Kayıp Masallar 3 (22. Bölüm)

Serinin devamı geldi. Okumaya hazır mısınız?

Bağlar

 

Emma oturduğu yerde elleri karnında derin düşüncelere dalmıştı. Bu sabah uyanmadan önce gördüğü o rüya onu rahatsız ediyordu. Doğuma kalan az süre ile bu kabuslar sıklaşmaya başlamıştı. Taşıdığı bebeğin verdiği sorumluluk ve Milos ile yapılan o konuşma. Birkaç gün önce Milos’u görmeye gitmişti. Durumu iyi değildi. Hakkında ölmek üzere olduğuna dair dedikodular olması onu korkutmaya başlamış ve zamanında aşık olduğu ve hala değer verdiği o adamı görmek için kışladan ayrılmış sonrasında pansiyona yerleşmişti.
“Bayan Lows! Bayan Lows!” ona seslenen adamla irkilmişti.
“Evet!” kapıda dikilen adamlardan birisi ona sesleniyor.
“Aşağı telefonda Yüzbaşı sizinle konuşmak istiyor.” Dedi. Emma ayağa kalkmıştı. Karnı burnundaydı artık. Aşağı inmek için kapıdan çıkmaya hazırlanıyordu. Gün kararmaya başlamıştı bile.
“Abiel?” Emma konulan sandalyeye oturmuş ve ahizeyi kulağına götürmüştü.
“Merhaba sevgilim. Nasılsın diye merak ettim.” Bir an soluklanmıştı. “Sen ve bebeğimiz nasıl?” dedi.           Emma gülümsemeye çalışmıştı. “Ufak ağrılarım var ama iyiyim. Sanırım dünyaya gelmek için acele ediyor bebeğimiz. Biraz dinlenmek için hazırlanıyordum.”
“Kışladan ayrıldığın gün Marillionların evine mi gittin?” Emma bunu duyunca bir an duraksamıştı.
“Evet, Milos’un rahatsız olduğunu duydum. İyi mi diye bakmak istedim.” Dedi. Yüzbaşı bir süre sessiz kalmıştı.
“İyi miymiş?” demişti. Emma hata yapamazdı. Onun ne olduğunu, nasıl bir canavara dönüşeceğini biliyordu.
“Değil, yataktan kalkacak hali yoktu. Dedikoduları sende duymuşsundur.” Emma elini karnına doğru koymuştu. “Onun iyileşmesi için ellerinden geleni yapıyorlardır. Endişelenme bebeğimiz için sağlığını kor.” Yüzbaşı bunları söylerken sesi durgun ve sakindi. Emma onu daha fazla endişelendirmek istemiyordu.
“Anladım. Dinlenmek istiyorum şu sıralar belim ve bacaklarım kötü. Doğuma az kaldı ve yorgunluktan sadece o günü ve seni düşünebiliyorum. Kapatsam sorun olur mu?” dedi. Yüzbaşı ona kapatmasını söylemişti. Emma telefonu geri başında dikilen adama uzattığı sırada içeri doğru birinin girdiğini görmüştü. Tanıdık gelen yüz ile irkilmişti.
“İyi akşamlar Üst Teğmen Orgraf!” demişti Achube salınarak içeri girerken. Emma ona bakıp kalmıştı. Achube elindeki kanlı palayı kenarı doğru atmıştı. Ona doğrultulmuş dört silaha bakıp gülümsemişti.
“Ve sizlere de iyi akşamlar.” Demişti. Gözleri yukarı merdivenlere doğru kaymıştı. “Üst Teğmenim size verilen koordinatlara kadar eşlik etmek için görevlendirildim. Bu süreçte maalesef bu para için silah tutan beyler bize eşlik edemez.” Dedi. Emma ona bakıyordu. Achube ise ellerini havaya kaldırıp sırıtmıştı.
“Bayan Nuna!” dediğinde ardı ardına dört el silah sesi gelmişti. Ve adamlar oldukları yere yığılmıştı. Emma ise merdivenlerin orada dikilen kadına şaşkınlıkla bakmıştı. Nuna silahını geri indirip aşağı doğru inmişti.
“Ramsy arka kapıda bekliyor arabayla.” Demişti. Emma ise ona bakıp kalmıştı. Achube ona doğru yaklaşıp ayağa kalkması için yardım etmişti. Arka kapıya yöneldiklerinde Emma ölü iki adamı görmüştü.
“Tek geleceğini söylemişlerdi.” Dedi. Achube ona bakıp yürümeye devam etti.
“Ufak bir yardımla sorunsuz olacağına inandırdı beni birisi. Ve Bayan Nuna’nın iyi silah kullandığını duydum.” Dedi. Emma ona bakıp karnını tuttu.
“Anladım. İyi bir fikirmiş. Senin birilerine güvendiğini görmek güzel.” Dedi.  Achube ona bakıp kapıyı açmıştı. Nuna onun merdivenlerden inmesine yardım etmek için elini uzatmıştı. Dışarıda bekleyen arabada oturmuş sigara içen bir adam vardı. Emma onu görmek için Nuna’nın elini tutup merdivenlerden inmeye başlamıştı.
“Ramsy sigaranı söndür. Gebe bir kadın arabaya binecek.” Demişti. Ramsy kapıyı açıp aşağı inmişti. Sigarayı yere atıp üstüne basmıştı. Achube arabanın kapısını açıp Emma’nın binmesini beklemişti. O binince Nuna’da diğer taraf geçip binmişti. Ramsy ona sürücü koltuğunu bırakıp diğer taraf geçmişti. Achube arabaya binmiş ve çalışır konumdaki aracı sürmeye başlamıştı. Pansiyonun önüne doğru gelince Emma yerdeki cesetlere bakıp kalmıştı. Araba onları geçip giderken Ramsy arkada oturan iki kadına bakmıştı.
