüzbaşı ise oturduğu yerden kalkıp onun karşısına oturmuştu.
“Depolar dolduruldu mu?” Milos bunu duyunca başını sallamıştı. “Kan ve kristaller hazır, askerlerde öyle. Kullanıcıların çoğu risklerin farkında. Ama buna gönüllü oldular.” Yüzbaşı memnuniyetle başını sallamıştı.
“Bu kadar çok senden takviye kan alınması hoşuma gitmedi. Neden acele ediyorsun? Henüz kimse bir şeyin farkında değil.” Milos gülümsemişti.
“Yoruldum sadece. Daha fazla uzatırsam işler istediğim gibi olmayacak. Andrjez’in buradan uzak kalmasını sağlayacağım. Ona zarar gelmeden burada bu iş bitecek. Emma doğumhaneye alındığında…” bir an için susmuştu. Yüzü bembeyaz olmuş ve gözleri yorgunca yere doğru dikilmişti. Yüzbaşı dikkatle ona bakarken Andrjez bir an için kalbinde sancı hissettiği anı hatırladı.
“Telefon görüşmesi yapmam lazım. Andrjez ile konuşabilir miyim?” demişti. Görüntü bulanıklaşıp telefon başında oturan Milos belirmişti. Onunla konuştuğu an… sesi ne kadar net ve sakin gelse de yorgunca masanın kenarına dayanmış duruyordu. Telefon kapandıktan sonra ayağa kalkmıştı.
“Dönmemesini sağlarım. Ona dürüst olun lütfen. Ben dinlenmek için eve gideceğim.” Andrjez bulanık görüntüde birisinin olduğunu görüyordu ama ayırt edemiyordu.
“Tanrı Tesna, bu görüntü neden böyle?” demiş ve ona dönünce Tesna olduğu yerde dehşete kapılmış halde görüntüye bakıyordu.
“Zaman neden bunu kaydetmemiş?” Şaşkınlıkla görüntüye doğru yaklaşmış ve dokunmak için elini uzattığında bir çığlık ile geriye doğru sıçramıştı. Çığlık o kadar keskin ve kulakları sağır ediciydi ki Andrjez ellerini kulaklarına basmıştı. Tesna korku ile geriye doğru çekilmişti.
“Bozuk kan!” demişti. Andrjez onun ne dediğini anlamaya çalışır gibi dönmüştü.
“Bozuk kan mı? Ne yani bu? Kim o?” demişti. Tesna dehşet içinde ona bakmıştı.
“O şey… eski bir soy… İnsanlardan tanrılara karşı çıkıp gücü almak için çabalayan bir soy vardı. Cezalandırılmışlardı. Bu görüntü buraya ait değil.” Demiş ve birden Andrjez’i göğsünden geriye doğru itmişti.
Andrjez yere çakılmış ve nefesi kesilmiş halde yattığı yerden doğrulmuştu. Kanayan göğsü sargı bezleri ile sarılmıştı. Generalin çadırının yakınındaki revirdeydi. Hızla kalkıp etrafa bakmıştı. Neler olduğunu anlamak için etrafa bakarken   bir asker koşup onu yatırmak için harekete geçmişti.
“Efendim dinlenin.” Dedi. Andrjez ise olduğu yerden kalkıp çizmelerini giymeye başlamıştı.
“Çöl kralı! Kanı bozuk olan insan.” Demişti. Milos’a ulaşması gerekiyordu. Ceketini alıp dışarı fırlamıştı. Kar yağmaya başlamıştı. Kış geliyor ve insanlar onları kasıp kavuracak ateşten habersizdi. Andrjez hızla iletişim çadırına doğru koşmuştu. İçeri girdiğinde iki ast subay vardı.
“Güney kışlasına ulaşmam gerek.” Demişti.  Birisi hemen santrale bağlanmış ve ahizeyi ona uzatmıştı.
“Güney Kışlası santral, hangi hatta bağlanmak istersiniz.” Andrjez birkaç saniye olduğu yerde kalmıştı.
“Yüzbaşı Loan Dejan.”
“Kim arıyor?”
“Teğmen Andrjez Dejan!”
“Bağlıyoruz efendim.” Beklediği o kısacık beş saniye sanki birkaç saat gibi geçmişti. Beklerken aklına sürekli olarak o çığlık ve denilenler geliyordu. Milos’un iyi olduğundan emin olmak için mi arıyordu yoksa kafasındaki soruları bitirmek için mi bilmiyordu.