“Daha iyi görünüyorsunuz Bayan Nuna.” Dedi. Nuna gülümsemişti.
“Sende Ramsy. Milos nasıl?” dedi. Ramsy geri öne doğru dönmüştü.
“Bilmiyorum. Bir süredir konuşmadık. Nerede olduğunu bilmiyorum.” Dedi. Emma onları dinliyordu. Achube yavaşça şehirden uzaklaşan yola doğru dönmüştü.
“Üst Teğmen İllarea gideceğimiz yer…”
“Yol değişti Üst Teğmen Orgraf. Doğumu yapabilmen için başka yere gideceğiz.” Dedi. Emma onlara bakıyordu. Ramsy cama doğru başını çevirmiş öylece dururken Achube ona göz ucu ile bakmıştı.  
“Seni buna mecbur ettiğim için üzgünüm.” Dedi. Ramsy ona doğru bakıp başını sallamıştı.
“Ben istedim. Sorun değil.” Dedi. Achube ona bakıp geri yola dönmüştü. Ramsy ir an için gülmüştü. Achube bunu duyunca ona doğru başını çevirip merakla sormuştu.
“Ne oldu şimdi?” dedi. Ramsy ona bakıp konuşmaya başlamıştı.
“Tek başına gidip o kadar adamı yeneceğini söylediğinde gülmüştüm. Şimdi yaptıklarını görünce, endişelenmem boşaymış. Neden orada kilerde kilitli kalmak için bu kadar ısrarcı olduğunu düşünüyordum. Çıksaydın onları yenebilirdin. Çünkü sen…”
“Daha önce de söyledim. Bu çok mümkün değildi. Onlar avantajlıydı. Burada gece ve avantaj bizden yanaydı.” Dedi. Emma ikisine bakıyordu. Ramsy hakkında hiç fikri yoktu. Onu tanımıyordu. Onu daha önce duymamıştı da. İkisinin bu samimiyetini anlamaya çabalıyordu.
“Ramsy değil mi adın?” demişti. Ramsy konuşan kadına doğru bakmak için geriye dönmüştü.
“Evet hanımefendi.” Demişti.
“Kristal operasyonuna dahil misin?” demişti. Ramsy ona bakarken Achube söze girişmişti.  
“Dahil değil. O sadece bir anda olaya dahil olan birisi.”
“Milos’u nereden tanıyor?”
“Arkadaşlar. Ona güvenebiliriz.”
“Neden?” demişti Emma. Nuna bunu duyunca konuşmaya dahil olmuştu.
“Zararlı birisi değil.” Dedi. Emma ona bakıp kaşlarını çatmıştı.
“Achube sende ona güveniyor musun?” dedi. Achube başını sallamıştı.
“Evet, onunla neredeyse üç dört gün kadar aynı yerde kaldık. İnan bana korkman gereken kişi o değil Lows.” Demişti. Emma bunu anımsayınca ürpermişti. Ramsy ise başını tekrar cama doğru dönmüştü. Araba yolculuğu gün doğana kadar devam etmişti. Gün doğmaya başladığında kırsalda artık düzlükteydiler. Achube ceketini Ramsy’in üstüne doğru örtmüştü. Araba bir evin çitlerine doğru yaklaşırken Ramsy bir an sıçramıştı.
“Günaydın.” Demişti Achube ona bakarak.  Ramsy önce ona sonra yükselen kır evine bakmıştı.
“Günaydın, burası…”
“Bir arkadaşımızın evi. Kendisi orduda eskiden doktordu. Şimdi ise…” Bahçeye doğru tekerlekli sandalyede çıkan adamı görmüştü Ramsy. Genç bir adamdı. Tekerlekli sandalyeyi bir kadın itekliyordu.
“O bir top atışında yaralandı ve sonra ordu onu istemedi. Yürüyemeyen bir subay bir işe yaramazdı. Ailesi hayatları için imparatorluğu savundu. Kardeşleri, babası ve annesi… Sonunda ise ölüm onun bütün her şeyini elinden aldı. Bir tek karısı ve o…” Ramsy durgun bir ifadeyle Achube’yi dinliyordu.
“Onun için üzülmemelisin. Karısı onu sevdiği için bu kadar yıl bacaklarının yokluğuna ve acıya dayandı. Şimdi şu aptalca gülümsemesine bak Ramsy.” Dedi. Ramsy önce adam sonra Achube’ye dönmüştü. Achube direksiyonu döndürüp açılmış bahçe çitinden içeri doğru girerken Nuna ve Emma uyanmaya başlamıştı. Ramsy araba durunca hemen araçtan inmiş ve Emma2nın kapısını açıp onun inmesine yardım etmek için Nuna ile harekete geçmişti. Achube ise eski dostunun yanına doğru yürüyordu.  Emma arabadan inerken Ramsy’in elini tutup gülümsemişti.
“Güzel evmiş.” Demişti Nuna gülümseyerek. Tekerlekli sandalye çakıl taşlarında ses çıkarmış ve kar birikintisini ezmişti.
“Demek doğum yapacak olan kişi sizsiniz.” Demişti. Emma gülümseyip karnına koymuştu elini.
“Bebeğimin doğması için…”
“Bir bebek olduğunu nereden biliyorsun?” demişti sandalye tekerlerinden içeri doğru iterek ona yaklaşmıştı.
“Bir bebek için fazla gelişkin duruyor karnın.” Demiş ve elini koymuştu. Emma ona şaşkınlıkla bakarken Nuna eğilip Emma’nın karnına bakmıştı.
“Tek bir bebek varsa bile bacaklarını belini parçalayacak kadar kocaman olabilir. İki bebek varsa bu iş biraz zor olacak.” Dedi. Emma şaşkınlıkla onlara bakıyordu.
“İçeri geçip dinlenin. Bir şeyler yemek istersiniz diye düşündük.” dedi. Ramsy hızla arabanın bagajına gidip bir sepet çıkarmıştı.
“Aslında bizde bir şeyler getirdik.” Dedi Achube. Ramsy büyük sepeti sıkıca tutuyordu. İçeri geçmişlerdi. Acıkmış ve yorgunlardı. Ramsy kendi yaptığı yemeklerinde sofraya konulduğunu görünce şaşırmıştı. Yemek yerken Achube ve doktor sohbet ediyordu.
“Öldüğün hakkında konuşuluyordu. Deneyler sonucu…”
“Ayaklanma yaklaştığı için Yüzbaşı Dejan ortadan kaybolmamı planladı. En başından kışlaya beni yerleştirmedi. Bir karım varmış gibi davranıp dışarıda kalmamı istediler. Deneyde yer alırken, oraya gidip gelirken rahat olmam için.” Doktor başını sallamıştı.
“Albay Roluge’nin oğlu, o kan mevzusunu çözüm olduğu doğru mu? Son zamanlarda General Huxe ile konuşamaz olduk. O fazla meşgul ve benim olaylardan uzak kalmamı istiyorlar.” Dedi. Achube gülümseyerek ona dönmüştü.
“Doğru. Milos Roluge kan sağlayıcı oldu. Proje devam ettiriliyor gibi gösterildi.” Achube biran için duraksamıştı. Doktor ise ona bakıyordu.
“Kaç kişi? Senin gibi kaç kullanıcı var?” dedi. Achube bir an için düşünmüştü.
“Bilmiyorum. General Huxe kullanıcıların birbirlerini tanımaması gerektiğini söylediği için herkes kapalı yerde tedavi görüyordu. Neden sordunuz?” demişti. Doktor gülümsemişti.
“General Huxe en güçlü formunda olanlar var. Onlar direnişin öncüleri olacak demişti. Düşününce sen henüz ufak bir çaylakken şimdi direniş öncüsü olacaksın.” Demişti. Ramsy o an duraksayıp onlara bakmıştı.
“Yani önden ölecek olan olarak onu mu seçtiniz?” demişti birden. Achube ona bakıp kalmıştı. Ramsy ise kaşları çatık onlara bakıyordu.
“Pek değil. Ramsy sana daha önce de söyledim. Çıktığım her görevde beni ölmeye göndermiyorlar. Bu konuda bu kadar endişeli davranma. Dedi. Ramsy ona bakıyordu.
“O zaman neden Milos ölüyor? İyi olmadığını biliyorum. Hiç iyi değildi.” Dedi. Achube ona bakıyordu.
“Merak etme, Milos iyi.” Emma bunu söylerken ona dönmüştü. “Onu son gördüğümde iyiydi. Sadece tedavi oluyor. O hep hastaydı.” Konuşurken oldukça sakindi. “Onun hastalığı yeni değil. Hep var olan bir şey.” Dedi. Ramsy ona dönmüştü. Doktor ise olaya müdahale etmek için bir öksürükle boğazını temizlemişti.
“Tedirginliğini anlıyorum. İnsanlar dostları için endişe duyar. Ama merak etme. Öncüler liderler oluyor. Onu ölüme değil, bir orduyu yönetmeye gönderiyoruz. Ve Roluge, onun hastalığı babasında da olan bir şeydi. Bu yaptığı işle alakalı mı* buna cevap veremem ama aynısı Teğmen Achube’de olsaydı bugün burada yemek yiyor olmazdı. Toprağın altında parçaları çürüyor olurdu. Endişelenme.” Demişti. Ramsy onlara bakıp kalmıştı. Achube bir anlığına gülümsemişti.
“Sana bir sigar ısmarlayayım dışarda Ramsy.” Demiş ve ayağa kalkmıştı. Ramsy onun ardından dışarı çıktığında Nuna ayağa kalkmıştı.
“Bende gidip sigara içeceğim.” Demişti. Kapıya yürüyüp verandaya çıkınca ikisinin oturduğunu görmüştü. Bir şeyler konuşuyorlardı.
“Ramsy?” demişti Nuna bir sigara çıkarıp ona doğru yürürken. Ramsy ve Achube susup ona bakmıştı. Achube sigar içmiyor sadece Ramsy’e eşlik ediyordu.
“Çakmağın…”
“Ah tabi.” Demiş ve yakıp Nuna’ya uzatmıştı. Nuna sigarasını yakıp yanlarına oturmuştu. Bir süre öylece durmuş ve ardından gülümseyip Ramsy’in omzuna kendi omzunu vurmuştu.
“Beni Milos’a ispiyonladın.” Demişti. Ramsy ona bakıyordu. “Andrjez’e yalan söyledin.” Ramsy bunu deyince Nuna sigarasından derin bir nefes almıştı.