“Andrjez?” demişti Yüzbaşı Dejan. Onu duymamıştı. Diğer ahizeden konuşmayı takip eden kişi ona dönüp bakınca hemen kendine gelmişti.
“Yüzbaşım bir şey sormam gerek.” Diye konuya dalmıştı. Dejan kardeşinin tedirgin ve telaşlı sesini aldığı andan itibaren bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı.
“Milos Roluge şu anda çağırabileceğiniz bir yakınlıkta mı?”
“Hayır Andrjez, evine gitti. Onunla konuşmuştun. Bir sorun mu var?” Andrjez bunu duyunca kaşları çatılmıştı. Bir süre olduğu yerde durup kanamış ve sarılmış göğsüne bakıp bir süre olduğu yerde sessizce dikilmişti.
“Tamam, ben halledeceğim.” Demiş ve telefonu kapatmıştı.  Andrjez güney bölgesi merkez santrali için telefon bağlantısını kesip yeni bağlantı kurmuştu.
“Marillion evini bağlar mısınız?”
“Kim arıyor diyelim efendim?”
“Andrjez Dejan, durumun acil olduğunu belirtin lütfen.” Bu sefer gerçekten dakikalarca beklemek zorunda kalmıştı. Bir çavuş kendi sandalyesini ona vermişti.
“Efendim hatta birisi var!” Andrjez hemen ahizeyi tekrar kulağına götürmüştü.
“İyi akşamlar, Milos Roluge ile görüşmem gerek. Ben Güney cephesinden Teğmen Dejan.” Karşıdaki kadının sesi soğuktu.
“Milos Roluge evde değil. Bir notunuz varsa ben ileteyim.” Andrjez bu sesi anımsamıştı. Sigaradan çatallanmış kadın sesi Milos’un teyzesine aitti.
“Nerede olduğunu öğrenebilir miyim?” karşılık alamamıştı. Kadın başak birisi ile konuşuyordu. Birisine bağırıyordu. Ne konuştuğu ahizeyi kapatan eli yüzünden anlaşılmıyordu. Andrjez beklerken derin bir nefes almıştı.
“Milos ordu laboratuvarında. Lütfen orayı arayın. Kendisi bu eve nadiren gelir.” Demiş ve hızla telefonu kapatmıştı. Andrjez öylece kalmıştı. Çavuş bu sefer ona bakıp kalmıştı.
“Laboratuvar mı? Santral olduğunu sanmıyorum efendim orada.” Dedi. Andrjez umutsuzca ahizeyi yerine koymuştu.
“Yok zaten. Oraya dönmem gerek.” Dedi. Ayakta dikilen asker umutsuzca ona bakmıştı.
“Bu biraz zor efendim. Akşamları çıkışlar ve girişler kapatılıyor. Ve uçaklara yakalanmamak için sınır hattı boyunca elektrikler kesiliyor. Sadece iletişimde santral çalışır durumda.” Dedi. Andrjez revirin karanlık olduğunu ve yol boyu birkaç sızıntı dışında ışık görmediğini anımsadı. İletişim çadırı oldukça ücra bir yerde ve etrafı tahta bir kulübe ile çevriliydi.  Bir süre olduğu yerde kalmıştı. Ne yapacağından emin olmamıştı.
“Başka yolu olmalı.” Diye düşündü. Bir an için zamanda kayıtlı olan şeyleri görebileceği aklına gelmişti. Geri nasıl o simsiyah karanlık yere gidebileceğini düşündü. Bunu yapmanın bir yolu olmalıydı. Milos’un iyi olup olmadığını merak ediyordu.
“Teğmen Dejan!” sesle irkilmişti.
“General Donowan sizinle görüşmek istiyor.” Demişti. Andrjez dikilen teğmene bakıp yürümeye başlamıştı.
“Olur benim de onunla konuşmam gerek teğmen.” Demişti. Adamı takip edip karanlık kamp alanında bir lamba ile aydınlatılan general çadırına girmişti. İçeride dikilen general bir sağa bir sola gidip duruyordu.
“General Donowan benim acil olarak merkeze gitmem gerekiyor. Birisine ulaşmam…”
“Sakinleş ve otur Teğmen Dejan. Öncelikle bir konu hakkında konuşmamız gerek.” Demiş ve ona boş sandalyeyi göstermişti. Andrjez ona bakıp sandalyeye doğru yürümüştü.