“Sebeplerim vardı. Herkesin sebebi var. Senin?” Dönüp Ramsy’e bakmıştı. “Milos’u hala bekliyor musun? Sebebin bu mu?” demişti. Ramsy bir an için sadece düşünmeden cevap vermişti. “Hayır!” bu kadar net ve keskindi.
“Hayır mı?” Nuna ona bakıp gülümsemişti. Derin bir nefes almıştı. “Hala onun için endişeleniyorsun ama.” Dedi. Achube konuşmada Nuna’nın tırmalayıcı sözlerinden rahatsız olmuş hissediyordu.
“Ben aptal durabilirim. Belki gözünde saf ve birçok şeyden anlamıyorum. Ama bu beni duygusuz yapmaz. Üzgünüm… Amacım sana korku vermek ya da başka bir şey değildi. Sadece Milos’un sevdiği birisi o ve onu tehlikeye atıyordun.” Dedi. Nuna soğuk bir ifadeyle ona bakmıştı.
“Oğlumu o ulaşmadan öldürselerdi kimseye acımazdım biliyorsun değil mi?” dedi. Ramsy başını sallamıştı.
“Biliyorum. Pansiyonda bize yardım ettin. Bunun için minnettarım.” Dedi. Yüzünde samimi bir ifade vardı. Nuna derin bir iç çekmiş ve yine omzuyla salınıp ona vurmuştu.
“Her neyse yavru köpek gibi gelmiş yeni sevgilinin hayatını kurtarmam için ağlıyordun. Bende gaddar bir orospu değilim.” Demişti. Achube birden şoka girmiş halde ona bakıp kalmıştı.
“Saklamaya devam edin ama ben anlarım.” Demiş ve sigarasını söndürüp kenarda üstünde kar birikmiş saksıya atmıştı. Üşüyen ellerini birbirine sürtüp nefesiyle ısıtmaya çalışarak dikildiği yerden onlara bakmıştı.
“Güzel olmuşsunuz. Yine de korkmayın… Tanrıya inana bir çok ahmak sizi günahkar sayacağı için benden sır çıkmaz. Bir de…” etrafı kolaçan eder gibi bakıp geri onlara dönmüştü. “Andrjez Dejan’a ne olduğunu duyarsanız bana söyleyin. Lanet herif Güney Cephesine gitti ve ortadan kayboldu. Milos gizlice onu öğrenirsem oğlumun yeni fotoğrafını bana verecekmiş. Bu anlaşmayı unutmayın.” Demiş ve içeri girmişti.

Gece çöktüğünde onlara verilen odalara çıkmışlardı. Ramsy ve Achube aynı odada kalacakları için huysuzlanmamıştı. Nuna ise Emma ile kalmaya karar vermişti. Doğumu yakın bir kadınla kalmak onun için sorun değildi. Daha önce kendisi de bunu yaşamıştı. Gece saatlerinde büyük bir gürültü ile uyanmışlardı. Ramsy yatağından fırlayıp cama doğru koştuğunda vadinin aşağısında kalan şehir gözüküyordu. Achube ise hemen giyinmeye başlamıştı.
“Çok erken başladılar.” Demiş ve eline silahını takıp aşağı koşmuştu. Achube onun ardından aşağı indiğinde doktorun uyanmış ve verandaya çıkmış olduğunu gördü. Dışarıda bir şeyler oluyordu.
“Hava saldırısı mı? Bu emri direniş birliği vermiş olamaz.” Demişti Achube. Doktor sakince alevler içinde yanan şehre bakıyordu. Veranda dan bütün şehir gözüküyordu. Ramsy alevler içinde uçaklarla bombalanan Güney’in merkezine bakıp kalmıştı. Nuna onu kenarı doğru itip verandanın önüne doğru fırlamıştı.
“Tanrı herkesi korusun. Neler oluyor?” derken korku içinde kalmıştı. Doktor sandalyesinin tekerlerini çevirmiş ve tepelerinden geçen uçağa bakmak için başını kaldırmıştı.
“İçeri girip bütün ışıkları söndürün. Bu saldırı normal değil.” Demişti. Sabah kadar şehre yağan bomba sesleri ve uçak sesleri kesilmemişti. Yağmaya başlayan karı eriten yangınlar şehrin ışıltısını arttırmıştı adeta. Gün doğmaya yakın artık sesler susmuş, geriye yanan bir merkez kalmıştı. Ramsy endişe içinde bir sağa bir sola gidip duran Achube’yi takip etmekten yorulmuş gözlerini kapatmıştı. O sırada alan telefon sesi ile herkes olduğu yerden sıçramış ve Achube bir manevra yapıp hemen telefonu kulağı götürmüştü.
“Üst Teğmen İllarea dinlemedi.” Demişti. Hepsi ona bakıyordu.
“Ben Yüzbaşı Dejan, dün gerçekleşen saldırı Güney birliklerine ağır kayıp verdirdi. Güvende misiniz?”
“Evet efendim. Saldırı kim tarafından gerçekleştirildi. Hemen birliğime dönüş…”
“Düşürülen bir uçağın Batıdan olduğu anlaşıldı. Durum hakkında çok konuşamam Achube. Hatları meşgul edemeyiz. Önemli bir görevin var. Sana katılacak olan birlikle beraber harekete geçmen gerek.”
“Evet efendim.”
“Güney Cephesinde kuşatma başlamış. İçeri doğru ilerleyen birlikler cephede General Donowan ve adamlarını kıstırmış durumda. Onları oradan çıkarmalısın. Düşmanın bu ani hareketini çözene kadar General Donowan’ı güvende tut. Ve…” Hat kesilmiş ve Achube öylece kalmıştı. Ramsy ona bakıyordu.
“Saldırı hakkında ne söylediler?” Doktor konuşmaya başlamıştı.
“Batı uçakları. Muhtemelen imparatorluk müttefiklerinden. İçeride dönen oyuna uyanmış olabilir. General Donowan ve adamları cephede kuşatılmış. Oraya gidecek olan birliğin yanına geçmem emredildi. Güney direniş bölgeleri ve iş birlikçilerinin çoğunu vurmuşlar.” Dedi. Ramsy ona bakıyordu.
“Marillion malikanesi?” Ramsy bunu sorarken tedirgindi. Achube duraksamıştı.  “Merkeze yakınsa muhtemelen yanmıştır. Milos ve diğerlerinin kurtulduğuna eminim.” Dedi. Ama şu an bir şeyden emin olamazdı. Savaş beklenmedik anda tekrar patlak vermiş ve direnişçilerin en büyük kampı Güney bombalanmıştı. Achube hemen yukarı çıkmıştı. Paltosunu alıp aşağı indiğinde hepsi ona bakıyordu.
“Hemen mi yola çıkacaksın?” dedi. Achube başını sallamıştı.
“Birlikten önce güney cephesini görmem gerek. Ne durumda olduklarını bilirsem…”
“Bende geleceğim.” Demişti. Achube beline taktığı palaskasına silahını yerleştirmişti.
“Olmaz. Burada kalman gerek. Onlara göz kulak olmalısın.” Dedi. Ramsy ona bakıyordu. Achube gülümserken yüzünde tedirgin bir ifade vardı. “Endişelenme. Daha önce cephede bulundum. Burada bir şey olursa kışlayı arayıp Yüzbaşı ile görüşmek iste.” Demiş ve masada duran kağıt ve kalemi almıştı. Hızla bir numara yazıp ona uzatmıştı.
“Santrale onunla konuşmak istediğini ve üst Teğmen olduğunu bildir. Bir şey olursa Kuzey direnişçi kampını unutma.” Dedi. Ramsy onun uzattığı kağıda bakıp kalmıştı. Achube onun omzuna vurup paltosunu iliklemişti. Kapıya doğru ilerlerken Achube’nin ne zaman döneceği hakkında kimsenin bir fikri yoktu. Sadece o değil. Güney’de büyük bir kargaşa vardı. Kışla dışında her yer bombalanmış ve özellikle laboratuvar korkunç bir haldeydi. Dolin pansiyonundan ve çiftliklerden geriye sadece sönmeye başlayan yanmış yıkıntılar kalmıştı. Şehrin içindeki birbirine yakın olan yerlerde çıkan yangınlar kontrolden çıkmıştı. Ordu hızla şehri tahliye etmek için kolları sıvamıştı. Marillion malikanesi yerle bir olmuştu. Milos ağlayan çocuğa bakıyordu. Ailede ondan daha yetkili ama ondan daha küçük olan bu çocuk onun amcasıydı. Çocuk korku içinde ağlarken Milos’un teyzesi onu sakinleştirmeye çabalıyordu.
“Annesi…” demişti Milos yıkıntıdan çıkarılan ölü bedeni gösterirken. Çocuk o an olduğu yerde kalmıştı. Çığlıklar içindeki sesi durulmuş ve çıkarılan cesede bakıp kalmıştı.
“Anne?” diye oraya gitmek istediğinde Barin Marillion ona engel olmuş ve o zaman kıyamet kopmuştu. Milos oturduğu yerde yılgın halde onlara bakıyordu. Son anda ev çökmeden önce çocuğu alıp dışarı fırlamıştı. Çocuk için üzülüyordu. Sahip olduğu babasının ne kadar kötü ve vicdansız olduğunu bilmeden masum annesi ile büyüyen zavallı…
“Zavallı…” demişti Milos ayağa kalkarken. Teyzesi ise ona bakıp kalmıştı.
“Vicdansız olma. Annesi…”
“Öldü! Bu doğal bir şey. Dua etsin tanrısına da babası da oradan çıkamasın.” Demiş ve kenarda duran suyu almıştı. “Araba var mı sağlam?” diye sormuştu. Kenarda dikilen adam ona bakıp başını iki yana sallamıştı.
“Bay Roluge çıkamazsınız. Her yer cehennem gibi.” Dedi. Milos ağrıyan göğsüne doğru elini koymuştu.
“Eski fabrikaya gitmem gerek.” Demişti. Yıkılmış bahçe duvarlarına doğru yürürken ayaklarının çıplak olduğunu fark etmişti.  Ayağına batan taşlara ve ellerine bakıp kalmıştı.
“Bay Roluge!” iki asker oraya doğru koşarken ona selam verip durmuştu.
“General Huxe’un emriyle size eşlik edeceğiz. Efendim laboratuvar.” Dedi. Milos başını sallamış ve onların inip koştuğu arabaya doğru yürümeye başlamıştı.
“Durum ne kadar kötü?” dedi. Askerler ona kapıyı açmıştı.
“Oraya gitmemiz gerek.” Demişti. Milos arka koltuğa oturunca Yüzbaşı Dejan’ı görmüştü. Ona bakıyor ve sigarasını içiyordu.
“İmparatorluğun her şeyden haberi olmuş.” Milos bunu duyunca olduğu yerde kalmıştı. General Donowan ve diğerleri köşeye sıkıştırılmış durumda. Batıdan müttefiklerini göndermişler. Güneyde bombalanan yerler ayaklanma için belirlediğimiz noktalar.” Milos ona bakıp kalmıştı.