“Eğer sorunuz bu infaz sırasında olan şeyle alakalıysa…” General hemen karşısına oturunca susmuştu. General endişeli ve oldukça tuhaf davranıyordu.
“Abinin ve bizim nasıl bir işe bulaştığımızı biliyorsun. Ya kazanacağız ya da herkes kaybedecek.” Andrjez başını sallamıştı. General ona dikmişti gözlerini.
“Bizim tek avantajımız ise buz kristalleri. Her ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar doğru kan bizde. Milos Roluge ve Vance Roluge hep bizim tarafımızda oldu. Bu yüzden avantajımız var. Bunu biliyorsun değil mi? Buz kristallerini sana anlatmış olmalılar.”
“Evet efendim. Biliyorum. Milos’un kanın canlandırıcı etkisi olduğunu biliyorum. Ve avantajınızı da. Ancak konuyu anlayamadım.” Dedi. General ona dikmişti kan çökmüş gözlerini.
“Tarafı olmayan bu yerde bertaraf edilecektir. Ya imparatorluk için ya bağımsızlar için savaşırsın. Bunun aksini düşüneceksen… birileri senin de ipini çeker. Bunu bir tehdit olarak düşünme. Bu sadece gerçek.” Andrjez ona bakıyordu. Kaşları çatılmıştı.
“Ne demek bu?”
“Ordu kendi içinde çürümüş gibi gözükse de aslında bu ayaklanma senelerdir hazırlanıyor. İtaat eden kadar etmeyende oldu. Ve zamanla doğru anı bekledik. Şimdi senin bu gücün ortaya çıkıp dengeleri bozarsa, yılların emeği çöpe gitmiş olacak. O yüzden bir süreliğine olsun itaat etmeni sağlayacağız teğmen.” Dedi. Andrjez birden ensesinde bir böcek ısırığı hissi veren şeyin ne olduğunu anlamak için dönmüştü. Şırınga hızla girip bir sıvıyı enjekte edip çıkmıştı. Elini ensesine götürüp ayağa kalkmak istediğinde başı dönmeye başlamıştı. Geri yerine oturmuştu
“Doktor Vance Roluge tarafından geliştirilen çok ağır bir ağrı kesici. Yapılan kişi saatlerce hiçbir şey hissetmez. Bütün bedeni uyuşur. Sinirleri ölü gibi olur. Bunu kendi hastalığını hafifletmek için kullanırken zamanla ameliyatlarda ve deneklerin bastırılması içinde kullanmaya başladık. İnan bana gördüğüm en yetenekli, cesur doktordu. Oğlu onun kadar yetenekli olmasa da mirasını taşıyor. Andrjez savaş sandığın gibi sadece cephede değil. Savaş her yerde ve bu savaşta güç dengesini ilk defa kurmuşken kaybedemeyiz. Onu hücrelerden birine götürün.” Demişti. Bedenini hissetmiyordu. Çenesini bile kapatamayacak kadar korkunç durumdaydı. Sadece ciğerleri hava dolup, kalbi atıyordu. Bedeni baştan aşağı kaybolmuş gibiydi. Oturduğu sandalyeye yığılıp kalmıştı.
“Başka seçeneğimiz yok Andrjez. Kararsızlığın ayaklanmayı batırabilir.” Dedi. Andrjez ona bakıp kalmıştı. Düşünemiyordu, konuşamıyordu, tepki dahi veremiyordu. Birilerinin onu kollarından kaldırıp sürüdüğünü hissetti. Postalları çadır tabanından kirli toprağa geçmiş sonra uzun bir yürüyüş bitince soğuk hücrenin içinde kendini atılmış buldu. Öylece kalmıştı. Hareket dahi edemiyordu. Karanlıkta nemli beton kokusu dışında hiçbir şey göremiyordu.
“Ordu ve köpekleri seni de bir kenarı atmaya karar vermiş.” Duyduğu sesin tanıdıklığı ile irkilmişti. Doktor Vasile’nin sesiydi.