“Andrjez’de orada. Eğer oraya gönderilen tim içinde Achube gibi özel eğitimli birkaç kişi olursa hepsi sağ olarak kurtulabilir.” Dedi. Milos başını sallamıştı. “Kamplara dağıtılmış durumdalar. En fazla iki kullanıcı laboratuvardaydı. Birisinin durumu dengesiz. Diğeri ise harekete geçebilir.” Demişti. Araba harekete geçmişti çoktan. Milos yerle bir olmuş şehre ve sokaklara bakıp kalmıştı. “Laboratuvar ne kadar hasar almış?” demişti. Milos bunu sorunca yüzbaşı başını iki yana sallamıştı. “Bilmiyoruz. Dün gece Lannel Frenklen ile bombardıman öncesi iletişim kurulmuş. Senin durumunu raporlamak istemiş.” Dedi. Milos başını sallayıp kışla yolunun aksine giren arabanın camından dışarıyı izlemeye başlamıştı. Fabrika yoluna girdiklerinde Milos fabrikayı görmek için ileri doğru bakmış ve bombardımandan arda kalan yıkıntılara bakıp kalmıştı.
“Buradan dönün. Sığınak girişinden girelim.” Dedi. Araç ir manevrayla Fabrikanın arka bahçesine yönelmiş ve neredeyse bahçenin sonundaki araziye kadar gidince durmuştu. Milos yalın ayak hemen dışarı fırlamış ve ilerdeki yerde duran kapaklara doğru yürürken askerle de onun peşinden geliyordu. Bir kapağın yanına doğru geçip kolu çevirmek için eğilmişti. Var gücüyle kolu çevirmiş ve ağır kapağı çekmeye çabalarken başaramamıştı.
“Bırak açsınlar.” Dedi. Milos kenarı çekince iki asker tek hamlede ağır kapakları açmış ve aşağı doğru inen merdivenler ortaya çıkmıştı. Çökmüş olan fabrika göstermelik olan kısımdı. Laboratuvar aşağıda kalıyordu. Milos demir merdivenlerden aşağı inerken ışıklar yanmaya başlamıştı.
“Bu girişi kimler biliyor?” demişti Yüzbaşı onu takip ederken. Milos duvardan tutunarak iniyordu.
“Doktor Vasile. Sadece o.” Dedi. Yüzbaşı arkasından gelen adamlara kapakları çekmesini söylediğinde Milos onu durdurmuştu.
“Kapatırlarsa tekrar açamayız. Sadece dışarıdan açılabilir.” Dedi. Yüzbaşı yandaki duvarlara bakmıştı. “O zaman nasıl çıkılacak?” dedi. Milos ona ilerisini göstermişti. Bir çıkış var. Ama göçük altında kalmış olabilir. O yüzden bırakın açık kalsın.” Demişti. Aşağı doğru inmeye devam ediyorlardı. Düz bir koridora varmışlardı. Yanıp sönen kırmızı ışıklar koridoru aydınlatıyordu.
“Ayakkabıların?” demişti Yüzbaşı onun çıplak yürüdüğünü fark edip. Milos ayaklarına bakmıştı. “Sanırım yıkılan evde kaldı. Sorun değil. Burada kıyafet vardır. Her zaman benim için biraz temiz kıyafet bırakırlar.” Demişti. İki kanatlı metal kapıya geldiklerinde Milos kapıyı itekleyip içeri girmişti. Bu sefer aydınlık bir ışık ile bir koridor ve hemen ucunda bir asansör vardı.
“Alt katların hepsi üç hatla birbirine bağlı.” Demişti. Asansör düğmesine basmış ve aşağı doğru bir asansör inmeye başlamıştı. Gelen asansöre bindiklerinde”-1.” Kata basmıştı Milos.
“Herkes hayatta mıdır?” demişti Yüzbaşı. Milos başını yavaşça sallamıştı. “Sanmam. Bombardıman başladığında üst katta olanlar kaçmaya zaman bulamadan göçük altında kalmış olabilir.” Demişti. Asansör durduğunda kapı yarım açılıp kalmıştı. Kapıya doğru devrilmiş bir şey vardı. Yüzbaşı ve yanındaki iki adam hızla kapıyı iki yana çektiğinde kenarı doğru bir moloz düşmüştü. Milos dışarı doğru yürüdüğünde birinci katında zarar gördüğünü fark etmişti.
“Burası tam olarak ne amaçla var?” demişti Yüzbaşı onu takip ederek. Milos koridordan bir kapıya gelmiş ve durmuştu.
“Hasta bakım ve gözetimler burada. Doktor Vasile burada olmalı.” Demiş ve kapıyı açınca Lannel ile göz göze gelmişti. Lannel başından darbe almıştı belli ki. Kafasında bir sargı vardı.
“Sonunda sağ olduğunu görmek güzel. Durum raporu?” demişti Milos. Lannel kolunu sardığı asistanın yanından ayrılıp ona doğru gelmişti.
“Göçük altında kalanlardan on dördü kurtarıldı. Yirmi kadar kişi kayıp. Gece devriyesinde olanlar sağlam. Katlarda yaralılara müdahale ediyorlar. Doktor Vasile deney odasında.” Demişti. Milos ona bakıyordu.
“Neden?” Lannel birkaç saniye olduğu yerde durmuş ve canı sıkkın şekilde ona bakmıştı.
“Kristaller ve kanlar… Hepsi sarsıntı sonucu donduruculardan düşmüş. Kurtarmak için uğraşıyor. Kırılanlar var ve ikinci katta küçük çaplı yangın çıkınca ikinci sistem hata verdi. Dondurucuları üçüncü kata indiriyorlardı.” dedi. Milos başını sallamıştı. “Denekler?” dedi. Lannel iç çekmişti. “İkiside iyi durumda. Ama bir tanesi ağır yaralandı. Dengesiz olan saldırganlaştı yine. Onu durdurmak için öne atıldı. Sarsıntı sonrası içerde kalan üç doktoru öldürmüş.” Milos Yüzbaşın dönmüştü.
“Achube tek başına gitmek zorunda. Destek gidemez.” Demişti. Yüzbaşı başını sallamıştı.
“Achube tek başına halledebilir. Kristal depolarını kurtarmamız gerek.” Demişti. Milos başını sallayıp kenarda duran dolaba yönelmişti.
“Lannel giyebileceğim ayakkabı?”
“Aşağı katta ki depoda var, buradakileri taşımıştık.” Demişti. Milos çıplak ayaklarına bakıp geri kapıya yönelmişti.
“İletişim telsizlerini açık tutun.” Demiş ve kapıdan çıkıp geldikleri yönün aksine yürümüştü. Yüzbaşı onu takip ediyordu.
“Kaç litre kan vardı?” dedi. Milos merdivenlere dönmüştü.
“Yüz litreden fazla dondurulmuş kan ve binlerce kristal…” demişti. Yüzbaşı iki adamına dönmüştü.
“Kurtarılan her kristali yazın ve taşınması için raporlayın.” Demişti. Milos merdivenleri inerken yerdeki kana bakıp kalmıştı.
“Doktorların olmalı.” Demiş ve kenarından dolaşmıştı.
“Bu kadar tehlikeli mi?” demişti Yüzbaşı yerdeki kana bakıp.
“Kullanıcı kendini kaybederse etrafında nefes alan her şeyi yok etmeye programlanıyor. Kristal onu sadece öldürmeye programlı bir silah haline getiriyor. Eğer kontrolünü kaybettikten sonra ölmez ve direnmeyi başarırsa onu durdurmak için yapılabilecek tek şey bir kurşunla kafasından vurmak olmalı. Yoksa…”
“Nefes alan her şeyi yok eder.” Demişti. Milos başını sallayıp yerdeki kan izini takip etmeye başlamıştı.
“Koruma kıyafeti olmadan içeri giremezler. Raporlama işini Doktor Vasile ve ekibi yapıyordur. Eğer kristal etkileşime girdiyse kanla onlara zarar verebilir.” Demişti. Yüzbaşı ona bakıyordu.
“Peki ben?” dedi. Milos bir süre öylece durdu ve ardından bir odanın kapısını açtı. İçerde metal dolaplar vardı. Yüzbaşı onun ardından girmişti.
“Roluge?” dedi. Milos bulduğu botları giyiyordu.
“Size bir şey olacağını sanmam. Andrjez o kristale dokunduğunda kanı… yani her ne varsa kanınızda kristali aktifken durdurdu.” Dedi. Yüzbaşı ona bakıyordu.
“Bu yüzden mi bende çalışmıyor?” demişti. Milos başını sallamıştı. “Olabilir. Andrjez’e her en olduysa o sadece dokunarak kristalleri etkisiz kılabiliyor. Daha önce denediğimiz de sizde de çalışmamıştı. Bunun sebebini bilmiyorum Yüzbaşı Dejan ama bir şey kristalleri bastırıyor.” Demişti. Yüzbaşı onun ayağa kalkması ile geri çekilmişti.
“Bunu net olarak ne zaman fark ettin?” dedi. Milos diğer dolabı açıp büyük paltoyu giymişti.
“Andrjez vurulduktan sonra ameliyatta bir şey oldu. Ölmüştü. Kalbi parçalanmış ve kurtarılması imkansızdı. Kristal işe yarar diye düşündük. Ancak daha yerleştirmeden kristal donduruldu. Sonrasında yaraları kapanmaya başladı ve uyandı. Dikişsiz halde. Göğsünde o kurşun deliklerinden, neşter izinden hiçbir iz kalmadan. Sonrasında ona ne odluğunu bulmak için araştırdım. Ve babamın bahsettiği iki şeyden birisinin olduğunu gördüm. Birisi ölümden dönmekti. Ruhun bedene kristal ile geri döndürülüp kilitlenmesi. Bunlar eski ritüeller ve kulağa saçma gelen şeyler olabilir ama gerçek. Tıpkı kristaller gibi. Diğer ise Tanrı kanı… Babam hastalığını iyileştirmek için kuzeyde çok fazla araştırma yapmış. Eski Rahom denilen yerde ve o tapınaklarda. Onu öldüren bu şeyi durdurmak için çok uğraşmış. Bulduğu şey ise bağlar. Kara kaplı bir kitapta yazan o eski lanet.” Yüzbaşı ona bakarken Milos tahta banka oturmuş ve derin bir nefes almıştı.