“Ne yapacağımı bilmiyorum… Daha fazla dayanamam. Bana yardım etmen gerek.” Bu ses ona yabancıydı. Birden gözlerinin önünde garip bir bulanıklık başlamıştı. Gözlerini kapatıp birkaç defa açtığında eski bir sığınağa benzeyen ve iki ampulle aydınlatılan dar alanda olduğunu görmüştü. Yerde öylece duruyordu. Ve birisi sürekli sağa sola gidip geliyordu. Başını çevirip bakmaya çalışmıştı ama vücudu kıpırdamıyordu.
“Ölmek istiyorsun ama Milos’a kim bakacak. Eninde sonunda onu keşfedecekler. Tek başına kalırsa başına gelecekler senin başına gelenden farklı olmayacak Vance.” Doktor Vasile sinirli konuşuyor ve topuklarını yere vurarak dolaşıyordu.
“Ona bakabilir. O güçlü bir kadın.” Vasile bunu duyunca olduğu yerde kalmıştı.
“Karar verdin mi yani?” derin bir sessizlik başlamıştı.
“Evet, daha fazla zamanım kalmadı. Eğer yaşamak için uğraşırsam bütün bu ayaklanmayı bastıracak güçleri olacak.” Demişti. Doktor Vasile ona doğru yürümüştü. Andrjez onları görmek için başını çevirmişti. O an Doktor Roluge ile göz göze gelmişti. Onu görüyor gibi ona bakıyordu sanki. Çökmüş yaşlı bir adam gibi görünüyordu.
“Milos yirmili yaşlarına geldiğinde bu hastalık onda da baş gösterecek.” Masada duran tahta kutuyu eliyle iteklerken Andrjez’e dikiliydi gözleri. “Ona bu hazırladığım ilaçlardan vermen gerekecek. Frenklen bunu bilmiyor. Bilmesinde. Strese dayanamayıp intihar ettiğimden emin olmaları için onlara ne kadar kötü olduğumu anlat.” Demişti. Zabor ona bakıp masaya doğru yaklaşmıştı.
“Zabor…” demişti Doktor Roluge. “Her şey için teşekkürler. Sen benim hep en iyi dostum oldun. Lütfen aileme iyi bak.” Demişti. Andrjez’e dönmüştü gözleri tekrardan. Gözlerine inen kan ile öylece kalmıştı. Çenesinin altından girip kafasının üstünden çıkan mermiyi görmüştü Andrjez. Ardından derin bir sessizlik başlamıştı. Zaman sanki kayıyor gibi geliyordu Andrjez’e. Tekrar o acı dolu çığlık ve bulanık görüntü kayıp giden zamana ortaya çıkmıştı.
“Babamı onlar öldürdü…” ses Milos’a aitti. “Onlar orduya hizmet eden köpeklerden başka bir şey değiller.” Diye devam ediyordu. Ardından tekrar o çığlık duyulmuştu. Birkaç zaman kaydı birbirine karışmış gibiydi.
“Milos’un daha fazla sizinle kalması doğru olmaz. Eğer manastırda bu semptomlar görülmeye başlarsa ordu onu kapatacaktır.” Bayan Roluge onunla konuşan adama bakarken sigara içiyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı mutfak sandalyesinde otururken.
“Vance size sonsuz güven duydu hep. Onun sağlığı için ne yapacaksınız?”
“Ayaklanmaya katılmadan önce ona Vance’in yarım bıraktığı işi göstermem gerek. Bayan Roluge biliyorum bu işlerden onu hep uzak tuttunuz ama izin vermezseniz babanız ve ordu onu daha kötü yere sürükleyecek.”
“Onu daha fazla koruyamam. Hastayım. Doktor Manuh ciğerlerimin enfeksiyon kaptığını söyledi. Ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. Manastıra gitmesini engellemek için ne yapmam gerekiyor?”
“Taşının. Onu başkentten uzak tutun. Gerekirse ben onu kaçırırım. Ellerine geçmesine izin vermem.” Doktor Vasile bunları söylediğinde sigara dumanı gibi dağılmıştı bütün görüntü. Geriye muşambalar ile kapatılmış yatağın ardından ağlama sesleri kalmıştı. Andrjez kolunu oynatmak ve muşambayı çekmek için çabalıyordu. Kolları ona ait değil gibi dinlemiyordu. Yüzü koyun yattığı yerde sadece başını oynatabiliyordu.