“Bağlar mı?” dedi Yüzbaşı. Milos başını sallamıştı. Evde yatmam gereken süreçte o kitabı okumaya çalıştım. Antik dilde yazılmış. Anlamak için eski dilleri araştırdım. Benim soyum… yasaklanmış olan bir kandan geliyormuş. Kullanılmaması gereken bir kandan. Tanrılar insanlara büyünün gücünü unutturmak istemişler ve var olan son kanı ikiye bölmüşler. Birisi Güney’in “Hisar” denilen kaybolmuş yerine, diğeri Darta’nın dağlarına saklanacakmış. Babamın soyu Güney’li bir soymuş ve bu saklanması gereken kanı kullanmış. Sonucunda ise acı dolu bir yaşam içinde ölmesi onun lanetiymiş.” Dedi. Yüzbaşı ona bakıyordu. “Peki Kuzeydeki kan?” Milos gülmüş.
“Kuzeydeki kan saklanmış. Bir dağın altına eski bir tanrı sunağına. Karşılığında ise orada gardiyanlar olması gerekiyormuş. Kuzeyli olan bir aile… Sadece erkek doğuyormuş. Ve onlar orada gardiyan olmuş. Kanları kuzey kanı imiş. Soyları ise tanrıların. Onların kanı doğuda kalan o kristalin aktifliğini durdurmak için var olmuş. Bunlar size saçma geliyor olabilir ama…” Milos başını kaldırınca Yüzbaşının gergin yüzü ile karşılaşmıştı.
“Saçma gelmiyor Milos. Ama bana bir konuda net olman gerek.” Demişti. Milos ona bakıyordu.
“Kardeşime ne oldu?” dedi. Milos bir süre durup ona bakmıştı.
“Tam olarak bilmiyorum. Ama ona ne verildiyse ölümden dönmesine neden oldu.” Dedi. Yüzbaşı ona bakıyordu.
“Bir tutuklunun ruhunu bedeninden çekip almış. General bu durumu söylediğinde aklım alma. Ama şimdi düşününce…” Milos ona bakarken gözlerinde derin bir endişe vardı.
“Andrjez’in durumu nasıl?”
“Uyuşturulmuş haldeydi. Son zamanlarda onu uykuda tutup laboratuvara getirmek istiyorlardı. İmparatorluk yanlıları tarafından ele geçirilmesinden korkuyorum.” Dedi. Milos başını usulca sallamıştı.
“Achube’nin desteğe ihtiyacı olacak değil mi?”
 “Ölüm mangası ona eşlik edecek ama imparatorluğun nasıl silahlar kullandığına ve istihbaratın dair elimizde net bir şey kalmadı.” Dedi. Milos bir süre düşünmüştü.
“Gidip onu alacağım.” Dedi.  Yüzbaşı ona bakıyordu.
“Hastalığın?”
“Bir süre beni rahat bırakır. Yeterince bastırıcı aldım. Kimse benim kadar rahat şekilde kristal silahını kullanamaz. Onlara zarar veriyor. Achube’nin desteğe ihtiyacı olacak.” Dedi. Yüzbaşı başını sallamıştı.
“Hazırlan. Bir iki saatten az zamanın var. Buluşma noktasını kaçırırsan dahil olamazsın. Geride beklemek zorundasın.” Dedi. Milos palaska ve silahın olduğu dolabı açmıştı.
“Oraya varmanın en hızlı yolu?”
“Çiftlik yolu. Cepheye yarım günden az sürede varırsın. Senden iki saat kadar öndeler ama manganın oraya varmasını bekleyecek Achube. İlk görevleri General Donowan’ı çıkarmak. Andrjez ikinci görev. Tehlike olursa onu bırakmalarını söyledim.” Dedi.  Milos uyumsuz kombinine bir de silah eklemişti. Beyaz ipek pijamalarının altında postalar vardı. Siyah postalların üstünde kalın bir kaban ve beline takılı bir palaskaya bağlanmış silah… Onu ciddiye almak bir yana koridorda yürürken gören bir daha dönüp bakıyordu. Dağılmış saçlarını bir lastik toka ile toplamıştı. Bombardımanda düştüğünde kafasını çarpmış ensesinde kan kurumuştu. Çok gecikmeden kendi kadar büyük bir silahı omuzlayıp ayrılmıştı laboratuvardan. Yüzbaşı ile iletişimde kalmak için telsiz kanalını ayarlarken çoktan çiftlik yoluna doğru tozu dumana katarak ilerlemeye başlamıştı. Cepheye varmak için zamanı dardı. Acube ve ölüm mangasına yetişip Andrjez’i alıp çıkacaktı. Onun hayatta olmasını umuyordu. Babasının yarattığı o sakinleştiricilerin bir mililitresi bir boğayı iki gün ruhsuz bir post gibi yapabilirdi. Ona ne kadar verildiğini düşünmeden edemiyordu. Birkaç kamyonun teker izleri cepheye giden toprak yolda kendini göstermeye başladığında tekrar kar yağmaya başlamış ve gün neredeyse yarılanmıştı. Milos oraya vardığında nasıl hareket edeceğini hesaplamamıştı. Laboratuvarda üretilen ve tek atış sonrası üç dakika beklemek zorunda kalan bir silah vardı kamyonda. Bir de belinde altı patlar kısa namlulu beylik silahı. Cepheye giden buluşma noktasına varmak için hiç sürmediği kadar arabayı hızlı sürüyordu. İnsanlar kendileri için kurulmuş ve yaratılmış bu dünyada sürekli olarak yeni bağlar kuruyorlar.

İnsanlar her dokunduğu ruhta yeni bir bağ oluşturmakta ve dünya daha karışık, daha sıkı bağlarla örülmeye devam ediyor.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kayıp Masallar 1 (Beyaz Gelincik ve Kara Kurt Masalı)

Kayıp Masallar 3 (34. Bölüm)

Kayıp Masallar 3 (23. bölüm)