“Ağrı kesicilerin dozunu arttırın. Ellerini ve kollarını daha sıkı bağlayın. Bir daha aynı aptallığı yaparsanız sizi kendim öldürürüm.” Konuşan kişi Doktor Vasile idi. Muşambayı kenarı doğru çekince Andrjez azda olsa elleri kolları yatağa bağlı inleyen kişiyi görebilmişti. Sarı saçları tanıyordu. Milos olduğunu anlaması için saçları görmesi yeterliydi.
“Geçecek, biraz daha dayanmalısın. Bir çözüm bulacağım.” Bunu söylerken Doktor Vasile yumuşak saçları nazikçe okşamıştı. O anda hep duyduğu o çığlık yayılmıştı. İr hayvanın can çekişmesine benzeyen çığlığı takip eden hırıltıya ek birkaç kelime duymuştu.
“Lütfen beni öldürün.” Görüntü parça parça yok olurken Andrjez son bir şey daha duymuştu.
“Sadece ölmek istiyorum.” Milos’un ölmek için yalvardığını duyabilmişti. Simsiyah boşlukta sağır edici bir sessizlik başlamıştı. Andrjez öylece kalmıştı.
“Ne düşündüğünü iyi biliyorum.” Karanlıkta beliren ince bir ışıktan yayılmıştı ses. “Senin hakkında konuşmamı seni hatırlamamı istiyorsun ama bunu yapmayacağım. Bana bıraktığın bu iğrenç şey canımı yakıyor. Neden kendini öldürdüğünü biliyorum artık. Çünkü senin için artık katlanılmaz bir sancıya dönüştü her şey. Neden bunu yaptığını şimdi biliyorum.” Ses uğultu şeklindeydi. “İnsan sadece birisi için bir şeylere katlanıyormuş. Bende bu acıya katlanmak için bir sebep mi bulmalıyım? Kökleri olmadığı için dikkate almıyorlardı seni. Oysa ne büyük bir lanet taşımışlar senelerce. Baba, keşke daha öncesinde bilseydim ve senden daha az nefret etmeme sebep olsaydın. Özür dilerim…”

Işık sönüp giderken Doktor Vance’in sesini duymuştu Andrjez. “Oğlumu iyileştirebilirsin. Bu lanetin son temsilcisi olmasını sağlayabilirsin.” Andrjez sesin nereden geldiğini ve nerede zaman kaydı olduğunu anlamak için gözleri ile etrafı taramaya başlamıştı.
“Andrjez Dejan. Tıpkı babası ve abisi gibi ordunun sadık köpeği… Onlar gibi gerçeği görmesine rağmen adım atmaya korkuyorsun. Sen oğlumu bu acıdan kurtarabilirsin.” Andrjez bir ruhun sesi olduğunu o zaman anlamıştı.
“Ben mi?” demişti. O an ensesinde bir soğukluk hissetmişti.
“Evet, oğlumun üstündeki bu laneti kaldırıp o bozuk kanın verdiği acıyı durdurabilirsin. Senin soyun, senin soyun hep tanrılara yardım etmiş olanlardan geliyor.” Dedi. Andrjez öylece kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu.
“Akela’nın kraliçesi Güneş’in Kızı’nın iki evlatlığından erkek olan senin soyunu yarattı ve hep hizmet ettiler. Son tanrı, kanı yok edilirken bir erkek çocuğuna acıdı ve soyun devam edip durdu. Ailende hep erkek doğdu ve bu soy sürüp devam etti. Asla kadın doğmadı. Sonuna kadar erkek doğdu. Sende bu soyun bir parçası olarak kaldın. Tıpkı benim soyumda erkeklerin lanetlenmesi gibi.” Andrjez onun neyden söz ettiğini anlamaya çabalıyordu.
“Doktor Roluge, sizi anlayamıyorum. Akela kim?” demişti. Sessizlikte bir cevap beklemişti. Ama cevap yerini boş ve soğuk karanlığa bırakmıştı.
Kafası karman çorman olmuştu. İlacın etkisinden dolayı garip sesler ve görüntüler görmediğini biliyordu artık. Ortada ise korkunç bir gerçek vardı. Bir sebepten dolayı Milos ortada yoktu ve ona ulaşamadığı gibi şimdi ölümüne dair şeyler görmüştü. Bedenindeki karıncalanma ilacın etkisinin geçtiğine dair bir işaret olmalıydı.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kayıp Masallar 1 (Beyaz Gelincik ve Kara Kurt Masalı)

Kayıp Masallar 3 (34. Bölüm)

Kayıp Masallar 3 (23. bölüm)